Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Mart tarihinde saat 12:00 ile 12:30 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya savunma alanlarımızdan Metina, Zagros ve Gare bölgelerimiz üzerinde yoğun uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Mart tarihinde saat 05:30 ile 08:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya savunma alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Bir deyim vardır; “can çıkar huy çıkmaz” diye. Yine: “Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur” denilir.
Öyle görülüyor ki KDP adındaki oluşum özelde bu oluşuma yıllarca öncülük eden Barzani ailesi bir türlü edindikleri birçok alışkanlıkları terk edemeyeceklerdir. Huy misali canları çıksa da öyle görülüyor ki bundan vazgeçmeyecekler.
KDP belki de Barzani ailesi -demek gerekiyor- kuruluşundan bir müddet sonra ve ağırlıklı olarak 1963’lerden 1964’lerden sonra Kürdistan'da gelişen ve gelişebilme potansiyeli olan her harekete, her özgürlük çığlığını kendi dar ailesel çıkarları gereği karşı çıkmaya ve bunun içinde bu özgürlük çığlıklarını hem feda etmeye hem de bastırmaya ant içmiştir.
Burada uzun uzun KDP ve Barzani ailesinin tarihçesini açma gereği duymuyoruz. Doğu Kürdistan devrimcilerine karşı yaptıkları biliniyor. Nasıl o parçanın devrimcilerini teslim alarak İran’a teslim ettikleri de biliniyor. Bizatihi İ-KDP öncülerinden Süleyman Muini, Mele Avare ve İsmail Şehzade’leri katlettiler. Hilmi Tevfik halen ortada nasıl kaldırıldığı bilinmiyor. Yine Dr. Qasımlo’nun Barzaniler için söyledikleri ortada.
Kuzey Kürdistan’ın en seçkin iki devrimcisi olan Dr. Şıvan ve Sait Elçi’nin KDP tarafından nasıl tasfiye ettiklerini de herkes biliyor. Ve tabii daha önceleri güçlü bir demokrat ve yurtsever olan Faik Bucak’ın katledilişini de herkes az çok biliyor.
Güney Kürdistan'da Ali Asker ve arkadaşlarının başlarına geleni de Güney Kürdistan'da herkes biliyor. Yine 1996 yılında Dr. Sirwan’ın nasıl hunharca katledildiğini de herkes biliyor. Ve tabi 1997 yılında Hewler’de hasta hanede tedavi olan Kürdistan devrimcilerinin nasıl hunharca katledildiğini de herkes biliyor.
Sözü uzatmadan belirtelim ki KDP ve özelde de Barzani ailesi Kürt halkına karşı –kendi dar ailesel maddi ve iktidar çıkarları için- on yıllardır yapmadığını bırakmamıştır.
En son Rojava Kürdistan Devrimine karşı düşmanlıkları ise en açık bilinenidir. Erdoğanlarla birlikte el ele, kol kola yaptıkları açıklamaları herkes duydu. Basınlarında Rojava Devrimi karşıtlığını da herkes duydu. Rojava Devriminin nasıl bir devrim olmadığını, nasıl bir BAAS devlet işbirlikçisi olduğunu ve böyle ağıza alınmayacak birçok hakareti de sarf etmeyi esirgemedikleri gibi aylarca Rojava’ya açılan kapıyı ekonomik olarak çökertmek için her şeyi yaptılar. Bunlar yetmedi çetelere para ve silah verdiler. Bunlar yetmedi Türkiye devletinden Rojava’ya açılan diğer kapıların açılmamaları için dayatmalarda bulundular ve halen de bulunuyorlar.
Evet,KDP ve Barzani bunların hepsini yaptı ve halen de yapıyor. Bunlar yetmedi bu kez Kuzey Kürdistan'da süren seçimlere AKP yandaşı olarak katılmaya başladılar. Nedeni açıktır;AKP Barzani ailesiyle milyarlarca dolarlık petrol, alt yapı, inşaat, ihale derken her türden ekonomik anlaşmalar yapmıştır. AKP giderse Barzani ailesine giden bu milyarlarca dolarlık gelirler gidecek. Elbette bir sürü başka hesap ve kitapta cabası.
30 Mart seçimlerine birkaç gün kala Neçirvan Barzani’nin işte Van’a gelişinin altında yatan temel nedenler budur. AKP’nin bir bakanı gibi Kürdistan'da AKP’nin seçim kampanyasına katılmak için gelmiştir. Seçim meydanlarında Erdoğan ve Kürdistan'da işbirlikçiliği iliklerine kadar yaşayan güruhlaşmış beyin ve yüreklerini para karşılığına satmış kişilerle podyuma ve mitinglere çıkmasına gerek yoktur. Bu çok açık olur ki tepki toplamaya müsait duruma gelirler. Bunun için öyle yapmayacaklardır, ancak birçok çevrelerle ilişkilenerek AKP’nin seçimleri kazanması için teşvik edecektir. Güney Kürdistan'da kimilerine ekonomik çalışmalar yürütmeleri için sözler vereceklerdir. Böyle çevrelerden seçimde aktif olarak AKP’nin yanında yer almalarını isteyeceklerdir.
Elbette Neçirvan’ın yapacaklarının tümü bunlar değildir. Kendilerince Kuzey Kürdistan’a müdahale etmek için eski KDP’lileri, Avrupalarda yaşayıpta AKP tarafından özgürlük hareketinin karşıtlığını yapmak için getirilenleri, eskinin tüm düşmanlarını derken Hizbullahçıları AKP’ye destek sunmaya davet edecek ve bunun için aktif çalışma yürütmelerini isteyecektir.
Derler ya: “Alışkanlık, bir halata benzer. Her gün bir lifi örer ve sonunda, onu koparamayacak kadar güçlü yaparız” misali Barzani ailesi her gün ama her gün kendilerini kelepçeleyecek halatlar örmektedirler. Maalesef bu halatların kendileri için ne anlama geleceğini de bir türlü anlamamaktadırlar.
Güney Kürdistan'da yaklaşık 6 aydır seçimler yapılmıştır. Ancak bir türlü bir hükümet kurulamıyor. Bunun üzerinde düşünüp önce kendi sorunlarına yoğunlaşma yerine neredeyse günlük olarak AKP’nin bir yağdanlığı gibi Kuzey ve Rojava Kürdistan’ını karıştırmak için çalışıyorlar. Herkesin bir sabrı vardır. Allah korusun bu sabır taşırsa o zaman Güney Kürdistan'da aylarca hükümetinin kurulmasını bekleyen kesimler acaba ne yaparlar?
Önemli bir soru buyken diğer önemli bir soru ise sözde KDP’nin ortasında bulunan D’nin demokrat ya da demokratik anlamında kullanılmasına rağmen, altı aydır Güney Kürdistan'da neden hükümet kurulamıyor sorusudur? Bu soruyu kendilerini KDP’ye duygu olarak yakın duranlar bu kendilerine iyi sormalıdırlar.KDP’ye ekonomik olarak yakın duranlar iyi sormalıdırlar.
Dediğimiz gibi sözü uzatmadan yeniden belirtelim ki: “Alışkanlıklar, bırakılmazlarsa, zamanla ihtiyaç haline gelirler.” Gerçekten de KDP ve Barzani ailesi için Kürt halkının çıkarlarına düşmanlık yapma tamamen bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu alışkanlıklar KDP ve Barzani ailesi için tamamen birer kelepçe haline de gelmiştir.
Maalesef bu kelepçenin anahtarını ise Neçirvan Barzani’nin AKP Van seçim gezisinde görüldüğü gibi, KDP çoktan kaybetmiştir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC ordusunun Medya Savunma Alanlarındaki hava hareketliliği özellikle Newrozla beraber yoğun bir şekilde devam etmektedir. Ayın 20'sinde başlayan savaş uçakları ve keşif uçuşları hareketliliği şimdiye kadar devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Newroz'u kutluyoruz, halkımız bu Newroz günlerinde en iyi konuşmayı, giyinmeyi, türkü söylemeyi, hatta yemeyi, içmeyi bir gelenek olarak yaşıyor. Biz de böyle olması için büyük özen gösteriyoruz.
Böylesi Newroz günlerinde bizdeki yaşamı tanımak giderek bir tutku halini alıyor. Hele bu yaşama neredeyse ilk başlar gibi başlamak ve yine neredeyse binlerce yılın köleliğiyle yaklaşmak hem çok umutlandırıyor hem de çok öfkelendiriyor. Kendine büyük saygıyı yakıştırmak, hele bunu yiğitliğe karşı konuşturmak çok önem taşıyor. Yalnız yeni gün, yeni yaşam ve onun bayramı, ama gerçeğimizin nasıl olduğunu göstermeden böyle kutlamaya girişmek, bir ikiyüzlülükten öteye anlam taşımaz. Bu bayramları oldum olası özüne uygun yakalamaya çalışmakla birlikte, pek de öyle bir bayramlık durumumuzun olmadığını da gördük. Hele bu son yılların anlam kazanan Newrozlarına düşmanın katliamlarla cevap vermesi bizi bayram gerçeğine biraz daha gerçekçi yaklaşmaya zorladı ve biz bu yılki bayramı kapalı yerlerimizde gerçeğimizi düşünerek kutlamanın daha doğru olacağına inandık. Savaşı daha hazırlıklı karşılamak için düşünmek, mümkünse gerillayı daha iyi savaştırmak temelinde kutlamak gerekir.Bunun dışındaki kutlamaların yalan, sahte olacağını ve halkı zor duruma düşüreceğini gördük. Bu tuzağı bozmaya çalışıyoruz. Düşmanın dayatmak istediği gibi bir bayram olmadığı halde, bayram varmış gibi davranmak gafletin en gelişmiş düzeyini gösterir. Buna alet olmamaya büyük özen gösteriyoruz.
Halk geçen Newrozlara, hatta çocukluk günlerimizdeki Newrozlara rengarenk giysileriyle, yiyecekleriyle ve en güler yüzlü ifadesiyle, coşkuyla katılmak istiyordu. Biz de öyle anlamak, katılmak istiyorduk. Ama gün geçtikçe gerçekler dünyasıyla karşılaştıkça gördük ki, bayramlar çoktan bizim bayramlarımız olmaktan çıkmış, bizi başkalarının eğlencesi durumuna getirmiş. Ve ilgimizi azalttık, hatta hiçbir günden farklı olmayan günlerdir dedik, öylesine ilgisizdik. Bizim olası bayramlarımız nasıl olabilir? Bunu düşündük ve sonuçta gerillamızla yavaş yavaş gerçek Newrozların önünü açmak istedik ve son yıllarda bizim olmaya uygun bazı Newrozlar, Newroz günleri kutlanmaya çalışıldı. Düşman buna kan kusturdu, üstün teknik gücüyle, itiyle, çakalıyla saldırdı ve biz şimdi Newroz’u daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Çok daha gerçekçi ve bizim olması gereken, bizim istediğimiz biçimde kutlanması gereken Newrozlara hazırlık yapıyoruz ve bu hazırlıkları en gelişmiş özgürlük araçlarımızla, onun savaşımıyla, halkımızın savaşa hazır tutkusu, iradesiyle karşılıyoruz. Bu, güzel bir Newroz’a hazırlanma günleridir. İnanıyorum ki, halkımız da bundan memnundur ve tam istediği gibi kutlamasa da, kutlamanın eşiğinde böyle iyi savaşmaya veya kendini iyi konuşturmaya, özgürlük giysileriyle ve türküleriyle hazırlanmaya çalışmak, en az onu bütün yönleriyle yaşamak kadar değerlidir. Bunu gösterdiğimiz için memnunuz. Biz biraz daha derini görmek ihtiyacındayız, hem de böylesi günlerde, duyguların ön plana çıktığı günlerde en derin düşünceyle girmek zorundayız. Saygıyı başka türlü elde etmenin, ona dayalı sevgiyi, coşkuyu yakalamanın başka çaresi yoktur. Ve hemen akla PKK gerçeği geliyor; PKK’de yaşam gerçeği, PKK’de savaş gerçeği, çok yönlü mücadele, onu her tarafa çekiştirebilen, onu ilk ilerletenler, onun kahramanı olanlar, onun ayak bağı olanlar, onu geri çekenler, onu öne çekenler, onun tutkusu içinde olanlar, onun öfkesi içinde olanlar neredeyse yaşamın biricik gerçeği haline gelmiş. Buna şaşırmıyoruz.
Bu kadar şehit kanıyla, bu kadar büyük direnişle ve cesaretin, fedakarlığın eşsiz örnekleriyle dolu bir hareketin gerçeğinde bir halkı yakalamak, bir ulusu, bir insanlığı yakalamak ve yaşatmak en tercih edilen, en coşkulu ve görkemli tercihimiz oluyor. Böylesi bir yaşam, özgürlük irademizin kendisi oluyor. Savaşı yıllar önce çok düşündük; daha o kışın her bakımdan zorlayıcı koşullarından yeni çıkmışız, oldukça donmuşuz, azıklarımız az kalmış, en az kışın soğukluğu kadar, işgalin, istilanın soğukluğu da çok yoksul bırakmış ve öyle bahara yaklaşıyoruz. Umut baharı, baharları, sadece o kadar. Biz kendi dönemimizin baharlarını sadece umut olmaktan çıkarmanın büyük gereğine de inandık, umudun gerçekleşmesi daha tatlıdır dedik ve yüklendik. O düşünceler, o uğraşlar biraz da yüzyılların, bin yılların umuduna, doğru bir gerçekleştirme şansı vermek içindi. Başka türlü saygı olmuyor, başka türlü insanın uğraşısı erdemli olmuyor. İçeriksiz laflardan bıktık, çirkin suratlardan, ağız dalaşmalarından nefret ettik. Kürt yaşamı, o kendini kendi eliyle akrep gibi zehirleyen yaşam ihanet yaşamıdır. Bu ne kadar bıktırıcı ve nefret ettirici de olsa onu anlatmak ve göstermek istedik.
İhanetin gerçeğini ortaya çıkarmak ve en önemlisi de ona karşı savaşımı vermek kolay mı sanılır! Senin her şeyini beş paralık duruma getirmiş, hatta daha da kötüye çevirmiş düşmanı sinesinde seyretmek, ona karşı ağlamak, sızlamaktan başka hiçbir şey yapmamak ve kötü bir isyanla daha da beterin beteri bir duruma düşmekten başka yol olmadan yaşamak kolay mı sanılıyor! O günleri çok düşündük, bugünler nasıl böyle günler olmaktan çıkarılır diyerek ona büyük anlam vermek istedik. Ve çok az kişi anlamak istedi, çok az kişi bu temelde kaderi paylaşmak, birleştirmek istedi. Habire kaçış, habire ölüm daha çok tercih edildi. Kendine, kendi yaşamına, olması gereken yaşamına bu kadar ters ve haince yaklaş, yabancının, işgalcinin yaşamına bu kadar koş; kutsal kitapların cennet beldesi diye tabir ettikleri ülkeyi bu kadar ucuz terk et, hem de ardına bakmadan! Hem de tarih boyunca buraya girmek için, burayı yaşama çevirmek için insanlığın en soylu çabasını harcayacaksın ve sen ardına bile bakmadan, el bile sallamadan “bu harabeden, bu viraneden, artık karın doyurmaz, yaşatmaz bu yerden kurtuluyorum” diye kaçıp gideceksin! Bu ağırdır ve anlamını çokça bilmedikleri bir ihanettir. Ve biz gerçekten o çocuk halimizle, o çok zor günlerimizle bunun böyle olmaması gerektiğini, bu beldeden böyle kopuşun pek hayra alamet olmadığını düşündük. Adeta ‘ben çok yoksulum, çok fukarayım, çaresizim’ diyen bir arkadaştan kopar gibi bir kopuştu bu.
Böyle olmamalı; çaresiz olabilir, kimsesi olmayabilir, sanırım o gün için karın doyuracak bir yer olarak da görülmeyebilir; hele yabancıların, metropollerin sana sundukları gibi rengarenk yaşamı olmayabilir, ama ben tam da burada biraz durup adaletli olmaya çalıştım. Ata, ana, baba ocağı neden bu kadar kolay, hem de hor görülerek terk ediliyor? Aklıma hemen bu beldelerin harabeleri geldi; kurdu, kuşu, yılanı, çıyanı geldi, bu bir yılan, çıyan bile olsa, ondan kopmanın sakıncaları geldi. Sanki gerçekten kuşlar yalnız kalıyor gibi bir duyguyla ayrılıyorduk ve oraya her dönüşte büyük bir tepkiyle, o ata ocağına ilgi veya rahatsız edici bir tutum içindeydik. Böyle olmaması gerekirdi. Ne kavga biliyorsun, ne görebiliyorsun ve gerçek bir ikilem içinde dolanıp durman söz konusu. Yabancının, işgalcinin ne kadar seni cezbeden yanları, yerleri, yaşamları da olsa sen tümüyle kopamıyorsun, işte bu seni devrime yöneltiyor.
Arayış bu ve giderek devrim düşüncesi bunun örgütlü savaşımı oluyor. Biz devrime böyle başladık. Şimdi bunları neden anlatma gereği duyuyorum? Halen doğru bir yurda dönüş, ata ocağına dönüşün, insanlığın ocağına, beşiğine dönüşün anlamını çok az bildiğiniz için anlatıyorum. Yıllarca orada kalıp da güzel bir sayfa açmaya, bir şiirsel sayfa açmaya özen göstermeyenlere bunu söylüyorum. Kaldı ki bana göre gerçekten yaşamın her anı, her günü bir şiirsel anlatım kadar güzel olmalıydı. Tabii sömürgecinin mücadelesine kapılmayacaksın, fakat kendinin de kendine ilişkin sunabileceği hemen hemen hiçbir şey kalmamış. İnsana gidiyorsun yüzünü çeviriyor, köyüne gidiyorsun fazla umut vaat etmiyor. Kör, naçar biz böyle seyrederdik; Urfa’yı seyrederdik, Diyarbakır’ı seyrederdik, dağları seyrederdik. Dağların doruklarındaki kar içimizi biraz aydınlatırdı. Orada bir temizlik vardı, dağların dorukları biraz umutlandırırdı, muhtemelen orada bir özgürlük var diye düşündük. O tarihi harabelerin yanına varırdık, kimlerdi bu insanlar? Orada biraz büyüklüğü gördük. Onlar da bizim gibi bu topraklara yakın yaşamışlar. Kimdir bu büyük kayaları oralara çıkaranlar, o büyük sütunları dikenler, o yazı yazan eller, kim? Onların tutkusu, aşkı neydi? Ve bu, kendi cüceliğimiz konusunda bizi utandırır dururdu.
Birecik Kalesi’nin dibinde ilk girdiğinde dikkati çeken hep o sütunlar, o büyük taş parçalarıydı. Ve yine hor görmeye çalıştığım, o kalenin dibindeki dükkanlarda kulakları sağır eden odun kesicilerinin, hayvan satıcılarının, çok ucuz öteberi satan bir ticaretin ayak sesleri, gürültüsü, alışılmaz sözleriydi. Bir uygarlık köprüsü kurulmuştu, Birecik Köprüsü. O köprü, sanki bilinmez bir yere senin en değerli nesnelerini taşıyıp götürüyor. Gidişi pek anlamlı bulamamıştım. Tabii bütün bunlar dönmemecesine mi gideceksin, tekrar mı döneceksin sorularını akla getirir. Köprüyü aşmak gerçekten aşmak mıdır, yoksa düşmek midir? Hep öyle ikircikliydi geliş-gidişler.
Biz metropol günlerine fazla bağlanıp cazibesine kapılmadık. Belki de o, bizim çok durgunlaştırıcı, hırpalayıcı, çoktan düşürülmüş kişiliğimize görünüşte bir şeyler verebilirdi ve biz de iyi almaya çalışıyorduk. Karnı aç olanın midesine her şeyi indirmesi gibi sunulan bir çok şeyi indirmeye çalışırdık. İçinde ne var demeden, ne kadarı zehirler, ne kadarı mide öz suyu haline gelebilir demeden atıştırdık. Ne bulursak atıştırdık. Tabii bu, erken yaşta bizi yordu. Pek de iyi bir mide doyurması olmadığı ortaya çıkıyordu. Giderek kendimiz için gerekli olanı almaya çalıştık. İşte bu felsefedir, bu sosyalizmdir, bu giderek devrimci düşüncelerdir. Bu düşünceyle metropollerle tanışmaya çalıştık. Sömürgecilerin “hizmetinde” olaya yöneldiğimizde de, bir küçük memuru olmaya çalıştığımızda da ilk aklımıza gelenler; para buradan gelir, paranın bir çekim gücü vardır, ama niçin? Diyarbakır’a geldik, bir kadastro memuru için eğer kafasını çalıştırırsa iyi bir para yeridir. Rüşvetin baştan çıkarıcı eli cebime girdiğinde kabul etmeli miyim, etmemeli miyim, bu rüşvetçilikle çok alınmış, satılmış kişiliklerden birisi mi oluyorum biçimindeki endişeyi sabaha kadar tartışırken bir yolunu buldum. Muhtemelen o günün bazı ortamlarına göre devrimci niyetlerim olabilir, ulusal niyetlerim olabilir, bu toplumu bu halinden çıkarmaya benzer bazı tasavvurlarım olabilir, onun için kullanamaz mıyım? Bu daha hayırlı olabilir dedim ve indirdim cebe. Bir yatırım oluyor, devrim yatırımı ve ’70’li yıllar böyle karşılandı. Tabii gezdik, gördük, biraz daha ağalığın gücünü gördük, mülkiyeti tanıdık. Kürdistan’a yönelim biraz daha hazırlık istiyordu.
Demek ki, çok köklü bir geleneğin de ürünü olsa, o küçük rüşvetin bir devrim yatırımı olması hem bizi çok iyi sorgulayan hem de uyartan bir gelişmeydi. Rüşveti yedin, ama devrim nerede, devrim ne olacak? Evet, devrim için daha fazla hazırlık gerekiyordu. O sıralar Diyarbakır’ın kara taşına bakıyordum, Temmuz sıcaklığında buralarda ne bitebilir? Gerçekten en az o kara taşlar kadar kara yürekler söz konusu. Eski büyüklüğe çağrı yapan tarihi anıtlar var, türküler var, dinliyoruz. Ama geride ne kadar eser kalmış ve bunlara kim sahiplik ediyor? Onun hareketi, onun acıları içinde fazla kalmadan tekrar bir metropol çıkışımız oldu. Biraz yaşayabilir miyim, yaşayacaksam bu sefer devrimin tam sesi olarak buralara yönelebilir miyim? Bu duygu ve düşüncelerle ’70’li yılları düşmanın o büyük kalelerinde karşılamaya çalıştık. Biraz çelişkilidir; Atatürk’ün kabri dibinde kendi mayalanmamızı son sınıra kadar hazırlamak istedik. Ve bilindiği üzere oldukça da anlatmaya çalıştık. Bir küçücük grup az bir umutla ve çok az bir hazırlıkla ’73’ün baharını, onun Newroz’unu o Newroz gününde karşılamaya çalıştık. Ülkemizin adını ağzımıza alalım mı? O zaman herkes “Doğu” diyordu. Artık burası Kürdistan olsun dedik. Kitaplarda böyle sözcükler geçiyor. Bir çok sol grup vardı, bir grup da bu ülke için olsun dedik. Ama bir kaç kelimeden daha fazla bilgi dağarcığı yok, genel teori uluslar üzerine çok şey söylüyor, ama biz nasıl bir ulusuz, nasıl bir ülkeyiz? Genel teori parti üzerine çok şey söylüyor, ama biz partileşmenin neresindeyiz, nasıl başlayacağız? Büyük bir sır var, cevabı oluşturmak gerçekten bir kaç büyük cephe savaşından daha fazla sorumluluk isteyen, yaratıcılık isteyen bir savaş ister. İşte buna da kör-naçar girmeye çalışacaktık.
Biraz o dürüstlüğümüz, o topraklara halen olan ilgimiz, o “beni unutma” diyen dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, varsa devrim teorisi, varsa devrim partisi bize göre de biraz oluşamaz mı dedirtiyordu. Gerçek anlamda ahım şahım bir yanımız yoktu, ama bir soysuz gibi “metropole kavuştum, yüksek okula da kapağı attım, hele de cebime sıcak paralar gelir” diyerek kendimi yere atmadım. Biraz daha ileri amaç, onun biraz daha genel düşüncesi ve biraz daha çıkara bulaşmamış arkadaşlık ilişkileri kurduk. Samimiydik, inançlıydık, artık güçlenmek de istiyorduk. 1973 Newroz’u böyle karşılandı. Dikkat edilirse anlamlı bir karşılayış, ülke adını ağzımıza alıyoruz, ayrıca sömürgedir diyoruz. İlk defa bu sözcükler çıkıyor ve bunun için bir de bağımsız bir grup yerindedir. Çünkü o zamanın Marksizm-Leninizm adına ahkam kesenler küçük bir grup oluşturmayı bile Marksizm’e “ihanet” sayıyorlardı. Biz bu anlamda ihanetse olsun dedik ve kendi grubumuza yönelme gereği duyduk. Bunlar önemli gelişmelerdir.
Düşmanın kalesinde, Ankara’sında, Anıtkabir’in dibinde ulusal kurtuluşçu düşünce mayalandı, biraz ortaya çıktı; sosyalizmle tanışma, çağdaşlığın düşünce biçimleriyle tanışma gerçekleşti. Belirttiğim gibi oburcasına ne kadarını hazmeder demeden atıştırıyorduk, ama hiç olmazsa gerekli olanı özümseriz diyorduk. O yılları böyle değerlendirmek gerekiyor. Dolayısıyla ruhumuzu satmadığımızı söyleyebilirim. Bin bir yerden düzene bağlanmak istenilen kişiliğimizi satmamaya büyük özen gösterdiğimi belirtebilirim. Örneğin Diyarbakır’ın da beni yerel gerici mihraklara bağlamadığını söyleyebilirim. Biraz bağımsız, özgür kalmaya çalışıyoruz. Seni her taraftan yutmak isteyen, hele biraz memurlaştın mı, biraz böyle para gördün mü, biraz yüksekokul gördün mü her taraftan seni bağlamaya çalışan ve en kötüsü de senin kendi içindeki ihtiras, kendi içindeki o döneme göre çok tutkulu düzen içi yaşamın, paracıl yaşamın, kendi geriliğin, başkalarının yaşamına dört elle koşuşun seni götürebilirdi. Artık tesadüf müdür, istisna mıdır veya biraz yitirilmeyen bazı insani ve halkımıza özgü yanlar mıdır bizi böyle tedbirli olmaya götüren. Söylendiği gibi genel bir ülke, bir sömürge söylemi, bir grup niyeti, öyle sanıyorum ki bu yıllara karşı bizi sigortalayan temel gerçekler oluyor.
Tabii insanlık öyle kolay kazanılmıyor, şerefli, onurlu olmak öyle sanıldığı gibi kolay değil. Kendine karşı saygıyı yitirmek çok kolay, saygı kazanmak ise bu yıllarda çok zor. Her şey seni senden alıp götürüyor. Ama her şey bu yıllarda seni senden alıp tanınmaz hale getiriyor ve sen zenginleşiyorum diyorsun, ama müthiş köleleşiyorsun; özgürleşiyorum diyorsun, ama görülmemiş ihaneti yaşıyorsun, bağımsızlaşıyorum ve böylece çağdaşlaşıyorum diyorsun! İlk çağın kölelerini anladık, prangaya vururlardı, pazarlarda alıp satarlardı ve sonuçları belliydi. Ama bu çağdaş kölelik, bu Kürt köleliğinin de gerçekten ne tarihte eşine rastlanıyor, ne de çağdaşlıkta böyle kölelik biçimlerine tanık oluyoruz. Onun gerçeği içinde yutulmamak, bu nedenle Ankara’sında yutulmamak çok önemli oluyor.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Ateş, Newroz bir efsanenin, bir halkın yeniden yaratılmasıdır. Belki de en yalın sözlük anlamı budur. Çünkü bu efsane ile Kürt çocukları ve kuşakları tarihin satırlarının arsından dağ başlarına teker taşımış, zalimler ve kahramanlar yeniden vücut bulmuştur.
Newroz' un "uzak" tarihinden bahsetmemek olmaz... Kral Cemşit'in devrilmesi ile yerine geçen Dehaq kısa zamanda etrafına dehşet salar. Bir hastalığa yakalanan Dehaq’ın her iki omzunda yılanlar peydahlanır. Yılanlar kesilir, kesildikçe yeniden türerler. Korkunç acılar içinde olan Dehaq ülkesindeki tüm hekimleri çağırır. Ancak hiçbiri bu derde çare bulamaz. Lokman hekimler çaresini söyler. Tek çaredir ki Kürdün gününü, geleceğini belirleyecektir. Bu acıların dinmesi için yılanların her gün iki genç insan beyni ile beslenmesi gerekir.
Dehaq adamlarına emir verir; her gün iki genç saraya getirilir, başları kesilir ve beyinleri yılanlara yedirilir. Zamanla binlerce gencin ölümü halk arasında büyük tepkilere neden olur. Halk korku ve dehşet içindedir. Sonraları Dehaq'ın sarayına aşçılık için alınan iki iyi niyetli insan; Armail ve Karmail, her gün getirilen iki genci saklarlar ve onların yerine iki koyun beynini Dehaq'a götürürler. Ölümden kurtulan gençler dağlara sığınırlar. Bu durumun 30 yıl kadar sürdüğü söylenilir.
Bir gün 12 oğlundan 11'ini Dehaq'a kurban veren Kawa adındaki demirci, son çocuğu da istenince buna isyan eder. Halkını ve bunca yıldır dağlara sığınan insanları örgütler, hep birlikte Dehaq'a saldırırlar. Demirci Kawa önderliğindeki bu halk ayaklanması, zaferle sonuçlanır. Saray ele geçirilir ve Dehaq öldürülür. Bu gün takvimlerden M. Ö. 21 Mart 612 tarihini gösterir. Özgürlük gününü devasa ateşler yakarak kutlarlar.
Artık yeni bir dönem başlamıştır. Evet, o ateş sönmez. Ateş kutsaldır artık. O ateş, yani Kawa ile dağlara sığınan gençlerin yaktığı ateştir bugün tutuşturacağımız. Dağların tepelerinde görülen ateş kümeleri, kara kafalı çocukların üzerinden atlayıp da islere değip kutsandığı, dileklerin, inançların, dirençlerin ve umutların harmanlandığıdır ki, 21 Mart deyince, ateşe değin... Kawa'nın ruhu ve dağlardaki Kürt gençlerinin kara bakışını, alevlerin arasında göreceksiniz.
Mitolojik anlamda Newrozun tarihsel geçmişini sıralarken, günümüze kadar ki gelişen dönem içerisinde her ne kadar Kürtler açısından tarihi bir anlama sahip olan Newroz, Ortadoğu halkları için de bereketin, özgürlüğün günü olarak kutlanmıştır. Kürtler binyıllarca yıl yaşadıkları alanlarda özgürlük bayramlarını kutlamışlardır. Ancak 20. Yüzyılda değişen dünya dengeleri Ortadoğu’da kurduğu ulus devletleri ile değişime tabi tutmuştur. Bu ulus-devletler de Kürtlerin özgürlük bayramı olan Newroz’u yasaklar. Özellikle Kürdistan’ın parçalanmasının ardından gelişen süreç içerisinde Kürtlerin yaşadıkları tüm parçalarda Newroz yasaklanır. Ancak Hareketimizin çıkışı ile anlamını tekrar kazanan Newroz, Mazlum Doğan’ın 12 Eylül askeri darbesi ile Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bitirilmeye çalışıldığı Amed 5 Nolu zindanında teslimiyete karşı 21 Mart 1982 yılında geliştirdiği direniş kültürü ile tekrardan büyük bir anlam kazandırır. 3 Kibrit çöpü ile Newroz’u selamlayan Çağdaş Kawa, gerçekleştirdiği özgürlük eylemi ile teslimiyetin ihanete direnişin zafere götürdüğünü bir kez daha ispatlar. Çağdaş Kawa’dan Zekiye Alkanlara kadar uzanan bir direniş geleneğinin yeniden canlanması anlamını da taşımaktadır. Bir kez daha düşmanın halkımıza ve kültürel varlıklarımıza dönük uyguladığı şiddet ve asimilasyon politikalarını protesto etmek amacıyla bedenlerini diri diri ateşe veren Kürt kızları ve oğulları bizlere, hakikat mücadelesinin öyle kolay olmadığını ve bunun için büyük bedellerin verilmesi gerektiğini göstermektedir. Newroz bu anlamı ile günümüzde hakikat mücadelesiyle özdeş kılınmıştır.
Yine bu direniş geleneğini büyük cesaret ve fedakârlıkla sürdüren Zekiye Alkan yoldaş olmuştur. Düşmanın zindanda arkadaşlarımıza karşı geliştirdiği zulme en anlamlı cevabı Zekiye arkadaş verir. Düşmanın 12 Eylül cuntası ile Kürdistan ve Kürt halkı üzerinde geliştirdiği inkâr, imha ve soykırım politikalarına karşı Amed surlarının başında 21 Mart günü kendi bedenini alev topuna çevirerek yaşanan iç gericiliğe ve düşmanın teslimiyetçi eğilimine karşı eylemi ile cevap verir. Kürt halkının katliamlarla yok edilmeyeceğini, kültürel soykırımlara tabi tutulamayacağını bir kez daha Demirci Kawa’nın ve Çağdaş Kawa’nın iki bin yıllık direniş ruhuyla cevap verir.
Kadın için Newroz, direniş gününü selamlama olarak değerlendirmek de mümkündür. Zekiye Alkan’ın yaktığı ateş, teslim alınmaya çalışılan Kürt iradesinin tutsak edildiği zindan karanlığını aydınlattı. Zekiye Alkan’da gerçekleşen özgür kadın duruşudur. Benzer bir eylemi 1992 yılında Rahşan Demirel de İzmir’de gerçekleştirdi. Her ikisi de kadın ordulaşmasına gidişte gelişen eylemlerdir. Bu anlamda Newrozlaşan yoldaşları, hareketimize dayatılan tasfiyeci eğilimlere karşı özgürlük eğilimi ve mücadelesinde ısrar çizgisi olarak da değerlendirmek gerekiyor.
Bu eylemler kadın hareketine ve genel PKK hareketimize güç ve mücadele iradesi, kazandırıyor. Hareketin direniş ruhunu besliyor. Bu eylemlerden etkilenerek mücadeleye katılan çok sayıda kadın ve erkek yoldaşlar oldu. Bu eylemler özgür kadın arayışını, cins mücadelesini de güçlendiriyor.
Yine 1994 yılında Avrupa’nın Kürtler üzerinde uyguladığı baskıları ve asimilasyoncu politikalarını, özgürlük mücadelesini tasfiye amaçlı Türk devletiyle yaptıkları kirli anlaşmaları protesto amaçlı Berivan ve Ronahi arkadaşlar bedenini ateşe veriyor. Ki 1994 yılı kadın ordulaşmasında ve gerillalaşmada en iddialı olduğumuz bir yıldır. Berivan ve Ronahi yoldaşların tutumu bu iddiayı destekleme ve bu iddiayı zayıflatmayı amaçlayan düşman gerçeğine radikal bir tavırdır.
Bilindiği gibi Önderlik o dönem için şu sözü kullanmaktadır eğer özgürlük kolay olsaydı Ronahi ve Berivanlar bedenlerini ateşe vermezdi. Bu anlamda Kürt toplumu içinde Newroz ve ateş yakma olayı kutsal görüldüğü kadar zulme ve zalimlere karşı bir mücadele çağrısı olarak da anlamak ve anlamlandırmak yerinde olacaktır. Bu yoldaşların eylemleri de Avrupa başta olmak üzere her alanda çok büyük bir etkiye yol açtı. Avrupa’nın onursuzlaştırıcı, eritici politikaları karşısında halkta ve kadında bir uyanışı ve sorgulamayı getiriyor. Kapitalizmin kadını metalaştıran, alım-satım nesnesi haline getiren ve Kürt kadınına da bu anlamda el atan öldürücü ideolojisine en özgürlükçü duruş içine giriliyor.
Zekiyelerin, Ronahi ve Berivanların bedeninden yükselen ateş alevleri toprağına halkına ve yurtseverliğine bağlılığın somut ifadesi olmaktadır. Yine bu yıllarında Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine PKK’ ye karşı uluslar arası çapta var olan yönelimleri boşa çıkarmak amacıyla bedenlerini ateşe vermeleri Kürt kadının direniş geleneğini zirvelere taşırmanın önemine vurgu yapmakla birlikte, aynı zamanda kölelik sistemine ve düşmanın Kürt halkına karşı uyguladığı hiçleştirme politikalarına bir sitem, bir isyan ve fedaileşen Kürt kadının özgürlük çığlığını yansıtmaktadır.
Hangi tarihte görülmüştür insanlar amaçları uğruna benlerini diri diri ateşe verdiklerini. Kürt gerçekliğinin özgürlüğe ve bağımsızlığa duyduğu özlem ve sevgisi uğruna binlerce Kürt gencinin kanı dökülmüştür. Bu tutku bir tarihsel gelenek olup, Kawalardan günümüze taşırılmıştır. Düşünün ateşin yaman yakıcılığı ve kavurtucu sıcaklığında yanan bedenlerin kutsal oluşunu, Newrozlaşmayla bütünleşmesini, Mazlum Doğanlar, Zekiyeler ve Ronahi ve Berivanların 21 Mart Newrozunda ateşten kurduğu alev halayları özgürlüğü çağrıştırıyor. Tüm bu olanları düşünürken Newrozlaşan bir halkın doğuşuna büyük katkı ve emekleri olmuştur. Demek ki anlamlı yaşam ve onurlu duruş her geçen gün bizim için kendisini kaçınılmaz kılıyor.
Özgürlüğü olmayan bir halk, varlık mücadelesini de veremez. Kürt halkının ölüm uykusundan uyanışı nice kahraman evlatlarının amansız mücadelesi sayesinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Direnmek yaşamaktır, güneşimizi karartamazsınız şiarları bize verdiği mesaj, direniş dışında başka bir yaşam seçeneğinin olmadığını göstermiştir. Bu anlamda 21. Yüz yılında Kürtlerin diktatör ve anti demokratik zihniyete karşı yaktığı Newroz ateşi her geçen gün daha büyük anlamlar ifade etmektedir. 1982 yılında Amed zindanında bir gurup Kürt gençleri şahsında Kürtlerin iradesi ve varlığını kabul ettirmek için faşizme karşı sergilediği direniş ve verdikleri amansız mücadele Mazlum Doğan ve Dörtlerin direnişiyle, düşmanın vahşi ve insanlık dışı uygulamalarına karşılık vermek amacıyla bedenlerini ateşe vererek insanlık direnişinde önemli ve anlamlı yer edinmişlerdir. Özelliklede üç kibrit çöpünün ateşiyle direniş bayrağını göklere çekmişlerdir.
Bu açıdan hem geçmiş hem yakın tarihimiz de 21 Mart Newroz bayramı bizim için kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini ifade etmektedir. Newroz, Ortadoğu halkları açısından önemli bir anlam teşkil ettiği kadar özel olarak da Kürt halkı için varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlamak için bir baş kaldırı ve yeni bir mücadele dönemine girmenin anlam bulduğu gündür.
Bilirsiniz ayını zamanda mart ayı baharın başlangıcıdır. Çiçeklerin yeni bir bahara gözlerini açması ve etrafa doyulmaz güzelliklerin saçılmasıdır. Doğa ananın verimli olduğu ve ağaçların en çok tomurcukların açtığı aydır. Umut ediyoruz ki 2014 yılının Mart ve Newrozu tüm halkların ve özelliklede Kürt halkının ve özgürlük güneşimiz Önder APO’nun özgürlük yılı olacağıdır. Bu temelde zalim ve her tarafa savaş saçan kapitalist modernite güçlerinin halkımıza dönük sürdürdüğü sömürge ve Çağdaş Dehaqların şiddetine son bulacağı yeni bir dönem olacaktır. Tarih boyunca insanlık başına getirmedik haksızlık kalmamıştır. Newrozun doğan nedenlerine kaynaklık eden Dehaq’ın Kürt gençlerinin başlarını kesip, beyinlerini yılanlara yedirmesi kadar günümüzde de değişik isimlerle aynı zulmü ve geleneği temsil eden bir kesimin varlığı söz konusudur. Halen Kürtleri öldürmekle, yok edebileceğinin yanılgısı içerisinde olan düşmanlarımız vardır ve daha çok Kürt ve Türk gençlerinin kanı üzerinde siyaset yapmak ve kendini dökülen kan üzerinden yaşatmak isteyen bu kesimlerin gün gelecek tarih sayfalarında isimleri kara harflerle yazılacağı unutulmamalıdır. Nasıl ki 1982 yılında Kürt ve Türk gençlerinin özgürlük direnişlerini bastırmak isteyen 12 Eylül cunta darbesini gerçekleştirenler bu gün insanlık karşısında yargılanıyor ve mahkûm ediliyorsa, yakın bir dönemde modern Dehakların yargılanmasına çok az kaldığını vurgulamak mümkündür. 2014 Yılını Mazlumların, Rahşanların, Zekiyelerin, Ronahi ve Berivanların direniş ruhlarıyla karşılayalım. Demokratik modernitenin inşası temelinde ülkenin dört parçasında mücadelemizi güçlendirelim.
Son olarak bu vesileyle başta Önder Apo olmak üzere devrim şehitlerinin, Kürt halkının ve özgürlük mücadelesini veren tüm yoldaşların 2014 yılının Newrozu’nu kutluyorum.
Özgür ve demokratik bir ülkede buluşmak umuduyla…
Deniz Amanos
- Ayrıntılar
Dünya tarihin de 20. Yüzyılda epey kanlı savaşlar olmuş, atom bombası gibi önemli bir silah Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmıştır. Bu da katliamların gelmiş olduğu düzeyi bize göstermiştir. Tarih sahnesinde insanlığa her türlü vahşet, imha, sömürü dayatılmış ve bu dayatmalar da belli kesimlerin çıkarları uğruna yapılmıştır. Birçok halk da bu siyasetlerin kurbanı olmuşlardı.
Tarihte Kürtler her zaman uluslar arası hegemonik güçlerin siyasetlerinin ve çıkarlarının kurbanı olmuşlardır. Özellikle 20. Yüzyılda yapılan politikalar da İngilizlerin ve bölge devletlerinin oyunları ile yapılmıştır. Halepçe katliamı da bunlardan biridir.
Bilindiği gibi İran-Irak arasındaki savaş döneminde Germiyan bölgesinde bulunan Halepçe kasabasına Saddam’ın cellâtlarından Hasan Ali Mecit Kimyevi’nin emri ile kimyasal gazlar, bombalar atılarak beş bin masum Kürt insanı katledildi. Geride binlerce yaralı ve sakat insan kaldı. Bu katliam geçmişte yapılan Kürtleri tarihten silme katliamlarının bir devamıdır. Kürtler topyekûn yok sayılmak istenmiştir. Dünyanın bu katliama karşı tavrı sessizlik olmuştur. Saddam rejimi sivil Kürt insanlarını katlederek adeta dünyaya meydan okumuştur. Aynı zamanda böylesi bir silahın elinde olduğunun mesajını vermek istemiştir. Bu siyasal boşluğun yaratılmasında ve katliamın gerçekleşmesinde işbirlikçi Kürt örgütlerinin de payı vardır.
Uluslar arası güçlerin desteği ile bu katliamı yapan Saddam, alelacele bir şekilde de aynı güçler tarafından idam edildi. Çünkü Halepçe gibi katliamlar da uluslar arası güçlerin payı ortaya çıkartılmak istenmiyordu.
16 Mart 1988 Enfal'ini gerçekleştiren Hizbil Baas rejiminin geride bıraktıkları da hiçbir zaman unutulamayacak olaylardandır. Binlerce köy boşaltıldı, birçok insan zindanlara atılarak ya idam edildi ya da ölüme terk edildi. Ailece zindanlara atılanlar oluyordu. Yine Saddam’ın kaleleri olarak nitelendirilen ve askerlerin kaldığı bu yerlere binlerce insan getirilip gözetim altında tutuluyordu. Toplu bir şekilde insanlar diri diri toprağın altına atılıyordu-gömülüyordu. Köylerde insanlar toplu şekilde kurşuna diziliyordu. Boşaltılan köylerde toplanan insanlar da özel olarak kooperatif evlerde tutuluyordu. Ortada kalan insanlar da Bahırke kampında toplanıyordu. Görünüşte beş bin insan katledildi. Ancak Enfal’e uğrayan insan sayısı yüz binlercedir. Verilen rakam 182 bindir.
Aradan 21 yıl geçmesine rağmen halen bu katliamın yaraları sarılmış değildir. Dünya bu utancı üzerinden atmış değildir. Halkımız halen bu katliamın acılarını gün be gün yaşıyor. Onun için bu katliamın yaralarını sarmak, sorumlularından hesap sormak en medeni yaklaşımdır. Yoksa kendisine çağdaşım, demokratım diyen, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok güç bu utançla yaşamaya devam edecektir. Güneyli güçler de her yıl bu katliamın duygu sömürüsünü yapacaklarına kendi politikalarını gözden geçirip halkın sorunlarına çözüm olmalılar. Güney’li halkımız da bu katliamın anısına kendisini daha fazla örgütleyip işbirlikçi siyasetlere karşı tavır sahibi olmalılar. Nasıl ki Halepçe katliamından sonra binlerce insan Amed, Muş, Kızıltepe kamplarında Kuzeyli Kürtler tarafından bir ilgi görmüşlerse Güneyli Kürtlerde aynı ruhla yaklaşmalıdırlar.
Doğan Doski
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Mart tarihinde saat 00:00 ile 04:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke bölgemiz üzerinde yoğun uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Berkin’in ardından ne söylenir? Söylenecek o kadar az şey kalmış bir dünyadayız ki!
Berkin’in ardından ne söyleyelim diye düşünürken devlet söyleyeceğini söyledi. Söylemeyi düşündüğümüz şeyleri bir kez daha ispatladı. Öfkemizi biledi.
Cumhurbaşkanı, vali, bakanlar, emniyet müdürleri: tek bir ağızdan“hepimiz babayız, anneyiz acıları anlıyoruz” diye başlayan cümleler kurdular. Yıllardır gördüğümüz şeyi bir kez daha gördük. İşkencehanelerde işkence edenlerin takındıkları roller: iyi polis, kötü polis.
Devletin iyi tarafı, kötü tarafı.
Berkin’in ardından ne söylenir?
Söylenmesi gereken birinci nokta şudur: katil devlettir. Bilmem cemaatin polisi, bilmem hangi paralel yapının etkisindeki yargı, bilmem hangi vali yada emniyet müdürü değildir. Onlardan herhangi birine bir tokat bile atsa bir vatandaş yargılandığı suç devlet memuruna, yani devletin şahsiyetine hakaret olacaktır. Belki pek çok vatandaş bile bunu suç olarak hatta kendine hakaret olarak görecektir. Çünkü devlet onun devleti, memur ona hizmet eden memurdur.
Bu durumun sürmesinde önemli bir rolde medyanın. İşte dün attığı gazlardan etkilenen polisin ölümünü acı bir haber olarak verirken, gösterilerde devletin örgütlediği çetelerce vurulan gençten hiç bahsedilmiyor.
Suçlu genel devlet değil, yanlış yapan, yada farklı güçlerin denetimine girmiş memurlardır fikri yaratılıyor.
Tabi özelde Gezi olayları için bu bile dile gelmiyor. Gezi dış mihrakların kışkırtmasıydı ve bu kışkırtmaya uyanlar cevaplarını aldılar deniyor.
Bu sekizinci ölüm.
Hükümet yetkililerinin yaptıkları tek şey üzüntü belirtmek.
Başka?
Gerisi boş!
Akp’nin iktidar dönemine bakalım
Son on yılda devlet tarafından öldürülen sivil halk sayısı 800’dür. 21’i çocuktur. Ve bu katliamlardan sorumlu memurların hiç birine ciddi bir hukuki yaptırım uygulanmamıştır. Bir yıl kıdem dondurma cezası gibi eften püften cezalar. Tabi zaman geçtikçe, kamuoyu unuttukça olanları, kıdem dondurmayla, kınama cezaları almış katillerin terfi ve madalyalarla gönlü alınmıştır. Hatta daha gerilere de bakabiliriz. Bu konuda farklı hükümetlerin karnesinin Akp’nin karnesinden farkı yoktur.
Yani şunu anlayalım. Devlet katildir. Katilleri, zulmü koruma, meşrulaştırma sistemidir. Zilan Deresinde, Ağrı’da, Dersim’de, Çorum’da, Maraş’ta yapılanların olduğu gibi bu gün yapılanların sorumlusu aynıdır.
Devlettir!
Bu gün düşündüğümüz hatta her katliamdan sonra çok daha büyük acılar çekerek çare bulmaya çalıştığımız soru şu olmalı.
Bunu tartışmak gerekiyor.
Roboski katliamının ardından 800 günü aşkın bir süre geçmişken, Aydın Erdem, Mahsum Karaoğlan, Ceylan Önkol, Ali İsmail, Şerzan Kurt’un katilleri cezalandırılmamışken bir kez daha düşünmek, çok daha fazla tartışmak gerekiyor.
Berkin’i uğurlama törenin direnişini selamlıyoruz. Ama devamı gelmezse yaşananların tarihe not düşülen, gazete arşivlerinde kalan bir eylem ve düştüğü yeri yakan bir ateş parçasından öteye gitmeyeceğini bir kez dahatarihe bakarak görüyor, bunu bir kez daha hatırlatıyoruz.
Ne yapacağız? Ne yapmalıyız?
Bu sorulara cevap vermemiz gerekir. Yoksa 800 kişi – binlere – on binlere çıkacak. Ve bu böyle devam edecek. Bir günlük, birkaç günlük eylemlerle kitlelerin öfkeleri boşalacak. Sonrasında belki birkaç yıl katliamın yıl dönümünde bir anma olacak.
Berkin’in ardından böyle bir şey olmasını istemiyoruz.
Aslında bu sorulara vereceğimiz cevapla şimdiye kadar yapılan tüm katliamlara da cevap vereceğiz.
Biz bu konuda cevabımızı vermeye çalışalım.
Tabi bu derinleştirilmesi, kapsamlılaştırılması gereken bir soru. Cevapları hem aranıp hem uygulanmalı.
İlk tespit ettiğimiz nokta neydi.
Katil devlettir!
O zaman biz bu devleti yaşamımızdan silmek için uğraşacağız. Hep devlet toplumu cezalandıracak değil ya! Eğer toplum örgütlenirse devlete en güzel cevabı verebilir.
Mesela dün gün boyunca devam eden gösterilere karşı polisin vahşice saldırısını öfkeyle izledik. Öfkelenmeyen yoktur. Bu duruma karşı ne yapılabilir?
Benim verdiğim vergiyle sen bana saldırıyorsun denmeli. Vergi verilmemeli. Milyonlarca kişinin bir sivil itiatsizlik eylemi olarak vergi vermeme kampanyası başlattığını düşünsenize.
Bu katliamları yapan, kitlelere saldıran devlettir. Biz bu devletin askeri olmayacağız! Polisi olmayacağız! Diye haykırılmalıdır. Askere gidilmemelidir. Vicdani red hareketi dev bir dalga gibi büyümelidir. Vicdanı olan polisler istifa etmelidir. Hükümetin köpeği değiliz diye haykırılmalıdır.
Yıllardır bu katilleri koruyan hukuk sistemi boykot edilmeli, işlevsizleştirilmelidir. Yerlerine toplumsal uzlaşmayı sağlayacak sivil toplum örgütleri yaratılmalıdır.
Yani devletin her kurumu toplumun yaşamından silinmelidir.
Söylediklerimiz eylemlerin, gösterilerin olmaması anlamına gelmiyor. Çok daha fazla eylem, daha etkili eylemler gereklidir. Süreklileşmesi, yaygınlaşması da gereklidir. Bu konuda Amed’de siyaset yapan öncüleri, Amed gençlerini eleştirmek de gerekiyor. Berkin’in katledilmesine verilen tavır zayıftı. Demokratik siyasetin öncü gücü olması gereken bir şehre yakışmadı.Eylem tarzı bürokratikti. Öfke yoğunluğu azdı.
Berkin Elvan ve diğer katledilen canların ölümsüzlüğü yürütülecek mücadelenin sonuç almasına bağlıdır. Yoksa bu bir slogan olmaktan öteye gitmez.
Berkin’in ardından
Devlet’in timsah gözyaşları
ve sahtekarlığı
içimize akıttığımız gözyaşları
ve bu sorular kaldı:
Ne yapacağız?
Ne yapmalıyız?
Erdal Ceylan
- Ayrıntılar
Türkiye’deki yerel seçimlere ramak kaldı. Böylesi bir dönemde Gülen Cemaatinin, Rum ve Ermeni lobilerinin ve Alperen ocaklarının saldırıları devam ediyor. Türkiye demokratik halklarının birlikteliğini ifade eden ve devrimci kültürün devamı olan HDP’ye yönelik son dönemlerde saldırılar artıyor. Oligarşi ve tekel kapitalizmin Türkiye Devrimci Hareketine yönelik sivil saldırıları devam ettirilmek isteniyor. Nasıl ki 12 Mart darbesi ile birlikte hareket eden oligarşi ile tekel kapitalizm Devrimci Gençlik Hareketine yönelik katliam politikalarını gerçekleştirdiyse bu günde bu güçler eliyle katliam politikaları devam ettirilmek isteniyor. 1968’lerin Devrimci Gençliği Mahirleri, Denizleri ve İbrahimleri katleden bu birliktelik günümüzde de yerel seçimlerin arifesinde saldırıları düzenleyerek katliam girişimlerinde bulunmak istiyor.
30 Mart 1972 yılında Kızıldere’de bir katliam gerçekleşti. Bundan tam 42 yıl önce gerçekleşen bu katliamla Devrimci Hareketinin önünü almayı amaçladılar. Üzerinden 42 yıl geçmesine rağmen tekrardan tarihi tekerrür ettirmek isteyen bu zihniyet, bir kez daha siyasi olarak Devrimci hareketi yok etmek istiyor. Bunun için elinden geleni yapıyor. Devrimci hareketten gelen HDP’ye yönelik saldırılar, eksenini buradan alıyor. Nasıl ki Mahiri katlederek başta THKP-C başta olmak üzere Devrimci Gençlik Hareketini yok etmeyi, sindirmeyi esas aldıysalar, şimdi de Ertuğrul Kürkçü ve birçok devrimci gelenekten gelenlerin birleştikleri ve devrimci kültürü devam ettirdikleri HDP’yi de hedefleyerek siyasi olarak tekrardan bir güç haline gelen Devrimci hareketi yok etmeyi ve tarihten silmeyi amaçlıyorlar. Çünkü son yaşanan saldırılardan bu anlaşılıyor. Yine oligarşi ve tekel kapitalizmin işbirliğinden gelişen bu saldırılar, Kızıldere katliamında sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’yü yönelik geliştirilen saldırılardır. Tekrardan Devrimci hareketin gelişmesine izin vermek istemiyorlar, ivme kazanmasına müsaade etmediklerini geliştirdikleri saldırılarla ifade ediyorlar. Bu tür saldırılarla devrimci hareketi korkutmayı, sindirmeyi amaçlayan bu kesim şu an yeşil sermaye ile birleşen oligarşi, anti kapitalistlerin, devrimcilerin, feministlerin, ekolojistlerin yer aldığı, kendi rengi ile dünyaya bakabildiği HDP bloğunu hedeflemekle devrimci hareketi soluksuz bırakmak istiyorlar. Çünkü büyük bir çığ gibi büyüyen bu bloğu tehlike olarak görüyorlar. Seçimlerden önce de halkın içerisinde oligarşik bir korkuyu sarmak istiyor. Bu tür saldırıların bir başlangıç olduğunu ima ederek 30 Mart yerel seçimlerinde Türkiye’de bir kaos ortamını yaratacaklarını ve Türkiye’yi bir OHAL haline döndüreceklerini bildiriyorlar.
Ancak bu saldırılar karşısında yılmayan Türkiye halkları ve Kürdistani halklar Türkiye’de destekledikleri HDP ve Kürdistan’da destekledikleri BDP ile 30 Mart yerel seçimlerinden sonra yeni bir geleceğe gözlerini açacaklarını biliyorlar. Türkiye halklarının özgürce yaşacağını biliyorlar. Bunun için Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin direnişçi ruhları ile seçim çalışmalarına sarılıyorlar. Bunun içinde 30 Mart seçimlerinin bir son ve bir başlangıç olacağını bilerek, inanarak ve bu umutla çalışmalara yüklenmeliler. Çünkü yerel seçimler Türkiye Cumhuriyet tarihinin oligarşik sisteminin yok edileceği ve halklarının baharının yaşanacağı özgür bir Türkiye’nin ilk adımı olacaktır. Özgürlük için bir sınavın olduğu bu yerel seçimlerde Türkiye demokratik halkları, 70’lerin devrimci gençlerinin “güzellik sokaklardadır” sloganları ile sokaklara, meydanlara, şehirlere, köylere ve kasabalara inmelidirler. Halkların beklentilerini ve kendi taleplerini anlatmak için yeni bir başlangıca ramak kaldığı bir dönemde her kesim büyük bir coşku ve direniş ruhu ile seçim çalışmalarına yüklenmelidir. Bir devrimin arifesinde geniş yelpazeli bir Türkiye’ye özgürlüğün gelmesi için soluk soluğa bir seçim çalışması gerekir. Çünkü önümüzdeki bu son birkaç gün oligarşi ile kendini yeşil sermaye ile bütünleştirmiş tekel kapitalizmin son çırpınışlarının yaşandığı bir dönemi yaşamaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin birçok şehrinde milliyetçi kesimleri harekete geçirerek, son kör dövüşünü yapmak istiyor. Ancak bunun karşısında halkların birlikteliğinin yaşandığı yer var. Oda HDP çatısıdır. Bu çatı etrafında kendine demokrat, feminist, ezilen, emekçi, köylü, devrimci ve yurtseverler, geniş bir kitleye ulaşmalılar.
Unutulmamalıdır ki 30 Mart yerel seçimlerinde iki bloğun adaylığı vardır. Bunlardan biri Türkiye’de HDP, Kürdistan’da BDP’dir. Bunların karşısında diğer siyasi, gizli örgütler ve ulus devletçi kapitalist lobilerin yer aldığı bloktur. Özgürlüğe az bir zaman kaldı. Özgürlük ve barış heyecanı ile tüm Türkiyeli halklar ve Kürdistanlı yurtsever halkımız meydanları doldurmalıdır. Seslerini bu heyecanla yürüyen halkların demokratik birliği ile birleştirmelidir. Özgürlüğü elde etmek için özgür bir gelecek için her kesimin kendi renginde yaşayacağı bir Türkiye’yi yaratmak için yerel seçimlerden Halkların Demokratik Bloğunun ve Barış ve Özgürlük partisinin kazanmasını desteklemeliler. Bu inançla seçimlere herkes, bu özgürlük heyecanı ile girmelidir.
Fırat Dicle
- Ayrıntılar