Yurtsever Kürdistan Halkına!
1994 yılını, tarihimizin bu en zor yılını geride bırakırken, 1995’in, en az bu yıl kadar zor olacağını, ama ondan çok daha fazla başarılı olacağını müjdelerken; sizleri selamlıyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Değerli Halkımız!
Yeni bir yıla girerken, hiç şüphesiz yapmamız gereken, geçtiğimiz yılların tarihimiz için, kaderimiz için ne anlama geldiğini çok kısa, ama zihinlerinize, yüreğinize kazırcasına bilince çıkarmak, yüreğinize çekmektir. Neydi 1994? Bunu mutlaka ve tüm yönleriyle bilmemiz lazım.
Düşmanımız Türk faşizmi, barbarlığı, bin yıldır bir iddia peşinde. Binlerce yıldır bu toprakların halkı olan, en eski kültürün, en eski dillerin halkı olan Kürdistan halkını yok etmeyi, bin yıl yetmiyormuş gibi, bu son bir yıl içinde de kesin amaç olarak denedi ve bunu gerçekleştirmek için tarihte denenmedik ne kadar yöntem varsa, hepsini çağımızın en ince yok edici tekniğini kullanarak, uğursuz, lanetli amacına ulaşmak istedi. Öyle ki, kış demedi, kar demedi, bahar demedi, sel demedi, yaz demedi, ateş demedi, güz demedi, soğuk demedi, çılgınca yüklendi. Ve çokça söyledikleri “ya bitecekler, ya bitecekler” sözü, neredeyse kendileri için bir söz haline geldi. Bu büyük bir gelişme!
Sizler de şunu görmektesiniz ki, bu yılı böyle kapatmak; bir halkın en büyük beladan, en büyük zorbadan, en büyük cellattan kurtulması demektir. Bu yılda her şeyi kaybetmek mümkündü. Umudun zerresinin bile elimizde kalmaması mümkündü. Çok gerçekçi olalım, eğer olmadıysa, çok iyi bilmeniz gereken bir mücadeleniz var, bir partiniz var, bir gerillanız var ve onun için amansız, nefes nefese yaşamanız var, bütün bunlara borçluyuz.
Sizlerden de bu yılın doğru anlaşılmasını isteyeceğim. Sadece sizlerin değil, sizden daha fazla gerillamızın, ona öncülük eden partimizin bilmesini isteyeceğim. Çoğunun sandığı gibi kolay geçen bir yıl değildi. Eğer bu yılı büyük bir sorumlulukla, büyük bir azimle, büyük bir bilinçle, büyük bir ustalıkla karşılamasaydık, “vay başımıza gelen” diyecektik. Bunun için neredeyse zamanı durdurduk, neredeyse yaşamımızı durdurduk ve sonuçta bu yılın sizlerin yılı olması için, bu yılın büyük kazanım yılı olması için ne gerekiyorsa onu yaptık. Ve bugün 1994’ün başarılarından memnunsunuz.
Siz Yurtsever Halkımız!
Bu yılda bir çok zorluk çektiniz. Binlerce köyün yakılıp yıkılması bu yılda oldu. Binlerce faili meçhul cinayet bu yılda gerçekleşti. Binleri aşkın gerilla bu yıl için şehit oldu. On bini aşkın insan tutuklandı. Zindanlarda, eşine ender rastlanır bir yılın işkencesi oldu. Ama tüm bunlar neyi kanıtladı? mücadelemizin büyüdüğünü, halkımızın büyüdüğünü, kırıp dökmekle bitmeyeceğini kanıtladı. Ne kadar şehit varsa, o kadar güç vardır; ne kadar yakılıp yıkılma varsa, o kadar bilincine kavuşan, umuda kavuşan halkımız vardır. Zindanın ordusu vardır. Biz onları yaşadığımız için kaybetmiyoruz. Şehitleri kayıp olarak görmüyoruz, zindanı kayıp olarak görmüyoruz. Yakılan yıkılan köyleri kayıp olarak görmüyoruz.
Ancak ne zaman kaybedilir? Eğer sonunu getirmezsek, eğer irade bükülürse, eğer teslim olunursa, o zaman her şey kaybedilir. Ve görüyorsunuz ki, irade çok sağlam, teslimiyet yerle bir edilmiş, umut Ağrı dağı kadar yücelmiştir. Şehitler daha da fazlalaşabilir, bütün Kürdistan’ın köyleri, kentleri, alanları da yıkılabilir. Ama bu sadece daha fazla savaşan bir halkın ortaya çıkmasıdır. Biz bu temelde bu yılın kesin kazanıldığını söylüyoruz. Bunu bütün dost da, düşman da biliyor.
Düşman biraz halkı aldatmak için, biraz da yüreğine su serpmek için kayıplarımızı farklı veriyor. Hayır! Kürdistan tarihinde ilk defa, bu kayıplar en büyük kazanımdır. Daha şimdiden kazanımlara dönüşmüştür. Tanıdığımız büyük şahadetlere eğer bağlı kalınırsa, her birisi yaşayan gerçek bir komutandır. Her faili meçhul cinayete kurban yurtsever hatırlanırsa, büyük bir yurtseverlik kaynağıdır. Her yıkılan Kürt köyü, gerilla için daha fazla açılan bir alandır. Hiç kaybedilen bir şey yok! Bu, bir teselli mesajı da değildir. Sizlere söylediğimiz savaşın gerçekleridir; kaybedilmeyen savaşın, kazanma şansı daha fazlalaşan savaşımımızın gerçeğidir. Bu temelde 1995’e giriyoruz.
Diyoruz ki, 1995, 1994’te kazanılmıştır. 1995’e de sığdıracağımız başka görevler, başka savaşlar, başka kazanımlar yok mudur? Var, hem de daha da fazla. 1994’ün sonuna kadar olanı bir tarafa koyalım, 1995’te olacağı diğer tarafa koyalım. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki; 1995 kazanımları bütün geçmiş yılların, bütün PKK tarihinin kazanımlarından daha fazla olacaktır. Bunun sözünü veriyoruz.
1995 yılında neler olacaktır?
Her şeyden önce, bugünlerde partimizin V. Zafer Kurultayı, hedeflerinde halkın iktidarının bir parçasını oluşturma kurultayı olarak şanslı bir çalışmaya kavuşmuştur. Bu çalışmamız, ülkemizin kurtarılmış kutsal topraklarında, silahlarımızın koruması altında gerçekleşirken, denilebilir ki, bin yıldan fazladır tarihimizin altını-üstüne getirerek, insanımızı kılcal damarlarına kadar çözümleyerek, hastalık adına ne varsa onları açığa çıkartıp gidererek, sağlık için, sağlıklı yol adına ne varsa onu da öngörerek, kendimizi son derece sağlıklı bir bünyeye kavuşturmanın çalışması olarak, bu Kongreyi gerçekleştiriyoruz.
Bu Kongre; bir zafer kongresidir, bir iktidar kongresidir. Gerilla ve hareketli savaşın ordu kongresidir. Bu Kongre; kurtarılmış bölgelerde bir parça iktidar kongresidir. Bu Kongre; kurtarılmış bölgelerde halkımızın ulusal iradesinin meclisi kongresidir.
Ülke İçinde ve Dışındaki Değerli Tüm Halkımız!
Bu yıla temel vazgeçilmez haklarınızın gerekleri için, temel görevlerine bağlı yaşama geçiyorsunuz. Yaşam, artık bundan sonra PKK öncülüğüdür, PKK öncülüğünün gerilla ordusudur, onun askeri olarak da düşmanı büyük çaresizlik içine itecek hareketli savaş dönemidir. Bu sizin en temel, bütün yaşamınızı belirleyecek bir savaş yılıdır. Yurtdışındaki halkımız için bir Sürgün Parlamentosu geliştirirken, aynı yıl içinde onun Ulusal Kongresi de ülkemiz içinde, kutsal vatan topraklarında ve bütün Kürdistan parçalarını kucaklayacak bir biçimde gerçekleşecektir. Bu meclisin bir yürütme gücü, bir hükümeti, bir devrimci hükümeti de ortaya çıkacaktır. Artık kendimizi, kendi iktidarımıza da hazır görmeliyiz. Başka iktidarlar, başka düzenler bizim iktidarımız, düzenimiz olamaz.
Bize her zamankinden daha fazla yakın olan kendi öz düzenimiz, öz iktidarımızdır. 1995’te buna her zamankinden daha fazla yakınız ve küçümsenmeyecek adımlarla bu yılı halkımızın iktidar yılı, halkımızın öz düzeni yılı haline getireceğiz. Tüm dostlarımız da bilmeli ki, böylesine bir devrimi öngörmekle, halkımızı böylesine bir devrimle ayağa kaldırmakla ve küçümsenmeyen başarıyı bu yıla taşırmakla, onlara da en layık olanı, bize olan umutları, onun gereklerini yerine getirmiş oluyoruz.
Dostlarımızın güvenlerinde haklı oldukları çok açık ortaya çıkmıştır. İnançlarını, dayanışmalarını daha da arttırsınlar. Başta Türkiye halkının kendisi olmak üzere her ulus, onun ilerici, vicdanlı, sorumlu temsilcileri bilsinler ki, kazanan Kürdistan halkı, kazanan Türkiye halkıdır. Kazanan Kürdistan Devrimi; gerçekleşen Türkiye Devrimidir. Ne kadar zalimlerine karşıysak da, bu zalimlerin halkımızdan daha fazla kendilerinin de zalimi oldukları açıktır.
İşte diyoruz ki, 1995, aynı zamanda Türkiye ve Kürdistan halklarının da onurlu, eşit ve özgür birliğine en yakın olan bir yıl olacaktır. Türkiye halkı bundan emin olmalı, bu güvenle kendi zalimlerine, sömürücülerine karşı gerekli adımları başarıyla atmalıdır.
Biz 1995’in barış, demokrasi ve siyasal görüşme yoluyla sorunların çözüldüğü bir yıl haline gelmesini istiyorduk. Çağrı üstüne çağrı yaptık, ama düşman her zaman dedi ki “zayıflamışlar”. Hayır! bu zayıflamanın bir işareti değil, güçlü olmanın bir işaretidir. Zayıf olanlar başka tür konuşur, Türkiye halkının da gözyaşına, kanına mal olan bu savaşın durmasını, sorunların çözümünün siyasal yolla anlam bulmasını istedik. Ama onlar asla buna inanmak istemediler, asla kendi halklarının da özlemi olan bu yolu benimsemek istemediler. Tam tersine çıkmak için ne lazımsa onu yaptılar. Kar-kış demeden, bu yılbaşına bile girerken, yüzü aşkın halk evladı askerin canına da kastettiler. Bu anlamda da bunlar vicdansızlar. Ama bu savaşta ısrarlılar. O zaman bizim içinde onurumuz olan, onsuz yaşamamızın imkanı olmayan özgürlüğümüz için, kimliğimiz için savaşmaktan başka çaremiz yok.
Biz savaşı hep böyle ele aldık, bundan sonra da böyle sonuçlandırmak için her şeyimizi ortaya koyacağız. İlk defa 1995’te güzel savaştıracağız, başarı oranı çok fazla olan, kayıp yönü az olan, hatası-eksiği en az olan, doğrusu-tamamı fazla olan bir savaşı vereceğiz. Partimizin içinde geçmişte çokça yaşadığımız eksiklikleri, hata ve yanlışlıkları bu yıl içinde tekerrür ettirmeyeceğiz, ettirmeye fırsat vermeyeceğiz. Yine gerillamızın eskiden çokça işlediği hatalara, yanlışlıklara fırsat vermeyeceğiz. Savaş, daha çok kurallarına uygun gelişecek, partimizin doğrularıyla gelişecektir. Bu tedbiri çok iyi aldık.
Buna dayanarak diyoruz ki, partimizin öncülüğünde, halk ordumuzun savaşçılığıyla, 1995 güçlü kazanılacaktır.
Aynı zamanda sosyalizm bayrağını da uluslararası alanda dalgalandıran bir parti ve onun savaşçısı olmaktan da büyük kıvanç duyuyorum. Uluslararası sosyalizmin daha bir cesaretlenme, daha bir yetkin, dayatıcı, sosyalist karşılaşmaları da bu yılda çok güçlü gelişme gösterecektir. Bu temelde de uluslararası güçlerin, dostlarımızın umutları artacaktır. Destek ve dayanışmaları gelişecektir. Çok iyi biliyoruz ki, halkımızın özgücü, bütün dünya da birleşse, bu haklı vazgeçilmez amaçlar temelindeki zafere yetecektir. Zafere kadar bu sürecektir.
Bu temelde 1995’in halkımızın, tüm dostlarımızın, parti ve ordu güçlerimizin başarılarıyla dolu bir yılı olmasını diliyor, selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Reber APO
31 Aralık 1994
- Ayrıntılar
Demokratik İslam Konferansı ya da Kongresi tartışmaları sürüyor. Konunun öneminden dolayı bir kez daha üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü siyaset alanında en çok istismar edilen konu oluyor. Yine İslam adına hareket ettiğini söyleyen bazı çevreler tarafından insanlık tehlikeli bir biçimde tehdit ediliyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan soykırımları geride bırakacak düzeyde insanlık yeni soykırım tehditleri ile yüz yüze getiriliyor.
Bölgemizde 1970'li yılların sonlarından itibaren yaşanan gelişmeler ortada. Bu süreç önce İran İslam Devrimi denilen olayla başladı. İslam'ın doğuş dönemindeki devrimci özüne yeniden dönülmekte olduğu iddia edildi. Hz. Muhammed dönemindeki İslam Devriminin yeniden canlanmakta olduğu söylendi. Bu durum İslam'ın Şia mezhebiyle de sınırlı kalmadı. Afganistanda da önce Taliban, sonra da El Kaide adlarıyla İslam'ın Sünni mezhebine dayalı olarak da benzer gelişmeler yaşanmaya başlandı.
Halbuki olup bitenlerin söylenenlerle fazla bir ilgisi yoktu. Olay ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi adını verdiği politik stratejisinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Amaçlanan Sovyetler Birliğine karşı daha etkili mücadele edebilmek ve sıcak denizlere inmesinin önünü almaktı. Nitekim bu strateji ile ABD politik düzeyde başarılı da oldu. Sovyetler Birliği'nin çöküşünde bu kuşatma da önemli bir rol oynadı. Bu nedenle İranda yaşanan gelişmelere karşı çok fazla müdahalede bulunmayan ABD, Afganistan-Pakistan hattındaki gelişmeleri ise her bakımdan çok yoğun olarak destekledi. Bir bakıma El Kaideciliğin yaratıcısı ve temel destekçisi oldu.
Şimdi son otuz yılda ABD ve benzer güçlerin desteğiyle ortaya çıkan ve gelişme sağlayan bu güçler, bölgemiz Ortadoğu'yu kasıp kavuruyor. 2011 Baharından beri yaşanan Arap isyanından da aldığı güçle bölge halkları üzerinde vahşet düzeyinde katliamlar uyguluyor. İşte Yemendeki hastane baskını vahşeti ortada! Irakta her gün yaşanan ve adeta herkes tarafından neredeyse kanıksanır hale gelmiş olan sivil katliamlar ortada! Suriye halklarının yaşadığı katliamlar ve soykırım tehdidi ortada! Yine Rojava halkı üzerinde altı ayı aşkın süredir uygulanan vahşi katliamlar ortada!
Son olarak bir gün önce Afrinin Azaz bölgesinde 170 sivil Kürt bu çeteler tarafından kaçırılmış bulunuyor. Bunların önemli bir kısmı çocuk yaşta ve akıbetleri hala bilinmiyor. Rojava Kürdistan halkı İslam adına hareket ettiğini söyleyen bu çete gruplarının vahşi katliamlarına her gün maruz kalıyor. Rojava Özgürlük Devrimi söz konusu çete saldırıları ile tehdit ediliyor. Aslında İslam devrimini canlandırdığını söyleyen bu çetecilik, tüm Ortadoğu halklarının özgürlük ve demokrasi devrimlerini tehdit ediyor. Bölge halklarının özgürlük ve demokrasiye ulaşmalarını engelliyor.
Peki bu tutumun gerçek demokratik-kültürel İslamla ne alakası var? El Kaide adına işlenen katliamların İslam Devrimi ile ne ilişkisi var? Başta mazlum Kürt halkı olmak üzere bölgenin Müslüman halklarını katletmekle mi İslam devrimi yapacaklar?
Bunların hiçbirinin olmayacağı açık. Aslında Ortadoğu halkları şahsında tüm insanlığın ciddi bir soykırım tehdidiyle karşı karşıya olduğu ortada. Belki de tarihin en büyük provokasyonlarından birisi sahnede. İktidarcı ve devletçi İslam'ın en pespaye türevlerinden biri kendisini yeni devrimcilik olarak sunuyor. Devletçi sistemin ve kapitalist modernitenin çöplüğünde beslenerek varlık bulmuş olan bir güç, kendisini tüm dünyaya Kapitalist modernite karşıtı olarak sunmaya çalışıyor.
Kısaca İslam adına bölge halkları ve insanlık ciddi bir provokasyon tehlikesiyle yüz yüze. İşte Demokratik İslam Konferansı veya Kongresi böyle bir provokatif gelişmenin varlığı ve büyük bir tehlike yaratması karşısında ortaya çıkıyor. Dolayısıyla birinci görevi bu durumu aydınlatmak ve İslam adına geliştirilmeye çalışılan bu tehlikeli provokasyonu mahkum etmek oluyor. Bunun için de iktidarcı-devletçi İslam ile demokratik-kültürel İslamı ayırt etmesi ve Ehlibeyt döneminin İslamı olan demokratik-kültürel İslamı esas alması gerekiyor. Böylece İslam adıyla oynanmak istenen bu tehlikeli oyunu bozup, halkları bu katliam tehlikesine karşı aydınlatarak mücadeleye çağırması önem taşıyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın Demokratik İslam Kongresi çağrısını tartışırken, her şeyden önce olaya bu çerçevede yaklaşmak gerekiyor. Çünkü Çağrının doğru anlaşılması ve ele alınışı böyle olur. Nitekim bu çağrı durduk yere ve birden bire gündeme gelmemiştir. Böyle son derece yakıcı ve ciddi bir siyasal ve askeri gelişme sonucunda ve Ortadoğu'nun Müslüman halklarının İslam adına oynanmakta olan bu oyun konusunda aydınlatılıp mücadele eder hale getirilmesi için Demokratik İslam Kongresi çağrısı yapılmıştır.
Hem tartışmanın ve hem de hazırlıkların işte bu temelde yapılması gerekiyor. Bu temelde tartışma ve hazırlık çalışmaları ne kadar geniş tutulur ve canlı yürütülürse o kadar iyi olur. Hiç kimsenin Kürt Halk Önderinin bu çağrısını kendine göre yorumlayarak esas hedefinden koparmaya hakkı yoktur. Öncelikle bu duruma dikkat edilmesi ve olası saptırıcı yaklaşım ve çabalara fırsat verilmemesi önemlidir.
İkinci olarak, söz konusu Kongre çalışmalarına katılımın mümkün olan en geniş düzeyde olmasını sağlamaya çalışmak gerekir. Kuşkusuz Kürt İslam Alimleri başta olmak üzere Türkiye'nin tüm İslam Alimlerini katmaya çalışmak önemlidir. Tabi bununla da yetinmemek, Ortadoğu'nun tüm İslam Alimlerinin katılımını sağlamak için çaba harcamak gerekir. Çünkü İslamı saptıran tehdit tüm bölge halklarını hedeflemektedir ve böyle ciddi bir tehdidi bertaraf edebilmek için de tüm Müslüman halkların temsilcilerini birleştirebilmek gerekir.
Bu noktada dikkate alınacak tek ölçü, katılanların İslama yaklaşımlarının nasıl olduğudur. Kuşkusuz El Kaide sapkınlığını mahkum etmeyi hedefleyen bir kongreye El Kaideciler katılamaz. Yine bu oyuna açık ve net bir biçimde tavır almayanların da kongreye katılmamaları gerekir. Yani İslamı iktidar ve devlet aracı yapanların kongreye alınmaması önemlidir. Çünkü böyleleri eninde sonunda kongreyi sabote etmeye çalışan bir özellik taşırlar. Yine İslama iktidarcı ve devletçi yaklaşımın farklı mezheplerden gelmesi de pek fark etmez. Bu nedenle Sünni mezhebinden gelen iktidarcı ve devletçi yaklaşıma dikkat ederken, aynı duyarlılığı Şia mezhebinden gelen iktidarcı ve devletçi İslam yaklaşımına karşı da göstermek gerekir.
Demokratik İslam Kongresine İslamı demokratik-kültürel yapıda ele alan ve toplumsal bir olgu olarak gören kesim ve alimlerin katılması çok önemlidir. Çünkü, ancak böyle bir Kongre El Kaide ve benzeri İslamı saptırıcı yaklaşımları doğru tespit ederek mahkum etme gücünü gösterebilir. Ancak böyle bir kongre Ehlibeyt İslamını esas alarak demokratik-kültürel İslam gerçeğini canlandırabilir.
Burada diğer mezhep veya dinlerin söz konusu kongreye katılım durumunun da netleştirilmesi önemlidir. Çünkü bu yönlü tartışmalara da rastlanmaktadır. Bu konu da bizce pek muğlak değildir ve fazla tartışmaya gerek yoktur. Çünkü söz konusu kongre son derece yakıcı bir güncel gelişme karşısında gündeme gelmektedir. Esas işlevi El Kaide ve benzeri türden İslam adına yaşanan sapkınlıkları belirleyip mahkum etmek olmaktadır. Yani genel din veya mezheplerin demokratik bir arada yaşama sorunlarını öncelikle gündemleştiren bir kongre değildir. Kısaca İslam içi sorunları gündemleştiren bir kongredir.
Böyle olunca, yapılacak kongrenin İslam Alimlerinin katılımıyla gerçekleşmesi en doğal ve doğru olanıdır. Çünkü, ancak böyle bir kongre El Kaide sapkınlığını mahkum edebilir. Dolayısıyla gündeme geliş amacını başarabilmesi için kongrenin bir Demokratik İslam Kongresi olması en uygunudur. Kongrede Aleviler, Êzidiler, Hıristiyanlar gibi dini toplulukların, isterlerse misafir olarak temsilci bulundurmaları uygun olabilir. Bunun da karşılıklı isteğe dayanarak yapılması en doğrusudur. Diğer yaklaşımlar gereksiz gerginliklere ve dolayısıyla kongreyi amacından saptırıcı sonuçlara yol açabilir.
Aslında Demokratik İslam Kongresi gibi benzer toplantıları her din ve mezhebin kendi özgünlüğünde yapmak başlangıç açısından belki de en doğru olanıdır. Bu toplantılardan çıkacak sonuçlar temelinde hepsinin demokratik bir arada yaşama sorunlarını tartışacak ortak kongre veya konferanslar yapmak daha sonuç alıcı olabilir. Burada dile getirilen hususlara dikkat etmek, bu çalışmaları yürütecek olanlar açısından önemlidir ve onları başarıya ulaştırır!
Selahattin Erdem
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce Berlin’de binlerce Kürt ve dostları Alman devletinin 1993 yılından beri uygulamaya koyduğu PKK yasağının kaldırması için büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Kürt halkının ve dostlarının yürüyüşleri, protestoları ne kadar sonuç alır onu tarih gösterir.
Konumuz yapılan yürüyüş değildir. Konumuz Alman devletinin PKK yasağını yürütmesindeki ısrarıdır. Israrın da ötesinde başka çevreleri de bu yasağa katılmalarının sağlanması için bir çaba içerisinde olduğu gerçeğidir.
Biz Kürtler Alman devletine karşı özel bir düşmanlığımız olmamıştır. Öyle bir düşmanlıkta yapmamışızdır. Ancak zamanının Alman devleti ya da Prusya taa 1830’larda Osmanlılara kendi askerlerini göndererek Osmanlı askerlerini eğitmeye çalışmışlardır. Osmanlının Nizam-ı Cedid’le yani Yeni Düzenle kendisine çeki düzen vermek istemesine karşılık askeri sahadaki düzeltmeyi ya da yeniden biçimlenmesini gerçekleştirmek için AlmanPrusya'sında yardım istediklerini biliyoruz. Moltke’nin Türkiye Mektuplarını okuyanlar bu durumu bilir. Daha sonra Almanya’ya döndükten sonra Feldmareşal olacak olan Moltke sadece Osmanlı askerlerini yetiştirmiyor bizatihi 1835’lerde ve sonrasında Kürt isyanlarının bastırılmasında rol alıyor. Akıl veriyor ve bizatihi dediğimiz gibi Kürtlerin ezilmelerine katılıyor.
Biz Almanlarla -o dönem Osmanlı -bu dönemise Türkiye olan devletin ilişkilerini az çok biliyoruz. Bu ilişkilerin niteliğini gösteren belgeler de çok. Birinci dünya savaşı öncesi ve sürecinde bizatihi Liman Van Sanders’sin İttihati Terakkicilerin yanında oynadığı rolü de biliyoruz.
Özcesi Almanlarla Türkiye devletinin ilişkileri belgeleriyle biliniyor. Buna girmeyeceğiz. İlgili olanlar Başkan Apo’nun 1987 yılında Tarihte Türk-Alman İlişkileri belgelerini okuyabilirler.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz yakın tarihte daha doğrusu PKK'ye, PKK şahsında ise Özgürlükçü Kürtlere karşı Alman devletinin neden bu kadar düşmanlık beslediğidir? Hatta neden Alman devleti PKK ve özgürlükçü Kürtlere karşı kan davası güttüğüdür?
Alman devleti gibi -geç olarak bir ulus devlet olsa da- kapitalizmin başını çeken bir devlet neden ilkel kin duyguları güder? İntikam almak için her türlü oyuna başvurur? Aşiretlerin bile yapmadığı ve artık yapmaktan vazgeçtiği kan davası ya da kan davacılığını neden güder?
Sorular tuhaf gelebilir, ancak kanımca Alman devleti PKK ve özgürlükçü Kürtlere karşı kendince siyasi gerekçeleri olsa da siyaseti aşan, aşiretçilik özelikleri gösteren bir kan davası gütmektedir.
Alman devletinin 1985 yılından beri resmi olarak NATO tarafından PKK'ye karşı özel görevlendirildiğini elbette biliyoruz. Avrupa’da PKK'ye karşı en büyük saldırıları başlatanın Almanya olduğunu da biliyoruz. Hatta ilk kez devasa bir davayı sahnelediklerini de biliyoruz. Hatta 129a maddesini uyguladıklarını da. Pişmanlık duyupta Alman devletine PKK hakkında bilgi veren namı diyar köstebek Cafer ya da Ali Çetiner’i, Almanların yasalaştırdıkları pişmanlık yasası da ilk kez PKK'ye karşı kullananlarda Almanlar. Daha önce RAF’çılarda itiraf edenler olmuş ancak pişmanlık yasası ilk kez PKK'ye ve Özgürlükçü Kürtlere karşı uygulanmıştır. Yine Avrupa’da demokratik kitle yürüyüşlerinde saldırıya uğrayarak Kürtlerin katledilmesini de Alman devleti yapmıştır. PKK saflarında kaçanları ilk ajanlaştırmaya çalışan devlette yine Alman devleti olmuştur.
Peki, tüm bunlar neden?
Ya da arada yıllar geçmesine rağmen halen bu düzeyde bir düşmanlık neden?
PKK silahlı mücadelesini TC devletine karşı başlatmıştır. Ancak bugün TC devletinin başkenti başta olmak üzere, en büyük kentleri olan İstanbul ve tabii ki Kürdistan’ın her yerinde PKK bayrakları, Başkan Apo’nun resimleri, HPG’nin sloganları her yerde sallandırılıyor, taşınıyor ve haykırılıyor. Peki,Türkiye’de durum buyken neden Almanya’da bunlara yasak getirilir? İzin verilmez? Hatta PKK bayrağı ve Başkan Apo’nun resimlerini taşıyanlar cezalandırılır?
Tüm bu soruları ve daha fazlalarını da sormak mümkündür. Belki birçok cevaplarda bulunabilinir, verilebilir.Ancak kesinlikle verilecek cevaplar insan aklının almayacağı cevaplar olacaktır. Ya da şöyle ifade edelim, verilecek cevaplar siyaset biliminin kabul edeceği cevaplar olmayacaktır.
Örneğin denilecek ki PKK ve üyeleri Alman devletine karşı suç işlemişlerdir bunun için PKK’yi yasaklamışızdır. Ya da PKK silahlı bir mücadele veriyor-ki bu durum normalinde Alman devletini ilgilendiren bir konu değildir- bunun için yasaklıyoruz. PKK, bize karşı şiddet eylemleri içerisinde olmuştur. TC devleti bir NATO ülkesidir bunun için TC devletine yapılan saldırı bize yani Alman devletine karşı yapılmış bir saldırıdır, bunun için PKK’yi yasaklamışız.
Böyle birçok cevap ihtimalini sıralamak mümkündür. Alman devletine karşı PKK üyeleri suç işlemiş ise alırsın yargılarsın, o kadar. Ancak bir özgürlük hareketini terörizmle itham edemezsin. “PKK silahlı bir mücadele yürütüyor” diyemezsin çünkü PKK bırakalım 2013 yılındaki ateşkesi, 1999 yılından 2004 yılına kadar tam 5 yıl boyunca tek taraflı olarak bir ateşkesi uygulamıştır. PKK size karşı bir şiddet eylemi içerisinde olmamış çünkü PKK tüm eylemlerini Kürdistan’da yapmıştır. TC’ye karşı yapılan saldırı sana karşı yapılmış ise TC’ye karşı yapılan saldırılar bir yıldır durdurulmuştur.
Tuhaf ama dediğimiz gibi Türkiye’de PKK hareketine dönük her türlü söz söylenmektedir. Çünkü PKK meşru bir özgürlük hareketidir. Buna inanmayan Alman devleti yetkilileri varsa, Kürdistan’a gelip gözlerini ve kulaklarını açsınlar. Ve varsa vicdanları açsınlar, ondan sonra dillerinin konuşması için izin versinler.
Sözü uzatmadan Alman devletinin siyasi olarak PKK yasağını sürdürmesinin tek bir gerekçesi yoktur. Bu gerekçe eskiden de yoktu. Çünkü Kürt halkının özgürlük davasının sözcüsü olan PKK en ağır bedelleri ödeyerek Kürt halkının özgürlük hayallerini gerçekleştirmek için meydanlara inmiş, yetmemiş dağların doruklarına çıkmış ve bunun için canını vermekten bir milim bile geri durmamıştır. Dediğimiz gibi eskidende Alman devletinin PKK’yi terörize etme hakkı yoktu, o zamanda yaptıkları suçtu. Ancak bugün hiç mi hiç yoktur.
Durum böyleyse neden Alman devleti halen ısrarla PKK'ye karşı en çirkin bir tarzda karşıtlık içerisindedir sorumuzu yeniden sormak istiyoruz?
Kan Davacılığı!
Alman devleti 1980 öncesi ve sonrasında Ortadoğu’ya dönük politikalar geliştirmek istemiştir. Çünkü Alman devleti birinci dünya savaşında yenilmişti yani Ortadoğu’da yerini yenildiğinden dolayı alamamıştı. Wilhelm’in tüm planları havada kalmıştı. Hatta “Müslüman olabileceği” söylentileri bile havada kalmıştı. Alman devleti 1980’lere geldiğimizde yeniden bir dünya devi olmaya başlamıştı. Avrupa’nın en güçlü ekonomik gücü olmuş hatta AB’yi sürükleyen en temel güç haline gelmişti. Böylesine büyüyen bir Almanya Ortadoğu’ya lakayt kalamazdı. Bu anlaşılırdır. Ne var ki Ortadoğu paylaşılmıştı. İngilizler, Fransızlar ve tabii Amerikalılar. Kenardan kıyıdan o zamanın Sovyetleri. Ve farklı yollarla olsa da ÇİN ve Japonya…
Almanların Ortadoğu’ya girmelerinin tek bir yolu vardı, Kürtler. İşbirlikçi Kürtler…
Avrupa’da Kürtler nüfus olarak en yoğun bir şekilde Almanya’da yaşıyorlardı. Bu Almanlar için önemli bir avantajdı. Yarışa girilecekse önemli olan sağlam yatırım yapmaktı. Kürtleri etkilemenin yol ve yöntemlerini arayan Almanya ilk elden bulduğu kişilik Burkay ve hareketi olmuştu. Koşuya Almanlar Burkay ve hareketiyle girmek istediler. Çünkü Burkay ve hareketi Avrupa’da en etkili olan hareket ve kişilikti. Bunun için dikkat edilirse tüm imkanlar sunuldu. Ve imkanlar sadece manevi imkanlar değil aynı zamanda maddi imkanları da içeriyordu.
Ne var ki Alman devleti yanlış at’a oynamıştı, Kürt halkı seçimini PKK'ye yapmıştı. Avrupa’ya en geç gelen hareket PKK hareketi olmasına rağmen çok kısa bir sürede Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın Kürtler içerisinde en etkili hareketi oldu. PKK sadece bununla sınırlı kalmadı, işbirlikçi çizginin neme nem bir çizgi olduğunu tüm Kürtlere gösterdi. Bunu gösterdikçe PKK gelişti, işbirlikçi çizgi geriledi.
Dikkat edersek Almanya devleti yanlış at’a oynadı diyoruz. Bu durumu kendince düzeltmek için Başkan Apo’nun etrafında kenetlenmiş olan PKK’yi yıkarak kendince yeni bir PKK oluşturmaya çalıştı. Burada isimlerini ağzımıza bile almak istemediğimiz tiplerin özgürlük hareketine karşı çıkartılmalarının tümü bununla bağlantılıdır. Olaf Palme gibi Kürtlere yakın hatta dost olan birinin katledilerek PKK'nin üzerine yıkılması da hep bununla ve bunlarla bağlantılıdır. İtirafçıların, köstebeklerin, terör davalarının, şikane etmelerinin, yasakların derken yurtsever Kürtlere saldırmalarının altında hep bunlar yatmaktadır. Özcesi Kürt halkını yanına çekerek Alman devletinin Ortadoğu’da dıştalanmasının ve başarılmamış bir Alman devleti politikasının hesabının PKK’de sorulmasıdır. Başka bir deyimle Kan davası gütmesidir. Kan davacılığı derken, Ortadoğu’da dıştalanmış olan bir Alman devleti kindarlığıdır.
Siyasi alanda hasım olmalar, karşı karşıya gelmeler her zaman olan ve olabilecek durumlardır. Ancak siyasi arenada var olan sorunlar giderildiğinde ise –kendi çıkarları için olsa bile- bir araya gelmeler, anlaşmalar, düşmanlıkları terk etmeleri en yaygın olan çözüm formülleridir. Ne var ki Alman devleti böyle çözüm bulma ya da kabul etme yerine, ısrarla aynen eski çağlarda takılı kalmış, dar ailesel, aşiretsel, kabilesel kin ve nefret duygularıyla hareket ederek Kan davası ya da Kan Davacılığı yürütmektedir. Bunun ise Alman devleti için hayırlı bir durum olmadığı açıktır.
Alman devleti artık KAN DAVACILIĞINI bırakarak mücadele edecekse siyasal verilerle PKK'ye ve Özgürlükçü Kürtlere yaklaşması çağımıza uygun düşen en doğru yaklaşım olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1- 9 Aralık 2013 tarihinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları 7:30 ile 12:00'ye kadar Medya Savunma Alanlarımıza bağlı Zagros bölgesinde, 10:30 ile 11:00 Arası Metina bölgesinde
- Ayrıntılar
Kimi anlar ve insanlar vardır onları unutmak mümkün değildir.Kimileri her ortamda varlıklarının farklılığını hissettirirler.Nasıl ki bir gül bahçesinde bazı güllerin rengi çok dikkat çekiyorsa ve yine herkes bu muhteşem renkli olan gülü koklamaya kalkışıyorsa kimi insanlar da böyledir.İşte Gülbahar yoldaş da böyle biriydi.Onunla 91 yılında tanıştım.Aylardan aralıktı.Önder APO sahasından ülkeye,Kürdistan dağlarına,gerillaya yeni adım attığım günlerdi. Haftanin’den kalabalık bir yoldaş grubuyla Metina’ya geçtik.Hızla pratik çalışmalarımızı tamamlayıp eğitime başlamamız gerekiyordu.Alanda ilk defa gerilla kış üslenmesi yapıyordu.Metina’daki köyler daha önceki yıllarda boşaltılmış,burada yaşayan halk göç etmişti. Yekmale köyünde,tıpkı adı gibi yalnızca bir aile yaşıyordu.Kampımıza en yakın yer burasıydı.Kampımızda kalacak olanların tümü yeni katılan savaşçılardı.Sayımız yüzün üzerindeydi.Otuz civarında kadın arkadaş vardı.İşte bu arkadaş grubunun içinde Gülbahar arkadaş kendisine has özgün kişiliğiyle hemen öne çıkıverdi.Gülbahar arkadaş Kurtalan’dan katılmıştı.Yaşı küçük ve yeni katılmış olmasına karşın olgunluğu , moralliliği,coşkusu,sevimliliği,güler yüzü,içtenliği ve samimiyetiyle hepimize kendisini sevdirmeyi başarmıştı.Daha ilk kamp toplantımızda yaptığı perspektif içerikli değerlendirmesi benim dikkatimi çekmişti ve hemen sormuştum “Siz sanki yeni katılmamışsınız çünkü; gerillanın yaşamına dönük gözlemleriniz çok güçlü”, bana verdiği cevap” Buraya gelene kadar özellikle Botan’da gözlemlerim oldu, benim için bu ilk eğitimdi” dediğinde hayret etmiştim.Çok zekice edinilmiş bir gözlemini ortaya koymuştu. Toplantıdan sonra moral etkinliğine geçildi ve herkes “Gülbahar” diye alkışlarla onu şarkı söylemeye davet etti.Başta zorlanarak,çekinerek çıktı ama söylediği ilk parçada hepimizi kendisine hayran bırakmıştı.O kadar güzel bir sesi vardı ,o kadar içten ve bütünleşerek söylüyordu ki, ruhunun ve duygularının özgün tınısı dinleyenlere yansıyordu. O günden itibaren artık tüm moral etkinliklerimizin vazgeçilmez sanatçısı olmuştu.
91-92 kışı çok çetindi, metrelerce kar düştü.Doğa şartlarından ötürü Örgütle ancak sınırlı olarak bağlantılarımız vardı deyim yerindeyse kendi kendimizleydik.Herkesin fedakarlık göstermesi gereken bir dönemden geçiyorduk.Yapı ve yönetim olarak yeni ve tecrübelerimiz yetersizdi. İşte Gülbahar arkadaş bunun farkındalığıyla zorlukları aşmanın öncülüğünü yapıyordu. Özellikle kadın arkadaşlar içinde kendini sorumlu görme yaklaşımı, cinsine olan güveni, sevgisi, kapsayıcılığı, ilkeli duruşu, ölçüleri olan bir yoldaştı. Doğanın hiçbir zorluğu ondaki iradesinden üstün değildi muazzam bir çalışma gücüne sahipti hep çalışır hem de etrafını çalıştırırdı, kolektif yaşama en erken etapta olandı.92 barında düzenlemesi pratiğe olunca istemi yerine gelmişti, Daha sonra Zagros alanına pratiğe gitti. Uzun yıllar onu görme imkânım olmadı. Ancak onun gelişim düzeyi, üstlendiği görev ve sorumlulukların duyumlarını alıyordum. Özelikle her kadın militanın hayali olan Öder APO nu okulunda eğitimi gördükten sonra 98 de karşılaştığımda tanımakta zorlandığımı şaşkınlık geçirdiğimi kendiside fark etmişti, yedi yıldan sonra ilk görüşmemizdi. İkimizde çok mutlu olmuştuk, O artık yetkin bir kadroydu, Önder APO da aldığı güçle coşuyordu. Son görüşmemiz ise 2007. 5. HPG konferansındaydı. Yıllardan sonra gördüğüm Gülbahar arkadaşın ne tür değişiklikler geçirdiğini doğrusu merak ediyordum. Tartışma ve paylaşımlarımız oldu. Geçmişte genel olarak yaşanan zorlanmaları elbette hepimiz gibi o da yaşamıştı ancak yaşadıkları onu çok güçlendirmiş ve onda çok önemli bir tecrübe birikimi oluşturmuştu. Kendine sonsuz bir güveni vardı. Kadın Özgürlük Hareketinin özgün örgütlemesi ve gelişim düzeyi onun en büyük güç kaynağıydı.”Önder APO’nun kadınla olan yoldaşlığını hak etmeliyim” diyordu. Kendisini ideolojik, teorik ve örgütsel birikim açısından çok geliştirmiş gördüm. İşte kendisinde geliştirdiği bu bilinç yoğunluğu ve potansiyeli bir an evvel pratiğe geçirmek istiyordu.15 şubat komplosundan sonra fedai eylemi önerisinde bulunmuştu, ve tüm yaşam pratiği bu doğrultudaydı, Önderliksiz yaşam olmaz şiarı gülbahar yoldaş için eylem, örgütleme ve pratikleşme kılavuzuydu.
Düzenlemelerde ilk söz hakkı alan oydu ve kalkar kalkmaz kendisini kuzeye önerdi. Önerisinin ardından Gabar’a gitme kararı çıkınca sevinçten gözleri dolmuştu. İçi içine sığmıyordu. Ara verildiğinde hepimize sarıldı ve kahkahalarla yerinde hoplayarak mutluluğunu bizlerle paylaşıyordu. İşte Gülbahar yoldaşın o anki hali hep gözümün önündedir. Çok büyük iddia ve kararlılıkla Botan’a geçti. Görev ve sorumluluklarının bilincindeydi. Rolünü büyük oynayacağına dair etrafına inanç ve güven veriyordu. Gidişinden kısa bir süre sonra alanda gerçekleştirilen eylemlerde komuta düzeyinde rolünü oynadı. Daha alanı tam tanımadan yaşanan şahadeti bizi derin bir hüzne boğdu.
Gülbahar arkadaşın mücadelemizdeki yeri ve rolü belirleyiciydi. Kadın ordulaşmasında ve kadının kendi öz iradeleşmesinde, güçlenmesinde rolü büyüktü. Gerillacılıkta en iddialı yoldaşlardan biriydi. Cins bilinci, cins mücadelesi ve çizgi devrimciliğinin timsaliydi. Yüreği yoldaş sevgisiyle dopdoluydu. Fiziki olarak aramızdan ayrılalı 6 yıl oldu ama her nefes alıp verişimizde bizimlesin. Şahadetinin yıldönümünde kendisini ve şahsında tüm özgürlük ve demokrasi yolunda şahadete eren kahraman şehitlerimizi saygıyla anıyor onların yolunda yürüyeceğimizi ve zaferi başarıyla kazanmanın sözünü veriyoruz.
Sozdar Avesta
- Ayrıntılar
Sene 93 Botan’dayız.İlk kez silahlı mücadele tarihimizde Reber APO tarafından süreli ateşkes ilan edilmişti.Bahar ayıydı.Newroz kutlama hazırlıkları tüm yoğunluğuyla devam ediyordu.92 Newroz’unda faşist Türk devleti terör estirmiş, onlarca yurtsever insanımızı katletmişti.Yine Türk ordusu bölge güçlerini yanına alarak ortak bir operasyon başlatmıştı.Haftanin başta olmak üzere Xakurke’ye kadar uzanan tüm alanlarda gerillalar büyük bir direniş sergileyerek Kürt Özgürlük Hareketinin yenilmezliğini dosta düşmana göstermişlerdi.Xakurke’de Ferhat’ın sahte Önderlik arayışına ve teslimiyetçi pratiğine karşılık Beritan (Gülnaz Karataş) yoldaş, APO’cu çizgi temsiliyle ihanet ve teslimiyeti yerle bir ederek özgür iradesini eylemiyle ortaya koymuştur.
Gerillalar olarak kış boyu yapılan eğitimler ve verilen özeleştirilerle 93 yılını bir zafer yılı olması için tam anlamıyla kilitlenmiştik.Heyecan doruktaydı.Botan Eyaletinde Hareketli Tabur örgütlendirildi.Üç bölükten oluşan taburda bir takım kadın gücü yer alıyordu.Birinci bölüğün komutanı Ramazan Aybi yani Adıl yoldaştı.İlk kez orada kendisiyle tanıştım.Kısa boylu,zayıf biriydi.İlk gözüme çarpan onun yerinde durmak bilmeyen kişiliğiydi.Taburun düzenlemesi okundu,sayı çok fazlaydı.Kimse kimseyi fazla tanımıyordu.Çoğu Güney savaşından sonra Haftanin’den Botan’a çekilen güçten oluşuyordu.Bütün bu kalabalık gruplar içerisinde Adıl arkadaş gözleri üzerine çekmişti.Hemen bölüğünü topladı,içtima aldı,ihtiyaçları tespit etti.İç görevlendirmeleri yaparak harekete geçti.Şimşek gibi hızlı hareket ediyordu.Disiplinli kişiliği, net ve keskin üslubu herkes üzerinde inanılmaz bir etki bırakıyordu.Düzenlemeler sonucunda onun bölüğünde yer alanlar çok mutlu olmuşlardı,bölükte yer almayanların ise moralleri düşmüştü.Kadın takımımız 3. Bölük olarak taburdaki yerini almıştı .Yaptığımız ilk toplantıda Adıl arkadaşı tanıyanlar bizim takımın onun üzerinde durduğu bölüğe dahil olması için öneri yaptılar.Bu önerinin nedenini ise;”Eğer o bölükte olursak daha fazla eylemlere gireriz ve pratikte daha iyi sonuç alırız” dediler.Ben bu durumdan oldukça etkilenmiştim. “Bu nasıl bir komutandır ki kadını,erkeği tüm yapı ve yönetimleri bu kadar etkilemişti!Adıl arkadaşla tanışmamız ve yoldaşlığımız böyle başladı.
Botan Eyaletinde çoğu zaman tabur olarak ortak eylemler ve eğitimler için bir araya gelirdik.Adıl arkadaşın bölüğü her zaman farklıydı.Moral düzeyleri,coşkuları,disiplinli ve başarılı eylem pratikleri onları hep ayrıcalıklı kılıyordu.Deyim yerindeyse herkes onları kıskanıyordu.Botan’da taktiği geliştirmede ve oturtmada öncüydü.Tüm kapsamlı baskınlarda, operasyonlarda en önde onun başında olduğu güç vardı.Yöneldiği hedefi mutlaka yok ederdi.Hiçbir zaman düşmanı ve pratikte çıkan olumsuzlukları kendine engel görmezdi adeta düşmanla oyun oynardı.Onun duruşu,katılımı,vuruş tarzı ve sonuç alıcılığı herkesçe taktir edilirdi.Yapısıyla ilgilenir, ihtiyaçlarını karşılardı.İdeolojik, örgütsel donanımı sağlardı.Kendisi de eğitimine önem veriyordu. Savaş teorisi ve stratejisi üzerine çok kafa yorardı. Başarının ancak Parti yaşam tarzıyla sağlanacağının derin bilincindeydi.Onun yanında insanlar çabuk gelişirlerdi.Hızla herkesi pratiğe koyar, onlara güç ve destek sunardı.Yoldaşlarının yapabilirlik düzeylerini pratikte sınar ona göre görevlendirme yapardı.İşte onun yanında yetişen Reşit Serdar yoldaş,Engin Sincar(Erdal), ve daha niceleri…
Adil yoldaş ömrünü gerillanın gelişimine adadı.Botan ve Zagros’ta uzun yıllar sıcak savaşımın öncü komutanıydı.Yoldaşlarının güven kaynağıydı.Partimizin seçkin militanıydı .5. Kongre’de Parti yönetimine seçilmişti ,O asla bireysel kaygıya düşmedi.Görevin büyüğüne küçüğüne takılmazdı.Tüm yaşamı boyunca Önder APO’ya, yoldaşlarına ve kendi özgücüne güvendi.İlhamını buradan aldı.Kendi kendini yaratmayı bildi.Adil yoldaş da çok derin bir sevgi, gizemli bir bağlılık yaşanıyordu.Yoldaşlarının zorlanmalarını hemen hissederdi.Hollanda’da tutuklu olduğum süreçte,erkek yoldaşlardan aldığım ilk mektup onunki siydi.Gördüğüm bu vefalı yoldaşlık karşısında yaşadığım yoğun duygu atmosferini unutamam.O sadece ferah günün yoldaşı değildi.Her yoldaşın yanında ayrı bir yeri vardı.Hepsine yetecek kadar büyük bir yüreğe ve beyne sahipti.
En son 2006‘da Botan’a geçmek üzere Haftanin’de olduğunu duydum.Onu görmeyi çok istiyordum ve bunun için kaldığı yere gittim.Karşılaştığım anı hiç unutamam,her ikimizde çok etkilemiştik,yanlarında iki gün kalmıştım çok anlamlı tartışmalarımız olmuştu.O an onun ne kadar büyük bir değişim yaşadığını hayranlıkla gözlemledim.Önder APO’nun yeni savunmalarından aldığı güçle, yeni paradigmada derin bir yoğunlaşma sağlamıştı.Yaşama karşı çok daha ilgili ve biraz da duygusallaşmış olduğunu gördüm.Botan’a tekrar yüzünü dönmüş olmanın büyük bir coşku ve heyecanını yaşıyordu.Önder APO’nun esaretini bir türlü kabul edemiyordu, yine Viyan arkadaşın eylemi de onu derinden sarsmıştı. “Biz rolümüzü oynasaydık Viyanlar kendilerini yakmazdı” diyerek gideceği Botan eyaletinde oynayacağı role işaret ediyordu.2007’de Gabar’da düşmana üst üste vurduğu darbelerle bir kez daha komutanlığındaki farkı ortaya koymuştu.Botan’da Ali ve Dicle’nin tasfiyeci, ihanetçi, düşkün yaşam tarzlarına karşı bulunduğu Gabar alanında parti yaşam tarzını yetkince yaşamsallaştırarak ,EDİ BESE hamlesi kapsamında,tasfiyecilere ve tüm düşman odaklarına devrimci kararlılıkla yöneliyordu.Gerçekleştirilen başarılı ve sonuç alıcı eylemlerden sonra adeta kana susayan düşman var gücüyle Gabar’a yüklendi,onun kaldığı alanı kuşatmaya aldı.Çatışmalar aralıksız haftalarca sürdü.4 Aralık 2007’de bir grup yoldaşla birlikte düşmanla çatışmaya girdi.Eylem içinde eylem gerçekleştirdi.Büyük direnerek fedaice faşistlerin üzerine yürüdü.Başı dik büyük bir gururla şanına yakışan bir tarzda “Biji Serok APO” sloganlarını haykırarak ölümsüzlük kervanına katıldı.Aradan 6 yıl geçiyor olmasına rağmen gözümüz onu arıyor ve hep de arayacak.
Adıl yoldaş sizi ve sizin komutanızda yetişen Reşitleri hep yaşayacağız,size layık kalarak verdiğimiz sözün takipçisi olacağımızdan ve hayallerinizi zaferle taçlandıracağımıza dair bir kez daha huzurunuzda kararlılığımızı belirtiyorum.Komutan Adil yoldaş sahsında Tüm özgürlük şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyorum.
Sozdar Avesta
- Ayrıntılar
Amansız Birbirine Eklenen Halkalar Sistemidir
PKK’nin kendisini resmen ilan edişinin 20. yılına girerken ortaya çıkardığı büyük gelişmelerle birlikte eski toplumun bütün lanetli, oldukça tehlikeli yaşam ve dolayısıyla savaş üzerindeki bozucu etkileri en çarpıcı bir biçimde devam etmektedir. Hatta en son düşmanın kendi ordusundaki durumu göstermek için götürdüğü gazetecilerin dile getirdiklerinden anlaşılıyor ki bizim çözümlemelerimizin bir orduyu halk içinde ve taktik tarzda, yaşamda ve savaş kurallarında büyüten, geliştiren ne varsa alıp uyguluyormuş. Tam tersine düşmanın eskiden içinde bulunduğu halk karşıtlığı, inançsızlığı ayriyeten kendi içindeki soğuk ve salt emirvari yöntemlere dayanan yaşam ve ilişki tarzı bize bulaşmış. Bizim öngördüklerimizi esas alırken kendisinin bütün olumsuzluklarını bize dayatıyor ve maalesef bunları siz yoğun bir biçimde yaşarken farkında olmayarak düşmanı böyle yaşatmaya cesaret edişinizi yorumlamak bizim için çıldırtıcı olmaktadır. Nasıl bu hale geldiniz, neden kendinizi bu durumda dayatıyorsunuz onu çözmeye çalışıyorum.
Düşman bile bizden bu kadar öğrenip uygularken sizin kalkıp da düşmanı taklit etmeniz yenilir yutulur bir şey değil. Nasıl hesap vereceksiniz? Tek kelimeyle izah etmekte güçlük çekiyorum. Gerçekten özgür insan olmanın bütün esaslarına karşı bir çelişkiyi dayatıyorsunuz. Bu tipik düşmüş kavimlerin, düşmüş toplulukların içinde bulunduğu durumu ifade ediyor. Temel insani değerlere kutsal, ilkesel ve yüceltici ruhu ve iradeyi büyüten yıkılmaz, kırılmaz kılan ne varsa onunla oynamayı korkunç bir alışkanlık haline getirmişsiniz. Son dönem dayatmalarınızın özü budur. Bütün önüne geçme çabalarımıza rağmen içinizdeki düşman adeta ahtapot gibi bir kolunu vuruyorsun diğer kolunu uzatıyor, bir türlü öldürülemiyor. Tıpkı kırkayağa benziyor, bir tanesini vuruyorsun ertesi gün yeni bir tanesi ürüyor. Basit yaşama, basit ölümlere o kadar alıştırılmışsınız ki ne bir dinde, ne bir felsefede bunun yerini bulmak mümkün değildir.
Halen sıradanlaşmayı, yaşamla oynamayı sanki normalmiş gibi vazgeçilmez bir kişilik özelliği olarak sürdürüp gidiyorsunuz. Bu ne cesaret? Tüm insani değerlere karşı mutlak bir imhanın yürüdüğü bir yerde, bir savaş ortamında neden yıllardır öğrenemiyor ve toparlanmayı bir türlü gerçekleştiremiyorsunuz. Toplum içindeki lanetliliği anladık, ama içimizdeki lanetliliği bundan daha tehlikeli konumlarda sürdürmek, bencilliğin bu biçimleri, neredeyse yoldaşına düşman olmayan bir tek kişi yok. O da şu nedenle; “benim yerim ne olacak” diyor, bu kadar benlik sevdası yaşıyor. Çok açık, bu benlik geliştirilecek olan bırakalım bir ordulaşmayı, bilmem bir özgürlük eylemini, kurtlar sürüsü bile böyle birbirini yemez. Size bütün bunlar basit gelebilir, ama çözümlemelerde ortaya çıktı ki, en benim diyen komutanınızın bile işi gücü düşmanlığı çok tehlikeli bir biçimde körüklemekten, bunun teori ve pratiğini derinleştirmekten başka bir şey yapmadığı halde, halen hak hukuk peşinde, halen ben ne olacağım, halen gözü doymaz bir biçimde değerlerin gaspı özlemindedir. İnsanin nefsi kirlenir, insanin ruhu kirlenir de bu kadar nasıl oluyor? Hem de komutanlık adın birazcık tedbir alsa, biraz vicdani, biraz imanı olsa kesinlikle ne bu kadar acılarımız, kayıplarımız olur, ne de yaşama karşı biz bu kadar tepkili hale geliriz.
Açıkla diyoruz; bu kimden kalma? Bahane arıyorsunuz. Nereden aldın bu terbiyeyi? Büyük namussuzluk içimizde kendini böyle yaşatıyor. Fitne, adeta yüreği karaçalı, diken gibi batmaktan başka hiçbir özelliği olmayan. Kendini içimizde yaşatmakta hak sahibi gibi görüyor. Çılgın mı bu adam? İnsan cahil olur, fukara olur da bu kadar olmaz. Diğer yanda sözüm ona dürüst aptallara, kölelere baktığımızda bu da tam bunun zemini. Bırak başarıyı kendi can kaygısını bile başaramıyor. Kendini yaşatmanın, çok rahat alınacak tedbirlerini almaktan vazgeçiyor. Hayret ettiğim o ki bizim en erken yaşlarda sorguladığımız yaşam gerçeğini, siz nasıl utanmadan halen yaşamaya cüret ediyorsunuz. Size lanetliliğin bütün baştan çıkarıcı etkilerini herhalde yedi yaşınızdan itibaren vermişler, sizi bu hale getirmişler. Dediğim gibi, psikolojide de söylenir; “insan yedisinde neyse yetmişinde de odur.” Bu çok acı bir durumdur.
Kendimi an be an çözümlüyorum. Doğru yaşamaya ulaşamazsam, bir fikir noksanlığını taşısam o gün kendimi bitiririm. Sizin her şeyiniz eksiklik, yanlışlık oluyor, sonsuza dek onunla yaşamak sizin için artik bir kader gibi. Bu ruhla veya bu ruhsuzlukla bu savaşımın içine girilemez. Yalnızca sıcak savaş cephesinden bahsetmiyorum. Hep açıklıyorum; bizim yaşamımız bütünüyle savaşmaktan ibarettir. Her şeyden önce fikrin esasi vardır, onu temel adlim. Ruhum da değil böyle dikenli, kara yüzlü olma, ruhum muazzam bir aydınlatma içindedir. En güzel duyguları ve bütün zulümleri yıkacak kadar bir iradeyi yakalamadıkça o gün kendimi yaşamış hissedemem. Siz bütün bunları bir tarafa itiyorsunuz. Bizi biz yapan veya esasta Partimizin tümüyle yükseliş gerekçesini siz tanınmaz hale getiriyorsunuz. Dediğim gibi, düşmanın bile uzaklaştığı tehlikeli yaşam, hatta savaş özelliklerini kendimize, halkımıza dayatıyorsunuz. İnanılmaz bir şey ama gerçek. Yalnız özel savaşla karşı karşıya değil, içinizde nasıl bu kadar etkili olmuş, nasıl kişiliğinizi bu kadar açık bıraktınız, şaşırmamak elde değil. Onun için ben söylemiştim, hep söyleyeceğim yanlış doğmuş, yanlış büyümüşsünüz. Keşke doğmamış olsaydınız. İnsan bu kadar yanlışlıklarla nasıl yaşamaya cesaret eder. Büyük suç, büyük hakaret yer yarılsa da insan içine girse.
Kısaca lanetli kavimlerin tehlikeli isyan dönemlerini çağrıştırıyorsunuz. Size normal gibi geliyor, ama olmaz. Siz bu PKK’nin kitabını anlamamışsınız. PKK’nin kutsallığı, iman düzeyi, PKK’nin taktik savaşı, günlük uğraşı düzeyini de anlamamışsınız. Bu belayı bir an önce ortadan kaldırmamız gerekiyor. Düşmanın kendisinin bu barbar özelliklerini, en pis kalıntılarını bu büyük yüce harekete dayatmak şurada kalsın, bir an önce kesinlikle atmak zorundasınız. Bu bir dayatma filan değil, bu laneti savunmanın hiçbir yönü olamaz. Serseriler de böyle olamaz. Ben bunun izahını ne bir kitapta, ne de toplumsal hiçbir gerçeklikte bulamıyorum. Bunun izahı şu: Devrimin yüceltici etkisiyle düşmanın gerçeğimizde özel savaştan da öteye, günlük insan vurma taktikleri değil de, yaşam alışkanlıklarındaki kıskacın altında siz bir şeyler temsil ediyorsunuz, karıştırmışsınız bir şeyler oluyor size. Ben hiçbir zaman yaşamı böyle ele alamam. Yani bu yaşıma gelmişim sizin gibi bir saniyemi bile asla yaşayamam. Bana göre yaşama en büyük hakaret bu tarzla ayakta kalmaktır. Düşünün, söyleminizden, yürüyüşünüzden halk rahatsız ve başarı değil, başarısızlık getiriyor. Bundan kendinizi sorumlu tutacaksınız. Bu parti hiçbir zaman bunu hak etmedi. Bu kadar acıya dayanabilen, direnebilen ve bu kadar mucizeden de öteye bir çabayla işleri bu noktaya getiren bizlere de, sizin bu dayatmalarınız en büyük hakareti ifade ediyor.
Gelişememek hakarettir, başaramamak hakarettir. En şirin bir yoldaş haline gelememek hakarettir. Siz çok tehlikeli bir gerçeklikte oynuyorsunuz. Ne kadar yüceltici kutsal yönleri olan bir çalışmayı ortaya koyuyorsak şu anda musallat olunan budur. Çok iyi biliyorsunuz ki düşman bırakılmış, bu değerlere musallat olmuşsunuz. Yetki savaşı, kariyer savaşı, komuta savaşı adi altında düşman ortada yok, değerlerin bozulması savaşı var. Bunları anlamak da istemiyorsunuz, işin en acı tarafı kendinize göre gündeminiz var ve kemirici kurtlar gibi hep onu yiyorsunuz. Bir nefsini ıslah etme, iradesini geliştirme, işleri güzelce yapma denilen olaya yaklaşmak istemiyorsunuz. En değme komutanımıza bakıyoruz, nasıl yoldaşlarının üzerine, keyfi iradesini dayatır, nasıl ölüme gönderir, nasıl hiç başarmadan o değerleri kendine mal eder, fikri-zikri bu ve birçok açık ortaya çıkıyor. Önce Partinin bütün yüceltici etkilerine karşı uzlaşıyorsunuz, en karşıtları dahil Partinin bütün yüceltici ideolojik ve örgütsel pratik hattı çiğnendikten sonra, onun kuralları bir tarafa atıldıktan sonra ikinci düzeyde sıra birbirlerinize karşı geliyor. Bu sefer kim kimi halt eder. Bütün hünerlerini birbirlerine karşı kullanıyorlar ve o da bittikten sonra, birisi bitip sözüm ona hakim olup, iktidar olduktan sonra, üçüncü aşamada sıra kendisine geliyor. Yani nasıl ölecek? Çok kötü bir ölümle kendisini noktalamak, böylece üç aşamada bitişi gerçekleştiriyorsunuz. İnanılmaz bir şey bakin pratiğinize hemen hepsinde ağır basan yön bu üç aşamada kendini gösteriyor.
Bütün bunları söyleyeceğim. Korkunç bir duvar oluşturmuşsunuz, çarpıp geri dönecek, ama bu bir gerçek. Ülkenizde nefes bile alamıyorsunuz, savaş birliklerinde bir, iki adim yol bile alamıyorsunuz. Bütün kayıplar son süreçlerde en basit bir yol yürüyüşünde adımların bile savaş kurallarına göre atılmadığını gösteriyor. Yaşamda hepsi öfkeli, konuşmalarımın ağırlıklı bir bölümü, yüzde doksanı küfürle geçiyor. Çünkü yetersizlikleri, yönetim bozukluklarını had safhaya vardırmışlar. Hatta düşman ordusuna bakıyorsun, generaller aynen şunu söylüyor; "eskiden bizde asık süratlilik hakimdi, şimdi erlerimizle sıcağı sıcağına ayni çadırda kalıyoruz” diyor. Halk içinde “eskiden bunlar PKK’lidir, düşman gibi üzerine gidiyorduk. Şimdi hepsinin ayağına kadar gidiyoruz, hepsi şu anda bizi istiyor, PKK’yi değil” diyor ve "gerilla taktiklerini, pusuları, gözetlemeyi nefes nefese araştırmayı biz yapıyoruz” diyor. Bizim bütün olumlu özelliklerimizin hepsini düşman ordusu şu anda kendisine mal etmiştir. Bizimkilerinde yaptığı serserilikten başka bir şey değildir. Halen şunu kanıtlamaya çalışıyorlar; başka türlü olmaz. Sen kimden öğrendin başka türlü olmazı? Sen bir defa kimsin, nesin, kaç paralıksın bunu ölç biç diyoruz, yok! Eline sözüm ona bir yetki geçirmiş, hepsi hikaye aslında, ondan da bir şey anladığı yok. En iddiasız yaşamı, en sıradan yaşamı yürütüyor. Ülkesinde hiçbir gözü yok. Kendi yoldaşının hiçbir kıymeti yok. Bir savaş kuralının disiplinlice uygulanmasında hiçbir iddiası yok. O zaman kendini ne yapacaksın? Sorarım size; bu kişilikle halen nasıl yaşıyorsunuz? Bunun kendisi bile insanlığa büyük hakarettir. Gelişememenin teorisini yapmak, bozgunculuğun teorisini yapmak bizdeki en tehlikeli düşmanlık değil mi? Bütün raporlarınıza bakin, hatta günlük duygu düşüncelerinize bakın, kemirmedir. Daha da derinliğine ele alınsa özellikle toplumsal olayımızdaki düşmanın bu aile, kabile, aşiret kişilikleri biçiminde körüklediği bin yıldır beyinin de, yüreğin de bin defa yaptığı ve birbirlerine karşı kışkırttığı bir defa değil, binlerce defa oluşturduğu kişiliğin hortlatılmasıdır.
Sen şuna saldıracaksın, buna saldıracaksın; ajanlıkta değil, sıradan bir işbirlikçilik olsaydı biz ona da razı olurduk. Ama sen şöyle soyuna ihanet edeceksin, sen şöyle yaşamı rezil edeceksin, çok kötü bir çirkinliği kendine çok güzel yakiştiracaksin, bin yerden bir birbirinizi yiyip tüketeceksiniz örgütlenmeden bahsetmiyorum, tabii siyaset filan da yok burada herşeyinle bir diken gibi batacaksın, işte "iyi Kürt sen busun, devam et işte". Bin yılların hikayesini böyle PKK’ye de bulaştırdınız. Ata ideolojisi ki işte en büyüğü de Barzani, diğerleri de kulları. Ben yalnız bunlarla savaşa savaşa buraya geldim, savaşımımı kendimi tanıdığım ilk günden bugüne kadar bu olumsuzluklara karşi vererek geldim. Tekrar tekrar vurgulayacağım sizin yanılgınız burada. Benim savaşımım nedir? İşte gördüğünüz gibi, şu anda büyük bir olay haline gelmişiz; bir iddia da değil, bir kitle hareketi, bir halk hareketiyiz. Şimdi ya bunu tanıyacaksınız, gereklerine uyacaksınız, ya da bu savaşımın nerede olursanız olun hedefi haline geleceksiniz. Biz atadan kalma yaşama müsaade etmeyiz. Biz bunu on yaşımızda karşımıza aldık. Şu anda sizin yaşadığınız bu tarzı ben on yaşımda yerle bir ettim, böyle büyüdüm. Sen yanlış büyümüşsen bana ne. Seni fitne fesat temelinde büyütmüşler, seni zavallılık, inkarcılık temelinde büyütmüşler, ruhsuzluk, çirkinlik biçiminde büyütülmüşsün.
Peygamberde hitap ettiğinde "bu cehaleti, cahilliği, münafıklığı terk edin" demişti. Bilindiği gibi kitaplarda var, okuyun, PKK’li olamıyorsanız hiç olmazsa dindar olun. İyi bir Hıristiyan da olsanız razıyım, iyi bir Müslüman da olsanız razıyım. Ama bu münafıklığa asla razı değilim. PKK dinin ki onun tüm olumlu özelliklerini esas almakla birlikte yetmediği, mevcut reel sosyalizminde yetmediği hatta onun üstünde yer alan bir harekettir. Onların varsa olumlu yönlerini alan ve birde kendinden bir şeyler katan bir harekettir. İncelemeyi neden durdurdunuz? Yıllar geçti, bakın ben tek başıma milyonlara öğretiyorum, halen bıkmadım. Siz kendinizi eğitemiyorsunuz. Peki, kimsiniz, hangi taifedensiniz? Eskiden hangi kabileden, aşirettensiniz, hangi kavimdensiniz derlerdi. Sınıfınız hangisi belli değil, ama bu sorular yakıcıdır.
Diğer bir kusur şurada; mal edilecek bir takım değerler yaratılmış şu anda bunları kemirme savaşı var ki dikkat edin şu anda paylaşılacak fazla bir şeyimiz yok açık söyleyeyim ben eskiden anamın yaptığı yemekleri bin kez özlüyorum. Bugün PKK’nin zenginliği deniliyor ancak mücadele için bir şeyler yeniyor yoksa tadı zevki yok. Sizin üzerinde paylaştığınız şeyler bana çocukluk günlerimin özlemlerini hatırlatıyor. Neden, çünkü bunlar kan değerleridir ve ancak büyük bir savaşçılıkla yenilip, yutulabilinir, başka türlü kan içmiş olursun. Bu kadar savaşmama rağmen ben halen kendimi doğru dürüst yaşatamıyorum. Bu kadar şehit, bu kadar yoksul halkın emekleri karşılığında yemeği bile fazla buluyorum, onun için midem çalışmıyor. Midem daha çok kabul edilebilecek basit şeylere çalışıyor. Fizyolojik bir olay bile bu kadar şartlanmış. Hele Önderlik adına yersiz bir tek söz söylemem, hele böyle büyük yanlışlıkları yapmam, kelime düzeyinde, adım düzeyinde bile mümkün değil. Birde kendinize bakın, o zaman dehşeti görün. Halen bunları biraz kendimde örgütleyip uyanık kılmasam, beni bitirebilecek bir biçimde dayatıyorsunuz. Neden sizin gibi, Kürt olayında ciddi bir kişilik çıkmıyor? Bu ruhla çıkmaz. Neden ünlü bir komutan çıkamıyor içinizde? İşte ünlü komutanınızı gördünüz, her gün seyredin çok güzel. Evet, sözüm ona en yamanı, kendini en çok beğeneni, işte ortada neden kendinizi sorgulamıyorsunuz? Sizi adam asker yerine bile koymuyor, “susuz götürüp susuz getiriyor.” Bizim genel bir korkumuz, etkimiz olmasa da sınırsız öldürmede dahil tasarrufatta bulunuyor. Kızları en genel düşmüş insanlardan daha kötü kullanmaya yelteniyor ve siz sadece hayranlık duyuyor seyrediyorsunuz. Peki, o zaman insanlığınızı nasıl savunacaksınız? Hani özgürlük savaşçısıydınız? Burada büyük bir gaflet ve yanılgı içinde olduğunuz çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Demagoji yapmakla bilmem kendi kendini aldatmakla insan cevap olamaz.
Yiğitlik nedir günümüzde? Yiğitlik günümüzde; temel doğrudan, temel tutumdan taviz vermemek, onun cesaretini ve çabasını sürdürmektir. Tek bir yiğit insan çıkmıyor. Olgun, dirayetli ne yaptığını bilen ve biraz düşmanıyla savaşabilen. Söyleyin bakalım, kim var içinizde böyle. Birde yaşam, kadın-erkek, duygu falan diyorsunuz, Allahın zavallıları siz ayakta duracak halde değilsiniz. Ben böyle olsam kadınlığımı da, erkekliğimi de iki günde dinamitlerim, zaten ilk günden beri dinamitlemişim. Nefse bak! Zavallı düşmanın her türlü hakareti, ölüm tehlikesi altındadır, gözünün içine ölüm girmiş halen kendine göre yaşamaktan bahsediyor. Ben bunlara itiraz etmiyorum, günlük olarak karşınızda, ama ısrarla şunu dayatıyorsunuz: "Sen bırak" diyorsunuz, ben yine yalanı mı sana yutturayım? Ben bir doğru üzerine ne kadar göz gezdirdim bilmiyor musunuz? Beni hiç tanımıyor musunuz? Sersem adamlar, ancak fukara analar diyeceğim. Onları söz konusu etmemek lazım. Sizin öğrendiğiniz anaokulları başka okullar, sizi çok kötü kandırmışlar. Bizim öğrenme tarzımız farklı. Çok önemli bir şeye karar verişinizin altını mutlaka eşeleyip bulmalısınız. Yoldaş olamıyorsunuz. Bırakalım yoldaş olmayı, böyle bir kemirme hareketidir sürüp gidiyor. Diğer geri kalanlar da dediğim gibi köle, iradesiz, en ufak bir şeyde çarpılıp gidiyor. Yiğit yok. İnsan biraz tartışma yürütürdü ve kendine çeki düzen verirdi. Nasıl yiğit insan olunur? Halkının yüreğine göre, yoldaşlarının yüreğine göre nasıl olunur, içinizde bunu hiç kendine soran var mı? Ben kendimi size dayatmıyorum, beni öyle beğenin filan da demiyorum. Ama benim kendime olan saygımın bir gerçeği olarak bu kadar ciddi olmamıza rağmen halen dikkat ederseniz, düşmanımın bile benim için saygılı olduğu çok iyi bilinir. Nereye gitsem ki hiçbir imkanla bir yere gitmiyorum gittiğim her yerde bir bakış açısıyla ve iğne ucu kadar bir fırsatı yakalarsam, bir çabayla gidiyorum. Bunun dışında benim hiçbir olanağım yok. Bir yetkiyle, sizin gibi o çok taptığınız bir komutanlıkla, hazır bir kuvvetle ben hiçbir yere gitmem. Benim şu ana kadar gidişlerim hep bir bakış açısı altında, bir çabayla bir şeyler yaratmak içindir. Açıktır ve gözlerinizin önündedir. Hanginiz böyle yapmayı esas alıyorsunuz? Bir güne hanginiz böyle başlamak istiyorsunuz? O zaman neden kendinizi beğeniyorsunuz? Diğer bir nokta, hiç mi yapacak sağlıklı bir işiniz yok? Gerçekten çoktan öldünüz mü? O bazı tarikat üyeleri var Amerika’da, toplu intihar yaparlar, eğer bakış açısında tamamen ölüm mevcutsa, toplu intiharlar gerçekleştirin. Nitekim bizde de bu kayıplar bir nevi toplu intihardır. Onun bir değeri vardır, ama böyle pespaye yaşamanın bir değeri yoktur.
Ben size intiharı öğütlemiyorum, ben size zapt edilemez yaşamı öğütlüyorum. Yaşamı erken yaşlarda istediğim gibi yaşamayacağımı anlayınca müthiş akıllanma, iradelenme yolunu tercih ettim. Bakın siz bu konuda gerçekten büyük bir duyarsızsınız. O yaşlarda bir baktım ki benim yaşam olanaklarım aile bünyesinde, köyde, toplumda çok sınırlı, hemen tespit ettim. Baktım ki, şunu bunu yardıma çağırmakla, şuna buna yaranmakla hiçbir yere varılmaz. Bunu gördükten sonra tümüyle kendime yüklendim ve öğreneceğim dedim. Ondan sonra toplumun iyi görmediğini yapmayacağım, ama ki toplumun da gidişatı iyi olmadığı için yeni bir yol arayacağım. Yıllarca bununla kendimi yaşattım. Herkesin yaşadığını durdurdum kendim için. O sizin yaptığınız halen gözümüzü bile çıkarmak istiyorsunuz ya ben en erken yaşlarda onları tuttum “dur” dedim. Mümkünse bir insana büyük değer vereceğim. Bütün bilim kitaplarında artık hangi dinde, felsefede olursa olsun öğrenilene göre iyi şeylere göre bizim için bir yaşam yolunun bulunup bulunamayacağını soruşturdum. Doğruları buldukça sağıma soluma söyledim. Onun için de pratikte iş yaptım.
İnsan canlısıyım. Doğrular temelinde her insanla bitmez tükenmez çabalarla birleşebilmeyi esas aldım. Şu anda benim gücüm ne bu örgüt, bu ilişki arayışı ve ne de bu doğrularla. Ne ile derseniz: Dille, gerekirse milyonlarca tekrarlamayla. Yaşam savaşının böyle geliştiği açık, kendinize bakın, sorgulamayı duyuyor musunuz? Tüm yanlış yollara girmişsiniz, bir "dur" demeye hareketiniz bile yok, kendinize ilişkin cesaretiniz yok. "Bazı temel doğrulara kendimi yatıracağım, şu yanlışı yapmayacağım, örgüt içinde yanlışlık yapılırsa da yapmayacağım" diyen var mı içinizde? En akıllısı da dahil, geçen gün artık şunu demekten kendimi kurtaramadım: “Bakın yeter, sizi dinleye dinleye yirmi beş yıl geçti, ya çekil git, ya da kafana kurşun sık bir daha benim karşıma böyle çıkma, bile bile başarısızlıklara yol açıyorsun, ne diye kem küm ediyorsun" dedim. Adam gibi görevlerine sahip çık, bir şeyler yap, yapamıyorsan git. Mülteci kampı var, git orada yaşa. Yücelik adına, komutanlık adına böyle durma diyorum. Ölü mü, canlı mı bilemiyorum, ama elinden yine hiçbir şey gelmiyor. Yol yöntem gösteriyorum, savaş etrafında bu kadar kötülük yayan kişilik var diyorum, hakim ol. Aynı cümleyi okuyor, tekrar ediyor. İşte PKK’deki aşınım. PKK’de neden sağlam merkez olunamıyor? Neden zafere göz dikmiş bir komutan, bir birlik ortaya çıkmıyor işte izahı buralarda.
Esas kişiliğini, kimliğini ifade eden Haki’lerden tutalım, öldüklerinde bile kendilerini borçlu hisseden ve gerçekten o günün imkanlarına göre çok büyük başarı olmasa da, yanlışlara değil katılmak tek bir sözcükle bile yoldaşını yormayan, zorlamayan ve hep etrafına gücü oranında bir şeyler verebilecek bu kişiliği temsil ediyorlardı. Şimdi halen mevcut olan bizim içimizdeki yönetim midir, kadro mudur, komutan mıdır, ne derseniz deyin. Ne öğretebiliyor, ne öğrenebiliyor. Sözü zehir zemberek, davranışları da imhaya götürüyor. Düşman bizden öğrenmiş, oldukça başarmış, bizim tarzımızı uyguluyor. Eğer bunu aşamazsak çok tehlikeli bir durum. Kesin söyleyeyim ki ben biraz dayanıyorum. Benden yirmi dört saat sonra öyle yaşayacağını hatta bir şey başaracağını sanan varsa kesinlikle biter. Kendinizi aldatmanıza hiç gerek yok. Hiç ertelemeksizin eğer içinizde yaşamak isteyen varsa mutlak bir düzeltmeyi bu nefsinize yedireceksiniz. Özgürce ve savaşla olacak. Nedeni şurada burada hiç aramayacaksınız, kendinizde arayacaksınız. Anlamadık, duymadık demeyin, bakın ben açık geliyorum. Her geliş ciddidir, burada ben nasıl adam gibi karşınıza çıkıyorsam sizde adam gibi karşımıza çıkma dürüstlüğünü göstermelisiniz, ama adam gibi. Şarlatan, kof, dediği hep yalan çıkan kişiliklerinizi görmek istemiyorum. Çaresizliği de görmek istemiyorum. Neden yanımıza geliyorsunuz, biz burada ayı mı oynatıyoruz? Çok tarihi, çok hayati konuları dünya alem tanıyor, neden siz hala tanımıyorsunuz? Ben doğruları size göstermiyorsam hepiniz benden daha güçlüsünüz, hepinizi eleştiriyorum, birleşin, karşıma çıkın.
Demek ki benim bir tane yanlışım sizin seksen tane doğrunuzdan daha güçlüdür. Demek ki doğruların gücü bu kadardır. Burada neden destan yazmıyorsunuz demiyorum. Neden birden büyük, yiğit kesilmiyorsunuz demiyorum. Hayır, bunu söz konusu etmiyorum. Benim söylediğim açıktır: Nefsine hâkimiyet, doğrulara hâkimiyet; ister savaşta, ister yaşamda net olabilmek kadar yılmadan yapılması gerekeni yapmak. Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyeceksiniz. Her yerde, her zaman gerektiğinde benimde yanlışlıklarım, yetersizliklerim olduğunda bana yönelik olarak görevinizin bu olduğunu çekinmeden yerine getirmelisiniz. Sanıyorum söyleminizin altında diğer bir önemli etken de şu; esasta yaşamak istememek veya düşmanın bin bozduğu yaşamı biraz yaşayalım demek. Sigara misali ile tekrar örneklendirmek istersek; "bırak şu dumanla kendimi biraz sarhoş edeyim, yaşam bu kadardır benim için!" diyorsunuz. Buna karar vereyim mi? Bunu onaylayayım mı? Çirkin de olsa köylüler bunu söyler, hiçbir şeyleri yok, hep "yarabbi şükür" derler. Harap, bitap haldedir, her zaman "iyiyim" der. Nasılsın, "sağ ol" der. Ortada ne iyilik var, ne sağlık var. Yalan bir söylemdir tutturup gidiyor. Şimdi siz bunu dayatmak istiyorsunuz ki ben kolay kolay aldanamam.
Kendimi çoktan doğru fikirlerle büyütmüşüm, üstün yaşam tarzıyla donatmışım. Siz anlamak da istemiyorsunuz. İşte kara cahiller veya diğer deyişle Ebucehiller tarihte böyledir. Çok ilginç, ne kadar birbirine benziyor. Binlerce yıl o yüceliş hareketleriyle cehalet veya geri çekilen hareketler arasındaki savaşımdır. Sizi suçlamıyorum, sizin koşullarınız çok kötü. Yanlış dönemde doğmanız ve yanlış tarzda büyümeniz sizin büyük talihsizliğiniz. Açık söyleyeyim ben de anamla yıllarca uğraştım "neden beni doğurdun" diye. Taşlarla vura vura böyle intikamımı almak istiyordum. Çünkü bana göre bir çocuğa karşı bu büyük bir suçtu. Savaşımın en büyük gerekçesi, bu kabul edilemez yaşama karşıydı. Halen de dövüyorum. Dikkat edin, çekiç örsle vura vura bu yaşamı ister düşmanın şahsında, ister sizin iç gerilikleriniz şahsında ne hale getiriyorum. Halen de tatmin olmuş değilim, kinim öfkem daha da büyüdü. Kendi iradenize bakın. Daha bir şey yapamamışsınız. Hepsi yorgun argın, bıraksam bir yere ölüp gidecekler.
Tek başımaydım başladım, halen görüyorsunuz karşınızdayım. Ne kadar savaşmak istiyorum. Daracık bir mevzide olduğum halde her gün ne maharetler icat ederek savaşıyorum. Telesavaş diyelim dönemin tekniğini de biraz kullanarak telesavaşı nerelere taşırıyorum. Yani taktik hata yapmamak için çıkmıyorum. Yoksa bizzat hareketlenmeyle daha fazla gelişmeyi yol açacağıma eminim. Kemal Pirler beni yarım saat dinlemişlerdi ki, sene 1972'ydi, ilk defa birbirimizi görmüştük, Ben ayaktaydım, O da yatıyordu karşımda. Kıştı, soğuktu. O yatağın üstünde dinledi, ondan sonra bir karar verdi, gerçekten pir verdi ve tüm yaşamını da bir kahraman gibi yaşadı. Düşünün '72’de genel doğrular biçiminde birkaç şey söylüyorum; bu dönemde neredeyse her ay üç tane kitap değerinde değerli çözümlemeler yapıyoruz. Halen bir kulağınızdan girip girmediği de belli değil, diğerinden çıkması şurada kalsın.
Tuhaf bir şey gelişen özel savaşım veya her savaşta böyle olmuş, bütün devrimlerde de olmuş: İslam, Fransız, Bolşevik devrimlerine baktığımızda da böyle şeyler var. Şu anda Bolşevik devriminin başına neler geldiğine bakın, korkunç, en hain sefiller mirası tepip tepip yiyor. Mafyalaşmaya bakın, korkunç, en hızlı zenginleşme şu anda Rusya’da. Amerikan kapitalizmi ile şu andaki Rus kapitalizmini mukayese edersek; Amerikan kapitalizmi yedi suyla yıkanmıştır. En kara kapitalizm şu anda Ekim devriminin mirası üzerinde gerçekleştiriliyor. Fransız devrimi de öyleydi. Devrimin en büyük kahramanları Robespierreler gibi burjuvazi kendi diktasını kurmaya doğru gittiğinde, onun başını giyotine göndermekle işe başladı. İslam devriminde de öyle olmadı mı? Muaviye ve Yezid, İmam Ali ve İmam Hüseyin’in başını keserek bu saltanatı İslamiyet adına yükselttiler. Devrimlerin yanı başında böyle bir karşı devrim tehlikesi var.
Benim durumum biraz farklı. Ben kendime biraz hakimim. Tarihten ders çıkardığım gibi kendi pratiğime de çok duyarlı yaklaştığım için yüzlerce karşı devrimciyi ve onların küçücük kişiliklerini daha dogmadan beş paralık duruma getirdim. Yoksa PKK içindeki karşı devrimcilik hiçbir devrimci harekette yoktur. Hem yaygındır, hem amansız. Benim kendime ettiğim yeminler var, arkadan hançerlenmemek gibi. O yemin de ne demektir? Böylesi ihanetleri yememek için müthiş uyanıklık, duyarlılık, büyük hassaslıktır. İçinizde aldanmayınız var mı? Bırak aldanmayı, aldatmayanınız var mı? İkide bir benim gücümü soruyorlar: Benim gücüm hassasiyetimden kaynaklanıyor, benim gücüm çok tedbirli olmamdan kaynaklanıyor. Tedbir nedir? Tedbir aslında şudur: Kendimi hep anlayış ve onun gerekleriyle duyarlı hale getirmek, götürmek, yatırmak, kaldırmak, konuşturmak, çalıştırmak bu. Başka türlü önder yetişmez, başka türlü komutan olmaz. Siz kendinizi aldatıyorsunuz. Babanızdan öğrendiğiniz bazı yöntemler var, hatta bana göre köy muhtarlığı bile bu kadar ucuz elde edilemez. Durumunuz köy muhtarlığından da daha geri. Ne olacak haliniz? Tutarlı olacaksınız, duyarlı ve dürüst olacaksınız. Duyarlılığı, dürüstlüğü olan kişilikler sizin gibi asla olamaz ve kaybetmez de, bunu hep iddia ettim. Tek ihtiyaç duyulacak şey gün yüzünü görmek, nefes alıp vermektir, gerisi başarıdır.
Düşünüyorum, ben halkın içine gireceğim de, bir dost, hatta beni sevmeyen birisi bile etkilenmeyecek. Şu anda bütün yöneticilerimiz geldi, ağa geldi, muhtar keşke muhtar gibi, ağa gibi de olsa en kof, en komik öleni dayatıyorlar. Belki çoğunuz "vay nedir bu savaşçılık, nedir bu başımıza gelen" diyorsunuz. Tabi, er meydanında böyle olur. Biz hiçbirinize rica ederek, gelin bizimle savaşın demedik. Ben size herkes yiğit olamaz demedim mi? Ama kendinizi öyle sanıyorsunuz. Elbise ve silah oldu mu, geldi bizim gerilla! Kafanızı buna takmışsınız. Ben bile buna cesaret edemiyorum. Kolay mı sanıyorsunuz? Yönetim içinde öyle. Ben halen bir köylünün karşısına çıktığımda, neredeyse kalbim duracak. Ona gerçeğine göre doğruyu nasıl söyleyeceğim diyorum. Siz gidip yumruk gibi, nemrut gibi utanmadan, sıkılmadan adamın başına dikiliyorsunuz. Böyle yönetim mi olur? Düşünün, bakin bu toplumumuzda kaç tane kahraman, çıkış yapacak adam var. Özel tedbirlerim olmasa hepsi neredeyse ağlayıp kendini yere atacak veya fitne fesat hareketini gırtlağına kadar körükleyecek. Çünkü elinden ancak o gelir. Bölücülük yap, ahbap çavuşluk yap, basittir, bu konuda sabaha kadar tutulmazsınız.
Açık söylemeliyim şimdi bu işte ben sorumluyum, sorumluluklarımı gördüğünüz gibi temsil etmek ve gereklerini yerine getirmek zorundayım. Ben sizden korkayım mı, utanıp geri mi çekileyim? Sizin yaptığınız gibi büyük bir sorumsuzlukla mı karşılayayım olamaz mı? Siz peki nasıl geldiniz? Ben hiçbiriniz karşısında "zordayım, zavallıyım" diyor muyum? Askeri usullere göre, siyasal-ideolojik bütün yeterlilik düzeylerine göre karşınızda hazır değil miyim? Peki, siz neden bir kaç temel doğruda bile dayanamıyorsunuz? Gözlerinizden korkunç zavallılık okunuyor. Nereye giderse düşer ölür veya bela olur kalır. Hani büyük sözünüz? Zaten iddianız da çok zayıf. Neyi başarabilirsiniz diye düşünüyorum da, fukara halkımızı hep göz önüne getiriyorum. Düşmanın alıştırdığı bazı şeyler var, şu anda ülkemizde bir kapıcılık var. En değme sözüm ona kendini ağa sanan, daha dünün geleneğine göre onurlu sayan birisi bir iş için görüyorsunuz ki beş, on bin kişi koşuyor. Hayret! Tarihin hiçbir döneminde insanlar bu kadar işsiz değildiler. Anlayamıyorsunuz. Ben yolma da yoldum, pamuk da topladım, taş da taşıdım, kısaca işle ilgili ve çok ciddi olarak önemli işlerdir, baktım ki yollar tıkalı, bir iş nasıl yaratılır meselesine kendimi verdim.
Bu devrimcilik nasıl başladı derseniz; yolmayı en temiz yolardım, babam işime hep bakardı, kusursuz bulurdu ve tarzım da müthiş fethediciydi. Bir köy koşullarında bile eksiksizdim, ona rağmen biz bu işleri yetersiz gördük. Bu işlerle insanin kendini fazla uğraştırması tehlikeli olabilir dedim. Hatta en son üniversiteyi de bitirme noktasına geldim. Bir özelliğimiz şudur; bir işi en iyi yaparım, yapabilecek düzeye gelirim. Sonra iş üzerinde düşünürüm, o iş yeterli mi, değil mi? Herhangi bir işe hakkını vermeden "sıkıldım, yapamıyorum" deyip kendimi koy vermem. İlginçtir, ama bu özelliğimi halen taşıyorum: Bir işe hakkini vermesem onu bırakmam. Korkunç bir inatla "ne zamana kadar bu işi tam iyi yapabilirim" noktasına getirdikten sonra, bu iş bu kadardır derim ve o işi bırakırım. Yeni ve daha sonuç alıcı iş lazım derim. Üniversiteyi de biz öyle bitirdik, dikkat edilirse günün ölçülerine göre herhalde en iyi işlerden birisini edinebilirdim. Olduğu gibi bıraktım.
Bir özellik, ama bakin çok önemli bir yanılgı veya kusurunuz var sanırım. Hiçbir işte dikiş tutturamıyorsunuz, ondan sonra Partiye geliyorsunuz. Bu yanlıştır. Diğer bütün işleri en iyi yapacaksınız ve ondan sonra, "bunların hepsi yetersiz en güzel iş PKK’dedir" deyip geleceksiniz. PKK’ye yaklaşımınızı, katılımınızı kesinlikle böyle tarif edeceksiniz veya tanımı budur. Başka türlü katılımların hepsi yanlış. Toplum size altın gibi ne kadar iş de sunsa "hepsi benim için değersizdir" diyeceksiniz, ben böyle yaptım. Öyle yapmasaydım kusurlarımla PKK’lileşmeye başlardım. Yani elinden bir iş gelmiyor. Zaten toplum da bana onu söylüyordu. O köy koşullarında, hatta vilayet koşullarında bile belki dört, beş kişinin bile çıkamayacağı koşullarda, ben üstün bir iş imkanı yarattığımda köylülere “bakın, size bırakıyorum” dedim, "bu işi bıraktım" dedim. O zaman benim ciddiyetime inandılar. Diğer bütün işler de böyleydi, askerlik işleri de böyle. Siz bu işleri kendi kendinize yaptığınızı mı sanıyorsunuz? Hayır, bir işi yapılabilinir düzeye getirdikten sonra size bırakıyorum. Bunları şunun için söylüyorum: Siz halen bir işe doğru katılmayı da bilmiyorsunuz. Herhangi bir iş elinizden gelmezse, devrim işi elinizden hiç gelmez. Benim bulduğum devrim işi şu anda dünyada bile bir numaralı iştir. Gerçekten bir sihirdir adeta, bir kilittir bu iş ve etkisi de öyledir. Bunun özünde yatan nedir? İnsanın kendini en değerli iş konusunda çalıştırırsa, hiçbir tekniğin yapamayacağı, en verimli en güzel işi yapabilir. İşte ben bunu temsil ediyorum: Halk için düşünün, müthiş zayıf, atomlarına kadar bölünmüş bir halkı örgütleme işi, işte birinci altın iş. İki imha sürecindedir, yani üzerinde bıçak sallanıyor, buna karşı savaş işi. İkinci altın iş, savaşı yapma işi. Üç, yaşam işi. Yani özgür, güzel yaşam işi. Güzel ve özgür yaşayanlar yalnız o yaşamın etkisiyle her türlü değerli düşünceyi ve eylemi kesinlikle vazgeçilmez bulurlar, hem de yaparlar. İşte altın işler. Kendinize bakın: "örgütlenme" diyorum kaçıyorsunuz; "eylem tarzı" diyorum, adeta "bin defa ölüme varız, doğru eylem adına yoğuz" diyorsunuz. "Güzel yaşam" diyorum aklıma bazı şeyler geliyor söylemeyeceğim "öyle yaşama hayır!" diyorsunuz. Olmaz!
Tüm bunları niçin söylüyorum? PKK’nin tarihine bir anlam veresiniz diye söylüyorum. Biz bu tarihi küçük göremeyiz. Biz bu tarihi hiç de sıradan karşılayamayız. Korkunç bir direnme tarihidir. Sanmıyorum, başka bir partinin tarihinde böyle direnmeler, böyle acılar, bu tarz dayanakları ve yürütülüşüyle bir örneği yoktur. Bunu anlaşılır kılmak istiyoruz, bunu anlamalısınız, dürüstçe, yeterlice anlamalısınız. Çünkü her şey burada gizli ve bu ülke için, bu halk için, hatta bu insanlık için tek doğru iş, tek önemli iştir. Varsa yiğitliğiniz, kendinizi kesinlikle bu işte biraz gösterebilmelisiniz. Bu kadar şehide verilen sözler var. Bunları ertelemeden, bir değil binlercesine karşı kesinlikle kendimizde yaşatmanın sözüne sahip olmalıyız. Kimin haddine bu şehitleri çiğnemek, kimin haddine bunları unutmak! Bu değerlere ihanet edecek kadar kendimizden vazgeçmiş miyiz, gafil miyiz? Dikkat ederseniz bütün bunlarla hem sizi anlamak, tanımak istiyorum, hem de PKK’yi doğru anlatıp mümkünse kaynaşmanızı, bütünleşmenizi ertelemeksizin çünkü ertelenecek hiçbir saatimiz, günümüz yok bunları sağlamak istiyorum. Değer de veriyorum size, çünkü bize doğru gelebilmeniz değerli bir iştir. Teptiğiniz yollar var, geldiğiniz yerler var. Değerli kılmayı gerektiriyor. Bizzat yaşamlarınız var, değerli yaklaşımı gerektiriyor.
Şunda ısrarlı olmak zorundayım: Siz "bizde insanlık bitti, yiğitlik bitti, yaşam umudu bitti, güzellik bitti, zafer bitti" diyemezsiniz. Bunu nasıl kabul edelim? Bu bitişlerin hikayesi gözlerinizden okunuyor. PKK’nin kaybettirilmek istenilen özü var, ben o tehlikeyi önlemek istiyorum. Bu kadar direnme, bu kadar şahadet, bu kadar eza ve cefaya katlanmak PKK’nin özelliği içindir, biz onu kesinlikle en kutsal değer, en yaşanılası değer olarak görüyoruz. Hepimiz buna göre onu yakalamak zorundayız. Hiç kimse hiçbir gerekçeyle ben buna ulaşamıyorum diyemez. Eğer "temsil edemiyorum" diyorsa o küstahtır, onun dilini kesmek gerekir. O sahtekarı bulup ortaya çıkaracağız, o ruhsuzu, o zavallıyı içimizden çıkarıp atacağız. Sanki hiçbir yaşam yolumuz yokmuş gibi kendini dayatır haliniz yüzünüzden okunuyor veya "bırak biz yanlışı dayatacağız" şeklinde bir tehdit de görüyorum. Ve her türlü çirkince yaşamaya da "evet" diyen hal hareketleriniz çok yaygın gözüküyor. Bunlara karşı durmak zorundayım. Savaşı sizin gibi anlamam. Öyle "bir, iki Türk askerini vur", bana göre o savaşın en istenmeyen basit yanıdır. Asıl savaş dediğin ki, onu da bu yaşamın önünde engel teşkil ettiği için vuruyoruz, yoksa bir damla kan bile akıtmak istemeyiz engel olmasaydı veya yaşamımızı imha etmek istemeseydi, ben tek başıma bu kadar direnir, savaşı buraya kadar getirebilir miydim? Savaş felsefeniz de bozuk, hiç yok denilebilir. Yaşam felsefenizin olmaması kadar, işte bizim kurnaz komutanlar nasıl yaşamlarını size dayattı gördünüz. Biraz kendini ölçen biçen ben olmasam beni de kandıracak. Zaten uzun süre kandırdı da. Bu neyi ifade eder? İşler halen tehlikede ve sizler ya derin bir gaflet içinde ya da bir aymazlık içindesiniz. Düşman ordusunun vazgeçtiği olumsuzlukları bu kadar yaşadığınıza göre; düşmanın kendini reformize ederek düzeltmesi imkan dahiline girmişken, sizin kontralaşma tehlikeniz boy veriyor. Bunun çok somut belirtileri fazlaca var.
Demek ki bu Parti dersi son derece yakıcı. Kesin dürüst ve yeterlilik temelinde bu partiye yenilerin de, eskilerin de doğru bir temelde paylaşımı, katılımı gerekiyor. Zorlama yok, ama aldatma da olmamalı. Çoğunuz yeni geldiniz. Tabi yeni eski fark etmiyor. Eskiler yenilerden daha duyarsız, o açıdan çağrılarımızı da, güne katılımınızı da istisnasız gerekli görüyorum. Sizi anlamak için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Ama siz de halk adına artık bizi anlamaya çalışın. Amerikalılar kadar bizi anlamaya çalışın, TC'nin subayları kadar anlamaya çalışın. Hatta bu gafletten kendinizi çıkaracak kadar anlamaya çalışın ki, biz verilen sözün sahibi olduğunuzu biraz bilerek yaşam planlarımıza yön verelim. Yani geçen devrelerde de ülkeye adam gönderdik. Bazılarının nasıl kaybedildiğini, nasıl kaybettirdiğini gördünüz. Gelenlerin şahsında da okudunuz ki, daralmışlar, hatta filmlerde de görüyorsunuz büzülmüşler. Böyle toprağa kök salma, gürleşmiş diye bir kişilik göremedim. Hatta şimdi çoğu açlık sınırında.
Ben buralara geldiğimde, elin memleketinde sıfırdan başladığımda diyeceksiniz halk yardım etti, herkesi sen yaratmadın diyebilirsiniz fakat ben olduğum için oldu. Ben olmasaydım binlerce kişi buralardan geldi, geçti neden bir şeyler yapamadılar? Bir sebep gerekli, o da benim. Hepiniz gezdiniz, benim gittiğim yerlerden daha verimli topraklara da gittiniz, var olanı kuruttunuz. Hatta hiç kimsenin bana vermediği desteği ben hepinize verdim. Bunları niçin söylüyoruz. O kendini aç bırakmaların, o kendini kurutmaların, o kendini öldürtmelerin bir kader olmadığını göstermek için söylüyorum. Buradan daha kuru yer var mı? Her yerde değer yaratılır da herhalde buralarda yaratmak en zorudur. Burada ne ülkenin havasını koklarsın, ne mağarasını, ne toprağını, ne bulutunu, ne yağmurunu göremezsin. Burada her şey başkalarınındır. Ama burada yaratıyoruz, işte yarattık. Ama tekrar arkadaşlarıma soruyorum "nasılsın"; biliyorum ki açlık sınırında, sefil, zavallı, titriyor, sırf benim karşımda ayakta olduğunu göstermek için "iyiyim" diyor. Halbuki iyilikten eser yok. Neden kendini o durumu düşürdün? Gafil, zavallı. Ben öyle değilim. Her gün herkese bir şeyler veriyorum, o halen zenginliğim var. Kendinize de bir şey veremiyorsunuz. Neden? İşte bunun terbiyeyle çok sıkı bir ilişkisi vardır. Ben kendimi öyle terbiye ettim ki hep insanların karşısına çıktığımda önlerine onları ilgilendiren bir şey koyardım. Bir icat, bir oyun işte şimdiyse bu büyük bir savaştır. En üretken bir savaştır. Düşünün sizde bunun heyecanı bile yok, çok acı. Keşke paralı askerlikle olsaydı da sizi maaşa bağlasaydık. Sahte komutanın söylediği "yaşamı geliştirelim, delikanlıları everelim," keşke çözüm olsaydı, hemen bu yolla kendimizi sağlam kılsaydık. Keşke o birbirinize hediye ettiğiniz değerler var; yumuşak sözlerle bu işler yürüseydi. Olmuyor. Söylesem, yapsam hain olur veya olanda bir günde biter. Yani imkânsız olduğu için değil, onunla büyütülemeyeceği, onunla kazanılamayacağı için. Maaşa bağlanan bir adam, işte Barzani peşmergesini görüyorsunuz, o kadar olursunuz. Köylüleri görüyorsunuz, bir karısı, bir kocası için hangi halde olduklarını görüyorsunuz. Böyle yaşam bir işkence, ama gerçek. Başka türlü nasıl yapabiliriz siz söyleyin.
Sizin söyledikleriniz şu; "biz böyle tepkileri geliştireceğiz". Bir tarz icat ettiniz, son süreçlerde muazzam bir karşı tepki durumunda aç bırakıyorlar kendilerini, benden intikam alıyorlar. Heval senin eline para verildi hem de dolar cinsinden, yollar açık istediğini al ve ülkenin de her tarafında yemişler var, otlar, ağaçlarda her türlü yemişler var. Hatta sürü sürü koyunlar var, tuzlama yapsa hiç aç kalınamaz. Niye kendini aç bıraktın? Aslında intikam alıyor. Ben bunlara son zamanlarda bazı küfürlerle karşılık vermek istiyorum, bunun formülize edilir bir yanı yok. Diğer bir şey, daha düşmana kaptırmadığı bir şey yok. Yüz binlerce mermi, çok önemli rol oynayabilecek silah ve yiyeceklerin hepsini kaptırıyor. Hatta yoldaşlarını, o gencecik insanları, ana kuzularını ölüme terk ediyorlar. Kader midir bunlar? Bir doğru taktik verilse hiçbirisine bir şey olmayacak. Gel de buna "deyyus", "aşağılık, tehlikeli adam" deme. Yani kötü niyetten mi yapıyor, hayır. Zamanında eğitime inanmamış, bir gerilla nasıl yaratılır, bir gerilla dağda nasıl yaşar, bu soruları kendine sormadığı gibi babasından köylülüğü öğrenmiş, köy çadırı nasıl kurulur, köy ilişkisi nasıl olur. Bu yöntemle adam olsaydı başta baban adam olurdu.
Bir de en son işlediğiniz duygular, sevdalar meseleniz var, bu da işin tiridi oluyor. Her şeyi yaptığınız gibi tiride koymazsanız zevki olmaz. Bu alana da girdik mi, hassas alanlardan olduğu için her şeyin bitirilişinin daniskası oluyor. Son halka bu. Zaten Kürdün en son kendini bitirdiği nokta ve bunu bizde de tamamlamak istiyorsunuz. Zavallı adam, savaşta iflas ediyor, güç olmada iflas ediyor; ondan sonra kızları ben fazla suçlamıyorum, suçlanması gereken erkeklerdir, hakimiyet, irade sözüm ona güç konumu onda çünkü gözünü ona dikiyor. Düşmana karşı iktidar olamamış, geriliklere karşı iktidar olamamış, zavallı kıza karşı iktidar olmak istiyor. En büyük ayıp bu değil mi? Bak bu yönümle de kendimi iki cümleyle tanıtabilirim. Halen bu kadar çabalamalarıma rağmen belli bir iktidar gücü oluşmuş, bütün emperyalizme karşı söz söyleyecek gücüm var, benden oldukça çekiniyorlar ama halen benim sizin yaptığınız gibi kendimi zayıf insanlara, bu savaşçılara, hele bu kızlara karşı bir iktidar güç gibi göstermek düşkünlüğünü yapmıyorum. Ne kadar büyük farkımız var değil mi? Ayıp diyorum, zayıf insanlara karşı insan kendini güçlü gösterir mi? Ama şu anda komutanlarımızın hızını kesemiyoruz. Bazıları da uyuşuk. Ya yaşamdan vazgeçeriz, ya canavar kesiliriz. Ayıp olan burası. Sen yaşamı kazanmadın ki veya neden ölümü esas alıyorsun ki, ölüm düşmanın sana yüzyıllardır dayattığıdır, biraz diren. Neden yenildikten sonra kadına veya düşkünlüğe koşuyorsunuz. Başararak koş. Dikkat edin, ilişkilerinizin özünde yatan yenilginin başladığı yerde, örgütün bittiği yerde güdüleriniz, en ilkel duygularınız kabarıyor. Halbuki tersi olmalıydı. Zafere doğru tırmandığınızda, ama gerçekten düşmanı yenmeye doğru gittiğinizde duyguların büyüğü gelişmeliydi. Doğrusu bu değil mi? Aşkın doğru tanımı budur. Özgürlük tutkusu hep böyle izah edilir. Ama siz hep tersine çeviriyorsunuz. Adına da kadın-erkek ilişkisi diye her gün şarlatanlık yapıyorsunuz. Bir türlü kendinizi bize doğru tanıtmak istemiyorsunuz. Yapmayın, ayıptır.
Sosyal dersler, sosyal yaşam diye bir kavram icat edilmiş. Sosyal yaşamı elli sefer tarif ettim. Bizim tarif ettiğimizin tersini dayatıyorlar. "Sosyal yaşamın bir anlam ifade edebilmesi için çok önemli siyasal ve askeri esaslara bağlanmak zorundayız" dedik. Örnek olarak kendi yaşamımı da gösterdim. Amansız bir örgütsellik ve siyasallıkla birleştirmeseydim, sosyal yaşam diye bir yaşam zaten yoktu. Halen de öyle. Bunlar çok açık, hepsini kanıtladık. Duygularınız son derece köreltici, müthiş güçten düşürür. Bu büyük bir hakaret. Nasıl cesaret ediyorsunuz şaşmamak elde değil. Ben bu yaşa geldim, halen güçlendiren ilişki, kadınlar konusunda bu kadar güçlendirmeyi daha çok yetersiz buluyorum. Bizimkiler buna karşılar. "Başını kaldıran kadın canavardır" diyor. Ünlü komutana bakın hele iradesi bitmiş, dört dörtlük teslim olan kadını bekliyor veya iliklerinden boşanırcasına bireyciliğe batmış ilişkiler istiyor. Ne kadar büyük bir ayıp! En kötüsü de sizin ruhlarınız buna alışmış. Yani serbest kalsanız hepiniz böyle olacaksınız. Aşka ne kadar büyük bir hakarettir bu. İnsana ne kadar büyük bir hakarettir. Bunda güzellik ilkesinden eser yok, güzel diyebileceğimiz kavramlarla ifade edilecek hiçbir şey yok. İşte böyle akıl hocaları türemiş ve gözü kara uygulayıcılar var içinizde. Aşık olmak kolay mı, ben bunu size açmadım mı? Açtım, çözdüm. Oldukça bilimsel olarak da izah ettim. Şu anda bu güçlü tarifi başka bir psikologun veya bir sosyologun yapacağını sanmıyorum. Güç yok sizde, güçsüz olanlar aşkla ne bağlantı kurabilir? En aşık olunamayacak kişilikler sizsiniz. Aşk zaten kişiliğinizde çoktan beri ölmüştür ve onun yerine ne kalmıştır biliyor musunuz? Afrika yerlileri, onlar çok güzel insanlar, bu geri düzeydeki ilişkileri bile bana çok anlamlı gelir. Ama sizinkiler bir karabatak gibi.
Nedenleri var, tarih boyunca, sömürgecilikten ötürüdür, bunları anlamak zorundasınız. "Canım duygu istiyor" diyorsun, ne duygusu, duygu diye bir şey kalmamış sizde. Bu savaşın diğer önemli bir amacı da aşkı gerçekleştirmektir dedim ve şöyle dediler: Önderlik de böyle yapıyormuş veya böyle söylemiş vb. her şey ortada. Bu zavallı kızlara fiziki olarak ayakları üzerinde yürüme gücü vermek için bile kırk yıldır hazırlık yapıyoruz. Bir tanesini ya o, ya sen birbirinizin eline geçtiğinde ne yaparsınız. İki hafta yok, iki hafta da değil, belki de yirmi dört saat ne ruhi, ne fiziki bir yanı kalır. Ondan sonra bizim adam hoşaf gibi zaten dökülür. Hoşaf olmuştur zaten, bizim aşığın içine düştüğü son durum bu. Seven adam, aşık olan böyle yapar mı? Bunları anlayacaksınız. Anlamadan sizi gebertirim. Anlayacaksınız, yaşayacaksınız. Biz öyle bildiğiniz gibi Hasso, Hüssolardan değiliz. Sinekli Hasso değilim ben, anlayacaksınız beni. Hiçbir erkek ve hiçbir kız bizi baştan çıkaramaz. Yanımıza gelenler göğe yükselme gereğini esas alırlar. Düşmeymiş, düşürmeymiş şurada kalsın, göklere uçmaktan bahsediyorum. Biz bunları kanıtlamışız. Biz hiç karşı değiliz aşklarınıza, duygularınıza, ama göklere uçuruyor mu orası önemli. Ama doğrultusu öyle değil, ondan sonra hemen uçtunuz, "yere çarpıldım, parçalandım" demeyeceksiniz.
Ben kendime fazla pay biçmiyorum veya her şeyi yarattım demiyorum, ama sağlıklı aşkın yolunu da açtığıma inanıyorum. İnceleyin, duyarlı bir biçimde inceleyin. Ben akıllı adamım, gerçekten bir şeyler yapıyorum ama siz onu mahvediyorsunuz. O sizin duygulandığınız bütün erkekler ve kızları gerçekten ben yarattım, farkında değilsiniz, ama halen onlara yaşamı öğretmeye çalışıyoruz. Yani düşünün fiziki, ruhi, bütün cinsel yanlar kusurlu, özürlü, onları muazzam düzeltmekle uğraşıyorum. Bunlar olmadan önemli duygular gelişebilir mi? Babadan anadan bellediğiniz bir sanat var; "kim kimi nasıl kandırdı". Zavallı hatırlıyorum '90’larda diyorlardı; "biz birbirlerimizin gözüne bakarız, ne demek istediğimizi anlarız!". Bu karasevda tarzı iyi ki buna kendimizi kapattık. Kapatmasak, benden de beş metelik değer çıkmazdı. Sonra ajanvari baktı, ajan olmayan da yok bizde. Sevdalandın mı bitti. Fazla kendimi abartmayayım ama herhalde oldukça etkilenen bir insanım, fakat halen kendimi temkinli yürütüyorum. Bütün insanlarla ilişkilerde sonuna kadar yüreğim çok duyarlı, insanlara verdiğim değeri sanmıyorum başka bir örnekte bu kadar gelişkinini bulabilirsiniz. Ama yine "ya şöyle olursa", tedbirli olacaksın, öyle olursan belki büyüdükçe büyürsün, belki kolay düşmezsin. Siz hemen yaltaklanıyorsunuz, serbest bıraksak burada kadın erkek boyutunda tabi birbirini aldatmayan adam kalmayacak. İdeolojiymiş, politikaymış, örgütmüş bir çırpıda "bunlar bir tarafa, bizim fiskoslarımız bir tarafa" dersiniz. Tabi her şey kaybediliyor, dikkat edin ordu da gidiyor, yaşam da gidiyor, aşk da gidiyor. Şimdi bana "senin bu söylediklerin çok zorluyor" diyeceksiniz. Düşman senin için ne yapıyor, düşman sana kimliğine, kişiliğine göre, yüceliğe göre metelik kadar değer veriyor mu? Sorunu ben yaratmıyorum, sadece sorunun aşılmasının gerekçelerini yaratıyorum. Yaşamı kurtarma, yaşama saygı, güzelliğe davet, bunlar çok önemli değil mi? Kuşlar bile yuva yaptıkları yerde, en emin yerde, en azından yılanla insan elinin değmeyeceği yerde, bir emniyet anlayışıyla yuva geliştirirler. Kendinize bakın, düşman elini uzatsa gırtlağınızda. Neymiş, duygusallıklar gelişiyormuş. Hayret ediyorum kuşlara bakın öğrenemediniz mi, düşünün. İnsanoğlu düşünme, ya da gelişme yasalarına ters düştü mü kuştan daha beyinsiz oluyor. Kuş beyinli denilir ya tam da bizimkilere göre. Hatta kuşa hakarettir, kuşların beyni güzeldir, bundan daha da geri oluyor.
Yaşamı seveceksiniz, bunları söylerken kimse size yaşamdan, büyük duygulardan vazgeçin demiyor, tam tersine yaşamın bütün diyalektiğini, felsefik yönlerinden tutalım, estetik yönlerine kadar öğrenin diyorum. Öğrenin gelin. Öyle köylü kurnazlığıyla olmuyor. Eğer köylü kurnazlığıyla işler başarılsaydı biz dünyanın en önünde olurduk ve en görkemli aşıklar da orada ortaya çıkardı. Olur mu böyle şeyler? Bakıyorum bu dersler işinize gelmiyor, derslerin şahı böyledir işte. PKK’nin ideolojik, savaş dersleri hep bu temeldedir. Öyle bir tarz icat etmişsiniz ki, yaşamdan kopmuş, tükenmiş, demin de vurguladığım gibi, önce örgütü, sonra birbirini, sonra kendini tüketme tarzını ortadan kaldıracağız. Ben insanlar için bunun doğal olduğuna inanmıyorum, insanlıkta ısrar kesindir.
Umarım Partimizin resmen değerlendirilmeye çalışıldığı bu yirminci yaş yılına girişi ve en önemlisi de, daha da çarpıcı olanı düşmanın fark ettiği olumlu özelliklerimize sahip çıkıp, kendi olumsuz özelliklerini bize dayatıcı yanlarına karşı kesin yetkin bir savaşı vermede ve bunu hem kalıcı, hem kesin kılmada sadece karar değil, an be an yeterli bir çaba içindesiniz. Öncelikle bu tehlikeyi böyle aşma gücünü göstereceğiz. Onla birlikte tarihimizin çok müthiş direnme, başarma yanları var, onları yine aynı kesin kararlılıkla ve yetkin çabayla kendinize mal etme tutarlılığını göstereceksiniz. Özgür yaşam konusunda sağladığımız bir gelişme var, bu gelişmeyi hem çarpıcı bir biçimde ki en cansızı bile dirilişe çeker, ona yüksek değer biçeceksiniz, ilgi göstereceksiniz. Özellikleri var. Hem tanımlayacak, hem de kendinizi o temelde yaşamsallaştıracaksınız ve biz Partimizin bu yirminci görkemli final yılını bütün bu doğrulara yaraşır temelde karşılayacağız. Aksi halde kararlılığın tersine olan yanları aşılamazsa yirminci yıla girerken etkili olursa, biz bu Partiye ihanet etmiş oluruz ve Parti elimizden kayar gider, tehlikesi bu kadar büyük.
İlk defa tarihimizde onurlu bir yaşamın eteğinden tutuyoruz. Bırakmamacasına kesinlikle ona sahip çıkabilmeli, sonuna kadar bunun için sorumluluk, ciddiyet göstermeliyiz. Her insanin eksikliği var, benim de dolu, ama herhalde yaşadıkça çabayla bunları da hem düzeltiyoruz, hem de aşıyoruz. Açık söylemeliyim ki hepinizden de çok zayıf olan birisiyim. Başlarken de, günümüze kadar da, ama bir farkım var ki yaşamaya karar verdikten sonra gereklerini yerine getirme tutarlılığı gösterme, inançla, dürüstlükle, sürekli elinden gelebilecek çabalara esirgemeksizin gösterdim. Kesin söyleyeyim ki ben de fark sürekliliktir, halka üzerine halka eklemektir, "bununla kendim varsam varım" demektedir. Sizin hatalarınız, sürekliliği çok kesiyorsunuz, halkalar çok kopuk. Altın değerinde bir halka da olsanız, diğerlerinden kopuk olduğu için yere dökülüyorsunuz. Devrimin arabası sağlam zincirle ancak ileri çekilebilir. Sizde bütün halkalar kopuk olduğu için zincir bile olamıyorsunuz. Bırakalım sağlam bir zincir, yoğunlaşamama, halka üstüne halka ekleyememe, sizi böyle kopuk kopuk halkalar biçiminde şuraya buraya savuruyor ve dişe dokunur bir şey bırakmıyor. İşte bunu aşalım diyorum. Yaşam üzerine yoğunlaşmayı sürekli sağlayacak bir biçimde kesinleştireceğiz.
Burada kayıplarımız o kadar önemli değil, biri gider on tane halka hazırdır, eklenir. PKK tarihi yenilmezlik tarihidir, peş peşe, amansız ve fazlasıyla eklenen halkalar sisteminden ileri gelir. Belki incelemeyi bilmiyorsunuz, açın bakin kitabına böyle olduğunu görürsünüz. Eğer böyle olursanız her alanda sağlam yoldaşlıklarla ilerleyeceğiz. Akşam vurguladım, birisi kitap yazmış bizim için “Cumhuriyet” diyor. Sadece biz cumhuriyet değil, yani ekonomik, toplumsal, askeri bütün yönleri de böyle planlamış ve kendisine uygulatan bir otoritenin ta kendisiyiz. Klasik anlamda salt bir Parti değiliz, onu demek istiyorum. İlginç bir önderlik tarzıdır, bu da benim karakaşım kara gözüm değil, aslında bir müessese, bir kurumdur. Ben olsam da, olmasam da bu biraz devam edecek. Nedir? İşte daha şimdiden mevcut devletlerden daha etkili bir olaydır. PKK’yi bir de böyle tanımlayacaksınız. Yani devlet düzeninden daha çok kendine göre bir iş düzeni var, ilkeleri ve pratikleri var. Yeni yaşamı ve onun savaşımı var. Hepsi iç içe aynı bir devlet sistemi gibi. Hatta ben bu devletleri fosilleşmiş buluyorum, dinozor devletler diyorum. Yeni devlet bizimkidir, ama öğreneceksiniz. Biraz gerçekleşmişiz, gerçekleştirdik, daha fazlasını içini de, dışını da veya kuralını da, doldurmasını da biliriz. Büyük, eşsiz bir çabadır, ne kadar güzel bir çabadır, ama önce anlamak, duymak gerekir.
PKK’de biraz gerçekleşen insanlık iddialarından tutalım, bir insanın bütün kaybettiklerini bulmak kadar, neden ilgi bu kadar yüksek, bu nedenle insanlığın yitirdiği emellerinin halen temsil ettiği yer deniliyor. İnsanın yüce duygularının, bulunacağı yer diye halen ilgi var aslında. Bu bir parti değil yalnız dikkat edilirse bu bir yaşam arayışı bu yeni bir toplum arayışı ve hepsi içinde az çok bulunuyor. PKK'yi derinliğine anlamaya çelişeceksin. Ordu çalışmaları bunun küçük bir parçasıdır, diğer yönleri de çok önemlidir. Hepsi de bütünleyici, birisi olmadan diğeri olmaz. Sistemdir diyorum, kopuk tek bir halkası yoktur. Bunun için çok ciddi eğitime ihtiyacınız var, bunun için çok iyi bir örgenci, akilli, terbiyeli bir öğrenci olacaksınız. Öğrenmeden yaşamaya "asla" diyeceksiniz ve PKK bunu hak eden partidir deyip yaklaşacaksınız.
Eminim ki biz şimdiden, imkansızlıklardan mucizevi yarattığımız bu olayı insanlığın hizmetine bile taşırabiliriz. Yalnız halkımızın değil, bütün halkların, insanların hizmetine bile verebiliriz. PKK sevdası budur, PKK kahramanlığı bu temeldedir. PKK’nin zaferi de bu temeldedir. Bunun dışında benim sizleri karşılamamın hiçbir anlamı yok. Nereye bakarsanız bakın, bütün büyük davaların, büyük devrimlerin, büyük savunucuları ilkeleriyle ve savaşçılarıyla böyledirler. Bizden başka bir şey beklemeyin, düzenvari ilgiler, ilişkiler beklemeyin. Büyük ilkelerle, büyük savaşların gereklerini bekleyin. Geldiniz, bunu gördünüz ve bunu aradınız. Kaldı ki ekmek suyun da, o yakalamaya çalıştığınız yaşamın da ancak bununla mümkün olacağını bir an bile göz ardı etmeyin. Bütün zenginlikler, bu ilkelerin savaşımının bir sonucu olabilir. Yoksa ilkeleri ve savaşı bir tarafa bırakarak işte hepsi aç şu anda. Ama ben aç değilim mümkün de değil. En zenginiyim bu ülkede, bu halk içinde, her yönüyle zenginim. Neden, çünkü benim ilkelerimin amansız savaşı esas alındığı için bu böyledir. Bu çok net, bunu bırakıp neye dalabilirsin, bunu ikinci plana bırakıp neyi ön plana alabilirsin? PKK budur, önderlik budur, zafer de budur...
Reber APO
24 Kasım 1997
- Ayrıntılar
Kürdistan İşçi Partisi-PKK’nin otuz beşinci kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Kürtler bu günü “Ulusal Diriliş Bayramı” olarak tanımlıyor ve bu temelde kutluyorlar. Kutlamalar PKK’nin kuruluş günü olan 27 Kasım’dan bir hafta önce başlamış durumda. 27 Kasım’dan sonra da en az bir hafta devam edeceğe benziyor.
PKK’nin kuruluş günü kutlamaları Kürdistan’ın dört parçasında olduğu gibi, yurtdışında ve özellikle Avrupa ülkelerinde de gerçekleşiyor. Daha doğrusu Kürtlerin bulunduğu her alanda kutlama oluyor. Toplumun her kesiminin yer aldığı kutlamalara özellikle gençler ve kadınlar daha fazla katılıyor. Çünkü PKK kendisini gençlerin ve kadınların partisi olarak tanımlıyor. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele günü olan 25 Kasım etkinlikleriyle PKK kutlamaları iç içe geçiyor.
27 Kasım PKK’nin kuruluş günü kutlamaları bu yıl sanki her zamankinden daha kitlesel ve coşkulu geçiyor. Bunda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği Demokratik Çözüm Sürecinin yarattığı umut ile PKK’nin yürüttüğü yoğun örgütlenme çalışmaları önemli rol oynuyor. Özellikle PKK’nin bu yıl 11. Kongresini yapmış ve kendisini yenileyip daha kararlı ve örgütlü hale getirmiş olması katılımları ve coşkuyu artırıyor.
Kuşkusuz geçen iki yılda yürütülmüş olan yoğun gerilla direnişinin ve bu yıl başarılı bir biçimde gelişen Rojava direnişinin de bunda çok önemli bir etkisi var. Özellikle Kürtler için birer Ulusal Kahraman olan bu direnişin şehitleri toplumun tüm kesimlerini derinden etkiliyor. Dolayısıyla 27 Kasım etkinliklerinin çoğunluğu şehitleri anma ve şehitlikleri ziyaret etme biçiminde oluyor. Çünkü PKK Önderi Abdullah Öcalan PKK’yi “Şehitler Partisi” olarak tanımlamış bulunuyor.
PKK’nin Eylül ayında yapmış olduğu 11. Kongresinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü kararlaştırmış olması da 27 Kasım etkinliklerini olumlu etkiliyor. Bu kararın yarattığı büyük heyecan ve görev bilinci Kürt halkını sokaklara döküyor. Çünkü başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm Kürt toplumu Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü kendi özgürlüğü olarak görüyor ve bunun başarısını kendisi için bir onur meselesi olarak ele alıyor.
Bilindiği gibi, PKK Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kurulmuş, yoğun örgütlenme ve mücadele ile bugüne gelmiş bir partidir. Temeli Önder Abdullah Öcalan’ın 1973 Newrozunda örgütlediği altı kişilik bir grup tarafından atılmıştır. Bu grup PKK’nin ilk örgütsel çekirdeği oluyor. PKK’nin yaşam felsefesi ve ideolojik-politik çizgisini ise Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan geliştirmiş bulunuyor. Yani tüm yönleriyle Kürt Halk Önderi tarafından geliştirilen bir Önderlik Hareketi!
PKK çekirdeğinin Ankara’da ve yüksek öğrenim gençliği içinde oluştuğu biliniyor. Bu PKK’yi oluşturan bir ideolojik gruptur. Bu grup Kürdistan gençliği içinde örgütlenerek kadrolaşmasını yaratmış ve kendisini partileşme aşamasına getirmiştir. Gençlik çalışmalarının en etkili militanı olan Haki Karer’in 18 Mayis 1977’de kontrgerilla tarafından Antep’te katledilmesi partileşme sürecini yönlendiren en büyük olay olmuştur. Aynı zamanda PKK’nin silahlı savunma sürecini de başlatmıştır.
PKK’nin Amed’in Lice ilçesinin Fis Köyünde 26-27 Kasım 1978 tarihinde 22 kişinin katılımıyla yapılan iki günlük toplantı ile resmen kuruluşunu gerçekleştirdiği bilinmektedir. İlk ciddi direniş eylemlerini 1978’de Hilvan’da, 1979’da ise Siverek’te gerçekleştirmiştir. 1978 Aralığında kontrgerillanın gerçekleştirdiği Maraş katliamını değerlendirerek devletin yeni bir darbe sürecine girdiği tespitini yapmıştır. 1979 yazında Filistin Direnişi ile ilişki kurarak, daha darbeden bir yıl önce hem yurtdışına açılım yapmış, hem de gerilla eğitmeye başlamıştır. Bütün bunlar 12 Eylül faşist-askeri darbesi karşısında PKK’yi örgütlü ve düzenli geri çekilmeyi başaran örgüt haline getirmiştir.
12 Eylül faşist-askeri rejimi karşısında PKK’yi ayakta tutan ve gelişmesini sağlayan iki temel olaydan biri 1982 yılında yaşanan tarihi Zindan Direnişi olurken, diğeri ise Filistin Direnişi ile ilişkisi ve yurtdışı çalışmalarını burada yürütmesi olmuştur. Bunlar sonucunda PKK, Kürdistan’a gerilla birlikleri halinde geri dönüp 15 Ağustos Gerilla Atılımını başlatabilmiştir. Zindanda kazanılan ideolojik zafer gerillayı sürekli besleyerek, bütün zorluklara rağmen gerillanın sürekli gelişmesini sağlamıştır.
PKK, Kürdistan’da hiçbir partinin ve liderin cesaret edemediği gerilla direnişine cesaret etmiş, yüzlerce ve binlerce şehit vermesine rağmen gerillada ısrar edip sürekliliği sağlamayı başarmıştır. Böylece Kürt toplumunun ulusal kahramanlık dönemini yaratmış ve Ulusal diriliş Devrimini gerçekleştirmiştir. Gerillanın yarattığı birikime dayanarak 1990’larn başından itibaren halk serhildanlarını örgütlemiştir. Önce parti, sonra da gerilla olan hareket, bu seferde direnen halk gerçeği haline gelmiştir.
Tüm bunlara dayanarak PKK, 1991-1998 döneminin topyekun saldırısına karşı direnip devrim değerlerini korumayı başarmıştır. 9 Ekim 1998’den bu yana sürdürülen Uluslar Arası Komploya karşı da kendini yenileyip yeniden yapılandırarak ayakta kalmayı ve ulusal demokratik direnişi geliştirmeyi sağlamıştır. Bütün bunların yarattığı sonuçlardan aldığı güçledir ki, uluslar arası komplonun 16. Yılında, PKK’nin resmen kuruluşunun ise 36. Yılında Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlü görevini önüne koyabilmiştir.
Şimdi Güney ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan bazıları bir araya gelerek Kuzey Kürdistan’da PKK’ye alternatif olacak yeni bir parti kuracakmış! Para gücüne ve kapitalist güçlerin desteğine dayanarak PKK’yi aşıp Kuzey Kürdistan’ın etkili gücü haline gelecekmiş! Mesut Barzani’nin Amed ziyaretinden ve Erdoğan-Barzani görüşmesinden böyle bir sonuç çıkartılacakmış!
Ne diyelim, isteyen istediği kadar parti kurabilir, kuşkusuz buna diyecek bir şeyimiz olmaz. Fakat PKK’yi aşma iddiasında olanların en azından PKK gerçeğini iyi bilmesi gerekir. Yine PKK ile Kürt halkı arasındaki ilişkiyi iyi çözümlemesi gerekir. PKK öyle masa başında kurulmuş veya gökten düşmüş bir parti değildir ki, masa başı particiliğiyle aşılabilsin. Kürt halkı eskisi gibi bilinçsiz ve örgütsüz değil ki, birileri hemen örgütleyebilsin.
PKK adı yasaklanmış ve unutturulmuş bir ülkenin adını konuşulur hale getirmiştir. Kimliksiz kılınmış bir toplumu kimliğiyle yaşar kılmıştır. Kendinden utanan ve kaçan bir toplumu onurlu ve başı dik hale getirmiştir. Yani PKK yaratılmış bir ülke, yeniden diriltilmiş bir toplum, kazanılmış bir kimliktir. PKK böyle tarihi, destansı ve kahramanca bir mücadelenin kendisidir. O nedenledir ki halk her gün meydanlarda “PKK Halktır, Halk Burada” diyor.
Peki bu gerçeklik görülmeden Kuzey Kürdistan’da parti olunabilir mi? Bu gerçeği esas almayan bir güç Kürt halkından destek bulabilir mi? Kürt halkı bu kadar bilinçsiz ve basit mi sanılıyor? Zaten PKK bir alternatiftir, Kürt halkının varlığını inkar eden ve yok etmek için kültürel soykırım uygulayan sömürgeci sistemin alternatifidir. O halde PKK’ye alternatif olmak, inkarcı ve imhacı sistemden yana olmak anlamına gelmez mi?
Demek ki, tarihsel olarak gerçekleşmiş bir durum var: Ya sömürgecilik tarafında olursun, ya da PKK tarafında! Bunlar dışında üçüncü bir taraf artık yoktur. Kırk yıllık mücadele gerçeği bu sonucu ortaya çıkarmıştır. Bunu herkesin iyice görüp anlaması gerekir. Bu noktada asla yanlış yapmamak gerekir. PKK’ye alternatif olmak isteyen sömürgecinin yanına gider. Demek ki PKK’ye alternatif olunmaz. PKK’nin bir kolu, bir parçası, bir boyutu, bir dostu olunabilir. Bu temelde yurtsever bir parti olarak örgütlenilebilir ve politika yapılabilir. Ama bu da PKK’ye karşıt veya alternatif olma değil de, PKK ile uyum ve dostluk içinde olmayı gerektirir.
Demek ki herkesin PKK gerçeğini doğru anlaması gerekiyor. 36. yılına girerken PKK bu konumu net bir biçimde yaratmış bulunuyor. Bu temelde herkesin Ulusal Diriliş Bayramını kutluyor, Kürdistan yurtseverliğini ve kahramanlığını temsil eden PKK şehitlerini saygıyla ve minnetle anıyoruz! Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 19 Kasım tarihinden itibaren Şırnak'a bağlı Gabar dağı üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçlarıyla yoğun keşif uçuşları gerçekleşmiştir.
- Ayrıntılar
Sömürgeciliği; “genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik” olarak tanımlıyor sözlükler.
Bunun için dünyada bir halkın başına gelecek en büyük felaketlerin başında kesinlikle sömürge durumuna gelmek durumu geliyor. Sömürge durumuna gelenler sömürgeciliğin kendileri açısından ne anlama geldiğini en iyi bilenler oluyor. Çünkü sömürgecilerin sömürge insanına nasıl yaklaştığını bizatihi yaşayarak öğrenmişlerdir sömürgeciliği yaşayanlar.
Yaşanmadan öğrenmek zor oluyor insanlar için. İnsanların halen en iyi öğrenme yöntemi yaşayarak öğrenmeleridir. Bunun için diyoruz sömürgeciliği en iyi anlayan, en iyi dile getiren, en iyi tanımlayan ve tabii ki buna karşı da mücadele edecek olanlar en çok bu durumu yaşamış olanlardır.
Sömürge altında olupta sömürgeciliğe karşı mücadele etmemek tek kelimeyle söyleyecek olursak onursuzluktur. Bu durumu en iyi bir şekilde ifade etmiş olan kişi Fransız aydınlarından olan Jean Jacques Rousseau’dur. Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında:“Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der ve özgürlüğünü çalmış olanlara karşı mücadele etmeye çağırır.
Evet, sömürge durumunu yaşayıpta karşı durmamak yeniden belirtelim ki tek kelimeyle ifade edecek olursak, onursuzluktur.
Sömürgecilerinde çeşitleri vardır. Kimisi vardır gelir ülkene el koyar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini alıp götürür. Ve yer yer karşı koyuşlar olduğunda ezip geçer. Ancak kimisi de vardır ki çok farklıdır. Hem gelir ülkene el koyar, hem yer altı yer üstü zenginliklerini çalar, hem vurur kırar, hem de el koyduğu topraklarda kendi kültürünü yayar, orada yıllarca hatta bin yıllarca yaşamış olan kültürü yok sayarak, küçümseyerek horlar, bu yetmez dediğimiz gibi kendi kültürel yayılmanın alanı haline sömürge ettiği toprakları getirir. Bu tarz bir sömürgecilik dünyanın en çirkin ve en tehlikeli olan sömürgecilik biçimidir.
Bu duruma peki bir toplum ya da insan nasıl getirilebilir? Hiç şüphe yok ki sömürgecilerin eğitimiyle.
Bu duruma iyi bir örnek “Zamanın Kahramanları” adlı şiirinde David Diop dile getiriyor.
“Beyaz adam babamı öldürdü
Çünkü onurlu bir adamdı babam.
Annemi kirletti Beyaz adam
Annem güzeldi çünkü.
Beyaz adam belimi kırdı kardeşimin
Güpegündüz, yol ortasında
Çünkü güçlüydü kardeşim.
Ve sonunda bana döndü Beyaz adam,
Elleri kan içinde.
Önce nefretini tükürdü yüzüme
Sonra “Hey velet,” diye buyurdu,
Bir tanrı azametiyle,
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime”.
Peki, nasıl olur da hem babasını katletmiş, hem anasına el atmış, hem kardeşinin bellini kırmış bir sömürgeci “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” diye biliyor ya da diye bilir. İşte bunun da yolu sömürgecilerin verecekleri eğitimle mümkündür.
Başkan Apo bunun olabilmesi için öncelikli olarak kültürel soykırımın uygulanması gerekiyor diyor. Çünkü kırımların en tehlikelisi dediğimiz gibi kültürel düzeyde yürütülen soykırımdır. Başkan Apo bu tarz bir sömürgeciliğe kültürel soykırım rejimi diyor. Ve kültürel soykırımı: “İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir” diye tanımlıyor. .
İşte bu tarz bir soykırımın yürüyebilmesi için sömürgecilerin çok güçlü bir eğitim sistemi yürütmeleri gerekiyor. İnsanların kendilerini görmedikleri, tam tersine sömürgecilerin ya da ezenlerin çıkarlarına göre hareket etmeleri için özenle bir eğitim sisteminde geçmeleri gerekiyor.
Örneğin, Ezilenlerin Pedagojisi adlı yapıtında Paulo Freire: “Gerçekten de ezenlerin çıkarları “ezilenlerin bilincinin değiştirilmesidir, içinde ezildikleri durumun değiştirilmesi değil.” Çünkü ezilenler bu durumu benimsemeye ne kadar yönlendirilebilirlerse, egemenlik altına alınabilmeleri o denli kolay olur. Bunu sağlamak için ezenler, bankacı eğitim modelini içinde ezilenlerin “yardım alanlar” gibi ikiyüzlü bir ad aldıkları vesayetçi bir sosyal yardım aygıtıyla birlikte kullanırlar. Ezilenlere, tekil vakalar gibi, “iyi, örgütlü ve adil” toplumun genel dış görünüşünden sapan marjinal kişiler muamelesi edilir. Ezilenler sağlıklı toplumun patalojisi olarak değerlendirilir; bu nedenlerle de bu “yetersiz ve tembel” kişilerin zihniyetleri değiştirilerek toplumun kalıplarına uygun hale getirilmelidir. Bu marjinallerin, “terk etmiş oldukları” sağlıklı topluma “entegre edilmeleri”, “kazandırılmaları” gerekir “der.
Şimdi yukarıda Paulo Freire’nin dediklerinden yola çıkarak Kürdistan’daki duruma dönük birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
TC devleti bizleri yani Kürtleri ve Kürt halkı gibi bu topraklarda yaşayan diğer tüm halkları hasta yani patalojik gördüğü kesindir. Bizleri “hasta” halde çıkartmak için inanılmaz çabalar harcadığı da o derece bir gerçektir. Başka bu kadar dil yasaklarını, anadilde eğitim yasaklarını neyle izah edeceğiz? Yine dünyanın en çok zindanlarına sahip olan bir TC devlet gerçeğini nasıl izah edeceğiz?
Kendileri açısından bu durumlar açıktır. Diller yasaktır çünkü başka Türkçeyi toplumlara yedirilemez. Yine zindanlar olmazsa bu kadar insan terbiye edilemez ve başkalarına da gözdağı verilemez.
Bizler TC sömürgeci devletinin yaptıklarına bir yere kadar anlam verebiliriz. Ve diyebiliriz ki, sömürgeciliktir ve yapar. Çünkü hedefi bizi hem fiziki hem de kültürel olarak yok etmektir. Yani soykırıma tabi tutmaktır.
TC devleti bunu yapıyor peki biz nasıl yaklaşıyoruz bu durumlara? Örneğin TC’nin okullarına gitmeyenlere bizler cahil gözüyle bakmıyor muyuz? Küçümsemiyor muyuz? Geri kalmış muamelesi yapmıyor muyuz?
Peki, bu durumun kendisi Freire’nin tanımladığı “patalojik” olan bir durum değil midir? Yani bizler TC’nin dayattığı eğitim sistemine adeta kendimiz koşmuyor muyuz? Sömürgecilerin dillerine adeta gönüllü olarak kendimiz uygulamıyor muyuz? Yani oto asimilasyon diye dile getirilen kendi kendimizi asimile etmeyi gerçekleştirmiyor muyuz?
Açık yüreklilikle belirtelim ki hepsini kendimiz yapıyoruz, hem de bin bir dereden su getirerek yapıyoruz. Sömürgecilik sadece babamızı katletmemiş, sadece annemize el atmamış, sadece kardeşimizin bellini kırmamış ve sadece “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” dememiş daha fazlasını yapmış ve bizden daha fazlasını da istemiştir. Ne yazıktır ki bizler de onun istediklerinin tümünü yerine getirmişiz. Onun dilini ana dilimizden daha iyi konuşuyoruz. Onlardan daha iyi onların yazılarını kullanıyoruz. Onlardan daha fazla onların türkülerini şiirlerini okuyoruz, onlardan daha fazla onların kültürel etkinliklerine katılıyoruz, onlardan daha fazla onların spor etkinliklerinin peşine takılıyoruz, onların sanatçılarını, sporcularını, siyasetçilerini derken ne kadar”onların” şeyi varsa hepsine büyük bir özentiyle peşine takılıyoruz. Bu patalojik bir durum değil midir?
Evet, durum bu oldukça bize günlük olarak vuran, katleden ve tarihimizde büyük katliam yapan böylesine faşizan bir sömürgeci güç ve onun temsilcileri yeniden yeniden bizlere:
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime” demeye devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar