Abdullah Öcalan komplosunun içyüzünü çözümlemek, dört taraftan kuşatılmış ve içte haini bol olan bir halkın trajedisini anlamak açısından hayli öğreticidir. Sorumluluğu sadece dostların basitliğine ve yoldaşların zayıflığına yıkmak dar yaklaşmak olacaktır. Emperyalizmin en üsten müdahalesiyle izah edip rahatlama da doyurucu bir anlatım olmayacaktır.
Konu üzerinde çok yoğunlaşmam beklenirdi. Öyle yaptım. Böyle yaptıkça da tarihin büyük canlanışını ve dalga dalga üzerime gelişini gördüm. Temel gerekçeler canlanıyordu. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacağım varlıklar bir bir anlam kazanıyorlardı. Sadece toplumun anadilini ve mantığını değil, tüm doğanın dilini de daha rahatlıkla çözümleyebiliyordum. Efsane denilenin gerçek, günlük gerçek denilenin kör olduğunu da anlıyordum. İlk insan yürüyüşünün nasılını, ilk anlam damlasını, bir kelimenin mucizevi türeyişini, ekini ilk ekmenin büyük coşkusunun bayram anlamına geldiğini, hayvan dostluğunun verdiği güveni, doğal kuvvetlerin tanrılaşmasını, toplumun ilk kendini tanımlamasının her tür tanrısallığın kaynağı olduğunu, ana tanrıçanın erdemini, onun etrafında dokumalı, kerpiç ve taş evli, el değirmenli ve çapalı yaşamın büyük devrimini anladıkça, bana komployu hazırlayan 20. yüzyılın son yılının kahrından biraz kurtuluyordum. Anlam işini daha da geliştiriyorum. Doğduğum toprakların üzerinde dolap beygiri gibi avare avare dönüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Ahırdan bir atın kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın aslında beni en iyi anlayan olduğunu, “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yaralanacak ve yalnız kalacaksın” sözünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşumu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprakları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıyla üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli rahibin yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli topraklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim. Gılgamış gibi ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon kere daha çok ve büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu, dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze saldırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış olduklarını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimi peygamberlerin bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilenin aynı Sümer-Babil imalatı, köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazanacaktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sahiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmetli işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun orta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınakların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yaptıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve beni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını görecektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duymayacaktım. Tanrılarımın kim olduğunu anlamış olmakla rahatlamıştım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek ve saygı duyacaktım.
Adım Abdullah, yani Allah’ın Kulu; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmamakla kendimi saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.
Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürülüşünü, öldüklerinde onlarla birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle, tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar, hepsine dayanabileceğimi halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşima’lardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
Kürt halkının tarihsel diyalektiği, kuşatılmış bir çember içinden kurtulmaya dayanmaktadır. Sümer uygarlığından günümüz uluslararası sistemine kadar, Kürt olgusu bir kıskaç içinde hep teslim alınmak ve eritilmek istenen, ülkelerinde diledikleri sistemin geçerli kılınmasında gerekli bir kullanım malzemesi durumundadır. Bu statüye azıcık karşı çıktı mı, sistemin sahipleri hemen tezgahı çalıştırıp, vurmalar kırmalardan sonra geriye kalanları tutuklayıp bir kısmını da açlıkla terbiye ederek, diledikleri statükoda tekrar çembere gererler.
Uygarlık tarihini ve Kürtlerin bu tarih içindeki yerlerini bu çembersel tutsaklığı izah etmek için bir genelleme yapmaya çalıştık; tekrarlamayacağım. Özellikle son iki yüzyılın tarihi, gerçekten en rezil komplolar tarihidir. Komploculuk, usta siyasetin ve diplomasinin adı olmuştur. Bir halk olarak gerçekten dostça yaklaşanları yok denecek kadar azdır. Halkı temsil ettiklerini iddia edenlerin ise kendilerine ve halka verdikleri zarar, bilinçli komploculardan daha geride ve az değildir. Sistem iç ve dış dayanaklarıyla komploculuğu bir yaşam tarzı haline getirmiştir. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma durumundadır.
Daha Ankara’dayken eşitliğin, özgürlüğün ve insan onurunun temsilcisi olması gereken sol hareket, şahsımızda Kürt gençlerini basit taktik araç olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Egemen sınıf taktiklerinin inceltilmiş uzantısı olmaktan öteye gidilemiyordu. Bu durum tepkiye yol açtığında, daha geniş komplo ağının içine düşmek, Kürt olgusunun ve ona dayalı sorunun kaderi gibidir. Dürüst bir özgürlük savaşçısının ömrü yıllarla değil, taş çatlasa aylarla sınırlıydı. Daha devletin ağına düşmeden geleneklerin, güncel uzantıların, sözde dostlar ve yoldaşların bilinçli veya gaflet ağları bu işi kısa sürede halletmeye yeterliydi.
Biraz feraset, biraz da şansın yaver gitmesiyle, bir özgürlük savaşçısı iddiasıyla Ortadoğu’ya hicret yapıldığında, girilen ortamdaki komplo sanatının uzmanlık düzeyindeki gerçekleriyle karşılaşılacaktı. Tarihte ticaretin ruh ve organizasyon olarak doğduğu Şam-Beyrut-Halep arasına gelinmişti. Siyaset, ticaretin daha kibar bir biçimiydi. Her şey ticari ve incesi anlamında siyasi olarak kaç paraya gelinebileceğiyle ölçülmek durumundaydı. Tarihi boyunca siyaset ve onun İlk ve Ortaçağlardaki biçimi olarak din de özünde bir tüccar ideolojisiydi. Onun yoğunlaşmış, kutsal bir temaya büründürülmüş ifadesinde, değerin kadar yerin vardır. Değerini daha iyi bilirsen, belki kendini ucuza harcatmazsın. Din kutsallığını bile bu kadar şekillendiren bir egemen zihniyet yapısının temsilcileri melek de olsalar, siyasilerin yücelikle aşmaları, çokça lafı edildiği gibi dostça ve kardeşçe yaklaşmaları beklenemez; çok sınırlı olan bazı insani yaklaşımlar da geçici ve istisnai olmaktan öteye gidemezdi.
Ortadoğu’ya yönelişte ruhum bir saniye bile endişesiz yaşamamıştır. Adeta mayınlı sahada bin bir güçlükle yürümeye koyulmuş gibisin. Genelde Kürt insanı, özel de PKK’liler bu duyguyu yaşamamışlardır. Çünkü açılmış iz üzerinde hareket hep güvence verir. Korkunç bağırıp çağırmama rağmen, tek akıllısı kendisi için çok gerekli olan zamanı, olanakları ve en önemlisi de gerekli olan aklı edinip rolünü oynayamadı. Ortadoğu’da komployu yırtma imkanlarını yaratmak için büyük çaba harcandı, önemli olanaklar ortaya çıkarıldı. Ama lanetlice kişilik yapıları bu olanakları değerlendirmeye bir türlü fırsat tanımıyor, muazzam tekrarlamalarım sonuç vermiyordu. Tüm hamleler sanki duvara çarpıp geri dönüyordu. Bu gerçeği daha iyi anlamak için komploculuğun içyüzünü, yapısını daha yakından tanımlamak gerekir.
Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sadece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinçli veya gafletlerinden dolayı birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup, parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı durma sokma hareketidir.
Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip bütün kritik noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini avlamayı esas alırlar.
Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülkede peşinde yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kurallarına göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir takip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, korkutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, ekonomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kullanma, para, ikbal vb çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hareketi bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile geçerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komploculuk. Çünkü içinde dost geçinen var, gafil yoldaş var. Kürt halkının özgürlük tarihini bu anlamda aynı zamanda bir komplocular tarihi olarak ele almak abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçeklere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenlerin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütmemeleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konumlarıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a “Sen de mi Brutus” dedirten, İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cinayetleri gibi tarihin seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açısından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü hareketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanında beklediğin, umulmadık yerde ve biçimde seni darbeler. Sana öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek seni uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve beklemediğin yerde ve biçimde devrilip gidebilirsin. Hareket ortamın tam bir mayınlı sahadır. Kendine, eşine ve kardeşine bile güvenmekte büyük zorluklarla karşılaşman adeta kaderin gibidir. Hepsinde kasıt arayamazsın. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesini yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise, adeta mitolojideki “kralın kurban edilmesi” sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürü kralların oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen “ya özgürlük, ya kralın öldürülme töreni”dir. İşin daha da garip yanı, tarih öncesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji, gerçek olur; var olan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçmamak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olursan, boynundaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik durdukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafı bir cüzamlı gibi cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır. Bundan kurtulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında anana, atana, dostuna ve sevgililerine söyleyebileceğin tek sözün, bir defacık uzatabilecek helalinden bir el atışın yoktur.
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etmeyecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyüşüne dayatılan kaderi parça parça ede ede, tanrıların maskesini düşüre düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yine yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir sefer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutların tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şahsımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gereği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm suçu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı Kürt halkını inkar edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman dünyalarını tehdit eden bir terörist vardı. Sürekli idam sehpasında tutulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neron’ların solda sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onuru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı 20. yüzyılın son yılında gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken halen yaşamaya çalışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerinden uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
Tarihsel Komplolar Gelişmeleri Durdurmaz, Hızlandırır
1990 sonrası; dünya, bölge, ülke, PKK ve benim açımdan yeni bir süreçtir. Reel sosyalizm fiili çözülüş süreci resmen de kabul edilmektedir. Sovyet sistemi, iç tıkanmanın, gerekli dönüşümleri zamanında ve yerinde yapamamanın bedelini çözülme ve dağılmayla ödemektedir. Her toplumsal olgu için geçerli olan kural, bir kez daha doğrulanmaktadır. Amaç ve olgulaşma arasındaki çelişki uzun süre zorla sürdürülemez. Ya reform ya da devrim yoluyla ileriye doğru, daha üst bir aşamaya sıçrama kaçınılmaz olur. Bu sağlanamazsa, içten çürüme ve dağılma gerici zorla, çağımızda faşizm olarak adlandırılıp restorasyona tabi tutulur. Restorasyon, aynı binanın yeni malzemeyle eskisinden daha güçlü görünmesini ve kalıcılığı sağlar. Ama toplumsal dinamikler hareketi zorladığı için, bu binalar içinde oturulamayan müzeler konumuna düşer. Devrim ve karşı-devrimin ürünü olan reel sosyalist ve faşist sistemler normalleşme sürecine yanıt olamayınca ve gerekli dönüşümleri yapmamakta direnince, yıkılmaktan kurtulamamışlardır. Dünya İkinci Büyük Savaşın sonunda faşist yıkılışa tanık olurken, savaşın ürünü olan reel sosyalizmin içten çözülüş ve dağılışını da 1990 sonrasında yaşamıştır. İçine girilen süreç, sağın da solun da evrimleşerek ve dönüşümlerden geçerek buluştuğu demokratik uygarlık sisteminin üstünlük kazanmasıdır. Sorunların ağırlıklı çözüm yolu, sistemin hakim kriterleriyle sağlanacaktır. Uluslararası düzen bu temelde ilke ve kurumlarını gözden geçirerek, yeni koşullara yanıt verecek düzenlemeleri gerçekleştirmektedir. Dünya çapındaki dönüşüm bu ana doğrultudadır. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla giriş, daha çok bu ana olguya bağlı olarak tanımlanmaktadır. 21. yüzyıl, demokratik uygarlık ve insan hakları çağı olarak adlandırılmak iddiasındadır.
Ortadoğu’da yüzyıl öncesine dayanan ve gericileşen milliyetçilik temelindeki savaş ve barış durumu tam bir tıkanma sürecindedir. Halkların enerjisi gerici milliyetçi uygulamalarla yutulmaktadır. Sorunlar çözülmemekte, bir avuç kriz rantçısıyla bir yaşam tarzı haline getirilmektedir. Süreç aşırı çözümsüzlük sonucu daha gerici ideoloji ve tarikatlaşmaların üremesine yol açmaktadır.
Bölgenin ana ülkelerinden birisi olması nedeniyle, Türkiye tıkanmayı giderek sıkça tekrarlanan krizlerle en yoğun biçimde yaşamaktadır. Ne zihniyet değimine, ne de yapısal dönüşümlere adım atabilmektedir. Genel bir seferberlik haline getirdiği özel savaş, devleti de geleneksel çizgisinden çıkararak, çetelerin türediği hukuk dışı bir uygulama alanına çekmektedir.
PKK’nin de yaşadığı benzer bir durumdur. Dünya çapında yaşanan değişim ve kendi iç bünyesindeki oluşumlar somut olarak değerlendirilememektedir. Eski anlayış ve tutumlar çoktan ideolojik, politik ve örgütsel çizgisinden çıkarak, örgütü çete gruplarına dönüştürmektedir. Böylesi yapılar, birçok alan ve silahlı savaş bölgesinde, kuraldışı yaşam ve eylem tarzlarıyla PKK’yi çok farklı bir gerici biçime zorlamaktadır. Sorumlu olması gereken merkez ve kadrolar adeta akıntıya boşuna kürek sallamaktadır.
Önderlik pozisyonum, bu gerçekler karşısında giderek dar bir sahaya kısılmaktadır. Büyük çabalarla özellikle ülke içinde sağlamaya çalıştığımız çizgiye çekme ve dönüştürme hamleleri, çeteleşme anlayışları tarafından boşa çıkarılmaktadır. Devlette olduğu gibi PKK’de de fiilen çizgi dışı gruplar dönemi yaşanmaktadır. Bu durum en anlamsız eylemlere yol açmakta, trajik kayıp ve acıları çığ gibi büyütmektedir. Durumu aşmak için yoğun tekrarlama, Önderlik kurumunu da işlevsiz bırakmaktadır. Komplo ve tasfiyeler için en uygun ortam böyle gelişmektedir. 1990’ların başlarından 2000’lere doğru yıkılmasına çalıştığım kader komplo, giderek ağlarını her tarafıma dolayacaktır.
1990’ların başından itibaren, iç ve dış komploların artan ayak sesleri adeta ‘ben geliyorum’ diyordu. 25 Ocak 1990’da en eski çocukluk arkadaşım Hasan Bindal’ın sözde kaza kurşunuyla öldürülüşü, aslında içinde birçok gizi saklayan bir olaydır. Bu, kamp yönetimindeki Sarı Baran, Mehmet Şener ve Şahin Baliç’in birlikte planlama ihtimali yüksek bir komploydu. Eğer olayı yutmuş olsaydım, çok kısa bir süre sonra operasyon benim tasfiyemle tamamlanabilirdi. Beni tasfiyeyle görevli iki resmi ajanın, o günlerde Star TV’de kendilerine yönelik suçlamalar karşısında, sanıyorum Cem Ersever’i savunma anlamında, şöyle konuştuklarına bizzat tanık oldum. “Biz başarısız değiliz. İstesek öldürebilirdik; ama sağ yakalanması isteniyor.” Bu tarz sürüp giden bir itiraftı. Doğruluk payı vardı. PKK içinde oldukça mesafe alan çete yoluyla, bu rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Fakat örgütün kontrolünün de ellerinde kalması için, benim sağ kalmam ve örgütün tümüyle çetenin eline geçmesinden sonra tasfiye edilmem, yaklaşım stratejisinin özüydü. Örgütün tümü ele geçirilmeliydi. Bunun için tehlikeli gördükleri bütün dürüst ve bağlı kadroların kaza süsü verilerek yok edilmesi gerekiyordu. Şemdin, Kör Cemal, Hogir ve Şahin kendi çapında bu süreci Mahsum Korkmaz’ın kuşkulu ölümüyle 1986’dan itibaren başlatmışlardı.
Şimdi anlaşılıyor ki, ya kaza süsü vererek, ya da ‘ajandı’ adı altında cezalandırdıkları yüzlerce dürüst ve değerli kadro ve yurtsever insan bulunmaktadır. Partinin en değerli kadro ve eylemci yapısını temizlemek için, bile bile eylem adı altında ölüme gönderiyorlardı. Bunun için komuta inisiyatifi konusunda korkunç hassas davranıyorlardı. Çünkü ne kadar komuta yetkisi varsa, bu o kadar komplo, cinayet ve güç kazanmak demekti. Tümüyle devlet demeyeceğim ama, Cem Ersever olayında da halen aydınlatılamadığı gibi, bir çevrenin PKK’deki bu çeteleşmeyle direkt veya dolaylı ilişkisi yüksek bir ihtimaldir. Zaten devlet bünyesinde bu dönemde çeteleşmenin kontrol altına alınmasında güçlük çekildiği bilinmektedir. Yine bu dönemde başta KDP olmak üzere, KUK’un bazı bölümleri, birçok aşiret ve özel görevli de yoğun biçimde bu süreç içinde görev yürütmüşlerdir.
Sürecin tam başarıya gidememesinin nedeni, çetenin elebaşılarının farkına varılmasıdır. Şahin Baliç’in ölümle cezalandırılması, Sarı Baran, Mehmet Şener ve Hogır’ın kaçmaları, Kör Cemal’in önceden cezalandırılması ve Şemdin’in kontrol altına alınması, çetenin etkinliğini büyük ölçüde kırdı. Hasan Bindal olayının büyük önemi, çetenin bütün niyetlerini ve olası bağlantılarını ele verir nitelikte olmasıdır. Bu olay çözümlenemeseydi, Önderlik ellerinde kalacak ve diledikleri gibi kullanmaya çalışacaklardı. Tümünün bilinçli ajanlık yaptığını söylemek zordur. Ama bir kısmının özellikle çeteleşen devlet odaklarıyla ilişkisi kesindir. Bu rollerini sicilli ajanlar olarak değil, Kürtlerde çok uygulanan kişi ve aile çıkarları temelinde, zımni uzlaşma biçiminde yürütmüşlerdir. Bunlar örgüt birimlerini ellerine geçirmek için her yöntemi deneyecek tiplerdi. Hizbullah liderinin PKK’ye karşı devleti kullanma tarzına benzemektedir. KDP ve KUK’un bazı grupları, çok sayıda aşiret ve çeşitli adlar altındaki örgütler bu yöntemle çok vurgun yapmış ve cinayet işlemişlerdir. “Apo primi” denen rantçılığın önemli bir kaynağı, bilinçli veya kendiliğinden ta PKK içine kadar uzanmıştı ve hastalık gibi yayılıyordu.
Şahsi kanaatim, Özal’a yapılan suikast ve Özal’ın ölümüyle, Jandarma Genel Komutanlığı yapmış bazı komutanların öldürülmesinde; devlete bulaşmış, sözde komutanları ve Özal’ı başarısız sayan bu tip çetelerin payı vardır veya bu ihtimal küçümsenemez biçimindedir.
1993 yılı, devlet ve PKK tarihinde önemli bir kırılma ve resmi çizgiden sapmanın yaygınlık kazandığı tarihtir. Turgut Özal’ın siyasi diyaloga açık yapısı, kontrol edemediği güçlerin kurbanı olmasına yol açtı. Bu tarihte Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in tartışmalı bir uçak kazasında yaşamını yitirmesi ilginçtir. Ardından çığ gibi artan Hizbullah maskeli cinayetler, binlerce köyün boşaltılması, yoğunlaştırılan operasyonlar bir imha seferi olarak anlaşıldı. PKK’nin pek de akıllı olmayan taktikleri, kayıpları arttırmaktan ve sürecin tıkanmasına yol açmaktan öteye gidemiyor; gerilla doğru bir meşru savunma anlayışı ve uygulanmasına çekilemiyordu. Dönemin askeri ve siyasi yönetimi terörü hukuk çizgisinin çok dışına taşımıştı. Devletin çığırından çıkması hız kazanmıştı.
Bu dönemin en önemli komplo suikastı, 6 Mayıs 1996’da Şam’daki kalabalık evimizin yakınında, yarım ton patlayıcı yüklü bir arabanın patlatılmasıdır. Telefonla dinlendiğim için, o saatte orada olduğum sanılarak araba patlatılıyor. Dönemin hükümet başkanı Tansu Çiller’in örtülü ödenekten 50 milyon Dolarla finanse ettiği komplo oldukça boyutludur. Susurluk çetesi diye tabir edilenlerle Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın, Suriyeli bir Kürt aileden bazı kişilerin ve dönemin Viranşehir Belediye Başkanının da bu komplonun içinde olduğu basına yansımıştı. Soruşturmamda askeriye adına hareket edenler, ısrarla bu ekibin sorumsuz olduğunu ve devletle kendilerini temsil etmediğini söylüyorlardı. İstemeleri halinde, kendilerinin bu işi füzelerle daha başarılı yapabileceklerini belirtiyorlardı. Devletin içinde iki farklı yaklaşımın varlığı zaten bilinen bir husustu. Bu olayla birlikte, gönüllülük temelinde kendini bombalarla patlatma eylemleri gelişti. Şiddet sarmalı daha da tırmandı.
Devletin raydan çıkması herkesin endişe ile takip ettiği bir gelişmeydi. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemliliği bu süreçle bağlantılıydı. Devletin laiklik karakterinde de hızlı aşınmalar yaşanıyordu. Tarihte 28 Şubat denilen süreç daha çok bir restorasyon hareketi olarak gündeme geldi. Dolaylı yoldan normalleşme adına PKK’yi de sorumluluğa davet ediyorlardı. Buna ihtiyatlı bir olumlulukla yaklaştık. En azından suçsuz insanların katledilmesi ve alan boşaltılması durur ve ambargo sınırlanır; savaş sürse de hiç olmazsa kurallarıyla yürütülür anlayışıyla bu tutuma girildi. Türkiye’nin İsrail’le 1996’da stratejik düzeye çıkardığı ittifakları istihbarata epey fırsat sunuyordu. İsrail’in dünya çapında istihbarat ve kontrolü, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilan edilmesi, Önderlik takibini Türkiye açısından kolaylaştırmıştır. Bu tarihte Papandreu sonrası Yunanistan Başbakanı Simitis’le ABD Başkanı Clinton’un 1996’da PKK Önderliğine yasallık tanımama ve fırsat varsa teslim etme konusunda anlayış birliği içine girdikleri daha sonra duyumu alınan diğer bir bilgiydi. PKK etrafındaki hukuk alanının daraltılması daha da artıyordu. Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, PKK yandaşlarına karşı siyasi amaçlı yoğun bir tutuklama kampanyasını açmışlardı.
Güney Kürdistanlı YNK ve KDP önderlikleri, PKK aleyhtarı kampanyanın en temel dayanakları olarak, 1996’da İsrail ittifakına benzer Ankara, Londra ve Washington merkezli yoğun ilişkiler içine girmişlerdi. PKK ve Önderliğini, Kuzey Irak üzerinden tecrit etmede ve operasyonlara her türlü desteği sunmada anlaşmışlardı. PKK ve Önderliğini tasfiye planının son halkası olarak Suriye kalmıştı. Mısır’ı da yanlarına alarak Suriye üzerinde geliştirilen psikolojik savaş kısa sürede ürün vermişti. Suriye bu baskılara boyun eğmeyi ve PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulmuştu.
Suriye’den ayrılmadan önce, yaz boyu ordu adına dolaylı yoldan bilgilendirmede bulunan bir kanalın yaklaşımları ilginçti. Anlamlı bir ateşkesle birlikte yeni bir süreç arzulanıyordu. Bu konuya gerçekçi yaklaşımlar söz konusuydu. Örgütün bilgisi dahilinde, 1998 yılının Ağustos ayı sonlarındaki tek taraflı ateşkes deneyimi bu bilgilenmelere dayanıyordu. Fakat bu ateşkesin yarıda kesilmesine pek anlam verilemedi. Meşru savunma hakkımızı kullanmaya dek varan ve olumlu yanı ağır basan bu dolaylı diyalog resmen başlatılsaydı, süreç çok daha olumlu gelişirdi. Bu, sanıyorum 28 Şubat sürecinin geçirdiği aşamalarla ilgili bir durumdu.
Tam bir yol ayrımına gelinmişti. Ortadoğu alanını eski biçimiyle kullanamayacağımız anlaşılmıştı. Yapılması gereken, ya Önderlik olarak dağlık alanı karargah olarak seçip savaşı daha üst boyuta sıçratmak ve şehir eylemlerini tırmandırmak, ya da uzlaşma arayışını Avrupa koşullarında daha güvenceli olarak geliştirmeye çalışmaktı. Savaşın tıkanmış durumu ve bir nevi kör bir noktaya gelip dayanması, dağda olmam halinde her türlü silahın kullanılma olasılığı ve benim durumumun ek bir sürü ağırlık getireceği düşüncesiyle, bunun tercih edilmemesi uygun görülmüştü. Benim etrafımda yoğunlaşacak bir savaş her bakımdan büyük sakıncalar taşımaktaydı. Ahlaki olarak kendimi yük yapmam doğru olmazdı. Ayrıca Kürt işbirlikçi önderlikleri her türlü istismarcılığa açıktılar. Orda bulunmamı çok kötü kullanacakları bilinen bir gerçekti. 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması bunun bir göstergesiydi. Avrupa koşulları da çok riskli olmasına rağmen, siyasi, kültürel ve demokratik anlayışla, zımnen de olsa hukuka biraz güven duyuluyordu. Yunanistan’daki hükümetin ise, ilk 9 Ekim 1998 günü bu ülkeye ayak basar basmaz bu denli alçalacağı hiç tahmin edilmemiş ve düşünülmemişti.
20. yüzyılın sonlarında, Kürt halkının özgür iradesine karşı dünya çapında bir komplo ve darbe planı uzun bir hazırlık sürecinden sonra artık adım adım pratikleşiyordu. Filmi bir kez daha geriye çekip baktığımızda, bu planın aslında 90’ların başında Londra kaynaklı olarak uygun görülüp uluslararası düzeyde hayata geçirilmek istendiği anlaşılacaktır. Planın Türkiye boyutları az çok bilinmekle birlikte, Avrupa ve ABD boyutu net olarak anlaşılamamıştır. Uluslararası boyutu görmezsek, değerlendirmelerimiz eksik kalacaktır. Tekrar da olsa özetlemek gerekirse:
1- Palme cinayeti, başka amaçları yanında, 12 Eylül rejimi ve sonrasında Türkiye’yi dışa bağlı tutmak için ve Kürt özgürlük devriminden korumakta bir araç olarak kullanılmıştır. Palme’nin Vietnam ve Güney Afrika gibi ülkelerdeki hareketlerin desteklenmesinde ve hoşgörüyle yaklaşılmasında, Başbakanı olduğu İsveç’i bir merkez haline getirmişti. İsveç, Kürt özgürlük hareketinin de merkezi olabilirdi. Palme, Kürt özgürlük hareketinin terörist olarak damgalanmasına karşıydı. Öldürülmesinde “Kürt izi” teorisi ve PKK’nin terörist ilan edilip yasaklanması çabaları, İsveç’in bu olumlu konumunu ortadan kaldırmakla yakından bağlantılıdır. NATO’nun o dönemde Avrupa’da güçlü ve henüz açığa çıkmamış olan Gladio örgütlenmesinin bu ve benzeri komplolarla ilişkisi bir gün aydınlanacaktı. 15 Ağustos 1984 eylemliliğinin hemen ardından, Almanya’nın da ağırlığını koymasından sonra, Türkiye hükümetiyle uzlaşma sağlanmıştı. Birçok ekonomik çıkarın sunulmasıyla tüm Avrupa’da PKK’ye karşı bir izolasyon süreci başlamıştı. Palme provokasyonu bu sürecin en önemli halkalarından biriydi. PKK’yi bölme, gündemleşen diğer bir gelişmeydi. Başlarında Çetin Güngör’ün bulunduğu bir gruba bu yönlü önderlik yaptırılıyordu. Kesire’nin tahrikleri ürün verir gibiydi. Birçok aydın, Mahmut Baksi, Şivan Perwer gibi insanlar uzaklaştırılmıştı. Bu, tek başına Türkiye’nin çabalarıyla izah edilemez. Aslında Avrupa merkezli bir karar olarak uygulanıyordu. Türk solu bu yolla çoktan iğdiş edilmişti. Dünyanın diğer özgürlük hareketlerine de benzer planlar uygulanıyordu.
Almanya’nın merkezi düzeyde PKK’lileri tutuklaması da bu planın bilinçli bir parçasıdır. Parçalama ve önemli bir bölümü kontrolüne alma amaçlanıyordu. 1990 başlarında Türk Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in Londra’ya yaptığı bir gezide, “planımız onaylandı” biçiminde bir değerlendirmesi basına yansımıştı. Londra’nın da Almanya gibi tasfiyede rol üstleneceği anlaşılmıştı. Yine 1991’de YNK Başkanı Talabani Avusturya’nın Başkenti Viyana’da Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’le PKK’yi terörist ilan etme konusunda gizlice anlaşmıştı. Talabani’nin bu yaklaşımı Almanya, Fransa ve İngiltere’nin tavrıyla iç içe, terörist ilan edilme olayında temel bir rol oynamıştır. Avrupa çapında varılan bu anlayış birliğinde, PKK’siz bir Kürt hareketi amaçlanıyordu. PKK’siz bir Kürt hareketi ellerinde Ortadoğu çapında kullanabilecekleri çok gerekli bir kozdu.
2-1993’ten sonra Özal ile ateşkes deneyiminin başarısız kalmasından sonra, bu sefer gündeme oturan taktik, “PKK’ye evet, Apo’ya hayır” biçimini aldı. Milyonlarca kitlesel tabana kavuşan PKK’yi tümden karşıya almalarının ve parçalama çabalarının sonuç vermemesi, böyle bir taktik yönelişi öne çıkardı. Her devlet kendine göre ‘PKK kadroları’ oluşturmaya başladı. Ortadoğu’dan Rusya ve Avrupa’ya kadar bu yönlü adımlar atıldı.
Şemdin Sakık için ‘ikinci adam’ unvanı icat edildi. Apo’nun tasfiyesi kararlaştırılmıştı, ondan sonrası hesaplanıyordu. Kani Yılmaz’a bu yönlü bir rol oynatmak için anlamsız bir tutuklama sürecine çektiler. Teslim olmak ve olası tasfiyelerden sonra bir PKK önderi gibi kullanmak amaçlanıyordu. Moskova Numan Uçar üzerinde çalışıyordu.
Ortadoğu’da birçok devletin tavrında bu seziliyordu. YNK ve KDP, PKK üzerinde oyunlarını yoğunlaştırmışlardı. HADEP bünyesinde benzer bir operasyon yürütülüyordu. Hatip Dicle, Leyla Zana ve teslim olmayan diğer milletvekilleri tutuklanırken, DEP örgütü kapatılıyordu. HADEP üzerinde ise bir çekişme yaşanıyordu. Kürdistan boşaltılıyor, Hizbullah maskeli dehşetvari yöntemlerle hiçbir örgütsel suçu olmayan binlerce dürüst yurtsever insan katlediliyordu. 6 Mayıs 1996’da Önderlik bombalanmasının gerçekleşmesinin üzerinden yarım saat geçmeden, Londra kaynaklı haberler Abdullah Öcalan’ın öldürüldüğünü veya bombalandığını dünyaya duyuruyordu. Yapılanları önceden biliyorlardı.
3-1996 İsrail-Türkiye ittifakı ile, bu tarihte başlayan Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkmen örgütleriyle Türkiye ilişkileri aynı kapsamdadır. 17 Eylül 1998 Washington Kürt Otonomi Antlaşmasında en önemli madde, PKK’ye karşı tavırdı. Tıpkı 1925’de olduğu gibi, Türkiye’nin verdiği uzun tavizler halkası karşılığında, 2000’e doğru geldiğimizde benzer bir uzlaşma gerçekleşmişti. Bu bir bakıma Lozan’ın yenilenmesi demekti. PKK ve Kürt özgürlük hareketi tamamen izole ediliyor, Önderliğinin tutsak edilmesi için her tür taahhütte bulunuluyor, gerilla üzerinde de Kürt işbirlikçileri, İsrail tekniği ve uzman elemanlarıyla birlikte her tür operasyona yeşil ışık yakılıyordu. Bu, topyekün bir tasfiye planıydı.
Kendi içinde çeteler meselesini bile çözememiş, güçlerini yeniden mevzilendirmekte vurdumduymaz ve Önderliğin sırtından ucuz yaşamaya alışmış sahte bir komuta ve yönetim tarzından kurtulamayan yoldaşlarla, başta Suriyeli ve Yunanlı sözde dostların içyüzü daha iyi anlaşılamamış, son derece çıkarcı ve panikçi yaklaşımları karşısında, PKK Önderliğine düşen, meçhule karşı kuşkulu bir yürüyüştü. Büyük bir iç burkulmasıyla 9 Ekim 1998 macerası başlıyordu.
9 Ekim 98 çıkışı değerlendirilirken, Ortadoğu zemininin ne anlam ifade ettiğini çok sağlam ve yürekten çözümlemek gerekir. Bu zeminde yirmi yıla yakın bir pratik geçirdim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulundum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Bu gelişmelerin benimle ilgili hangi sinir ve ruhla gerçekleştirildiği ve nasıl dayanabildiğim de bütün yönleriyle mutlaka anlaşılmalıdır. Başta PKK yapısı olmak üzere birçok çevre, işin hiçbir şey ifade etmeyen resmi görüntüsü dışında, can alıcı özünü anlama gücünü göstermiyor. Sanki normal ilericiler cephesinde anlı şanlı yaşanılmış, çalışılmış ve başarılmış sanılıyor. Böyle bir şey yoktur. Tabii ki ucuz yorumla izah, kendilerine rahatlık sağlıyor. Dogmatik siyaset ve örgüt anlayışlarını tatmin ediyor. Bu tutum yetmeyince, bu sefer geleneksel kutsallık anlayışlarına sığınarak, “olağanüstü” kişilik özelliklerimle izah edip sorumluluktan ucuzca kurtulmak istiyorlar. Bu yüzden kimse yaşadığım pratiği tüm tarihsel mitolojik, felsefi, dini ve bilimsel anlamıyla çözmeye yanaşmadı. Çok kitap yazıldı; ben de yazdım. Yaşadığım gerçekleri halen de yazacak durumda değilim. Bunun için özgürleşme alanlarının gelişmesi gerekir. Ama koşulları çok elverişli olan ve gelişmeleri için neredeyse şart olan anlama işini başaramayan, başta yoldaş geçinen birçok kişi ve kurum, bu tutumla aslında kendilerini gelişmemeye ve başarısızlığa mahkum ediyorlar. Bunlar mümkünse bu yılların çözümünü yapıp insanlık, Kürtler ve Ortadoğu tarihi ve geleceği için ne anlama gelmesi gerektiğini en temel görev edinsinler. Çünkü bu olanak dışında, özgür yaşama giden yolda ne tarihi ve çağı, ne de güncel somut gerçekleri çözüp önlerini aydınlatabilirler. Şimdilik tek yol budur ve büyük emekle anlamayı ve pratikleştirmeyi gerektirir.
Kalın çizgileriyle Ortadoğu’daki yaşamın küçük bir kısmını, siyaset ve diplomasiyle ilgili yönünü değerlendirsem, tanımı şudur:
Sümerlerden beri döşenmiş labirentlerin içinden bu kadar yıl sonra sağlam çıkmak ve halkların özgürlüğüne bazı hediyelerde bulunmak, gerçek anlamıyla peygambersel bir tutum ve kişilikle mümkündür. Bu süreç bana sadece peygamberlik kurumunu kavratmadı; gerçek özüyle nasıl bir pratikle insanlığa sahip çıkılabileceğini de gösterdi. Bu şu demektir: Her peygamber, toplumsal gelişmede bir anlam yükselişidir. Dili ne kadar ilahi olsa da, özü; gelişen toplumun anlam, hafıza, töre, vicdan, özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere, birçok temel konuda farklı kültürel bir aşama kaydetmesine yol açmaktadır. Halk bu konuda çok arif, bilen konumdadır. ‘Sizin yaptığınız yeni bir diyanet, (üç büyük dini kastederek) dördüncü bir din çalışması anlamına gelir’ dediklerinde şaşırmıştım. Daha sonra ne demek istediklerini anladım.
Her ne kadar İslamiyet’ten sonra peygamberliğin ve yeni bir dinin yolu kapanmıştır denilse de, bu, her çağın kendini ebedi olarak yorumlaması gibi bir savunmadır. Ortadoğu’da eski dinler kültürünün başta siyasi ve ideolojik alanlar olmak üzere, tüm toplumsal alanlardaki etkisi ve günümüzü adeta tutsak alması gibi sonuçları çözümlenemeden, ne Avrupa uygarlığı anlaşılabilir, ne de anlamlı bir iç ve dış özgürlük savaşımı başarıyla verilebilir. Tarih hükmünü yürütüyor. Yüzeysel laiklikle ne din çözümlenebilir, ne modern toplum yaratılabilir. İki yüz yıllık milliyetçi yenilenme deneyimlerinin sonuçları ortadadır. Bu yolda ısrar ettikçe, Arap-İsrail çıkmazında olduğu gibi daha ne kadar acılar ve yıkımlara yol açacağı da kestirilebilmektedir. Çözüm, tarihin doğasını çözümlemek ve oradan yola çıkarak bir özgürlük imkanını yaratmaktır.
Çağımız için bu harekete ‘dördüncü bir din’ demek pek anlamlı düşmez. Ancak bu hareketi 1500’lerdeki Avrupa Rönesans’ına benzeyen, fakat kendi uygarlık kökleriyle kapitalizm ötesi uygarlık ufkunu sentezleyen bir diyalektik gelişme temelinde Ortadoğu Rönesansı olarak tanımlamak daha anlamlı ve tarihsel ihtiyaca cevap niteliğinde olacaktır. Bunu yarattık demek abartılı olur. Yapılmaya çalışılan, bu toprakların kültürel özüne uygun ve çağın gericiliğine tutsak düşmeden olumlu özlerini benimseyerek, günümüzün orijinal özgürlük hareketine katkıdır. Bunun tarihte anlam bulacağına ve özgürlük hedeflerine sönmeyen bir meşaleyle yürüyen bir çıkışın güçlü ve süreklilik kazanan bir akımı olacağına inancım tamdır. Eksiği ve kiri varsa da, güçlü temsilcilerinin bu akımı daha da arındırarak ve hareket gücüne kavuşturarak, uygun ve gerçekçi hedeflerine adım adım ulaşacaklarına dair umut ve inancım hiç eksik olmamıştır. Tersine, bu coğrafya kendisine ekmek, su ve hava kadar gerekli zihinsel ve ruhsal güce kavuştuğu için, yaşamın anlamı bin yıllardan beri içine girdiği çıkmaz ve karanlıklardan sıyrılarak, daha doğru ve aydınlanmış yolda coşkuyla ilerleyerek hedeflerine varacaktır. Böylesi bir anlamlı yaşamın yaratılması her şeyden daha çok değerlidir ve kıymeti de o denli bilinmek durumundadır. Tarihte eşine rastlanmayan kahramanlıkların, acıların ve fedakarlıkların sahiplerine saygı ve bağlılık, kendimizi bin yılların lanetli kıldığı gerçeklikten kurtarıp kutsamakla özdeştir. İlla buna yeni bir dini anlam biçilecekse, bu noktada görülmelidir. Bir kutsaması vardır, o da aydınlatılmaya çalışılan bu özdür. Bu savunmam, lanetten kurtarılmış ve kutsanmış çağdaş yaşamın ne anlama geldiğini açıklamaktadır.
Şam’dan Avrupa’ya doğru çıkışımı bazı tarihsel örneklerle mukayese etmem yanlış yorumlanmaktadır. Ama tarihle güncellik kutsallığın özünde yürüyorsa, bu benzerlik kaçınılmazdır ve doğrudur. Ancak çarpıtılmış ve inkara dayalı tarihler, kutsal değerlerin benzeşme gerçeğine set çekebilirler. Bu durum bile, olsa olsa bir perdelemedir. Gerçek olan, kutsallıkların zincirleme hareketidir.
Hıristiyanlığın özellikle Avrupa kolunu yaratan Büyük Aziz Paul’den bahsedeceğim. Önce havarilere düşmanlık yapıyordu. Şam yolunda bir mucizeyle havarilere katılışını, tarih değiştiren bir olay olarak anlatır. Tarsus’ta doğan Yahudi bir aileden gelmektedir. Antakya’dan başlayarak birkaç kez Anadolu, Yunanistan ve İtalya’ya sefer yapar. Çok büyük inanmış bir propagandacıdır. O olmasaydı, Hıristiyanlığın Avrupa’ya bu denli taşınması mümkün olamazdı. Roma’da öldürüldü.
Anısına Avrupa’nın her tarafında dikilmiş Saint Paul katedralleri boşuna büyük bir görkemlilik arz etmezler. Çünkü Avrupa ahlakının ve bugünkü aşamaya ulaşmasının temelinde Aziz Paul’un attığı insanlık harcı vardır. Avrupa yarı yarıya Saint Paul demektir. Çok yönden ihanete uğramış olması ve olumsuzlukların da kaynağına alet edilmek istenmesi bu gerçeği değiştirmez. Daha ilginç olanı, Yunan sahasında karşılaştığı iyi dostlar kadar, birçok dönek ve sahte dostların da mevcudiyetidir. Bazı dostların laubaliliğinden de şikayet eder.
9 Ekim 98’de Şam’dan çıkışım bu tarihsel olguyu hatırlatır. Çok sayıda dost vardır. İktidardaki partiden birçok davet yapılmıştır. Parlamento, anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla beni davet etmiştir. Gitmeden önce bakanlık yapmış ve halen milletvekili olan Kostas Baduvas adlı dostla konuşan tercüman Ayfer Kaya, gelebileceğime dair telefonda on’u aşkın teyit almıştır.
Ulaştığımda, ortada ‘dost Baduvas’ yoktur. Karşılayan, İstihbarat Başkanı Stavrakis ve çağdaş Yehuda İskaryot (İsa’yı ihbar eden havari) rolünü oynayan ve adını da Agit koyan Kalenderis’tir. Tavırları tam 3000 yıl önceki Helenlerin tavrından farksızdır. Helenlerin o günden beri değişmeyen bir tavrı; kendi dışındakileri ve çıkarlarına uygun düşmeyenleri barbar olarak adlandırmak, kendi basit dünyaları dışındakileri yabancı olarak görmektir ve bu, köklü bir duygudur. Fakat bu yaklaşım tüm gerçeği ifade etmez, işin duygusal ve moral yönünü izah edebilir. Siyasi ve diplomatik gerçekler daha farklıdır.
Şu gerçeği görmekte yarar var: Kürt Özgürlük Hareketi, PKK önderliğinde bir nevi çağdaş Bolşevizm gibi görülmektedir. Zaten ‘katı Stalinci’ damgalaması bu görüşü yansıtmaktadır. Çok farklı özellikleri olsa da, yaklaşımlar benzerdir. Resmi siyaset ve devletler düzeni, PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt Özgürlük Hareketini legaliteye kabul etmek istememektedir. Birçok ülke ise illegaliteye çekmiştir. Özellikle Almanya bunda başı çekmektedir. ABD daha katıdır. Ortadoğu devletleri de aynı yaklaşım içindedir. Kesinlikle legalite dışı saymaktadırlar. Dost olanları ancak kişisel ve gayri resmi yaklaşım içindedir. En çok koruyucu dost ülke olarak tanıtılan Suriye, hiçbir zaman radikal Arap milliyetçiliği çizgisini aşmamıştır. Kişi olarak Devlet Başkanı Hafız Esat’ın tavrı önem taşıdığından, iki cümleyle değerlendirebiliriz. Hafız Esat, büyük olan otoritesinden ve içinden geçmekte olduğu koşullardan ötürü, bana göre despotik klasik devletle devrimci demokratik devlet arasında bir çizgide duruyordu. İlahi anlamlı devletin bir ayağını halkın içine çekmişti. Sanılanın aksine, otoriter ve kutsal devleti basitçe kısmen halkın hizmetine vermişti. Ama Sümer rahip devlet anlayışını esas olarak koruduğu da bir gerçektir. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık bir Ortadoğu kimliğiydi. Kürt özgürlük hareketine düşman değildi. Ama geleneksel ideoloji, devlet anlayışı, milliyetçilik ve çağdaş diplomatik güçler dostluğunu engelliyordu. En büyük yiğitliği, başkaları istiyor diye düşmanlık yapmamasıydı. Fakat son ayrılacağımız günlerde, Firavun torunu Mısır Başkanı Mübarek ile etrafındaki bürokrasiyi aşacak güçte olmadığını ortaya koymuştu. Milliyetçiliği aşırı zorlayacak konumda değildi.
Benim açımdan eleştirilmesi gereken Suriye değil, kendi konumumdu. 1990’ların başlarında, hatta 1980’lerin de başlarında Arap sahasından ayrılmamla tarihin seyri başka olabilirdi. Zağroslara yerleşmem en ciddi seçenekti. Fakat İran ve Kürt işbirlikçilerinin yaklaşımlarının neleri doğuracağı bilinmezdi. İkincisi, bu rolü rahatlıkla ve başarıyla oynayabilecek arkadaşlar vardı. Bu hakkı onlar kullansınlar beklentisi hakimdi. Ama öyle basit çıktılar ki, kendilerini bir karışlık derede bile boğduracak cüceler olduklarını gösterdiler. Kendilerine tanıdığım tarihi fırsatı ve hizmeti hiç anlamadılar. Olanaklar üzerine hovardaca ve bir mirasyedici gibi oynadılar. Kendilerini de, çok büyük değer ifade eden emek ve sabrımı da gafilce kullandılar ve çarçur ettiler. En çok eleştirilip özeleştiriye çekilmesi gereken konu budur. Fakat 9 Ekim 1998 çıkışını oraya yapmamanın doğruluğuna hala inanıyorum. Çünkü o zaman savaş kişiselleşir, tam bir intikamcılığa dönüşürdü. Olası bir barış ve kardeşlik fırsatı hepten yitirilirdi. Dağa çıkış 40 yıllık rüyam olduğu halde, üzüntümden çatlamamın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barışçıl bir imkanı varsa, bunun denenmesinin tercih edilmesinin daha değerli olmasıydı. Mevcut tabutluğumda bile moralli olmamın tek nedeni, onurlu bir barış için yaşamamın soylulaştırıcı bir savaştan daha az değerli olmamasıdır.
Simitis hükümetinin bu tavrının özünü anlamak çok daha önemlidir. ABD ve İngiltere, hatta Almanya’nın da onayı dahilinde bir tutum olma ihtimali bulunmaktadır. Yine Baduvas’ın davetine hiç sahip çıkmaması düşündürücüdür. Gelmememi kesin isteyebilirdi. Bakan olan birisinin bu kadar basit kalması anlaşılır olmaktan uzaktır. Önemli bir ihtimal, ayaklarımın Ortadoğu’dan bilinçli kopartılmasıdır. Bunda İngiltere İstihbaratı temel rol oynamış olabilir. Karışık güçlerin devrede olması ihtimal dışı değildir. Daha sonraki gelişmeler şu gerçeği gösterecektir: Avrupa’ya çekilip kişiliğimi ve onurumu yıktıktan sonra, ellerinde ehil bir araç olarak, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu denkleminde kullanılmamın tasarlanması en güçlü olasılıktır. Yunanistan’a ilk adımımı atar atmaz; hukuk, insan hakları ve demokratik toplum kurallarının benim için olmadığını, katı siyasi ve ekonomik çıkarlarının esas alındığını anlayacaktım. Yunanistan’la başlayan tavrın Türkiye korkusu olduğunu veya anlaşarak sağlandığını belirtmem pek gerçekçi olmaz. Tersine, en üst düzeyde Batı sistemi olarak, başta Başkan Clinton olmak üzere, Türkiye’nin tavrını çok önceden ve çok dakik olarak inceledikleri kanaatindeyim. PKK ve Öcalan olgusunu kendi çıkarları için Türkiye’nin başına en ideal biçimde patlatmakta ve kullanmakta çok bilinçli olduklarını da belirtmem gerekir. Strateji ve taktik şuydu: Hem PKK’yi ve Kürtleri, hem de Türkiye’yi ve Türkleri kullanmak; gerektiğinde elli yıl sürecek kör bir savaşta tutmak için benden yararlanmak, Türkiye’nin elinde gerçekleştirilecek bir öldürtmeye kadar gitmek, en azından kendilerine bağlı şoven gerici kesimlerle bunu gerçekleştirmek. Böylelikle Türkiye’yi kendilerine daha çok bağlama, Kürtleri de onursuz bir sığınmacılık altında kendine muhtaç kılma stratejinin ana parçaları olarak değerlendirilmektedir. Yaşanan dört aylık Avrupa macerası, bu eğilimi daha çok doğrulayacak niteliktedir.
Dostluk eğilimimi belirtmek durumundayım. Beş yaşındaki bir çocuk da olsa, dost bellediğimde sonuna kadar inanmam benim için bir karakter özelliğidir. Hayatta belki de en büyük zayıf (kendim buna inanmıyorum, dostluğun ve yoldaşlığın güven şartının hiç çiğnenmemesi gerektiğine batıl bir inanç gibi halen inanıyorum) yönüm, bu tür bir güven duygusudur. Dostluk ve yoldaşlık adına bu yönümün korkunç kullanıldığını biliyorum. Ama en temel insani değer olduğundan, vazgeçmemem gerektiğine de eminim. Bana göre, dostluk ve yoldaşlıkla oynamak, anasını ve eşini satmak gibi bir şeydir. Dolayısıyla dostluk ve yoldaşlık bağı 20. yüzyılın şahsında en büyük darbeyi yemiş olduğundan, onun en son ve en trajik kurbanı ben olacaktım. Bu anlamda 20. yüzyılla boğuşmaktan bahsetmem gerekir. Önce Yunanistan’da, sonra olası dostluk adına gittiğim ikinci durak Rusya’da, dostluğun başına neyin gelmiş olduğunu belirtmem hayli öğretici olacaktır.
İki seferin sonunda yoğunlaşmam, Yunan karakterini sınırlı da olsa çözme imkanını verdi. Bahsettiğim, hakim Yunan karakteridir. Mutlaka halkının bazı özgün ve egemenlerden farklı karakteristik özellikleri vardır. Tanrı Dionysos’tan beri Yunan halkının özgünlüğü bir gerçektir. Coşkulu ve dostçadır. Ama dünyanın tüm ülkelerinde görüldüğü gibi, bu karakter yenilmiştir ve ancak elinden ağlamak gelir. Dünyanın tüm halkları dostluklarına sahip çıkamazlar. Ama ardından bol bol ağlarlar. Kendi kendilerine dost ve yoldaş olduklarında da böyle yaparlar. Ayrılıkları, yitirişleri ve birlikleri ağlama ve ucuz sevgiye gömülmüştür. Saygı duyulsa da, bunun fazla değeri yoktur. Dostluğu ve yoldaşlığı koruyamayan bir saygı ve sevgiye, anam da olsa, hep hor baktım. Karşılıklı bir sevgi ve anlayış göstermedim. Sanki kader bana, ‘Çok değer verdiğin dost ve yoldaşların için ağlamaya değmez’ der gibidir. Karşı çıktığım, dostluk ve yoldaşlık değildir. Tersine, ona zafer değerini veremeyen, dost ve yoldaş olmasını bilmeyen, sahte ve zavallılardır.
Yunan egemen sınıf tarihine bakıldığında, MÖ 1600’lerde Mikenlerden beri mitolojik bir biçim kazanmış olan düşünce tarzlarına göre, tanrı Zeus her türlü puştluğu ve kalleşliği yapabilir. Önüne çıkan her kadını baştan çıkarabilir; her tarafından, alnından, kıçından Athena başta olmak üzere birçok küçük tanrı doğurabilir. Yalan ve kandırmaca tanrısal özellikleridir. Troya kahramanı Hektor’u nasıl kandırdığını, ona inanan Homeros bile hayıflanarak dizelerine döker. Yeter ki Helenistlerin çıkarına olsun. Bir nevi İsrail Tanrısı Yehova gibidir. Helenler ve İsrailoğulları seçilmiş kavim oldukları için, diğer insanlık, yani barbarlar aleyhine ne yapsalar haklarıdır ve tanrıları da bunu böyle emretmektedir. Bu mitolojik gerçeklik, daha sonra dinsel ve siyasi gerçekliğe dönüşecektir. Mitoloji deyip geçmemek gerekir. Günümüze kadar dinin ve siyasetin temelinde yatan mitolojik gerçekliklerdir.
Bu mitolojik özellikler, Yunan hakim sınıfının nasıl doğduğunu dile getirmektedir. Ana kaynağı da Sümer mitolojisidir. Anadolu, Fenike ve Mısır üzerinden hem mitolojik, hem de maddi toplum olarak beslendikleri bilinmektedir. O günden beri değişmeyen bu sınıfsal ve ulusal karakter bütün çıplaklığıyla karşımda duracaktır. Hileci, kandırmacı, çıkarları uğruna hiçbir insana değer tanımayan, dışındakileri değersiz ve barbar sayan bir zihniyet ve ahlaktır. Temsil ettiğim insanlık, halk ve tarih gerçekliği, özünde kendisiyle bağdaşmayacak farklı bir tarih, siyasal ve kültürel gerçeklikle karşılaşmıştı. Bu bir anlamda Medler ve Perslerden beri devam eden Doğu-Batı karşılaşmasının küçük bir devamıydı. Batı kapısı, şahsımda temsilini bulan Doğu çıkışına kolay geçit vermeyecekti. Atina’nın başka hesapları da vardı. Tüm yaklaşımları, Türk tehlikesine karşı herkesten ve her yöntemle yararlanmaktı. Benim şahsımda yararlanabileceklerine -tabii dostça bir biçimde- pek göz kestiremiyorlardı. Yararlanmayı, tipik İngiliz politikası gibi “iti ite kırdırma” biçiminde ele alma yanlısıydılar. Dostluklarının bir kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Önceden planlanmamış çıkışım, ortaya çıkan zorunluluk karşısında, denenmesi gereken önceliklerin başında görüldü. Reel sosyalizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi yaşanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin önemli hainleriydiler. Ekonomik ve gizli kirli istihbaratla bağlantılı çıkarlar nedeniyle, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanların nazarında özgürlük değerlerine saygı beklemek kendini kandırmaktı. IMF, ABD, İsrail ve Türkiye ile yürütülen ilişkiler, bana karşı hukuk dışı bir tavrın alınacağını kesinleştiriyordu. Halbuki Duma benim 298’e karşı 1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir karar çıkarmıştı. Fakat despotik devlet açısından bunun fazla anlamı yoktu. Beni zorla Türkiye üzerinden Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. Büyük ihtimalle işbirliği halinde, daha o günlerde bir teslim etme gerçekleşebilirdi.
Bu inanarak yaptığım bir tercih değildi. Fakat uğrunda o kadar kan dökülmüş ve acı çekilmiş özgürlük ve eşitlik ideallerinin başına böyle bir yozlaşmış rejimin çöreklenmesi, aslında reel sosyalizmin derin sapmasını göstermekteydi. Bu durum onun geleneksel sömürü ve baskı sisteminden kopmadığını kanıtlıyor, Sümer rahiplerinin tapınak sosyalizminin bile gerisinde olduğunu hatırlatıyordu. Rusya devrimciliğinin kapitalizmin ve feodalizmin ufkunu aşamadığının, devlet kapitalizminin sosyalizmi doğuramayacağının, dolayısıyla çağdaş liberal kapitalizm karşısında tutunamayacağının bir örneğini sergiliyordu. Bunu bizzat görmem, 20. yüzyılın bir yüzünü daha iyi tanımama yol açtı. 20. yüzyıl bir ihanet yüzyılına çok benzemekteydi. Devrimler ve özgürlükler yüzyılı, daha sona gelmeden, hiçbir insanlık değerine kökten bağlı olmayan ve maddi çıkarcılığın her ilkeyi tutsak ettiği bir yüzyıl olarak 2000’e dayanmıştı. O kadar kanlı geçmesi yücelmesine değil, barbarlığına bir kanıttı. Genele hükmeden, ilkel milliyetçilik ve kaba materyalizmdi. İnsanlığın tarih boyunca tüm yüceltici, gerçekten insan hakları ve demokratik içerikli özelliklerine karşı en kapsamlı bir karşı-devrim söz konusuydu.
Devrimin ve karşı-devrimin tanımını yeniden yaptıracak bir sonuçla karşılaşılmıştı. Karşılaştığım tablo insan gerçekliğine daha doğru yaklaşmaya zorluyordu. İlkelerle güne gömülmüş yaşam tarzını kıyaslamamı aydınlattı. Bazı sembolik kalıplara takılmamam, artık tanrı ve insan maskelerini (ki, aynı gerçeği ifade ederler) cesaretle parçalamam gerektiğine dair cesaret ve bilincimi arttırıyordu. 20. yüzyılın putları kırılmalıydı. Bireyin varlığı ve hakları toplumun varlık ve haklarından önce gelmeli veya en azından ikisi arasındaki optimal (verimli ve özgür birlik) nokta esas alınmalıydı. Bireysellik ve ona ilişkin hakların kapitalizmin insafına terk edilmesi vahim bir yanılgıydı. Bireyin varlığını ve özgür gelişimini esas almayan her toplumculuk, aslında Sümer rahip tarzıydı ve egemen sömürücü sınıfları doğurmaya mahkumdu. ‘Her şey toplum için’ sloganı aslında en eski bir sınıflı toplum sloganıydı. ‘Her şey birey için’ ise, çelişkili gibi görünse de, en gelişmiş sınıflı toplumun, kapitalizmin sloganıydı. İki ilkenin sloganlarına yenik düşmeden, bir insanlık, özgürlük ve eşitlik idealine dayanmak esas yoldu. Bilimsel sosyalizm bir olgu olacaksa, kendini dogmatizmden ve tapınak sosyalizminden kurtarmalıydı. Devlet uğruna her mücadele sosyalizme tersti. Onun yerine bir arayış, sosyalizmin özüydü. Bulunan proletarya diktatörlüğü de olsa, yeni bir kölelik aracından başka sonuç vermiyordu. Zor sisteminin aşılmasına dayanan bir siyasal teori ve pratik, bireyi baştan esas alan bir özgürlük ve toplumu kolektif emekle yücelten bir eşitlik ideolojisi, bilimselliğin ve tekniğin yol açtığı imkanlarla egemen sınıf barbarlığını aşabilir ve özlenen toplumsal ütopyanın gerçekçi ifadesini kovuşturabilirdi.
Moskova seferinin bu yönlü ideolojik yoğunlaşmamı hızlandırması, sosyalizm ütopyasına inanmış ve büyük emek çekmiş sahiplerinin anısına verebileceğim en temel karşılıktır. 20. yüzyılın Moskova’sı o kadar basitleşmişti ki, hiçbiri hayali olumsuz da olsa canlandıracak güçte değildi. Rus gerçeği üzerinde en az Yunan gerçeği kadar durmanın gereği açıktı. Burada da bazı putları yıkarak yaklaşmanın gerçeklere ulaşma açısından vazgeçilmez olduğu kendini açıkça ortaya koyuyordu.
Roma’ya 12 Kasım 1998’de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Partinin ‘Yeniden Yapılanma’ adlı grubundan Milletvekili Ramon Montaviani’nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D’Alema Hükümetinin birkaç aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları zikzaklı oldu. Ne siyasi, ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. İtalyan büyük sermaye çevrelerinin ağır tahriki, Avrupa ülkelerinin tam destek vermeyişleri, özellikle Almanya’nın kişiliğini sarsma ve kendini dayatma tavrının ağırlığı altında inisiyatifli davranamıyordu. Baştan savmacı tavır gelişiyordu. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma veya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma dayatılıyordu. Ağır sorumlulukları olan birisi için, ilk çıkan fırsatta ayrılması gerektiği açıktı. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini gösteriyordu. Demokratik hukuk tavrı sergilenmeyecekti.
Niyetim Kürt sorununu demokratik bir platforma çekmekti. Destek olunsaydı, Türkiye’nin de bu tavra gelmesi zor olmayacaktı. Anlaşılan, Avrupa Kürt sorununun ciddi çözümünden yana değildi. Sorunla Türkiye’nin uğraşması daha çok işlerine geliyordu. Yunanistan’ın tavrından da bu anlaşılıyordu. Avrupa’da siyaset, savaşın sonunu getirebilirdi. Bu ise, ABD de dahil, Batının stratejisine uygun düşmüyordu. Almanya’nın tavrı, bir an önce dağ yolunun açılmasıydı. Uzun vadeli düşündükleri açıktı. Ortadoğu’da Kürtlere dayalı bir kargaşa daha çok işlerine geliyordu. Dolayısıyla benim beklenmedik çıkışım, taktikleri dışında bir durumdu. Bütün hazırlıkları, ehlileştirilmiş işbirlikçi Kürt şahsiyetlerine dayanıyordu. PKK ve özellikle benim varlığım, on yıllarca yürütmüş oldukları ve çok sermaye akıttıkları Kürt kozunu ellerinde işlemez kılıyordu. Ya çok sarstırıp kişiliksiz biri konumuna getirecekler, ya da dışlayacaklardı. Bunda ABD’nin eğilimi de hesaba katılıyordu. Zorlasam kalabilirdim. Roma hukukunun doğduğu merkezden atılmam zordu. Fakat siyasi riskleri ağırdı. Bu kadar zorlayan bir devletin daha tehlikeli yönelimleri de her an hesaba katılmalıydı. İlk doğacak fırsatta ayrılmam zorunluluk arz etmişti.
Avrupa’nın üç tarihi başkentinde geçirdiğim toplam dört ay bazı önemli gerçekleri ortaya çıkarmıştı. Demokrasi ve hukuk, Kürt özgürlük iradesine hakkını vermek niyetinde değildi. Avrupa’nın insani bir Kürt politikası yoktu. Sadece Türkiye’ye yönelik taleplerinde bir argüman olarak kullanılıyordu. Aslında son iki yüz yıllık politikalar sürdürülüyordu. Kürtleri Ortadoğu’da İran, Irak ve Türkiye yöneticilerini kendi politikaları doğrultusunda zorlamak için en uygun araç olarak görüyorlardı. Acil bir çözüm için tavır almamalarının altında bu temel neden yatıyordu. Onlara uzun vadeli sorun yaratan bir Kürt olgusu lazımdı. Çözüm ise, kullanacak malzeme bırakmıyordu.
Bu tutum Kuzey Irak’taki Kürt işbirlikçileri için de geçerliydi. Sorunlu bir Türkiye kendilerine muhtaç olacaktı. Dolayısıyla PKK’nin hep bir sorun olarak kalması, politik çıkar için hepsine çok gerekliydi. Benimle çözümü değil, istedikleri gibi davranıp uzun vadeli politikalarına hizmet edecek birilerini düşünüyorlardı. İki yüz yıllık politik perspektiflerine aykırı bulunuyordum. Özgür karakter ve bağımsız karar inisiyatifi kabul edebilecekleri bir durum değildi. Bunu kabul etmeleri, onlarca yıldır besledikleri birçok işbirlikçi Kürdü kaybetmeleri demek olurdu. İtalya Türkiye’den daha çok yatırım ve ticaret imkanı elde etmek istiyordu. Bunun için en radikal tavrı alabiliyordu. Ama benim durumum, pratikte görüldüğü gibi bu hesabı da bozuyordu. Çıkarları kişiliğimi kaldırmaya uygun düşmüyordu. Anlaşılan, Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürt sorunu sınırlarında duruyordu. Ancak işgüçlerinden ucuzca yararlanma ve uzun vadeli Ortadoğu politikalarında bir araç olarak kullanılan Kürt yaklaşımı geçerliydi. Bu yönüyle de olsa, politika yine de tam şekillenmeden uzaktı. Ağır basan yön, genel birçok sorunda -başta Balkanlar - olduğu gibi, Kürt sorununda da Avrupa’nın şekillenmiş bir politikasının olmadığıydı. Her devlet ancak polis ve istihbarat çerçevesinde yaklaşıyor, sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla da sızmaya çalışıyordu.
Roma’dayken ve sanıyorum Moskova’dayken, benimle en yoğun ilgilenen bir güç de MOSSAD’dı. “Kürt meselesinin en esaslı sahibi benim” dercesine, istihbarat ve denetim ağını esasta geliştiren güç olduğu giderek açığa çıkarıyordu.
ABD, İsrail ve İngiltere ayrı bir kanat olarak duruyorlardı. Avrupa henüz dağınıktı. Zaten bu tip önemli sorunlarda ortak bir politikadan yoksundu. İngiltere iki yüz yıldır önderlik ediyordu. Olası Kürt politikası İngiltere olmaksızın düşünülemezdi. İsrail’in doğuşuyla denetim MOSSAD eliyle yürütülüyordu. Barzani ve Talabani’yle birlikte birçok Kürt sisteme bağlanmıştı. Yalnız PKK’nin durumu yaratmış oldukları sistemi bozuyor, yaratılmış dengeyi tehdit ediyordu. Bu nedenle beni sorumlu tutup, sıkı bir teşhir ve tecrit politikasına hapsetmişlerdi. Türkiye’yle 1996 antlaşmaları, operasyonel roller üstlenmelerine de yol açmıştı. Bunu çok iyi hesap edememek bir eksiklikti. Roma’dayken hala ciddiye almamamız, İsrail gücünü hesaplamadaki yetersizlikten kaynaklanıyordu. Daha sonra anlaşılacak ki, Moskova’yı da benimle ilgili olarak avuçları içinde tutan İsrail’di. Benim esas takibimde ve işlemez duruma getirilmemde İsrail’in payı belirleyiciydi. Tabii bunu ABD’nin büyük mali ve diplomatik desteğiyle birlikte yürütüyorlardı. Moskova’da kalmamam için IMF’nin 8 Milyar Dolarlık kredisi kullanılmıştı. Yine Türkiye’den bu amaçla Mavi Akım Projesi koparılmıştı. En alçakça olanı şuydu ki, hiçbir şey vermeden, sıkışık durumumu bol bol kullanarak, birbirlerinden birçok tavizi koparıyorlardı. Türkiye’de “Apo primi” denilen rantçı sistem, uluslararası alanda da daha büyük çaplı uygulama buluyordu. Tüm Avrupa, Rusya, ABD ve en son Kenyalı bürokratlar da nemalarını alacaklardı. Şahsımda bir halkın özgürlük istemlerinin böylesine maddi çıkarlarla pazarlanması çok alçakçaydı.
İtalya’da psikolojik savaş sonuç veriyordu. En ufak bir fırsatta çıkmaya hazırlanıyordum. Moskova temsilcisi Numan Uçar’ın köylü basitliği komplonun derinleşerek sürmesine yardımcı oldu. İtalya temsilcisi Ahmet’in de pasif ve sorumsuz hali, olup biteni tam anlamaktan uzaktı. Hepsi kendi basit dünyalarında çoktan tükenmişlerdi. İtalya’dan çıkışta hem ben, hem Başbakan D’Alema rahatlamıştı. D’Alema kötü bir demokrasi ve insan hakları sınavını vermişti. İtalyan sermayesi karşısında ürkekti. Hukuk ve demokrasinin gür sesi olsaydı, özgürlük tarihine katkısı unutulmaz olurdu.
Tekrar Moskova’ya vardığımda, büyük ihtimalle oyunun son perdesi bilinerek hazırlanmıştı ve oynanıyordu. İtalya’dan çıkartılmam, her iki tarafın karanlık güçleriyle yetersiz PKK temsilcilerinin safdilce yaklaşımlarıyla gerçekleşmişti. Süreç, çarmıh veya tabutun hazırlanması süreciydi. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vuruyorlardı. İlk defa suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntülerle tanışıyordum. Belli ki, karar üst düzeyden ve kesindi. Bilinen akıbette üzerine düşeni yapıyorlardı. Oyun ve zorbalıkla bir kargo uçağına bindirip, sonradan Tacikistan’ın Başkenti Bişkek olduğu anlaşılan köy evi gibi bir yerde bir haftalık bir tutukluluktan sonra, aynı statü içinde Petrograd yoluyla garip dost gibi görünen ve emekli general olduğu söylenen Nagzakis’le Atina temsilcisi Ayfer özel bir uçakla gelip Atina’ya doğru yola çıktık. Uçağın devlet bağlantısı açıktı. Önce Romanya’ya indirilmek istendi. Nagzakis teslim etmenin burada gerçekleşeceğinin Simitis’le kararlaştırıldığını iddia etmektedir. Doğru olabilir. Kabul etmeyince, zorunlu olarak Atina’ya indik. Aynı cehennem zebanileri, Stavrakis ve Kalenderis bekliyorlardı. Yalnız bu bir gün sonra olacaktı. İlk gün geldiğim gibi VIP salonundan geçip bir gün Nagzakis’in kaynanası, halktan ve dost olan kadının evinde kalacaktım. Ona şunu demiştim. “Pangalos ihanet edebilir mi?” Çok kesin ‘hayır, seçim için bundan iyi bir fırsat olamaz’ diyordu.
Dışişleri Bakanı Pangalos açık bir hileye başvurdu. Resmen görüşmek amacıyla çağırdığı eve en üst düzeyde istihbarat ekibi yollamışlardı. Dostça olmayan tehditkar bir üslupla “Sana sabah saat dörde kadar süre tanıyoruz. Aksi halde bildiğimizi zorla yaparız” dediler. Bu bir düşmanca yaklaşımdı. Geçek suratlarını gösteriyorlardı. Önceden anlaşmış oldukları açıktı. Geriye benim halen devam eden dostça güvenimi kullanıp istedikleri yere çekmekti. Kenya çok önceden CIA ile birlikte hazırlanmıştı. Bunu sonra anlayacaktım. Çok güvendiğim Kalenderis, Yunan devletinin şerefi üzerine söz vererek, tehlikeden uzak bir yer olarak eski Yunanlıların etkili olduğu Kenya’da 15 gün içinde Dışişleri Bakanının hazırladığı Güney Afrika pasaportuyla çözüm bulunduğunu söyledi. Dosta güven esas olduğu için kabul etmemek olmazdı. Yanımda ciddi bir uyarıcı yoktu. Tam anlayamadığım tercüman Melsa, uyuşuk hareket ediyordu. Sahteliklerini çözebilirdi. Ayfer’i alıkoymuşlardı. Aslında tecrit edilmiştim.
Bu süreçte ihaneti dolaylı yoldan anlatmak isteyen birkaç harekete tanık oldum. Şoför binmem gereken uçağa sert bir vuruş yaptı. Bunun bilinçli bir tavır olduğu kanısındayım. Uçak kalkamadı. Fakat daha sonra hemen İsviçre üzerinden olduğunu tahmin ettiğim yerden, çok özel bir uçak Yunanlı olmayan ekiple gizli bir askeri havaalanında beni bekliyordu. CIA veya İngiltere istihbarat uçağı olma ihtimali yüksekti. Binmeden önce taksi şoförü on defadan fazla gidip geldi, uçağa bir türlü varmak istemiyordu. Bundan da bir sonuç çıkarmadım. Dostluğun kitabında böyle ihanetlere yer olmayacağına o kadar inanmıştım ki, birisi o anda bana “kaçırılıyorsun” deseydi, terslerdim. Çünkü insanlığın kitabında buna yer yoktu.
Daha sonra her şeyin planlı olduğu anlaşılacaktı. Kenya Büyükelçisi Kostulas beni rahatlıkla havaalanından aldı. İlk konuşması manidardı. İngilizler ve Almanların biraz şerefi olabileceğini, ama Yunanlıların pek şerefi ve onuru olmadığını hissettirmek istedi. Bu sözlerinden bir anlam çıkarmak imkansızdı. Zorla BM toplantısına bırakmak niyeti vardı. Bundan da bir şey anlayamadım. Daha sonra benimle birlikte yemek yemekten de vazgeçti. Hiç oturmamaya çalışıyordu. Belli ki son günleri geçiriyordu. Atina’dan gelen direktifle mutlaka elçilikten atılmam isteniyordu. Dört goril gönderilmişti. Direneceğimizi belirtince vazgeçtiler. Dışişleri, Kamu, Adalet ve İstihbarat Bakanlıkları sabaha kadar bakan düzeyinde telefonla Elçilikten çıkarılmam gereğini belirtip orta yere atılmamda kararlı görünüyorlardı. Kostulas, Kenya Dışişleri Bakanının İstihbarat Başkanı oğlunun olduğu bir toplantıya gidip, her şeyin bilindiğini, fotoğraflarımın bile çekildiğini, tanınan sürenin 15 Şubat’a kadar olduğunu, çıkmazsak zorla bunu gerçekleştireceklerini karar olarak bana aktardı. 15 Şubat’ta çıkmazsak, öldürme dahil her şey olabilirdi. Dolayısıyla o gün çıkmak kaçınılmazdı. Kalmak; baskın, direnme ve silahlı çatışma süsü verilerek öldürülmek olacaktı.
Kalenderis’in son büyük ihaneti şuydu: “Simitis’le konuştum. Mısır üzerinden Hollanda’ya gidebileceğimize dair güvence verdi” dedi. Olduğu gibi kabullenmekten başka bir seçenek yoktu. Daha önce de Beyaz Rusya’nın Başkenti Minsk üzerinden bir Hollanda seferi düşünülüyordu. Aslında bu da tertipti. Büyük ihtimalle Şam çıkışından beri her şey CIA, İngiltere ve Yunan İstihbaratının halen içyüzü tam bilinemeyen bir planı gereği yönetilmekteydi. Tarihin en büyük provokasyonlarından birisi olarak hazırlanıldığından kuşkum yoktur. Ama gerçek içyüzü konusunda her şeyi bildiğimi söylemem olanaksızdır. Bunu ancak kendileri bilebilir. Yapabileceğimiz, ortaya çıkan gelişmeleri doğru yorumlayabilmektir. Kenyalı polisi Elçiliğin içine kadar almışlardı. Gitmememin baskın anlamına geldiğini açıkça hissettiriyorlardı. Yetkili birkaç cümleyle şunu söylüyordu: “Biz ülkemizde kan dökmek istemiyoruz.” Bu arada ilaç, uyuşturucu kullanma durumları olabilirdi. Mutfakçılar mutlak anlamda Elçiliğe bağlıydı. Durumum bir nevi uyurgezer gibiydi. Dolayısıyla sağlıklı düşünmeden alıkonulmam için gerekli dozajda ilaç kullanmış olmaları bu süreçte yüksek bir ihtimaldi. Çok açık kuşkulu durumları bile çözmememin bir nedeni de uyuşturucu etkisi olabilir.
Bindiğim uçağın etrafında yeşil gözlü ve sarışın, kumral, uzun boylu ve ellerinde otomatik tüfekli adamların tertibat aldığını fark ettim. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihtimaldi. Elçilikte fotoğrafları çekenlerin de MOSSAD’dan olmaları daha yüksek bir ihtimaldir. Uçağın içinde Türk Özel Timi üzerime çullanıp beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp bantlarla kıskıvrak her tarafımı bağladılar, gözlerime de aynı kalın bantları takıp uçağın arkasına bıraktılar. Uçak Cavit Çağlar’ındı. Doğruyol Hükümetinin niteliğini yansıtan bir olaydı. Uçak iki defa indi. Biri Mısır, diğeri ya İsrail ya Kıbrıs’tı. Gemiyle adaya getirildiğimde, 16 Şubat sabahıydı. Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim mesaj şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söyleyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa oynamak istiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığını yapmadım. Ana tarafından kan bağlılığı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yoldur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.” Aslında ilk tavrım, sonuna kadar konuşmamaktı. Fakat hemen anlaşılıyordu ki, bu tutum komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol açardı. Komployu açıklamak için yaşamak daha doğruydu. Yolda uçaktan indirdiklerinde ve biraz sürüklediklerinde, “Faili meçhule mi götürüyorsunuz?” dediğim zaman, “Bu şansı sana vermeyeceğiz. Ağzını kapat, yoksa biz kapatırız” dediklerini hatırlıyorum.
Beni adada ilk karşılayan, yarbay rütbesinde ve Genelkurmay Başkanlığını temsil ettiğini belirten bir subaydı. Dedikleri özce şöyleydi: “Bu işte çok oyun var. Biz kardeşlikle halletmek istiyoruz. Bu tertiplere fırsat vermeyeceğiz.” Bu, pek beklemediğim bir tavırdı. Güvenirliğini hiçbir zaman ölçecek durumda değildim. Taktik yanıltmayla birlikte, bir politikayı da dile getirmiş olabilirdi. Bekleyip görmekten başka bir seçenek yoktu. On gün koşulları çok ağır bir hücrede kaldım. Emniyet, MİT, Jandarma ve Genelkurmay İstihbaratı dörtlü çapraz halinde bir soruşturma yürüttüler. Kaba bir baskı ve küfür yoktu. Fakat manevi, psikolojik ortam benim için çok ağırdı. Dayanabilmek mucizeydi. On gün boyunca doğru bildiğim ve bulduğum biçimde konuştum. Tavır koydum. Bir kısmı yayınlandı. Bir kısmı yayınlanmadı. Farklı bir devlet yüzüyle karşılaştığım kesindi. Olgun yaklaşıyorlardı. Oynanan oyunların ne kadar içinde veya karşısında olduklarını kestirmem zordu. Esas aldığım tutum, baştan sona halkların onurlu barış ve kardeşçesine yaşama birlikteliğine fırsat veren bir çizgiyi inançla, kararlılıkla ve bilinçle savunmaktı. Bu durum ideolojik ve politik çizgime ters düşmüyordu. Ayrılıkçılığa ve meşru savunmayı aşan şiddete tavır almam ideolojik hattım gereği olduğundan rahatlıkla tavrımı sürdürdüm.
İmralı yargılamasının meşru, evrensel ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gereği olan bir temeli yoktu. İşin temelinde ağır bir komplo ve kaçırılma vardı. Mahkemenin bu koşullar altında olmaması gerekirdi. Ayrıca AİHS’ne aykırı birçok yönü olduğu AİHM’e de bildirilmiştir. Sembolik olan, genelde hazırlanan senaristleri ve yönetmenleri dışında olan bir tiyatronun kamuoyuna yönelik kısmının oynanması söz konusuydu. Savunmamı bir “demokratik uzlaşıcı ve barış mesajı” olarak vermem bana göre en doğru tutumdu. Kapsamlı bir savunma için ne süre, ne materyal, ne de hazırlık açısından psikolojik olarak uygun bir durum vardı.
İmralı sürecine ilişkin birçok açıklamalarım oldu. Umarım özü olduğu gibi bir kitap ciltleri halinde yayınlanır. Buradaki hususları tekrarlamam fazla anlamlı olmaz. Kaldı ki, bu savunmam tüm avukatlarla diyaloglarımın ideolojik, siyasi ve moral temelini vermektedir ve tamamlayıcı nitelikte görülmelidir. Bazı çevreler içte ve dışta olmak üzere tavrımı tahrip etmek istediler. En sakıncalı durum buydu. Sağlık ve ölümümden bile daha önemli olan bu hususları sürekli açıklığa kavuşturmak istedim. Yaygın olarak yapılan, “Derin devlet ve Genelkurmayla anlaştığım, uzlaştığım veya teslim olduğum” biçiminde bir propagandaydı. Bu propaganda amaçlıydı; hem iç hem de dış taraftarları, bununla gerçek yüzlerini gizlemek istiyorlardı. Bir uzlaşma olsa, durumu ilan etmeyi bir onur bellerdim. Böyle bir durumun olmadığını hep vurguladım. Ateşkes konusu üzerinde ise, 1993’ten beri duruyordum. En son Şam’dayken, tek taraflı olarak ilan ettiğim 1 Eylül 1998 ateşkesine bağlı olarak, 1 Eylül 1999’da koşullar elverdikçe ve makul bir süre kalmak üzere sınırların dışına çekilmeyi, ateşkesi daha gerçekçi kılma kararlılığı temelinde ikinci bir adım olarak attım. Mevcut durum, zorunlu koşullar nedeniyle sınırlı bir gücün içeride, büyük bir kısmının dışarıda meşru bir savunma temelinde üstlendiği, “demokratik uzlaşı ve barış için diyalog” beklentili bir pozisyon biçimindedir.
Siyasetin, hükümet ve parlamentonun çözüm aramamasının sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, mevcut durumun her bakımdan riskler taşıdığı bilinen bir husustur. Bu durum olumlu temelde aşılmazsa, daha büyük ve uzun süreli bir şiddet sarmalının ortamı kaplaması tehlikesi göz ardı edilemez. Uzlaşma, “demokratik ve laik cumhuriyet” kavramının özlü olarak hayat bulmasında aranmaktadır. Türklerin tarih boyunca Anadolu’da oluşturdukları tüm siyasi oluşum ve devletlerde Kürtlerin payının olduğu, bunun en son örneğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ondan önce verilen ulusal kurtuluş savaşıyla kanıtlandığı iyi bilinmektedir. İsyanlar nedeniyle inkar edilen ve günümüze kadar değişik biçimlerde süren bu politikadan vazgeçilmesi halinde, çözüm olanağının ortaya çıkacağına inanılmakta ve beklenmektedir. Kürtlerin özgür yurttaşlar ve halk olarak ve evrensel hukuk ölçüleri de göz önüne getirilerek cumhuriyetle bütünleşmesi stratejik bir yaklaşım olarak görülmektedir.
PKK’nin yeni dönem program, strateji ve taktiklerine yansıyan bu tutum, savunmamın ilgili bölümlerinde genişçe açıldığı için tekrarlamayacağım. Politika ve tavır belirlemesi gereken, devletin üst düzeyidir. Bu gerçeklik sadece Türkiye Kürtleri için değil, tüm parçalardaki Kürtler için stratejik bir yaklaşım olarak öngörülmektedir.
Gerçek bu kadar açık olduğu halde, PKK’ye yönelik tavırların önemli bir kısmı, sarsılan ve açığa çıkan çevrelerin çok çirkin ve hain yüzlerini gizlemek için “Apo Kürt meselesini İmralı’ya gömüyor” iftiralarıdır. Bunları çok iyi takip edip hesap sorma büyük önem taşımaktadır.
Özellikle son on yıldır amansız bir ihanet dayatmasıyla, hem Güney Kürdistanlı işbirlikçiler tarafından, hem de Avrupa’ya sığınmış, her bakımdan Avrupa’ya bağlanmış, moral değer tanımayan ve tüm yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlamış kesimlerce yürütülen bu iftira ve karalama kampanyası kendilerini kurtaramayacaktır. PKK savaş ve barışçıl tutumuyla ortadadır. Gücü, şehitleri ve halkı da ortadır. Bunlar nerededir? Savaş istiyorlar. Kim engelliyor? PKK’yi kışkırtmakla kime, hangi güce hizmet ediyorlar? Dürüstlerse meydan açıktır. Kürt meselesini dağda, ovada, şehirde, köyde, içte ve dışta temsil etsinler. Sonuna kadar direnerek bir örnek göstersinler ki, sahtekar ve iftiracı olmadıklarını kanıtlamış olsunlar.
Güneyli işbirlikçiler on yıldır PKK’nin sırtında otonomi hayali ile yaşıyorlar. Hem YNK hem de KDP, bağlı ve uydu güçleri ile PKK’ye karşı korkunç tavırlar geliştirdiler. Onlar için iki yol vardı: Ya samimi bir özeleştiriyle demokratik uzlaşı ve barışa gelmek, ya da hak etmedikleri ve PKK’siz gerçekleşmeyecek otonomiden vazgeçmek. Bunların kırk yıldır yürüttükleri siyaset ve diplomasi Kürt halkına dört bin yıllık yabancı tahakkümden daha fazla zarar vermiştir. Hiç olmazsa bundan sonra dürüst olmayı, barış ve demokrasiye gelmeyi bilsinler. Aksi halde dünya da gelse, içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını görsünler. Tüm şehitlerin, yoldaşların, halkın ve benim kararlılığımın bu olduğunu unutmasınlar.
Benim İmralı sürecim bu savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir. Tutumum; yarın olacakmış gibi barış ve demokratik uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inançla, kararlılık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam tanıdım, ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağlılıklarını her zaman bana sunanların, bu gerçeğin ne anlama geldiğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre gereğini yapmaları, kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı olmayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir; yaşamını olası her tür gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı tutmayı gerektirir.
İnanıyorum ki, bu savunmamla eksik kalan ve soru işareti uyandıran birçok hususa kapsamlı cevabımı vermiş bulunuyorum. Halkımıza ve yoldaşlara, başta Türk halkı olmak üzere tüm komşu halklardan ve dünyadan dostlara, beklentilerine ve en azından çok merak edilen ve halen yaşadığım ağır koşullar altındaki İmralı sürecine ilişkin yanıtları en kapsamlı bir biçimde vererek borcumu ödemiş olmaktayım. Eleştirilerini aynı sorumluluk altında geliştirmeleri ve eleştirilerimin gereklerini yapmaları da benim kendilerimden beklentim ve hakkımdır.
Halkımız üzerinde Sümerlerden beri geliştirilen kolonileştirme çabalarının ayrılmaz bir parçası olan ve esas olarak dost görünümünde işbirlikçi güçlere ve kişilere dayalı komploların en kapsamlısı olarak hayat bulan 9 Ekim-15 Şubat komplosu, istediği ve planladığı sonuca ulaşmaktan uzaktır. 20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçilerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir tarihi Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir. Bu göreve sahip çıkmak, hem ülkenin güçlü bütünlüğü ve hem de laik ve demokratik cumhuriyetin özlü birliği için tek doğru tutumdur. Bu aynı zamanda tarih boyunca arzulanan onurlu barışın, kardeşliğin, özgürlük ve eşitliğin de yoludur.
15 Şubat Komplosu Halklar İçin Kalıcı Barış ve Demokrasiye Dönüştürülebilir
15 Şubat komplosunu tarihi açıdan yorumladığımızda önemli özellikler ortaya çıkmaktadır:
1- Komplonun genelde Doğu-Batı çatışma çizgisi üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Beni Anadolu'nun, Türkiye'nin zayıflatan noktası olarak değerlendirmektedirler. Batının şımarık çocuğu ve uç noktası olarak Yunan siyaseti beni hep ilkesiz, sadece zarar veren bir pozisyonda görmek istemiştir. Tersine ilişkimin kendilerine zarar vereceğini görür görmez ateşe atmaktan çekinmemiştir. Fakat son komplodaki rolü, esas olarak dostluğu kullanan hain işbirlikçilik biçimindedir. Bizzat planlayan ve uygulayan değil, daha çok taşerondur. Bu taşeronluk karşılığında ilerde Kıbrıs ve Ege konusunda taviz beklediği çok açıktır. Sonraki gelişmelerde bu husus fazlasıyla açıklığa kavuşmuştur. Bizzat teslim etme emrini verenin Başkan Clinton olduğu özel temsilcisi Blinken tarafından basına açıklanmıştır. Bunu terörizme karşı tavırla izah etmek dar bir yaklaşım olur. Bunun arkasında İsrail’in olduğu kesindir. İsrail sağının savaş yanlısı aşırı uç kesiminin Türkiye'ye verdiği sözle bağlantısı güçlüdür. Dönemin İsrail Başbakanı sağcı blok Likud lideri Benyamin Netenyahu'dur. İsrail Ortadoğu'nun stratejik dengesinde Türkiye'yi yanında tutmak için komplonun gerçekleştirilmesinde baş aktör durumundadır; fakat yalnız değildir. Ayrıca İsrail sol demokratlarıyla, Şimon Perez çizgisiyle bağlantısı olacağını tahmin etmiyorum. Unutmamak gerekir ki, İzak Rabin suikastı da sağ uçlarla bağlantılıdır. Clinton, komplonun hazırlıkları yoğunlaştığında Monica şantajıyla etkisiz duruma getirilmiştir ve İsrail lobisinin bir dediğini iki etmeyecek durumdadır. Hem karısı Hillary hem de Monica'nın elinde şantajla birçok Başkanlık kararını çıkarmak imkan dahiline girmiştir. Burada İsrail ve Yunan stratejisi arasında Türkiye konusunda geçici bir işbirliği durumu doğmaktadır. Clinton bunu koordine etmektedir. Koordinasyonun temelleri Londra'da atılmış olup, beni izole ederek Kürtleri ve PKK'yi kendi kontrollerine almanın hesabı çok güçlüdür. Benim önderlik konumum Kürtler üzerinde geleneksel Batı politikasını sarsmaktadır. Olayın özü de bu gerçekliğe dayanmaktadır. Avrupa bu nedenle tasfiye edilmemi çıkarlarına uygun bulmuştur. Çünkü uzun süredir yürüttüğü Kürt politikası yine benim yüzümden boşa çıkmaktadır. Birleştikleri daha genel bir özellik, Doğu kültürünü benim şahsımda çözememiş olmalarıdır.
2- Bu husus teslim edilmemin psikolojik ve kültürel gerekçesini teşkil etmiştir. Batı kültürünün beni eritebilecek bir yapıda olamaması, dışlanması gereken bir kişilik olarak görülmemde etkili olmuştur. Maddi, ekonomik çıkarlar belirleyici olmakla birlikte, kültürel temel de göz ardı edilemez. Güya ikinci bir Lenin veya Humeyni çıkarmak istemeyen havaları etkili olmuştur. Kendi kültürlerinin işbirlikçisi veya taklitçisi olmayan, kendini aşağılayıp onları üstün olarak kabul etmeyen birisine hiç de hoşgörülü yaklaşmadıkları netçe ortaya çıkmıştır. Uygar-barbar çizgiyi bu olayda korumuşlardır. Kişiliğim konusunda uzun süre gözlem yaptıkları belliydi. Kendi mentalitelerine aykırı olduğumu çoktan kararlaştırmış gibi bir atmosferde buldum kendimi. Bu atmosfer bilinçli yaratılmış bir durumdu.
3- Avrupa kapitalizminin son iki yüz yıllık Kürt politikasına özünde bağlı kalınmıştır. Bu politikanın temelinde, başta Türkler olmak üzere İran ve Arapları kendine bağlı kılmakta Kürtleri bir tehdit aracı olarak kullanma yatmaktadır. Ben Kürt sorununda ya savaş ya barışla nihai bir çözümü zorlamaktaydım. Onlar ise bu sorunu hep ellerinde kullanacakları bir koz olarak bulundurmayı esas almaktaydılar. Bu silahın ellerinden alınması hiç de çıkarlarına gelmiyordu. Geleneksel sömürgecilik politikasının en kirli bir kalıntısı olarak değerlendirmekten vazgeçmek istemiyorlardı. Stratejik olarak çözümlenmiş bir Kürt sorunu, onlar için henüz zamanı gelmemiş bir konuydu. İran, Irak ve Türkiye ile hesaplarını tam olarak görünceye kadar Kürt kozunu saklı tutma pozisyonu açıkça görülüyordu. Bu, tıpkı Türkiye’de bazı kesimlerin çıkarlarını sorunun sürüp gitmesine bağlamaları gibi bir tavırdır; Kürtler açısından ‘ne öl ne kal’ politikasıdır. Ölmeyecek kadar sahip çıkma, yaşamayacak kadar uçurumda tutma gibi vahşi bir yaklaşımdır. Biraz destek verselerdi, doğru temelde son derece olumlu koşullar doğabilirdi. Örneğin bugünkü Kosova ve Makedonya’da gösterdikleri yaklaşımı Kürtler için de ısrarla sergileseler, sorunlar çoktan hal yoluna girerdi. Benzer bir durum İsrail ile Araplar ve Rusya ile Çeçenler için de geçerlidir. Çıkarları sorunların uzun vadeli sürmesinde yatmaktadır. Ama Avrupa’nın içini, yakınını ilgilendirdiğinde, hızlı ve yoğun davranabilmekte ve çözüm geliştirebilmektedirler. Benim durumum konjonktürel olarak bu tür çözümü çıkarlarına uygun kılmadığından dışlanmayı olağan kılmaktadır.
4- Teslim edilmemde Kürt özgürlük hareketi ve Önderliğinin tasfiyesi belirgin bir amaçtır. Kürt işbirlikçilerle yıllarca yürütülen ilişkiler bu tasfiyeyle tekrar işlevsel kılınmak istenmiştir. Güya liberal-demokratik Kürt önderliği yaratılacak, her devletin kendisi için hazırladığı Kürt öğeler doğacak boşluktan çeşitli örgütler yaratacaklardı. Bu konuda Almanya başı çekmektedir. Alman yanlısı Türk, Kürt, Arap ve İranlı gruplar yaratmak, eski bir Ortadoğu politikasıdır ve bu politika Enver Paşadan beri işlevsel olmuştur. Iraklı Kürtler bu politikanın kurdu olmuşken, son dönemlerde Türkiye’de de ileri adımlar atılmak istenmiştir. Dış güçlerin himayesi altında palazlanmak bir geçim tarzına dönmüştür.
Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmemesi, bir kez daha tasfiye ve parçalama çabalarına ağırlık vermeye yol açacak ya da dağılıp gideceklerdir. Ayrıca sınırlı da olsa gelişen barış koşullarını istismar etmeye çalışacaklar; özgürlük hareketinin özgür sivil toplumu yaratamaması istismar çabalarını arttıracaktır. Dolayısıyla gerek eski tarikat tarzı gerici örgütlenmelere, gerekse işbirlikçi sahte sivil toplum kuruluşlarına dikkat etmek, halkı aldatmalarına fırsat vermemek büyük önem taşır.
5- İmralı sürecini Anadolu ve Mezopotamya’nın kardeş kültürlerindeki barışın dirilmesine vermek savaştan daha zor, sonuçları ise daha devrimci ve üretkendir. Kültürel varlıkların özgür kullanımına dayalı bir barış, Anadolu ve Mezopotamya Rönesansı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci özüne de en doğru yanıt olacaktır. Her savaşın bir barışı olduğu ilkesini gözeterek, halkların çıkarına en uygun barış çabaları son derece gerekli ve önemlidir. Savaşlarının barışını getiremeyenler başka güçlerce hem de kendileri aleyhine kullanılmaktan kurtulamazlar.
Barışı araştırmak ve sınırlı da olsa geliştirmek, kayıp veya boş işlerle vakit kaybetmek anlamına asla gelmez. Savaşlarının gerçekçi barış yollarını geliştiremeyenler, askeri olarak kazansalar bile sonunda boşa çıkarılmaktan kurtulamazlar. Barış konusunda yanlış bir hesap en önemli askeri kazanımları bile anlamsızlaştırır. Halkına ve askerine karşı sorumlu önderler barış sorunlarını en az askeri sorunlar kadar incelemeyi ve gerçekçi çözümler bulmayı amaç edinen kişiliklerdir. Bunu beceremeyen önder ve komutanlar kaybetmekten kurtulamazlar.
İmralı sürecindeki barış çabalarına yönelik tutumların kimlerden kaynaklandığına bakıldığında, sürekli yozluk, marjinallik, hizipçilik ve düşmanlığı bir sanat haline getirenlerin bunda rol oynadığı görülecektir. Çünkü anlamlı ve ciddi olan bir barış; sahte, topluma hizmet etmeyen ve bireyi yüceltmeyen kaosu ortadan kaldırır, yasadışı durumları önler, düzenin meşru geçim ve yaşam tarzını egemen kılar. Yeteneği ve yaşam tarzı buna göre denk olmayanlar ve zamanında dönüşmeyenler, barışı ne anlar ne de isterler. Bunlar savaşın acılarını ve zorluklarını da bilmezler. Buna rağmen sürecin ciddiyeti görülmelidir. Tam başarıya gitse de gitmese de, bu süreç önemlidir. Bunun ardından gelişecek bir savaş bile eskisinden farklı olacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı tarihinin en uzun süreli krizi, geçmiş savaşın sonucudur. Bu doğru itiraf edilmeden ve adil bir barışa dönüştürülmeden kriz ortadan kalkmaz. Çünkü nedeni doğru teşhis edilmek istenmiyor. O halde tedavi de doğru olmayacaktır. Türkiye 2000’li yıllarda bu çelişkiyi yaşamaktadır. Kriz ya yeni, ya daha kanlı bir savaşla, ya da adil ve onurlu bir barışla ortadan kaldırılabilir. Aksi halde günlük olarak yaşanan toplumsal kâbustan kurtulamaz.
6- İmralı süreci Kürt halkı için ve kurumsal olarak benim açımdan üçüncü doğuş dönemidir. Birinci dönem, tarımcıl köy toplumunun 20. yüzyılla çelişen koşullarındaki anadan doğuş ve resmi model topluma kadar geçen süreyi kapsar. Bu dönem arada 15 bin yıllık tarih bulunan bir kopuş sürecinin büyük anlam ve yetersizlikleri içinde geçti. 15 bin yıl öncesi, sonrası yaşam ağı çözümlenememektedir. Bu çözümsüzlük, aile içi ve köy sosyal savaşımına yol açtı. Bir köy isyancısıydım. Bu isyan resmi topluma geçişe kadar devam etti. Daha sonra bu sürece ilkokulla başlayan ve çeşitli aşamalardan geçerek oligarşik cumhuriyete karşı başkaldırıya kadar devam eden ikinci yaratılış süreci eklendi. Don Kişot’un yel değirmenine saldırısına benzeyen bu dönem, sorunların açığa çıkmasına ve daha da ağırlaşmasına yol açtı. Neolitik ve feodal toplumun çelişkilerine kapitalist özellikler de katıldı. Devrimci tarz olmadığı için, bir kargaşa ortamı egemen oldu. Başvurulan isyan kendi içindeki gericiliği bile çözümleyemedi. Yirmi yıl kadar süren bu isyan aşaması, bölge ve dünya çapında etkilemelere yol açtıktan sonra, önüne çıkan çıkmazların sonucu olarak İmralı sürecine dönüştü.
İmralı koşulları yalnız kişi olarak değil, cumhuriyet ve halk olarak üçüncü bir doğuş anlamına gelmektedir. İkinci doğuş şiddet ve savaşla doğmayı, temizlenmeyi ifade ediyordu. Doğada ve toplumda her olguda geçerli zıtlıkların varlığı ve birliği yasası gereğince şiddet temelinde yeterince uzun süren oligarşik cumhuriyete karşıtlık dönemi, yerini demokratikleşmeyle gerçekleşecek olan laik ve demokratik cumhuriyete bırakacaktır. Çelişkisiz gelişme sağlanamayacağı gibi, çözümsüz kalan anlamsız çelişkilerle sürekli boğuşmakla gelişmenin sağlanması şurada kalsın, ancak tahribat, yıkım ve krizler gelişebilir. Türkiye çelişkilerini yeterince anlamakta ve zamanında çözmekte geciktiği için doğal olarak kriz sürecine girmiştir ve bir türlü çıkamamaktadır.
Süreç tüm güçler açısından yeniden bir doğuşu ve şekillenmeyi zorlamaktadır. Devletten ekonomiye, siyasetten hukuka, ahlaktan sanata kadar her alan sarsılmakta, bunalmakta ve krizle birlikte çözümü aramaktadır. Benim İmralı sürecim bu gerçeği tetikleme anlamına da gelmektedir. Nasıl ki daha önceki süreç ‘ben ve savaş’ olgusu olarak anlam bulmuşsa, bu yeni süreç de ‘ben ve barış’ olgusu anlamına gelmektedir. Kurumsal olarak varlığımın temel bir parçası, Kürt özgürlük bilinci ve iradesidir. Savaşla deneyimden geçen bu bilinç ve irade şimdi barış sürecinden geçmektedir. Savaş süreci anti-feodal ve anti-oligarşik cumhuriyet olarak kendini formüle ederken, barış süreci ‘demokratik ve laik cumhuriyet’ olarak özde ve biçimde kendini yenilemek biçiminde ifade etmektedir. Ayrılık ve şiddet istenmiyor ve sistemden tümüyle dışlanmak isteniyorsa, Kürtlerin emekleriyle tarih boyunca Türklerle yaşadıkları devletleşme ve uluslaşma sürecinden zorla, inkar edilerek dışlanmaması gerekmektedir. Barış, siyasetin ve hukukun Kürtlerin kültürel varlıklarını diledikleri gibi özgürce yaşayarak cumhuriyetle bütünleşmelerine yer vermesini şart kılmaktadır. Özgür Kürt iradesinin inkarına dayalı cumhuriyet oligarşiktir ve bunun şiddeti ve ayrılığı doğurması kaçınılmazdır. Özgür birliğe, yani demokratik uzlaşıya açık olması, barış ve birlik içinde yaşamak demektir. Bunun uygulanmaması, oligarşik cumhuriyetle demokratik cumhuriyet arasındaki mücadelenin henüz sonuçlanmamasından ötürüdür. Bu açıdan sembolik olarak İmralı süreci tarihi bir evreyi işaret etmektedir. Bu süreç ya barışı doğuracaktır; ya da eğer bunda başarılı olunmaz ve oligarşik cumhuriyetin inkar ve imha politikaları devam ederse, o zaman bunu daha yoğun ve kapsamlı bir şiddetle birlikte ayrımın derinleştiği bir süreç izleyecektir.
Türkiye’nin tarihinde ilk defa en derinliğine yaşadığı krizin altında bu temel gerçeklik yatmaktadır. Çözümleyici saha olan siyaset olgusunun Meclis ve Hükümet olarak konuyu gerçekçi ve zamanında ele alıp üstüne düşeni yapmaması, sorunların üstünü örtüp çürümeye ve çözümsüzlüğe terk etmesi, basında da yoğun işlendiği gibi krizin kaynağının siyaset olduğunu göstermektedir. Siyaset idam kararını üzerimde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak sonuç alacağını sanmakta ve en büyük yanlışı burada yapmaktadır. Bu yaklaşım Türkiye’yi dıştan ve içten dayatılan ve özünde rantçılık ve yolsuzluk çetesine dayanan bir sisteme, dolayısıyla krize mahkum etmekte; her yıl, hatta her ay milyarlarca Dolar maddi kayıp verdirmekte, manevi olarak da derin acılara ve sıkıntılara boğmaktadır. Madem on beş yıllık savaş, toplam bilanço olarak 40 bin kişinin ölümü ve yüzlerce milyara varan maddi kayıp söz konusudur; o halde yapılması gereken bu olguyu bütün tarihsel, toplumsal ve uluslararası koşullar içinde ele alarak doğru bir tanımlamaya ve çözüme gitmektir. Bu yapılmadıkça, krizin çok boyutlu olarak daha da tırmanması kaçınılmazdır.
Kişi ve önderliksel kurum olarak İmralı sürecim, bu çerçeve altında sorunu değerlendirmeyi gerektirmektedir. Faydacı ve ucuz kullanmacı zihniyetlerle bu gerçekleşmeyince, ister resmi devlet çevresinden, ister işbirlikçi Kürt çevrelerinden gelsin, geliştirilen inkar, iftira ve imhacı yaklaşımlar ucu yine çıkmaza dayalı bir savaş dönemini dayatmaktadır. Bu oyuna düşmemek için çok duyarlı ve anlayışlı davranmakla birlikte, İmralı’da maddi ve manevi imhama dayalı bir gelişmenin tüm Türk ve Kürt özgür irade güçlerinin imhaları anlamına geleceğini bilerek, özgürlük savaşımının halklarımızın lehine sonuçlanması için, meşru savunma savaşının tüm stratejik ve taktik hazırlıklarının yarın savaş başlayacakmış gibi sağlam yürütülmesi, bu sürecin başarısının en temel koşullarından birisidir. İmralı’nın devlet, toplum, halkımız, PKK ve benim açımdan tarihi anlamı budur.
7- 15 Şubat komplosunun Avrupa, ABD ve AİHS açısından da doğru tanımlanması gereken bir anlamı vardır. Kürt özgürlük iradesine karşı girişilen ve kesinlikle hukuk dışı ve AİHS’ne aykırı olan gözaltı ve tutuklanma durumum, Türkiye Cumhuriyeti’nden ziyade, ABD ve AB kurumlarını hem hukuki hem siyasi olarak sorumlu kılmaktadır. Çünkü savunmamda kapsamlı olarak açıkladığım gibi, söz konusu güçler ve kurumlar sömürgeci bir siyasi anlayışla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini çiğneyen, hukuka aykırı bir tutum sonucu bu durumu yaratmışlardır. Dolayısıyla AİHM’ne giderken, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin AİHS’ne aykırı durumunu değil, esas olarak AB ve ABD’nin şahsımda Kürt özgürlük iradesine karşı işledikleri hukuk ve ahlak dışı sorumluluklarını yargılamada göz önünde bulundurmak birincil öncelik taşımaktadır.
Avrupa’nın üç önemli başkentinde gerileceğim veya içine konulacağım çarmıh (Kürtçe kelime: dört çiviyle çakılmak) veya tabutluğuma çivi çakılmıştır. Sonra ince bir kapitalist oyunla Afrika yamyamlarının elinden Türk uçağına atılmışım.
Çarmıha ilk gerildiğim yer, başkent Atina’dır. Atina, ister şaşkınlığından ister kör intikamcılığından esinlenen gerici bir kültür ve korkak bir ruhla, Anadolu üzerindeki üç bin yıllık egemenliğini kaybetmesinin acısını çıkarmak istemiş; benden Anadolu Türklüğüne karşı ucuz ve ilkesiz bir zafer beklemiştir. Bunun pek mümkün olmayacağına anlayınca, sanki benim sahibim kendileriymiş gibi, Kıbrıs ve Ege’de bazı tavizler karşılığında bir hediye paketi veya bir kurbanlık koyun gibi Türk Hükümetine sunma ihanetinin tarihte eşi görülmemiş alçaklığını ve dostluk kitabından hiç yeri olmayan şerefsizliğini göstermiş; AB üyesi olarak, AİHS’ne karşı hukuk suçunu işlemiştir. Hiçbir karşı bahane ileri sürülmeden, bu olaydaki büyük ahlaksızlığı ve hukuk karşısındaki suçu nettir. Gerekirse bu çok sayıda tanık ve açıklamayla kanıtlanabilir.
Yunanlı yazar Kazancakis, ‘İsa’nın Yeniden Çarmıha Gerilmesi’ romanını çoktan yazmıştır. Ama benim konumum bireysel değildir. Önderliğine ölümüne bağlı milyonlarca özgür iradeli Kürde de çarmıha gerilme eylemi uygulanmıştır. Yunanlılar kendilerini tanrı Zeus’tan beri çok kurnaz sayabilirler. Zeus’un alnından yarattığı kızı tanrıça Athenna, hileyle Troyalı Hektor’u, kardeşi Deiphobos’un kılığına girerek savaşın ateşine atıp tasfiye edebilir. Böylece Anadolu’nun kapısını açabilir. Bu gerçeklik mitolojide geçer. Ama ben 2000’e bir kala, 20. yüzyılda yaşarken bu tuzağa düşürüldüm. Kendileri beni öldürseydi, bir komployla da olsa kaza süsü vererek bunu gerçekleştirseydi gam yemezdim. Kültürleri gereği olup biterdi. Ama hiçbir insanlık kitabında ve hiçbir ahlaki ilke içinde yeri olmayan paketleme usulü bir hediye halinde, 30 bine yakın şehidin acıları ve analarının gözyaşları arasında, hiç de hazır olmadığım ve hala benden bir şeyler umut ettikleri en kritik bir anda, Türk özel savaş timlerine teslim etmeye nasıl cesaret edebilir? Arkalarında ABD Başkanı Clinton varmış, o emretmiş. (Özel Danışmanı Blinken bunu resmen basına açıkladı.) Yunan Hükümeti de dostlukla oynayarak bunu uygulamış.
Clinton o dönemde Senatonun Monica Skandalini yargılama kıskacı altındadır. Karısı Hillary ve sevgilisi Monica, ikisi de çok önceden hazırlanıp Beyaz Saray’ın içine sokulmuş iki Yahudi kökenli kadın ajandır. Yahudiler bu sanatı kendilerine Allah’ın verdiğini söylerler. İncil’de İbraniler bahsinde geçtiği gibi, ilk kadın ajan olarak fahişe Rahav’dan övgüyle bahsedilirken, Clinton Kızılderilileri avlayan beyaz adamın kovboy kültürlü haddini bilmez son temsilcisidir. Sırf yaşadığı Monica Skandalinden ucuz kurtulmak için, MOSSAD’ın şart kıldığı beni teslim etme iradesinin uygulanması, Yunan Hükümetinin görevi olamazdı. Büyük ABD Başkanının desteği için her şey yapıldı. Yoksa başka türlü bu komplonun ahlaksızlığı ve hukuk dışılığı göze alınamazdı.
İsrail, Türkiye üzerinden stratejik bir denge kurmak için beni kurban etme hakkına sahip olamazdı. Ortak atamız Hz. İbrahim bile insan kurban etmeyi ilk dinden kaldıran peygamberdir. Onun anısına, dinine saygı gereği, MOSSAD’ın bu kurbanlık eylemine girmemesi gerekirdi. Üstünlük için bir ahlaki sınır olmalıdır. Hiç olmazsa Yunan Hükümeti bu kirli oyuna alet olmamalıydı. Türkiye üzerinde böylesine ince oyunlarla aralarında anlaşıp hiç de akıllı olabileceğine inanmadıkları ben Kürdü bir canlı atom bombası gibi kullanmamalıydılar. Bir gün Kürdün de aklının başına geleceği ve intikamını örgütleyebileceği hesaplanmalıydı. Binde bir de olsa bu ihtimal de hesapta tutulmalıydı. Ortodoks Hıristiyanlığının merkezinde her bakımdan İsa Mesih’in ruhunu yeniden çarmıha geren bu suç böylesine ucuz işlenmemeliydi. Yahuda İskaryotluğun çağdaş türevi olunmamalıydı. Daha da kötüsü, sahtekarca açıklamalarla bu vahim ahlaksızlıkla suçluluk örtbas edilmemeliydi. Fazla uzatmayacağım. Atina’da hazırlanan çarmıhın veya tabutuma ilk çivinin çakılmasının tarihi ve insani anlamı bu çerçevededir. Eğer dürüst davranmak esas olacaksa, bunun hem siyasi hem de hukuki yönlerinin kesinlikli göz önüne alınması gerekir.
İkinci çivi Moskova’da çakılmıştır. Buna hiç şaşırmadım ve kızmadım. Şikayet etmeyi de pek anlamlı bulmuyorum. En soylu değerlerine bile en aşağılık biçimlerde vurdumduymaz kalan Rusların ve Hükümetinin herhangi bir insani ve ahlaki kaygı taşıdığına ihtimal vermedim. Ruslar para için feda etmeyecekleri bir değerin olmadığını bu dönemde fazlasıyla kanıtlamışlardır. Avrupa Konseyi üyesi olarak Rusya, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla parlamento durumunda olan Duma’nın bire karşı 298 oyla kabul ettiği siyasi iltica istemimi göz ardı edip, beni zorla Rusya’dan atması hukuk dışıdır. Bu da AB ve AİHM’ni ilgilendirir.
Avrupa’nın mukaddes başkenti Roma’da çakılan üçüncü çivi Papanın gözü önünde olmuştur. Her ne kadar başta büyük insan Aziz Paul da Roma’da ilk öldürülen Hıristiyan olmuşsa da, benim için ölümden beter bir süreç dayatılmamalıydı. Avrupa ve Roma çağdaş uygarlığı temsil ettiği iddiasındadır. Roma 2000’e bir yıl kala Saint Paul’a yapılan bir uygulamayı ikinci kez denememeliydi. Aynen onun gibi ben de Şam’dan geliyordum. Uygarlık üzerine bazı gerçekleri dilimin döndüğü kadarıyla anlatacaktım. Neden bu kadar kabul etmez duruma geldiler? 66 gün demirden bir kafes içinde tutar gibi, her tarafıma çelik gibi polisler yerleştirerek davrandılar. Ben henüz adını bile kabul ettirememiş, hiçbir insani hak tanınmayan, tarihin en eski bir halkının varlığını ve özgürlük istemlerini de dillendirecektim. Bunun Avrupa siyasi ve hukuki değerlerine göre bir hak ve demokratik talebi olduğu açıktır. Bu hakka hiç saygı gösterilmedi. Kaçırtılmam için her şey yapıldı. Çarmıha gerilmenin bütün psikolojik işlevleri yerine getirildi ve postalandım. AİHM gerçekliğin bu yönü üzerinde durup, AB’ne biçim ve ruh vermiş olan başkent Roma’da neden böyle bir durum gelişti diye hesap sormalı ve gereğini göz önüne getirmelidir.
Kenya’nın başkentine kaçırılmam tamamıyla Avrupa ve ABD’nin ortak iradesiyle gerçekleşmiştir. En aşağılık rolü de şımarık çocukları Yunan Hükümetine oynatmışlardır. Bunun hikayesi uzundur. Kısmen bahsettim. Bu kaçırılma ve Kenya Elçiliklerinde teslim etme gerçeğini gerekirse sözlü olarak da AİHM’ne uzun uzun ve kanıtlamalı olarak anlatırım. İpe çekme, paketi, tabutluğu veya çarmıhı taşıtma görevinin çok iyi terbiye ettikleri Afrika’nın Kenyalı yamyamlarının elleriyle gerçekleştirilmesi komplonun en kirli işlerinden birisidir. Güya Avrupa tertemiz oldu, suçu Kenya işledi. Açık ki, Avrupa halkları kırdırtmada epey tecrübe kazanmıştır. Burada da basit bir siyasi cellat rolü oynatmıştır. Kamuoyundan ve yasalardan çekindikleri için, biraz da bu taktiği devreye sokmuşlardır. Yani Avrupa’da asla kirli iş olmaz; olsa olsa yamyamlar arasında olur!
Kenya’da ABD’nin rolü açıktır. Zaten ABD Başkanı kendi rolüne, yani teslim etme emrine sahip çıkmıştır. Bence Yunan İstihbaratıyla CIA’nın bu dolabı Türk aşkına çevirmedikleri kesindir. Ölümümün Türklerin elinde gerçekleşmesini stratejik bir amaç olarak benimsediklerinden kuşku duymuyorum. İngilizlerin yaklaşımının da bu olduğuna inanıyorum. Bana göre kısmen benim kaba bir direnişçi gibi Türk düşmanlığı yapmamam, kısmen de Türk Genelkurmaylığının ihtiyatlı yaklaşımı, bu oyundan bekledikleri bombanın hem de benim şahsımda on binlerin canına mal olabilecek biçimde patlamasını önlemiştir. 21. yüzyılın bir Kürt-Türk çatışma yüzyılı haline gelmesi önlenmiştir. Fakat her iki tarafa da, hem Türklere hem de Kürtlere dostluk maskesi altında oynanan bu oyunun tarihte eşine hiç rastlanmayan, Bizans oyunlarından da beter en alçakça ve şerefsizce bir komplo olduğu açıktır. Hem Türklerin hem de Kürtlerin komplonun bu yönünü mutlaka görmeleri gerektiği inancındayım.
İsrail, benim dünya çapında tecrit ve teslim edilmemde belirleyici rol oynamıştır. Benim Ortadoğu’ya çıkışımı ve Kürt hareketinde yeni bir çizgi geliştirmemi stratejik açıdan kendine rakip ve tehlikeli bulmuştur. Geleneksel olarak Kürt hareketi denilince Irak Kürt işbirlikçi güçlerini esas almakta, çok yönlü ilişkilerle onlar vasıtasıyla tüm Kürtleri stratejik bir ağ içine almaya çalışmaktadır. Bu ağı parçalamam ve oldukça bağımsız hareket etmem, ayrıca işbirlikçilerin hareket sahalarını sürekli daraltmam ve Arap sahasında çok kalmam, hakkımda dünya çapında strateji geliştirmelerine yol açtı. İsrail için sanırım Arafat’tan çok daha fazla istenmez bir durum arz ediyorum. Türkiye’yle benim hakkımda stratejik ittifaka girmelerinde bu etkenler temel rol oynar. Bu stratejinin İsrail sağına ait olduğundan kuşkum olmamakla birlikte, solu temsil eden Şimon Perez çizgisince ne kadar benimsenip benimsenmediği açığa çıkmış değildir.
İsrail 9 Ekim 1998’den önce bana el atmıştır. 6 Mayıs 1996 bombalamasından haberi ve desteği vardır. Yunanistan’ın ne kadar taşeron olarak kullanıldığı incelenmeye değer bir konudur. Başbakan Primakov’un beni Moskova’dan sürmesi kesinlikle İsrail ve Yahudi lobisiyle bağlantılıdır. Bizzat son seferinde Ariel Şaron’un geldiğini hatırlıyorum. İtalya’yı ABD üzerinden sıkıştıran da İsrail’dir. Londra’da, Avrupa’da istenmeyen adam olarak tavır çizilmesinin arkasındaki gücün de MOSSAD olduğu güçlü bir olasılıktır. ABD’yi aleyhimde teslim etme emrini vermeye zorlayan da Yahudi gerçeğidir. Ben İsrail’in bu tavrını hep Çıkış’ta Musa’nın başına getirdikleri ve belki de öldürdükleri tavra benzetirim. Demokratik bir Ortadoğu’da Yahudi halkının da yerinin olmasını hep isterim. Yine Yahudi bilim, sanat ve felsefe gücüne hayranlık ve saygı duydum. Bana karşı yaptıklarıyla kendilerine çok zarar verdiklerini her geçen gün daha iyi anlayacaklar. Kürtler bu yönlü gerçeği gördükçe daha çok uyanacaklar, güçlerine kavuşacaklar ve adaleti gerçekleştirebileceklerini kanıtlayacaklardır.
Reber APO
- Ayrıntılar
Gerilla yine kleşlerini konuşturdu. Direnmenin, şehitlere ve bin bir emekle yarattıkları değerlere sahip çıkmanın yolunu bir kez daha gösterdi. Kürt halkına dayatılan soykırım gerçeğini yıkmak, tarihten silmek için direnişçilerin, kahramanların izinde yeni bir destan yazdı.
İkinci Çele Eylemi yine düşmanı şoka sokan, çaresiz kılan, ne yapacağını bilemez duruma getiren etkili bir darbe oldu. En olmaz denen koşullarda gerçekleştirilen bu eylem gerillanın neler yapabileceğini göstermenin önemli bir göstergesi tabii. Kardı, kıştı, karşıda devasa teknik vardı, her yer gözetleniyordu, dünyanın teknolojisi devredeydi, en usta eğitilmiş paralı askerler vardı. Hepsi de fazlasıyla doğruydu. Ama gerilla yine vurdu.
Kim engelleyebilir ki fırtınalı yürekleri? Kim engel olabilir ki intikam ateşiyle bezeli ruhları? Kim sınırlandırabilir ki koşulları aşmayı yaşam felsefesi haline getirmiş gerillayı?
Nafile çabalar uzun süre devam ettirildi. Yok, dağılıyorlar, yok, teslim oldular, yok, savaş kapasitesi kalmadı.
Bilmeyenler olabilir ama normal gerilla ve savaş düzenlerinde aynı hedefe yönelik eylem, saldırı gerçek anlamıyla bir risktir. Çünkü en son eylem yapılan, üzerine ölüm tehdidinin geldiği alan ve orada bulunan askeri güçler daha tetikte, daha duyarlıdır. Savaş teorisinde de yerini bulan bu durum şüphesiz asker, ordu psikolojisinin düzeyinden yola çıkarılarak düzenlenmiştir.
Çele’de bulunan tüm askeri güçler de Türk ordusunun tüm Kürdistan genelindeki askeri üslerinden daha yoğun bir duyarlılığa, tedbire ve teknolojik donanıma sahip güçlerdir. Sınır üzerinde ortalama üçer kilometre ara ile konumlanmış bulunan askeri tepe, karakol ve mevziiler birbirlerini savunma esprisi temelinde yerleştirilmişlerdir.
Her tepede ya da mevzii de 70’den az olmamak kaydıyla 300-400 kişiye kadar çıkan sayıda asker bulunmaktadır. Bu askerler termal denilen ısıya duyarlı gözetleme sistemleri, gece görüş dürbünleri, hareket detektörleri ile keşfi sağlayan, yine görülen hedefleri güçlü vurmak için de tank, obüs, havan, katuşa gibi bombardıman silahlarına, yine çeşitli çap ve nitelikte ferdi silahlara sahipler.
Tabii hava şartlarına uygun olarak her türlü ekipman ve donanıma sahip küçük ordular oluyor bunlar. En son ayartılan, sözde özel, profesyonel tecrübeli askerleri de unutmayalım. Her biri uzun süreler eğitim almış, gerilla eylemleri ve hareket tarzı hakkında sıkı bir eğitimden geçirilmiş askerler.
Tabii hedef aldığımız Çele’de durum biraz daha farklıdır. Çele nüfusundan daha çok asker ve polis gücünün konumlandığı Çele ilçe merkezinde bulunan askeri hedefler daha iyi korunan, sürekli gözetim altında bulunan yerler. Şehir merkezinde olmanın getirdiği avantajlar yukarıda saydığımız özelliklerin yanında ordu için diğer bir avantaj.
Tüm bunlara rağmen bu ordu yine de gerillayı durduramamıştır.
Nafile örgütlenmeler ve çabalarla bizi durdurabileceğini düşünenler yine darbe almışlardır.
Kayıplarını her zamanki gibi gizlediler. Aşina olduğumuz bir şey. Düşman, kayıplarını ancak kendisi açısından propaganda malzemesi haline getirebildiği durumlarda açıklar. Ancak o zaman kayıplarının çokluğunu göstererek halkta kendisi için destek aracı haline getirir. Zaten bu eylemdeki kayıplarını verselerdi şaşardık. Çünkü kendilerini yalanlamış olacaklardı.
Son aylarda sıkça söylüyorlar ya, bitirdik, yok ettik, kökünü kuruttuk diye. İşte o sebeple bu eylemdeki kayıplarını açıklamış olsalardı durumun hiç de öyle olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf etmiş olacaklardı. Bu sebeple kayıplarını gizlemek zorunda kalmışlardır. Ama herkes neyin ne olduğunu iyi biliyor. Eğer kayıplar o kadar çok olmasaydı dışarı haber sızmasın diye kaçak yollarla götürmezlerdi cenazelerini.
Bu eylemle bir kez daha gerilla karşısında sadece teknik üstünlüğüne dayalı savaş yürüten bir düşman gerçeği olduğu, buna rağmen gerillanın irade ve azmi karşısında hiçbir şansı olmadığı ortaya çıkmıştır. Yenilen darbe yenileceklerin habercisi olduğundan ordu ve emrindeki askerler, yine onları savaş sahasına süren yeşil Türkçü faşist odaklar daha bir panik, daha bir korku içindeler şimdi.
Şüphesiz bu eylem, diğer tüm eylemlerimizde olduğu gibi şehit yoldaşlarımızın emekleriyle kazanılmıştır. 49 numaralı tepe olarak adlandırılan karakol ve güvenliğini tutan tepeye yönelik gerçekleştirilen baskında 4 güzel yoldaşımızı şehit verdik.
PKK’nin mayasında var olan o direnişçi özü, saldırı ruhunu, fedai duruşunu sergilemekten bir an bile geri durmayan, tereddüt yaşamayan yoldaşlarımız eylemimizin başarısı için canlarını ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Viyan, Şayan, Diren ve Rojhat yoldaşlar Kürt Soykırım Günü olan 15 Şubat’ın arifesinde bugünleri yaratan şehitler ordusuna katılarak Önderliğimiz etrafındaki ateşten çemberin halen tüm sıcaklığıyla var olduğunu ispatlamışlardır. Yoldaşlarımızın anısını düşmana darbe üstüne darbe vuran gerilla direnişinde önümüzdeki süreçte daha güçlü yaşatacağız.
Şehit yoldaşlarımız keskin biçimde süren mücadelenin dışında kalmamış, Kürt halkını, gençlerini, kadınlarını, çocuklarını yalnız bırakmamışlardır. Halkımızın gösterdiği direnişin ruhu, duygusu, bilinci, cesaret ve fedakarlık ölçüsü olarak her zaman olduğu gibi özgürlük mücadelemizin gerçek çekim güçleri, yürütücüleri, komutanları oldular.
Hepimize, tüm halka doğru tutumun nasıl olması gerektiğini gösteren bu şahadetler özgürlük mücadelesini daha doğru çizgide, kesin bir başarıyla yürütmemizi emrediyorlar. Emirlerine uymak, özgür bir halk ve özgür bir yaşam uğruna durmadan mücadele etmek, direnmek sözümüz, eylemimiz olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Memleket kar altında. Bırakalım dağları şehirler de bile metrelerce yağan kar bu seneki kışın ne kadar sert olduğunu gösteriyor. Ama bu havalar bile gerillayı durduramadı. Öyle ki 9 Şubat günü en amansız ve soğuğun kemiklerde hissedildiği anlarda, Çele’de gerçekleşen ve en az 43 askerin öldürüldüğü eylem bile savaşın da ne kadar sertleştiğini gösteriyor.
TV’ler günlerdir bol karlı bir kış geçirdiğimizi gösteriyorlar. Tabi ekranlardaki görüntülerin çoğu şehirler ve çevresinde çekilen görüntüler oluyor. Karların yağdığı esas mekanlar yani dağlarsa hiç gösterilmiyor.
Oysa dağlardaki havalar çok daha karlı ve çok daha sert. O kadar çok kar var ki birçok yer ucu bucağı görülmeyen kocaman bir beyaz örtü gibi. Ve bu örtünün üzerinde rüzgarın kaldırdığı kardan başka hiçbir hareket görünmüyor. Esen rüzgara rağmen bu uçsuz beyazlık havada tuhaf bir sessizlik oluşturuyor. Toprakla birlikte sanki canlılar da kar altına çekilmiş. Soğuk ve sessiz hava insanın içinde tuhaf hisler yarattığı gibi sonsuz karların oluşturduğu görüntü derin bir huzur veriyor. Hele hele bir de yağan karın altında sessizce yürümek insanda hayranlık uyandıran bir hava oluşturuyor. Böyle havalara rağmen özgürlük savaşı için attığın her adım, içindeki bu huzuru daha da büyütüyor.
Tabi kış demek gerilla için en zor anların yaşandığı süreçler de olmaktadır. Kolay değil metrelerce karın içinde yaşamak ve mücadele yürütmek. Hele hele böyle anlarda eylem yapmak ise, ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide cambazlık yapmak gibi bir şeydir. Yani imkansızı başarmaktır. İşte Kürdistan gerillası her zaman olduğu gibi imkansızlar içerisinde neler yapabileceğini bir kere daha gösterdi. Hem de bu dağlarda en çok karın yağdı bir alanda yani Çele’de.
Gerilla, bu sert kış koşullarına rağmen Çele’de toplam 12 askeri üssü hedef alan başarılı bir eylem gerçekleştirdi. Buralar dağlardaki en sert kışın yaşandığı alanlardan oluyor. Gerilla AKP hükümetinin ve Türk ordusunun faşizan saldırılarına hiçbir zaman sessiz kalmayacağının mesajını en etkili bir biçimde verdi. Öyle veya böyle her koşulda ve her zaman savaşacağını gösterdi. Ve gerçekleşen bu eylemde gerillanın üzerine gittiği düşman sayısı 43 ama düşmanın kayıplarının daha fazla olduğu bir gerçek. Tabi size el konulan ve imha edilen askeri malzemelerden bahsetmiyorum.
Çele’de gerçekleşen bu eylemin iyi okunması gerekiyor. Öncelikle gerillanın Türk ordusu karşısında ne kadar etkili bir savaş gücü olduğunu gösteriyor. Hele bir de bu zor kış koşullarında böyle bir eylemin gerçekleşmesi gerillanın savaş gücünü ispatlamış durumda.
Yine Kürt halkına ve onun özgürlük mücadelesinin bütün değerlerine saldıran AKP hükümetine yaptıklarının hesabının sorulacağı ifade edildi. Hangi koşullarda ve ne olursa olsun mutlaka yapılan saldırıların intikamı alınır. Kürtlerin katline imza atanlardan mutlaka hesap da sorulur.
Tabi bu kış koşullarında yapılan eylemin gerillanın ne kadar güçlü bir iradeye ve özgürlük inancına sahip olduğunu gösteriyor. Ölümü sırtlamış olan Kürt gençlerinin Kürt halkının özgürlüğü için fedaice mücadele edeceğini bir kere daha gördük. Sokaklarda polise taş atarak büyüyen bu çocuklar büyüdüler ve bu günde karlar altında çok zor bir eyleme imza attılar. Hem de düşman da şok etkisi yaratacak bir eyleme.
Türk Medyası Çele eylemini görmezden gelse de veya çarpıtmaya çalışsa da dost düşman herkes alması gereken mesajı aldı. Nede olsa “güneş balçıkla sıvanmaz.” Bu noktadan sonra hiç kimse ne gerillanın eylemlerini ne de Kürdistan’da yaşanan savaşı gizleyemez. Sonuçta bu dağlarda gerilla olduğu sürece gerçekler öyle veya böyle açığa çıkar.
Dağlar sağlam ellerde. Doğrunun, hakikatin izinde yürüyenlerin ellerinde. Zalimin ve faşizmin karşısında boyun bükmeyenlerin ellerinde. Hani Köroğlunun Bolu Beyi için söylediği o meşhur söz var ya “ferman padişahınsa dağlar bizimdir.” Bunda da kimsenin kaygısı olmasın, dağlar bizimdir.
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Şubat günü 19.00-23.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Sernê, Ditaza, Nêrweh, Zêvê, Sarkê ve Bîmê köyleri ile Şikefta Brîndara, Angola, Ferhat ve Marya Tepeleri ile Zap Suyu çevresine yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
18-19 Ekim 2011 tarihleri arasında Şehit Çiçek Devrimci Operasyonu olarak tanımlanan Çukurca eylemi Apo’cu saldırı ruhu ve keskin vuruş tarzı ile yapılan başarılı bir eylemdir. Bilindiği gibi 2011 yılı içerisinde mücadelemiz açısından önemli gelişmeler yaşandı. 12 Haziran seçimlerinde Kürt halkı büyük bir irade ortaya koyarak, tercihini Önderliğimizden ve hareketimizden yana yaptığını açıkça beyan etti. Bunu hazmetmeyen AKP iktidarı halkımızın ortaya çıkardığı iradeyi görmezden gelip, seçimlerden sonra hareketimize karşı bir tasfiye ve imha konseptini ortaya koydu. Bütün bunlara rağmen Kürt sorunun demokratik çözümü için büyük emekler sarf eden, büyük zorluklara göğüs geren, büyük saldırılara, tecrit-izolasyon uygulamalarına maruz kalan Önderliğimiz, çözümün gelişmesi için demokratik çözüm protokollerini hazırladı. Hazırlanan bu protokoller devlet heyetleri ile Önderlik arasında yapılan görüşmelerin sonuçları idi. Ama seçimlerde Kürt halkının ortaya koyduğu iradeye karşı AKP’nin çözüm protokollerini görmezden gelme istemi 12 Haziran seçimlerinden sonra yeni bir süreci başlattı. Türk devleti sömürgeci güçlerle birlikte bazı ittifaklar geliştirerek hareketimizi tasfiye etmek için bazı yönelimlerde bulundu ve bu yönelimleri yıl boyunca devam etti. Her şeyden önce demokratik çözüm protokollerine karşı hareketimize silah bırakmayı ve teslimiyeti dayattı. Yine halkımıza karşı uygulanan soykırımı politikaları ile halkımızın iradesini kırmaya çalıştı ve bu temelde tehlikeli bir saldırı konseptini devreye koydu. Bu saldırı konsepti tabi ki başta her şeyden önce Önderliğimize yönelikti. Bilindiği gibi Önderliğimiz halkımız ve hareketimiz için yaşam ve barış gerekçemizdir. Önderliğimize yönelik saldırılar seçimlerden sonra daha da arttı. Aylarca görüşme yaptırılmadı, Önderliğimize yönelik karalama politikaları başlatıldı. Psikolojik ve özel savaş yöntemleri devreye sokuldu ve bu şekilde Önderliğimize yönelik saldırılarla esasen hareketimiz perspektifsiz kılınmak, halkımız perspektifsiz kılınmak istendi. Bu temelde adeta çözümü değil de savaşı dayatanın Önderliğimiz olduğu imajı yaratılmaya çalışıldı. Hâlbuki 93’den bu yana Kürt sorunun çözümü için en fazla emek sarf eden, çaba sarf eden Önderliğimizdir. Aslında bütün kamuoyu da, halkımız da bunu iyi bilmektedir. Fakat AKP bunu çok farklı yansıtmaya çalıştı. Adeta Önderliği çözümün önünde engel olarak yansıtmaya çalıştı. Ama bunlar gerçek dışı yaklaşımlardı. Bundan dolayı hem kamuoyunda hem halkımız nezdinde Önderliğimizi karalamaya yönelik yoğun saldırılarda bulundular. Hiçbir ahlakla bağdaşmayan bazı yönelimler içerisinde bulundular. Önderliğimize karşı dünyada eşi benzeri görülmemiş bir muamele yürütüldü. Fakat Önderliğimiz tüm bunlara karşı bir direniş sergiledi ve geri adım atmadı, mücadeleden taviz vermedi. Halkımıza dönük saldırılar yıl içerisinde de devam etti.
Özellikle seçimlerden sonra Türk devletinin, AKP hükümetinin Kürt halkının iradesini görmesi gerekirken adeta bunu görmezden gelip, Kürdistan’da kaybetmenin öfkesi ile intikam alırcasına halkımıza yönelik çok büyük operasyonlar düzenledi. Kürt halkının iradesini temsil eden seçilmişlere yönelik çok büyük tutuklamalar gerçekleştirildi. Yüzlerce, hatta binlerce yurtsever insanı, Kürt halkının iradesi ile seçilmiş insanı zindanlara tıktı, gözaltına aldı. Bunları protesto eden halkımıza, demokratik haklarını serhildanlar biçiminde yansıtan halkımıza dönük katliam provaları yapıldı. Birçok yerde gencecik insanlarımız katledildi. Bu şekilde aslında AKP hükümeti, Fetullah Gülen cemaati halkımıza dönük soykırım politikasını 2011 yılında zirveye çıkarmaya çalıştı. Halk adına seçilmiş hiçbir insanı bırakmadı. Yine hareketimize karşı her türlü saldırıyı yaptı. Özellikle Türk ordusu ileri teknoloji kullanarak gerillayı etkisizleştirmek için, imha etmek için her yolu denedi. Bunu sadece kuzeyde yapmadı, bunu sadece güneyde yapmadı. Doğuda İran’la ittifak kurarak Kandil’e dönük operasyon başlattı. Yine 17 Ağustos’tan sonra Medya Savunma Alanlarına yönelik yüksek teknolojiye dayanarak yoğun hava saldırıları düzenledi. Türk devletinin ve AKP hükümetinin bu tasfiye konseptine karşı başta Önderliğimiz, halkımız ve gerilla güçlerimiz büyük bir direnişin içerisinde oldu. Yılın başından bu yana Önderliğimiz geri adım atmadı, mücadelesinde her zaman büyük bir direniş sergiledi. Her türlü saldırıyı göze alarak direnişini devam ettirdi. Halkımız tüm saldırılara rağmen kendi sistemini, demokratik özerklik sistemini inşa çalışmalarını yürüttü. Her ne kadar halkımıza dönük saldırı, tutuklama furyası devam ettiyse de, halkımız büyük bir mücadele ruhuyla adeta AKP’nin bütün oyunlarını boşa çıkarırcasına bir mücadele içerisinde oldu. Bütün bu saldırılara karşı yediden yetmişe tüm halkımız direniş tutumu içerisinde oldu. Kürdistan’ın her yerinde buna dönük direnişler geliştirildi. Yine gerilla cephesinde yılın başından bu yana gerilla büyük bir direniş içerisinde oldu. 2011 yılı mücadelemiz açısından çok yoğun geçen bir yıl oldu. Özellikle 12 Haziran seçimlerinden sonra bütün bu saldırılara karşı gerilla cephesinden de güçlü eylemliliklerle cevap verildi. Yani geçmiş yıllardan da açığa çıktı ki Türk ordusunun karadan savaşma gücü, gerillanın iradesi, kararlılığı ve azmi karşısında zayıflamıştır. Bunu en fazla 2011 yılı mücadelesi içerisinde gördük. Türk ordusu tekniğine dayanarak, tekniğine güvenerek tüm teknik imkânları kullanarak gerillaya karşı bir mücadele içerisinde olmaya çalıştı ama tüm bunlara rağmen gerillanın eylemliliklerini önleyemedi. Amanoslar’da, Karadeniz’de, Botan’da, Amed’de, Garzan’da, Serhat’ta, kısacası bütün alanlara yayılan bir gerilla eylemliliği oldu. Kürdistan merkezlerinde oldu, Türkiye şehirlerinde oldu, Kürdistan’ın bütün dağlarında oldu, Türkiye dağlarında oldu. Yapılan eylemler aslında Türk devletinin, Türk ordusunun saldırı konseptini belli düzeylerde kırma noktasına getirdi. Hatta birçok yerde düşmanın beklemediği eylemlikler oldu ve bu temelde sonbahara gelindi. Yılın başından sonbahara kadar gelişen tasfiye konseptine karşı, başta Önderliğimiz, hareketimiz ve gerilla büyük bir direniş mücadelesi sergiledi.
Tüm bunlara karşı 18-19 Ekim tarihleri arasında Çukurca’da bir eylem yapıldı. Şehit Çiçek Devrimci Operasyonu olarak tanımlandı, bu eylem halkımız tarafından bir operasyon olarak tanımlandı. Bu eylemin temel nedeni 2011 yılı içerisinde, özellikle seçimlerden sonra Türk devletinin, AKP-Gülen cemaatinin ve Türk ordusunu Önderliğimize, hareketimize ve halkımıza karşı yürüttüğü saldırılara karşı bir misillemeydi. Genel anlamda böyle bir çerçevesi vardı. Somut olarak Türk ordusu 17 Ağustos’tan bu yana Medya Savunma alanlarına dönük hava harekâtları düzenledi. Bu hava harekâtlarında bazı arkadaşlarımız şehit düştü. Yine yurtsever insanlarımız şehit düştü. Özellikle Kandil’de içerisinde Solin adlı bir bebeğin de bulunduğu yedi insanımız çok vahşice katledildi. Yine 28 Eylül’de içerisinde Rüstem Cudi, Alişer Koçgiri, Çiçek Botan, Rozerin Mardin, Nazlıcan Amara, Eşref ve Erdal arkadaşların bulunduğu 11 yoldaşımız bir hava harekâtında şehit düşürüldü. Yine bazı alanlarımızda kayıplarımız yaşandı. Aslında tüm bunlara karşı cevap niteliğini taşıyan bir eylemdi Çukurca eylemi. Onun için yapılan eylem başta Xakurke’de şehit düşen arkadaşlar olmak üzere bütün şehit arkadaşların intikamı amacıyla planlandı.
Niye Çukurca’da eylem yapıldı sorusuna cevap verecek olursak belirtilecek önemli hususlar var. Türk ordusunun kendisine en fazla güvendiği yerlerden birisi Çukurca’dır. Hem sınır hattı olması hem de geçmiş savaşımız içerisinde önemli bir yer olmasından da dolayı Türk ordusu buraya hem nicel olarak hem nitel olarak hem de teknik olarak çok büyük bir güç yığmıştır. Yirmi bine yakın asker Çukurca tugayı ve çevresinde konumlandırılmıştı. Türk ordusu aslında burada kendisine çok fazla güvenen bir konumdaydı. Özellikle tekniğine çok fazla güveniyordu. Yine birlikler oluşturduğu noktalarda, tepe, karakol, tabur ve merkezdeki güçlerde gelişmiş silahlar vardı. Özellikle termal gibi gelişmiş tüm silahlar buradaki donanımlı birliklere verilmişti. Burada kendisine güvenen bir pozisyondaydı. Hem karadan hem havadan teknolojik yapıya dayanarak kendisine güvenen bir pozisyondaydı. Bu yüzden biraz bilinçli olarak seçildi. Türk ordusunun kendisine en fazla güvendiği yerdi, yine gerillada yıllarca oluşan birikimin sonucunun da ortaya çıkacağı bir yer oluyordu. Gerillanın vuruş kabiliyetini, hazırlık düzeyini, birikim ve tecrübesini ortaya çıkaracağı bir yer oluyordu. Yılın başından sonbahar sürecine kadar yapılan eylemler vardı. Bir nevi sonbahar hamlesine de aktif bir desteğin, aktif bir katılımın olacağı bir eylem olarak da görülüyordu. Tüm bunlar için Çukurca seçildi.
Eylemin temel amacı sonbahar hamlesini geliştirmek, gerilla eylemlerine zirve oluşturmak ve Türk ordusunun yaptıklarının hesabını sormaktı. Bir de yıllarca Türk ordusunun, devletin yaptığı propaganda vardı. “Çukurca’da kuş uçmaz, Çukurca’da çok tahakkümlü hedefler oluşturduk, yeni PKK saldırılarına karşı dayanaklı hedefler oluşturduk. Bu hedefler düşürülemez çok tahakkümlü vb.” şeklinde kuru propagandalarla bir nevi ordu gücünün propagandası yapılıyordu. Tüm bunlara karşı bir eylem planlaması yapıldı. Çukurca hedef belirlendikten sonra hazırlıkları yapılmaya başlandı. Aslında Çukurca’da bulunan bütün düşman hedefleri bu kapsama alındı. Başta Çukurca merkezdeki tugay, yine burada bulunan emniyet müdürlüğü, polis lojmanları, başta kaymakamlık olmak üzere devlete ait kurum ve kuruluşlar, polislerin kaldığı Toki lojmanları, bunlar arasındaki yollar hedef kapsamına alındı. Çukurca’ya bağlı Bilican alayı, Han Tepe Taburu, Serê Sevê Taburu, Erîş Taburu, Girê Karakolu, Şiker Karakolu, bunlara bağlı tepelerin hepsi yapılan planlama kapsamına alındı. Çukurca ilçesinde bulunan tüm ordu güçleri, devletin kurum ve kuruluşları yapılan hedef kapsamına alınarak bir planlamaya gidildi. Hedefler bu biçimiyle netleştirildikten sonra bunun hazırlıkları yapıldı. Hazırlık süreci bu hedef kapsamına göre yapıldı. Çukurca eyleminin hazırlık aşaması sürecinde HPG gerillasının fedai bir gerilla olduğu ortaya çıktı. Arkadaşlar çok büyük bir fedakârlıkla, çok büyük bir moralle eylem hazırlıklarına katıldı. Başta eylemde şehit düşen Zınar, Agit, Serdar, Rohat, Kamuran arkadaşlar olmak üzere diğer birçok arkadaş eylemin hazırlık aşamasına aktif bir şekilde katıldı. Hazırlıklar esnasında birçok hususa dikkat edildi. Her şeyden önce çok büyük bir eylemin yapılacağının bilinmemesi gerekiyordu. Onun için hazırlıklar büyük bir gizlilik içerisinde yürütüldü. Hiçbir küçük cihaz, büyük cihaz muhaberesi yapılmadı. Bütün hazırlıklar ve iletişim not ve kurye sistemi ile gerçekleştirildi. Çok büyük bir eylemin hazırlıkları yapılıyordu. Bu eylemin başarılı olmasının bir nedeni de gizlilikti, onun için gizlilik kurallarına dikkat edildi. Güçlerimiz parçalı toplandı, deşifreye yol açacak uygulamalardan uzak tutuldu. Hareket tarzına, konumlanma tarzına dikkat edildi ve bu temelde hazırlıklara başlandı. Eylemin alt yapı çalışmaları da bu temelde yürütüldü. Silahından cephanesine kadar olan bütün malzemeler büyük bir fedakârlıkla, büyük bir moralle, büyük bir titizlik içerisinde, gizlilik içerisinde getirilmeye çalışıldı. Savaşın yarısının hazırlık olduğu, böylesi büyük eylemlerde başarı düzeyinin hazırlıklar olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu hazırlık sürecinde bunu bariz bir biçimde yaşadık.
Her şeyden önce arkadaşlarda çok büyük bir istem, büyük bir ruh, büyük bir kararlılık, büyük bir motivasyon vardı. Çele eyleminin başarılı olmasındaki en büyük etken budur. Arkadaşların düşmana dönük eylem motivasyonu üst düzeydeydi, büyük bir moral vardı, motivasyon vardı, kararlılık vardı. Ondan dolayı hazırlık çalışmaları bu kapsamda yürütüldü. Çok zaman alması gereken hazırlıklar arkadaşların bu yaklaşımlarından dolayı kısa sürdü. Çünkü bu hazırlıklar içerisinde yer alan arkadaşlar ne yaptıklarını, ne yapacaklarını iyi biliyorlardı. Katılımda bir tereddüt, bir kaygı durumunu görmedim. Bütün arkadaşlarda bu eylemin başarılı geçeceği azmi çok yüksekti. Arkadaşlarda bu eylemin başarılı olacağı iddiası gelişkindi, bundan dolayı tereddütsüz, kaygısız bir biçimde katılım durumu oldu. PKK militanlığının, Apo’culuğun sarsılmaz iradesini bu hazırlıklar sürecinde görmek mümkündü. Hazırlıklar bu temelde yirmi-yirmi beş gün içerisinde tamamlanma aşamasına geldi. Türk ordusunun ve devletinin geçmişte de yaptığı gibi sanki bu eylemin hazırlıklarının bahardan bu yana yapıldığı, aylarca sürdüğü, silah ve teknik malzemelerin başka yerlerden getirtildiği vb. propaganda durumları tamamıyla gerçek dışıdır, temeli olmayan propagandalardır. Geçmişte de, günümüzde de yapılan başarılı eylemlere dönük girişimlerdir bunlar. Çele eyleminde hazırlıklar büyük bir irade, büyük bir inanç ve büyük bir moral ile kısa sürede tamamlandı. Hazırlıklar sürecinde en fazla öne çıkan arkadaşların eyleme gitme istemiydi. Bunun için düzenlemede bazı zorlanmalar yaşadık. Çünkü bütün arkadaşların saldırı grubunda yer alma istemi çok fazla ön plandaydı. Hatta saldırı grubuna girmeyen bazı arkadaşların daralma, kızma, farklı bazı duygusal yaklaşımlara girme durumu ortaya çıktı. Düzenlemelerde belli bazı zorlanmalar da yaşandı. Eylem savunması ile takviyesi ile pususu ile bütünlüklü bir çalışmadır fakat arkadaşlarda olan Apo’cu ruh, Apo’cu saldırı ruhu o kadar gelişkindi ki, saldırı grubunda yer almayan arkadaşlar sanki eylemde yer almıyormuşçasına gibi bir yaklaşımın içerisine girdiler. Bütün arkadaşlarda saldırı gruplarında yer alma, düşman üzerine gitme istemi ve kararlılığı çok fazla ön plana çıktı. Hazırlıklar böylesi bir istemin, inancın, fedakârlığın gelişkin olmasından dolayı tamamlandı. Birçok ağır silah, birçok cephane, birçok alt yapı malzemesi bu hazırlıklar kapsamında tamamlandı ve hazırlıklar bu temelde bitirildikten sonra düzenlemeler yapıldı.
Düzenlemeler planlamaya göre yapıldı. Planlama çok kapsamlıydı, onun için düzenlemeler planlamaya göre yapıldı. Bütün eylem güçleri beş cephe biçiminde örgütlendirildi. Çünkü planlama kapsamına ondokuz düşman hedefi alınmıştı, ayrıca bu hedeflerden iki tanesine baskın yapılacaktı. Çele merkezinde bulunan asayiş ve düşman alayına bağlı sabit tutulan bir tepeye baskın yapılacaktı. Diğer bütün tabur ve hedefler de vurulacaktı. Çele eyleminin planlamasında aslında gerillanın bütün eylem taktikleri vardı. Baskın, sızma, pusu, sabotaj, taciz, darbeleme, suikast ve düşmanın bütün hava müdahalelerine karşı tedbirler vardı. Çele eylem planlaması gerillanın bütün taktiklerinin içi içe olduğu, aşamalı bir planlamaydı. Bunlar taktik planlama sürecinde üzerinde çok fazla konuşulan ve tartışılan konulardı. Eylem gece yapılacaktı, baskınlar gece yapılacaktı ama düşmanın hem gece hem de gündüz yapabileceği bütün müdahalelere karşı tedbirler alındı. Plan aslında bütün taktiklerin iç içe olduğu, bütün taktiklerin yürütüldüğü bir eylem planlamasıydı. Bu temelde düzenlemeler ve örgütlemeler yapıldı. Saldırı grubunda yer alan arkadaşlar, savunma grubunda yer alan arkadaşlar, pusu grupları, sabotaj grupları ve tüm bunları koordine edecek cephe koordinasyonları oluşturuldu. Bu temelde planlama ve düzenlemeler tamamlandıktan sonra pratik uygulamaya geçildi.
Eylemin hazırlıklarını yaptığımız süreçte Abdullah Gül’ün Hakkâri’ye geldiğini duyduk. Abdullah gül Türk devletinin cumhurbaşkanı olarak bir gövde gösterisinde bulunmaya çalıştı. Bütün sınır birliklerini denetleyerek, asker elbisesi giyerek aslında halkımıza ve hareketimize nasıl bir savaşta karar kıldıklarının bir gösterisini yaptı. Bir de Çukurca gibi bir yerde güçlüyüz psikolojisini, imajını yaratmaya çalıştı. Abdullah Gül’ün Çukurca’ya geldiği süreçte birçok grubumuz pozisyon almış durumdaydı. Bazı yerlerde arkadaşlar eylemden iki gün önce düşman birliklerini pusuya düşürdü. Bu da eylem planlaması kapsamındaydı. Arkadaşlar Kırkdokuz sınır karakolunda Abdullah Gül’ün ziyareti nedeni ile onun güvenliğini alan düşman birliğinde hem gece hem de gündüz tuzak patlattılar. Düşmanın zırhlı aracı imha oldu, sekiz-dokuz askeri öldürüldü. Aslında bu süreçte biz eylemin pratik uygulamasına geçmiş bulunuyorduk. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra harekete geçildi. Harekete geçildiğinde ve gruplar tek tek gönderildiğinde, arkadaşların gözlerinde bu eylemin büyük bir eylem olacağı, bu eylemin başarılı geçeceği, bu planlamanın yerine getirileceği iddiasını okuyabilirdiniz. Birey olarak yıllarca bu mücadele içerisindeyim ve en fazla rahat olduğum eylem planlamalarından biri bu eylemdi. Çünkü arkadaşlardaki o kararlılık, o iddia düzeyi bunun göstergesiydi. Aslında eyleme gidilmeden eylem kazanılmıştı. Eyleme gidilmeden eylemin başarılı olacağı belliydi. Çünkü savaş aslında savaştan önce kazanılır deyimi doğrudur. Onun için arkadaşlar harekete geçtiğinde hepsinde bu yaklaşım vardı. Tartışmalar olmuştu, toplantılar olmuştu. Her grubun görevi, her grubun hedefi, her grubun vuruş tarzı, geri çekilmesi, farklı olasılıklardaki hareket tarzı kısacası gerekli her şey tartışıldı ve bu temelde pratiğe geçirildi.
Eylem gece saat 1’de başlayacaktı. Eyleme katılacak toplam altmış grup vardı. Düşmanın onsekiz hedefini vuracak ve iki yere baskın yapacak altmış eylem grubumuz vardı. Bu altmış eylem grubu belirlenen planlama çerçevesinde, belirlenen saatte yerlerine ulaştı. Bütün arkadaşlar büyük bir duyarlılık içerisinde, tüm gizlilik kurallarına riayet ederek, büyük fedakârlıklar yaparak sağlam bir şekilde kendileri için belirlenen yerlere ulaştılar. Bu gruplar içerisinde birçok grup vardı, kollar biçiminde örgütlendirilmişti. Yapılan planlamaya göre cihazda konuşulmayacaktı. Altmış grup düşmana hiçbir görüntü vermeden, hiçbir deşifrasyona yol açmadan sağlam bir şekilde yerlerine ulaştı. Aslında bu bizim sonuç çıkarmamız gereken bir yaklaşımdır. Düşmanın en fazla tahakkümlü olduğu, tedbirlerinin üst düzeyde olduğu Çukurca tugayı, çevresindeki tabur ve karakollara altmış grubumuzun eylem için yakın mesafede yaklaşmalarına rağmen, düşman hiçbir grubumuzu fark etmedi. Bunun bir nedeni gerillanın hareket kabiliyetidir. Gerillanın iradesidir, gerillanın gücüdür, gerillanın geldiği düzeydir. Altmış tane eylem grubunun Çukurca merkezine yaklaşması ve düşmanın fark etmemesi gerillanın başarısıdır. Gerillanın geldiği düzeyin göstergesidir. Türk ordusu ve komutanları propaganda yapıyorlar ve yapmaktadırlar. Gerillanın eylem yapamayacağını, gerillanın eylem kabiliyetinin olmadığını belirtiyorlar fakat Çele eyleminde görüldü ki bir, iki, üç ya da on grup değil, altmış tane grup düşmanın en stratejik yerlerine hatta düşmanın kalbine, beynine dahi sızabilecek bir güce sahiptir. Gerillanın bu hareket kabiliyeti, gerillanın bu manevra kabiliyeti, gerillanın bu vuruş kabiliyeti Çele eyleminde kendini göstermiştir.
Gruplar yerlerine sağlam ulaştıktan sonra eylem koordinesi tarafından belirlenen saatte eylem başladı. Eylem 18’i 19’a bağlayan gece saat bire beş kala belirlenen gruplar tarafından başlatıldı. Eylem başladıktan sonra altmış tane grubun cihazı devreye girdi. Gece 1’den önce olan sessizliğin ardından eylem başladıktan sonra altmış grup harekete geçti. Altmış grubun harekete geçmesi eylemi başlattı. Yapılan planlamaya göre iki temel yere baskın yapılacaktı. Bunlardan biri Çele merkezdi. Çele merkezdeki asayişin üç koldan baskınla düşürülmesi planlanmıştı. Saldırı grubunun başında Agit Rojhilat arkadaş vardı, diğer kolların başında da başka arkadaşlar vardı. Asayişe saldıracak grup büyük bir fedai ruhla, büyük bir kararlılıkla asayişin etrafında bulunan mevzilere karşı el bombası ve B7 silahını kullanarak kısa sürede karakolun içerisine girdi. Karakolun birinci katındaki bütün düşman güçleri etkisizleştirildi. İkinci kata girilirken Agit arkadaşın silahının tutukluk yapmasından dolayı Agit arkadaş bir asker tarafından şehit düşürüldü. İki arkadaş da yaralandı. Bundan dolayı asayişin bir iki mevzisi dışında tümü düşürüldü. Agit arkadaşın şahadetinden ve bir iki arkadaşın yaralanmasından dolayı bir iki mevzi düşürülemedi. Planlama kapsamına alınan asayişin düşürülmesi büyük oranda gerçekleştirildi. Burada Agit arkadaşın fedai ruhu, cesareti belirleyici olmuştur. Burada düşmanın yirmiye yakın kaybı vardı. Arkadaşlar düşman üzerinden üç tane melez silahı, bir adet küçük cihaz kaldırdı. Merkezdeki diğer hedefler koordineli bir biçimde vuruldu. Özellikle emniyet müdürlüğü, polis lojmanları B7 roketleri ile çok etkili bir biçimde vuruldu. Yedi sekiz tane B7 silahı merkezdeki güçleri vuruyordu, bu yüzden birçok bina alev aldı. Düşmana ait çok sayıda araç imha edildi. Merkezde planlanan biçimi ile eylem başarıyla gerçekleşti.
Eylemin diğer esas bir yönü ise baskın yapılacak tepe idi. Bilican alayında binlerce asker bulunuyordu. Bu alayın kendisinde yüzden fazla çadır, yüzlerce araç vardı. Alayın kendisi ve buna bağlı bazı tepeler yoğun ateş altına alındı. Özellikle katuşa silahları ile havan silahları yine dokça ve B7 gibi silahlarla Bilican alayına bağlı tepeler ve alayın kendisi çok yoğun ateş altına alındı. Havan roketleri, doçka mermileri, katuşa silahları genelde isabetliydi. Düşmanın zaten birçok çadırı imha oldu, birçok aracı kullanılamaz hale geldi. Fakat planlamaya göre baskın yapılacak bir tepe daha vardı. Baskın yapılacak tepede altmış asker bulunuyordu. Bu tepe düşman tarafından tahakküm edilmiş bir yerdi. Tepede toplam beş ayrı tel örgü vardı. Tabi bu tel örgülerinden bazılarının da tedbiri alınmıştı. Yine bu tepede ağır silah vardı. Aslında düşman mevcut konumlanması ile kendisine çok güveniyordu. Arkadaşların vuruşuyla bu tepeye dönük baskın da başladı. Baskın grupları çok hızlı bir biçimde, büyük bir fedai bir ruhla saldırıya geçti. Saldırıya geçildiği sırada saldırının ilk anlarında Serdar ve Rohat arkadaşlar yaralandı. Her iki arkadaş da kol komutanı yardımcılığı görevini yürütüyorlardı. Serdar ve Rohat arkadaşlar talimat beklemeden çok büyük bir fedai ruhla büyük, bir sıcakkanlılıkla düşmanın üzerine atıldı fakat bu erken sıcakkanlı yaklaşım, hızlı yaklaşım arkadaşların yaralanmasına yol açtı. Saldırının zaman almasına, tepenin düşmesinin uzamasına yol açtı. Yaralı arkadaşlar sağlama alındıktan sonra, arkadaşlar üç koldan bir saat içerisinde altmış askerin bulunduğu tepeyi düşürdü. Burada büyük bir fedai ruh açığa çıktı. Hiçbir arkadaş tereddüt göstermedi. Burada bazı düşman mevzileri çatıştı, özellikle tepenin sonunda kalan bir mevzi biraz direnmeye çalıştı fakat arkadaşlar düşmanın bu mevzisini de düşürdü. Tepe komutanın içinde bulunduğu mevzi de arkadaşlar tarafından düşürüldü. Tepede bulunan düşman silahları düşmana karşı kullanıldı. Düşman bombaları, düşman roketleri tepeden alınan silahlar oradaki düşman gücüne karşı kullanıldı. Büyük bir ruhla içerisinde altmış askerin olduğu bu tepe imha edildi. Tepede iki arkadaş Zınar arkadaş ve Kamuran arkadaşlar şehit düştüler. Yaralı arkadaşlar belli bir mesafe getirildikten sonra yaralarının ağır olmasından dolayı şahadetleri gerçekleşti. Tepede aslında elliye yakın silah toplandı fakat hem şehit arkadaşların cenazeleri hem yaralı arkadaşların getirilmelerinden dolayı tepeden sadece 16 G3, 2 tane MG3, 1 bomba atar silahı, 2 termal dürbünü ve askerlerin malzemelerinden bazıları getirilerek geri çekilme yapıldı.
Genel anlamda baskın yapılacak tepe büyük oranda düştü. Planlamamızın esas bölümünü de tepe baskını oluşturuyordu. Diğer gruplar da kendilerine verilen görevler çerçevesinde, planlamalar çerçevesinde eylem başladıktan sonra düşmanı yoğun bir ateş altına aldılar. Gıre karakolu, Şiker karakolu, Serê Sevê taburu, Tepe Orte, Erîş taburu, Bilican’a bağlı tepeler, Han tepe taburuna bağlı tepeler, Çele merkezinin etrafında bulunan tepelerin hepsi aynı anda koordineli bir şekilde arkadaşlar tarafından vuruldu. Eylem başladıktan sonra düşman neye uğradığını anlayamadı. Düşmanın Çukurca’da ve etrafında bulunan hedeflerinin birkaçı dışında Çukurca merkezdeki bütün düşman hedefleri aynı anda koordineli bir biçimde yoğun ateş altına alındı ve bütün hedeflerine dönük saldırı oldu. Bu düşmanda büyük bir şok yarattı, düşman ne olduğunu anlayamadı. İlk saatlerde bazı yerler karşılık veremez durumdaydı. Düşmanın o kadar tekniğine güvendiği, tahakkümlü olduğu, katuşalarla, havanlarla donattığı taburları ateş altına alındıktan sonra karşılık veremez duruma geldi. Türk ordusu 18-19 Ekim tarihleri arasında Çukurca’da perişan oldu. İlk saatlerde karşılık veremez duruma geldiler, aslında ne olduğunu anlayamadılar, şok olmuştular. Çünkü kim kimden yardım istese, takviye gelen bütün güçler pusuya düştüler. Serê Sevê’den gelen takviye güçleri pusuya düşürüldü, merkez tugaydan gelen güçler pusuya düşürüldü. Takviye gelmek isteyenler de pusuya düşürüldü. Çele tugayı, bağlı olduğu alaylar, taburlar, tepeler eylem başladıktan sonra ne olduğunu anlayamadılar. Eylem bittikten iki üç saat sonra kobra tipi helikopterlerle müdahalede bulunmaya çalıştılar. Kobralar nereyi vuracaklarını bilmiyorlardı. Çünkü bütün hedefler vurulmuştu. Düşman eylem başladıktan sonra şok oldu. Cihazlarda bir kelime dahi konuşamadılar, bütün cihazları kilitlendi. Çünkü bütün hedefleri saldırıya uğradı. İki üç saat sonra müdahalede bulundular çünkü gerillanın bu kadar kapsamlı, koordineli bir eylem yapacağına inanmıyorlardı, beklemiyorlardı. Fakat eylem düşmanı felç etti. Çele merkezde bulunan bütün güçler felç oldu.
Azad Siser
- Ayrıntılar
![](/tr/images/2012/2012%20eylem.jpg)
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Şubat günü saat 02.15 sularında Colemerg’in Çele ilçesinde bulunan işgalci TC ordusuna ait çok sayıdaki askeri hedefe yönelik koordineli bir şekilde gerillalarımız tarafından eş zamanlı bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Şubat günü Batman’ın Kozluk ilçesi Gomika (Günyayla) yaylası yakınlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu ve Özel Harekat Polislerinin katıldığı bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Bu operasyonda 5 arkadaşımız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
9 Şubat sabaha doğru saat iki sıralarında Colemerg’in Çele ilçesinde işgalci TC ordusuna ait çok sayıdaki askeri hedefe yönelik gerillalarımız tarafından eş zamanlı bir eylem gerçekleştirilmiştir. Halen devam eden çatışmalarda ve eylem esnasında düşmanın çok sayıda askeri öldürülmüş, bir kısım askeri mühimmata el konulmuştur.
- Ayrıntılar
Değerli Yoldaşlar! 1990'lı yıllara başladığımız bu günlerde, Partimiz'in şiarı; "2000 yılına bağımsız ve özgür Kürdistan'ı dayatalım"dır. Hepinizi bu coşkuyla selamlıyoruz. Yoldaşlar, günler ağır ve zorlu geçti. Hepimiz için bu böyledir. Ama hangi özellikler, kutsallıklar zorlu mücadelelerin sonucu değil ki!... Bu kadar çabayı, bu kadar emeği niçin gösteriyoruz? Acılar boşa gitmesin, akıtılan kanlar akmışlıklarıyla kalmasın ve her şey niçin yapılmışsa ona ulaşılması içindir. Şüphesiz kolay olmuyor, ama dayanıyoruz ve olması için de yükleneceğiz. Şimdiye kadar nasıl yüklendikse yine öyle yükleneceğiz.
Hemen belirtelim ki, bu mücadelede bizi en fazla uğraştıran olay düşmanın kendisi değil; yapımızın yetmezlikleri, hastalıklarıdır. Bu yetmez ve hastalıklı yapımızın çıkarmış olduğu virüs kişiliklerdir. Ulusumuzun başına bela olan şey, yine ulusumuzda yaratılan tiptir. Bugün, düşmanı en fazla besleyen, ona en fazla destek sunan düşman, bizim kendi içimizdeki yetmez, yanılgılı, hastalıklı bu virüslerdir. Ama biz PKK'nin temellerini atarken, bu tipe, bu tipin ortamına vura vura işe koyulmuştuk. PKK'yi var eden bu tavırdı. Ben, bu varlık nedenimize oldukça yüklendim ve buna bir ruh, devrim ruhu olarak baktım. Kurtuluşa ancak bu ruh götürürdü. Biz, PKK'yi var eden bu ruhu korumak, Hakiler'in, Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in şahadet çizgisini korumak olarak ele aldık. İşte bu tavır, bugün bizi zafere götürüyor.
Yoldaşlar;
Azim ve inanç zafere götürüyor. Sizler zindanlarda bunun canlı abideleri oldunuz. Parti sizin gibi militanlarıyla ne kadar övünse azdır. Ama biz işleri basit bir övünme olayı olarak ele almadık. Böyle yapsaydık, size büyük bir haksızlık etmiş olurduk. Hayır, biz mücadeleyi böyle ele almıyoruz; mücadeleyi yürütenlerin kolektif çabaları olarak ele aldık. Böyle bir kolektivizm neyi gerekli kılıyordu? Sizin yürüttüğünüz direniş mücadelesi, Parti'yi kendimizde korumaydı. O halde, size sağlam bir Parti ve mücadele ile karşılık vermeliydik. Bunu yaptık. Bugün her zindan yoldaşının övüneceği ve savaşacağı Parti silahını size sunuyoruz. Zindandan çıkan yoldaşlar oluyor, buyrun diyoruz. Düşmanın en fazla çektirdiği yoldaşlar sizlersiniz, intikamınızı, devrimci intikam görevlerinizi yerine getirebilmeniz için size Parti silahını veriyoruz. Bu silahı sizin için koruduk; pas tutmamış, işler haldedir ve çok daha üstün bir ateş kabiliyetine ulaşmıştır.
Yoldaşlar, bunun anlamını kavramak gerekir. Doğru bir devrimci yaklaşım, görevi bu tarzda ele alışımızda ne kadar isabetli bir seçimde bulunduğumuzu tespit edecektir. Temel halkayı bu tarzda yakaladık. Bu doğru yaklaşım, halkımızın yanlışlıklarla düzenlenmiş tarihine de alternatif bir cevaptır. Biliyorsunuz ki, halkımızın tarihsel zaafı bir örgüt silahından yoksun oluşudur. Bu yoksunluk, darağaçlarını heybetli kılmıştır, onları sadece isyancıların değil; isyanların da, umutların da asıldığı, yok edildiği canavarlar olarak halkımıza dayatmıştır. Çünkü, bunları sonradan parçalayacak, yıkacak bir savaş olayını yürütecek örgüt yoktur; ki, zaten örgütsüzlük o darağaçlarına analık etmişti. Bu yoksunluk, düşmanın bastırması altında, halkımızın boyun eğici bir tarzda yok oluşa gitmesinin nedeni olmuştu.
İşte biz, tarihimizin en büyük zaafını gidermeyi temel görev olarak bilerek, direnişimizin en kutsal meyvesi olan Partimiz'e süreklilik kazandırarak yaşamı anlamlı kıldık. Niye bunca acı ve fedakârlığa katlandık? Parti için! Parti, acıların, fedakârlıkların boşa gitmemesinin teminatıydı. Acılarınızın, fedakârlıklarınızın, kanınızın tedbirini böyle aldık ve bunların amaçlarını örgütledik. Yine, tüm bunların hesabını düşmandan sorduk. Sorumlu devrimcilik buydu. Bu bilinç, aynı zamanda PKK'nin ilk adımının bilincidir. PKK'nin bugünlere varmasında, ilk adımdaki bu bilinç belirleyici olmuştur. Bunları şunun için anlatıyoruz; size karşı olan görevlerimizi doğru ele aldık ve çözümünü de doğru yaptık. Bunu kavramalısınız. Diğer görevler tamamen bunun üzerinde gelişir. Sizler mücadelenin en zorlu cephelerinden birini yaşadınız, zorlu mücadelelerde örgüt silahının ne demek olduğunu çok iyi bilirsiniz ve yine örgüt silahının yetkince çalışmasının da mücadeleyi ne oranda etkilediğini yaşamınızda gördünüz.
Devrimciler gerçekçidir, PKK'lilik gerçekçi olmadır.
Dağda olsun, zindanda olsun, hepimiz gerçeklerimizle yaşayacağız ve hiçbir şekilde yaşamımızı bu tarzda ele almaktan sapmayacağız. Hemen belirtelim ki, eğer bugünlere gelmişsek, yaşamı bu şekilde ele almayı elimizden geldiği kadar zorlamamızdandır. Bunu önemli oranda başardık. Ancak bu yetmez. Bugün savaştığımız en önemli zaaflardan biri de; gerçekliğe oturmamış, ya da ondan uzaklaşmış eğilimlerdir.
Değerli Yoldaşlar!
Neler becerdiğiniz nettir. Bunu anlatmanın gereği de yoktur. Zaten bunu yapmak zorundaydınız. Halk, en değerli evlatlarından bunu beklerdi, bunun tersinin yapamazdınız. Cezaevi bileşimi PKK'nin en yetkin kadrolarının üzerine kurulduğu ve böyle bir bileşim bize, sizden yetkin başarılar bekleme hakkını veriyordu. Buna hakkımız vardı ve siz de bu hakkı verdiniz. Bu olması gereken bir başarıydı. Yalnız bu görevlerin tamamlandığı anlamında değildir. O zaman görevi iyi kavramak temel halkalardan biri oluyor. Şu andaki temel görevlerimizin en başında gelen; bugüne kadar vardığımız gelişmeleri çok dikkatli ve titiz bir tarzda geliştirmektir. Yoldaşlar, düşman karşısında başarılıyız ama, bu başarılar yaşamı kurtarmaya yetmiyor. Biz, kendimizi başkasıyla kıyaslayamayız. Belki en büyük şanssızlığımız, gerçekten de yarış halinde olduğumuz bir güçten yoksun oluşumuzdur ve bu da tarihte ilk'ler yaratma olayıdır. Bir tecrübe varsa, onu bizzat kendi pratiğimizden çıkarıyoruz. Bu durumda da attığımız her adımın büyük bir hazırlığını yapmak zorundayız.
Tarih, bize yanlış, eksik, yetmez adımlar atma hakkını vermiyor, kesinlikle vermiyor. Ve işte tarihin kesinkes bize dayattığı noktalarda yoldaşlar sıkça yanlışlık yapma, yetmezliğe düşme tavırları içine giriyorlar. Hazırlıkta büyük olmak, atıl kalmak değildir. Pratiğimiz bunun ifadesidir. Pratiğimiz, oldukça akılcı davranmanın, yetmezlikten, yanlışlıktan kurtarılanın üzerine oturan başarının ifadesidir. Mücadele geliştikçe, sözünü ettiğimiz bu durumların önemi daha da artmaktadır. Bütün Parti yapısı için böyledir
Yoldaşlar;
Mücadelenin diyalektiği, şayet görevler iyi kavranırsa ve ona göre konumlanırsa, hangi cepheden olursa olsun görevlerin birbirini besleyen bir tarzda yerine getirilebileceğini göstermektedir. Şüphesiz cephelerin ateş gücü birbirinden farklıdır ve biz, sizlerin ateş gücü büyük cephelerde yer almanızı büyük bir arzu olarak içimizde besledik, besliyoruz. Ancak, her mevzinin etkin bir çabayla, ateş gücü daha yüksek bir cepheye dönüşebileceği, dönüştürülebileceği de bir gerçektir. Bu bağlamda siz yoldaşların büyük direniş çizgisini etkin bir tarzda ama, bir o kadar da akılcı ve bilinçli bir tarzda sürdürmeniz canalıcı bir sorun oluyor. Buna önemle eğilmeniz gerekiyor.
Daha önce iletmiş olduğumuz mesajlarda, görevlerin neler olduğunu, bu konudaki perspektiflerimizi size sunmuştuk. Geniş ve oldukça ileri bir kadro potansiyeline sahipsiniz ve bu perspektifler üzerinde görevleri netleştirme durumundasınız. Bizim ne demek istediğimizi anlamalısınız. Tarihi dönüm noktaları olur, orada ölmesini bilmemek yanlıştır. Ama bu dönüm noktalarını iyi tespit edin. Her döneme bir dönüm noktası rolü atfetmeyin. Partimiz'in tarihinden, cezaevi tarihinizden dersler çıkarın. Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in eylem anlayışı oldukça öğreticidir. Bunlardan sonuç çıkarın dememize gerek yok. Ölünmesi gerektiği noktada şahadete ulaşmışlardır. Burada çıkan sonuç; siyasi kimliği, direniş çizgsini ölümüne korumaktır. Ancak bunu ekonomist bir tarzda yorumlamamak, bu sonuçları çıkarmamak gerekir. Her döneme özgü talepler ve yine bu taleplere özgü bir eylem biçimi olur. Eylemde zenginlik önemlidir. Bunu yaratmak gerek. Her eylemde önünüze ölümleri koymanıza bir anlam veremiyoruz. Çünk düşman da bunu önünüze koyuyor. Bu bir çelişkidir ve bu çelişkiyi çözmenin başka yolları, yöntemleri olmalıdır. Ölmekten başka çaremiz yok mu? Bu soruya iyi cevap verin, bir değil; bin düşünün. Ya inkar, ya ölüm deniliyorsa, ölümü emrederiz ama, sorun o düzeyde değilse, başka arayışlar öneririz.
Bizim en büyük başarımız nedir? Düşman bizi yıpratmak istedikçe, biz onu yıprattık. İşte bu nokta üzerinde yoğunlaşmanız gerekiyor. Düşmanı, onun bize dayattığı ölüm planlarında boşlayıcı bir yıpratmayı nasıl yapabilirsiniz? Bunu düşünün, mutlaka bazı eylem biçimleri bulabilirsiniz, diyoruz. Devrimciliğin yetkin bir komuta etme olayı olduğunu bilmek gerekiyor. Bu bakımdan da durumunuz önemli. Cezaevi direnişleri SHP vb. demokratlara siyaset metası oluyor. Bunu nasıl yaptıklarını biliyorsunuz. Elbette en geniş kesimleri mücadelenin yedeğine almak ve ilişkileri geliştirmek iyidir ve doğrudur, ama bu ilişkiler tamamen devrime kanalize etmek esasından hareket edilmelidir. Burada ne sağcılığa, ne de solculuğa düşmemek gerek. Onlar direnişi yedekleyeceklerine, direniş onları yedeklemelidir.
Türk Solu'nun direniş kahramanlığı gibi pozlarda kendini size dayatması ve yine bazı arkadaşların sekter yaklaşımları sizi doğru bildiğinizden alıkoymamalıdır. Biz zindanlarda o kadar direnip, canlar verirken en rezil bir duruşu yapan "sol" güçlerin bugün "direnme direnme" diyerek, sırtımızdan kimlik kazanmalarına müsaade etmeyin. Bir eylem yapılacaksa ve bu bizim için zorunlu ise, yaparız. Kanıtlanmış direnişçiliğimizin üstüne bu tavırlarıyla gölge düşüremezler. Oyunlara gelmeyin. Bizden de bazıları gerçeklerimizi iyi kavrasınlar. Direnişçilik ayrıdır, olur olmaz çıkışlar ayrıdır. Daha önce de belirtmiştik, bir kitle olayına ulaşmanız gerekiyor. Şimdiye kadar cezaevleri bir kitle duvarıyla örülmeliydi. Dikkat edin, en fazla zorlandığınız konuların başında bu geliyor. Pratiğiniz, halka oturmamış bir öncünün savaşına benziyor. Gerçekten mücadelemiz, insanlık onurumuzun en yüce biçimidir ve en sıradan insan dahi burada kendisini görebilir ve görüyor da. Sorun; bunu örgütlemektir. Bir aile hareketini bile doğrudürüst örgütleyemediniz, fakat yapabilecek durumdasınız.
Olanaklarınızı dikkate alıyoruz. Ama dikkat edin ve bunu yapın diyoruz. Ne demektir bu? Ağırlıklı görevin sizin omzunuzda olduğu açığa çıkar. Bizden yardım isteyebilirsiniz. Buna bir şey demiyoruz, yapabildiğimiz oranda yapıyoruz. Gerçeklerimizi iyi kavrayın, insan malzememizi göz önünde tutun. Zamana ve insana çok yüklendiğimizin nedenlerini iyice bilince çıkarın. Yaşam sanıldığı kadar kolay kazanılmıyor yoldaşlar! Ben, insanımızdaki iğne ucu kadar umuda yüklenerek, ordu yaratmanın kavgasındayım. Mükemmel insan aramıyorum, çünkü yok. Mevcut olanaklarla mükemmele ulaşmaya çalışıyorum. PKK budur. Siz bunu pratiğinizde önemli oranda becerdiniz, daha da becerin. Özgül sorunlarınızın, özgül örgütlenmesini ve yine bu özgül örgütlemelerin güncel örgüt ilişkisine kanalize edilmesi önemlidir. Bunların üzerinde de önemle durmanız gerektiğine işaret etmeye sanırım gerek yoktur.
Bizden bekleyeceğiniz en büyük şey; savaşı daha da tırmandırmaktır. Direnişinize, acılarınıza verilecek en anlamlı cevap bu olacaktır. Bu konuda andımız var: Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in ve nice zindan şehidinin intikamını en kahredici bir biçimde alacağız. Benim bütün ahım budur, andım budur. Siz de bunu nasıl becerdiğimizi iyi inceleyin. Bakın, en küçük bir hesapsızlık görmeyeceksiniz. Her şey hesaplıdır. Düşmanı de kahreden budur.
Kendi cephenizden en iyi sonuçları yakalayabilecek güç ve kapasitede olduğunuza inanıyoruz. Bu inançla, hepinizi yoldaşça kucaklar, zorlu yaşamınızda başarılar dileyerek selamlarımı sunarım.
Şubat 1990
Reber APO
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik planlı bir saldırı olarak geliştirilen tarihi 15 Şubat uluslararası komplosunun ondördüncü yılına giriliyor. Onüç yıllık yoğun bir araştırma ve kapsamlı direniş temelinde komplo gerçeği tüm yönleriyle önemli ölçüde aydınlatılmış bulunuyor. Ondördüncü yılda da bu çabaların devam edeceği ve İmralı sistemini tümden yok etmek için Kürt halk direnişinin çok daha güçlü ve kapsamlı bir biçimde gelişeceği anlaşılıyor.
Şimdi yeni bir komplo ve komploya karşı mücadele yılına girerken bazı temel bilgileri yenilemek yararlı olur. Bilindiği gibi, uluslararası komplo Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkarılması ile başlamış ve 15 Şubat 1999 günü Kenya’dan kaçırılıp İmralı’ya götürülmesiyle bir sistem haline gelmiştir.
Uluslararası komplo saldırısının hedef noktası Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Komplonun amacı Önder Abdullah Öcalan’ı fiziken veya ideolojik-siyasi bakımdan tasfiye etmektir. 9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadar kim vurduya getirerek fiziki imha esas alınmış, bu başarılamayınca 15 Şubat 1999’dan 11 Ocak 2000’e kadar idam yöntemiyle imha öngörülmüş, bu da başarılamayınca 11 Ocak 2000’den 2002 sonuna kadar İmralı işkence sistemi altında zamana yayılmış çürütme politikasıyla ideolojik-siyasi imha sağlanmak istenmiş, ondan da sonuç alınmayınca 2003-2004 yıllarında dayatılan iç tasfiyecilikle örgüt dağıtılıp ideolojik-siyasi imha başarılmak istenmiştir. Tüm bu çabaların Önder Abdullah Öcalan’ı tasfiye etme sonucunu yaratmaması ardından 23 Ağustos 2005 tarihinden bu yana da topyekûn imha ve tasfiye saldırısı yürütülmektedir.
Uluslararası komplo planının stratejik boyutu şöyledir: Önder Abdullah Öcalan’ın imhasına dayanarak PKK’yi tasfiye etmek, PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımını başarıya götürmek! Dolayısıyla planlı uluslararası komplo saldırısı, Kürdü inkâr ve imhayı öngören küresel soykırım sisteminin bir saldırısıdır. Kürt soykırımının başarısı önünde engel oluşturan Kürt Halk Önderi ile PKK’yi yok etmeyi hedeflemektedir. Demekki uluslararası komplo, Kürt halk varlığını ve demokratik haklarını inkâr eden küresel kapitalist sistemin bir saldırısı olmaktadır.
Buradan komployu örgütleyen, yöneten ve katılan güçlerin kimler olduğu anlaşılmaktadır. Komplo küresel kapitalizmin bir saldırısı olduğuna göre, onu örgütleyip yöneten de bu sistemin önderleridir. Nitekim komplonun ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı tarafından örgütlenip yönetildiği bizzat kendilerince itiraf edilmiştir. Bunlarla birlikte uluslararası düzeyde dönemin Almanya ve Fransa yönetimlerinin, İtalya’da Berlisconi partisinin, Rusya’da Yeltsin-Pirimakov yönetiminin, Yunanistan’da Simitis yönetiminin komplonun gerçekleşmesindeki payları büyüktür. Bölgede ise son Mısır firavunu Hüsnü Mübarek yönetiminin katkısı çok olmuştur. Zamanın TC yönetiminin katkısı ise, ABD’nin isteklerini karşılama ve gardiyanlık düzeyindedir. Kürt sorunundaki zafiyeti fırsat bilerek komplo Türkiye yönetiminin boynuna değirmen taşı gibi geçirilmiştir. Taşı bir anda boynunda bulan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, ölene kadar bu işin nedenini anlamadığını söylemiştir.
15 Şubat komplosunun gerçekleşmesinde örgütsel zayıflıklar ve çizgiyi uygulamadaki yetersizlikler de önemli bir rol oynamıştır. Dahası komplo döneminin Yunanistan, Rusya ve Avrupa dış ilişkiler sorumluları ile 2003-2004 tasfiyeciliği uluslararası komplonun iç uzantıları biçiminde işlev görmüştür.
Görüldüğü gibi, uluslararası komplo Kürt varlığını inkâr ve imhayı hedefleyen topyekûn bir siyasal-pratik saldırıdır. Bu tehlikeli saldırı onüç yıldır kahramanca bir direniş mücadelesiyle boşa çıkarılıp başarısız kılınmaktadır. Bu mücadelede en başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın büyük direnişini ve sonuç veren direniş tarzını görmek gerekir. İster komplo ve idamın önlenmesinde olsun, isterse İmralı işkence sisteminin boşa çıkartılmasında olsun esas yükü Önder Abdullah Öcalan’ın omuzladığı ve komploya karşı direnişe öncülük ettiği tartışmasızdır. Bu bakımdan insanlığın direniş hazinsine çok büyük bir katkıyı ifade eden İmralı direniş gerçeğini doğru ve tüm yönleriyle anlayabilmek gerekir.
Önder Abdullah Öcalan’ın komplo karşısındaki bu kahramanca direnişini dışarda devam ettiren “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla gelişen fedai direnişi olmuştur. Kürt halkının yediden yetmişe katıldığı bu direnişin yüzlerce, hatta binlerce kahraman şehidi vardır. Bu tarihi kahramanların Önder Abdullah Öcalan etrafında oluşturdukları ateşten çemberdir ki, komplocuları korkutmuş ve Kürt Halk Önderi’ni savunmuştur.
İşte böyle en üst boyutta oluşan Önderlik-halk direniş birliği uluslararası komployu başarısız kılan temel güç olmuştur. Bu temelde komplocu yöntemlerle imha boşa çıkartıldığı gibi, idam saldırganlığı da kırılabilmiştir. Önder Abdullah Öcalan, tüm bunları paradigma değişimi temelinde geliştirdiği yenilenme ve üçüncü Önderliksel doğuş ile başarmıştır. Bu temelde Ecevit hükümetinin sahte demokratlığını boşa çıkardığı gibi, AKP hükümetinin de sahte İslamcılığını ve halkçılığını boşa çıkarmayı bilmiştir. İç ihanet ve tasfiyeciliğin tasfiye edilmesi, AKP’nin geliştirdiği topyekûn saldırıya karşı direnme gücünü yaratmıştır. Bugün bu direniş İmralı’dan Amed’e, dağdan yurtdışına kadar her alanda topyekûn bir mücadele olarak sürmektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yöneltilen uluslararası komplo saldırısının başka bir benzeri yoktur. Çünkü komplocu saldırıyı doğuran Kürt halkını inkâr ve imha sisteminin de bir benzeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla uluslararası Gladio komplosuna karşı direniş de benzersiz ve eşsizdir. Bu temelde yaşanan mücadele, onüç yıldır Kürdistan ve Türkiye’deki gelişmeleri belirlediği gibi, Ortadoğu’daki üçüncü dünya savaşı üzerinde de sonderece etkilidir. İmralı direnişi onüç yıldır çok sayıda gücün korkulu rüyası olmaya devam etmiştir.
Tabi bu denli büyük ve etkileyici bir olayın bir de arada yemlenenleri vardır. 9 Ekim 1998 komplosunun düğmesine 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması ile basıldığı bilinmektedir. Bu temelde geliştirilen komplocu saldırılar ve buna karşı gelişen tarihi direniş, Kürt halkının özgürlük bilincinin ve örgütlülüğünün düzeyini ortaya çıkarırken, yan etki olarak bazılarını da rüyalarında göremeyecekleri yerlere getirmiştir. Bu çerçevede bazıları Bağdat’a başkan bile olabilmişlerdir. Yani “Apo ve PKK pirimi” para etmiştir.
Şimdi onüçüncü yılda ve ondördüncü yıla girerken AKP komployu yenilemeye ya da yeni planlarla yürütmeye çalışmaktadır. Yani topyekûn özel savaş konseptini tüm boyutlarıyla uygulamak istemektedir. Bu da “Apo ve PKK pirimi”ni daha da büyütmekte ve bazı leş kargalarını daha saldırgan bir biçimde harekete geçirmektedir. Bu temelde bazılarının Bağdat’a başkan olmaları, benzer bazılarının da iştahını kabartmaktadır. Böyle bazılarının medya ve TBMM Komisyonu tarafından itibar görmeleri, neredeyse kendilerini kaybetmeye kadar götüreceğe benzemektedir. Hâlbuki rolleri psikolojik özel savaşın piyonluğu düzeyindedir.
Kürt halkı komployu çözdüğü gibi, komplonun ajanlarını da çözmekte ve tanımakta zorlanmamaktadır. Dahası bu uğursuz davranışların yarattığı büyük öfke, komploya karşı Kürt halkının ondördüncü yıl mücadelesini çok daha güçlü geliştireceğini göstermektedir. Hem de “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” temelinde!..
Selahattin ERDEM
ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar