12 Mart darbesinin 23. yıl dönümünde böylesine bir çalışma yürütmek anlamlıdır. Bu darbenin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970’lerin ilk defa düzenle kopuşma temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklere sert bir karşılıktır. Esas itibarıyla o dönemlerin geliştirilecek ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan Kurtuluş Mücadelesine de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade ettiği, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklikler nedeniyle bir çok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme, iyi planlanmış bir özel savaş darbesidir.
Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiği, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığı ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böylesine bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlar olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar. Önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar, kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaşan ve devrimci ideolojik-politik temellerden kopan, düzenin oldukça etkisine giren ve bir çok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen, lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler.
Bilindiği gibi 12 Eylül’le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emareleri bile göstermeden, gösterenler de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart’ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor. O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını biliyoruz ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar da gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, devrimci ideolojinin, yani sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan Kemalist ideolojiye karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz.
Kürt hareketindeki ilkel-milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, bunların tohumlanma halinde olduğu, darbenin aslında bu gelişmeleri önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını göz önüne getirirsek, bu darbenin günümüze kadar ki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik, askeri savaşımı göz önüne getirirsek, 1970’li yıllar, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak yalnız Kürdistan’ın değil, Türkiye’nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi şahsımızda, kendi hareketimizin somutunda böylesine önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek o dönemin bir çok önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye direnilmiştir ve sonuçta işte buraya kadar gelinebilmiştir.
Biz, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine, buna Türkiye’nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir, görünüşte Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, ama PKK, özünde Türkiye’nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye’nin devrimci partisi anlamındadır, bu işlevi de görüyor. Fakat Türk Solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizginin temelinde partileştirememesi, eyleme, gerillaya kavuşturamaması bir çok nedenleriyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından önemle kaynak bulur, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu da ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi ama, bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, Kemalizm’in etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye’de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama belirleyici olanın da 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, derinleştirilememeleri, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulamamaları ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma, çarpıtmalar esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur.
En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor. O dönemin gerek THKP-C kökenli önderliği, gerek TİKKO, gerek THKO önderliği tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir, ulusal soruna, Kürt sorununa da cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Bizde bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir ve daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama hiç şüphesiz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. O günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimizi, parti tarihimizi biliyorsunuz ve gerçekten buna bir de böylesine bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğu ve 12 Eylül’ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu göz önüne getirdiğimizde ve sadece bir günle veya bir kaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci –geçen 20-25 yıllık süreci- etkilediği, esasta politikayı da, ekonomiyi de, her türlü yaşamı da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendikleri göz önüne getirilirse, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya -ki buna 1970’leri de eklemek gerekir- TC’nin bu askeri niteliğine karşı olduğu, başka türlü olamayacağı göz önüne getirilmelidir. Aslında dayatılan, bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey, bir demokratizmdir. Bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1920’lerden günümüze kadar devam eden aslında budur. Bunu iyi görmek gerekiyor.
TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik, ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmeleri etkileyen, kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır.
Tüm isyanların ezilmesi, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle yakından bağlantılıdır, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle bağlantılıdır.
Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyetin rejiminin diğer bir sonucudur.
Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi, çok sahte bir ucube Kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozaiğini bozdu, bozmakla kalmadı, asimile etti ve en şoven bir ulusçulukla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki Hitler’i bile geride bırakan –ki, o yalnız bir Alman için ulusçudur- yine tanıdık bir çok diktatörü geride bırakan, amansız bir diktatörlük anlayışıyla ki, Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart’ta bunun bir aşamasıdır, 12 Eylül bunun daha da derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır ve kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirilebileceği özel savaşın her türlü biçimidir. Hiç şüphesiz bunun da arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal beylik, aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar bir kaç yüzyıldan beri egemenliğini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve bazıları tarihten silindi. Çok sayıda halkın tarihten silinişi, en gelişkin kültürlere sahip olan topraklardaki halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün de geriletilmesi, hatta İran kültürünün geriletilmesi, –ki hepsi geri bir temelde olmuştur- bunun yerine bir kaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunmuştur. Özellikle Tanzimat’tan beri daha da geliştirilerek, Kemalizm’le birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılamaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı, işkenceli, çok sömürü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getiren bu rejim, ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, çok kısaca dokunduğumuz böylesine bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir, bunu iyi görmek gerekiyor. “Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum” diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. “Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, biraz intikamımı almak istiyorum” diyen herkesin halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini özellikle her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir.
Yani her ne kadar ideolojik-politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşam temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir. Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böylesine kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya onu anı anına yaşadıkları söylenemez, fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan böylesine Türk barbarlığını, Türk-barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlikleri yönünde çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomik kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, öyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böylesine temel özellikleri olan bir harekettir. Düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacağı, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, böylesine bir azılı rejimi tutan, bunda çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, yine kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özelliklerine, özellikle TC’nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi ortaya koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böylesine derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Ve kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyecekleri veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegâne bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricileri olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmeleri, salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23. yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. Gerçek PKK’liyim demek isteyen, bir anlamda işte bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi bilmeli, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı bilmeli, böylesine kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK’nin içini bu kadar tartışırken, öncülüğünü tartışırken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK’nin gerçeklerini göz ardı edemez.
PKK’nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır. Kimsenin PKK’yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçisinin umudu olan bir örgütü, hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez.
PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir.
Siz, o devrimcilerin tarihini bilmeyebilirsiniz, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan intikamlarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve tabii ki bu, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz. “Anlayamadık, daraldık” deme küstahlıklarına girmeye hiç birinizin hakkı yoktur. Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu böyle görmemek, bu tarihten habersiz olmak ve halen mevkicilik peşinde koşmak, halen demagoji peşinde koşmak, halen PKK’nin bazı mevkilerini, mevzilerini ucuz ele geçirmek, ona hakkını vermemek böylesine büyük bir mirasla alay etmektir, onu göz ardı etmek demektir. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile.
12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Bir çokları belki onların anısına –yoldaşlıkları adına- ihanet etti ama, biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generalleri şimdi her birisi bizim için özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan’da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zaptedenler, gerçekten şimdi Kürdistan’daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar. Dolayısıyla böylesine bir özel savaşa dayatılan devrimci bir savaş söz konusudur. Her zaman şunu söyledik: Biz ufkumuzu geniş tutmak zorundayız, bunun öyle darlıkla, bunalımla alakası yok. Kim ki “ben dar kaldım, bunaldım” diyorsa, o, yalancının tekidir.
Gerçekler bu kadar çıplak iken, “daraldım, bunaldım, kaldıramadım” demek küstahlıktır. PKK adına hiç kimse asla bu durumlara düşemez, giremez. Düzenin pisliği olacaksın, her türlü pisliğini taşıracaksın, bunu küstahça yapacaksın, ondan sonra da “bunaldım, çözemedim, daraldım” diyeceksin! Artık bunlara son veriyoruz. 12 Mart direnişçilerinin de anısına cevaben, bunlara son veriyoruz. Bunları bileceksiniz. Özellikle 12 Eylül’ün pisliklerini, ortaçağ pisliklerini taşıyanlar, PKK’nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar.
Biz, ilkel-milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık, onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz. Daha düne kadar özeleştirilerinizde, bu saflarda düzen pisliklerini ne kadar temsil ettiğinizi söylediniz, yüzlerce yıldan kalma düşkünlükleri ne kadar temsil ettiğinizi söylediniz, şimdi onlar ortadan kalkıyordur, aksi halde faaliyetiniz ajanlıktır. Halen bize yakışmayan bir çok tutum ve davranış var, halen düzenin, özel savaşın işine yarayan bir çok tutum ve davranış var. Onları da kaldırmanız gerekir. Eğer direnenlerin anısına biraz saygınız varsa, biraz namus, intikam anlayışınız varsa sağlam olmanız gerekir. Bu anlamda bizde bu büyük direniş şehitlerinin anısına diyoruz ki; sağlam temsil edildiniz, edileceksiniz.
PKK’lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim, devrimcilerin –Türkiyeli devrimciler de dahil- anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini biliyorum, Kürdistan’da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına yaşıyorum, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi bilirim, izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem.
Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelendiğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz halen kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz! Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık.
Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara eğer biz tutarlı halk devrimcisi isek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra da bireysel bunalım teorileriyle, anlayış veya anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır. Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları, ya defolup gitme vardır. Orta yolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o dar ağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Bunları görmeyeceksiniz, sonuç çıkarmayacaksınız, habire mevkicilik, habire şu-bu komutanlık deyip değerler üzerinde oyun oynayacaksınız! Bunu kim kabul eder? Yetersizlik kelimesi bile suçtur. Kendi hareketini böyle tanıyan birisi, artık ciddi bir yetersizlikten de bahsedemez. Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı mücadele edilerek elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır. Biz size geniş platformlar açmakla, çok geniş örgüt imkanları, savaşım imkanları açmakla üzerinde tepişesiniz diye değil, varolan büyük intikam görevlerini, büyük devrimcilerin anılarına bağlılık gereklerini yerine getirmeniz için açtık. Ona layık olmanız için de sizden yüz kat daha kendini verenler bile işledikleri hatalar karşısında yüz defa ezilip büzülüyorlar, layık olmamaktan ötürü eziliyorlar. Çocuk olmadığımı anlayacaksınız, anlayışlı olmanızı kanıtlayacaksınız, büyük özgürlük çalışması yaptığımıza emin olacaksınız ve onun yaman bir savaşçısı olacaksınız.
İmkanlarımızın çok sınırlı, düşmanımızın çok vahşi olduğunu bilerek bu savaşa katılım göstereceksiniz. Kesinlikle yeterlilik düzeyinde savaşa bir katılımınız olacak. Yine her yönüyle PKK temsilini sağlar bir partileşmeyle katılım göstereceksiniz ve döneme kendini dayatan özel savaşa bir tavır, tutum dışında, bu çalışma, yaşam, vuruş tarzı dışında hiçbir biçimde karşı konulamaz. Ancak böyle karşılarsanız bu savaşta başarı şansınız olabilir. Dolayısıyla özgür yaşam şansınız olabilir.
Bu temelde bütün devrimcilerin anısına da bağlılığımızı bir kez daha andık ve asıl bağlılığı bundan sonra savaşı daha da derinleştirerek göstereceğimize dair biz de söz veriyoruz.
12 Mart 1994
Reber APO
- Ayrıntılar
Yerel yönetime talip adaylar
Bir seçim sürecinde ilerlerken Ortadoğu açısından önemli bir yere sahip bazı bölgeleri özel olarak ele alıp incelemek gerekiyor. Tarih boyunca bu yerler taşıdıkları kültürel, sosyal, siyasal gelenek nedeniyle çeşitli güçlerin saldırı hedefleri olmuştur. Saldırı olduğu kadar direniş yurdu da olmuştur bu yerler.
İşte böyle bir yer olan Urfa.
Peygamberler şehri.
Kutsal şehir Urfa.
Methiyeler düzerek, överek bir yerin gerçeğini anlamak ve anlatmak doğru değildir. Ahlaki değildir. Olguların değerlendirilmesi açısından da hep bir tarafını görmek objektif olmayacaktır. Eğer doğru, bütünsel bir şekilde tanımlamak istiyorsak her ne olursa olsun olumlu yönleri kadar olumsuz yönlerini de değerlendirmemiz şarttır. Olumsuz yönlerini değerlendirip buna göre yaklaşım belirler, düzeltmek için çaba harcarsak o zaman doğru tavrı sergilemiş oluruz.
Urfa peygamberler şehri olduğu kadar lanetin simgesi haline gelmiş bir kenttir. Aslında tarihten günümüze bu durum hep yaşanmıştır. İbrahim peygamber Kutsalı temsil ederken Nemrut lanetin simgesi olmuştur. O günlerden günümüze bu gerçek halen varlığını korumaktadır.
Birkaç yazıyla yerel seçimler arifesindeki Urfa’nın günümüzdeki sorunları, seçim süreci ve nasıl yönetileceğini tartışmaya açmak istiyoruz. Tabi burada kutsalı görmek kadar lanetliyi de laneti de göstermeyi amaçlayacağız.
Adaylara ilişkin:
Urfa’da mevcut durumda seçim anketlerine de bakarsak, halkı da dinlersek, tarihe de bakarsak lanet ve kutsalın siyasal alanda da kendini gösterdiğini göreceğiz. Lanet ve kutsal birbirlerine karşı mücadele etmektedir.
Urfa ve ilçelerinde kutsalın ve lanetin temsilini yapmakta olan iki siyasi hareket vardır.
Birincisi on yıldan fazla bir süredir hem Urfa hem de Türkiye’yi yöneten son zamanlarda yavaş yavaş hırsızlıklarının bir kısmı açığa çıkan AKP hareketidir. Tabi hırsızın Nemrut geleneğini, laneti temsil ettiğini söylemeye gerek bile yoktur.
AKP’nin din imandan çok bahsetse de hepsini hırsızlıklarını gizlemek için söylediği, yani hırsızlığın yanında yalanın da AKP’nin temel eylemi olduğu anlaşılmıştır. On yıldır askeriyle polisiyle, gazıyla, tomasıyla halka karşı tam bir zulüm harekatı yapmış, sadece demokratik haklarını istediği için son on yılda beş yüze yakın insanı katletmiştir.
AKP’nin ne olduğu kadar gösterdiği adayın da kimliği AKP’nin yüzünü açığa çıkarmak açısından önemlidir.
Celalettin Güvenç Urfa valisidir.
“Bundan başka çok fazla şey bilinmez. Devlet adamıdır” demek yetmez. Geçmişteki pratiklerine ana hatlarıyla bakmak bile kim olduğunu anlamaya yetecektir. Laneti mi kutsalı mı temsil ettiği görülecektir.
Celalettin Güvenç 1989-90 yıllarında yani Kürdistan’daki savaşın en yoğun olduğu, halka karşı saldırıların yoğunlaştığı bir süreçte Beytüşşebap ilçesinin kaymakamıdır. Köy boşaltmalarından, uçaklarla köylerin bombalanmasına ve daha nice katliam ve faili meçhul denen faili devlet olayları koordine eden kişilerden biridir. Yani o dönemde kaybedilmiş, katledilmiş pek çok insanın birinci dereceden sorumlusu kişilerden biridir. Katliamlar nemrutların işidir. Laneti temsil eder.
İkinci gelenek nedir? Kırk yıla yakındır Türkiye’nin demokrasi için, halkların kardeşliği için mücadele eden ve bu mücadele uğruna nice bedeller vermiş bir harekettir. Kendini çağdaş İbrahim-i gelenek diye tanımlayan harekettir.
Adaylarının da bu mücadeleyle yıllardır birlikte hareket eden bir gerçeği vardır. Yani yıllardır onlar bu mücadele içerisinde emeğiyle var olmuş kişilerdir.
Şimdi seçim Urfalılarındır. Laneti mi seçeceklerdir, kutsalı mı?
Laneti mi yayacaklar, laneti mi örgütleyecekler yoksa kutsalı mı?
G.Suat Tekin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Mart günü saat 20:00’den bugün sabah saat 06.00’a kadar işgalci TC ordusu, Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin bölgemize bağlı Şehit Kendal, Şehit Welat, Dola Kuranış ve Kuru ağaç alanlarına obüs ve top atışlarıyla bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Çünkü; kadını örgütleyemeyen bir örgüt örgüt değildir. Sizin yeriniz sadece eviniz değil. Siz her yerde olmalısınız. Söz sahibi olmalısınız, her yerde kadınlar konuşmalı. Kadın özgürlük mücadelesi olmasaydı kadınlar köle olarak yaşamaya devam ederdi.
Şehit kadın kahramanlar var hepsi çok değerliydi, şehit düşen tüm kadın yoldaşlarımı hepsini saygı ile anıyorum. Sakine’nin hayatı örnektir. Kadının özgürleşmesi Sakine’nin mücadelesidir. Sakine’nin hesabını sormalı, açığa çıkarmalısınız. Kadının kölelik tarihi elbette Ortadoğu kültüründe gizlidir. Çıkışı da bu nedenle bu topraklarda olacaktır. Ama erkek tarzında olmayacağı açıktır. Hiçbir öykü kadının kölelik ve özgürlük öyküsü kadar beni hem esefle, öfkeyle hem kıvançla ve coşkuyla etkilemiyor.
Bana öyle geliyor ki toplumsal yaşamda yapılan en temel hata, yanlışlık ve çirkinlik kadın konusunda yapılmakta ve yaşamı peşinen kaybetmeye götürmektedir. Bunun başlıca nedeni kapitalizmi kültürüdür. Tarihin hiçbir döneminde kadın kapitalizmde olduğu kadar istismar edilmemiş ve sistemin hizmetinde kullanılmamıştır. Dolayısıyla kadın özgürleşmesinde özgün bir öz savunma yaşamın temel ilkesi yapılmak durumundadır. Bunu zihnen oluşturacaksınız. Bu ölümler savaştan daha da beterdir. Küçük kız çocuklarını gelin adı altında eş olarak alıyorlar. Aldığında eş, tecavüz ettiğinde leş olur. Sonra yüzüne nasıl bakılır. Kadınların en büyük sorunlarından biri de işsizliktir. Kadını da ekonomisizleştirdiler. Ekonomi kadınlar için önemlidir. Kadın yaşam dışı bırakılmıştır. Kadın toplumda yerini bulmalıdır. Kadın toplumsal dönüşümün öncüsüdür. Kadınlar giderek ekonomik kominler oluşturmalıdır.
Kadınların öz kararları olmalı. Kadınların özgür yaşam evleri binaları olmalı. Yaşamı kararlaştıracağınız mekânlar olmalı. Çalışmalarınızın temeline özgür kadın arayışını alın. Şikâyetçi değil yaratıcı olun. 3 ya da 4 kadın bir araya gelince çözüm üretin. Kadınlığınıza güvenin. Umutlu olun, emek harcayın. İnanarak yapın. Kadın temelli çalışma önemlidir. Kadın olmak müthiş bir şeydir. Kadınla müthiş yaşanılabilir. Ancak bu şekilde Kadın kendisini 5000 yıllık kölelikten arındırabilir. Bütün yaşamı sosyal olarak ve estetik olarak siz belirleyeceksiniz. Ekonomik yaşamı, sosyal yaşamı, estetik yaşamı siz inşa edeceksiniz. Ve böylelikle biz vahşi erkekleri düzelteceksiniz.
Kadın sorunu sınıfsal kültürel, ekonomik sorundur. Kadın sorunu aynı zamanda siyasal bir sorundur. Siyaseti aşkla yapacaksınız. Eş başkanlık her yerde oturtulsun. Eş başkanlık evrenseldir. Eşitlikçidir. Kendinizi diriltebilirsiniz. Bunu özgürlük ilkesi ile birleştireceksiniz. Kadın özgürlüğünü ve kimliğini dayatmalısınız. Çalışarak, gelişerek ve özgürleşerek iyi kadın olunur. En güzel kadın hayatı özgür yaşayan kadındır. Hiçbir çirkinlik, köle kadınla ve tahakkümcü erkekle birleşmek ve bütünleşmekten daha alçak ve iğrenç olamaz. Yine hiçbir birlik ve bütünlük özgür kadınla ve tahakkümü yenmiş erkeklikle yaşamaktan daha değerli, güzel ve doğru olamaz.
Büyük bir özgürlük devrimi anlamlı bir yaşamın olmazsa olmazıdır. Bu nedenle Ortadoğu devrimi bir kadın özgürlük devrimi olarak geliştirilmek durumundadır. Eşitlik ve özgürlük kadın meselesi ile sağlanır. Bizim devrimimiz kadın devrimidir. Kadının köleliğini aştıracağız. Bizim ki, sınıf devrimi değil. Kadın devrimi öncü devrimdir. Gelinen aşama olsa olsa yolun yarısıdır. Ama unutmayalım ki önemli olan yolun sonu değil yolda coşkuyla, kolektif aşkla, güzelliklerle yürümektir, koşmaktır.
Özgürlük mücadelesinin sembol isimleri olan Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan’ı saygıyla anarken bu vahşi katliamın hesabını katillerinden mutlaka soracağımızı belirtmek isterim. Biz barışı ve demokratik çözümü bu yoldaşlarımızın şahsında bütün özgürlük şehitlerimize adayacağız. Soylu şehitlerimize ve onun jin-jiyan olma gerçekliğine saygı bağlılık kadar, emek gücümle sonuna kadar katkılarımı sunmaya devam edeceğim.
Kadın için sözümüz bitmedi. Bu minval üzere tüm alanlardaki ve anlardaki siz yoldaşları, dostları, bilgece, güzelce ve aşkla selamlıyor, kucaklıyor ve başarı diliyor, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nüzü kutluyorum.
Abdullah Öcalan
İmralı Cezaevi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC devletiyle varılan ateşkesin devamlılığını sağlayan en önemli husus tüm askeri faaliyetlerin durdurulması olmasına rağmen Türk devlet güçleri, buna çoğunlukla uymamakta, askeri yolların ve karakolların yapımına devam etmektedir
- Ayrıntılar
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, her şeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır. Yani yurtseverliktir.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte var olan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öz iradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Abdullah Öcalan
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
Yeni bir 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününe girerken, özgür kadını yaratma mücadelesinde tüm dünya kadınlarına öncülük eden, Jan Dark, Olimpi de Gaus, Roza Lüksemburg, Clara Zetkin ve Sakine Cansız’ın, şahsında şehit düşen bütün kadınları bir kez daha bugün vesilesiyle anıyor ve tüm kadınların 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü kutluyorum.
Kuşkusuz 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü bütün kadınlar için, büyük bir tarihsel anlam ifade etmektedir. Kadınların, sistemin eşitsiz ve adaletsiz uygulamalarına karşı ortak mücadele ve güçlü bir iradesel duruşla isyana kalkması ve kendi haklarını elde etme mücadelesi vermesi, sömürü sisteminin gelişmesinden itibaren varola gelmiştir.
Bugüne adını veren ve kadının bir ulus olarak sömürülmesinden günümüze kadar süren bu mücadeleler içinde zirveleşen ve toplumsal bir ivme kazanan 8 Mart'ın anlamı, bir kez daha kapitalist modernitenin ideolojisinin pratikleştirildiği ve başta kadın olmak üzere toplumun tüm kesimlerine karşı sömürünün zirveleştiği yer olan New York’ta, gelişmiştir.
8 Mart 1857 yılında New York’ta dokuma fabrikasında çalışan kadın işçiler tarafından, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir grev başlatılmıştır. Amaçları verdikleri emeğe karşılık gelen ücretin kendilerine verilmesidir. “Nasıl olsa kadın işçilerdir” diyerek sergilenen yaklaşıma, “daha fazla sömüremezsiniz” denilmiştir. Bu eylemlerini birbirleriyle dayanışarak yapan kadınlar, ortak bir irade olmuşlardır. Yapılan mücadeleye yangın süsü verilerek, yüzlerce kadın cayır cayır yakılarak, fabrikanın kapılarına kilit vurulmuştur. Burada sadece fabrikaya kilit vurulmak istenmemiş aynı zamanda beyinlere de kilit vurulmak istenmiş, irade teslim alınmaya çalışılmıştır. Oysa cayır cayır yakılmalara karşılık güçlü bir tepki gelişmiş, beyinlere vurulmak istenen kilit yeni örgütlenmelere yol açmış ve bir çok düşünce gelişmiştir. Bu temelde 1903 yılında yine aynı ülkede yani ABD’de de sömürüye meydan okunarak, kadının ekonomik, politik ve kişisel haklarını savunabilmek için yeni bir örgütlenme yaratılarak, Kadın Sendikaları Koalisyonu kurulmuş ve devamında bu isteklerini sokağa taşırarak, ilk kadın gösterileri 1908 yılında gerçekleştirilmiştir. Bunu takiben 1910 yılında Kopenhag’da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslararası bir günün kararlaştırılmasına dair bir öneri Clara Zetkin tarafından yapılır.Bu karardan sonra, ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlanır. Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sidney'de yapılan Mart Hareketi adlı, büyük bir organizasyonla başlanılır.Birleşmiş Milletler ise, 16 Aralık 1977 yılında 8 Martın“Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını karar altına alır.
Hatırlanmak için kısa bir tarihçeyle belirtilen bu günü yani 8 Mart’ı bir kez daha yaşarken, günün tarihsel anlamını bilmek ne kadar önemli ise, bugün yaşanan gelişmeleri ve bu anlamda verilen mücadeleleri de anlamak özellikle kadının kendi geleceğini belirlemesi açısından önemlidir. Kapitalist modernite sistemi sözde çok demokrat ve insan özgürlüğünü savunan bir görünüm verse de özünde bir göz boyamadan öteye gitmemektedir. Günümüzde en çok “ben özgür iradeye sahibim”diyen kadın ya sistemin kölesi ya kocasının veya özel bir evde erkeğin tahakkümü olmanın statüsünü geçmemektedir. Kadınların artık erkeğin biçtiği statü ve cinsiyetçi toplum tabularını kırması mutlak bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta ihtiyaçtan da öteye zorla gasp edilen özgürlük hakkının yeniden tanınması gerekmektedir. Elbette ki bu hakkın verilmesini biz kadınlar hiçbir zaman bekleyemeyiz. Kendi tırnaklarımızla kazıyarakrak, yeniden toprağa gömülmek istenen bu özgürlük hakkımızı alarak bunun mücadelesini vermek birinci görevlerimiz arasındadır. Çünkü günümüzde dünya genelinde yaşanan kaos ve savaşlardan en çok etkilenen ve her açıdan zarar gören kadınlar olmaktadır. Bilindiği gibi ve çokça ifade edildiği gibi, bunun nedeni ise 5000 yıllık süre kapsamında inşa edilen erkek egemenlikli sistem ve eril zihniyetin doğurduğu uygarlık gerçeğidir.Kapitalist modernite sistemi içinde egemen olan erkek rengi, sosyal, siyasal, kültürel yaşamın her alanında erkeğin kurumsallaşması kadına hiçbir özgürlük alanı bırakmamıştır. Sadece mutfağa sıkıştırılarak, bir köle statüsü verilmiştir. Bugünde görüldüğü gibi,kadına dönük uygulanan sinsi ve kurnaz politikalar kendi yansımasını toplumsal alanın her yerine yansıtmaktadır. Biraz daha geniş örneklerle açıklayacak olursak yaşanan kadın intiharları, kadına karşı uygulanan şiddet boyutu ve bunun gelişerek kadını her geçen gün katleden, sadece bir cinsel meta olarak ele alan yaklaşımların gösterilmesi en büyük ahlaksızlık ve vijdansızlıktır. Bu nedenle kadına yapılan sömürüyü dünya genelinde en temel ve büyük sorun olarak görmemiz ve ele almamız gereklidir.
Bu durumda kadınların hak ve özgürlük mücadelesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü yaşanan bu haksızlıkların ve eşitsizliklerin temelini oluşturan bu egemenlikli zihniyetin aşılması en büyük görev ve acil bir insanlık sorunu olmaktadır. Yoksa, hergün basın organlarında arka arkaya verilen katliamlara gözümüz alışacak, kulağımızda artık duymaz olacaktır. Tek tek katilleri aramaktan ziyade bunun bir toplumsal katliam olduğunun bilincinde olarak katleden zihniyeti yok etmek ve buna göre kadının kendi ideolojik kurumlaşmasını yaratarak, öz savunma gücünü oluşturması aciliyet durumundadır. Bunun için demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigmanın yaşamsallaşması için köklü bir mücadele vereceğiz.Kendisini kadının köleleşmesi üzerinde inşa eden mevcut sistem paradigması için temel ideolojik faktörler; cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve ilimcilik olmaktadır. Toplum kendisini kapitalist modernite kalıplarına göre şekillenmiş bu dört olguda sorgulayıp özgürlükçü bakış açısını yakalamadıkça demokratik bir sistemin ve kadın özgürlüğünün sağlamasından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Bu bakımdan 8 Mart gerçekliğini sadece 1857’lerden başlayarakgünümüze gelen bir sorun olmadığını, 5000 yıllın toplumsal bir sorunu olduğunu bilerek yaklaşmalıyız. Yine,tüm mücadele araçlarımızı erkek egemenlikli zihniyetin özeleştiri vereceği bir konumda geliştirmeliyiz.Bu temelde erkeği de, biz kadınlara, bir yılın bir gününde sadece gül dağıtan pasif konumdan kendini çıkartarak 8 Martlara köklü özgürlük zihniyetiyle yaklaşma ve bunun için özeleştiri verme temelindeki kaçınılmaz görevlerine sahip çıkmaya davet ediyoruz. Köklü sorgulanan zihniyetle gelişecek kişilik savaşımını an be an kadın karşısında göstermeli ve bunun mücadelesini kendisiyle vermelidir.
21. yüzyılda kadının avantajları daha çoktur. Çünkü artık kendimize ait bir ideolojimiz ve bunun politik gücü olacak araçlarımız var. Bu araçlarımızı sadece fiziksel değil, hem kadını hem erkeği eğiten ve toplumun tüm ezilen kesimlerine özgürlük zemini hazırlayan bir kültürel yapıyla donatmalıyız. Yoksa bugün de görüldüğü gibi hegomonik savaşlarda ezilen, halklar ve yine kadınlar olacaktır. Kadının öreceği piramitler özgürlük basamaklarıyla şekillenecektir. Bu basamaklardan geçen insanlar, hegomonya değil, demokrasi kokacaklardır. Çünkü tüm dünyada kadınların yaşadığı sorunlar ve karşılaştıkları insanlık dışı uygulamaların aynı olmasının nedeni kapitalist modernite sisteminin yarattığı piramitlerdir. Buna en güçlü cevap, köklü olarak ataerkil zihniyeti ve onun insan ve özelde kadın yaşamı üzerinde uyguladığı soykırım politikasını yıkmakla vereceğimiz güçlü mücadele olacaktır.Bunun için 21. yüzyılı kadınların özgürlük yılına dönüştürmek için kadına dayatılan anlamsız yaşamı, tersine çevirmek açısından bu 8 Mart'ta ortak söz verelim. Birçok ülkede devletler tarafından erkek aklıyla kadınlara dönük çıkarılan yasa ve kanunlara güçlü bir direniş ve başkaldırıyla karşılık verelim.
2014 Yılında bir kez daha 8 mart dünya emekçi kadınlar gününü kutlarken daha bilinçli ve kapitalist modernite sisteminin bütün geriliklerine karşı ortak mücadele etmekle görevli olduğumuzun bilinciyle hareket edip, erkeğin mallaştırıcı, mülkiyetçi eğilimine karşı daha aktif bir mücadele içinde çabalarımızı yükseltmeliyiz. Genellikle erkek egemenlikli zihniyetinde oluşan kadın şeması düşünsel, ruhsal güzellikten ziyade kadını küçük bir eşya düzeyine indiren, istediği zaman ona gülen, istediği zaman onu oynatan, istediği zaman vurup-kıran ve erkeğe lütuf edilmiş zorunlu bir hediyeymiş gibi algılayan ve bize dayatılan yaklaşım ve anlayışları felsefik olarak ret etmeliyiz. Çünkü bizim felsefemiz, eşitlikçi, özgürlükçü, komünal bir demokratik modernite zihniyetiyle örülmüştür. Buna hem ulaşmalı hem de ulaştırmalıyız. Bu noktada biz kadınların yapması gereken en temel görevi özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi karşısında hiç pes etmeden mücadele vermek olacaktır. Yaşadığımız çağı demokrasi ve özgürlüğün yaşanılması için kadın zihniyetiyle donatalım.
Son olarak başta, özgür kadını yaratma mücadelesini veren ve yücelten Önder APO’nun 8 Martını kutlarken, onun şahsında tüm dünya kadınlarını ve ilerici insanlığı da selamlıyorum.
Özgür ve demokratik bir gelecekte buluşmak umuduyla
Diyana Amanos
- Ayrıntılar
Bir devrimin özgürlük düzeyi ilişkilerdeki özgürlük düzeyine bağlı olduğu gibi, özgün olarak da kadın erkek ilişkilerindeki özgürlük düzeyiyle oldukça bağlantılıdır. Özgürleşme, bir anlamda bireyler arası ilişkileri özgürce tartışma, kararlaştırma ve yürütme gücünde olmayı ifade eder. Böyle bireylerin oluşturduğu topluluklar, özgür topluluklar olarak da değerlendirilir. Bu toplulukların oluşturduğu topluma da özgür bir toplum denilir. Devrim, bu anlamda bir toplumu en üst düzeyde özgürleştirme eylemidir. Bir toplumun yakıcı, hızlı ve genel bir özgürleşme ihtiyacı varsa, yapılması gereken o topluma çok şiddetli bir devrimi dayatmaktır.
Bir toplumda ulusal sorun varsa öncelikle o özgürleştirilir; bu da kendi kaderini tayin etme ilkesi olarak değerlendirilir. Sınıflar arası baskı, eşitsizlik ve antidemokratik bir yönetim biçimi varsa onu çözer ve buna da demokrasi denilir. Bunu bireye indirgediğimizde, her bireyin temel haklara kavuşturulması sorunu vardır. Bu da eğitimdir, sağlıktır, iş güç sahibi olmadır, yeteneklerine göre çalışabilme, temel hak ve özgürlüklerini elde etme durumudur. Bilimin özgürleşmesi de böyle tanımlanabilir. Kadının özgürlüğü ise bir adım öteyi ifade eder. En alttaki cins olarak, kişiliğine ilişkin karar verme, bu kararını bilinçlice gerçekleştirme, hiçbir baskı altında olmadan bunu yaşamsallaştırma kadının özgürlüğünü ifade eder.
Bu tanımları Kürdistan devrimine uyguladığımızda, ilişkilerdeki geleneksel, feodal, aşiretçi, eskinin tıkattığı ve kösteklediği yaşamı özgürleştirme zorunluluğu ortaya çıkar. Parti öncüdür, bu öncü savaşı örgütlüyor, ayaklanma geliştiriyor ve toplumu devrime götürüyor demekle yetinmeyeceğiz. Çok ağır kişilik sorunları, özellikle bu kişiliğin içinde oluştuğu aile, kabile, aşiret, hemşehricilik, yani her türlü geri topluluk konumları aşılmadan ve çözümlemelere tabi tutulup bu konuda bir bilinç oluşturulmadan, daha ileri bir özgürlüğe imkân veren ulusal kurumlaşmaya ulaşılamaz. Savaş ve ordu kurumlaşmasından tutalım, her sahadaki kurumlaşması sağlanamaz. Aile kurumlaşmasını da buna dahil edebiliriz.
Aile ilişkilerindeki büyük tıkanıklık aşılmadan özgür aile kurumlaşmasına ulaşamıyoruz. Bizdeki devrimin kendi özgül koşullarında çözümlemelere ihtiyaç duyması ve birçok çağdaş devrimin genel ölçüleriyle yetinmemesi gereken bir devrim olarak kendini dayatması da bu gerçeklikten kaynaklanıyor. Bizde birey bir kördüğümdür, onu çözmeden devrime katmak mümkün değildir. Bireyi çözmek demek, bağlı olduğu muazzam bir ilişki ağını çözmek demektir. Birçok devrim, genel tahlille yürütülmüş, bireyin tahliline fazla yanaşılmamıştır. Ama biz kendi pratiğimizde sadece işlerin genel tahlille ilerletilemediğini iyi gördük. Örneğin, parti tarihimizde uzun yıllar, “Kürdistan sömürgedir, ulusal kurtuluş gereklidir” genellemesiyle hareket ettik; 1985’lere kadar “Bir halk savaşı gereklidir, buna gerilla ordusuyla karşılık verilmelidir” genellemesiyle, yani genel tahlille işleri yürütmeye çalıştık. Bunun için kitaplardan birçok alıntı yaptık; şemalar, tüzük ve yönetmelikler geliştirdik. Ama 1985 sonuna geldiğimizde, işlerin tıkandığını fark ettik. Aslında birçok devrim için yapılandan daha fazla çaba harcamamıza rağmen, mevcut durum bizi yenilgiye götürmekten kurtaramıyordu.
Bazı partiler bunu daha sonraki süreçlerde kaba yargılamalar biçiminde yapmış; haklı-haksız ayrımı yapmadan birçok tasfiye gerçekleştirmişlerdir. Biz böyle yapamazdık. Böyle yapsaydık, partiyi kendi elimizle bitirirdik. Türkiye Solunda benzer kaba tasfiyelerin olduğunu biliyoruz. Zaten ajan provokatörlerin de istediği buydu. Biz bunun yerine, bireyin kazanılması uğruna, bütün yönleriyle onu netleştirmeyi ve çözmeyi esas aldık.
Bilindiği gibi PKK’de yeni bir dönem, çözümlemeler dönemi başladı. Bireyde toplumu çözmek, an’da tarihi çözmek, bir yerde o zamana kadar yaptığımızı tersinden tamamlamak istedik. O zamana kadar hep genelleme yapıyorduk. Bu sefer çok özelden konuşuyor, hep tarihten gelip anlık bir durumun devrimciliğinden bahsediyoruz. Bu çözümlemeler dönemi halen bütün yakıcılığıyla sürüp gitmektedir.
Neden biz bu yönteme ağırlık verdik? Bazıları saflarımıza gelmişler, sözüm ona devrimciyiz diyorlar; ama devrimi kaçıncı baharda yapacakları ve rollerini ne zaman oynayacakları belli değildir. Her şey mahşere erteleniyor, bir ertelemeciliktir başını almış gidiyor. Bir de kendi yaşamım var. Biliyorsunuz, günlük olarak tehdit altındayım, her an tasfiye olabilirim. Peki, bu devrimi birkaç bahar sonrasına ertelemek, kendi yaşamına en büyük saygısızlık değil midir? Bizim buradan çıkardığımız sonuç, anın devrimciliğinin çok gerekli olduğudur. Anı anına devrimci tarzda yaşama, yarın ölünecekmiş gibi bugün tüm yaşamı yaşamadır. Ben bu yöntemi esas aldım. Dikkat edilirse, yıllar bu yöntemle daha iyi kavranmaya çalışıldı; dönemlere anı anına yaklaşıldı.
Ertelemecilik Türkiye’de çok yaygındır, bizde de oldukça hakimdir. Devrimde çok genel bir ilke veya tasarı da demeyeceğim, “Devrimci teori şöyledir, toplumlar mutlaka sosyalizme geçecektir” denilip durulur. Sosyalizme mi, yoksa daha geri bir kapitalizme mi geçildiğini gördük. Belli ki reel sosyalizmin de bu konuda çok köklü yetmezlikleri var. Eğer kapitalizm biraz başarılı oluyorsa, kesinlikle gündemine daha çok hakim olduğu içindir; anı anına neyi yakalaması ve yaşatması gerektiğini bildiği içindir. Demek ki, ertelenemez ve anbean yerine getirilmesi gereken görevlere yaklaşmayı bilmek çok ciddi bir yaşam ilkesidir, devrimde başarı ölçüsüdür.
Bireyler geliyor, ne olup olmadığı çözüme tabi tutulmadan salıveriliyor. Çözerseniz belki altın, belki de bir pas bulursunuz. Bunu açığa çıkarmak için elbette çözümlemeyi derinleştirmek gerekir. Nasıl bir maden ocağında maden ayrıştırılıp ayıklanıyor ve sonra ortaya çıkarılıyorsa, bireyi de öyle araştırmaya, ayrıştırmaya ve netleştirmeye tabi tutmak, ondaki madeni açığa çıkartmak gerekir. Buna neden ihtiyaç duyulur? Çünkü içimize gelenlerin neyi temsil ettiklerini gördük. Tutkuları ve düşüncesiyle, sosyal, kültürel ve siyasal özellikleriyle tam bir yumak gibidir. Ben buna kördüğüm diyorum. Bu kördüğümü çözmek gerekiyor.
Eğer PKK gelişiyorsa ve devrimde biraz iddialı bir yürüyüşün sahibiyse, bunun nedeni kesinlikle bu yöntemle çok yakından bağlantılıdır. Sovyet devriminin başına ne geldi? Sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde çözülmesinin en önemli nedenlerinden birisi de budur. Devrimin başına yetmiş yıl sonra, elli yıl sonra, on yıl sonra, bir yıl sonra çözülüşü ve tasfiyeyi dayatacak adamı, onun ilişki ve yaşam tarzını çözemediği için, önder veya görevli ve sorumlu kimseyi çözemediği için, uğruna onca kan akıtılan, onca emek ve çaba harcanan devrim aslında kendi eliyle tasfiye oldu.
Önemli olan, çözümlenemez ve dizginlenemezse, bir kişiliğin bir partiyi bitirebileceğidir ve bu açığa çıkmıştır.
Akıllı bir militan adayı bunları incelenmesini bilir. Her türlü yoldaşça destek ve dayanışmayı gösteriyoruz, kendimize tanımadığımız gelişme fırsatlarını kendilerine sunuyoruz. Kısaca eğer dikkat edilmezse, bir kişinin şahsında bir parti kaybedebilir. Bir parti kaybettiğinde bir ulus da kaybedebilir. Çözümlemeler bu açıdan da önemlidir. Burada anlaşılması gereken şey, bir kişinin parti içindeki yaşamını, eylemini ve ilişki tarzını her yönüyle değerlendirmeden ve günlük olarak gözden geçirip denetlemeden, bir devrimin sağlıklı ve başarılı bir zafer yürüyüşünün mümkün olmayacağıdır. Yaşanan deneyimler bunu fazlasıyla ortaya çıkarmıştır.
1998
Reber APO
- Ayrıntılar
Türkiye 30 Mart yerel seçim sürecine tamamen girmiş durumda. Uzun süren bir çaba sonucunda tüm partiler adaylarını belirledi. Demokratik partiler de adaylarını belirlemiş bulunuyor. Şimdi artık kazanma yarışı sürecek. Tüm adaylar ve içinde yer aldıkları partiler kazanabilmek için ellerinden gelen tüm çabayı harcayacak. Demokratik adaylar da yerel yönetim seçimini kazanabilmek için yoğun bir seçim çalışması yürütecek.
Kuşkusuz 30 Mart yerel yönetim seçimlerinin sonuçları çok önemli. Türkiye’nin 30 Mart’tan sonraki siyasal gidişini yerel seçim sonuçları belirleyecek. 30 Mart’ta sadece yerel yöneticiler seçilmeyecek, aynı zamanda yeni siyasal sürecin nasıl olacağı açığa çıkacak. Bu bakımdan 30 Mart seçimleri adeta bir referandum oluyor, bir genel seçim gibi siyasal role sahip bulunuyor. Bu nedenle demokratik güçler tarafından mutlaka kazanılması gerekiyor.
Kazanabilmek için de birlik olmak ve çalışmak gerekiyor. Her şeyden önce tüm demokratik güçlerin birlik olması çok önemli. Bunun için zaman geçmiş değil. Seçim gününe kadar demokratik güçler en uygun aday etrafında birlik oluşturabilir. Diğer yandan belirlenmiş adaylar etrafında birlik olmak ve onların kazanması için hep birden çalışma yürütmek önem taşıyor. Adayları belirleme sürecinde kuşkusuz bir yarış yaşandı. Bu aşamada çeşitli kırgınlıklar ve tartışma yaşanmış olabilir. Ama artık adaylar belirlendi ve o süreç aşıldı. Şimdi tüm demokratik güçlerin yaşanmış tartışmaları geride bırakarak belirlenmiş adayların kazanması için tüm gücüyle çalışması gerekiyor. Bu dönemde ortaya çıkmış olan olası sorunların çözümünü seçim sonrasına bırakmak büyük önem taşıyor.
Yine 30 Marta kadar durmamak, tam bir seferberlik halinde çalışmak gerekiyor. Hem çok çalışmak, hem de çalışmaları örgütlü yürütmek önem taşıyor. Bilinmeli ki, seçimi kazanacağı belli olan bir aday yok ortada. Yani çalışan kazanacak. Kim çok çalışır, örgütlü çalışır ve kitleler tarafından kendini anlaşılır kılarsa o kazanacak. Bu nedenle demokratik adayların en azından diğerleri kadar çalışması, hatta onları ikiye, üçe katlayan bir çalışma temposu tutturması mutlaka gerekiyor. Seçimleri demokratik güçlerin kazanabilmesi ve ondan sonraki siyasal süreç üzerinde demokratik güçlerin etkili olabilmesi için böyle bir çalışma mutlaka gerekli.
Seçim süreci kızıştıkça adayların karşılıklı saldırıları gittikçe artıyor. Deyim yerindeyse kirli çamaşırlar ortaya saçılıyor. Gittikçe kaset yarışının yaşanacağı anlaşılıyor. Belden aşağı vurmaların, ölçüsüz bir ağız dalaşının artacağı görülüyor. Yine yolsuzluk ve hırsızlıkların daha çok ortaya konacağı görülüyor. Kuşkusuz demokratik adaylar bu tür seviyesizlik dışında olacaklar. Söz konusu ağız dalaşı ve yolsuzluklar üzerinden rakiplerini halk nezdinde teşhir edecekler. Bu da demokratik adayların kazanması için daha çok imkan sunacak.
Bu seçimlerin en önemli iki olayından biri AKP-Fethullahçı çatışması oluyor. Bu çelişki ve çatışmanın çok önemli bir toplum kesiminde kırılma yarattığı tartışma götürmeyen bir gerçek. Geçen dönemde AKP-Fethullahçı ittifakından etkilenmiş olan büyük bir kesimin kırılma yaşayarak buradan koptuğu ortada. Bu çatışmada artık geri dönüş de yok. Her ne kadar Bülent Arınç gibileri bunu sağlamaya çalışsa da, Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen’in tutumları bunu imkansız hale getirmiş bulunuyor.
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, geriye dönüşün olamayacağını iyi bildiği için, çatışmayı derinleştirerek ve keskinleştirerek seçimi kazanmak istiyor. Tayyip Erdoğan’ın seçim stratejisi, darbe mağduriyeti ve Fethullahçı karşıtlığına dayanmak oluyor. Darbeye karşı durduğu ve Fethullahçılara karşı mücadeleyi kazanacağı izlenimi yaratarak kırılan kesimleri geri çekmek ve seçimi kazanmak istiyor. Zaten bunun dışında farklı bir şansı da yok.
Tayyip Erdoğan’ın bu politikası kendisine kısmi bir oy kazandırabilir. Fakat eski güce ulaşması, yani kırılan kesimleri tümden geri çekmesi mümkün değil. AKP-Fethullahçı çatışmasının eski ittifaktan uzaklaştırdığı kesimleri CHP ve MHP’nin kazanması da mümkün olmuyor. Çok çok az bir kesim bu partilere kayıyor. Dolayısıyla kırılan büyük bir toplumsal kesim hala ortada ve bunlar kendilerini demokratik adaylara daha yakın görüyor. Eğer demokratik adaylar bu gerçeği doğru görür ve gereken çalışmayı etkili bir biçimde yürütürlerse, o zaman demokrasi hareketi büyük bir oy patlaması yapabilir ve demokratik adaylar daha çok kazanabilir.
Seçim yarışı kızışırken en çok tartışılan ve gittikçe yeni belgelerle aydınlanan bir konu da Paris katliamı oluyor. 9 Ocak 2013 günü Paris’te üç Kürt kadın devrimci olan Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilmesi olayı süreç derinleştikçe daha çok tartışılıyor. Yeni süreçle ne kadar bağlantılı olduğu böylece çok daha iyi anlaşılıyor.
Bu konuda katliamdan tutuklu Ömer Güney’in bir ses kaydı yayınlandı. Ömer Güney’e katliam talimatı veren bir yazılı MİT belgesi de basında yer aldı. Şimdi Ömer Güney’in telefonunda bulunan numaralardan birinin de Erzurum MİT Başkanlığına ait olduğu bilgisi basında yazılmış bulunuyor. Böylece Paris katliamının gerisinde MİT’in olduğu görüşü gittikçe etkinlik kazanmış oluyor. Her ne kadar MİT adına “Merkezi kararımız yok” açıklaması yapılmış olsa da, belgeler olayın MİT tarafından örgütlenmiş olduğunu neredeyse tamamen kanıtlıyor.
Bizim kanaatimiz zaten baştan beri böyleydi. Olayın hemen ardından Hüseyin Çelik, M.Ali Şahin ve Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği refleksler bizi bu kanaate ulaştırmıştı. AKP’nin yönettiği Türkiye’de gazeteler açıkça “PKK yöneticileri vurulmalı” diye yazmış ve bu nedenle hiçbir yasal kovuşturmaya uğramamıştı. Yine AKP hükümeti tüm iktidarı boyunca Kürtlere yönelik özel savaşı en etkili ve kapsamlı yürüten bir iktidar olmuştu.
Bütün bunlar üst üste konduğunda AKP’nin Kürt politikasının gerçekte ne olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Buna rağmen hala bazı güçler “Çözüm sürecinin devam ettiğinden” söz ediyor. Kuşkusuz bunu en çok AKP yöneticileri ifade ediyorlar. Bir yandan Kürtleri katlederken, diğer yandan “Kürt sorununu çözdüklerini” söyleyebiliyorlar. Bu aldatma AKP için yararlı olabilir, fakat artık Kürtleri ve demokratik güçleri yanıltması mümkün değildir. 30 Mart yerel seçim sonuçları bir de bu AKP oyununa son verecektir.
Nereden bakılırsa bakılsın, 30 Mart yerel seçimlerinden sonra yeni bir siyasal süreç başlayacaktır. Eğer AKP başarılı olur ve buna dayanarak Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmak isterse, işte o zaman AKP-Fethullahçı çatışması yeni bir evreye ulaşacak. Bazı Fethullahçılar bunu “Kıyamet kopacak” diye açıkladılar. Öyle anlaşılıyor ki, Fethullahçı hareket dış destekli müdahalesini daha da derinleştirecek. Belki gerçekten işi bir darbe yapmaya kadar da vardırabilir. Mısır’da darbe olduğuna göre Türkiye’de neden olmasın!
Açıkça görülüyor ki, seçimde AKP kazanırsa iç çatışma derinleşecek, Fethullahçılar etkili olursa bu dış güçlerin etkinlik kazanması olacak. Yani her iki olasılık da Türkiye toplumunun zararınadır. Türkiye’yi bu durumdan kurtaracak olan tek alternatif ise yerel seçimlerde demokratik siyasetin büyük başarı kazanması olacak. Ancak demokratik güçler seçimi kazanırsa Türkiye dış müdahaleden kurtulup ciddi bir demokratikleşme süreci yaşayacak.
Dikkat edilirse, 30 Mart seçimleri ardından Türkiye ya kaos ve derin çatışma içine girecek, ya da Kürt sorununun çözümüne dayalı köklü bir demokratikleşme süreci içine girecek. Bunun ortasında üçüncü bir olasılık yoktur. Eğer 30 Mart seçimlerini demokratik güçler kazanmazsa, o zaman yaşanacak olan çok yönlü bir savaştır. Herkes bu gerçeği görmeli, eğer savaş istemiyorsa o zaman sorunların demokratik siyaset tarafından çözümünün önünü açmalıdır. Bu da ancak 30 Mart seçimlerini demokratik güçlerin kazanmasıyla olur.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
25 Şubat tarihinde işgalci TC ordusunu ait savaş uçakları ve insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde 11:20'den 17:00 ye kadar yoğun uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar