“Nasıl yaşamalı’dan “nasıl savaşım”a geçişi gerçekleştirdik. Özgürlük bir anlamda bu soruya cevap vermekten geçer. Öyle bir yaşam ki, içinde öz kimliğinle, öz iradenle sana şeref, onur getirebilmek kadar, maddi olarak da varlığını üretebilecek her koşuldan yoksun isen, o zaman bu nasıl bir yaşamdır diye adam akıllı düşüneceksin. Eğer kabul edilemez bir yaşam ise, peki bunu kabul edilebilir bir yaşama dönüştürebilmek için ne yapmak gerekiyor? Hemen işte orada devreye girecek olan nasıl mücadele, nasıl savaş sorusudur.
Bunun için de madem yaşamak istiyorsun, bütün insanlık yeteneklerini inceleyeceksin, kendinde eriteceksin, isyanın haline getireceksin ve böylece çare konusunda adımlar atacaksın. Bunun anlaşılmayacak hiç bir yönü yok. Burada belirleyici olan, kitaplarda savaş üzerine yazılan çok kapsamlı düşüncelerden ziyade, yaşadığın acımasız yaşam koşullarından yola çıkarak kendi yaşamsal sorunlarına cevap aramaktır.
İnsanoğlu teori geliştirir, fakat çoğunlukla bir doğmalar yığını halinde onun kolunu-kanadını bağlar. Öyle anlaşılıyor ki, sizi daha çok yaşadığınız gerçeklik temelinde yaşam sorunuyla karşı karşıya getirmek, kitaplardan daha fazla öğretici olacaktır. Dogmalar bizim toplumumuzda çok etkilidir ve esas görevi de saptırmadır, çarpıtmadır. Alışkanlıklar da aynı rolü oynar.
Burada yapabileceğimiz en önemli çalışma, gerek bu güncel düzenden kaynaklanan dogmalar, gerekse yüzyıllardan gelme dogmaları irade üzerinde etkili olmaktan çıkarmak ve canlı yaşamsal denilen yaşam sorunlarıyla kişiliklerinizi karşı karşıya getirmektir. Başka tür bu kadar yaşamdan uzaklaştırmış birimi, bireyi, onun toplumunu özgür iradeye, yaşama doğru çekmek pek mümkün gözükmüyor. O halde şu anda Kürdistan’da ve bu halk adına içinde adı, ünü, çabaları çok duyulan ve yol açtığı etkilerle, hatta savaş tarzıyla günlük olarak yaşamın ve savaşımın her türünü ortaya çıkarmaya çalışan bireyi tartışmak çok öğretici olacaktır. Yaşam tarzında kendini sorgulayan ve gerekirse en kapsamlı bir savaşa cesaret eden bir birey hiç şüphesiz her kitaptan daha okunmaya değer bir kitaptır. Veya tartışılmaya, sorgulanmaya, hesap sorulmaya, hesap verilmeye değer en canlı kaynaktır.
Yapmanız gereken, özgür bir yaklaşımla olup-biteni anlayabilmektir. Bir şeyi yapabilmek için anlayabilmek şarttır. Bu konuda kendinize verilmiş sözlerinize bağlı olmayı bilmeniz lazım. Hiçbir bireycilik, bencillik bundan daha değerli olamaz. Veya o bireyciliğin bile bir anlam ifade etmesi, bu bireyin değerlendirilmesinden geçer. Oldum olası biz kendimizi müthiş sorguladık ve sorgulamaya dönüştürdük. En büyük tutkularımızdan birisi, insanımızın dilini açmak, soru sordurmak ve ona cevap vermekti. Derler ki; “insan konuşan bir hayvandır” işte bu konuşma yeteneğini kaybedersek, demek ki insan olamayacağız. Ve düşmanın da yaptığı zaten bizi konuşan hayvan olmaktan çıkarıp konuşamaz, yani bayağı hayvan haline getirmekten ibarettir. Öncelikle bunu kırmaya çalıştık.
Büyük konuşma gücünü kazanmak, insan olmadaki ısrarı gösterir.
Papağanlar ancak sahiplerinin öğrettiği bir kaç kelimeyi tekrarlayabilirler. Düşmanın kendisi için öğrettiği kelimeleri biz konuşma olarak değerlendiremiyoruz. İnsan konuşması öz gerçeğini ifade etmeye dayanır. Bunu gerçekleştirmeye çalıştık. Ve bu da çok önemlidir.
Konuşma, savaşın başlangıcıdır. Konuşmasını bilmeyenler savaşmasını da bilmez.
Etkili bir hatip savaşın önemli bir doğurgaç kaynağıdır.
Nerede etkili hatipler varsa, orada kavgalar da vardır.
Suskunluk, dilsizlik ezop dili nerede gelişmişse, orada kavga durmuştur. Basit, düşkün seviyede bir yaşama herkes razı olmuştur. Boşuna Roma’nın etkili hatiplerinden bahsedilmez. Yine İslam’ın çıkış sürecindeki büyük hatiplerinden, hutbelerden boşuna bahsedilmez. Bakın, nerede büyük savaşlar verilmişse, orada çok büyük hatipler öncelleşmiştir, önceliği ifade etmiştir. Dillerine peseng çekilmiş olanların iradeleri de tutsak olmuştur. Dilleri karma karışık olan iradelerini de karmakarışık hale getirmişlerdir. Ve bu kişilerin mensup oldukları toplumlar, savaş gibi bir irade işini geliştiremezler.
