Felsefede ve sosyal bilimlerde çok önemli yer tutan Kavramlar mikro anlamlar yüklüdürler. Bir konunun özetlenmiş ve yoğunlaşmış halidirler. Konuların anlaşılmasında anahtar rolündedirler. Doğru kullanıldığında tanımlayıcı ve netleştirici gücü açığa çıkarken, yanlış anlama ve çarpıtılma durumunda ise muğlaklaştırıcı, anlamsızlaştırıcı ve yozlaştırıcı bir sonuç ortaya çıkarabilirler. Özellikle son yılarda “diyalog”, “müzakere” ve “çözüm” kavramları çok sık kullanılır hale gelmiştir. Birçok çevre bu kavramlara ve bu kavramlar ekseninde gelişen sürece kendine göre bir anlam yüklemekte ve değerlendirmektedir. Peki, gerçekten söz konusu kavramların gerçek anlamı nedir? Ve bizler bu kavramlara nasıl bir paradigmayla bakmalıyız. Elbette bu kavramların politik anlamı kadar sosyolojik anlamı da vardır. Dolayısıyla hem siyasal, hem de sosyolojik açıdan bu kavramlar doğru tanımlanmadan konuların gerçek özü de tam anlaşılamaz. Zaten tam anlaşılmadığı ve bazı kesimlerce kendine göre farklı yorumlandığı için toplumda kavram kargaşasına ve mücadelenin farklı alanlarında bazı beklentilere yol açmakta ve ortamı gevşetmektedir. Diyalog, müzakere ve çözüm süreçlerinin karakterini ve aralarındaki diyalektiği doğru anlamak için kavramların sosyolojik ve politik yönünün kısaca irdelenmesinde büyük yarar vardır.
Aşağıda belirtilenler diyalog, müzakere ve çözüm süreçlerinin genel çerçevesidir. Sorunların yaşandığı ülkelerin, tarafların ve muhatap olan güçlerin durumuna ve özgünlüğüne göre süreçlerin kendine has özellikleri olabilir. Dünya genelinde yaşanan benzer örnekler olsa da farklılıklarını da da görmek gerekir.
DİYALOG: Fransızcada karşılıklı konuşma anlamındadır. Kürtçede Dü ali yani iki taraflı ilişki anlamına gelen Aryen kökenli bir kavram olup iki tarafın karşılıklı konuşmasını ve tartışmasını ifade eder. Diyalog özellikle toplumsal sorunlarda birbirini başta askeri olmak üzere çeşitli yollarla yenemeyen güçler arasında denenen ve çözüm konusunda belli bir başarı sağlayan yöntemdir. Daha önce denenen yöntemler istenen sonucu vermemiştir, tersine sorunu ağırlaştırmıştır. Bu aşamadan sonra diyalog yöntemiyle yeni bir arayış devreye girer. Bu bakımdan diyalog bir konu, ya da bir sorun hakkında fikir alışverişi ile iki tarafın birbirini tanıması, ilgili konu hakkında yaklaşımlarını açığa çıkarması anlamına gelir. Diyalogda genelde iki hedef vardır. Birincisi; artık taraflar birbirini kabul ederek sorunun çözümünü amaçlarlar. Bunun sosyolojik, psikolojik, politik, güvenlik, ekonomik ve anayasal altyapısını hazırlarlar. Daha önce denenen yöntemler ve onların yarattığı tahribatların ortadan kaldırılması hedeflenir. İkincisi; Esasta eski inkâr ve imhaya dayanan amaç ve zihniyet hâlâ varlığını korumaktadır. Yok etme zihniyeti değişmemiştir. Değişen sadece yöntem ve üslup olmuştur. Eskinin katı inkâr ve red tutumu yerine sinsice bir ilişkilenme yöntemi devreye girmiştir. Karşı tarafın bir şekilde tasfiye edilmesi, dağıtılması veya marjinalleştirerek güç olmaktan çıkartılması ve etkisizleştirilmesi esas yaklaşımdır. Bu mantıkla yürütülen diyalog beklentiye sokma ve bir oyalama politikasına dönüşür. Tıpkı AKP hükümetinin yaptığı gibi. Diyalog tarafların ilişkide ve tartışma halinde olduğunu gösterir. Ancak diyalog süreçleri yasal ve resmi değildir ve bir bağlayıcılığı yoktur. Diyalog süreçleri müzakere süreçleri değildir. Diyalogla müzakere süreçleri farklıdır. Diyalog süreçlerinin karşılıklı resmi bağlayıcı özelliği yoktur. Yazılı ve imzalı metinlere dayanmaz. Bir nevi tarafların birbirlerinin iyi niyetini, gerçekliğini, yetkinliğini, yeterliliğini test ettikleri bir süreçtir. Genellikle gizliden ve daha çok istihbarat üzerinden gerçekleşir. Diyalog süreci müzakere sürecinin alt yapısını hazırlar. Sorunlar ve çözümleri hakkında ortak bir tanım ve konsensüs sağlanmaya çalışılır. Ayrıca diyalogda taraflar eşit durumda değildir. Henüz o aşamaya gelinmemiştir. Bunlar ancak müzakere sürecinde gerçekleşir.
Diyalog sürecinin en önemli yönü sorunlara bakış açısında gelişen zihniyet-paradigmatik değişimdir. Örneğin Önderlik devletin Kürt ve PKK’ye bakışını değiştirmiştir. Önderlik devleti ve özellikle de toplumu zihniyet dönüşümüne uğratarak siyasl demokratik çözüm için ortam hazırlamış ve araçlarını yaratmıştır. 2013 Newroz’unda başlatılan ateşkes ve geri çekilme süreci bunu daha da pekiştirmiştir. Önderlik sorunun çözümü için yaklaşık yirmi yıldır siyasi yönteme öncelik tanımış ve bunun gerçekleşmesi için çaba harcamıştır.
Örneğin Türk devletinin Önderlik ve Partiyle geliştirdiği bir diyalog süreci vardır. Fakat bu müzakere anlamına gelmiyor. Taahhütler sözlüdür ve geleceğe ilişkin belki de sadece niyetseldir, ancak yasal ve bağlayıcı yönü bulunmamaktadır. Her an kesilebilir karakterdedir. Herhangi imzalı bir belgeye ve resmi görüşmeye dayanmaz. Bazı kesimler diyalog sürecini müzakere ve çözümle eşdeğer görmektedir. “Diyalog var, öyleyse çözüm sürecine girilmiştir “ gibi bir sonucu çıkarmak son derece apolitik bir yaklaşımdır, ya da bilinçli bir çarpıtmadır. Önderlik “görüşme var ama anlaşma yok herkes böyle bilmelidir” diyerek baştan beri uyarılarda bulunmaktadır.
MÜZAKERE: Arapça bir kavram olup bir konu hakkında görüşme ve tartışmadır. Siyasal anlamda ise bir sorunun çözümüne ilişkin istişarede bulunmak, yani tartışma yürütmektir. Müzakerenin diyalogdan farkı çözüm için yol haritasının geliştirilmesidir. İki taraf da diyalog sürecini olgunlaştırmış, artık ihtilaflı konularda her iki taraf için de makul ortak bir çözümde karar kılınmıştır. Diyalog yöntemi olumlu anlamda sonuçlandığında taraflar artık yasalı bir müzakere sürecine girerler. Bu demektir ki, taraflar sorunun çözümü konusunda bir uzlaşmaya varmıştır.
Müzakere süreci konsensüsü sağlanan konuların nasıl, hangi sürede, ne zaman, hangi araç ve yöntemlerle çözüleceğinin saptandığı aşamadır. Müzakere eşitler arasında gerçekleşir. Bu aşamada taraflar birbirlerini tanımış, bu tanımayı yasal düzeye kavuşturmuştur. İstenen düzeyde olmasa da müzakere ve kalıcı çözüm için koşullar yaratılmıştır. Müzakereyi yürüten güç ya da muhatap için gerekli olan altyapı hazırlanmıştır. Sınırlar, engeller ve negatif üslup büyük oranda aşılmıştır. Müzakere süreçleri yasal bir statüye dayandığından resmidir ve bağlayıcıdır. Yasal çerçeve tarafların görev ve sorumluluklarını ortaya koyar. Bu süreçler kamuoyuna mal edilmiştir. Bu aşamada taraflar üçüncü bir tarafa ihtiyaç duyabilirler. Üçüncü tarafın misyonu sürecin sağlıklı yürütülmesini müşahede etmek, yani gözlemlemektir. Tarafların taahhütte bulunduğu hususları yerine getirmesi yönünde ağırlık oluştururlar. Süreci sabote edecek, engelleyecek ve tıkatacak olası durumlarda ön açıcı olurlar. Denetleyici güç rolünü de oynarlar.
ÇÖZÜM: Çözümleme Felsefede herhangi bir konunun, problemin bir nesnenin düşüncede veya gerçeklikte kurucu parçalarına ayrılmak yoluyla yapısının, işleyişinin ve gelişim yasalarının ortaya konması işlemidir. Yani çözüm olgusu; anlamı ve niteliği anlaşılamayan, anlaşılmaz kılınan, çarpıtılan bir konuyu açıkladıktan sonra sonuca bağlamak, tahlil etmek, analiz etmek olurken, Çözüm ise bir sorunun ve problemin çözülmesinden alınan sonuçtur.
Çözüm süreci, diyalog ve müzakereden sonra gerçekleşir. Bu süreçte toplumsal sorunlarda köklü bir değişim yaşanarak kalıcı bir çözüme ulaşılır. Kalıcı çözüm ancak radikal demokratik bir anayasal rejimle gerçekleşir. Böyle olursa Kürt sorunu ve diğer sivil toplum ve demokratik sorunlar tek taraflı olmayan radikal sözleşmeli demokratik çözümle mümkün hale gelir. Kalıcı barışa ancak bu temelde gidilebilir. Önderik Kürt sorunu kapsamında Türkiye’nin demokratikleşme sorununda böylesi bir aşamaya geçmek istemektedir: “Bugün içinde bulunduğum tavır bunu daha da derinlikli yasal temele kavuşturarak kalıcı bir sonuca; demokratik anayasal bir çözüme bağlamaktır. Yani çağdaş; son dör yüz yıllık benzer sorunların çözümünde denenip hem ulusal, hem uluslararası toplumda başarıyla uygulanmış olan “ sözleşme hukuku” nu kendi somutumuzda başarıyla uygulamaktır.”
Anlaşıdığı üzere bahsedilen demokratik çözüm süreci ancak iki tarafın istemi ve sözleşmeden kaynaklı görev ve sorumluluklarını yerine getirmesiyle gerçekleşecektir. Aksi durumda Türkiye’de yaşandığı gibi “çözüm” ve “barış” gibi kavramlar bir oyalama, tasfiye etme ve yozlaştırma aracına dönüşecektir.
Kürdistan’da yukarıda çerçevesi çizilen müzakere ve çözüm aşamasına henüz geçilmiş değildir. Diyalogdan müzakereye geçilememiştir. Önderlik bu aşamaya geçilmesi için çaba harcarken AKP ve TC devleti ısrarla bu aşamadan kaçınmaktadır. Önderlik yasal bir müzakere çerçevesinin oluşturulmasını dayatırken, Özellikle AKP hükümeti ısrarla tek taraflı ve yasal olmayan bir diyalog sürecini uzatmak istemektedir. Muhatap konumda olan Önderliğin koşullarında herhangi bir düzeltme olmamıştır. Yani eşit koşullar söz konusu değildir. Hükümet sürecin yasal güvenceye kavuşturulması yönünde herhangi bir çalışma yürütmediği gibi tersine kendini güvenceye alacak düzenlemelere gitmektedir. İstihbarat ve heyet üzeri yürütülen diyalog sürecini yeterli gören Türk devleti ve AKP hükümeti sürecin müzakereye evirilmesini engelleyerek aslında çözüm niyeti ve amacının olmadığını ortaya koymaktadır. Erdoğan’ın “MİT’in İmralı’yla görüşmesi ayrıdır, bizim görüşmemiz ayrıdır. Süreç istihbarat üzeri yürütülecektir, bir yasal statü gerekli değildir” şeklindeki değerlendirmesi esas amaçlarını açığa vurmaktadır. Yine Önderliğe gönderilen mektup ve belgelere el konulması bu yaklaşımın sonucudur. AKP eğer süreci yasal statüye kavuşturursa yükümlülük altına girmiş olacaktır. Yükümlülük ise taahhütte bulunulan hususlarda pratik sorumluluğunu yükleyecektir. Çünkü Çözümü hedefleyen müzakere ruhu bunu gerektirir. Ancak AKP ve Türk devletinin en çok kaçtığı bu husus olmaktadır, çünkü sorunun çözümü konusunda dürüst ve samimi değildir. Biçimde ve yöntemde bazı değişimler yapsa da özde eski sömürgeci ve soykırımcı zihniyetini korumaktadır. Yeni hazırlanan MİT yasasında yer alan “Milli Tehditlerle Görüşme” mantğında da PKK’nin bir tehdit ve düşman gibi algılandığı açıktır. Halbuki farklı ülkelerde yaşanan benzer örneklerde devlet ve hükümet tarafı yasal çerçeveyle sorumluluğu üzerine almış ve süreci öyle yürütmüştür. Bu nedenle müzakere süreci diyalog sürecinden sonra gelişir ve çözüm sürecine giden bir aşamadır, fakat tam çözüm süreci de değildir. Görüşmeler bir çözüme evirilmez ve sorunun çözümü konusunda pratik ve yasal adımlar atılmaz ise –ki bu sorunların kaynağı olan devletlerin yapması gereken düzenlemelerdir- tıkanma yaşanacak, müzakereler kopacak, çözümsüzlük gelişecek ve yeni bir müzakere sürecine kadar çatışmalı bir savaş sürecine dönülecektir. Çünkü ‘Ne çözüm ve Barış, Ne Çatışma ve Savaş’ ikileminin uzun vadede demokratik tolumsal hareketler için bir kazanımı olmayacaktır. Tam aksine sömürgeci hakim güçlerce uzun süreye yayılmış bir tasfiye politikasına dönüşecektir. Kürdistan’da yaşanan tam da böylesi bir durumdur. Aktif savunma gerekliliği bundan dolayı öne çıkmaktadır. Zira diyalog sürecinin belli bir aşamadan sonra müzakere sürecine dönüşmemesi ve uzaması, buna bağlı olarak ateşkes sürecinin devam etmesi devlet tarafından oyalama ve tasfiye amacıyla istismar edilmektedir.
Dıjwar Sason
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 4 Mayıs tarihinde saat 20.00'de işgalci TC ordusuna ait İnsansız hava araçlarının Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin bölgesi üzerindeki keşif uçuşu gerçekleştirmiştir
- Ayrıntılar
Yurtsever Halkımıza Ve Kamuoyuna!
Türk ordusu ateşkes koşullarından yararlanarak bir çok yerde yeni karakollar ve kalekollar yapmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Nisan’dan 3 Mayıs’a kadar Mardinin Stewre (Savur) ilçesine bağlı Ewtê alanında işgalci TC ordusuna ait askerler hem keşif hem de pusulamalar yapmaktadılar.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 27 Nisan tarihinden itibaren işgalci TC ordusuna ait birlikler Erzurum Karayazı ilçesine bağlı Hespreş, Kanya köyleri civarındaki tepeleri tutuyorlar.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 30 Nisan tarihinde saat 08.30 ile 11.40 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma Alanlarımızdan Metina bölgesi üzerinde keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Kısaca bir Mayıs dünya işçi ve emekçiler gününün tarihsel geçmişini ele almada yararlı olacağını düşünmekteyiz
1881 yılında yarım milyon işçiyi temsilen kurulan FOTLU (ABD ve Kanada da Örgütlü Meslek Kuruluşları ve İşçi Sendikaları Konfederasyonu) "8 saatlik iş günü" mücadelesini bütün ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla 1 Mayıs 1886'da bir günlük grev yapılmasını kararlaştırdı. 1 Mayıs'ta tüm ülke genelinde 350 bin işçi greve çıktı. Tarih işçi sınıfının böylesine örgütlü ve kararlı tepkisine ilk kez tanık oluyordu. Tüm ülkede yaşam durdu. İşçiler üretimden gelen güçlerini kullanıyordu.
İşçilerin bu topyekun isyanı işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grevi kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi. Hak arama günü olan 1 Mayıs ilk ölüme böyle tanık oluyordu.
Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Albert PERSONS isimli işçi özür dileme şartıyla affedileceğinin söylenmesi üzerine, mahkeme heyetinin karşısında tarihe geçecek sözlerini söyledi: "Bütün dünya biliyor, suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım."
TÜRKİYE'DE 1 MAYIS
Türkiye'de 1 Mayıs'ın tarihi çok eskiye dayanmaktadır. 1 Mayıs'ın Türkiye de ilk öyküsü bizleri Osmanlı'ya kadar götürür.
Selanik'te kutlanan 1 Mayıs, kayıtlara geçen ilk eylemdir. Yıl 1911'dir. Türk, Bulgar, Rum ve Yahudi 12 bin işçi greve çıkmış, gösteri mitingi Enternasyonal Marşı söylenerek bitirilmiştir.
İstanbul'daki ilk kutlama 1920 yılında emperyalist işgal altında yapılmış, binlerce işçi Karaköy'den Haliç'e yürüyerek, hem 1 Mayıs'ı kutlamış hem de işgalcilere bu topraklar üzerinde hiçbir haksızlığa boyun eğilmeyeceğinin mesajını vermiştir.
1921 yılında İstanbul yine işgal altındadır. 1 Mayıs çağrısını Türkiye Sosyalist Fırkası yapmış ve İstanbul'un gördüğü en kalabalık miting gerçekleştirilmiştir. 1925 yılına kadar benzer gösterilerle kutlanan 1 Mayıs, aynı yıl çıkarılan bir yasayla yasaklanmış ve 1976 yılına kadar sessizlik hüküm sürmüştür.
1960'larda çıkarılan bir yasayla 1 Mayıs "Bahar Bayramı" olarak ilan edilmiştir.
1976 yılında DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) öncülüğünde on binlerce işçi, emekçi ve öğrenci 1 Mayıs'ı kutlamış, çalışma yaşamına ve işçi haklarına dönük istemlerin dile getirilmesinin yanında, 12 Mart askeri rejim dönemini eleştiren, demokrasi isteyen bir gösteri halinde geçmiştir.
Bu yıllardan itibaren toplumun hızla politikleşmesi, 1 Mayıs'ı da etkilemiş, 1 Mayıs DİSK öncülüğünde, sol parti ve hareketlerinde destek verdiği yığınsal gösterilerle kutlanmıştır. İşçi ve emekçilerin hak arama, birlik ve dayanışma gününün, demokrasi mücadelesinin de itici gücü olarak algılanmaya başlanması kimi kesimleri rahatsız etmiş, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının bayramı olmaktan çıkarıp 'gerginlik ve ölümlerin' günü olarak algılatmaya dönük provokatif girişimler başlamıştır. 1976 sonrası düzenlenen 1 Mayıs'ları, siyasal iktidarların günü amacından saptırma girişimleri belirlemiştir.
1 Mayıs 1977, bu tertiplerin en kanlısına tanık olmuştur. İstanbul'da yaklaşık 1milyon insanın katıldığı miting Taksim alanında yapılırken çevredeki yüksek otel ve binaların üstünden kitleye ateş açılması ve panzerlerin insanları ezmesi sonucunda 36 işçinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Başlatılan soruşturma "faili meçhul" sayılarak rafa kaldırılmıştır. 1996 yılında Susurluk'ta meydana gelen trafik kazası sonrasında ortaya çıkarılan "çete" ilişkilerinin, 1 Mayıs 1977 katliamını da içine alacak kadar uzun bir dönemi kapsamsı kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.
1 Mayıs 1977'de yaşanan olaylar nedeniyle demokrasi mücadelesi derin bir yara alırken, 1 Mayıs'ın "kanlı bir gün" olarak belleklerde yer alması sağlanmıştır. Sonraki yıllarda 1 Mayıs'lara yasaklamalar, baskılar, gerginlikler ve çatışmalar damgasını vurmuştur.
"Bugün, devrimin baskısıyla işbirlikçi tekelci sermayenin kendi içindeki çelişki ve çatışmalar iyice derinleşmiştir. Ekonomik ve siyasi kriz, işbirlikçi tekelci sermayenin bir kesiminin diğer kesimi üzerinde üstünlük sağlama arayışını yoğunlaştırmıştır. İşbirlikçi tekelci sermayenin bir kesimi, işçi sınıfı ve emekçilerin desteğini de alarak diğer kesim üzerinde egemen olmak istiyor. Bunun için, 1 Mayıs'ın bir bayram günü olarak ilan edilmesi gündemdedir. Burjuvazi, bu şekilde 1 Mayıs'ın içeriğini boşaltmak, onu devrimci özünden koparmak istiyor. İşçiler ve emekçiler bu oyuna gelmemelidir. Proletaryanın kızıl bayrağı altında birleşip, özgürlük ve devrim için, sosyalizm için mücadeleyi yükseltmelidirler. Taksim onurdur, özgürlüktür, devrimdir! Devrim İçin mücadelenin güçlenmesine büyük ihtiyaç duyulmaktadır.
1 MAYIS 1977 KATLİAMI
1977 1 Mayıs'ı tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti. Tıpkı Şikago Haymarket Meydanı'nda işçi ve emekçilerin üzerine bomba atılmasından önce olduğu gibi burjuvazi, Türkiye'de de işçiler eğer sokağa çıkarlarsa anarşi olacağının, kan döküleceğinin demagojisiyle, işçi sınıfı ve emekçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamalarını engellemeye çalıştı. Burjuvazinin iktidarı tehlikede olduğunda hiçbir katliamdan kaçınamayacağının en açık örneği oldu 77 1 Mayıs'ı. Önce tekelci faşist basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla tam bir provokasyon ortamı oluşturuldu. Sonra da provokasyon yapıldı. Sular İdaresi'nin üzerinden ve o zamanki adı İntercontinental Otel olan The Marmara Otel'in çatısından alanda toplanmış olan 500 bin işçi ve emekçinin üzerine ateş açıldı. Kurşunlarla ve yaşanılan izdiham sonucu 36 işçi ve emekçi yaşamını yitirdi.
1977 1 Mayıs'ında yüz binlerce işçi ve emekçinin Taksim Meydanı'nı doldurması burjuvazinin devrim korkusunu derinleştirmişti. Devrimin gücü, yüz binlerce insanda ete kemiğe bürünmüştü. Güçlenen devrimin sıcak soluğu her yerde hissedilebiliyordu. Proletarya tarihsel görevini yerine getirmek için öne çıkıyor, devrim için hazırlanıyordu. Hay markette ABD burjuvazisini ürküten şey, yıllar sonra Türk burjuvazisinin kâbusu oluyordu. Ve burjuvazi sınıflar mücadelesi tarihinden iyi öğrendiğini, aynı senaryoyu Taksim Meydanı'nda sahneye koyarak gösteriyordu. 36 işçinin katledilmesi yüzlercesinin yaralanması ile sonuçlanan bu katliamı işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmakta gecikmedi burjuvazi. 98 işçi ve emekçi bu olaydan dolayı sanık durumuna düşürüldü ve bunların 17'si tutuklandı. İşçi ve emekçilerin kurşunlarla tarandığı, panzerlerle ezildiği meydanda tek bir boş kovanın bulunmaması olayın failinin kim olduğunu açık bir şekilde gösteriyordu oysa.
Taksim Meydanı işçi ve emekçilerin kanıyla kızıllaşmıştı. Ve bu tarihten sonra artık Kızıl Meydan olarak anılmaya başlandı ve işçi sınıfı ve emekçilerle burjuvazi arasında savaşın simgesi oldu. 1978 1 Mayıs'ı sıkıyönetim döneminden önceki son 1 Mayıs oldu. Aynı zamanda 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü öncesi Taksim Meydanı'nda kutlanan son 1 Mayıs'tı.
1977 yılında Taksim Meydanı'nda işçi ve emekçilerin katledilmesinden sonra, bir daha artık 1 Mayıs kutlaması yapılamayacağı, yapılsa bile Taksim'de yapılamayacağına dair yanlış bir kanı oluşmuştu. Tekelci burjuva basın özellikle bunu propaganda ediyor, deyim yerindeyse işçi sınıfı ve emekçilere gözdağı veriyordu. 1977'nin anısı hala belleklerde çok canlı olduğu için, 1978'de de benzer olayların yaşanabileceğini söyleyerek insanları yıldırmaya çalışıyorlardı.
Tekelci burjuva basının ve burjuvazinin bütün ortamı terörize etme çabalarına karşın işçi sınıfı ve emekçiler yine 1 Mayıs günü 1 Mayıs Alanı'na akın ettiler. Yaklaşık 200 bin işçi ve emekçinin katıldığı 1978 1 Mayıs'ı, hem burjuvaziye iyi bir cevap oldu hem de devrimin moral gücünü yükseltti. Bütün baskı ve katliamlara rağmen işçi sınıfı ve emekçilerin yılmaması ve kararlı olmaları toplumu derinden etkiledi.
ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi.
II. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. 19. yüzyılda işçiler kol emeğine dayalı çok ağır koşullarda çalıştırılıyorlardı. Öyle ki, çalışma saatleri bazen 18 saati buluyordu. Ortalama çalışma saati ise 16 saatti. Kesintisiz 16 saatlik bir çalışmanın karşılığında aldıkları ücret ise sadece hayatta kalmalarına yetiyordu. Kadın ve çocukların çalışma koşulları ise daha da ağırdı. Kölece çalışma koşullarından onların payına düşen daha fazla, ücret ise daha azdı. On binlerce işçi fabrikaların çevresindeki ilkel barakalarda kalıyorlardı. Sağlıksız koşullarda yaşamlarını tüketiyorlardı. İşçilerin ortalama yaşam süresi 40 yıl kadardı. O döneme göre her ne kadar uluslar arası çapta işçiler kendi haklarını kısmide olsa elde etmiş olsalar da halen günümüz dünyada en çok kapitalist modernite kendisini emekçi kesimin emek ve çabaları sayesinde ayakta tutmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde kadın başta kadınların emeği olmak üzere birçok işçinin emek ve hakları gasp edilmektedir. Yanı poroleterya kesimi hep ezilen ve sömürülen bir konumdan çıkmış değildir. Zaten kapitalist modernite güçleri elinde var olan maddi birikimi ve sermayeyi toplum üzerinde tam bir köleleştirme, kendine bağımlı kılma aracı olarak kullanmaktan çıkmadıkça var olan eşitsiz anlayış sistemsel anlamda aşılmayacaktır. Temel politika toplumu açlıkla terbiye edip kendi kapitalist modernite sistemine entegre etmektedir. Günümüz açısından büyük önem taşıyan husus kendine insan haklarını savunanım, demokratım, sosyalistim diyen her bireyin bu sistem karşısında radikal ve yılmadan bir mücadele içerisine girmesidir.
1 MAYIS MARŞI
Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar, dağların doruklarından
Mutlu bir hayat filizlenir, kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri, mutlak gelen gündedir
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Vermeyin insana izin, kanması ve susması için
Hakkını alması için, kitleyi bilinçlendirin
Bizlerin ellerindedir, gelen ışıklı günler
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi, yeri göğü sarsıyor
Halkların nasırlı yumruğu, balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası, dünyamızı kaplıyor
Gün gelir gün gelir, zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda, kül gibi savrulur gider
Sarper ÖZSAN/1974
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 29 Nisan günü saat 15.00 ile 16.30 arasında işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin bölgesi üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Türkiye halkının büyük devrimcisi Orhan Yılmazkaya yoldaşı bizler 27 Nisan 2009 yılında faşist polis ve özel timlerine karşı tarihe örnek olan büyük direnişi ardından şehitler kervanına uğurladık.
Şahadete giderken bize miras olarak bıraktığı: “Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci karargâh savaşçısıyım. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek“ sözleri her daim yüreğimizin tam ortasında hep yaşayacaktır.
Türkiye’de yeniden siyasal mücadele kızışmaya başlıyor. Siyasal mücadelenin kızıştığı bir ortamda sert mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi yada yükseltilmesi zorunluğu da çoğu zaman doğuyor. Çünkü faşizm hiçbir özgürlük değeri tanımıyor. Faşizm tekçilik olduğunu ayan beyan dünyada herkes biliyor. Tek devlete, tek ulusa, tek bayrağa, tek vatana ve ne kadar böyle tek varsa bunlara tapanların olduğu yerde insanlık sağlık bir şekilde gelişme seyrini yaşayamaz. Çünkü tek’lerin olduğu bir yerde insanların boyları kadük kalır. İnsanlar verimsiz olur. Ve oralarda insanlık mutlu olamaz. Faşizm doğası gereği siyahtır, karadır. Çünkü faşizm tek renktir belki de renksizlik dememiz gerekiyor.
Evet, bizler yeni bir 27 Nisan gününe doğru giderken bunun için Orhan Yılmazkaya yoldaşın tek başına İstanbul’un tam ortasında sergilediği eşsiz direniş, bizlerin yolunu aydınlatan bir meşale oluyor.
Orhan yoldaşın çepeçevre etrafı kuşatılırken bile: “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi” sözleri halen tap taze hem yüreğimizde hem de Türkiye’nin tüm adalet arayışçılarının kalbinde duruyor.
Çünkü Orhan Yılmazkaya bir bahar mevsiminde sömürgecilere karşı, onların metropollerinde tek başına saatlerce direnerek direnişin nasıl yürütülmesi ve nasıl yürütüleceğini bizlere görkemli göstermiştir. Ve bize birde Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin birbirine bağlı olduklarını, etkilemelerinin yanı sıra Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Arap, Çerkez ve Türkiye’de yaşayan tüm renklerin kardeşliğe olan inancı ve yaşanılacaksa ancak eşit, özgür ve ortak yaşama olan inancını da bıraktı. Unutulmasın ki Orhan Yılmazkaya, o metropollerde sömürgecilerin üniversitelerinde okumuş ancak o okumanın insanlığa bir şey kazandırmayacağını bildiğinden devrimciliğin en sertine gönül vererek dağların yollarını tutmuştu.
Üniversiteler aydınlanma merkezleri olarak bilinir. Genç beyinler buralarda gelecek için hazırlanır. Genç aydınlar, geleceğin yatırımları ve aydınlatıcı öğeleri olarak ele alınmışlardır. Bunun için tarihin–yazılı tarihin-şafak vaktinden itibaren önemle üniversitelerin rolü ele alınmıştır. Gençler özenle hazırlanmışlardır. Kim kendi gençlerini gelecek aydın yarınlar için ne kadar iyi hazırlamışsa, gelecek onların olmuştur. Ya da o gençler, içerisinde büyüdükleri toplumu ileriye götürebilmişlerdir.
Kürt toplumuna uzun yıllardır bu geleceği aydınlatma şansı verilmedi. Kürt gençleri inkâr ve imha siyaseti diye bilinen beyin yıkama savaşımıyla yüz yüze bırakılarak kendi toplumuna karşı birer kültür eritenleri olarak ele alınmışlardır. Öyle ki kendi toplumsal değer yargılarını, kültürel mirasını, tarihini dezenformasyon için kullanılmışlardır. Ve denilebilir ki bu konuda önemli görevler ve roller de düşmanlar tarafından oynatılmışlardır. İnkârcılar ve imhacılar beyaz katliam diye bilinen politikalarıyla da çok büyük başarılar elde ettiklerini söylememiz yanlış olmayacaktır
Uzun yıllar gerçeklik bu olsa da Orhan Yılmazkaya gibi devrimci militan gençlerin sergiledikleri devrimci dik duruş, sömürgecilerin üniversitelerini sonuna kadar okuyup bitirse de yine de yaşanan faşizmden dolayı yüreği adalet arayışıyla dolu olan insan sevdalıları dağların doruklarına çıkmayı bir dakika bile akıllarından çıkarmıyorlar. Çıkarmadıkları gibi dağların yollarını bu kez büyük bir vicdan, yürek ve bilinç uyanışla çıkıyorlar.
Kürt halk önderliği: “tarih bilincini yaşamsal yorumlara kavuşturamayanlar, günümüzün yorumunu da anlamlı yapamazlar” diyor. Orhan yoldaşımız güçlü tarih bilinciyle, geçmişi, bugünü ve geleceği en iyi yorumlayarak bize bilinciyle ve devrimci inancıyla çok güçlü, sarsılmaz bir miras bırakmıştır.
Devrimciler güzeli, iyiyi, doğruyu sevenlerdir. Bir şairin yazdığı gibi: ”İyiye, güzele, yeniye, doğruya dost; kötüye, çirkine, eskiye, eğriye düşmandım” misali. Güzel olan, kendi hazinesi olan, özünü koruyandır. Çirkin ise kılıktan kılığa giren, kişilikten kişiliğe girip kendisine yabancılaşandır.
Devrimcilik birde Orhan Yılmazkaya yoldaş gibi yüreğini halklar için ortaya koyabilmektir. Yüreğiyle halkların tüm renklerine içine alabilmektir. Onlara sadece saygı gösteren değil, onlara aynı zamanda sevgi de besleyendir.
Başkan Apo: “Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için herkese büyük sorumluluk düşüyor. Bu Newroz münasebetiyle en az Kürtler kadar Ermenileri, Türkmenleri, Asurları, Arapları ve diğer halk topluluklarını da yakılan ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik ışıklarını, kendi öz eşitlik ve özgürlük ışıkları olarak görmeye ve yaşamaya çağırıyorum… Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum” derken esasta söyledikleri Orhan yoldaşın Türkiye ve Kürdistan halkları için sarf ettiği sözlerin derinleşmiş halidir.
Bu sözlere verilecek cevap Orhan Yılmazkaya gibi bir dakika bile beklemeden dağların yollarına özgürlük haykırışı için çıkmak olacaktır.
“Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım” sözleri bu bağlamda dağlara akacak olan her gencin iddiası ve kararlılığı olmalıdır.
Orhan Yılmazkaya yoldaşımızı anarken 1 Mayıslara layık bir şekilde tüm devrim şehitlerine ölümüne de olsa sahiplenmek devrimci bir görev olarak karşımızda durduğu da açıktır.
Evet, “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi… “
Denizlerin, İbrahimlerin, Mahirlerin, Kemal Pirlerin ve nice böyle özgürlük sevdalısı gençlerin çığlıklarının gereklerini yerine getirmek için dağların doruklarına çıkarak, özgürlük uğruna bir şeyler yapmak dünyanın en kutsal işi ve çalışması olduğu da o kadar açıktır.
Evet, bu yıl ki 1 Mayıs’ı böylesine bir ruhla kutlamaya davet ederken, 1 Mayıs’ı bu kez daha büyük kardeşlik hayalleriyle tüm meydanlarda sesimizin çıktığı kadar kutlamayı dilerken yapabilecek gençleri de dağların doruklarına davet ediyoruz…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 27 Nisan tarihinde saat 18:00 ile 18:30 arası işgalci TC ordusu Uludere sınırı ile Medya Savunma Alanları sınırında bulunan Kelika Sinor Bölgesine yönelik havan ve obüs saldırısı gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar