Kürdistan tarihinde Mahabad bir yaradır. Hem de tüm Kürtlerin belki de en büyük kapanmayan yaralarından bir tanesi…
Mahabad Cumhuriyeti 1946 yılının ocak ayında kurulmuş ancak 1947 olmadan yıkılmıştır. Mahabad Cumhuriyeti’nin liderliğini yapmış olan ak yüzlü Qazi Muhammed ve iki yoldaşı ise 31 Mart 1947 günü aynı Cumhuriyeti’nin ilan edildiği Mahabad’ın Çarçıra meydanında tüm Kürtlerin gözleri önünde idam sehpalarında katledilmişlerdir.
Tarihi az çok bilinler bilirler ki Mahabad Cumhuriyeti sadece Mahabad Cumhuriyeti’nin eksiklerinden dolayı yıkılmamıştır. Tam tersine dış güçlerin adeta topyekün Mahabad’ın başına çullanmalarıyla yıkılmıştır. İkinci dünya savaşında sözde galip çıkan demokrasi cephesi öyle görülüyor ki 1946 yılında Yalta’da yaptıkları konferansla Kürtlerin üzerlerini çizmişlerdir. Ve olan yeni kurulmuş olan Mahabad Cumhuriyeti’ne olmuştur.
Sovyetler Kızıl Ordularını çekmişlerdir. Kızıl Ordularıyla birlikte Kürtlere sundukları yardımları da. Ne de olsa Yalta ile Doğu Avrupa’yı elde etmişlerdir. Geride kalan diğer alanlar ise demokrasi cephesinin üyelerine peşkeş çekilmiştir. Ve bu sözde demokrasi cephesinin en temel güçlerinden bir tanesi İngiltere’dir. İngiltere, daha doğrusu İngilizler ise 1800’lerden başlayarak Kürtlere karşı düşmanlık faaliyetleri içerisinde olarak her zaman Kürtlere karşı olmuşlardır. Öyle ki nerede Kürtlere karşı bir oyun sergilense ve bu oyunların altı eşilse kesinlikle altında İngilizlerin çıktığını tarih bize göstermiştir. Tabi bu kez sadece İngilizler yoktur, bu kez yeni yetme ABD’lilerde vardır. Fransızları saymadan olmaz. Onları da ekleyelim. Türkiye devletini saymaya gerek bile yoktur.
İşte tüm bu güçler 1946 yıllarının sonlarına geldiğimizde topyekün bir merkezden İran devletinin arkasında durarak Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasında başrolde yer aldılar.
Arada bu kez yaklaşık 67 yıl geçti, bu kez yer Mahabad değil bu kez yer Rojava Kürdistan’ı. Ancak aktörler yine benzer.
Tuhaf, ama bir gerçek. gerçekten de aktörler benzer. Sovyetler bu kez Rusya olarak Esat rejiminin yanında yer alarak Kürtlerin kazanımlarını görmemezlikten geliyorlar. İran zaten dünden Kürtlerin tasfiyesi için hazır. Türkler aynı 1946 yılında olduğu gibi Kürtlerin hiçbir statü elde etmemeleri için karşıt cephede yerini almaktadırlar. ABD aynen 67 yıl öncesi gibi yine Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etmek için iş başında. İngiltere ya da Avrupa’da aynı çizgide.
Tuhaf dedik ya bu kez aynen 1946 yılında nasıl Molla Mustafa Barzani bir mermi patlatmadan Mahabad’ı tek bırakmış ise bugünde benzer bir doku devam ediyor. Bu kez PDK hem maddi hem de manevi desteklerini Kürtlerin Rojava’da tasfiye edilmesi için sarf etmekten vazgeçmiyor. Önce Rojava’da Kürtlere saldıran sözde kimi güce silah ve para veriyor, böyle Kürtlerin kazanımlarına karşı saldırı içerisinde oluyor. Diğer yandan ise Rojava ile olan sınırlarını kuş uçmaz temelde kapatarak Rojava’ya tümden bir ambargo uyguluyor. Geçen yılki ambargo biliniyor. Ancak bu kez ki ambargo tek başına uygulanan bir ambargo değildir. Öyle görülüyor ki yukarıda isimlerini verdiklerimiz güçlerin ortak bir kararını PDK uyguluyor.
Evet, gerçekten de bugün Rojava’ya karşı birçok güç saldırı içerisindedir. Hem de ortak bir cephe oluşturarak bu saldırılar yapılıyor. El Nusra gibi El Kaideci bir güç ABD ile aynı eksende yerini alabiliyor. Yine TC devleti Beşar Esat ile aynı çizgide Kürtlerekarşı buluşabiliyor. Yukarıda dile getirdiğimiz gibi İran, Hizbullah derken birçok Arap devleti de Kürtlere karşı cephenin içerisinde Kürtlere karşı yer alıyorlar. Ve bu ortaklaşmayı da öyle gizli kapaklı yürütmüyorlar. Kimi zaman açık açık alenen yürütüyorlar.
Ne var ki tüm bu saldırıları yaparlarken bir şeyi unutuyorlar, o da Kürtlerin artık eski Kürtler olmadıkları gerçeğidir.
Kürtler artık Mahabad Cumhuriyeti’nde oldukları gibi tecrit değildirler. Yine Mahabad gibi sınırlı bir sahada da örgütlenmiş değildirler. Yine Mahabad gibi silahı olan komutanlarının meydanı terk eden bir durumları da yoktur. Tam tersine Mahabad’ın içine düştüklerine düşmemek için bu kez Kürtler hem geniş bir sahada, hem daha hacimli hem de daha büyük askeri bir güçle kendilerini örgütlemişlerdir. Yine hiç olmadığı kadar Kürtler kitlesel bir güce de kendisini eriştirmişlerdir.
Bunun için diyoruz ki Rojava Mahabad Cumhuriyeti değildir. Mahabad Cumhuriyeti elbette onurumuzdur, ancak bu kez onurumuzu hiç kimseye ama hiç kimseye teslim etme niyetimiz ve düşüncemiz yoktur. Bu kez Kürtler topyekün Rojava’nın tüm kazanımlarını sağlama almak için canlarını ateşten gömlek yaparak Rojava devrimini tasfiye etmek isteyen güçlere karşı koruyacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
“dağ Çiçeklerim”
“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” derler.
1712 doğan ve 1778 ölen Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der.
Kürtleri sömürgecilik statüsünde tutanlar Kürtleri sadece sömürgeci statüsünde tutmamışlardır. Onlar birde Kürtlere biçtikleri sömürgeci statüyü özendirmek için ne kadar da büyük uğraşlar sergilemişler…
Bir halkı adeta belleksizleştirmek için giriştikleri uğraşları üstelik kitaplaştırarak alay etmekten de geri durmamışlardır…
Durmamanın da ilerisinde adeta alay ederler, nasıl bitirdiklerini birde alandıra ballandıra tüm dünyaya anlatarak ne kadar da büyük bir medeniyet eylemi yaptıklarını anlatırlar…
İşte “Dağ Çiçeklerim” adlı kitap tam 20 yıl boyunca Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir hanımın öyküsüdür. Üstelik bu yıllar 1930’lı yıllardır. Yani Kürdistan’da fiziki soykırımın diz boyu yaşandığı yıllardır. Daha doğrusu fiziki soykırımı gerçekleştiren TC devleti bu kez fiziki soykırımı-kızıl katliamı-kültürel soykırımla-beyaz katliamla-tamamlamak istediği yıllardır. Dersim katliamının bir numaralı uygulayıcısı ve Kürt halkının düşmanı olan Abdullah Alpdoğan’ın Kürdistan’da görev yaptığı yıllardır…
Kitapta Kürdistan’ın kızıl katliam ardından nasıl Türkçeye yani Türkçe diline açıldığını sayfa sayfa görüyoruz. Köylerde çocukların nasıl zoraki alınıp yatılı okullara getirildiğini görüyoruz. Adım adım Türkçenin nasıl benimsetildiğini ve kendi ana dillerinin nasıl adım adım unutturulduğunu da çokça görüyoruz.
Eksik olan: “Her şey kusursuz olurdu … yerliler olmasaydı,” demeleridir. Ama kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir.” Ve bunun için yerlinin kalması, ama kendine benzeşerek kalması, kendisini inkar etmesi, kendisinden uzaklaşarak tam kullanılacak bir hale getirilmesi gerekir ki sömürgecilik para etsin.
İşte sömürgeciliği tümden yerleştirebilmek için ise öncelikle çocukları-özelde de kız çocuklarını-alıp dillerini Türkçeleştirmek gerekir. Dillerini onlarda çalarak yabancı olan bir dilli onların ağızlarına, beyinlerine ve yapabilirlerse dünyanın tüm hileleriyle yüreklerine şırınga edebilmelidir. Başka türlü sömürge insanı sömürgecinin hizmetine koşturulamaz, koşturulamayacağı gibi günün birinde mutlaka bu yaşadığı topraklarda yabancı olanlara karşı bir duruş içerisine girer.
Evet: “Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur” hale getirmek için sömürge insanını çok uğraşmak gerekir.
“Sıdıka Avar, Türkiye'nin çağdaşlaşması amacıyla, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle, zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir dirençle didinmiştir. Eğitim, insanın yeniden yaratılması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu nitelikleriyle Sıdıka Avar, öğretmenlerin önünde parlayan bir yıldızdır” denilmektedir kitabın girişinde.
Tuhaf değil mi? Birilerini kültürel olarak yok edeceksin, bitireceksin, yok sayacaksın, yabancı diliyle asimile edeceksin ve bunun adı ya da yapanın adı “parlayan yıldız” olacak. Halbuki böyle bir dil katliamını yapan, kültürel katliamı yapana sadece ve sadece insanlık suçu yapmaktan dolayı uluslararası alanda yargı kurumunun önüne çıkarmak gerekir. .
Yine kitabın girişinde, kitabı tanıtırken:
“Okuyucunun bu gerçek yaşam gizlerinde, kendisini sürükleyecek, düşündürecek, aslında içinde taşıdığı insan - vatan - toprak' sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuracak çok şey bulacağına inanıyorum. Okudukça vatanını, insanını, dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, komünü, varlarıyla yoklarıyla daha bir başka sevecektir, biliyorum…” denilmektedir.
Vatan dedikleri başkalarının vatanı, dağ dedikleri başka halkların katledildiği dağlar, ova dedikleri talan ettikleri ovalar, taş dedikleri orada yaşayan insanların başına yağdırılan taşlar, komün dedikleri katledilen komünler, varları yokları dedikleri ise yıllarca ellerinde her şeyleri alınarak sürgün edilen insan… ve tabii birde katledilen on binlerce insan…
Yine kitabın girişinde:
“Avar'ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda 'dağ çiçekleri' arıyor... Avar'ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor... Avar'ı görüyorum, okuluna getirebildiği 'dağ çiçeklerinin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor... Avar'ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhane, yatakhanede, tuvalette 'çiçekleri'ne yaşam yolları öğretiyor... Avar'ı görüyorum; yoksul sınıfında 'çiçeklerinin kulaklarına, kalplerine Türk dilinin müziğini işliyor...” deniyor ve devam ediliyor.
Bir halkın dilinden bu kadar mı rahatsız ve tepkilisiniz?
Bu kadar mı bir halkın diline kin ve nefret besliyorsunuz?
Bir halkı yok etmek için bin dereden su getirerek o halkın evlatlarını, özelde de kızlarını kendi öz kültürlerinden, öz dillerinden yani ana dillerinden kopartmak için neler yapıldığını görünce insan kendinden utanıyor. Öyle ki Kürt çocuklarını asimile ederek, kendi kişiliklerine yabancılaştırmak için müthiş bir sömürgeci azim gösterilirken, bizler bugün bile halen kendi ana dillimiz olanı korumak ya da geliştirmek için sömürgecilerin bizlerin dillerini yok etmek ettiklerinden gösterdikleri ısrarı ve çabayı sergilemiyoruz.
“Dağ çiçeklerim” adlı kitabı okuduğumuzda sömürgecilerin oto asimilasyon dedikleri iletin gerçekleşmesi için ne kadar da çok dağ dağ, ova ova, ev ev dolaştıklarını görüyoruz.
Ve diyoruz ki sömürgeciler bizleri kültürel olarak yok etmek istediklerinden daha fazla ama daha büyük bir kampanya yani mücadeleyle bizler kendi dilimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. Aksi taktirde Jacques Rousseau dediği: “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” durumuna düşeriz ki bu da insanlıktan çıkmakla eş anlamlı olacaktır.
Evet, diyoruz ki sömürgeciliği her yönüyle, etraflıca analiz ederek, yaptıklarının karşısına kendi öz kültürümüzle cevap vererek, ruhsal, düşünsel ve beyinsel olarak özgürlüğümüze doğru adım atalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Ağustos günü saat 08.00 de Hakkari'nin Şemdinli ilçesine bağlı Gelişim, Konserve ve Kanala alanlarında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos tarihinden itibaren 3 gün boyunca Şırnak ili Besta bölgesi sınırları içinde bulunan Şehriban’a bağlı Risor alanında işgalci TC ordusunun yoğun hareketliliği gelişmiştir.
- Ayrıntılar
PKK Militanlarına ve ARGK Savaşçılarına:
Değerli yoldaşlar!
Tarihi 15 Ağustos hamlemizin 12. yıldönümünü kutlarken, hepinizi bu zafer yıllarımız temelinde selamlıyorum. 13. savaş yılına girişimizi de yüksek başarılar temelinde karşılayacağınıza inanıyorum. Bu vesileyle bir kez daha içinde bulunduğumuz durumu oldukça gerçekçi değerlendirmek, görevlerimize daha net ve sonuç alıcı yaklaşmak tarihi önemini korumakta ve olmazsa olmaz kabilinden başarıyı emretmektedir.
Her şeyden önce bu 12. savaş yılının ulusal kurtuluşta salt askeri bir süreci ifade etmediği, ulusal diriliş ve toplumsal özgürlükte, hatta ondan da öte katliamın son perdesini oynayan halk gerçekliğimizde oldukça ciddi ve kurtuluşa yakın bir süreci gerçekleştirdiği artık dostun da, düşmanın da takdir etmek zorunda kaldığı bir husustur. Bu savaş süreci, örneklerine pek azına tanık olunan gelişme özelliklerine sahiptir. Biz bunları uzun uzun değerlendirmeyeceğiz. Ama eğer bu savaşta en başta partililer olarak bir şeyler öğrenmişsek, bunun tek kabul edilebilir yaşamsal yolumuz olduğunu ve bunun dışında insanlık ailesi içinde asla yerimizin olmayacağını sizler de, tüm halkımız da anlamış bulunuyor.
Bu savaş, eğer biraz şereften, onurdan bahsedeceksek ve biraz yaşam umudumuzu dile getirmek istiyorsak mutlaka vermemiz gereken, yine olmazsa olamaz kabilinden bir ulusal görevdir, hatta insanlık görevidir. Dolayısıyla ne parti olarak, ne halk olarak, ne pahasına olursa olsun bu savaştan çekilmek, şu veya bu zorluklar nedeniyle ikircikli yaklaşmak her zaman olduğu gibi bugün için de affedilmez bir hata olacaktır. Hatta, illa eleştirilecek bir yönü varsa bu da, neden çok daha fazla imkanlar belirdiği ve ortaya çıkarıldığı halde layıkıyla değerlendiremedik biçiminde olmalıdır.
Bu konuda kendimizi suçlayabilir ve bazı sonuçlar çıkarabiliriz. Yoksa, bu savaş mutlaka gerekliydi ve başka türlü de insanlık ailesi içinde kimliğimizden, yerimizden bahsedemezdik. Asıl bahsedilmesi gereken şudur; bu geçen yıllarda halk olarak gerek katliamın ortaya çıkardığı parçalanmışlık, hatta paramparça olmuşluk, dağılmış zihniyet ve ruhlar, felç olmuş gücümüz hiç şüphesiz bizi en temelde zorlayan objektif nedenlerimizdir. Ama en az bunun kadar, hatta daha fazla sorumlu tutulması gereken parti öncülüğümüz, mücadelemizin gereklerinin yerine getirilmesinin imkanları olmasına ve dönem dönem önemli sıçramalara fırsat vermesine rağmen, buna layıkıyla değer vermemek, daha başarılı geçebilecek bu yılları çok önemli yanlışlıklarla geçirmek asıl öfkelendiğimiz ve bir türlü kendimizi bağışlamadığımız hususlarımızdır.
Bu yılların tarihiliği kadar, ona yaraşır biçimde partililer ve sorumluluk alan savaşçılar olarak bu mücadeleye hakkını veremeyişiniz halen bizi en çok öfkelendiren husustur. Ne kadar kazanım ortaya çıktıysa bu artık tarihe mal olur ve elimize ne kadar imkan vermişse şüphesiz o da değerlendirilir. Ama bizi asıl ilgilendiren, daha fazla başarma imkanı olduğu ve parti öncülüğümüz kendisini biraz zorlasa geniş imkanlarla daha fazla kazanabileceği halde neden bunu sağlayamadığıdır. En önemli sorun olarak bunun üzerinde durulur ve gereken yapılır. Ulus olarak, parti olarak çocukluk dönemini aştığımıza inanmalıyız. Artık halk olarak da, partili olarak da amatörlükte kalmanın savunuculuğu yapılamaz.
Olgun olmayı bilmeliyiz. Siyasal, örgütsel ve hatta askeri çizgide olgunca savaş tarzımıza hem akıl erdirmeli, hem de buna iradeyle yüklenerek, yeterli çabayı da eksik etmeyerek bu önümüzdeki aşamayı bu tarzda başarmalıyız.
Bu yılların tarihiliği kadar, ona yaraşır biçimde partililer ve sorumluluk alan savaşçılar olarak bu mücadeleye hakkını veremeyişiniz halen bizi en çok öfkelendiren husustur. Ne kadar kazanım ortaya çıktıysa bu artık tarihe mal olur ve elimize ne kadar imkan vermişse şüphesiz o da değerlendirilir. Ama bizi asıl ilgilendiren, daha fazla başarma imkanı olduğu ve parti öncülüğümüz kendisini biraz zorlasa geniş imkanlarla daha fazla kazanabileceği halde neden bunu sağlayamadığıdır. En önemli sorun olarak bunun üzerinde durulur ve gereken yapılır. Ulus olarak, parti olarak çocukluk dönemini aştığımıza inanmalıyız. Artık halk olarak da, partili olarak da amatörlükte kalmanın savunuculuğu yapılamaz. Olgun olmayı bilmeliyiz. Siyasal, örgütsel ve hatta askeri çizgide savaş tarzımıza olgunca hem akıl erdirmeli, hem de buna iradeyle yüklenerek ve yeterli çabayı eksik etmeyerek önümüzdeki aşamayı bu tarzda başarmalıyız.
Başta ulusal sorun olmak üzere, Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, buna verilen karşılığın özel savaşın daha geliştirilmiş biçimleri olması, maalesef bu yeni dönemin de böyle bir hükümetle karşılanmaya çalışılması bir geçektir. Hatta denilebilir ki, son dönem hükümetlerinin devletin artık çok netlik kazanmış politikalarını ezberlemişçesine, farklı taktiklerle, ama sonuçta aynı amaç için yürütmek istediklerini sadece ileri düzey siyasiler ve kadrolar değil, dünya alem ve halk yığınları da bilmektedir. Gizli özel savaş, oldukça açık bir özel savaşa dönüşüyor. Bundan önceki hükümetin, hatta daha öncekilerin tek bir politik hedefleri vardır; o da Ulusal Kurtuluş Mücadelemizi gündemden silmek. 12 Eylül rejiminin de en temel hedefinin bu olduğunu, ondan sonraki Özal döneminin yürüttüğü on yıllık özel savaşın da ne kadar boyutlu olduğunu biliyoruz. Ama bütün bunların yetmediğinin, 1990’ların başlarında bu çıkmazdan ancak siyasal diyalog yoluyla çıkılabileceğinin anlaşılmasının, Özal’ın bunu dile getirmesinin kendisine de mal olduğu ve ANAP’ın misyonunun da böylece tüketildiğini iyi biliyoruz. O dönemden sonra Demirel-İnönü’nün tıpkı 1925’lerdeki isyana karşı İnönü-Bayar benzeri “bu isyanı da bitireceğiz” biçiminde askeri yönü, hatta tenkil, katliam yönü daha ağırlıkta olan bir yüklenimle ve bu temelde komplolarla ve darbelerle çok ağır bir süreci başlattıklarını biliyoruz.
Demirel-İnönü, Güreş-Çiller süreçlerinde komplolar ve faili meçhullerle bütün bir ekonominin özel savaşa yatırılması, yine tüm toplumun medya yoluyla özel savaşa bağlatılması için sınırsız maddi imkanların seferber edilmesi, içte milli mutabakat, dışta dış politikanın temelde bu noktada yoğunlaştırılması, yine daha somut olarak sağ ve sol partilerin aynı amaç etrafında birleştirilmesi, hatta sağ ve sol arasında -en aşırıları da dahil- pek farklılığın kalmaması bu görevin en ilginç bir özelliğidir.
Çiller bunu en çok kendi şahsında gösteriyor, “ya bitireceğiz, ya bitireceğiz” sloganıyla kesin sonuca gitmek istiyordu. Bu, şüphesiz bu kadının bir marifeti değil, ardındaki en eli kanlı, kontrgerillacı faşist ve özel savaşla bütün ordu içinde de, sivil güvenlik kuvvetleri içinde de kesin damgasını vuran ekibin işiydi, onlar söylettiriyordu. Buna rağmen istedikleri sonucu tam elde edemedikleri gibi, bir çok noktada tökezledikleri ve aceleye getirdikleri seçim yoluyla da umduklarını bulamadıkları; Doğru Yol’un en çok kaybeden parti durumuna geçmesiyle, yine onun müttefiki CHP’nin, SHP’nın tarihinde en büyük yenilgileri almasıyla bu savaşımda onlara yüklenilen rolün adeta bittiği, bunu daha fazla kullanamayacakları ortaya çıkmıştır. Onun yerine getirmek istedikleri ANAYOL’un da bize yönelik geliştirmek istedikleri bazı komplolardan öteye başka bir hikayesi ve öyle herhangi bir sorunu çözme iddiaları da yoktu. Ömürlerinin üç ayı geçmemesi şunu gösterdi; bu tip hükümet modellerinin özel savaşta fazla başarı sağlayamadığı, hem içte hem dışta tabanlarının oldukça tabanlarının daraldığı ortaya çıktı. Özellikle Refah etrafında yükselen muhalefet bu özel savaş politikalarından bıkmıştı ve çıkarlarına olmadığını görüyorlardı. Refah’ın yükselişi, kesinlikle özel savaşa tepki duyan ve çıkarları oldukça sarsılan kitle muhalefetiydi.
Bu önemli bir çatlaktı ve Cumhuriyet’in aynı model hükümetlerini tehdit ediyordu. Ama tecrit sürecinin devam edeceği de kaçınılmazdı. Genelkurmay, yani özel savaş uzun tereddütlerden sonra Refah Partisi’nin hem özel savaş yoluyla eritilme sürecine sokulmak, hem de ehlileştirilmek için hükümete ortak edilmesini uygun bulmuştur. Daha önce Cumhuriyet için en büyük tehlike olarak görüyorlardı. Fakat Cumhuriyet’in çözülüşü, Kemalizm’in çözülüşü onları Refah’a sarılmak zorunda bıraktı. Bu noktada Refah ve müttefiki Doğru Yol’a -Çiller’in partisine- yükledikleri, kesinlikle hem bölgesel, hem de kamuoyundaki değişiklikleri göz önüne getirerek taktik ayarlamaktı. Bunun, Genelkurmay’ın bir ayarlaması olduğu açıktı. Esas amacı, Ortadoğu-İslam ülkelerinde gelişen Türkiye aleyhtarı havayı, özellikle İsrail-Türkiye anlaşmasından dolayı büyüyen tepkiyi dizginlemek, dengelemekti; içte ise büyüyen halk muhalefetini yine kontrol altına almak en çok bu modelle mümkündü. Ve dolayısıyla bu hükümete onay verildi.
PKK’nin gerek bölgede yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşı, gerekse Türkiye’ye yönelttiği barışçıl ve siyasal diyalogun yolu daha etkili olmaya başlamıştı. İşte yeni hükümete verilen görev de, bunu sınırlandırmaktır. Eskisi gibi yok etmekten bahsetmeseler de, aşırı bir sınırlandırmaktan bahsediyorlar. Ve fırsat bulurlarsa komplolarla, darbelerle kesin sonuç almak isterler.
En son Erbakan’ın gerek İslam ülkelerine açılışı, özellikle İran’a, Irak’a yapılan ziyaretler ve Suriye için de düşünülen gezilerin tek amacı, PKK’yi bölgeden soyutlamaktır. Bunu zaten kendileri her gün söylüyorlar. Yine içeride de barışçı adımlar provoke ediliyor. Zindan genelgeleriyle yapılan direnişler de boşa çıkarılmakla birlikte Yunanistan’la yeniden artırılan gerginlik, yine cenaze törenleri, sözde Cuma analarının yürüyüşleri etrafında yoğunlaştırılan şovenizmle Türkiye cephesindeki barışçıl ve siyasal çözüm yollarının önüne geçilmek isteniyor. Fakat kitleler artık maddi ve manevi olarak yoksullaştırılmalarının, alçaltılmalarının bu özel savaşla bağlantılı olduğunu bildikleri için kolay kolay geriletemeyeceğini görmekteyiz.
Yani milli mutabakat bu anlamda eskisi kadar etkili olamadı. Yine dış politika da “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali, Doğu’ya açılsa Batı öfkelenir, Batı’ya açılsa Doğu öfkelenir, böyle çıkmaz bir durumdadırlar. Hem içte, hem dışta kullanacakları politik manevralar, diplomatik ataklar artık aleyhlerine sonuç vermekten öteye gitmez. Şimdi geriye mevcut özel savaş kerhen de olsa, zoraki de olsa bu hükümeti denemesi kalmıştır. Öyle ekonomik sorunları çözmek için değil, PKK önderliğindeki Ulusal kurtuluş savaşımı ve onun Türkiye’ye yansımasını, böylece demokratik gelişmelerin hızlanmasını ve siyasi çözüm yolunun zorlanmasını durdurmak isteyecektir. Bunun için de esas itibarıyla PKK’yi her sahada daraltmaya tabi tutmak isteyecektir.
Nitekim, günlük olarak yürütülen de budur. Hükümet, özel savaşın elinde bir kukladır, onu fazla abartmamak gerekiyor. Hükümeti yönlendirerek bazı hedefleri vurmak istediklerini, bunu elde ettiklerinde, yani kullandıklarında da bir tarafa iteceklerini her zaman göz önüne getirmek gerekiyor. Yani mevcut hükümetlerin, hatta parlamentonun özel savaşımın perdesi ve toplumu yanıltan maskesi olduğunu zaten herkes bilmektedir. Ama yine de taktiklerini -özellikle Ortadoğu’da yaptıkları gibi- yine Batı’ya karşı durumlarını dikkatle değerlendirip diplomatik sahayı daha iyi kullanmak mümkündür. Bunu zaten ortaya çıkardık ve daha da başarılı olmasına da büyük özen göstereceğiz. Ama esas kavga, yine gerilla savaşı temelinde özel savaş ve gerilla savaşı etrafında yoğunlaşacağa benzemektedir. Çözümün veya mücadelenin diplomatik, siyasi sahada olması daha tali plandadır. Bunu önemle göz önüne getirmek gerekiyor. Bu konuda kendimizi fazla yanıltmamak, hatta gevşetmemek büyük önem taşımaktadır.
Hiç şüphesiz 12 Eylül rejimi, parti olarak kitleselleşmeye başladığımız sürece bir tepki olarak gelişti. Şimdi bu rejimin de temeli olan 12 Eylül esasta, önderlik ettiğimiz ulusal kurtuluş sürecinin parti öncülüğü ortaya çıktığında ve halkla bütünleşmeye doğru gittiğinde ortaya çıkan veya gerçekleşen bir askeri darbedir, ağırlıklı olarak partimize yöneliktir. Bilindiği üzere, buna karşı yurt dışında, Ortadoğu’da yürüttüğümüz çalışmayla veya geliştirdiğimiz hazırlıklarla 15 Ağustos Atılımı’nı gerçekleştirdik. Bunun anlamı şudur; 12 Eylül’e rağmen, Türklük gerçeğinde sol kadar bizi de silmeyi, bir daha başını kaldırmamacasına mezara gömmeyi esas hedef belleyen bu rejime karşı 15 Ağustos’un gerçekleştirilmesi; salt 12 Eylül askeri rejimine bir başkaldırı değil, tüm Cumhuriyet tarihinin hatta Türk egemenlik sisteminin Kürt gerçekliği, Kürt ulusal gelişimi üzerindeki imha süreçlerinin, özellikle yetmiş yıllık Cumhuriyet döneminin tam başarısının son adımıydı. Dolayısıyla buna karşı gerçekleştirilen 15 Ağustos Atılımı, bütün bu olumsuz tarihe karşı ve yetmiş yıllık Cumhuriyet’in bizi ezme ve bunu sonuçlandırma sürecine karşı bir başkaldırıdır. 15 Ağustos Atılımı salt dört yıllık 12 Eylül’e karşı bir direniş değil, bütün bu tarihe karşı bir başkaldırı olarak anlaşılmalıdır. Gerçeği de budur. Ve bu anlamda tarihi olduğu kadar da yaşamsaldır .
Bilindiği üzere bu atılımı biz ortaya çıkardık, ancak elverişli fırsatlara rağmen dilediğimiz gibi geliştirmedik. Geçen ilk yılı içinde gerilla için epey imkan ortaya çıkarılması ve neredeyse yarı bir başkaldırı havası yaratmasına rağmen örgütlenmesini ilerletemedik, gerilla tarzını oturtamadık ve dolayısıyla zorlandık. Bilindiği üzere bir kez daha III. Kongre sürecimizle birlikte altsal hazırlıklarla ve oldukça istila gruplarla, 1987’den itibaren gerillayı oturtmayı amaçlayan yeni bir süreci başlattık. Buna karşın 12 Eylül cephesinden verilen cevap, Olağanüstü Hal görevidir. Ve bu rejim çok kısa bir sürede bizi ve bu hamleyi tasfiye etmek istiyordu. Biz bu süreci, amansız direniş yılları olarak, hamle üstüne hamle yaparak değerlendirdik; 1990’lara kadar gerillayı bütün yönleriyle oturtmak için büyük bir çaba yürüttük. Ve giderek gerillanın oturtulabileceği, ülke içinde bütün stratejik noktalara ulaşabileceği bir durumu ortaya çıkardık. Yalnız bununla yetinilmedi ve halkın da artık ses verebileceği bir durum da ortaya çıkarıldı.
1990 Newrozuyla birlikte yeni serhildan dönemi gerillanın büyük hamle yapma durumunu ortaya çıkardı. Bu tamamen 12 Eylül rejiminin başarısızlığı ve ulusal kurutuluşun da başarı yolunda büyük bir olanağı elde etmesiydi. Bilindiği üzere, biz bunu da yeterince değerlendiremedik. On binlerce gerilla gücünün ordulaşması durumu varken, bazı cephelerimizde erken iktidar hastalığına kapılma; katılanların toplumda bulamadıkları itibarı ve yaşamı parti içinde bulmaları sonucu, adeta sorun savaş değilmiş de kendimizi yaşatmakmış gibi bir duruma öykünmeleri; partiyi adeta orta sınıf veya köylü partisine dönüştürme alışkanlıkları bu olanakların doğru değerlendirilememesine yol açtı.
PKK öncülüğünün sağlam oturtulması için çok büyük çaba harcadık. Muazzam eğitici ve yönlendirici faaliyetimize rağmen yoğun köylü ve kent küçük-burjuva katılımı daha ağır bastı. Ciddi bir parti öncülüğünü esas alarak, onun kurallarını uygulayıp eğitimini yapmadan, olanaklara dayanarak en az mücadeleyle ama sözüm ona en çok bireysel kazanımlarla yer tutunmaya çalıştılar. Sonuç; özel savaş cephesinde yeni bir komplo ve darbe dönemi, -Güreş darbesi- bizim cephemizdeyse artan imkan ve olanaklar üzerine hem de gözü karaca bireysel kariyer temelinde yarışma söz konusu oldu.
bu çok olumlu ve tarihi gelişme, İşte bu iki nedenden dolayı önemli bir zorlanmayı yaşadı. Eğer olanaklar değerlendirilseydi, parti öncülüğü ve gerilla derinleştirilseydi kesinlikle bu yeni darbenin büyük bir başarısızlığı ve ulusal sorunun çözümünde de sonuca gitmenin tarihi adımı teşkil edilirdi. Kaçırılan fırsat budur. Bu vesileyle bir kez daha bu sürecin sorumlularına diyorum ki; tüm kadrolara, bu dönemi şu veya bu düzeyde yaşamış olanlara, ileri komuta düzeyinde tutalım sıradan savaşçılarına kadar tarihi bilememek, fırsatın ne olduğunu anlayamamak, onun yerine kendi sınıf güdülerini ve kendi cehaletini koyarak yaşamaya çalışmak, niyet ne olursa olsun, tarihi süreçlere yapabileceğimiz en büyük kötülüktür. Maalesef bu kötülük ağırlıklı olarak da parti öncülüğümüz ve gerilla ordulaşmamızda yaşatıldı.
Çiller-Güreş ikilisinin beklemedikleri ucuz bir başarıya kendilerini kaptırmaları, bizim ise oldukça hakim olabileceğimiz kendi stratejik alanlarımızda zorlanmamız; bireysel yaşam kaygıları ve erken iktidar hastalıkları nedeniyle adeta bireycilikte bir yarışla gerillayı, parti tarzını bir kenara bırakıp yaşayabileceği kadar yaşama gibi en aşağılık, en tehlikeli bir süreci yaşamış olmaları hak etmediğimiz önemli kayıplara yol açtı. Unutmayalım ki, hızla elli bin gerillaya ulaşılabilirdi ve stratejik alanlarda mükemmel gerilla üsleri doğabilirdi, halk da zaten ayaktaydı, serhildandaydı. Ve bu da zaferdi. İşte sizin tamamlayamadığınız, bu zafer imkanıdır. Düşmana verdiğiniz ise ucuz başarı kahramanlığıdır. Düzen yaşadı ve sizleri de çok zorladı. Ama esas suçu kendinizde bulacaksınız.
Bizim yönlendirdiğimiz çabalar olmasaydı, acaba şimdi ayakta kalır halde olur muydunuz? Bu gerçeği tespit etmeniz ve tarihi sorumluluklarınızı zor da olsa, çok suçlu da olsanız bilince çıkarmanız gerekir. Açık söyleyeyim; 15 Ağustos Atılımı’nın 10. yılında bir kez daha gerillayı, zafere doğru gidebilecekken zor duruma soktunuz ve düşmana ucuz bir başarı imkanı verdirttiniz. Tabii tekrar yüklendik ve son iki yılda özellikle Güney savaşımında ve sonrasında ülkenin tüm stratejik alanlarını gerillasız bırakmamak kadar, siyasal faaliyetleri geliştirmeyi de esas aldık. Büyük hazırlıklar yapıldı, yine diplomatik sahada ve basın-yayın alanında epey ileri adımlar atıldı. Zor da olsa bugünkü sürece girildi.
Şimdiki süreç esas itibarıyla ne ağır bir tehlikeli durumu ifade ediyor, ne de çok ucuz bir zaferi size sunuyor. Ayrıca başarının etkenleri ve başarıya yol açan çalışmalar zannettiğiniz gibi olmadığından onun yolu ve yöntemi de zannettiğiniz gibi değildir. Bir bunu anlamanız gerekir. İkincisi, ne öyle uzun bir süredir yaşadığınız oldukça amaçtan kopmuş, kendini moralden düşürmüş olmak gerçekçidir, ne de bazılarının kendilerini kaptırdıkları zafer sarhoşluğu, hatta erken iktidar sarhoşluğu gerçeğimizle uyuşmayan aşırı yaklaşımlardır.
Gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapmak gerekir; diplomatik, siyasal, askeri olarak stratejik savunma grubunda olsak da, onun oldukça gelişmiş bir evresine, yani son evresine, her sahada dengeyi zorlayan bir evresine doğru yaklaştığımızı, bu anlamda bir ilerlemenin olduğu, ama oldukça zorlanmalarla karşılaşılan bir ilerleme olduğunu belirtmek mümkün. Dolayısıyla bu süreçte “iktidarlaştık, çözüm kesindir” gibi yaklaşımlarla kendimizi kandırmamak gerekiyor. Eskisi gibi kaybetme tehlikesi yok. Bazı önemli diplomatik, siyasal, kültürel kazanımlar zaten ortaya çıkıyor. Askeri olanaklar çoğalıyor, gerillayı daha da kapsamlı geliştirmek mümkündür. Ama bütün bunlar da bazılarının sandığı gibi rahat olmak, “çalışmadan kazanıyor, ucuz komutalık yapıyor ve basbayağı sonuç da alıyoruz” gibi kendini aldatmamak önem taşır. Önemli bir kısmınız kaybetmenin komutanlarısınız, kazanmanın değil. Bu gerçeği kendinize kabul ettirmeniz gerekir. Parti öncülerine bak, ARGK komuta yapısının bu temelde kendilerine yönelmesi önem taşıyor.
Günümüzde başarı için olanaklar fazladır. Bunu zaten dostta düşmanda bilmektedir. Bütün mevzilerde gelişme vardır, bütün kanallar açıktır, hiçbir yerde gerilemeye fırsat vermedik. Ama bu size rağmen yapılıyor. Bunu idrak etmeniz gerekir. Özel savaşım güçlerine karşı savaştığımız gibi, sizin darlıklarınızla, tıkanma, daralma ve bunalımlarınızla da çarpışalım. Sizin bu olumsuzluklarımızı gidererek kazanalım. Ben burada emeklerinizi inkar etmiyorum. En başta şehitlerin anısına en yüksek değeri veriyorum. Bu gerçek bir zaferi kaybettirmez, tam tersine bütün yönleriyle açığa çıkmasını emreder. O halde hiç kimse bazı sağlam mevzilerimiz ve gelişme olanaklarımız var diye, ne kendini sağa yatırmayı ne de sol-sekter yaklaşımlarla süreci tekrar daraltmayı bir tarz olarak dayatamaz. Durumlar her zamankinden daha hassastır. Büyük bir sorumlulukla gerçekçi bir durum değerlendirmesi kadar, karşınızdaki görevleri doğru belirlemeyi ve mutlaka başarıyla gerçekçi bir yürüyüşü emretmektedir.
Önümüzdeki süreci bu durum değerlendirmesi temelinde nasıl ele alabiliriz? Özel savaş cephesinin durumunu az-çok belirledik. Bu ölçülerle bir kez daha ateşkes sürecine benzer bir süreci ısrarla gündemde tuttuk, halen de tutuyoruz. Ama buna rağmen ses yok. Öyle anlaşılıyor ki bu sessizlik özel savaşın derinliğine cevabıdır ve her gün artan bir tempoyla verilmektedir. Sözde siyasal çözüm adı altında bazı sesler ortaya çıkıyor, ama özel savaş kurmayları bunlara “çatlak ses” diyor ve hiçbir şans vermiyor. Biz ne kadar iyi niyetli de olsak, özel savaş kurmaylarının buna fırsat vermeyeceği, dostun da halkların da çok iyi gördüğü bir durumdur.
O halde şiddetlenecek olan özel savaşa karşı bizim de her cephede şiddetlenmemiz gerektiği açıktır. Ve şüphesiz günceli dikkate alacağız. Özel savaşın farklı taktiklerini mevzi, hükümet, dış politika, iç politika temelinde dikkatle değerlendirip düz yaklaşmayacağız. Ama esasta hedefin biz olduğu ve bitirilmek istendiğimizi de bir an göz ardı etmeyeceğiz. Bu durum ne zamana kadar sürer? Onlar diyorlar ki; “PKK’yi ya yok edinceye, ya da nefes alamayacak düzeyde daraltıncaya kadar.” Bu bizim için sadece parti olarak, gerilla olarak değil, ulus olarak da imha olmaktır. Bu bir gerçektir ve kimse kendini yanıltmamalıdır. Ucuz başarı heveslerine, siyasi çözüm arzularına da kendini kaptırmamalıdır. Ama diğer yandan, “imha oluyoruz” adı altında da kendini ölüme yatırmamalıdır. Kazanma ihtimalimizin en yüksek olduğu bir süreci yaşıyoruz. Olanaklar, mevcut ulusal, bölgesel ve uluslararası dengeler her zamankinden daha fazladır, hatta eğer şartları iyi değerlendirirsek başarabileceğimizi göstermektedir. Yeter ki parti olarak, onun değerli militanları, komutan ve savaşçıları olarak geçmiş hatalarınızdan, yanlışlıklardan, yetersizliklerden kesin ders çıkarın ve bu olgunluk döneminin öncüleri, savaşçıları olarak yer alın. Şart budur. Her sahada bize artık büyük sorun teşkil eden, halkın da dostların da artık oldukça sıkıcı bulduğu, hatta kabul görmeyen kadrolar ve savaşçılar olmaktan kendinizi çıkaracak mısınız, çıkarmayacak mısınız? Bu konuda aşama yapacak mısınız, yapmayacak mısınız? Son süreçte, özellikle bu son yıllarda çok derinliğine bir netleştirmeyi size yaşatmaya çalıştık.
Bu, siz insanlarımızın özellikle parti ve ordumuzun değerli militanlarının şahsında yeni dönem insanlarımızın yaratılması için, diğer cephe savaşı yanında yürütülen en büyük savaştı. Zaten bu büyük savaş verilmeden iyi biliyorsunuz ki, basit bir köy savaşımını, bir çobanla, bir korucuyla savaşı bile doğru veremiyorsunuz. Demek ki, bu büyük savaş önce verilmeliydi.
İşte biz geçen yıllarda, özellikle bu yaşadığımız günlerde bu savaşı verdik ve inanıyorum ki, önemli düzeyde de başardık. Bu, hepinize az-çok ulaşan çözümleme düzeyiyle, çok yoğun kadro eğitimiyle kesinleşti, hatta halkı da basın-yayın yoluyla aydınlatmamızla gelişti. Küçümsememek gerekiyor; biz bu büyük savaşı vermeseydik, tıpkı geçmiş yıllarda ve son on yılımızda olduğu gibi zaferin eşiğine de gelsek, kazanamazdık. Kazanmanın en temel nedeni, bu netliği yaşamaktır. Şimdi ruhumuzda, bilincimizde, tavır ve davranışlarımızda bu netleşmeyi ileri düzeyde sağladığımıza inanıyoruz. Sağlamayan varsa bunu bahanesiz sağlamak durumundadır.
Adım gibi biliyorum ki, mevcut kişilikleriniz gerek düzen, gerek aile ve sosyal gerçekliğinizde bin defa yenilmiş kişiliklerdir. Esas yenilgiye götüren ve zaferin eşiğine de gelsek bunu sağlamayacak olan, yenilmiş kişilik özelliklerinizdir. Şimdi bunu ayıkladık ve açığa çıkardık. Bunun yerine yenen özellikleri egemen kılmak istedik. Gerçekleşen budur. Zaferin teminatı da budur. Bunu hem bilecek, hem de kendinize uygulatacaksınız; hem inanacak ve hem de iliklerinize kadar özümseyeceksiniz. Bu kişilik dönüşümünü, bu yenilenmeyi başarmadan kazanamazsınız. İşte ortaya çıktı ki; erken iktidar hastalığı, yani düzen kişiliğiyle düzende bulamadığı yaşamı partimizde aramak, en büyük münafıklık, yani oportünizm ve çok düşkün bireysel yaşamdır. Bunun da ne objektif, ne de subjektif imkanları vardır. Ama netleşmeyen kişilik, kendini yeniden yaratmayan kişilik bu büyük tehlikeyi temsil ediyor.
Bu yeni savaş yılımıza girerken diyorum ki; ruhta, düşüncede ve davranışta bu kişilikten kesinlikle vazgeçip dönüşümle, özümsemeyle yerine yenisini sağlarsanız, zafer için en temel olan imkanı gerçekleştirmiş olacağız. Objektif imkanlar ne olursa olsun, bunu sağlamadan hiç birimiz başaracağımızı sanmamalıyız. Bu gafleti bir kez daha yaşamamalıyız.
Öncelikle genel parti militanlığını, ordu komuta ve savaşçılığını bu yenilenmiş kişilikle karşılamalısınız. Bir hiç uğruna adeta kendini ölüme yatıran birlikler, doğru yaklaşmamadan dolayı yaşanan bazı kaçışlar ve çarçur edilen maddi değerler neyi gösterir? Eğer bazı komutanlarımız, sorumlularımız görevlerinin, sorumluluklarının ne olduğunu anlamıyorlarsa, onlara şunu hatırlatmalıyım ki; başta ucuz kayıplar olmak üzere, gerilla tarzının çok dışında savaşım nedenleriyle ve ilgisizlikten dolayı -isterse en tehlikeli bir bozguncu olsun- kaçışların yaşanması, yine korumamız gereken silahlarımızı, araç-gereçlerimizi böyle lakayt, sorumsuz davranışlarla kaybetmemiz sizi yargılanmaya götürür. Sizi uyarıyorum, eğer varsa kendinize, yine sorumluluklarınıza karşı bir saygınız, bu kaybetmeyi kendiniz için en büyük suç veya sorumsuzluk olarak değerlendirecek, hesabınızı ya daha fazla başarıyla gidererek vereceksiniz, ya da yargılanmaya bizzat kendi önerilerinizle geleceksiniz. Hem böyle değer kaybetmek, hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi görevlerin başında durmak alçakça bir durumdur ve artık bu tutumdan vazgeçin. Yapabileceğiniz işleri yapın. Görevler konusunda netseniz ve sorumluluğa sahipseniz bu kendini pratikte göstermelidir ve “ben başaracağım, kelle pahasına da olsa, canım pahasına da olsa bu görevde başarılı olacağım” demelisiniz. Bunu sağlayamadığınızda yapmanız gereken; ya görevi zamanında bırakmak ya da başarıyı zorlayarak en son kaybettiklerini telafi eden bir duruma yönelmektir. Bunu böyle değerlendirmek yerine, eğer “biraz daha değer kaçırtayım, kendimi biraz daha incelterek sürdüreyim” diyorsanız, artık buna son verin. Kendini böyle kurtarabileceğini sanmak en ağır suçluluk durumudur ve en büyük kötülüktür. Bu dönemde bunu yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Sizi açıkça uyarıyorum ve göreve çağırıyorum.
Partimiz ve ordumuz doğru görev anlayışına sahiptir. Size mükemmel bir eğitim verilmiştir. Elinizdeki olanaklarla da bulunduğunuz her sahada gerçek bir partili ve kahraman bir ARGK’li olarak savaşmanız ve sonuç almanız imkan dahilindedir. Bunun yerine kariyerizmle, bireysel tasarrufçulukla, ikirciklikle kendini yoldaşlarının ruhu haline ve canı gönülden benimsenen bir militan, komutan haline getirmeme, bunun pratiğini amansız ve herkese örnek olacak bir biçimde sergileyememe neyle izah edilebilir? Bunun dışında particilik, komutanlık nasıl kabul edilebilir? Bu sorular sizin için yakıcıdır ve cevaplarınız mutlaka olumlu olmalıdır. Aksi halde sizin mevkilerde kalmanız doğru değildir. Olgunluk sürecinde en temel bir sorun; sürece cevap veren, parti kurallarını özde ve resmiyette tüm görevlerin üzerine yürüyüşte, yine orduda daha sıkı, daha yoğun bir biçimde fedakarca ve üstün sorumlulukla uygulayan birisi olursanız, olgun kadro, komutan olursunuz ve dolayısıyla başarınız da gelişir. Aksi halde geçmiş süreçlerdeki gibi, “yine kendimi dayatırım” biçiminde bir toylukla, bir hamlıkla, hatta neredeyse bir kontra gibi, partiye dayattığınız yaklaşımlarla eğer sonuç alacağınızı sanıyorsanız, derin bir yanılgı içindesiniz demektir. İlk başlatılacak süreç, sizi sert bir mahkemeye almaktır ve bu konuda yanılmayın.
Eğitiminiz mi yok? Gelin, eğitim imkanları her yerde var. Bazı temel konularda zaafınız mı var? Giderin. Aydınlanmak mı istiyorsunuz; sizi aydınlatacak çevreler, partiler çoktur. Bu konuda durum şiddetlidir. Yaklaşım olarak herkes kendine aydınlanmayı yakıştırmalıdır.
Önderlik gerçeği olarak, partimizin emir ve komuta düzeyini dürüstçe yönlendirmek zorundayız. Siyasi ve askeri esasa saygılı olmak ve gereklerini yerine getirmek zorundayız. Hiç kimse “yok köylüyüm, yok küçük-burjuvayım” deyip, kendi kabalığını, ilkelliğini bir yaşam tarzı olarak asla dayatamaz ve bunun bahanesi, nedenleri ileri sürülemez. Hiç kimsenin hiçbir gerekçeyle “sınıf nedenleri, eğitimsizlik, bu kadar bireycilikle seni seçmişiz” gibi sözleri söylemeye hakkı yoktur.
Ben tam da bu noktada bir kez daha büyük şehidimiz, gerçek komuta gücümüz Zeynep Kınacılara eğer saygınız varsa, bir-iki sözünü tekrar hatırlatıyorum. “Süreç, bilmem düzenden böyle etkilendim, küçük-burjuva, şu feodal yanımız deyip de kendi ilkelliklerimize sığınma süreci değildir. Bu demagojik, ucuz lafları bırakın” diyor. Evet, bunu söyleyen bizim yepyeni bir savaşçımızdır ve kahramanca eylemi gerçekleştiriyor. Şimdi bu mu doğrudur; bu kişiye mi gerçek komutan olarak değer ve saygı vereceğiz, yoksa halen kendine sevdalı, her şeyiyle itici, yüce değerlerden habersiz, sadece kaybettirenlere mi saygılı olacağız? Bunu vicdanınız kaldırıyor mu? Bu tarihi değerlerimize ve şehitlerimize saygısı olmayanların içimizde bir saat bile yeri yoktur.
Eğer siz gerçekten partililer ve ARGK sorumlularıysanız, bütünüyle parti tarihine olduğu kadar, şehitlerimize ve bize de biraz saygınız varsa, bunu anlamalı ve cevap vermelisiniz. Bu gücünüz yoksa içimizde bir gün bile durmayın. “Yok kendimi dayatırım, yok ince kurnazlık yaparım, yok tepede savaşırım, yok kaba savaşırım ve sonuç alırım, kendimi yaşatırım” diyorsanız, bununla belki çingene paşası olursunuz, ama asla iyi bir PKK’li olamazsınız. Belki bir bozguncu, yoldaşlarına zarar veren biri olabilirsiniz, ama asla bir militan olamazsınız. Bunu da kati bir kararlılık olarak hepinize söyledim ve söylüyorum.
Önümüzdeki süreçte de bu konuda gerekeni yapacağız. “Ben şöyle eski bir yoldaşım, ben şöyle savaşan biriyim” deyip asla kendinizi kandırmamalısınız. Ciddi yoldaş, iyi savaşmış yoldaş, bu tarihi kutsal değerlere daha derinlikli ve olgunca bir yaklaşımla cevap veren kişiliktir. Bu çok açıktır. Bunun tartışılacak bir yanı yok. Hiç kimsenin artık “bunaldık, daraldık, yüzeyseldik” gibi laflarla kendini kandırmaya hakkı yoktur. Eğer yaşamak istiyorsanız, anlamlı, saygılı ve sevgili bir şekilde yaşayacaksınız. Bunun, bu biçimi kendinize yakıştırmaktan başka yolu da yoktur.
Geçmişinizden dolayı sizi acımasız yargılamıyorum. Size fazlasıyla ıslah edici, eğitici yolla yaklaştık, bunu yanlış anlamayın. “Parti ağır cezalar verse ve en ağır eleştiriler yapsa da, sonuçlarına bakıldığında, herkes kendisini yine eskisi gibi dayatıyor” diyorlar. Bunlar gafilce sözlerdir. Yoldaşça bütün uyarılarımıza, bağışlayıcı ve ıslah edici bütün yöntemlere rağmen kendisini bağışlatmayanı, ıslah etmeyeni affetmeyeceğiz. Ama onun yeri ve zamanını biz bileceğiz. Nasıl ki, savaşın yerini ve zamanını biz belirliyorsak, içimizdeki savaşımın da yerini ve zamanını biz belirliyoruz. Bunu bilmelisiniz. Sonra “neden bu bana yapılıyor” demeyin. Çünkü sen suçlusun, sen partimizin yüce değerleriyle oynuyorsun, sen ısrarla görevlere kurallarımıza ve geleneklerimize göre yaklaşmıyorsun. Bu saygısızlığı, bu suçu neden işledin ve neden ısrarla sürdürüyorsun? Partiyi, şehitlerimizi ne sanıyorsun? Önderliğimizi ne sanıyorsun? Kendini çok kurnaz, herkesi de ahmak mı sanıyorsun? Kimse seni zorla savaş içinde tutmuyor. Gel, “ben bunu yapamıyorum, şunu yapabilirim, hatta ben silahlı mücadele de yürütmek istemiyorum” de. Tüm savaşçılara çağrıdır; kaçacağınıza, bunalımlı ve problemli yaşayacağınıza yanı başınızdaki sorumlu kademelerinize bunu söyleyin. Size bir yol bulunur, cephe gerisinde kalabilirsiniz. Kamplarımız var, sizi oralara gönderebiliriz. Zor durumlara düşmeden sizi yaşatabiliriz de. O halde kaçmaya, kendini gizlemeye de gerek yok. Ayrıca bu işi yapamayacağınız halde, yapar gibi görünmeye de gerek yoktur.
Savaş yiğitlerin işidir. Olgun, tarihi gerçekleri günlük olarak görenlerin işidir. Çok iradeli ve bu işi zevkle meslek edinmiş olanların işidir. Böyle özellikleriniz yoksa, bir vatansever olarak dua etmeniz bile değerlidir. Ama işlerle, gerçeklerle oynamak en tehlikelisidir ve ağzınızla kuş yakalasanız bile kendinizi affettiremezsiniz. Ben bu uyarının bir kez daha hepiniz tarafından mutlaka anlaşılmasını istiyorum. Yoksa hiçbir yoldaşımızla kötü karşılaşmak istemiyorum. Ama partiyi belki de bilinçli ajanlardan daha tehlikeli bir objektif ajan, bir kontra gibi zorlamanızı da hiçbir gerekçeyle kaldıramam.
İyi bir ordu elamanı değilseniz ve iyi bir parti temsili yapamıyorsanız, kendinizi bu çerçevede çözmeye tabi tutun. Eğer “yetkiden, komutanlıktan vazgeçemem” diyorsanız, o zaman gereklerine uyun. Size zor geliyorsa istemeyin, istifa edin. Eğer “ben kendimi iddialı görüyorum, bu işin gereklerine cevap vereceğim” diyorsanız, o zaman bunu günlük olarak kanıtlayın. Bu çerçeve dahilinde hareket edemezseniz, sorgulama ve yargılama sürecini şiddetlendireceğiz. Bu durumda içine düşülecek tüm zor süreçlerden kendiniz sorumlusunuz. Görevlerin üzerine zamanında yürümeme, onun net kadro, komuta kişiliğini temsil etmeme, günlük olarak başarmama ve en önemlisi de kabul edilmez temellerde kaybetmeye yol açmak, sizin ya istifa ya sorgulama ve anında görev dışı kalma ya da mahkemeye çıkma durumunuz demektir.
Kendine güvenen bir militan günlük olarak birliklerini ne kadar eğitiyor? Teknik ve moral olarak bazı eylemleri ne kadar kabul edilebilir başarı ölçülerinde yapıyor? Bütün ortamları itici değil, çekici kılıyor. Yoldaşlarına değer üstüne değer katıyor ve günlük verdiği raporlarla başarılı olduğunu kanıtlıyor. İşte bu, başta kalması gereken komutandır, partilidir. İçimizde öylelerine yer var ve öylelerinin gelişmesi için herkes en üstten en alta kadar özen göstermelidir. Gerekirse göreve getirmeliyiz, gerekirse görevden almalıyız. Kısaca ölçüleri mutlaka uygulamalısınız. Kurallarla oynamanız, yaramazın yetmezin elinden çok kaybetmemiz artık kabul edilmez.
Bunu bütün yönleriyle anlamak ve gereklerini yerine getirmek, dönemimizin emredici ve olmazsa olmaz kabilinde kadro gerçeğidir, onun yaklaşımıdır. Sanmıyorum içinizden birisi, “ben yine anlayamadım” desin. Yıllardır sürdürülen netleşme, günlük olarak görevlendirme, herkesin başarabileceği yetkileri ve onun imkan-olanaklarını sunma başarı için yeterlidir. Gerisini kendinize yüklenerek, yaratarak ortaya koyacaksınız. Yaratma yetenekleriniz yoksa neden işin başındasınız? Yaratmayan adam işin başında olamaz. Bu bir önderlik ilkesidir ve bu, PKK’de komuta ilkesinin temelidir.
Yeten, yaratan, dolayısıyla başaran baştadır. Yetmeyen, eksik kalan, yaratmayan ve dolayısıyla başarmayan kişi kademelerden geriye düşer. Bunun anlaşılmayacak hiçbir yönü yoktur. Eğitim, örgütlemede yetersizsen düşersin. Moralde ve siyasette geliştiremiyorsan ve eylemde başarısızsan görevden çekilirsin. Bu işi başarıyla yerine getirecek militanlarımız, hatta savaşçılarımız çoktur. Bir Zeynep şehidimiz bunun en bariz örneğidir. Ve bizde her militan, savaşçı bir Zeynep’tir. Bunu bütün komutanların adı gibi bellemesi gerekir. PKK tarzında cesaret ve fedakârlık herkesi Zeynep tarzı yetiştirir. Bunu anlamayan yöneticiye, anlamayan komutana söyleyeceğim çok şeyler vardır ve ilerde söyleyeceğim. PKK’nin savaşçısını doğru değerlendiremeyen, onu bir taktik yetersizlik nedeniyle -ki, kırkar kırkar kaybedeniniz vardır- kaybedeni tarih ve parti acımasızca yargılayacaktır.
Bir PKK bölüğü ile destanlar yazılır. Eğer destan yazmıyorsa bu, kesinlikle bölük komutanının eksik ve yanlışlıklarından dolayıdır. Çünkü PKK savaşçısı kahramandır. O halde sizleri PKK’nin kahraman savaşçılarıyla, onları tam anlayarak, örgütleyerek ve eyleme doğru sevk ederek, yöneterek, komutanlık görevlerinizi yerine getirmeye çağırıyorum. Bunun dışında hiçbir gerekçeyle birliklerin ve bu kahraman savaşçıların başında kalamazsınız ve partimizin tarihini de, bizim günlük emeklerimizi de boşa çıkaramazsınız. “PKK kahramanlarının başında kalmak hoşuma gidiyor. Bir günlük paşalık bile zevktir” diyorsanız, bunun hesabı sorulur. PKK kahramanlarının başında yer almak -en azından elli kişilik bir bölükse- toptan güç sahibi olmak demektir. Moral, ideolojik, siyasi, örgütsel ve taktiksel hususlarda hepsine denk bir kuvvetin sahibi olmak demektir. Bu kuvvet varsa komutan olabilirsin, yoksa görevi bırakırsın. Bunun da anlaşılmayacak hiçbir yönü yoktur. Hazırsan ve böyle kabul ediyorsan o halde komutanlık yapabilirsin, ama hazır değilsen görevden çekilir, başka işler yaparsın. Demek ki, komutanlıkta bu ilkeyi uygulayacaksınız. “Anlamadık, muğlak kaldık” demeye de hiçbirinizin hakkı yok, her şey çok net ve anlaşılırdır.
Partinin ideolojik, siyasal gerçekliği ortadadır. Çizgimiz nettir ve son derece sonuç alıcıdır. Bir tekimiz bile dünyaya meydan okuyabilir. Bizdeki üstün moral insanlığa örnektir. Bu, PKK’nin bütün kahraman şehitlerinde kendini ifade etmiş temel özelliğimizdir. Her parti militanı bütün bölgelerde, birliklerde -sayısı hiç de önemli değil, bir tane bile olsa- ideolojik düzeyin, moralin, dolayısıyla siyasi düzeyin, örgütlenmenin en sağlam ve başarılı ölçülerinde yürütülmesini sağlarsa o parti militanıdır ve kabul edilir. Buna yetmiyorsa partili olmadığını bilmek zorundadır. Bunun da anlaşılamayacak her hangi bir yönü yoktur. Gereklerine tam uyacak ve hakkını vereceksiniz. O zaman herkes bu parti militanına büyük bir değer olarak bakmayı, onun emir ve perspektiflerine uymayı bilmelidir. Ve bu parti militanı her sahada kazanır.
Diplomasiden tutalım ekonomik faaliyete, kültürden tutalım en zorlu bir serhildanı, bir örgütsel görevi başarmaya kadar; legal olduğu kadar illegal, ordu içinden tutalım en sivil, barışçıl alanlara kadar, bu militan özellik mutlaka kazanır. O halde, “ben partiliyim” diyenleri öncelikle böyle bir militan olmaya çağırıyorum ve varsa yanılgısı, yanlışı, eksikliği gidermelidir, doğrusuna mutlaka ulaşmalıdır. Partinin yüce yoldaşlık ilkesini hiç kimse, hiçbir gerekçeyle değiştiremez, maskeleyemez ve kullanamaz.
Partinin öncü çekirdeği bizim için başarının esasıdır. Onun netliğini ve arılığını sonuna kadar gözbebeğimiz gibi koruyacağız, her şeyden daha fazla esas alacağız. O halde bu yönlü iyi bir partili olmak için dönem çok uygundur, olanaklar fazlasıyla vardır ve mutlaka hakkını vermek gerekiyor. Gerek genelde tüm işlere ideolojik, politik öncülük eden partililer ve gerekse onun daha yoğunlaşmış, hatta aynı kişide ifade edilen komutanlık gerçeği için bu özellikleri benimsersek, olgunluk sıfatını kazanmışız demektir. Bu kişilik de dönemin ve görevin üzerine yürürse kazanır.
Siz Değerli Tüm Partililer ve ARGK Savaşçıları;
Bu önümüzdeki dönemin böyle netleşmiş kadroyla kazanılacağını bilmeli ve bu konularda üzerinize düşeni mutlaka hiçbir bahaneye sığınmaksızın, bir daha şu veya bu nedenle “bastırıldık, uzlaştık” demeksizin, anı anına günlük olarak bu kadroyu kurallara göre görevlendirerek, varsa görev boşluğu bizzat yüklenerek değerlendirmelisiniz. Sağlama almanız gereken en temel işiniz budur. Bunun olmadığı yerde başarı olmaz. Böyle bir komutanın bin gerillası da olsa, parti değeri olmazsa kaybetmeye mahkumdur. Ama bir tanesi bir yerde de olsa kazandırabilir. Bu gerçeği mutlaka takip etmeniz ve hakkını vermeniz gerektiğini yaşamınız için, başarınız için defalarca vurguluyorum.
Şimdiye kadar söylediğiniz “neden uzlaştık, neden bastırıldık” gibi sözleri bir daha söyleyen suçlu olduğunu bilmelidir. Yine “daraldık, bunaldık” gibi sözleri hangi komutan, savaşçı söylerse söylesin suçludur, söylemeye de hakkı yoktur. Çünkü görevlere doğru yaklaşmayanın konuşmaya hakkı yoktur. Sizi bu temelde doğru konuşmak kadar görevlerinizi zamanında yerine getirmeye çağırıyorum. Ve bir daha bu sözleri ne yazılı, ne sözlü olarak bize sunmaya hakkınızın olmadığı konusunda sizleri uyarıyorum. Biz kendimizle bu kadar alay etmeyeceğimiz gibi, zarar da vermeyiz. Neden olgun olmayalım? Neden cesur ve fedakar gerçeğimizi akıllı ve sonuç alıcı bir tarza ulaştırmayalım? Bundan gocunacak hiçbir şey yok. Tam tersine gurur duyulacak çok şey vardır. O halde bu önümüzdeki dönemi en temelde bu kadro gerçekliliğiyle kazanacağımızı biliyor ve mutlaka da gereklerinin temsilini hemen hepinizden bekliyoruz.
Bununla birlikte şüphesiz dönem taktikleri var. Hemen hemen bütün ülke genelimize ilişkin planlamada olduğu gibi eyaletlere, hatta bölgelere kadar indirgenmiş bu planlamalar gerçekçidir. Özellikle bir kaç temel özelliğini vurgularsam; kitle arasında çalışanlar artık halkın kabul edebileceği ölçüleri kitle ilişkilerimizde mutlaka göstereceklerdir. İtici değil, eğitici ve örgütleyici olmayı bileceklerdir. Diplomatik sahada da, bütün çalışmalarda da böyle olunmalıdır. Fakat bunlar belirleyici olmadığı ve bir yerde gerilla savaşına bağlı olmak zorunda olduğu için, hemen herkes hangi kitle çalışmasını yürütüyorsa, onun en temel mücadele biçimi olan savaşla bağlantısını esas alacaktır. Kültür kurumu da böyledir, diplomasi de böyledir. Savaşımızın haklılığını, gereğini, neden ve nasıl başarması gerektiğini bilerek, diğer tüm faaliyetler içinde yerini tutacak, gerekeni yapacaktır.
En önemlisi, temel savaş olarak biz bu gerilla savaşını vereceğiz. Vermeden ulus olarak katliamdan bile kurtulamayız. O halde bu savaşın bütün temel taktik hususlarını adımız gibi bilince çıkarmalı ve gerekeni yapmalıyız. Uzun süredir bu gerilla taktikleriyle oynandı. Dikkat ederseniz, eğer 1992 sonrası gerillaya dönüşümü ve gerillanın ileri bir aşamasını oturtmuş olsaydık tarih değişirdi ve bugünkü zorlanmaları yaşamazdık. Orada olmayan taktiktir.
Büyük direndiniz. Gerçekten tarihte ender rastlanan bir cesaret örneğiyle de çarpıştınız. Bu konuda kahramansınız diyebilirim ve sizi överim. Ama bu asla saf olmadığınızı göstermez ve bunu görmezden gelmemizi de gerektirmez. Siz bu cesaret ve fedakârlığınızı, yani kahramanlığınızı maalesef doğru taktiklere oturtamadığınız için büyük saflar olarak, hatta cahiller olarak karşımıza çıkmaktan da kendinizi kurtaramadınız. Sizi acındırmak istemem, ama bu söylenenler gerçektir. Gerilla bir tarz demektir. Bu tarz oturtulmadan on binlerce gücünüz de olsa, tüm dünya arkanızda da olsa kaybedersiniz. Eğer bu tarzı tutturursanız, coğrafya elverişliyse ve asgari bir sayıya da ulaşmışsanız tüm dünya karşınızda da olsa kazanırsınız. Bu gerillanın bir ilkesidir. Şimdi dağlarımız her savaşı kaldıracak kadar kusursuzdur. Sayımız, silah ve tekniğimiz de fazlasıyla vardır. Halk da oldukça yeterlidir.
Olmayan nedir? Olmayan; kendi elinizle kendinizi gerilla olmaktan çıkarmak ve neredeyse bir düzenli ordu savaşçısı durumuna düşürmektir. Bu büyük hatayı bilerek veya bilmeyerek işlediniz. Kolay geldiği ve hoşunuza gittiği için ya bir ilkel isyancı, ya da bir düzenli ordu savaşçısı gibi affedilmez ve imhası kesin bir duruma girdiniz. Asi avare gruplar gibi boşta gezer, mevzi savaşına yatar veya kendisini imha eder durumlara düştüğünüzü asla inkar edemezsiniz.
Temel taktik olarak artık bu hususu aşmalısınız. Önemle vurguluyorum; dönem planlamasına mutlaka ulaşmalı ve bunu günlük olarak adım adım amansız uygulamalısınız. Gerillada temel üs anlayışına ulaşmamanız ve derinliğine, genişliğine gizli, hareketli bir şekilde bölgelere ve eyaletlere göre bunu oldukça gerçekçi bir tarzda uygulayamamanız tüm kayıplarınızın anlamsızlığı kadar, önemli kazanımlara da ulaşmayışınızın en temel nedenidir. Yani bu, omurgayı kurmadan gövdeyi şişirmeye benziyor ve omurga olmadığı için gövde dayanamaz, düşer. Veya temel atılmadan bina kurmaya benziyor. Temelsiz bina ne kadar yükseltilse de gümbür gümbür devrilmekten kurtulamaz. Böyle hatalar oldu.
Temel nedir? Temel; stratejik, coğrafik alanlarda üslenmektir. Çok zorlu, ama mücadeleyi yükselten o yerlere dayanmayı bilmektir. Çok iyi biliyorsunuz ki; biz oraya az bir güçle de girsek ve gerilla esprisi tam uygulansa, küçük bir dağda on bin kişilik bir düşman birliğini etkisizleştirebiliriz ve bunun örnekleri de bizde çoktur. Hemen her alanda yüzlerce gerilla birliği var; stratejik alanlarda yer altısı da dahil gizliliğe dikkat etmeniz gerekir. Üs hazırlıklarınız olmadığı için her gün köye giderseniz ve ufak bir operasyonda her tarafa dağılırsanız bunun adı, asi avareliktir, ilkel isyancılıktır. Bu durumda imha olmaktan asla kurtulamazsınız. Örneğin, Garzan, Amed başta olmak üzere hemen her eyalet bu durumu yaşamıştır. Bunun suçunu kendinizde bulacaksınız .
Eğer zorda olsa, biraz gerilla tarzında ısrar etseydiniz ve o çok elverişli olan coğrafyada doğru bir biçimde mevzilenmiş olsaydınız, yaşanan kayıpların onda biri kadar kayıp yaşamayacağınız gibi en değme orduları da perişan ederdiniz. Siz bu taktik yetmezliklerle kendinizi zorladınız. Önümüzdeki dönemde hiçbir gerekçeye sığınmadan, zorluklar ne olursa olsun bunun gereklerini yerine getirmelisiniz. Çoğunuzun köye dayalı yaşam tarzınızı biliyorum. Bu suçtur. Siz, gerillaya bir köylünün yemeğine tenezzül etmek için değil, her bakımdan yüceliğe çıkış için gelmişsiniz. Kaldı ki gerilla, lojistik adı altında aylarca “şu köy senin, bu köy benim” diye dolaştırmaz. Eğer derdiniz yemekse gerillada ne geziyorsunuz? Cephe gerilerine çekilin ve gidin metropollerde çalışın.Gerillanın yiyeceği ideolojidir. Gerillanın yiyeceği politikadır.Gerillanın yiyeceği savaştır.
İdeolojide, siyasette ve savaşta güçlü olana ekmek, fazlasıyla gelir. Bunu halen anlayamama gafletini yaşamak en büyük acıdır. Siz o büyük acıya yol açan bu affedilmez tarzı ve basit yaşamı birliklere uyguladığınız için, binlerce kayba yol açtınız. Bir gün mutlaka hesabı sorulacaktır. Biz hiçbir gerekçeyle bir gerilla birliğini, “git şu köyden sadece yemek getir” diye gönderemeyiz. Ben bu konuda sizi çoktan uyarmıştım. Bu tarz, ihanet kadar tehlikelidir.
Kaldı ki, öyle ciddi açlık sorunları da yoktur; dağlarımız hep yemişlerle doludur. Gerilla, gerektiğinde ağaç köklerini de kemirir; yılanları da, çıyanları da yemesini bilir. Sırf bazılarının rahat yaşamaları için, lojistiği birinci görev olarak gerillanın önüne koymak bir gaflet durumudur. Hatta gerillada lojistik takımı yetmedi, gerilla lojistik bölüğü; bölük yetmedi, lojistik taburu kurdular. Lojistik taburu olur mu? Bunu yapan kişi, en büyük suçu işlemiş olduğunu bilmelidir. Lojistik takımı bile olamaz. Belki bir mangalık güç olabilir. Ama esasta tüccarlıktan anlayan bir kaç köylüyü, bir kaç sempatizanı bu işle görevlendirmek en doğrusudur. En önemlisi de eğer illa bunu gerilla yapacaksa, planını yapar, kamyonların yolunu keser, vurur ve alırsın. Düşmanın karakollarına her gün erzak gidiyor, ondan alırsın. Veya tüccar örgütle, katırlarla onlar erzak getirir.
Şimdi bunun gibi bir çok kusurunuz var. İnsanlarla ilgilenmek zor değil. Bulunduğum sahada on binleri ölü noktasından birer fedai noktasına getirdim. Ve halen bize dayanarak, çekiciliğimize dayanarak milyonlarımız ayaktadır. Eğer sen PKK militanıysan, neden bu insanları bir gün bile kucaklayamıyorsun? Neden bunları değerli, sevgili bir yoldaş gibi bağrına basmıyorsun? Bunlar yapıldığında insanlar kaçmaz. Bunu, doğru bir hedefle, ideolojinin, siyasetin, örgütselliğin anlam ve önemi üzerine onları eğiterek sağlayabilirsin.
Bu önümüzdeki 13. savaş yılımıza bu temelde hazırlık yaparak giriş yapmalıyız. Eminim ki hazırlıklarınız epey gelişmiştir. Her alanın komuta ve savaşçı yapısı güçlü eylemlikleri yürütecek düzeydedir. Ben bu değerlendirmemle birlikte bu günlerde halkımıza ve uluslararası kamuoyuna bir açıklama yapacağım. Eğer mevcut hükümetten daha somut bir karşılık gelmezse -ki pek gelmiyor, özel savaş komutanları da sonuna kadar yok etmekten bahsediyorlar- o halde biz de sonuna kadar bu yeni hamle dönemine yükleneceğiz.
13. savaş yılı, bu anlamda çok kapsamlı ve oldukça iyi hazırlanmış bir temelde, başta gerilla olmak üzere tüm mücadele biçimleriyle yürütülmeye çalışılan bir yıl olacaktır. Başka hiçbir seçeneğimiz, yolumuz ve kurtuluşumuz yoktur.
Bu temelde sizleri, bu savaş yılımıza sonuna kadar hazırlanmaya; ideolojik, siyasi, örgütsel ve eylemsel olarak mevzilenmeye, üslenmeye, çok karmaşık taktikleri iç içe geliştirmeye ve en az kayıpla azami başarıyı sağlamaya, orduyu da sürekli büyütmeyi esas alan tüm hedeflerin üzerine güçlerimiz oranında kendimizi kilitleyerek yürümeye çağırıyorum.
Siz tüm yoldaşlar; geçmişte işlediğiniz hatalar ne olursa olsun, yanlışlıkları eğer bu temelde giderirseniz sizi yeniden değerli bir yoldaş olarak karşılıyorum.
Ayrıca önde gelen, eğitimini ölçüler dahilinde güçlü almış tüm partilileri bu yeni komuta görevlerinde azamisini gerçekleştirmek üzere bütün engelleri aşabilecek kadar görevlerin üzerine başarıyla yürümeye çağırıyor, selam ve sevgilerimi sunuyorum.
-Yaşasın 15 Ağustos Atılımı!
-Kahrolsun Faşist Sömürgecilik ve Her Tür İşbirlikçileri!
REBER APO
15 Ağustos 1996
- Ayrıntılar
15 Ağustos 1984 herhangi bir gün değildir. Ortaya çıkış koşulları, Kürdistan, Türkiye ve bölgemizde oynadığı ve oynamakta olduğu rol bu günü, milat niteliğinde bir gün haline getirmektedir. Dolayısıyla bugünü doğru anlamak ve güncel olarak ne anlama geldiğini derinlikli olarak bilmek büyük önem taşımaktadır.
Öncelikle böyle bir tarihsel günü Kürdistan, Türkiye ve bölge halklarına armağan eden Kürdistan halk Önderi Abdullah ÖCALAN’ın, böyle bir günün öncü Partisi PKK’nin, büyük bir kahramanlıkla pratikte bugünü yaratan Kürdistan Özgürlük gerillalarını ve güne ilk anından itibaren anlam veren ve izleyen welatparez halkımızı selamlıyorum.
Bu tarihsel eylemin öncü, ölümsüz komutanı Mahsum Korkmaz yoldaş başta olmak üzere, bu eylemde yer alan ve şehitler kervanına katılan, Mustafa Yöndem, M.Emin Taştan, Mehmet Ağaslan, Bozan Oktay, Yaşar Kahraman olmak üzere, yine 15 Ağustos bilincini, ruhunu ve tarzını geliştirmek için kahramanca ve fedaice mücadele ederek şehit düşen, Adil, Nuda, Viyan, Rüstem, Alişer, Çiçek, Xebat, Rojin, Apê Hüs, Mehmet Guyi, Beritan, Ferhat, Sadık, Rubar, Eriş-Andok, Derviş ve Zilan yoldaş şahsında binlerce devrim şehidimizi saygı ve minnetle anıyorum. Onlar her zaman, Kürdistan Özgürlük mücadelesinin yolunu aydınlatan sönmeyen birer meşale olmaya devam edeceklerdir.
Onların anısına verilecek en doğru cevap, onların bağrında rahat uyuyacakları özgür bir Kürdistan’ı yaratmaktır.
15 Ağustos Atılımı, 12 Eylül’de iş başına gelen, Türkiye devrimci-demokratik muhalefetini bastırmayı, Kürdistan Özgürlük mücadelesini tümden ortadan kaldırmayı, bölgeyi emperyalizmin dikensiz gül bahçesine çevirmeyi hedefleyen askeri faşist cuntasına karşı büyük bir karşı koyuştur. Kürdistan’da estirilen sömürgeci faşist baskı ve zulüm karşısında, Kürt halkının özgürlükteki kararlılığını ortaya koyan, umudunu büyüten ve bu anlamda özgürlük iradesini açığa çıkaran bir eylem olmuştur. Başta idam sehpalarında ve idam mangaları tarafından şehit edilen Şeyh Saitler, Cibranlı Xeliller, Seyit Rızalar ve soykırım amacıyla katledilen, sürgünlere yollanan, açlığa, soğuğa terkedilerek öldürülen yüzbinlerce Kürdün intikam eylemi olmuştur. Ve Amed zindanlarında en vahşi işkenceler karşısında direnen Mazlumların, Ferhatların, Kemal ve Hayrilerin intikamı ve yüce anılarına verilmiş doğru bir karşılık olmuştur.
15 Ağustos Şanlı Atılımı, Kürt ulusunun kendi Anavatanında başta Türk sömürgecileri olmak üzere, hiçbir sömürgeci gücün varlığını kabul etmeyeceğini, her türlü meşrulaştırma, baskı ve zulmünü tanımayacağını, bölge halklarıyla eşitlik ve özgürlük içinde yaşama kararlılığını ortaya koymanın ifadesidir . Bu anlamda ulusal diriliş günü ve bayramı olmuştur.
Çünkü özüne dönen, ulusal ve toplumsal bilince ulaşan, tarihiyle, toprağıyla buluşan Kürdistan gençliği ve özgür kadın gerçekliğine ve anavatanını emeğin yoğunlaşmış ifadesi olarak gören emekçilerine kavuşmuştur artık Kürdistan.
Sömürgeciler bir ülkenin topraklarını sadece fiziki olarak işgal etmezler, ruhlarını da işgal ederler. Bilinçlerini çarpıtırlar. Kendi Anavatanlarını savunamaz, onun için örgütlenemez, savaşamaz duruma getirmeyi hedeflerler. Geliştirdikleri baskı ve zulümle korkutmaya ve sindirmeye çalışırlar. Ve hatta kendilerini, ideolojik aygıtlarıyla meşrulaştırmaya çalışırlar. Bunun için beyinleri ve ruhları hedeflerler. Çünkü Önder Apo’nu belirttiği gibi, “ kafalarda meşrulaşan sömürgeciliği hiçbir güç yıkamaz”. Türk sömürgecilerinin de peşinde koştuğu Kürtlerin ruhlarını ve beyinlerini ele geçirmektir. Ancak 15 Ağustos hem Kürtlerde yaratılmaya çalışılan korkuyu yerle bir etti, hem de Türk sömürgecilerinin Kürdistan topraklarında hiçbir biçimde meşru olarak kabul edilmeyeceği gerçeğini ortaya koydu.
Türk sömürgeciliği atılan “ilk kurşun” un anlamının bilincinde olarak, Kürdistan Kurtuluş gerillasını ezmek, onların şahsında bir daha Kürt ulusunun örgütlenerek ayağa kalkmasını engellemek için elinden geleni yaptı. Halen bir ihanet hançeri gibi Kürdistan halkının bağrına saplı duran köy koruculuğunu geliştirdi. Binlerce köy yakıldı. Milyonlarca Kürt Anavatanından Türk metropollerine sürülerek, açlıkla-yoksullukla terbiye edilerek asimlasyon ve kültürel soykırıma açık hale getirilmeye çalışıldı. Onbinlerce insanımız acımasızca katledildi. Yine onbinlercesi en ağır işkencelerden geçirilerek, en ağır cezalara çarptırıldı. Binlerce çocuk evsiz,anasız-babasız kaldı. NATO desteğinde ve bazı işbirlikçilerin yardımı temelinde geliştirilen bu topyekün savaşa rağmen, Kürdistan Özgürlük gerillası savaşıyla, Kürdistan halkı serhıldanlarıyla büyük direnerek bugünlere gelmesini başardı.
Şimdi 15 Ağustos Atılımı, Rojava Kürdistan’ında her türlü çeteci, sömürgeci ve işbirlikçi saldırılara karşı inşa edilen ve savunulan demokratik özerkliktir. Bir zaman Kuzey Kürdistan devrimini bastırmak için bir karargah haline getirilmeye çalışılan Hewler’de ulusal birlik Kongresidir. Ve uluslararası komploya ve TC sömürgeciliğinin tüm yoketme, teslim alma, anlamsız kılma çabalarına rağmen İmralı’da yapılan Müzakerelerdir. Ve Kuzey Kürdistan da serhıldandır. Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşadır. Rojhılat’ta ise örgütlü direnişi büyütme günüdür.
Bu 15 Ağustos Rojava devrimini sahiplenmek kadar, AKP devletinin müzakere sürecini boşa çıkarma, oyalama ve geçiştirme politikalarına karşı “Kürtler Ulusal Haklarıyla Anayasa’da Yer Almalıdır” şiarı temelinde, olmazsa-olmaz kabilinden ulusal taleplerin ve onunla beraber Önder Apo’nun özgürlüğünün haykırıldığı bir gün haline gelmelidir.
Anayasal tartışmaların gündemde olduğu bir süreçte, Kürt halkı, demokratik ulus haklarının mutlaka ve mutlaka anayasada yer alması gerektiğini ortaya koymalıdır. Ortadoğunun en kadim ve köklü halkı ve ülkesi öyle muğlak, belirsiz tanımlamalarla geçiştirilecek bir halk ve ülke değildir. Kürtlerin açıkça ve haklarıyla tanımlanmadığı bir anayasa inkar anayasası, dolayısıyla bir “ajan anayasa” olarak görülmelidir. Ve hiç bir biçimde kabul edilmemelidir. Güney’de ulusal kazanımların yanısıra Rojava’da Önder Apo’nun paradigması temelinde, meclisiyle, özörgütlülüğüyle, bayrağıyla, savunma güçleriyle özgür yaşamını inşa ettiği bir süreçte ve 21. Yüzyılın tüm kapılarını sonuna kadar bizlere açtığı bir ortamda biz neden daha azına razı olalım...Hayır, eğer Türk halkıyla ve diğer kültür ve inanç gruplarıyla eşit özgür bir birliktenlik olacaksa, o zaman yapılacak anayasada Kürtler halk olarak haklarıyla yer almalıdırlar. Daha aşağısını ne tartışmalı, ne da kabul etmelidirler.
Roj u cejna vejine car din piroz be...
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 -11 Ağustos tarihlerinde Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin, Metina ve Gare bölgelerimizde işgalci TC ordusuna ait keşif uçakları yoğun uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Dünyanın neresine gidersek gidelim, devrim süreçleri olağanüstü süreçlerdir. Olağanüstülük ise normal olmamayı ifade eder. Yani sıradanlığın tersine sıra dışılığı gerektirir.
Bugün Rojava’da tamamen olağan dışı ya da olağanüstü bir süreç yaşanıyor. Kürtler ilk kez bu parçada kendi kaderlerini ellerine alıyorlar. Kendi yollarını belirliyorlar. Ya da nasıl bir yol izleyeceklerinin haritasını çiziyorlar. Bir anlamda pusulalarını çiziyorlar. Kendi yolunu çizmeye devrim diyorlar. Devrim ise dediğimiz gibi olağanüstü, hızlı, karmaşıklık demektir. Devrim anlarında her şey çok farklı bir şekilde gerçekleşir. Vuku bulur. Olmayacaklar olur, olacaklar olmaz. Normal olanlar normal dışı olur, normal dışı durumlar ise yaşamın normal hali olur.
Evet, bugün Rojava’da bir devrim yaşanıyor. Hem de dünyada eşine ender rastlanılan bir devrim. Dünyanın en kaotik bir mekanında, çok az bir sayı ile adeta dünyanın tümüne yüreğini ortaya koyarak gerçekleştirilen ve yaşanan bir devrim.
2012 yılının 19 Temmuz’unda Rojavalılar kendi yollarını daha doğrusu devrimlerini alenen ilan etmişlerdi. Bu yıl ise bu devrimlerini güçlü bir şekilde kutlamak isterlerken belki de bu yıl sadece bir devrimi değil, belki de kendi öz yönetimlerini ya da özerk yapılarını ilan edeceklerdi. En azından basından izlediğimiz kadarıyla böyle bir hazırlığın olduğuydu. Ne var ki Rojava devriminin karşıtları adeta bir cephede bir araya gelerek birden Rojava devrimine ve Rojava halkımıza karşı saldırılar başlattılar. Ve bu saldırıların çoğunda kesinlikle zırnık bir ahlaki ölçü görülmemiştir.
Bunlar yetmezmiş gibi sözde kendilerini Kürt ve Kürtlerin temsilcisi bilen yine sözde yurtsever sayan KDP gibi bir parti Kürdistan sınırını kapatarak, bu saldıranlarla aynı cephede yer aldıklarını göstermiş oldu. Özcesi öyle görülüyor ki Rojava’yı teslim almayı hedefleyen bir konsept var. Ve bu konseptin içerisinde çeteler, çeteleri destekleyen batılı devletler, çeşitli Arap devletleri, Türk devleti ve tabii gizli bir şekilde BAAS rejimi ve arkasında duranlarda var, bu komplonun içerisinde. Dediğimiz gibi bu komplonun iç ayakları olarak ise KDP ve Rojava’da olan uzantıları var. Hem de çok etkin ve aktif bir şekilde bu Kürtler yerlerini Rojava devrimine karşı yerlerini alıyorlar.
Şimdi böyle bir durumda yani olağanüstü bir süreçte, ya da var olma yok olma anlarında Kürt gençliği ne yapmalıdır?
Gençliği görevi ya da görevleri böyle tarihi bir an’da nelerdir?
Gençlik tüm dünya Rojava devrimine saldırmışken hangi tutumu takınacaktır?
Gençlik hem de Kürdistan gençliği Rojava böyle kuşatılmaya alınmak istenirken ne yapacaktır?
Bu ve benzer sorulara tam da cevap verme zamanı. Devrimlerin olağandışı yani olağanüstü süreçler olduğunu belirttik. Böyle süreçlerde herkesin yapacaklardan daha fazla şeyler katması gerektiği açıktır. Böyle anlarda bir miting yetmez. Bir protesto hiç yetmez. Bir imza, bir haykırış ya da bir taş alıp fırlatmakta yetmez. Böyle anlar tarihi anlardır. Böyle anlarda tarih bireylere, onurlu bireylere; “yürü ya kulum” der.
Evet, Kürdistan gençliği ve Kürdistan’a komşu yaşayan halkların gençlerine tarihin; “yürü ya kulum” dediği en güçlü anlardan birisini yaşıyoruz. Bunun için gençlik bir adım daha öne gelmelidir. Bir adım daha öne atmalıdır. Yani “bende varım” diyerek yönünü Rojava Kürdistan’ına vermelidir. Rojava Kürdistan her Kürdistanlı ve enternasyonalist gencin yardımlarını bekliyor.
Bilenler NURİ DERSİMİ’NİN:
“Ben sana, senin namus ve şerefini lekelememek için vatanın yalçın kayaları, müthişuçurumları üzerinden kendilerini halaskar ölümün kucağına atan binlerce gelin ve kızlarımızın feryadını inliyorum...!
Ben sana, senin hala bu gün bile, namert düşmenin kapısında esaret altında yaşayan, her gün, her an damla damla ölen, milliyeti, dili ve mukaddesatı tahkir edilen köle Kürtlerin derin feryadını ağlıyorum...
Onların sana, bir tek kelimede tekâsüf eden, amansız amir ve kahhar bir vasiyeti var:
İNTİKAM!
İntikam!...
Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.
İntikam!...
Süngülenen yüzbinlerce Kürt yavrularının feryadını dindirmek için.
İntikam!...
Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan eninlerini teskin için.
İntikam!...
Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, "yaşasın hür ve müstakil Kürdistan!" diye haykırarak şehadet tacını giyen binlerce vatan kurbanlarının gayelerini tahakkuk ettirmek için.
İntikam!...
Kürdistan denilen harabezar anayurdun istihlasi için.
İntikam!...”
NURİ DERSİMİ yıllar önce böyle anlarda bir Kürt gencinin yine bu topraklarda yaşayan bir Kürdistanlı gencin ne yapması gerektiğini yazmıştır. Haykırmıştır.
Dikkat edilirse daha dün Halep’in yakında hiç bir şekilde silahlı olmayan sivil insanlarımıza nasıl insafsızca saldırarak katledildiklerini görmüştür. Üstelik birde fetvalar vererek, Kürtlerin katledilmesinin ve de kadınlarına el konulmasının helal olduğunu da ekleyerek bu vahşeti, insanlık dışı uygulamalara başvurmuşlardır.
İşte bu durumda yıllar önce NURİ DERSİMİ’nin dediklerine kulak vererek bir an önce yönümüzü Rojava’ya vermeliyiz. Ya da dağlara… Dağlardan isteyen Rojava’ya akar, ancak şimdiden binlerce Kürdistanlı genç Rojava’ya akarak düşen her Kürdistanlı gencin yerine onun silahını alarak özgürlük bayrağını yükseltebilir.
Evet, tarihi an şimdidir. Kürt halk önderliğinin dediği gibi, “tarih, şimdidir. Şimdi ise tarihtir.” Tarihi rolümüzü oynamak istiyorsak, tarihe yaraşır bir ad yazmanın temsilcisi olmak istiyorsak bir an evvel özgürlük yoluna adım atarak Rojava devriminin bir neferi olmalıyız.
“Tarih bugünümüzde gizli, biz ise tarihin başlangıcından gizliyiz” misali geçmişte Kürtlerin başına getirilenler yeniden yaşanmak istenmiyorsa, istemiyorsak o zaman bir an evvel ya da hemen şimdi Rojava’ya akalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Erdal yani Engin Sincer yoldaşı şahadetinin onuncu yıldönümünde anarken, onun şahsında tüm Kürdistan ve devrim şehitlerimizin anılarının önünde saygıyla eğiliyoruz.
Erdal yoldaş tam on yıldır fiziken aramızda yok. Aramızda fiziken olmasa da her zaman yanımızda ve ruhumuzda yaşıyor. Özgürlük mücadelesine yeni katılan birçok genç bugün Erdal’ın ismini taşıyor. Kimisi Sincer oluyor, kimisi Engin ve kimisi de Erdal oluyor. Yine birçok gerillanın ikinci isimleri de Erdal, Engin ve Sincer oluyor. Erdal’ın içimizde güçlü bir şekilde yaşadığı, yaşatıldığının en güçlü işaretlerinden bir tanesi budur.
İkinci ve belki de birincisinden daha etkili olan ise Erdal yoldaşın düşüncelerinin, inandıklarının bugün Kürdistan’da ve özgürlük dağlarında daha güçlü ve etkili bir şekilde yaşatılmış olması gerçekliğidir. Bugün özgürlük gerillası her zamanınkinden daha güçlü. Dağlar, özgürlük dağları daha dolu. Umut zirvede. Yine Kürdistan halkı ve Kürdistanlı halklar daha büyük umutlarla yarınlara bakıyorlar. Daha büyük kitlesel katılımlarla kendileri olmak için meydanlara çıkıyorlar.
Diğer önemli bir husus ise Kürdistan devriminin somut olarak ete kemiğe bürünmüş olmasıdır. Zamanında Erdal’ın dediği gibi; “militan militanlığının gereklerini yapmalı” gerçeği az bir şey hayata geçirildiğinde Rojava’da görüldüğü gibi büyük destanlar yaratılması hiçte gerçek dışı değildir.
Evet, Erdal yoldaşı anarken, onun yapmak istediklerinin ne kadarını yapıp yapmadıklarımıza bakarak ona olan bağlılığımızı, hayranlığımızı, onun yol arkadaşı olup olmadığımızı tespit edebiliriz.
Dönüp geçmiş on yıla baktığımızda özgürlük mücadelesinde ileriye dönük çok daha büyük mesafeler kat ettiğimizi söyleyeceğimiz gibi, birçok ihanetçi ve haini ise hak ettikleri yerlere gerisin geriye itildiklerini rahatlıkla dile getirebiliriz. Ve tabi Erdal’ın en çok emekler sarf ettiği Avrupa’da da birçok değerli değerin ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Hele KNK’nin yıllık kongresinin her zamankinden çok daha geniş katılımlarla gerçekleştiğini Erdal yoldaş görmüş olsaydı, muhakkak ki çok sevinecekti.
Belki de Erdal yoldaşın en çok istediği gerçeklik; ulusal birlik çalışmaları olmuştur. Öyle ki Erdal yoldaş nerede olmuşsa olsun, nerede ve hangi sahada çalışmış olursa olsun yaptığı ilk iş kesinlikle parçalanmışlığa karşı güçlü duruşu olmuştur. Bu karşı duruşunu öncelikli olarak kendi şahsında aşmanın yollarını aramıştır. Ve kendi şahsında parçalanmayı aşmanın ilk işi ise Kürtçe dilinin farklı lehçelerinde kendini dile getirebilme gerçekliğidir. Yine Kürtçeyi iyi kullanabilme gerçekliğidir. Erdal yoldaşla çalışanlar bilirler ki o nerede ve kiminle çalışırsa çalışsın kendi kişiliğinde herkesi bir araya getirebilmiş.
Örneğin Erdal yoldaş Botan’ın en sert coğrafyası olan Uludere’de çalışmalardayken yurtseverliğiyle bilinen Guyan aşiretinin dilini harfiyen kullanmıştır. Benzer bir şekilde ise Agitlerin diyarı olan Gabar’dayken de Şırnakların dilini çok güçlü bir şekilde kullanmıştır.
Erdal yoldaşla kalanlar birde bilirler ki Erdal yoldaş sadece dili kullanmaz o aynı zamanda bulunduğu alanlarda çok güçlü bir şekilde halkımızla en ileri düzeyde ilişkilerde kurar. Botan’da bunun böyle olduğunu onunla gerillacılık yapan her yoldaşı iyi bilir. Ancak bunun böyle olduğunu onunla Avrupa’dayken diplomasi çalışmalarında yer alanlarda bilir.
İşte bu herkesle, her dilde, her kültürde bir araya gelebilmek onun ulusallaşma düzeyiyle bağlantılı bir gerçeklikti. Erdal’ın en büyük hayali ulusal parçalanmaya son vererek, ulusal birlik çalışmalarına vererek ulusal birliği sağlamaydı. Ve bugün her ne kadar çeşitli düzeylerde halen sorunlar olsa da, Amed, Ankara, Avrupa’da yapılan konferanslar ve de Hewler’de yapılacak olan Kürtler arası geniş konferansla önemli bir mesafe alınmış olacaktır. Dört parçada insanların, örgütlerin, aydınların, sanatçıların bir araya gelerek bir çatı altında toplanacak olmaları ilk kez gerçekleşecek olan bir hayalin gerçekleşmesi olacaktır.
İşte bunun için diyoruz ki, Erdal’ı onuncu şahadet yıl dönümde anarken onun gerçekleştirmek istediklerine bakarak, ona yaraşır bir yaşam ve mücadele yürütüp yürütmediğimizi tespit edebiliriz.
Bizler onun yol arkadaşları, silah arkadaşları ve özelde de onun küçüklük, gençlik ve dava yoldaşı olarak-eksiklerimiz olsa da-ona her zaman layık olabilmek için yaşamaya çalıştığımızı dile getirebiliriz. Onun anısına her zaman bağlı kalarak mücadeleci olduk.
Aynısını Erdal’a layık olması gerekenlerden, olmak isteyenlerden, ona yakın olanlardan, çevresinden, ona hayran olmuş olanlardan, onun ismini taşıyanlardan, tüm Pazarcıklardan, Alevilerden, Kürdistanlılardan istemek, beklemek hakkımız olduğu gibi böylelerini daha sağlıklı bir şekilde Erdal’a layık olmaya çağırma görevimiz olduğunu da ek olarak belirtelim.
Erdal yoldaşı onuncu şahadet yıl dönümünde anarken yine ama bu kez daha derinlikli bir şekilde diyoruz ki:
“YAŞAMAK SENİ
Rüzgârların esintisinde
Nehirlerin çağlayışında
Güneşin ışınlarının tenime sıcak dokunuşunda
Çiseleyen yağmur taneciklerinin yüzümü sıyırışında
Çocukların saf gülüşlerinde
Anaların dokunaklı çığlıklarında
Sevdam diye bildiğim kadınların gözyaşlarında
Ay’ın şavkını toprağa vurduğu
Her anda hep yaşayacağım seni.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
2012 Devrimci Halk Savaşı hamlesi eylemlerine aktif katılan, her an ve mekanda Apocu militan çizginin temsilciliğini en güçlü bir şekilde yerine getiren 5 yoldaşımızı şahadet yıldönümlerinde saygıyla anıyoruz.
- Ayrıntılar