Hatırlarımızdadır, biz ilk cümleleri başarılı söylediğimizde, kendi kendimize savaşı kazandık diyorduk. Savaş bizde de ilk önce sağlam kelimeleri söylemekle başladı. Hele kelimelerin bir de güzel anlamı oldu mu, dünyalar bizim olurdu. PKK savaşımı çarpıcı bir kaç sözle başladı. Ve tüm ortamları etkiledi. Günümüze doğru geldiğimizde kelimeler oldukça anlamlı bir savaşa dönüştü. Bu işin bir yönüdür. Başka yönleri de var. Öfkeler savaşı, kinler savaşı, sevgiler savaşı, arzular savaşı, güzellikler savaşı, hepsi kendi kulvarında anlamlıydı ve bizde sürekli gelişim gösterdi.
Hiç şüphesiz sizin halk olarak ve onun öncü gücü olarak en temel sorununuz, bu savaş boyutlarını kendinizde gerçekleştirmektir. Ona kendinizi yatırmayı bilmekten geçiyor. Konuşabilecek misiniz? Neyi, nasıl konuşacaksınız? Sorumluluğuna katlanacak mısınız? Gücünüz var mı? Sorgulamaya var mısınız? Tabii o polisteki kaba Türk sorgusundan bahsetmiyorum. Bu çok aşağılık bir şey sorgulamanın en aşağılık türü ve inkarıdır. İnsanı sorgulamak, eylemini sorgulamak, başarıyı sorgulamak, bundan bahsediyoruz.
Düşman boşuna dili yasaklamamış, yazıyı durdurmamış, hitabı kesmemiştir. Bunu başardı mı hayvandan daha beter bir kalabalık emrine hazır olur. Şaşılası bir şey sizin bu konularda kendinizi bu kadar etkisiz bırakmanızdır. Bu büyük desteğe rağmen, halen kendinizi bu kadar etkisiz bırakmanızı nasıl izah edeceksiniz? Büyük sorun! Bilimler çağı deniliyor, bilgi toplumu deniliyor ve korkunç bir bilinçsizliği bu kadar ısrarla yaşamayı nasıl izah edeceksiniz? Hem de en hayati konulardaki bilimi ihmal ederek yaşamaya nasıl cesaret ediyorsunuz?
Anlamaya çalışıyorum, yıllardır yaşama nasıl güç getirebildiniz? Sizi yaşatan değerler sizde nasıl kabul gördü? Öyle sanıyorum ki burada her şeyi kaybettiniz. Yaşanmayı mümkün kılmayacak değerleri kabul ettiniz. Sizi yaşatabileceğine kendinizi inandırdınız. Hatta hiç sorgulamadınız.
İslam’da haram-helal kavramı var, sanatta güzel-çirkin kavramı var. Bilimde doğru-yanlış kavramı var. Ahlakta iyi-kötü kavramları var. Siz bunların hiç birisini ayırt etme gereğini duymadınız. Ama bunlar çok temel kavramlardır. Ayırt etmediniz mi, insan olma, hele çağdaş toplulukların geldiği düzeyi yakalamak asla mümkün olamaz.
Tabii bilimi öğrenmemek, felsefeyi, hatta dini öğrenmemek de düşman gerçeğiyle bağlantılıdır. Düşmanı böyle acımasız olanın dini, bilimi, felsefesi olamaz. Dinsizdir, felsefesizdir, bilimsizdir. Ve çok açık anlaşılıyor ki, böyle olan bir topluluk da zor iflah olur. Ve bu topluluktan gelen bireyler de zor gelişir. Bu tehlikeyi biliyordum. Dinsiz, imansız olmamak bilimsiz, felsefemiz olmamak için inanılmaz çabalarımı hatırlıyorum. Biraz kavrayabilecek miyim, halen biraz kavradığımda yaşadığım olayları hatırladıkça, hep kenarından bir şeyler aldım diyordum. Hiç bir zaman kendimi ne dinden anlayan, ne felsefeden, ne bilimden anlayan birisi gibi görmedim. Haberim oldu o kadar. Din var, bilim var, felsefe var, bunlardan birazcık haberim oldu. Fakat özüne girişmedim. Bu konuda kendimi kesinlikle ileri düzeyde görmüyorum. Hatta sağlam kavradığımı bile hiç sanmıyorum. Aynı zamanda bu kadar zorda olan birisiyim. Ama sizin üzerinizde koyu bir cehalet var. Ben biraz fark ediyorum, aramızdaki fark da budur.
Siz korkunç bir cehaleti yaşam olarak sinenize oturttunuz. Ve yaşamaya cesaret etmekle büyük günah işlediniz. Hiç olmazsa yaşamı durdursaydınız, kendinizi kandırmasaydınız. Böyle acaba biraz tövbe etmeye, kendini ıslah etmeye niyetiniz var mı? Müslüman müminleri her gün boşuna “tövbe, ya Rabbi bizi affet” demezler. Onun bir nedeni vardır. Çünkü yaşam, giderek bizde affedilmez bir hal almıştır. Ve sembolik olarak ancak Allah’a yalvarışlarla idare edilir. Bir günah işlenmiştir. O, ne günahıdır? İşte bu söylediğim günahlardır. İnsanın mutlak ulaşması gereken din, felsefe, bilim ve onun doğurduğu pratik yaşam imkanlarından uzak olmaktır.
Günah böyle işlendi ve gırtlağımıza kadar bizi kirletti. Bunlar çok açık. Böyle yaşamaya, savaşmaya nasıl cesaret ediyorum? Biraz iddiam olduğu için ediyorum. Aslında bunu sorgulamak gerekiyor. Ben nasıl yaşamaya cesaret ettim? Daha doğrusu, yaşamın sizlerle farkını nasıl cesaretlice kendime biçtim? Ne zaman kritik anları yaşadım veya yaşamla savaş ne kadar iç içeydi bende? Gerçekten yaşayabildim mi, yaşamak için savaşı nasıl düşündüm, göze aldım? Ne zaman, nerede? Ve en önemlisi de, nasıl becerebildim? Ruh, yürek nasıl yeterli oldu? Neyle mümkün oldu? Bunları sorgulamamız gerekir. Sizin de bana biraz yardımınızın olması gerekiyor. Varsa gücünüz, dürüstçe, mümkünse biraz da mertçe, yiğitçe yardımcı olmalısınız.
PKK olayında da gerçekleşen budur. Şimdi dikkat çekici bir noktaya gelmişiz. Savaş sadece ulusal, sınıfsal değil, uluslararası bir boyuta da çıkıyor. Salt ideolojik değil, bütün eylemsel sahaları da kapsıyor. Buna şaşırmıyoruz, ama onun başarıyla yürütülmesi gereken önderlik, komuta sorunları vardır, taktik sorunları vardır. Savaş-yaşam bağlantısını doğru kurma sorunları vardır. Özellikle özel savaşıma karşı, devrimci savaşın yaratıcılığını yakalama sorunları vardır. Düz, kolay, yüzeysel bir mantıkla hiç ele alınamayacağını, yine zavallı, aciz bir iradeyle de sürdürülemeyeceğini anlama gereği vardır.
Bu konuda tutarlı, oldukça anlayış ve ciddiyete ihtiyaç vardır. Mevcut savaş olanakları her zamankinden daha fazla, hem bizi yaşatabilir, hem de istediğimiz kadar onu savaşla geliştirebiliriz. Bizlerin kendi kişiliğimizde size sunmak istediğimiz kabul edilebilir, anlamlı, adına özgür yaşam mı dersiniz, namuslu, onurlu yaşam mı dersiniz, ki mutlaka gereklidir, onun için ne kadar savaş gerekliyse, onun da bütün olanaklarını elinize, yetkinize vermek, bunu görüp değerlendirmek çağrısıdır. Bunun dışında hiç kimse yaşam sahtekarlıklarıyla kendisini aldatmamak kadar, ucuz savaşçılık yöntemleriyle kendi sonunu da getirmesin.
Sonuna kadar yaşamı bütün doğru yönleriyle, özgür ifadeleriyle ve gerçeğiyle kendimize yakıştırmak kadar, onun gerektiği kadar doğru savaşı, ilkede ve tüm araçlarında benimseyelim ki, bunları doğru birbirimizle kaynaştırıp verdiğimizde bu büyük çelişkilerimiz, hepimizi çok sıkan ve neredeyse nefes alamaz duruma getiren boğucu yaşam atmosferinden oldukça yüceltici, soylu, sonuna kadar güzelliklerle dolu yaşama, onun savaşımına ve zaferine geçelim.
Önder APO
28 Şubat 1996
- Ayrıntılar
En büyük devrim, yüzyıllardır bizi geri bırakan ve her tür düşmanlık karşısında sürekli yenilgiye götüren gerçekliklerimize kar-şı yürüttüğümüz savaşımdır. Çağla bağlantılı olarak en temel yanıl-gılı yaklaşımlarınızdan bir tanesi de devrimimizi diğer çağdaş devrimler gibi yapabileceğimize dair, gerek teorik ve gerekse benzer bir pratik çabaya kendimizi kaptırmamız, sonuç vermeyince de umut-suzlukla birlikte yozlaşıp, yenilgiye kendimizi mahkum etmemizdir. Bu kadarını bile fazla iddialı geliştirememiştik. Çünkü farkımız size hiçbir zaman diğer ülke devrimleri gibi, halk devrimleri gibi olacağımıza dair en ufacık bir umut vermiyordu. Dolayısıyla, cesaret bile edilmeden gerçeğimizden kaçmak ve artık onun şekillendirdiği ipe-sapa gelmez, dünyanın belki de en kandırmış, kendini yalana yatırmış, kitaplarda bile tarifi olmayan bir ulusal-toplumsal ve bireysel gerçeklik haline getirmemizdir. Şu çok kesin; Kürt olayında, gerçeğinde artık ciddi olmak, adamakıllı bu işe kendimizi vermek, bu tabii PKK'nin en hayati iddialarından bir tanesidir, temelidir belki de. Özgünlüğü buradadır. Çok az kimsenin, belki de hiçkimsenin cesaret etmediği bir