Halkımıza ve Kamuouyuna!
12 Eylül Tarihinde Mahmur Direniş Birliklerinin DAİŞ çetelerine yönelik gerçekleştirdiği harekatta direniş esnasındaki çatışmalarda 3 yoldaşımızı kahramanca mücadele ederken özgürlük şehitleri arasına katılmıştır.
- Ayrıntılar
Kürtler ve Kürtlerin tarihi ile uğraşan her insan bilir ki Kürdistan'da iki çizgi vardır: bunlar; kahramanlık ile işbirlikçi çizgilerdir. Her bir çizginin kendine has ortaya çıkardığı kişilikler ya da tipolojiler vardır. Ve Kürdistan tarihi bir nevi bu her iki tipolojinin kavgasında, çekişmesinde ibarettir.
Özgürlükçü Kürt ya da kahramanlık yazan Kürt; işgale, zulme, baskıya, talana karşı koyan ve boyun eğmeyen Kürt olarak tanımlanabilirken, işbirlikçi Kürt’ü ise; işgalcinin, sömürenin, sömürgecinin ve de talancının yanında yerini; kendi bireysel, ailesel, kabilesel, aşiretsel ve yer yer parçasal çıkarları için yer alan Kürt’ü olarak tanımlanabilir.
Yukarıda dile getirilenler temelinde kişilik çözümlemesini yapmaya kalkıştığımızda gerçekten de her iki yolun kendine has bir tipolojisi ortaya çıkar. Ve ilginçtir ki bu tipolojileri tarihin her sayfasında görmek, görebilmek mümkündür. Bizler; tarihin başlangıcında gizli olduğumuzu ve de tarihin ise bugünümüzde gizli olduğunu bilir isek, tarihin ise şimdi olduğunu yani yaşadıklarımızın mutlaka ama mutlaka tarihin her hangi bir anında karakter bakımından yaşandığını bilir isek, o zaman söylediğimiz tipolojileri tarihin her an’ında ve safhasında görebilmek, değerlendirmek zor olmayacaktır. Başka bir deyimle bugün yaşanmışları bizler tarihin derinliklerine götürüp görebiliriz, tersi de doğrudur, tarihin her hangi bir anında yaşanmış olanları bugün nasıl zuhur edeceğini görebiliriz, değerlendirebilir ya da yorumlayabiliriz. Evet “tarih bugünümüzde gizli biz ise tarihin başlangıcında gizliyiz.”
Tarihin hangi sayfasını açarsak açalım özgürlük için meydanlara akanlar kesinlikle öz güven dolu olmuşlardır, halkına ve halklara güvenmişlerdir, bireysel çıkarları gözetmeden er ya da geç özgürlük meydanlarına çıkmışlardır, bedel ödemekten çekinmemişlerdir, kellerini halklarının ya da içine doğdukları toplumların çıkarları için feda etmekten çekinmemişlerdir. Onurlarına düşkün insanlar olarak, onurlarına bir laf gelmemesi için meydanları terk etmemişlerdir. Tuhaf gelebilir ancak bir yaşanmış gerçek olarakta özgürlükçü olanlar toplum değerlerine çok sadık ve bağlı yaşamasını da bilmişlerdir. Ahlaki değerlere-hem kendi hem toplumlarının- helal gelmesine izin vermemişlerdir. Böyleleri toplumları nezdinde hep büyük bir saygı ve sevgi ile karşılanırken, tarihin en zorlu süreçlerinde halklarının iyi birer evlatları olduklarını kellerini ortaya koymalarıyla göstermişlerdir.
İşbirlikçi diye tabir edilenler ise tarihin fi zamanında bu yana işbirlikçi karakteri kendilerine örf bilerek; fırsat bulduklarında, vurgun yapabildiklerinde, ailelerinin çıkarları sağlayabildiklerini düşündüklerinde, kendi kirli yaşamlarını kurtarabileceklerine inandıklarında ve de maddi çıkarlar derken her türlü farklı çıkarları elde edebileceklerinin olanağını bulduklarında her zaman güçlülerin yanına geçmesini bilmişlerdir.
Tuhaf gelebilir ama sadece güçlülerin yanına geçmemişlerdir, hayır, aynı zamanda güçlü olanların yanına geçerek kendi toplumlarına karşı savaşmaktan geri durmamışlardır. Böyle tipler ve tiplemeler kesinlikle özgüven yoksunudurlar, ödlektirler. En azında düşmanlarına karşı, işgalcilere karşı böyledirler. Ancak kendi toplumlarına karşı müthiş cüretkâr olduklarını, gözü kara olduklarını, kendilerine alternatif bulduklarını ezmekten bir dakika bile geri durmadıklarını ise bizler tarihte yaşanmış olanlardan iyi biliyoruz.
Evet, bu kişiler kendilerine güvenleri olmadıkları için öncelikli olarak kendi halklarına güvenmezler. Hep gözleri dışarıdır. Hep bir dayanak ararlar. Hep bir bey ararlar, bir padişah bir imparator ararlar. Yani bir gölgeye sığınmaya ihtiyaç duyarlar. Gölge yoksa sinik olmanın da ötesinde siniktirler. Ama bir gölge bulmuşlar ise adeta haşhaş içmiş gibi toplumlarının tüm değerlerine gözü karaca yönelmesini de bilen bir karakterleri vardır bu işbirlikçilerin. Enkidu’yu unutmayalım, Matizawa’yı unutmayalım. Ya da tarihin hangi sayfasına gidersek gidelim, Kürt halkının değerlerine saldırmış, kendini satmış, birilerine yamanmış bu tip Kürtler çoktur.
Birde bu işbirlikçi diye tabir ettiklerimiz genelinde bir şeyleri olanlardır. Bir şeylerini yitirmemek için meydana çıkmaktan çekinenlerdir. Varlıklıdırlar, enseleri kalındır. Ve çoğu zaman göbeklidirler. Başka yaşama da alışmışlıkları çokça görülür. İşte böyleleri hem varlıklarını yitirmemek, hem imkan çıkarsa varlıklarına daha fazla varlık katabilmek için ve hem de başkalarının varlıklarını kendilerine katmak için bolca güçlünün -yani işgalcinin, talancının, sömürgecinin -yanına geçerek kendi topraklarında bir Truva atı rolünü oynamaktan geri durmazlar.
Evet, özgürlükçülerin ile işbirlikçilerin karakterlerini böyle saymaya devam edebiliriz. Çünkü her iki tipoloji için söylenecek çok şey vardır. Belki en son olarak bir şey daha söyleyerek güncele geçmek iyi olabilir. İşbirlikçi yaşam düşkünü, bunun için korkak ve gergin iken, özgürlükçü yaşamını adamaya hazır olduğu için gözü pek ve çekinmeyendir.
Bu tespitler ışığında Kürdistan'da son zamanlarda olup bitenlere bir göz atarak işbirlikçilik ve özgürlükçülük çizgisine bakmaktan yarar vardır.
Güney Kürdistan'da Barzani denilen bir aile vardır. Parası çok, maddiyatı çok, ordusu çok, silahı çok, uluslararası dostları çok, sarayları çok, basını çok. Başka bir deyimle her şeyi çok mu ama çok. Ama dikkat edelim Şengal’de bu çok olanlar daha İŞİD ya da DAİŞ denilen çete örgütü harekete geçmeden nasılda arkalarına bakmadan çok mu çok tüydüler. Hem de çok çok hızlı bir şekilde kaçtılar. Sadece tüymediler, Şengal’de Êzîdî insanlarımızdan silahlarını da alarak geriye bakmadan tüydüler. Ve sonuçlarını herkes haftalarca görüyor. Yaşıyor. Hem de gözyaşlarını durduramayarak tarihimizin en kanlı bir sürecini acılarla yaşıyor, yaşıyoruz.
Hani devlet olacaktınız, hani herkese kafa tutabiliyordunuz, hani Kürt’tünüz, hani peşmergeydiniz yani kelle koltukta savaşan, hani tüm Kürtlerin öncüsü ve savunucusuydunuz? DAİŞ Rabia’ya gelmeden iki gün önce nasıl araçlara hem de yuvarlanarak, takla atarak kaçtıklarını tüm televizyonlar görüntüledi.
Tuhaf ama bu kaçanlar, arkalarına bakmadan tüyenler, Kürtler söz konusu oldu mu ne kadar çok da hey heyleniyorlar, dikleniyorlar, horozlanıyorlar, gözü pek kesiliyorlar, aslanlaşıyorlar, tavandan kül bırakmıyorlar, herkese laf yetiştiriyorlar. Kürt’e karşı böyle olduklarını bizler Ali Asker meselesinde biliyoruz, Suleyman Muinilerin meselesinden biliyoruz, Dr. Şıvanlardan biliyoruz ve tabii Komala’ya karşı yapılanlar derken Güney Kürdistan devrimcilerine karşı yapılanlardan biliyoruz.
Hani birkaç lafta DAİŞ’e yetiştirseydiniz ya!
Peki, özgürlükçü dediklerimiz bu durumda ne yaptılar. Özgürlükçü dediklerimiz ilk günden başlayarak, hatta aylarca önce Şengal’e geçmek istediler. Ama bu kaçanlar buna izin vermediler. Ecel kapıyı tıklayıp çalınca özgürlükçüler dağlardan ovalara hem de güney ovalarına akın ettiler. Savaşın, ölümün kol gezdikleri yerlere akın ettiler. Kürt halkının zorlukları yaşadıkları alanlara akın ettiler.
Evet, birileri ovalarda şehirlere doğru yani kuzeye doğru kaçarken, birileri dağlarda ovalara-savaşın yaşandığı yerlere yani güneye akın ettiler.
Tuhaf ama dediğimiz gibi birileri kuzeye doğru kaçarken, birilerinin de kuzeyde güneye “kaçışlarını” durdurmak çok güç oldu, halen de bu özgürlük hareketi için bir güçtür. Daha açık bir ifadeyle KDP'liler güneyden kuzeye kaçarlarken PKK gerillaları ve Önder Apo’ya dört parçadaki inanan militanları güneye akın ettiler.
Evet;
Birileri kendi çıkarlarına düşkün, birileri ise halkına düşkün.
Birileri yaşamına düşkün, birileri halkının yaşamına düşkün.
Birileri paralarına düşkün, birileri namusuna düşkün.
Birileri maddiyatın peşinde, birileri doğru ahlakın peşinde
Birileri başkalarına bel bağlamış, birileri ise kendilerine ve halkına.
Birilerin gözü dışarıda birilerinin ise gözü çeteleri püskürtmekte.
Evet; birileri işbirlikçi birileri ise özgürlükçü. Ve bunlar iki ayrı çizgi. Bugün itibariyle birilerinin temsilini Barzani, ailesi ve bunlara gönül ve bel bağlayanlar yapıyor bir diğerini ise Başkan Apo, onun militanları ve onlara gönül bağlamış Kürt ve Kürdistanlılar yapıyor.
Evet, iki ayrı çizgi var Kürdistan’da: Biri işbirlikçilik diğeri ise Özgürlükçülüktür. Biri Barzani Kürt’ü biri ise Apocu Kürt…
Bunun için ise iki kişilik vardır; biri işbirlikçi kişilik bir diğeri ise özgürlükçü kişilik. Bunları bilerek tavır sahibi olmak hem bugün açısından hem de tarihi köklere yaslanmak açısından çok fazla önemlidir.
Biri arkasına bakmadan kaçmak ile uğraşıyor birisi ise ters istikametten gelerek kaçanları geri çevirmekle uğraşıyor.
Biri zengin, kalın enseli, ekranların ve salonların tanınmış simaları ve emperyalistlerce pohpohlanan; birileri ise fakir, yoksul, ezilen, horlanan ve de terörist olarak uluslararası emperyalist camiası tarafından ilan edilen.
Evet; iki ayrı çizgi vardır. Gün ise bu iki çizgi arasındaki kavgada doğru taraftan yer alarak Kürtlerin özgürlük kavgasında yerini almasını bilmektir.
Evet; Tarih, Şimdidir. O zaman şimdiyi iyi görelim ki tarihi doğru yorumlayalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Türkiye de 12 Eylül askeri darbesinin 34 yılındayız. Kolay değil geriye dönüp 30 yıl öncesini bu günün bakışıyla, bugünün argümanlarıyla değerlendirmek. Yine o günlerin kitap ve gazete sayfalarını, dile gelenleri derlediğin zaman12 Eylülü anlatmaya, tanımlamaya yeteceği kanısındayım. Hem yaşananlar çok boyutlu hem de yaşatılan acılar. Toplumsal hafızalarda açılan yaralar çok derindir. Diğer önemli bir nokta; darbenin asıl amacı çok köklüdür. Bu darbenin amacı o günkü güncel duruma müdahale olduğu kadar Türkiye ve Ortadoğu`dan Orta Asya ya Afganistan hattından bu gün yaşanan İslam karşıtı İŞİD çıkışının alt yapı taşlarını ördü.
2. dünya savaşında ortaya çıkan sonuç: var olan silahlanma ve silahların yarattığı tahribatı başta silah sahiplerini yok edecek güçtedir. Yani kimsenin var olan silah potansiyelinin tahribatına karşı gelecek güvencesi yok. Ama ulus- devletler ve dünya iktidar ağları savaşsız varlık sürdüremezler. İktidarda kalmalarının en önemli argümanı “sürekli savaş hali” propagandalarıydı. Her ulus-devlet kendi etrafında sanal düşman yarattı. İçte de Kapitalist cephe “kominizim tehlikesi” adına tüm ezilenleri; dini, sosyal, politik ve muhalif kesimleri hedefledi. Varşova paktı; “kapitalizm saldırıları” cilasıyla tüm sesleri bastırma, yok etme, tek tip “sınıf ”insanı yaratma, tüm renkleri kurutmayı dayatırken dışta “Sosyalizm düşmanları” sloganı ile dünya insanlığıyla toplumsal irtibatı koparttı ve Rus şovenizmini geliştirerek tüm dünyayı düşman cephesine çevirdi.
2. dünya savaşından sonra Varşova paktı Reel sosyalizm, NATO-Kapitalizm cepheleri oluştu. Bu iki oluşum üzerinden adına “ soğuk savaş” denen savaş politikaları teorize edildi. Bu teorilere göre de yaşamın her alanı yeniden dizayn edildi. Bu dizaynda her kes taraftı. Antagonist çelişkilerin teorileri oluşturulmuş, toplumlarda siyah ve beyaz düşünme algı operasyonları geliştirildi, inşa edildi. Bu operasyonlara, “istikrar harekâtları” dendi. Bu adla askeri darbeler düzenlendi. Aslında burada “istikrar harekâtı” adı kullanılarak geliştirilen darbeler için meşru bir minare kılıfı yaratılmaya çalışıldı.
İstikrar harekâtı tanım olarak; soğuk- özel savaşın kendi gerçeğine demagojik anlam yüklemiş olduğunu ifade ediyor. Çünkü istikrar düzendir. Darbeler için istikrar harekâtı denildiği zaman toplumun bilincinde “ düzeni sağlama harekâtı” gibi bir yanılsama da yaratılmış olmaktadır.
Dünyada ve Türkiye de 1960`lı yıllardan başlayarak dünyanın birçok ülkesinde gerek NATO adına Amerika ve Gerekse Varşova adına Rusya askeri darbeler gerçekleştirdiler. Biri, “sağ, gericiliği bertaraf etme” adına olurken diğeri “kominizim tehlikesine karşı özgürlükleri savunma” adına teorikleştirdi ve buna göre askeri-politik hamleler yaptılar. Bu anlamda Latin Amerika’da, Afrika’da “istikrar” sağlama adına darbe yapılmadık ülke kalmadı. Bu askeri darbelerde on binler Stantlara doldurularak kuşuna dizildi, idam sehpalarında can verdi. Aslında 20. yy.ın son eli yılı askeri darbeler dünya politikasını yönlendirdi.
Dünya 1975 1980’lere gelindiğinde iki kutuplu dünya dengesinin ideolojik, politik, askeri mücadeleleri daha da keskinleşmişti. Bu; silahlanmada uzay savaşları, kimyasal silahlanmada sınırsızlık ve bu silahları bir birine karşı caydırıcı argüman olarak kullanılmasından dolayı, toplumları adeta kenedi politikalarına esir eden bir durumu ortaya çıkarmıştı. Bu mücadelenin iki diğer önemli ayağı da Dincilik ve Milliyetçilikti.
ABD öncülüğünde olsa da özünde İngiliz ideolojisi ve politikalarının olduğu projeler toplumlara dayatıldı. Bu projelerden en önemli olanlarından biri “yeşil kuşak” projesiydi. Proje, Varşova paktını siyasal İslam ile kuşatmaydı. Bunun uygulanabilir en önemli merkezi sahası Türkiye idi. Türkiye ittihat-i terakki ideolojisi ve asıl hayali olan “adıretikten Cin seddine kadar Türklük dünyası” milliyetçiliğin, Suni İslam ile de dinciliğin en olumlu zeminiydi. Merkezinde Türkiye ve onun bağları; İran da 25 milyon Azeri, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan yer alıyordu. Bunların dışında Varşova paktının birçok yerinde irili ufaklı Türk ve suni Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar ve Kürtler de vardı. Tüm bunlara ulaşmanın en iyi sahası Türkiye ve sahadaki kullanılmaya hazır T C yöneticileri!
1950’ler den sonra Türkiye de Özel Harp Dairesinin kurulduğunu ve bunun ilk kadrolarından Alpaslan Türkeş ve bir gurubun Amerika da eğitim gördükleri herkes tarafından biliniyor ve haklarında birçok bulgu, belge, kitap yazıldı yayımlandı. Bu güç hem Türkiye içerisinde Faaliyet yürüttü hem de, orta doğuda “İslami kardeşler” örgütlenmesine yardım etti. Ayrıca Kafkasya’dan Orta Asya’ya ve balkan’lara kadar yeşil hat örgütlenmelerini geliştirdi. Bu, reel sosyalizmin yıkılmasında Azerbaycan’da Elçi Bey hareketi, Çeçenistan da Dudayev, balkanlarda kanlı iç çatışmalarda Türk azınlıkların kurban edilmesi, Karabağ da Azeri,Ermeni çatışmalarına neden olan karmaşalar ve orta doğudaki radikal İslam’ın tüm yaşamı esir almasıdır. Halende belirtilen alanlar, halklar arasındaki çatışmaların durdurulmaması uluslar arası NATO Gladyosunun Türkiye ile iş başında olduğunu gösteriyor. Yani reel Sosyalizm-Varşova dağıldı ama Nato’nun soğuk savaş işlevi, kurumları dağıtılmadı daha da sistemsel hale getirildi. Bunun başlıca göstergelerinden Önder APO’nun tüm Avrupa ile Rusya’yı içine alan bir operasyonla TC’ye teslim edilmesi, balkanlara, Kafkasya, Afrika, Saddam ile başlayan M. Kaddafi, Mısır da Hüsnü Muabarek ve en Son Suriye de tam bir sistemsel kaosa dönüşmesidir. Dikkat edelim bu NATO- Amerika müdahalelerindeki karıştırıcı, provoke eden baş aktör TC devletidir.
Bu düzey dünya jandarmalığının kiralık konumuna TC devleti nasıl geldi? Ya da soru şöyle olmalı Osmanlıdan günümüze Türklük kimliğini kullanan Beyaz Türkçü iktidar hep bir kiralık jandarma kimliği değil midir? Bu beyaz Türkçü kimliğin sahipleri orta Asya boz kırlarında Orta doğuya açılıp geldiklerinde karşılarında birçok uygarlığa beşiklik etmiş ve en son kükremesi olan İslam uygarlığı ile karşılaştılar. Bu uygarlıkla çatışma yerine Şaman dinlerinden vazgeçerek egemen suni İslam’ın Hanefi Mezhebi’ni benimsediler. Bu benimseme ile İktidar İslam’ının en keskin kılıcı, kraldan çok kralcı kesildiler. Bu tutumu benimsemeyen Türkmen kimliği ile Alevi kimliğine yöneldiler. Emekçi, komünal değerlerle yaşamayı tercih ettiler. Özüne yabancılaşan iktidar, Türklüğü kendini yeni sahiplerine ispatlamak için en çok da son bin yılda zulmü Türkmenlere yaptı.
Osmanlı imparatorluğu olarak sistemselleşen beyaz-Suni İktidar Türklük, bin yıllık tarihsel sürecinde iktidarlarının nasıl şekillendiği incelendiğinde hiçbir yönetim normal el değiştirmemiş, her zaman iç komplo, entrika, zorla gasp ve iktidar için kardeş katilliği, oğul boğazlamalar yaşanmıştır. En belirgin olan dönem Yeniçeri Ocağının var olduğu dönemdir. Osmanlı’da iktidara gelenler güç dengelerini Yeniçeri Ocağına yaslanarak geliştirir ve karşıt muhalefeti, halkların özgürlük taleplerini bastırma gücü olarak da bu vurucu gücü kullandılar. ( Yeniçeri ocağı; Osmanlı iktidar odakları İslam adına giriştikleri fetih hareketinde katlettikleri toplumların devşirdikleri öksüz çocuklarından oluşturmuşlardı.) Ama Yeniçeri güçleri iktidarın öyle belirleyici gücüydü ki, kendilerine göre olmayan iktidar temsilcilerinin “kelle istiyorduk” sloganı atarak hizaya getiriyorlardı. Daha sonra Yeniçeriler lav edildi. Ama Yeniçeri ocağında yetişenler Osmanlı ordusunda subay oldular ve devamında Harbiye Ordu evinden İttihat ve terakki’ yi kuran ve günümüze gelen Türk silahı kuvvetlerinin Komuta kademesinin dedeleri, öğretmenleri ve ağabeyleridir. Halen de Harbiye Ordu evi Kurmaylığından mezun olmayanlar genel Kurmaylıkta görev alamaz ve genel Kurmay başkanı olamaz.
Tarihsel geçmişi sadece iktidarda kalmak için “her yol mubahtır” geleneğine sahip beyaz Türklüğü elbette dünya hegemon gücü ABD-İNGİLTERE kendi çıkarlarına göre kullanacaklardı. Çünkü Türklük adına hareket eden iktidar odakları hiçbir zaman topluma dayanmadılar. Tarihsel gelişmelerde ki devrim ve toplumsal evrimlerde rolleri hep engelleyici ve yıkıcı olmuştur. Kendi deyimleri olan “devlet başa kuzgun leşe, aslı olan devletin bekasıdır gerisi teferruattır” ideolojik bir tanımlarıdır. Günümüzde dahi bu ideolojik tanım üzerinden TC devletinin kurum ve kuruluşları halka yaklaşıyorlar. Kendilerini “hep bilen” toplumu ise “bilmeyen, kara cahil ve hep birileri tarafından kandırılmaya açık canlılar” olarak bakarlar. Bundan dolayı Osmanlı dâhil TC tarihinde toplumsal devrimlere izin verilmemiş. Süleyman Demirel’in deyimi ile “ bu memlekette kominizim gerekirse onu da biz getiririz” sözü beyaz Türklük ideolojisinin halktan ne kadar kopuk olduğunu gösterir. Yine son dönemlerde seçim meydanlarında Kürt Kalıçdaroğlu'nun kendini ne kadar Türk olduğunu adeta çıldırasıya bağırması ve Laz Tayibin de “asıl Türk benim” demesinin ne kadarda beyaz olduklarını gösteren ibret örneklerdir.
Tüm bunları anlatmamızın nedeni, 1950’lerde dünya hegemon güçleri için hem Orta Doğuda hem de reel sosyalizmi kuşatmada kullanılacak en iyi jandarma gücü Beyaz Türklüktü. Bunun üzerinden Türkiye de 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeler geliştirildi. Bu darbelerin tamamı topluma karşı devleti koruma adına yapıldı. Adına hep bildik cümle “istikrarı sağlamla” idi. Toplum dış mihrakların oyununa gelmiş, devlet milletin bekası tehlikede denmiştir. Yapılan üç askeri darbenin de darbe gerekçe metinlerine bakın sanki tek kalemden çıkmıştır.
Bu darbelerin en tahripkâr olanı 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. 12 Eylül askeri darbesi İran da ki “Şia İslam devrim ”inden sonra gelişmesi gündeme gelmişti. İran da İngiliz ve Amerika kuklası Şah rejimi 1979 da devrimci sol güçlerin ağırlığı ve mücadelesi sonucu yıkılmıştı ama Ayetullah Humeyni Fransa’ dan Fransız hava yollarına ait uçakla Tahrana inerek yıkılan Şah rejiminin yaratığı boşluğu değerlendirerek iktidarın tüm iplerini eline aldı. Ne hikmetse İran da % 70 muhalefetin sol olmasına rağmen Batı dünyası Molla rejimini destekledi. Molla rejimi ayakları yere basar basmaz on binlerce Kürt, Azeri, Fars, Beluç ve Arap devrimci’yi kurşuna dizdi, vinçlerle idam etti. “katli vacip” fetvalarıyla sokaklarda linç ve öldürme seansları düzenlendi.
Tam da bu dönemde Türkiye’de ve Kürdistan’da toplumsal muhalefet gelişme halinde ve başta Kürdistan özgürlük mücadelesinin büyüme ivmesi göstergesinin hacmi karşısında, o dönemin Genelkurmay başkanı ve 12 Eylülün mimarlarında Kenan Evren anılarında “helikopterle Güneydoğu üzerinden geçerken darbe kararı verdik ve geç kalsaydık Apocular güney doğuyu kasıp kavuracaklardı” der. Buradaki itiraf, gerek sol, demokrat muhalefet ve gerekse Kürt özgürlük hareketinin hedeflenmesi tesadüf değildi. İran da 100 bin Kürt Peşmergesi ve milyonlarca sol muhalefet gücünün Türkiye ile ortaklaşması bir yandan Kürtlere biçilen Lozan gömleğinin yırtılması, diğer yandan yeşil kuşağın tümden parçalanmasıydı. Bunu, ne Arap, Fars ve nede Türk ulus devletleri, ne de NATO kaldıramazdı. İran da Humeyni’ye yol verilirken, devrim değerleri kara çarşafa sarılırken, Türkiye de ise; Pan Türk İslam sentezine dayanan generallerin askeri darbesine teslim edildi. O dönemin ABD yetkilisi “bizim çocuklar işi başardı” sözü basına yansıdı
12 Eylül darbesi geliştirilirken toplum kırımı hedeflendi. Kendisine göre olmayan, Pantürkizm (Türk- İslam) sentezine uymayan her kesimi hedefledi, sağ dan da soldan da gençleri astılar ve asarken hiç utanmadan asmanın adaletli olduğunu göstermek için demeçlerinde “ben o kadar adaletli davranıyordum ki bir soldan bir sağdan alıp öyle idam ediyordum.(K.Evren) ” deme küstahlığını gösterdiler.
12 Eylül, gelir gelmez ilk iş Kürdistan’a yönelmek toplu tutuklamalar, tutuklamaları Kürtlük kokusunu alan herkes hedeflendi. Bununla kendilerince “kılıç artık” larını denen kitlelere sinmiş bir kırıntıyı dahi toplumsal hafızadan silmekti. Türkiye genelinde ise, demokrat, biraz kendilerinden farklı düşünen herkese, kesime yönelmek oldu. Eğitim alanlarından kendi çizgileri dışında tüm öğretmen, öğretim üyesi ve öğrenciler, ya tutuklandı ya da işlerinden edilip sürgünlere tabi tutuldular. Siyasi tüm partiler kapatıldı, sendikalar ve sivil toplum adına ne örgüt, dernek varsa kapılarına kilit vuruldu. Konuşan her kes susturulmak hedeflendi. Bunun üzerine tüm kurumların içeriği değiştirildi, tüm devlet daireleri ve yan kuruluşları yeniden programlandı, dizayn edildi. Eğitimde, felsefe dersleri kaldırıldı, din dersleri her kademede zorunlu ders olarak kondu. Tüm devlet memurlarına sendika kurma ve siyasi partilere üye olmayı yasakladı. İş verenlere düşüncelerinden dolayı istediği işçiyi kıdem tazminatı ödenmeden işten atma yasaları tanıdı. Türkçe dışında isim takma yasaklandı ve var olanlarda değiştirmeye zorlandı. Kürdistan da ve Türkiye’nin birçok ilinde köy, kasaba, mahalle adları değiştirildi.
12 Eylül toplumda hafıza kaybını yaratmayı hedefledi. Başta Kürtler olma üzere Türkiye de olan tüm etnik, dini yapılanmaları pan Türk suni İslam ekseninde eritmeyi hedefledi. Bunun için Cumhuriyet tarihinden 1980’ e kadar Kız imam hatip okullarında mezun olanların sayısı 8000 bindi, Ancak 1988’e gelindiğinde bu sayı 200 bine ulaştı. Dini cemaat, yurtlardaki artışlar ve imamların kadro kabarması had safhaya çıktı. Tam da bu süreçte tüm yerel ve dünya basınında yayınlanan belge, bulgularda bu imam ve cemaatlerin maş ve masraflarını Sudi kökenli Rabıta Örgütünün ödediği idi. Bu temel üzerinden gelişen bir suni pan Türk İslam sentezi toplumu esir aldı. Bu esaretin sonucu Türkiye toplumu Kürdistan’daki kirli savaşa sesiz kaldı ve destek verdi.
Yeni Yetişen gençlik, edilgen ezberci ve bir o kadar da kaderci nihilist yetişti. Kendi olmayan, kendisi hakkında karar sahibi olamayan, tarihi temelden yoksun sadece güncele endekslenmiş, toplumsallıktan kopmuş bireycilik kendine işkence eder hale getirilmişti. Arabesk kültürsüzlüğünün üretimden kopardığı gençlik, geleceğini loto- spor toto ve şans oyunlarında arar hale gelmiştir.
Aydını, kendini Milan Kudera nın “var olmanın dayanılmaz hafifliği” ne adamış ya bir barda devrim hikayeleri anlatarak iç boşalmayı yaşıyor ya da bir köşeye çekilmiş Oblomovcu çizgide birilerinin elinden tutmasını bekliyor. Gerisi kızdıkları, eleştirdikleri Modern Kapitalizmin Eiffel kulesi ve ya tiren banyolarında tavla, satranç oymamdalar, beklenen devrimin gelmesini beklediler.
Sol ve demokrasi güçleri zindanlarda darağaçları, züllümle teslim alınmaya çalışıldı. Kimi örgütçe teslim oldu, kimi tarihin en görkemli direnişlerini sergiledi. Amed te PKK tutsakları Mazlum DOĞAN, dörtler ve Kemal PİR’ ler ile birlikte Türkiye zindanlarında M Faik Öktülmüş ve arkadaşlarının görkemli direnişleri gelişti. Önemli bedeller ödendi. Ancak sistem öyle tedbir aldı ki, Türkiye sol ve demokrasi güçlerinin parçalı durumundan faydalanarak hem içerde sistem içleştirdi hem de Önemli bir kısmını “ Avrupa demokrasisi” adına Avrupa da eritti. Tabi bunu Avrupa devletleriyle birlikte yaptı. Bunu Turgut Özallın 1989 da ki şartlı affı ile zindandan çıkanlar dışarıda örgütlü yapı bulamayınca bocaladı ve kendini toparlayamadı ve önemli bir potansiyel eridi heder oldu. Ancak Kürt Özgürlük hareketi bunun tedbirini almış zindandan da çıkan tüm potansiyeli olmasa da önemli oranda kendi kadrosunu sistem içi olmasını önledi.
12 Eylül aydınlanmayı, toplumsallaşmayı, demokrasiyi, farklılıkların rengini öldürmeyi hedefledi. Bundan dolayı yeşil kuşak pratiğinden tek suni renk İŞİD çıktı. Mayalanması ve karargahı 12 eylüldür. Bundan dolayı TC devlet yetkilileri İŞİD e terör örgütü diyemiyorlar, çünkü AKP de 12 eylülün has ürünüdür. Öyle olmasaydı 12 Eylül ana yasası ve tüm kurumlarının işlevini AKP sürdürmede bu kadar ısrarcı olamazdı.
Şimdi 35 inci yılında 12 Eylülün ilk günlerinde Amed zindanında darbecileri yenen PKK cizgisi onun yaratımı olan insanlık düşmanı pan beyaz Türkizim ve onun yaratımı olan İŞİD gurubunu da yine Önder APO nu gerillaları yenerek tüm orta doğu da ki halkların değerlerine sahip çıkıyor. Yani 12 Eylül 35 yılında, insanlık vidanın da ve pratikte yenilenidir.
MEDET SERHAT
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Eylül günü saat 21:00'da Şengal'e bağlı Gabara köyü girişinde Daiş çetelerine ait bir konvoyun geçişi sırasında gerilla güçlerimiz ile Şengal Direniş Birlikleri (YBŞ) ortaklaşa bir sabotaj eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Eylül günü saat 22:00'da işgalci TC ordusu Botan'ın Besta bölgesine bağlı Şehrivan, Kaniya Kaymakam, Pıra Ru Sor ve Gundê Mıla Kırê bölgelerinde insansız hava araçları desteğinde bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Biz, daha önce de, 12 Eylül rejiminin çeşitli yıldönümleri vesilesiyle ortaya çıkış koşullarını izah etmeye çalıştık. 8. yılını geride bırakırken, daha açıkça ortaya çıkan gerçekler nedir? Halkımızın direniş tarihinde bu yıllar neyi ifade eder? Yakın döneme ilişkin etkileri ne olabilir?
Ortaya çıkan en önemli gerçek, Türk egemenlik sisteminde ordunun rolünün beklendiği gibi, rolünü başarıyla yerine getirip tekrar toplumun koruyucu ve denetleyici rolünü kendine biçtiği bir misyonu, bu sefer de tekrarlanmak istemesidir. Bugün daha iyi açığa çıkan gerçek, Türk egemenlik sisteminde politikasızlığın sorunların halletme gücünde ve yaratıcılığında olmadığıdır. Sosyal sınıflar zorlandıklarında sürekli orduya sığınıyorlar, askeri çözüm yollarına bel bağlıyorlar. Bu sefer de girmek istedikleri çözüm aracı olarak, devreye geçirmek istedikleri ordudur.
Ordu, kendine güvenen ve her ortaya çıktığında toplumun beklentilerine uygun olarak, rolünü icra eden bir konumu, bu seferde sonuna kadar yaşayabileceğini, başarıyla tekrar yerine çekilebileceğini hesaplıyordu. Özellikle karşısındaki direniş ögelerinin tarihsel olarak sürekli rahatlıkla ezilebilme durumları, bu kanıyı daha da pekiştiriyordu. Bu kez daha az donanımlı direniş ögelerinin, rahatlıkla ezilip tasfiye edilebilecekleri bekleniyordu. Bu beklentisine göre bir vuruş tarzı ve istikrar programı düzenlenmişti.Bugün ortaya çıkan diğer bir gerçek, Türk egemenlik sisteminde politikanın güçsüzlüğüdür. Politikadan beklenmesi gereken rolün yerine getirilmesinde, içine düşülen muazzam yetmezlik ve bunun da sorunların çözümüne hizmet eder bir durum olmadığını daha iyi kavrıyorlar. Politikasızlık, cüce politikacılığın toplumsal gelişmede, birlik bütünlük adına "ordumuzun itibarını hiçbir zaman zayıflatmayalım" edebiyatıyla, hiç de gelişmeye hizmet etmediklerini yeni yeni kavrıyorlar. Politikanın rolünün daha iyi sahip çıkılması gerektiğini fark ediyorlar.
Kısaca, Türk kafasındaki siyasal cücelik biraz daha net görülüyor. Fakat çözüm bulmaktan da uzaklar. Her şeyi orduya terk eden zihniyet, yalnız sömürücüsü ve ezeniyle değil, ordu hakkında geliştirilmiş olan imajının bu sefer tam başarıya gitmemiş olmasını ezilenler de bilmiyor, yani direnişimizin karşısındalar. Sonuna kadar orduya güvenerek rahat yaşanamayacağını, sorunların çözülemeyeceğini, dolayısıyla yeni arayışlar geliştirmek gerektiğini, bu konuda kendilerini yorup çözüm üretmeleri, bunun da yolunun politika yapmaktan geçtiğini, bazıları daha iyi görmeye başlıyor. Özellikle aydın gafleti, bu konuda kendine gelmeye başlıyor. Yine egemen sınıflar kadar, ezilen sınıfların da daha iyi yaşam için, kendi programlarını daha iyi yürütmek için, iyi sınıf öncülerine ihtiyaçları olduğunu daha iyi görüyorlar. Bu sonuçlar önemlidir. Bir yandan ordunun geleneksel, tarihsel misyonunu kırılmıştır. Türk egemenlik sisteminin, dünyada ender görülen bir rolü üslendiği ortadadır. Yani "sığınılacak nokta", "her şeyi kurtaracak ocak", "o sağlam kaldıkça her şey istikrar bulur, gerektiğinde güllük gülistanlık ortam sağlar", "ordumuz yaşadıkça bize ölüm yoktur", "ordumuz var oldukça her şey yoluna girer", "ordumuzun itibarıyla oynamayalım", "ordumuz için her şeyimizi feda edelim" gibi anlayışların, istedikleri sonuçları elde etmeye yetmediğini gördüler. Bu, ilk defa herhangi bir dönemden daha fazla bu dönemde ortaya çıkıyor. Ordunun bu geleneksel itibarının aşılmış olması, çözümleyici bir güç olmadığının kavranması önemlidir. Özellikle siyasal mücadelelerin gelişmesi açısından, daha olumlu bir anlayışın gelişimine yol açabilir.
Bu durum böyle olunca, bunun zıddı politikaya yüklenmek gerekiyor. Politikanın gerçek rolünün oynaması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Politik mücadele, sınıfların gerçek kuvvetleriyle, ideolojik siyasal hareketlilik içine girmelerini zorunlu kılar. Bunun da ciddi yapılması gerekiyor. Bu yapıldıkça, Türkiye'nin sorunlarına daha kapsamlı yaklaşmak mümkündür. Daha çaplı politikacılar, örgütler, mücadeleler ortaya çıkabilir. Bunun da, bundan sonra daha sağlıklı gelişmesini söylemek mümkündür.
Türk egemenlik sistemi, ordu örgütlenmesine bir klan ve aşiret örgütlenmesi gibi bağlanmıştır. Çok kutsal görür, kutsal duygularla bağlıdır. Bu duygular her türlü gericiliğin de temelidir. Faşizminden tutalım her türlü şovenist, ulusal ve sınıfsal gerçeklerin reddine kadar bu duygular önemli rol oynar. Bu duyguların bugün yıkılması söz konusudur. En çok da generallerin üzerinde titrediği orduya halel getirmemek, ordunun itibarını düşürmemektir. Kastettikleri de budur. Toplum her zaman orduya güçlü duygularla bağlanmalı, ordunun sınıflar üstü ve hatta devlet üstü bir kurum olduğuna, en ufak bir kuşku ve gölge düşürülmemeli, günü geldiğinde herkes büyük bir kölelik ruhu ile buraya bağlanmayı, bu dünyada Allah'a sığınmak gibi en kutsal erek olarak kabul etmeli, dolayısıyla da ocağın hususiyetine hiç halel gelmemeli, gelmediği oranda da, onların düzenini sağlamalıdır.
Bizim direnişimizin en büyük sonuçlarından birisi de, ordunun bu niteliğini teşhir etmesidir. Ordunun en büyük kurtarıcı umacı gibi olmadığı, orduya tam güvenilmeyeceğinin ortaya çıkarılmasıdır. Türk sisteminin toplumsal düzenlenişinde, ordunun bu biçimde kavranmasının, onun en son sığınılacak kurtarcı güç olarak düşünülmesinin doğru olmadığı veya beklentilerini tam yerine getiremeyeceğinin ortaya çıkartılması, bu nedenle çok önemlidir. Uzun vadeli direnişimiz, bilakis şunu kanıtladı ki, ordu toplumsal sorunların kaynağıdır. Genelde devlet, özelde ordu üzerinde durulmadıkça, üzerine gidilmedikçe, siyasal iktidar ve Türk sisteminde, onun içindeki askeri gerçek yerli yerine oturtulmadıkça, sorunun çözümü için üzerine gidilip bu konuda çıkış yolları aranmadıkça, Türkiye'nin hiçbir ciddi sorununa çözüm bulunamaz. Bu, bugün ortaya çıkıyor ve anlaşılır bir husustur.
Ordu, son tahlilde zor olayından ibarettir. Zorun üretimi geliştirdiği, çelişkileri çözdüğü görülmemiştir. Zor, ancak yaratılmış olana el koyar, yaratılmış olanı bir elden diğer ele devrettirir, bunun için emreder. Ama bizzat kendisi üretim yapamaz, üretimi geliştiremez. Hele hele mevcut üretim ilişkileri, üretim güçlerinin gelişmesi önünde engel bir duruma gelmişse, bir toplumsal sistemde Türkiye'nin kapitalist sistemindeki üretim ilişkileri, üretim güçlerinin gelişmesini muazzam frenliyorlar, bunu iyi biliyoruz.
Nüfusun yarısı işsiz, kaynaklar son derece dar bir tekelciholdingci elde çarçur edilerek, üretim güçleri mahfediliyor. Başta insan emeği olmak üzere, her türlü işsizliğin ve her türlü açlığın kaynağı, üretim ilişkileriyle, üretim güçlerine hakim olanların niteliğinde aranmalıdır. Bugün bunlar en vurguncu üretimle, üretimin geliştirilmesiyle alakası olmayan faizle, sadece milyarlara milyarlar katan, ticarette, özellikle de hayalisinden tutalım hakikisine kadar, sadece ihracatçılıkla palazlanan, sermaye birikimini yapan bir sınıfların aleyhine değiştirilmektedir. Tarihte en çok emekçi sınıfların üretim ve tüketim içindeki paylarını en azami indirgeyerek, 8 yıl içinde yarıdan daha fazla indirme ve bunu daha üst sınıflara aktarma durumu ender görülmüştür. Bu, saydığımız tefeci, faizci, tüccar kesime aktarımda rol oynayan ve bunların arkasında olan güçlerdir. Bu güçler, 12 Eylül rejimi askeri yönetimidir. Böyle olunca da ordu, günümüz Türkiye'sindeki üretim güçlerinin gelişmesinin önünde, geri üretim ilişkileri kurulmasının temel gücü, arkasındaki asıl dayanak oluyor. Bu konumuyla da ordu zoru, Türkiye'de en gerici rollerden birisini bu dönemde oynuyor.
Ordunun böylesi üretim ilişkilerini zorla ayakta tutmaya çalışması, tüm emekçi sınıfların üretici güçlerinin geliştirilmesini engellemek için, sendikalardan tutalım tüm örgütlenişlerine ciddi yasaklar getirmesi, nefes alamaz duruma getirmesi şüphesiz ancak faşizmle izah edilebilinecek bir gericilik dayatmasıdır. Bu noktaya zaten vardırılmıştır. Böyle olunca da her zamankinden daha fazla Türk ordu sistemi, günümüzde gerici rollerinin en büyüğünü oynamaktadır.
Bunun uluslararası emperyalist sistemin içindekilerini göz önüne getirmiyoruz. Uluslararası emperyalist sistemin genelde dünya emekçi halklarına karşı ifa ettikleri rol, bölgemizde Türk ordusuna NATO içinde biçilen rol, bütün bunlar uluslararası alanda gericiliğin çok güçlü bir dayanağı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Türk ordu yapısı, böylece bir yandan kendi halkı, yine egemenliği altındaki halklar üzerinde olsun, uluslararası alanda olsun, günümüzde gericiliğin en güçlü dayanaklarından birisi olmuştur. Bir zamanlar Çarlık Rusyası öyleydi. Yine Almanya'daki Prusya gericiliği ki, o da militarizme dayanıyordu böyleydi. Bugün, bu rolü en iyi bir biçimde ve birinci sırada Türk ordusu oynamaktadır. 12 Eylül rejimi döneminde, Türk ordusunun bu niteliği çok iyi ortaya çıkmıştır.
Eğer herhangi bir gelişmeden, ilerlemeden bahsedilmek isteniyorsa, özellikle yapılması gerekenin bu zor sistemine karşı doğru düşünme, doğru tavır geliştirmeyi bilmekten geçtiğini görmekteyiz. Toplum nefes almak istiyorsa, emekçi sınıflar kaderlerine bir çare ve değişiklik sağlamak istiyorsa, yapmaları gereken iş, genelde iktidar, ama daha çok da ordunun bizzat iktidar olmasına veya siyasal politika üzerindeki büyük ağırlığının görülmesine, buna karşı çıkmayla, bunun çözülmesine dikkat etmeleri gerekmektedir. Onların kurtuluşunun bilimsel ve biricik doğru yolu budur. Buna cesaret edilmediği gibi, 12 Eylül faşist rejimi döneminde ordu meselesine yüreklice girilmediği için, bütün ekonomik, sosyal mevzilerden uzaklaştırıldı. Siyasallaşma onlara yasaklatıldı. Ve sonuçta muazzam bir yoksulluk, düşkünlük vb. durumlar içinde boğuntu ya getirildiler. Çünkü doğru yolda mücadele etmeye cesaret edemediler. Bunun için örgütlenemediler. Sonuç, bugünkü durumun kabullenişidir.
Bugün bunalım daha da yoğunlaşmıştır, sorunlar daha kapsamlı hale gelmiştir. Fakat cesaretle çözüme gidilemediği içindir ki, bugün bu tablo karşısında toplum adeta umutsuz, sahte siyasiler ve demagoglar elinde, biraz da ne yapacağını bilmez durumdadırlar. Gerçek çıkarlarını konuşturan örgütler ortaya çıkaramadığı, mücadele yürütemediği için böyledir. Bu toplumsal çürümeye götürür. Nitekim gelişen de budur ve bireyin bu aşamada Türkiye'de içinde bulunduğu çürümüşlük düzeyi, bu tahlillerin dışında zaten çok daha gerçekleri ortaya çıkarır.
Toplumlar durarak çelişkilerin üzerine gitmeden ilerlemeyezler. Toplumsal sınıflar kendileri için politika üretmeden, sorunlarını bu temelde çözmek için büyük mücadele vermeden ilerleyemezler. Türk gerçekliğinde açık bir biçimde ortaya çıkan gerçek budur. Bu gerçeklerin böyle ortaya çıkmasında şüphesiz bizim çözüm yolumuz önemlidir. Eğer kısa vade de ordu zoruyla istikrar hemen sağlanıp ve emperyalizmin de onayıyla biçilen demokrasi, ekonomi programı rahatlıkla uygulamaya geçirilseydi, örneğin bazı ülkelerde denenenler sınırlı da olsa Türkiye'de de başarı sağlanmış olsaydı, belki bu rejimin ömrü daha uzun olabilir, daha sineye oturtulabilir, daha muhalefet le karşılaşabilir ve tarihinde yine ordunun en iyisini yaptığı, "günü gelirse yine böyle yapar" imajı beklentisi güçlü olarak ayakta kalabilirdi.
Direnişin her düzeyde ard arda gelişerek sürdürülmesi ile toplumun bu beklentilerine çok geniş kapsamlı soru işaretleriyle karşılık verildi. Bu işlerin artık eskisi gibi gidemeyeceği, yine halk çarelerinin geliştirilmesi gerektiği, artık orduyu bir tarafa itmek, ordu dışında, hatta orduyu sınırlıyarak, gemleyerek, toplumsal sınıfların, toplumun kendi çıkış yollarını bulmaları gerektiği gerçekliği gösterildi. Bu temelde biliyoruz ki, eski politikacıların yeniden siyaset sahnesine sürülmesinden tutalım yeni politikacıların ortaya çıkarılmasına kadar bir takım deneylere girişildi. Eskileriyle, yenileriyle politikacılık, Türkiye'de emeklemede diyemeyeceğimiz, ağırşaksak, kör topal bir biçimde geliştirilmek isteniyor. Bunlarda politikaya köklü bir inanç zayıflığı söz konusudur. Ordu, geleneksel iktidar içindeki konumunu zayıflatmak istemediği için, her zaman Demoklesin kılıcı gibi, politikacılar üzerinde sallanarak tehdit etmektedir. Dolayısıyla cesaretle buna göğüs gererek, orduyu kendi denetimleri altına almak için gerçek bir kuvvet, sosyal ve siyasal kuvvet yaratacak bir önderlik, burjuva anlamda da olsa geliştirilemediği için, politikacılar kör topal, yücelik hastalıklarına tutulmuş olarak ortaya çıkmak durumunda kalıyorlar.
Politika, toplumların ortaya çıkarılabileceği en güçlü çözüm aracıdır. Bu çözüm aracına, ordunun gölgesi altında, ordunun korkusuyla yaklaşmak, daha başlangıçta felçli olarak doğmak demektir. Türkiye'de politikanın doğuşu, politikaya yaklaşım böyle olduğu için, kavga sağlıklı olmadığı içindir. Ki, ciddi bir politik önderlik, ciddi bir politik mücadele gelişmiyor.
Reber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Eylül günü Şengal'e bağlı Kızılkent bölgesinde gerillalarımız ile Daiş çeteleri arasında bir çatışma bilgisini açıklamamızda sunmuştuk.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Eylül günü saat 5.00 ile 6.00 arası Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Bilican Karakolu, Tepe Masi, Tepe Munzur, ve Tepe Hilal bölgelerine işgalci TC ordusu obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 7 Eylül günü saat 17:00 ile 18:00 arası işgalci TC ordusu Hakkari'nin Şemzinan ilçesine bağlı Gırana karakolu, Zeytê karakolu ve bu karakola bağlı Tepe Zeyte'ye Bolu Dağ Tugayından askerler sevk edilmiştir.
- Ayrıntılar
Özgürlük mücadelesi büyük bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Bugün eğer dört parça Kürdistan'da yeniden halkımızın yaşam umudu yeşermişse bunun tek nedeni, ödenen bedellerdir. Hem de bu halkın bağrında çıkmış en gözü pek insanların canı pahasına ödenmiş bedeller.
Özgürlük dağlarında hem özgürlük umudunun en çok yeşerdiği aylar yaz ayları iken hem de özgürlük uğruna en büyük bedeller bu ay içerisinde verilmiştir.
Özgürlük mücadelemizin dirilişe 15 ağustosla başladı. Ve 15 Ağustosla Kürdistan boydan boya dirildi, yeniden yeşerdi yeniden yaşama selam durdu.
Ama unutmayalım ki bu ay içerisinde yada bu aylar içerisinde ise özgürlük mücadelesinin büyük abideleri sonsuzluğa uğurlandılar. Sadece bu halk selama dursun diye…
Dörtler yazın sıcaklığını kendilerine kalkan yaparak yürüyüşlerine çıktılar, çetelere karşı direnişte Salih Kandal bu aylarda sonsuzluğa uğurlandı. Dr. Qasımlo, Alişêr ve Zarife, Faik Bucaklarda bu yaz aylarında yıldızlaştılar. Ve tabi Mustafa Yöndem yani Erdal, Ahmet Kesip yani Cemşit, Rojhat Biluzerî, Şıho Dirlik, Sarı İbrahim, halkımızın Delilası, Büyük Azime derken Engin Sincer yani Erdal ve Nucan-Cennet Dirlikler de bu aylarda topraklarıyla bulaşarak halkları için tohum olup geleceğin fidelerini yeşerttiler. Ve bugünlere gelebilmemizin olanaklarını kendi bedenlerini vererek, ortaya sererek sağladılar.
Bu büyük insanlarla tanışmak, birlikte yaşamış olmak, yakın durmak ve de yol arkadaşlığı yapmış olmak insana büyük görevler yüklüyor. En son isimlerini verdiğim iki Apocu militanla hem sivilde tanışmışlığım, hem yakınlığım, hem akranlığım, hem birlikte arkadaşlığım hem de devrimin uzun yolunda ise yoldaşlığım vardır. PKK’nin böylesine seçkin militanlarına yakınlık, akranlık, arkadaşlık derken yoldaşlık yapmış olmak bireye birçok görev yüklediği açıktır.
Erdal yani Engin Sincer yoldaşı 18 Ağustos 2003 yılında bir kaza sonucu yitirdik, Nucan yani Cennet Dirlik ise 25 Ağustos 2005 yılında Beşiri ovasında yaşanan kıyasıya bir çatışmada…
Birisi çocukluk arkadaşım birisi ise çocukluğumun hülyası…
Birisi canım ve her şeyim birisi ise her şeyimin ötesinde…
Birisi özlemim birisi ise hasretim…
Birisi ulaşmak istediğim birisi ise amacım…
Birisi ruhumun derinliklerinde hep saklı duran birisi ise ruhumun kendisi…
Evet, benim için iki ayrı yıldız, iki ayrı gezegen, iki ayrı dünya…
Kişilikleri birbirine uzak değil, çok yakın. Birisi daha fazla içine dönük diğeri ise biraz dışa dönük. Belki de temel fark bu. Birliktelikleri ise çok fazla.
İkisi güleç, ikisi cana yakın, ikisi sadakatin timsali, ikisi sade, ikisi fedakar, ikisi insan sevdalısı, ikisi mütevazi, ikisi boyun eğmez, ikisi sıcakkanlı, ikisi önderlik sevdalısı, ikisi şehitlerin izleyicileri, birisi Erdal’ın takipçisi birisi Sabri’nin yani birisi Mustafa Yöndem’in hayranı, birisi Şıho Dirlik’in.
Evet, birisi sabırlı, birisi ise sabrın ta kendisi, birisi coşku dolu birisi ise coşkunun ta kendisi, birisi zeki birisi zekiliğin ötesinde, birisi akıllı birisi ise aklın ve zekanın bileşkesi, birisi yürek dolu birisi yüreklerin buluştuğu, birisi inatçı birisi ise inadında ötesinde, birisi sert irade sahibi birisi ise iradenin ta kendisi.
Evet, birisi özgürlük sevdalısı birisi ise bu uğurda her şeyi vermeye hazır, birisi bağlı birisi ise bu uğurda can vermeye amade, birisi halkının iyi bir evladı birisi ise bu halk için canı kurban, birisi ülkeye sevdalı birisi ise “benim de ülkemin güzelliklerini görme hakkım var” diyerek dağların doruklarına hem de en zirvelerine çıkacak kadar dost, birisi Avrupai’yi yaşamdan kaçan birisi Avrupai yaşama hiç girmemiş, birisi önderliğe sevdalı birisi önderlikle sözlü.
Evet, birisi Erdal birisi Nucan. Birisi Engin Sincer birisi Cennet Dirlik. Birisi çocukluğumun ve gençliğimin sembolü birisi ise çocukluğumun ve de gençliğimin sevdası…
Nucanla Enginleşerek Erdalların yoldaşı olmak bunun için kolay olmuyor. Zor da değil zorun da ötesinde. Çünkü biri militanlığın sembolü hem de “bir militan yapması gerekenleri yapmalıdır” diyerek militanlığın zirvesini temsil ederken birisi ise bu zirvedeki militanlığın iyi bir takipçisi olarak Dersim yollarına çıkarken kanıtlanmış bir militan kişilik.
Bu iki yoldaşın yoldaşı olmak, arkadaşı olmak, çocukluk zamanlarında birlikte oyun oynamış olmak, gençliklerinde ise yol almış olmak, akran, isimdaş, akraba, dost, hısım, tanışmış olmak derken tarihin her hangi bir zaman diliminde ve herhangi bir mekanında bu her iki kanıtlanmış PKK militanlarıyla olabilmiş olmak insana büyük görevler yüklüyor. Hem de çok fazla büyük görevler.
Bugün Ortadoğu’da Kürtler ilk kez tarihlerinin en görkemli yükselişlerini yaşıyorlar. Sözün tam manasıyla Devrimci Durumu yaşıyorlar. Devrimci Durum tarihin her anında halklara kolay kolay bahşedilmiyor. Ve bu Devrimci Durum için halklar ne kadar da çok bedel ödemişler. Hem de Erdal gibi Nucan gibi, seçkin ve kanıtlanmış militan kişiliklerle…
Evet, bugün Kürdistan'da Kürtler uzun yıllardır ilk kez bu düzeyde bir kalkışı yaşıyorlar. Rojava’da yaşadıkları bir devrim dalgasıdır, güneyde daha hızlı bir devrim dalgasına kapı aralanmıştır. Kuzeyde ise zaten bu devrim dalgasının ortasındayız. Geriye kalan Doğu Kürdistan’dır, burada ise neyin ne zaman ne olacağı belli değil. Yani her an çok köklü bir devrim dalgasının gelişebileceği bir mekan.
Kürtler sadece kendileri Devrimci Durumu yaşamıyorlar, bilakis bugün Kürtler tüm Ortadoğu’ya bu devrim dalgasını taşımaya başladılar. Rojava devrimi Ortadoğu’ya devrimi taşırmanın kapısı iken Güney’de olup bitenler bu devrim dalgasını daha fazla ve daha hızlı tüm Ortadoğu’ya yayma potansiyeline sahip. Nedeni açıktır, Özgürlük Mücadelesinin ve Hareketinin çizgisi ilk kez bu denli açık ve seçik tüm Ortadoğu halklarına bir özgürleşme ve kurtuluş seçeneği olarak görülmeye başlamıştır. Bugüne kadar hem emperyalistler, hem sömürgeci devletler, hem ilkel milliyetçi ve reformist çizgiler hem de cümle cemaat özgürlüğün karşısında olanların tümü özgürlük çizgisinin önünde engel olarak dikildiler. Ancak Ortadoğu’da son yaşananların gösterdiği tek doğru çözüm ve özgürleştirme ve özgürleşme yolu halkların demokratik konfederal yapılarına dayalı gelişecek olan Demokratik Ulus modelidir. Ortadoğu’da Demokratik Ulus modeline dayanmayan hiçbir çözüm kesinlikle getireceği kandır, kıyımdır, katliamdır. DAİŞ gibi çetelerin hortlatılmasıdır, İsrail gibi Filistin halkına günlük yağacak bombadır, Irak’taki gibi günlük kan gölüdür, Suriye’deki gibi günlük hava saldırılarıdır, Suudi ve Katar gibi devletlerde ise günlük olarak ezmedir, bastırmadır, susturmadır.
İşte bunu aşmanın ve aştırmanın tek yolu vardır, o da; halkların kardeşliğine, ortaklığına yani demokratik konfederal yapılara ve de Demokratik Ulus’a dayalı çözüm modelleriyle gelişecek olan Ortadoğu devrimiyle mümkündür.
Bugün eğer Erdallara ve Nucanlara yakın olunduğu söyleniyorsa, onların şahadet günleri anılıyorsa, onlara akraba ve akran olunduğu söyleniyorsa, arkadaş hatta yoldaş olunduğu söyleniyorsa o zaman yapılması gerekli olan aynen Erdal gibi zor anlarda dağların yoluna düşerek Kürdistan Devrimine katılmaktır, yine aynen Nucan gibi Dersimlere doğru yol alırken “benim de bu ülke için mücadele etme hakkım vardır” diyerek inadına Devrimci Duruma denk yaşamaktır.
Evet, Nucanla Enginleşerek Erdalların yoldaşı olmak isteniyorsa ya da öyle olduğunu söyleniyorsa o zaman yapılması gerekenler bellidir, gözler önündedir. Aynen Nucan gibi aynen Erdal gibi bir an evvel Kürdistan dağlarına çıkarak hızla Devrimci Duruma katılarak Ortadoğu devriminin iyi bir savunucusu olarak Kürdistan devrimini bir an evvel gerçekleştirmenin iyi bir neferi olmaktır. Başkası da ne Nucan’a yakışır ne de Erdal’a yakışır. Nucan ve Erdal’a yakışanda kesinlikle ve kesinlikle bir an evvel onların iyi bir takipçisi olarak bu devrimin iyi bir neferi olmaktır.
Şahadetlerinin yıldönümünde hem Erdal’ın hem de Nucan’ın anılarının önünde saygıyla eğiliyor ve her zaman iyi birer takipçisi olacağımızın sözünü yeniden veriyoruz.
- Ayrıntılar