savaş tarzına burada yüklenmek, bunun Önderlik savaşımının adıyız biraz. Yenilgi, askeri- siyasi boyutun çok ötesinde, özellikle toplumsal gerçekliğin neredeyse düşmanı için en uygun zemini teşkil etmesi, en rahat bir sömürgeciliğin yürütülüş çerçevesini oluşturması, bizi şimdi bu zemini yakalamaya, çözmeye götü-rüyor. Askeri, siyasi başarılardan bahsetmek için, belli ki bu bizde her kötülüğe, her olumsuzluğa, her kaybedişe götüren sosyal zeminle hesaplaşmak, gerekiyor. Zaten Önderlik çabalarımızın son yıllardaki yönelişi de buraya doğrudur. Dış cephelerle uğraşmayı ikinci plana bırakıyor veya daha doğrusu; bu iç çözümlenme düzeyini aşarak, dış cepheyi geliştirebileceğimizi ortaya koyuyor. Tabii ki sosyal olgunun bizde değil çözümlenmesi, kavranılması bile büyük yetenek ister. Başka uluslar belki de yüzyıllarca süren çabalarla bu sosyal gerçekliğini anlamış, kavramış, yasallaştırmış, siyasallaştırmış. Ve savunmasında, emperyalist yayılmasına da gidebilmişlerdir. Bizdeki olay; kavramaya bile kimsenin yaklaşmaması. Nesin? Kimden geliyorsun? Neyi temsil ediyorsun? Farkında olmak şurda kalsın, hep kaçılıyor. Kaç kurtul! Tabii, bunda düşman rolü belirleyicidir ama iliklerinize kadar işlemiştir. Ne kadar kendinden kaçarsan o kadar kurtulursun!? Halen hatırımdadır. Kendimi tanıyıp, öyle uçmaya hazırlandığımda veya gittiğim okula birlikte geleneksel yaşamdan kopup, pek kestirmediğim yeni yaşama başladığımda, bu sosyal engeli gördüm. Hep bana bir ayak bağı gibi gelirdi. "Ah! İşte aile şöyle olmasaydı. Ah! babam ve annem diğerlerinin anne ve babaları gibi olsaydı. Veya bu köylü olmasaydım. Ah! şu yerden olsaydım." Bunları engel gibi görüyordum, mühim olan burada o yaşta bile bu toplumsal zeminin ne kadar büyük bir engel teşkil ettiğidir.
Şimdi bizim devrimciliği, bu toplumsal engeli aşmaya bağla-mamız anlamlıdır. Kendi toplumsal zeminini aşamayanların ciddi bir askeri, siyasi sıçrama yapacağı kuşkuludur. Bu sosyal zeminin insanı olsa olsa düşmanın iyi bir askeri, patronun iyi bir işçisi, ağanın iyi bir ırgatı veya en tortu işlerdeki çalışanlardan ibaret olurdu. Nitekim bu sosyal zemin başka bir şey doğurmuyor. "En benim" diyen bile bir aşağılık işbirlikçidir. En haini, sözümona en beceriklisi oluyor. Bu ülke başka insan yetiştiremedi. Bu halkın bağrından başka tür, yaman adam çıkamadı. "En yiğidim" diyen, karının iyi bir kocasıdır veya kocanın iyi bir karısıdır. Bunun dışında bir sosyallik, onun ahlakına henüz tanık olamadık. Mesele ne sizin moralinizi bozmaktır, ne de si-zin bu bir bostan bekçisi gibi olan halinize onay vermektir. Mesele gerçeklere yüreklice yaklaşmaktır. Yaşayacaksak da bu temelde buna bir yeni başlangıç yaptırmaktır. Olmuyor. Benim kendi tecrübemden çıkarttığım bilinçle baktığımda olmuyor. Sizinle yaşam olmayacak, gelişmiyor. Bu anlamda bir devrimle karşı karşıyasınız. Ya bu içsel devrimi hakkıyla yaparak "ben varım" diyeceksiniz, ya da bu salapati yürüyüşünüze bir son vereceğiz. Bu da bir abartma değil. En benim diyenlerinize verilen her görev anlamını bulmamıştır, başarıya gitmemiştir. Tam tersine başarısızlığı için zemin olunmuştur. Biz bunu es geçemeyiz. Her göreve yüksek başarı şansımız yoksa o zaman niye kendimizi aldatalım? Niçin ateşten bir gömlek olan devrimci sürece girelim? Yazık değil mi? En azından bir vicdan muhasebesi yapın, bu ateşe niye giriyorsunuz? Devrimde mecburiyet olmaz. Dev-rim büyük bir gönüllülük olayıdır. Birbirlerine büyük güç verme ola-yıdır. Bütün pratiklerinize bakın, bunun tersi durum sözkonusudur. Güç verme olayı, gönül verme olayı neredeyse yitirilmiş veya gelişkin kullanılmamıştır.
İyi niyetlerden kuşku duyulamaz. Bayağı çaba harcamanızdan da kuşku duyulamaz ama bir şey var ki; siz bu işte rahat değilsiniz. Bu işe büyük yapışmamışsınız. Bu işi büyük bir kararlılıkla götüremiyorsunuz. Ama ben de söyleyeyim ki, böyle devrimcilik, particilik, orduculuk olmaz. Büyük bir feodal değer yargısı içinde veya çaresizlikten ötürü, "bir yerlere kadar varım" diyorsunuz. Bu yanlıştır, böyle var olma olmaz. En basit askeri konularda, yıllardır bu kararlı savaşıma rağmen bir başarılı taktik geliştirememişsiniz. Ve rahatlıkla yürütülebilecek bir örgüt çalışmasına doğru bir toplantıyla bile cevap verememişseniz, sizi ciddiye alamayız. Sizi gerçek bir adam, militan yerine koyamayız. Ne derseniz deyin, herşey bir aldatıcılıktan ibaret olacak. Ölemeyiz de. Bundan şu sonucu çıkartmayın: "Ben ölümüne girmedim mi?" Bu daha kötü, bu halinle senin ölümüne girmen, diriliğinden de beterdir. İstemiyoruz senin ölümünü. Ucuz savaşıp çok boş bir nedenle ölmek, bizde en az sahte yaşamak kadar suç teşkil ediyor. Ölümünüzle sadece, üzüntülerimizi artırıyorsunuz. Yaşamı-nızla nasıl ki zorluyorsanız, ölümünüzle daha fazla zorluyorsunuz. Bana kolay ölmeyen yoldaş lazım. Öyle kendini kolay ölüme ya-tırmış. Zaten hergün, herkes ölüyor bizde, en ucuzcasına. Kolay ölmemenin adı olacaksınız. Aynı zamanda kolay yaşayamamanın da adı olacaksınız. Bunları çözmeye çalışıyoruz. Ben çokça yapageldiğiniz gibi, kolay kendimi ikna etmek istemiyorum. Zaten kendimi kandıra kandıra zamanın büyük bir kısmını yitirdim. Şimdi daha derli toplu ve sonuç alıcı olmak istiyorum. Öfkeliyim, öyle bildiğiniz gibi değil. Mesele, kendimi idare etmek filan değil. Benim en büyük meselem, şu anda gerçekten kendimi aldatmamaktır. Şu anlamda aldatmamak: Fazla başarılı olmayan yaşam konusunda, fazla gelişkin olmayan savaş konusunda. Onun her türlü örgütsel aracı konusunda. Bizzat günlük pratiği konusunda tüm sorunum kendimi aldatmadan, mümkünse bazı gerçekçi adımlar atabilmektir. Bu benim için herşey. Ama bakın siz bir önyargıyla yıllarınızı kaybediyorsunuz, kaybettiriyorsunuz. Sırf doğru olup olmadığına bakmadan bir iddiacılığınız var. Veya bir kuruntunuz var, onun uğruna partiyi kurban ediyorsunuz. Yaşamınız belki de yüzde çok ağırlıklı bir bölüm olarak hatalarla, yanlışlıklarla, dolayısıyla başarısızlıklarla dolu. Onun büyük bir inatçısı gibi dayatırsanız, acaba sonuçlarını hesaplayabiliyor musunuz? Daha da kötüsü yaşama göz dikmiyorsunuz. Aslında benim si-ze, ne kadar yaşıyorsunuz veya ne kadar savaşıyorsunuzdan ziyade, bana öyle geliyor ki, yaşam konusunda büyük bir yanılgı var. Yaşa-mın içeriğine, nasılına ilişkin, bir yanılgı var. Yaşamın içeriğine, na-sılına ilişkin, bir karacahilsiniz veya çok kötü bir tutucusunuz. Ne güçlü hayalleriniz var? İşin tuhaf tarafı var olan da çok tehlikelı. Hayaller ki, gerçeklerini yerle bir ediyor. Ben bu hayali ne yapacağım? En önemlisi de hayalsizsiniz. Bunu bırakalım, hayaller o kadar sizi etkilemeyebilir. Neye tutkunuzun olduğu da belli değil. Tutkularınızı bir anketleme yoluyla ortaya çıkarsak; ya bir sigarayı çok seversiniz, ya uykuyu, ya hoşaf falan gibi yiyecekleri, yada serbest kaldığınızda tabii, çok rahat bir karı-kocayla yatmayı. Eminim ki, yani serbest kaldığınızda bu yönlü eğilimleriniz ağır basacaktır. Zaten bu noktada -bu islamın dün işte bir bayramı daha geride bırakıldı- Ramazan bayramı, onun öncesindeki üç aylık, bir aylık oruçlar. Sanırım Hz. Muhammed'in ilginç eylemlerinden veya aldığı tedbirlerinden bir tanesidir. Bir yandan diyor, "cennete gidersiniz şöyle bal, şerbet, hurilerle yaşarsınız. Bir yandan cehennem şöyle yakar. Diğer yandan aylarca yemeyeceksiniz, içmeyeceksiniz. Kafirin elindekini talan edeceksiniz." Bir yandan "nefsini terbiye edeceksin" diyor, bir yandan da "bilmem meleklerle, hurilerle şöyle yaşanılır" diyor. Hepsi çelişkili ama, ayaklandırmak için gerekiyor. Nefsi terbiye ediyor, arzuyu şiddetlendiriyor, yüceltiyor, ardından savaştırıyor. Döneme göre ideolojik faaliyet, döneme göre amaçlar meselesi oluyor. Sürüklüyor ve so-nuçta başarılı da kılıyor. Ama şu anda kim orucun bu anlamını bilebilir. Hz. Munammed'in ki hepsi sözde müslüman, ezan sesleri bol bol kulağımıza geliyor. Ama benim özde biraz yakaladığım bir şey varki; gerçi bu sosyalizmde de bu böyle oldu. Bir çok ideolojinin başına gelen budur. Tam tersi olabilmek. Ortada öyle müslüman filan yok. Müslümanlığın daha ilk evvelerden söylediği bu zındık, münafıklıkta gelişme vardır. Zaten islam dünyasının gerçeği de bunu açıklıkla gösteriyor. Ancak zındıklara, münafıklara has bir yaşam vardır. Geri, fitne-fesat dolu, sözde kafirlere karşı olmak kendileri açısından kafirlerden daha beterdir. Kafirlerin yaşamında bir gelişkinlik bulabilirsin ama müslümanın yaşamında bunu bulamazsın. Ortada müslüman yok derken, acaba sosyalist var mı? Çağdaş ideolojik akım olarak sosyalist nerede? İşte en benim diye geliştirilen Sovyetlerde şimdi en ayaklar altına alınan bir söylem olmuştur. Bir dönemlerin dünyayı titreten ideolojisi şimdi tukaka ediliyor. Onu da bırakalım şimdi kendi en basit insan olma "insan nasıl insan olur?" sorusuna cevap verelim. Eminim ki, zaten bu temel sorun olmasaydı, hiçbirimiz bir araya gelmezdik. Hata şurada oldu: İşte kendini erkenden iktidar sanma gibi, erkenden insan yerine koyma. Bu noktada benim bulabileceğim en temel silah; adam olmakta çok zorlandım. Hiç ayıbı yok. Siz ne kadar aman yaman olursanız olun. Belki tarihe de bir şeyler yapabilirsiniz. Ama ben halen kendimi ikna etmiş bir adam değilim. Her konuda, büyük bir sorun teşkil ediyorum. Doğru dürüst oturamıyorum, doğru dürüst bir masada dostlarla bile yemek yiyemem. Yerim de çok sıkılırım. İşte sizlerle de doğru dürüst rahat yaşayamıyorum. Yaşıyorum da, ama çok yoğun, şiddetli geçiyor, ra-hatlayamıyorum.
Kadınla mesela, tartışacağız daha fazla. Daha da, hiç rahat olamıyorum. Diyeceksiniz "Ya! hiçbir önder böyle olur mu?" Ger-çekliğe göre biraz böyle. Dedim ya kendimi aldatmamak benim için önemli. Yani olmamışsam, sahte görüntüyle neden, neyi kurtaracağım? Bizim toplumun tüm yaptığı, "adını Muhammed koy sanki Muhammed olurmuş" gibidir. Ad olarak varsınız, içerik olarak yok-sunuz -ki iyisi bunu tartışmalı hale getirmek: Adı olacağına biraz kendisi olsun. Düşünün kaç tanenizin adı "Aslan, Pılıng, "Kaplan." Ya soyadı ya adı öyledir. Ama ortada öyle tek bir aslan yok. Ne kadarınızın adı "Ayşe", "Fatma", "Zeynep" ama tarihteki, "Ayşe", "Fatma", "Zeynep"le ne kadar bağlantılı? Öyle olabilecek birisi yok. Sadece ismi var. Bizim toplum isim vermeye çok düşkündür. İsim verdimi sanki kendisi de olabilirmiş gibi. Şimdi bu devrimi de böyle yaptık. Sanki devrimin genel teorisini, işte sanki silahını ele almakla devrim yapacakmışız gibi kandırma. Ben şimdi burada daha ileri bir noktaya geldim. Düşman kendi mantığı içinde çok örgütlü, çok tanımlıyor kendini. Bizimkilerde ise tersi bir durum var. Zaten bu son dönem yoğunlaşması da bu tehlikeyi hiç olmazsa biraz asgari bir düzeye indirmek oluyor. Şimdiden bu halimle bile rahat olamıyorum, siz; "Ah işte devrim oluyor, gidiyor" diye kurulmuşsunuz her tarafa. Düşünün yani geldiğiniz yerlerdeki rahatlığınızı veya zavallığınızı, genel yaşam içindeki yerinizi, hiç yine abatmamıza gerek yok, üzülmenize de gerek yok. "Hakkımız gitti veya tam anlaşılamadık" demenize de gerek yok. Ortada çok önemli bir işimiz var. Kudretli birkaç görevlimiz var mı? İyi niyetli olarak, kolay "evet" deme anla-mında hemen hepiniz benden daha iyisiniz ama hakkını verebilecek, birileri varsa bütün gücümü, imkanımı ben ona verebilirim. Ne kadar yeteneklerim, etkim-yetkim varsa, hepsini devredebilirim. Gerçekten çalışabilecek bir adam var mı? Yok! Gidecek ağzına-gözüne bulaştıracak. O zaman teslim bayrağını çekelim mi? Bu işten vazgeçelim mi? Siz kendinizi bir şeylere o kadar kaptırmışsınız ki, açık söyleyeyim, ne sizin gibi yürürüm, ne sizin gibi cepheye giderim, ne sizin gibi konuşurum, ne sizin gibi toplantıya giderim. Hiçbirisi bana ciddi gelmiyor. Sadece kendinize yakıştırmışsınız. Ama bana göre doğrusu, yeterlisi yok mu? Var! Bunda büyük uğraşı, büyük anlayış, büyük sorgulama-hesaplama ile sonuca gidilebilinir. Şimdi siz buna gelmiyorsunuz. Bana göre Kürt tipi şu anda dünyanın en kaypak, en silik tipidir. Nedir o? Elini atarsın kaybolur, benim elimde şimdi durumunuz biraz buna benziyor. O 'Medüz' müdür, nedir? Sudaki bir şey var. Bakarsın, elini atarsın kayboldu. Elinin içine girmiştir, kaybolmuştur, özelliği öyle. Şimdi aynen -işte sudaki o deniz anası mı-dır; ona benziyor durum ve kuşattım, tuttum, avucuma aldım diyo-rum. Bir bakıyorum ki, kayboluyor. Veya elimde kalan bir bulantı. Şekillenmemiş bir kişilik, kolay yitiriliyor, kolay çözülüyor. Tabii düşüncesi dağıtılmışsa, yüreği yerle bir edilmişse öyle olacak. Bu aynı zamanda dağıtılan, çözülen toplumun gerçeğidir. Bu yaşınızda aslında bu anlamda bir yoğunlaşmaya kendinizi verebilirdiniz. Yani benden daha fazla işte "ben ülkede yaşadım" diyebilirsiniz. "Ben o topraklarsız olamam, özgürlüksüz olamam" diyebilirsiniz. Ama bana göre onun uğraşısı yok, onun uğraşısı tersinden. Hayal bile kılamayacak bu peşine koştuğunuz şeylerin. Burada işte kendinizi bir ciddiyete çekmeniz gerekiyor. Devrim böyle zoraki kişilikle yapılamaz. Ama böyle bazı imkanlar üzerine, hele kendini yatırarak hiç mi hiç olmaz. Hanginize bakıyorum, devrimin en etkili kişiliği haline getirsek, ikinci gün o devrimin başına gelmeyecek tehlike yoktur. Burada iyi niyetin çok ötesinde kişilikler kurulmamış, kişilikler örgütsüz, kişilikler her an, her türlü hatayı yapmaya açık. Benim tüm yapabildiğim "öyle olmayacağı kesin, hatalısındır" diyorum. Mümkün müdür gelişme, "biraz yürü." Ben başka bir şey yapamıyorum dikkat edilirse. Fazla komut verme, emir verme durumuna geçemiyorum. Çünkü öyle komuta altında çalışacak adam yok. Hanginize komutayı uygulatacağız, komuta olabilmek için o çapı yakalamak gerekiyor. Osmanlılara bakalım, Romalılara bakalım; bilmem islamın komutalarına bakalım, hepsinin de müthiş adamları var. Hatta Vietnam'a bakalım Ho Şi Minh'in Giyap için yarım sayfalık emirnamesi vardır. Adam girer Vietnam'a bir boydan diğer boya ve bildiğimiz gibi kısa sayabileceğimiz bir süre içinde dünyanın en gelişkin ordusu olan ABD ordusu ve işbirlikçilerin milyonları bulan ordularını başarısızlığa uğratabiliyor. Başlarken bildiğiniz gibi elinde fazla kuvvet yok. Derme çatma bir takımdır. Avantajları-dezavantajları vardır, ama mühim olan burada "kendini işe yatıran bir komutan çıktı." Bizim komutanlarımıza bakalım, -gerçekten sayı epey çoğalmış- fakat işin büyük inatçısı, kendini işin gereklerine veren bir adamımız yok. En yetkili kıldığımız bir bakıyorsun ki, bütün desteklerimize rağmen -ki, dünyada sanmıyorum kimse bu kadar desteklesin- ağır bir yenilgiye gitmemesi için hergün dört tarafına direk koyuyorum. Bir bu koltuğa, bir şu koltuğa çekiyorum ki ayakta kalsın adam yürütemiyor kendisini, yenilgiye gidiyor farkında değil. Sırf kolundan tutup geriye çekmezsem yüzüstü böyle devrilip gidecek. Burda tam bir Kürt uydurmasıyla karşı karşıyayız. Müthiş şu anda bir PKK uydurması veya PKK'nin ordu uydurması. İddialısı yok. Bazı arkadaşlarımız "Ya! PKK bize görevi verir mi, vermez mi?" diye üzüntü içinde. Bunlar bence tersini düşünmeliler. Görev alacak halleri yok. Keşke görev alabilselerdi, olağanüstü yetkilerle donatabilirim. Evet, var ben inkar etmiyorum ama, en değme adamlarımızın ülkedeki pratiklerine bak; bozguncu olmaktan öteye gidememişlerdir. Şimdi hiç olmazsa tekrar söyleyeceğim. Sizlerle aynı ciddiyetle tartışmaya devam edelim, ama bu sefer gerçekten anlamaya yanaşacak mısınız? Ordu işlerini, hele o tutuşan bazı arkadaşlarımız var, tutuşmanıza gerek yok biraz ciddiyete gelebilecek misiniz? Veya bu işe gerçekten biraz var mısınız? Tarihte neden bizim yaman, sağlam adamlarımız, emirlerimiz, sultanlarımız, krallarımız yok diye hep söylerim. Şimdi biz bıraktık, bunların artık çağı geçti. Militan diyoruz, maşallah komutanlığı da yakış-tırdık kendimize, büyük bir iş. Düşünün bu kadar komutan olacak ama bir takımı doğru işletecek gerçek bir komutan olmayacak. Şimdi bunu da bırakalım, askeri dersleri bırakalım. İşte neden büyük bir yurtsever olamadınız, neden büyük moral, neden büyük bir terbiye olamadınız, neden çok acılı bir sosyal gerçeğimiz var? Onun edebiyatına, onların acılarına, onların üzüntülerine neden sahip çıkama-dınız? Çirkinlikler vardı, neden çok tartışmadınız bunu? Neden birbirinize bağlı, güçlü iki yoldaş olamadınız? Bu sorular yakıcı. Bırakalım askeri-siyasi görev alan bir yoldaş olmayı, sosyal yaşam ölçülerinde bile neden birbirinize çok yüksek değer biçen bir yaklaşım sahibi olmadınız? Örneğin hepiniz sanırım benimle iyi bir yoldaş olmak istersiniz. Ben açıktır ki, bu halkın içinde en çok insan ilişkilerini geliştirilmesine kendini yatıran bir insanım. Ama böyle sonuna kadar dayanabileceğimiz bir yoldaşlık ilişkisi içinde fazla kimseyi göremiyorum. Kendimi çok mu beğeniyorum? Değil. Neredeyse hep-si yarım yamalak oluyor. Veya tam yeterince dayanmıyor. Ne kadar yazık, halbuki yüzyıllara sığmayacak ilişkileri yakalama dönemindeyiz. Üzüntüleriniz bir saman alevi gibi sönüyor. Sevincinize gelince, arzularınıza gelince onlar da saman alevi gibi sönmekten kurtu-lamıyor. Sürekli büyüyen kimin arzusu var? Benim en eski arkadaşlarım veya hepinizle beraber yani bütün ilişkilere, ilişkilenmeye çekmek, ilişkileri derinleştirmek için amansız gücümüzü ortaya koymamıza rağmen biran önce kurtulmak istiyorsunuz. Daha siz büyük ilişkinin anlamına ulaşmak şurda kalsın, kötü bir gelenek gibidir. Bir an önce "Ah kendimi yaşayayım" diye zamanı kolluyorsunuz. Eminim ki, yani belki savaşçı arkadaş olarak çok üzülebilirsiniz "vay bir değerdi gitti, kaybettik" diye acı içinde de kalabilirsiniz, ama çok üzülmenizde ben şunu görüyorum; "yaşayamama." Tabii acı, ama bir gerçek. Sıkıntılarınız yarın bir büyük ağlamaya dönüşürse kendi istediğiniz gibi yaşayamadığınız için ağlıyorsunuz. Bu da acı bir biçimi, ama bana göre gerçeğin ağırlıklı bir ifadesidir. Derinlik yok, burada büyüklüğe kendini yatırma gücü de yok. Siliklik, hayli bir gerilik oldukça egemen. Benim tüm yaptığım bunu biraz aşabilmek ve bu derin ilişkilere, derin acılara, derin sevgilere yol açabilmektir.
Parti Önderliği
11.02.1997
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerilla güçlerimizin gerçekleştirdiği eylemsellikler kapsamında;
- 8 Şubat günü saat 22.00'de bir Gerilla birimimiz; Batman askeri hava alanına yönelik roketlerle bir eylem gerçekleştirmiştir. Dört adet roketin isabet ettiği bu eylem sonrasında hava alanında yapılan çalışmalar durmuştur.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
T.C ordusunun hava saldırıları kapsamında;
- 9 Şubat günü TC ordusuna ait savaş uçakları saat 19.00 - 19.30 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesine bağlı Gundê Filleha alanını, Xınıre alanına bağlı Kanî Qirêj mıntıkasını, Garê alanına bağlı Kanîya Yekmalê, Gundê Yekmalê ve Deşta kafya mıntıkalarını, saat 13.00 - 14.00 arasında Avaşin alanına bağlı Dola Quşxanê ve Petrot köyü çevresini bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Kürdistan’da halkımıza karşı yürütülen katliam saldırılarına karşı misilleme amaçlı bir gerilla birimimiz tarafından eylem düzenlenmiştir;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerçekleştirilen hava saldırıları;
- 5 Şubat günü saat 12.30 - 13.00 arasında TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesine bağlı Şikefta Birîndara alanını, saat 20.00 - 20.30 arasında Garê alanına bağlı Mam Hesen köyü ve Deşta Kafya mıntıkasını bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk devleti tarafından Medya Savunma alanları başta olmak üzere sınır hatlarında yoğunca yapılan saldırılar devam etmiştir. Güçlerimizin bulunmadığı alanlarında hedeflendiği bu saldırıların detayları şöyledir;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Kirli ve sinsi bir savaşta ustalaşan ve sınır tanımayan Türk devleti, Medya Savunma alanlarımıza bağlı birçok alana bombardıman düzenleyerek sonuç almaya çalışmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 31 Ocak günü saat 16.30 - 17.00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Metina alanı sınır hattında bulunan Elemun karakolu; Zendura tepesi ve çevresini, saat 11.30 - 12.30 arasında Heftanin alanı sınır hattında bulunan Sinek ve Yekmal karakolları çevresindeki alanları obüs ve havanlarla bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Ocak günü saat 07.30 - 08.00 arasında Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Eriş karakolu; Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi sınır hattında bulunan Xeregol tepesini, aynı saatlerde Girê ve Tepê Ortê karakolları; Bêtkare köyü ve çevresini, saat 06.00 - 06.30 arasında Şkêr karakolu; çevresindeki alanları obüs, hava ve ağır silahlarla vurmuştur.
- Ayrıntılar