İhtiyaçlar insan arayışını tetikleyen en büyük güç olduğu söylenir. Başka bir deyimle ihtiyaçlar insan yaratıcılığının en temel itici gücüdür. İnsanın ihtiyacı insanı o ihtiyacı çözmeye götürür. İhtiyaçlarına çözüm üretemeyenler ise her zaman bir şekilde boynu bükük yaşamaya mahkum kalacak olanlardır.
Devrimcilik var olan sorunlara çözüm üretme sanatıdır. Başka bir deyişle bir halkın ihtiyaçlarına cevap olabilme sanatı ve mesleğidir. Devrimciliğe yürekten inananlar var olan sorunlara –durum ne olursa olsun-mutlaka bir çözüm bulurlar. Var olan sorunlara cevap bulamıyorlarsa, bulmaktan zorlanıyorlarsa temel nedeni o sorunu bir sorun olarak görmemelerindendir. Ya da o sorunu çözme ihtiyacı duymadıklarındandır.
Niyet ne olursa olsun, isterse dünyanın en içten ve inançlı ve bağlı insanı ve insanları olsunlar, eğer bir yerde bir ya da birçok sorun varsa ve bu soruna ve sorunlara cevaplar bulunamıyorsa orada kesinlikle dediğimiz gibi bir isteksizlik ve gönülsüzlük var demektir. Gönülsüzlük ve isteksizliğin olduğu yerde ise devrimcilik yok demektir. Devrimciliğe yakın duruşta yok demektir. Çünkü devrimcilik sorun çözmektir.
Kürdistan’da devrimcilik ve devrimciliğe yakın duruş gerillacılık ve gerillaya yakın durmaktır. Çünkü gerilla Kürdistan’da en ileri devrimcidir. Devrimciliğe biz sorunları çözme sanatı demiştik. Kürdistan’da ise tüm sorunların çözümü gerilla tarzıyla çözüldüğünü on yıllardır süren mücadele ile ispatlanmıştır. En köklü, en radikal ve en sonuç alıcı tarz bu bağlamda gerilla tarzıyla sağlanmaktadır. Gerilla derken kast ettiğimiz sadece dağların doruklarında özgürlük için silah elde, raxt belde, çanta sırta ve parmaklar pimde savaşanlar değildir. Gerilla derken Kürdistan’da var olan sorunları gerilla tarzında ele alan, çözmek isteyen herkesi kast ediyoruz. Bu bağlamda her Kürdistanlı genç bir gerilla olabilir eğer var olan sorunlara yaklaşımı derinlikli olursa, eğer halkımızın ihtiyaçlarını çözmeyi kendisine temel bir sorun bilirse, bu böyledir.
Bugün Kürdistan’da en çok gündemde olan bir sorun ya da ihtiyaç kendi dilini konuşabilmek, okuyabilmek ve yazabilmektir. Başka bir deyimle sömürgecilerin dilini terk ederek kendi ana dilini yaşamın her alanında kullanabilmektir.
Özgürlük bir ihtiyaçtır. Özgürleşebilmek için özgürlüğe sonuna kadar bağlı yaşamak gerekir. Bir toplum için en önemli özgürlük aracı dildir. O zaman özgürleşmenin en etkili yolu kendi dilini her şart altında korumaktan ve geliştirmekten geçer. Çünkü dil bir toplumun hafızasını en iyi bir şekilde yaşatan temel kültürdür. Başkan Apo: “Dil kavramı, kültür kavramıyla sıkı bağlantılı olup esas olarak dar anlamında kültür alanının başat kavramıdır. Dil’i dar kültür olarak da tanımlamak mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir” gerçeğinin yattığı unutulmamalıdır.
Bunun için öncelikli olarak kendi dilimizi her şart altında kullanmayı bir ihtiyaç olarak görmeli ve ona göre de yaklaşmalıyız. Eğer bugün ana dilimizi yeterince kullanmıyorsak, kendi dilimize istenen ehemmiyeti göstermiyorsak, konuşurken yanlış konuşuyorsak, yazarken yanlış yazıyorsak ve okurken de yanlış ve eksik okuyorsak nedeni ana dilimizi kendimize ihtiyaç görmediğimizdendir.
İhtiyaç arayışı tetikler demiştik. Eğer kendi ana dilimize bir ihtiyaç gözüyle bakmayı öğrenirsek kesinlikle en kısa zamanda en etkili bir şekilde kullanacağımız kesin olduğuna inanmalı ve ona göre de köklü bir çözüm arayışı içerisinde olmalıyız.
Unutmayalım ki, Başkan Apo: “Kendi dilini yazdıramayan, kullanamayan bir halk toplumu hor görülmeye layıktır!”derken kast ettiği en temel ihtiyaç olan dile -ana dile- karşı gösterilen vurdumduymazlık ve aymazca yaklaşımlarımızdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan özgürlük savaşçılarının en başlıca görevi Kürdistan’da Kürt halkı başta olmak üzere bu topraklarda yaşayan tüm halkları korumaktır. Kürdistan Halkları gerillanın var olma gerekçesidir.
Gerilla, Başkan Apo’nun 21 Mart günü milyonlarca insanın şahitliğinde tüm dünyaya yaptığı barış çağrısı ardından,büyük bir özveriyle bu çağrının gereklerinin yerine getirilmesi için elinden gelen ne varsa yapmaya çalışmıştır. Başkan Apo “Kuzeyden Güneye geçin” dediğinde ise gerilla Güneye çekilmiştir.
Başkan Apo: “Bugün yeni bir dönem başlıyor.Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor.
Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler öz benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı."Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" noktasına geldik. Yok, sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türk’üne, Kürt’üne, Laz’ına, Çerkez’ine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor” demişti.
"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" cümlesi üzerinde durulması gerekli olan temel bir cümledir. Bu cümleyi ısrarla en çok Türkiye hükümeti ve Türkiye hükümetine yakın duran çevreler kullanmışlardır. Silahları gerilla susturdu ancak devlet ve Türkiye hükümeti siyasetin konuşmasının önünü açmadı, açmadığı gibi fırsat buldukça daha fazla siyasetin önünü tıkayan bir rol oynadı.
Gerillanın Güney Kürdistan’a çekilmesinin temel bir nedeni siyasetinin önünün açılması meselesiydi. Siyasetle var olan sorunların önünün açılmasına bir şans verilmesiydi.
Peki, bu şans kullanılmış mıdır? Öyle görülüyor ki hayır!
Kürdistan ve Türkiye’de halen yaklaşık on bin (10.000) siyasetçi, sivil toplumcu, kültürcü, gazeteci, tıpçı, seçilmiş, aydın, çocuk, ana, yaşlı, imam tutsaktır. Siyasetin önünün açılmasının en önemli kriteri bu tutsakların serbest bırakılmasıydı. Eline silah almayanların halen ısrarla tutsak tutulmalarına devam edilmesi tek kelimeyle, “silahların susmasına son verilmesi” mesajıydı.
İkinci önemli bir durum ise gerilla eylemsizlik ve ateşkes ilan etmişken, TC devletinin dünyada eşine ender rastlanan bir tarzda Rojava Kürdistan’ına saldırmasıdır. Dünyanın her yerinde Kürtleri diplomatik olarak kuşattıkça kuşatıyor, bu yetmiyor bu kez çete bile diyemeyeceğimiz çevreleri silahlandırarak Kürtlere saldırır hale getiriyor. Kürtler Rojava’da 19 Temmuz 2012 günü ilan ettikleri devrimlerinin kazanımlarını daha ileri götürmek için tüm imkanlarını seferber etmişlerken, Türkiye cumhuriyeti devleti, ipini koparmış ne kadar güruh varsa Rojava Kürtlerine karşı silahlandırarak savaştırıyor. Bu yetmiyor kendisi de giriyor. Bu yetmiyor Kürtlere ekonomik ambargo uyguluyor. Kendisinin yaptıkları yetmeyince bu kez KDP’yi harekete geçiriyor. Sınırları bu kez KDP’nin eliyle kapattırıyor. Bunlar yetmeyince dünyanın hileleriyle Hewler üzerinde Rojava Kürtlerini etkisiz kılmak için herşeyi ama herşeyi yapıyor.
Sözü uzatmadan, gerilla bu duruma sürgit sessiz kalmaz ve kalamaz da. Tutsak siyasetçiler bırakılmazsa, Rojava’ya ilişkin saldırılar sürerse gerilla ve gerillaya yakın duranlar kendi cevaplarını kendi tarzlarında verirler. Meşru savunma hakkı dünyanın her yerinde meşru savunma hakkıdır. Temel değerlerimize bu kadar pervasızca yönelmek tek kelimeyle meşru savunma hakkımızın kullanılmasının haklı gerekçelerini fazlasıyla oluşturmaktadır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yirminci yüzyılın yetiştirdiği büyük devrimci, efsane gerillacı, Vietnam gerillasının muzaffer komutanı Vo Nıguyan Giap’ın 102 yaşında hayata gözlerini yumduğu haberi verildi basın bültenlerinde. KCK Halk Savunma Merkezi bu büyük gerillacının ölümü üzerine bir başsağlığı mesajı yayınlayarak saygıyla andığını ifade etti. Haberi duyan herkesin, yirminci yüzyılın ikinci yarısında devrimci hareketler içinde yer almış olanların yüreğinde sevinç dolu bir sızlama hissedildi.
Kuşkusuz haberi duyunca insanın verdiği ilk tepki “Bir gerillacı böyle yaşar ve böyle ölür” demek oluyor. Bir gerillacı ya çatışmada vurulur ve yaşamı uğruna ölecek kadar sevdiği için gencecik yaşta şehit düşer ya da General Giap’ın yaptığı gibi 102 yıl yaşayabilecek bir gücü gösterir. Çünkü gerillacı yaşam dolu ve öz disiplinle yüklü bir kişiliktir. Onun yaşamı da, ölümü de anlamlı ve yol gösterici özelliklere sahiptir.
Bu duygularla yirminci yüzyılın efsane gerillacısını biz de saygıyla anıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse , hiç görmemiş ve tanımamış olsak bile bize de çok şeyler öğretti. Gençliğimiz belli ölçüde General Giap’ı anlamak ve öğrenmeye çalışmakla geçti. Dünya gerçeğini ilk tanımaya başladığımız anda karşımıza bu mütevazi halk savaşçısı çıktı. Kuşkusuz bundan dolayı da yakınmıyor, tersine büyük memnuniyetimizi ifade ediyoruz.
Yirminci yüzyılın büyük kavga ve devrim yüzyılı olduğu asla inkar edilemez. Bu gerçeği iki kez yaşanmış olan dünya savaşlarının vahşeti asla gölgeleyemez. Ekim 1917 Büyük Rus Devrimi ardından gelen ulusal kurtuluş savaşlarının görkemi asla küçümsenemez. Avrupa’nın kapitalist modernite sistemi tarafından insan yerine bile konmayan halklar nasıl da savaştılar öyle uzun uzun! Bağımsızlık ve özgürlük ateşi nasıl da tüm dünyayı sardı!
General Giap’ı işte böyle büyük bir kavga içinde tanıdık. Zaten onu büyük yapan da böyle tarihi bir kavgada oynadığı roldü. Büyük devrimler yüzyılı olan yirminci yüzyıl, aynı zamanda küresel bir gerilla savaşları yüzyılıydı da. Devrim ile gerilla, sosyalizm ile gerillacılık, bağımsızlık ve özgürlük ile halk savaşları adeta iç içe geçmişti. Böylece insanlık büyük gerilla savaşlarına ve efsanevi gerilla komutanlarına tanık oldu.
İnsanlığa beyin ve yürek kazandıran büyük Vietnam direnişinin sembol komutanı General Giap da bunlardan biriydi. Başka kimler yoktu ki! Çin halkının büyük önderi ve gerilla komutanı Mao Zedung da bir başkasıydı. Bu isimler adeta Doğu Asya’yı yeniden yaratan oldular. Tabi buna paralel bir de Güney Amerika gerillacılığı vardı. Burada gerillacılık neredeyse toplumların genlerine sinmişti, tarihlerinin adeta kopmaz bir parçası olmuştu. Yirminci yüzyıla ve onun özellikle ikinci yarısına ise Castro ve Guevera isimleri düşmüştü.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında devrimci mücadeleye atılan genler kendilerini bu isimlerin arasında buldular. Vietnam’ın büyük devrimcileri Ho Chi Ming ve Giap mı doğru söylüyordu, yoksa Çin’in dehası Mao mu? Ya da Güney Amerika’nın fırtınaları Castro ve Guevera mı? Tartışmalar bu eksende yoğunlaşıyordu. İnsanlar bu isimler arasında gidip geliyordu. Tabi Büyük Sosyalist Devrimin kuramcıları ve Sovyet Direnişinin komutanları da vardı. Yine Doğu Avrupa’da faşizme karşı muzaffer direnişlerin ortaya çıkardığı önderler de söz konusuydu. Fakat Giap, Mao ve Çhe isimleri farklıydı. Gerilla deyince tartışmasız bu isimler akla geliyordu.
Elbette bölgemiz Ortadoğu’nun da bu işte bir yeri var. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu denince tartışmasız akla gelen büyük Filistin direnişi oluyordu. Onun da efsaneleşen gerillacıları vardı. Örneğin kadın gerillacı Leyla Halid gibi. Arafat gibi sembolleşen önderleri vardı. Filistin direniş ateşi onlarca yıl sadece Arapların değil, tüm Müslüman halkların ve ezilenlerin yüreğini ısıttı.
Kürdistan Devrimcileri kuşkusuz yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı tüm bu büyük değerleri esas aldılar. Onların hiç birini reddetmediler ve saygısız yaklaşmadılar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın en büyük özelliklerinden biri ve başkalarından çok önemli bir farkı buydu. Özgür insanlığa hizmet etmiş ve değer katmış her şeye saygılı yaklaşmak ve onlardan öğrenmeyi bilmek temel bir önderlik ilkesiydi. Dolayısıyla Kürt Direnişi ve gerillacılığına yirminci yüzyılın tüm bu değerlerinin katkısı oldu.
Kuşkusuz insanlığın yarattığı tüm değerlere saygılı yaklaşıp esas almakla birlikte, Kürdistan Direnişi üzerinde tüm bu değerlerin bıraktığı etki aynı değildi. Çok farklı nedenlerden dolayı dünyada Vietnam Direnişinin, bölgede ise Filistin Direnişinin etkisi çok daha fazla oldu. Filistin direnişi aynı bölgede ve komşu Arap toplumunda geliştiği için elbette Kürtler açısından çok daha çekici ve etkileyiciydi. Kürtler Filistin direnişinden sadece etkilenmediler, 1979 yılından itibaren yıllarca birlikte var oldular ve omuz omuza savaştılar. Kürdistan gerillası temel ilkelerini Filistin gerillasından aldı. İlk büyük eğitimini Filistin direnişi içinde yaptı.
Aynı bölgede yer almaları nedeniyle Filistin gerillasıyla bu kadar ilişkili olması kuşkusuz doğaldı. Fakat çok uzaklarda olan, görme ve tanışma imkanı bil olmayan Vietnam gerillasından etkilenmesi elbette çok daha önemli ve anlamlıydı. Kürdistan Devrimcilerini Vietnam direnişinden öğrenmeye yönelten kuşkusuz önemli nedenler vardı. Bunlar da Kürdistan ile Vietnam’ın yaşadığı koşulların daha çok benzer ve birbirine yakın olmasıydı.
Küba direnişi ve gerillacılığı kuşkusuz bir fırtına gibi etkileyiciydi. Fakat 1970’lerin Kürdistan’ı ile karşılaştırıldığında adeta hiçbir benzerlik yok gibiydi. Küba’da bir işbirlikçi diktatörlüğe karşı gerilla ile ayaklanmanın iç içe karıştığı bir direniş hızla gelip zafere ulaşmıştı. Dört parçaya bölünüp inkar ve imha sistemi içinde kültürel soykırım kıskacı altına alınmış olan Kürdistan’da böyle bir direniş geliştirip zafere ulaştırmanın imkanı yoktu. Bu gerçeği görmek ve anlamak zor değildi.
Yine çok büyük bir coğrafya ve nüfusa sahip ve henüz askeri işgale bile tam uğramamış olan Çin’de geliştirilen gerilla direnişinin bir benzerini Kürdistan’da örgütlemek de imkansızdı. Çünkü Kürdistan koşulları Çin’e göre çok farklıydı. Bunlara rağmen, Vietnam koşulları ise elbette aynı olmamakla birlikte bazı benzerliklere sahipti. Vietnam’da Fransız işgali gerçekleşmiş ve bir sömürge yönetimi kurulmuştu. Fransızlar gerilla direnişi karşısında yenilip geri çekildikten sonra da Vietnam’ı ABD’ye teslim etmişti.
Vietnam gerillacılığı askeri işgal ve sömürgeci egemenlik koşullarında geliştiriliyordu. Dolayısıyla Kürdistan koşullarıyla yakınlıklar vardı. Yine Vietnam gerilla direnişi parti öncülüğünde ve bir partizan hareketi olarak yürütülüyordu. Yani etkili bir ideolojik öncülüğe ve aydınlatmaya sahipti. Gerillacılığın bu tarzı, bölünüp sömürgeci denetim altına alınarak kültürel soykırım rejimi altında yok edilmeye çalışılan Kürtler açısından bir model olabilirdi. Parti öncülüğü altında eğitilip bilinçlendirilerek insanlar gerilla direnişi içine çekilebilirdi.
Önder Abdullah Öcalan ve Kürdistan Devrimcileri işte bu gerçeği gördüler ve bu temelde Veitnam devrim ve gerilla derslerinden yararlanmaya çalıştılar. Bu biçimde doğru yapmış olduklarını tarih açıkça gösterdi. Bu o kadar ileri düzeydeydi ki, Vietnam’ı hiç görmemiş ve bir tek Vietnamlı bile tanımamış olsalar da adeta Vietnam direnişini Kürdistan direnişi gibi görüp ondan öğrenmeyi esas aldılar. Kürdistan Devriminin ve gerillacılığının gelişmesinde Vietnam halkının ve önderlerinin katkısı çok ileri düzeyde oldu. Dolayısıyla General Giap Kürdistan gerillasının da bir ilham kaynağı ve manevi komutanıydı.
Kürdistan gerillası, tıpkı büyük gerillacı Che Guevera gibi, General Giap’ı da işte böyle ele alıyor ve hep saygıyla anıyor. Gerillacılığı daha da geliştirerek onların anılarını yaşattığına inanıyor. Komutan Agitler ve Çiçekler yaratarak da bu çizgiyi eksiksiz devam ettiriyor. Nasıl ki Vietnam ulusunu General Giap’ın komutasındaki gerilla yarattıysa, Kürt demokratik ulusunu da Önder Abdullah Öcalan’ın çizgisini uygulayan Mahsum Korkmaz komutasındaki gerilla yaratıyor. Dolayısıyla yeni özgür Kürt gerçeğinde gerillanın yeri farklıdır. Kürdü gerillasız kılacağını sananlar tarihin en büyük yanılgısını yaşamaktan öteye gidemezler.
Elbette gerilla havası anlatılamaz, ancak yaşanır. Onu ancak yaşayanlar anlayabilir ve anlatabilir. Dolayısıyla gerillacılar arasında oluşan dostluk ve kardeşlik duygusunu da ancak yaşayanlar bilebilir. General Giap ile Kürt halkı ve gerillası arasındaki dostluk ve kardeşlik duygusu işte böyledir. Bu duyguyla yirminci yüzyılın efsane gerilla komutanını bir kez daha saygıyla anıyor ve anısının Agitlerin, Zilanların kişiliğinde yaşadığını ifade ediyoruz!
Selahattin Erdem
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. İşgalci TC ordusu Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesine bağlı Kemanê karakolu ile Beytüşşebap tugayı tarafından skorsky helikopter hareketliliği yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Mücadele tarihimizde Partimizin okul sisteminde en derli toplu muhteva ve uygun bir okul düzeniyle ulusal kurtuluşu yolunda yücelme gibi bir duruma adım atıyoruz. Şüphesiz bu okulun özü, ulusal kurtuluşçuluk ve onun dayandığı ideolojik-politik doğrultu, sınıf temeli ve temel mücadele olarak halk savaşımı konusunda öğretim ve eğitimden oluşmaktadır. Sistemimiz için mütevazı bir başlangıç ve yeni tecrübe söz konusu. Burada sağlanacak sıradan bir başarı, eğer gerçek bir okul olan yaşamda da devam ettirilir, biçimlenme savaşın sıcak ortamında çelikleştirilirse, öğrenciler öğretmen haline gelir. Ulusal kurtuluş yolunda halkın her düzeyde okullar sistemine sahip olması, bunun temelinde güçlü kadrolar hazırlayarak çalışmaların ve savaşımın birçok cephesine sürülmesi ve böylelikle zafere kadar gidebilecek, bunun ağır yükünü omuzlayabilecek önderler yetiştirmesi söz konusudur. Bu, küçümsenecek bir çaba değildir. Buraya geliş şüphesiz çok çeşitli burjuva okul sisteminden kopuşla birlikte olmakta, bu işe burjuva okul sisteminden kendi öz okullarımıza yönelme isteği biçiminde başlanmakta ve çok yoğun, zorlu süreçlerden sonra sınırlı bir başarı kaydetmektedir.
Burjuva ve daha öncesinde feodal dönemin okullar sistemi, temel eğitim, öğretim, formasyon kazandırma kurumları, temelde kendi sınıf çıkarlarını sağlama alan; onların çıkarlarını her düzeyde temsil eden; onu fazla saptırmadan, ihanete uğratmadan gereklerini yerine getirecek olan kişilikleri ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
Dikkat edilirse, yüzyıllardan beri toplumun en zeki, kabiliyetli çocukları belli bir ayıklamadan sonra elemeden geçirilip temel okullar ve daha sonra ileri düzeyde medreselere alınarak, buralarda çeşitli süreçlerden, beyin yıkamalardan geçirilerek, feodal sınıfın çıkarlarını; ideolojik, siyasal, moral, ahlak bütün bu düzeylerde nasıl iyi savunacaksa o biçime getirilerek mezun edilir. Ve daha sonra sultanlığın, emirliğin hakimiyet alanlarına propaganda ordusu olarak görevlendirilir. Görülmemiş bir biçimde bunlar, camilerde, daha alt düzeylerde medreselerde hoca, imam, müderris* olarak ideolojik hakimiyeti sonuna kadar sağlamaya yönelik çabaları sergilerler. Yüzyıllardan beri bu ideolojik çabalar, kitleler üzerinde iktidarın tavrıyla özdeş, onu kutsayan, meşrulaştıran; kitleleri, bunların her türlü tasarruflarının bir tanrı emri olarak mutlaka gereklerinin yerine getirilmesi gerektiği şuuruna ulaştıran; dolayısıyla iktidarın her türlü baskı ve sömürüsüne açık bir zihniyetin meşruyet kazanmasını sağlayan çabalardır. O halde, eski feodal dönemde ister sultanlıkta, ister bağlı emirliklerde olsun okul sistemi, son tahlilde mevcut iktidarın son derece haksız, her türlü tasarruf ve uygulamalarının tanrı emriymiş gibi yüceltilerek, kutsallaştırılarak topluma sunulması işinde etkili bir araçtır. Böyle bir sistemin oturtulmasında ve yürütülmesinde en azından kuluçka rolünü oynamıştır. Okullar, esasen bu görevleri yerine getiren ocaklardır. Burada muazzam bir tecrübe birikimi vardır. Feodal ideolojinin, dönemin dinlerinin yoğunca incelendiği yerlerdir. Dogmatizm ve ezbercilik insan beynini uyuşturuncaya kadar yüklenilir. Yaratıcı düşüncenin gelişmesi ve halkın okulları haline getirilebilmeleri söz konusu edilemez. Mevcut çerçeve, derslerin programının veriliş tarzı bunu imkansız kılar. Bu eğitimde, tümüyle en yüce otoritenin gökteki sahibi Allah, yerdeki en büyük sahibi Sultan, devlet temsilcileri her düzeyde en büyük saygı gösterilmesi ve boyun eğilmesi gereken güç, diğerleri ise saf kul olarak yansıtılır. Ve böylece bu eğitim tarzıyla düzen rahat bir işleyiş mekanizması sağlayarak rolünü yerine getirir.
Günümüze doğru geldiğimizde, burjuvazi yükseldiğinde kendisiyle birlikte kendi eğitim sistemini birlikte getirir. Burjuva eğitim sistemi, sınıf çıkarları tarafından koşullandırılır. Onun her türlü ekonomik, siyasal, kültürel, askeri ihtiyaçlarına cevap verebilecek kadrolara ihtiyaç vardır. Bu kadroların sağlanması için eğitim kurumlarına ihtiyaç vardır. İşte bu nedenle modern eğitim dediğimiz sistem ortaya çıkar. Laik eğitim sistemi dediğimiz, dinden, feodal eğitim sisteminden kopmuş sistem ortaya çıkar. Bu sistem içinde her bakımdan sınıf çıkarları garantiye bağlanmak istenir. Bu yüzden devlet için en iyi yöneticiler, bürokratlar; ordu için subaylar; kültür-sanat faaliyetleri için edebiyat ordusu; ekonomiden anlayan ekonomistler yetiştirilir. Tabii ki, yine en zeki, yetenekli çocuklar alınır, temel okullarda eğitilir ve en yeteneklileri, bir ayıklanmaya tabi tutulur. Bunlar daha da üst bir sistem içine alınır. Yetiştirilip hazırlandıktan sonra bunlar egemen sınıfın çıkarlarını en iyi dile getirirler. Bu konuda ne kadar gözüpek, düzene ne derece bağlı ve uysal ise bu hep mesafe, derece alır.
Özellikle askeri okullarda resmi ideolojiye en çok bağlı olan, bu konuda gözükara bağlılık gösterenler; zekasını, fiziki yeteneklerini bunun için kullanan kişiler, subaylıktan kurmay subaylığa kadar daha ileri bir ayıklama içine alınır. Ve onlara devletin temel dayanağı olan ordunun stratejik yönetimi devredilir. Çok çeşitli süzgeçlerden geçirildikten sonra bu subay kadrosu aslında devletin esas kontrol ve denetim gücüdür. Bu konuda en çok sorumluluk duyan bu elit, kendisini gerçekten devletin giderek toplumun sahibi sayar. Tehlikeli bir durumda, gerektiğinde bunlar darbe yapar ve hakim olur. Gerektiğinde "şuna geç, şunda kal" diyerek, iktidarın en sağlam noktalarına kadar ulaşır. Ve tabii ki diğer tüm özel durumlarda benzer bir ayıklanma vardır.
Egemen sınıfa beynini ve yüreğini en iyi katan, onun hizmetine sunan, bu konuda sonuna kadar kesin niyetli, sonuna kadar irade bağlılığı içinde olan ve aynı zamanda bunu ustaca yapanlar sistemin güzide unsurlarıdır. Ve onlara geçiş hakkı tanınır. Bunlara mevcut kurumların en seçkin görevleri devredilir. Onlar da, böylesine bir ayıklanmadan geçmenin verdiği yüksek bir sorumlulukla, bu görevlerini büyük bir istekle, rahatlıkla yerine getirirler. Böylece sistem toplum içinde kendisine gerekli olan en iyi ögeleri böylesine yaygın, yoğun kurumlardan geçirterek kendisini sağlama alır. Kesinlikle egemen sınıfın eğitim sistemi böyledir. Her gün daha da artan bir etkinlikle bu sistem geliştirilmektedir.
Bunların toplam ifadesi; halk üzerinde görülmemiş bir ideolojik, politik, kültürel, ekonomik, moral, yönetim, denetim anlamına geliyor. Tümüyle buralarda burjuva sınıf çıkarı temelinde koşullandırılan beyinler, sıkı bir enformasyondan geçirilen bütün görevliler yığını, kimisi ordu gücüyle, kimisi kültür kurumlarında, kimisi ekonomik kurumlarda ve bütün diğer yönetim aygıtlarında bir koro halinde, gerektiğinde devlet başkanı, gerektiğinde hükümet başkanı, gerektiğinde genel kurmay başkanının etrafında saf bağlayarak, iktidarın pürüzsüz işlemesi sağlanır. Halk; emekçi sınıflar bunların çok yönlü ideolojik, yeri geldiğinde gelişmiş şiddete dayalı ağır egemenliği ile alıklaşmaya, aldatılmaya, yabancılaşmaya; ruhen etkilemeden tutalım düşüncede çarpılmışlığa kadar, pasifikasyona uğratılarak, egemen sınıfın baskı ve sömürüsünü üzerinde en rahatça uyguladığı bir konuma getirilirler. İlkokuldan tutalım, en gelişkin akademi sistemine kadar tüm eğitim sistemi, son tahlilde emekçiler üzerinde böyle bir baskı ve sömürüyü mümkün kılacak bilgi birikimini ve formasyonu kazandırmayı içerir.
Böylesine bir formasyondan geçen, tüm gözü açık, yetenekli kadrolar muazzam bir bürokrasi ordusu olarak iktidarın emrinde; sınıfın stratejik yönetimi tarafından işletilirler ve toplumun nefes alamaz bir halde kalmasına yol açarlar. Bu nedenle eğitim, burada son derece gerici bir işlevi yerine getirmektedir. Burada oluşan kafalar, son derece tutucu, tamamen kendisini düşünen, maaşını düşünen; bunun için belki de tam farkında olmadan her şeyini sunan bir konumdadırlar. Bu tabaka normal dönemlerde işlevini sessizce görürken, devrim dönemlerinde ise tutuculuğun, muhafazakarlığın kulu haline gelir. Güncel çıkarların en bağnaz savunucusu olurlar. Faşizm gibi karşıdevrimci bir hareket çıktığında, rahatlıkla 'daha fazla düzen' diyerek, faşizmin temel sosyal dayanağı olurlar; en çok bu tip gelişmelere temel teşkil ederler.
Türk egemen sınıfının eğitim sistemi, ister imparatorluk döneminde, ister cumhuriyet döneminde olsun, esas itibariyle aynı çizgileri yaşamaktadır. Hatta denilebilinir ki, Türk egemen sınıfı özellikle feodalizmin vurucu gücü olarak islam feodalizminin yönetimine girdiğinde, en gerici doğmalarla beslenerek, tam bir yobaz kafayla ortaçağ feodal devletinde yer bulur. Burada yaşama kavuşur. Göz doldurduğu oranda devlet kademesinde ilerler. Önde gelen akıncı Türk boyları feodal devletlerin hizmetine girdiklerinde, esas itibarıyla basit savaşçılıktan başkomutanlığa kadar yükselmesini bilirler. Bu, onlara daha sonra güç olma, devlet olma tecrübesi kazandırır. Türk egemen sınıfı, tamamen feodal devletin fideliğinde, onun sistemi içerisinde geliştirilen bir egemen sınıftır.
Ortadoğunun yerleşik feodal çıkarları ve onların dinsel doğmalara dayalı eğitim sistemi, en çok Türk boylarının ileri gelenlerinde sadık bir uşak bulmuştur. Bunlar egemen sınıf olma şartlarından biri olarak, sistem içinde bunu iyi özümseyerek sağlayabileceklerini çok iyi bilirler. En çok askeri ve diğer bürokratik, siyasi güç merkezlerinde yoğunlaşırlar. Önemli oranda okul hayatı yaşarlar. Daha sonra devletçikler oluşturmaya başlarlar. Burada önemli olan, feodal sistemin doğmalarından en çok etkilenen, o sayede yükselen bir egemen sınıf olmalarıdır.
Selçuklu ve Osmanlılarda bu sistem son derece geliştirilir. İmparatorluğun sivil ve askeri idaresi için gerekli olan kadroları yaratmak amacıyla, devşirme usulüyle, tüm halkların en yetenekli çocukları daha ana kucağındayken alınırlar, Medrese ve Yeniçeri Ocağı sistemi içinde özel olarak eğitime tabii tutulurlar. Bunlara hangi ailenin çocuğu oldukları unutturulur, hangi ulusa mensup olduklarını hiç bilemezler. Gözlerini bu iki ocak arasında açmışlardır. Buna birde resmi tarikat ocaklarını ekleyelim. Buralara alınarak yoğunca eğitilen ve gerçekten gözleri iktidarın kendilerine gösterdiğinden başka bir şey görmeyen; tamamen bu gösterilenleri yiyip içen; bununla büyüyen bu devşirmeler, dönemin en güçlü ordu çekirdeğini ve sivil yönetimi oluştururlar. Vezirler, Şeyhülislamlar, Kadılar, Paşalar hep o ocaklarda yetiştirildi. Osmanlı imparatorluğunda altı yüz yıla yakın bir dönem eğitim sistemi böyle işler. Denilebilinir ki, Osmanlı imparatorluğu gibi tamamen yağmaya ve çapula dayanan, görülmemiş baskının, kelle koparmanın uygulandığı bu iktidarda, en sadık bendeleri böyle oluşturulur.
Liberal, özgürlükçü düşünceye en ufacık bir yer verilmez. Gökte tanrı, yerde onun vekili Sultan, ve onun sadık bendeleri, kulları olan bürokrasi ve serfler yığını vardır. Bunda okul sisteminin büyük rolü vardır. İmparatorluğun işleyişinde bu sisteme verilen rol fazladır. Çok sıkı bir ayıklama, yıllarca süren bir eğitim ve yaşam içinde sürekli yetkinleşme ile imparatorluk kadrosu oluşturulur.
Bu kadroların en belirgin özelliği; mensup oldukları halk ve aile çıkarını tanımamak sadece bir tanrı buyruğu olarak anlaşılması gereken Sultan'ın fermanlarının hizmetinde olmak ve bunları hayatı pahasına en ufacık bir itiraz göstermeden yerine getirmektir. Bunun için peki üç kıtada ne yapılır? Talan! Tümüyle Sultan için her şeye el konulur. Sultan'ın ordusu, dünyanın en sadık ordusudur. Fetva verenler, Sultan'a sonuna kadar bağlılığın en iyi savunucusu ve örneğidir. Öyle ki, bu kadar uzun yüzyılları kapsayan bu imparatorlukta isyanlar, direnmeler en büyük günah olarak ve her türlü katliamı hak eden girişimler olarak değerlendirilir. Bunun için fetva verilir, ordular hunharca isyanları ezer. Halkın özgürlük ruhu boğulmuştur. Görülmemiş bir boyun eğme, uşaklık ruhu hakim hale gelmiştir. Pasifikasyon sonuna kadar geliştirilmiştir. Özellikle dinsel doğmalar, yani ideolojik etkileme o kadar ilerlemiştir ki; sınır tanımıyan sömürü, kitleler tarafından, iktidardan kaynaklanan bir olgu olarak değil, bir kader, bir tanrı hükmü olarak görülür. Böyle olduğuna göre boyun eğmekten başka bir çare yoktur. Zaten başka bir seçenek bırakılmamıştır. Demokrasi ruhu öldürülmüştür. Osmanlı sisteminin halk üzerinde yarattığı etki budur.
Daha sonra bu Cumhuruyet otoritesine yansıtılır. Osmanlılar, bu sistem ve gelenekleriyle, böyle bir halkı Cumhuriyete bırakır. Bu temelde Cumhuriyet kendisini kurumlaştırıyor. Yükselen bir burjuva sınıfı, Cumhuriyete damgasını vurur. Mevcut otorite önemli oranda Osmanlı otorite anlayışından devir alınmıştır. Devlet kurumları, bürokrası, ordu olduğu gibi aktarılırken, eğitim kurumları da aynen aktarılmıştır. Şüphesiz Cunhuriyetin kurucusu burjuvazi, sınıf çıkarları doğrultusunda bu yapıyı daha da modern kurumlarla takviye etmiştir, ama bu yapı ve kurumlar, kaynağını, anlayışını, yönetim geleneğini tümüyle Osmanlı otorite ve kurumlarından alır. Ordu kurulurken zaten imparatorluk ordusunun kalıntılarından derlenmiştir. Devlet diğer kurumlarında teşkilatlanırken; valilik, kaymakamlık, defterdarlık, yargı sistemi tümüyle kurum, kanun, işleyiş, hatta bürokrasi kurumu; imparatorluğun son döneminden devr alınmıştır.
Aynı durum eğitim kurumları için de geçerlidir. Sadece Arapça yerine, Türkçe, Osmanlıca dili yerine öz Türkçe esas alınmıştır. Yine burjuva çıkarlarının daha iyi işletilmesi için batı uygarlığının daha yaygın aktarımı yapılarak medreseler yerine Cumhuriyetin okul sistemi geçirilir. Darülfünun yerine, üniversite, İdadilerin yerine Lise geçirilir. Medreseler ikinci plana itilir, fazla ilgi gösterilmeyen Halk Eğitim Ocakları, İlkokul sistemi oluşturulur. Eğitimin özü değişmez. Amaç baskı ve sömürü için yeni kadrolar oluşturmaktır. Harbiye okulunun sadece adı değiştirilmiş ve Harp Okulu olmuştur. Mirası olduğu gibi devralır. Bu şekil değişikliğiyle birlikte görülmemiş bir eğitim hamlesine başlanır. Buna "eğitim devrimi" denir.
Eğitim devrimi, özünde feodalizme karşı bir devrimsel çıkıştan kaynaklanmayan, reformcu, üst yapı devrimleri denilen bazı dönüşümlerdir. Bu temelde çok gereksinim duyulan kadroyu ortaya çıkarmak için işe koyulunur. Bu sefer, Cumhuriyeti bağnazca savunacak; onun kemalist önderliğini, kemalist milliyetçiliği esas alacak; ona dinden daha fazla doğmatik olarak bağlanacak; bir kadro eğitim sistemi oluşturulur.
Kemalizm genelde burjuva milliyetçiliğinin bir türevi olmakla birlikte, devrimci burjuva milliyetçiliği değildir. Tutucu burjuva milliyetçiliğidir. Onun Türkiye koşullarına uyarlanması son derece şoven-faşist bir karakterdedir. Şoven milliyetçi ideolojinin rehberliği altında kurulan Cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşlarına olduğu gibi, eğitim sistemine de bu ideoloji damgasını vuracaktır. Dolayısıyla okul sisteminde Sultan yerine, bu sefer M. Kemal Allahlaştırılacaktır. Mutlak iktidar, Sultan yerine M. Kemal olacak; egemen ideoloji ve kültür de, Kemalist ideoloji ve kültür olacaktır. Burada demokrasi ruhu yoktur. Çünkü burada halka karşıtlık ve esas itibarıyla onun devrimci ideolojisi olan sosyalizme karşıtlık vardır. Sosyalizme yer yoktur, O'na göre sosyalizm görüldüğü yerde ezilmesi gereken bir tehlikedir. Orada burjuva tutuculuğunun en gerici bir tarzda uygulanışı söz konusudur. Dolayısıyla burjuva yaratıcılığı, girişimciliği, bilgi sevgisi ve araştırıcı ruhu da yoktur.
Üst yapıda sığ ve oldukça gericilikle yüklü bir dönüşüm söz konusudur. Esas itibarıyla okullar sistemi, Kemalist diktatörlüğü yükseltmenin yeni medreseleridirler. Hatta Sultanlıktan daha tehlikeli bir diktatörlüğün meşrulaştırılmasının ocaklarıdırlar. Özellikle askeri okul sistemi, dünyada belki de Hitler faşizminde bile görülmemiş düzeyde bir beyin yıkayan; azgın şövenler yetiştiren; gözü kara bir biçimde sınıf ve ulus gerçekliğini bile kabul etmeyen; 'Bir Türk Dünyaya Bedeldir' sloganında dile getirildiği gibi, kendisini insanlığın bile üstünde gören; faşist kadroların yetiştirildiği bir okul sistemidir. Bu okullardan mezun olanların hepsi de devletin temel gücü durumunda bulunan subaylardır. Burada subaylar en gerici, tutucu, faşist bir tarzda eğitilmişlerdir. Halka bir sürü gözüyle bakarlar. En ufak bir saygıları yoktur. Dünyaya üstünlük gözüyle bakarlar. Çok geri oldukları halde kendilerini çok yüce görürler. Kendi devletleri içinde sivilleşmeye bile tahammül edemeyecek kadar militarist ve gerici birer despotturlar.
İşte, bizim karşımızda, faşist bir ideolojik eğitimden geçmiş, böyle gerici, despot subaylar ve onların oluşturduğu bir ordu ve bu ordunun yönlendirdiği bir devlet yapısı bulunmaktadır. Diğer tüm kurumlara damgasını vuran da bu eğitim kurumlarıdır. Yüceltilen resmi Kemalist ideolojidir. Eskiden camilerde öğretilen, dikte edilen dini doğmalardan daha fazla, bugün bu okullarda Kemalist doğmalar dikte edilmekte, dayatılmaktadır. Eskiden camilerde bu günde bir kez yapılıyorsa, buralarda günde onlarca kez yapılıyor.
Bugün, bütün görünüşe duygulara hitap eden, kulağa hoş gelen sesler, göze gelen görüntüler, beynin algıladığı her şeye nüfuz eden Kemalist diktatörlük gerçeğidir. İliklerine kadar insanı kaplayan, bu gerçekliktir veya bu yalan, bu demagojidir. Kuruluşundan itibaren, özellikle ilk yıllarında şiddetlidir bu. Daha sonra da dozajından hiçbir şey kaybetmez. Cumhuriyet neslinin eğitimi denilen olay budur. Cumhuriyet uşağı, çocuğu denilen olay budur.
Denilebilir ki, insanlığa gözü kapalı, halka gözü kapalı, özgürlüğe gözü kapalı olan cumhuriyet çocuğu, belki de Hitler faşizminin SS kıtalarından daha tehlikeli bir biçimde, toplumun başına bela açmış faşist bir güruhtur. Cumhuriyet'in kuruluş kadrolarını bu şekilde değerlendirmek gerçekçi olacaktır. Bu kadrolar, gerçekten ileriye yönelik tüm hamlelerin frenleyici güçü olduğu gibi, halktan gelebilecek olası tüm ilerici çıkışların da amansız düşmanıdır.
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar yetmiş yıla yakın bir zaman geçmiştir. İnsan ömrü kadar olan bir zamandır bu. Bu dönemde Anadolu halkları, hiçbir zaman görmedikleri kadar baskı ve sömürü görmüşlerdir. Yine halklar, hiçbir devlet kadrosundan çekmediklerini, bu kadroların ellerinden çekmişlerdir. Bunlar kadar azgın halk düşmanı görülmemiştir. Demagojik yapılarıyla; kaba ve ince baskı yöntemleriyle; iliklerine kadar sömüren özellikleriyle bunların, hiçbir zaman benzer örneklerine tanık olunmamıştır. Bugün cumhuriyet, bu yönüyle daha iyi anlaşılmakta; yozluğun, çürümenin tüm belirtilerini göstermektedir.
Bir diktatörün, bir avuç yardakçısının ve en çarpık biçimde sınıflaşmayı yaşayan Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde üreyen bu devlet ve onun yetiştirdiği, biçimlendirdiği demeyeceğiz, biçimsizleştirdiği, hastalıklı ruh haline sahip olan insanlık ucubesi kadrolar; insanlığa felaket getiren ve bir anı olarak belleklerde yer edinen Hitler faşizminden daha tehlikeli bir devlet ve kadrolar olarak, bugüne kadar halklarımızın çektiği acıların kaynağıdırlar. Kuruluşundan günümüze kadar görülmemiş biçimde baskı ve sömürüyü sürdüren bu aygıt, bu temelde Anadolu halklarının ve halkımızın kültürünün, geleneklerinin, kişiliğinin, en doğal haklarının tanınmaz bir duruma getirilmesinin de baş müsebbibidir. Dolayısıyla bu sistemin yürütücüleri olan kadroları yetiştiren sistem de, en tehlikeli sistemlerden birisidir.
Biz 'Kışla Kültürü' adlı çalışmamızla bu sistemin nasıl Kürdistan'a yaydırılmak istenildiğini ortaya koyduk. Bu kadar tehlikeli çıkış temeli, amaçları, oluşum özellikleri bulunan cumhuriyetin Kürdistan'daki eğitim kurumları, mevcut sistemi tamamen katliamcı, yok edici temelde Kürdistan'a taşırmayı hedeflemiştir. Bu eğitim kurumları, çağımızın en gerici faşist rejimlerinden daha fazla gerici ve faşist karekteriyle; bütün doğmatik, fanatik kurum ve hareketleri bile geride bırakan özellikleriyle; tarihte eşine az rastlanan bir asimilasyoncu yok ediş çabasıyla; halkın başına nasıl musallat olduğunu, Kürdistan'da ele geçirdiği her şeye nasıl kendi damgasını vurduğunu, insanların yüreklerini dahi nasıl kendileri için olmaktan çıkarttığını biliyoruz. Yine bu eğitim kurumları yüzde yüz vatan düşmanı, halk düşmanı, halka metelik kadar değer vermeyen; toprağından en onursuzca kopan; vatanına yönelmeyi bir kabus gibi gören; basit bir maaş uğruna, rahatlıkla bir özgürlüğü satacak kadar aşağılaşan; güncel yaşamı, bir saati, bir anı kurtarmak adına bütün insanlığı satacak kadar düşkünleşen; tiplerin üretildiği kurumlardır.
Gerçekten de tarih ne kadar incelenirse incelensin; çağdaş öğretim ve eğitim sistemi bakımından neresinden ele alınırsa alınsın, görülecektir ki, bu kurumlarda her şey ters yüz edilmiştir. Burada eğitimin değil, eğitimsizliğin; aydınlamanın değil, karanlığın; şekillendirmenin değil, şekilsizleştirmenin alası yaşatılır. Hiçbir zaman ve hiçbir halkın gerçeğinde bu kadar öze ters düşürülmüş bir sistemden bahsedilemez.
Bizler bu sistemin içinden geçtik, bu sistemin zehirinden içtik. Burada aşılandık. Sözümona şekillendik. Bu bizi güçlendirdi mi? Hayır! Bu sistemin etkilerinden kurtuluşun dahi yılların savaşımıyla mümkün olduğunu belirttik. Biz büyük bir kararlılıkla bütün duyguların, düşüncelerin tahribatına karşı direndik. Çok mütevazi de görülse, kendi ölçülerimiz içinde bunun ne kadar büyük bir uğraş gerektirdiğini ortaya koyarak, Partimizin doğuşunun mümkün olduğunu gösterdik. Partimizin doğuşu bu anlamda Kürdistan'da cumhuriyetin büyük karanlık ve yıkım ocaklarına karşı alternatifinin yaratılması olayıdır.
Çoğunuz halen yaygın bir biçimde, cumhuriyetin eğitim sistemi içine alınmayı bir ilerleme etkeni ve kurtuluş çaresi olarak görüyorsunuz. Günümüzde 12 eylül rejimi sömürgeciliğin yürüme şansını, en çok eğitim sisteminin derinleştirilmesinde görmektedir. Başta üniversiteler olmak üzere, bütün okullarda 'milli birlik, bütünlük' dersleri, bütün derslerin önüne geçmiştir. Yani yabancılaşmayı daha çok derinleştirmek; ülke ve özgürlük kavramlarını ağza alınamayacak bir biçimde yok etmek; bunun yerine, etkisi altına aldıklarından en tehlikeli tipleri yetiştirmek için görülmemiş yatırımlar yaparak yeni okullar açmakta ve bu okullara, bütün cumhuriyetin tarih, din, devlet vb. konulardaki uzman ideolog adamlarını yaygınca yollayıp, çalıştırarak, böylece kafalar ve ruhlar üzerinde egemenliğini tam kurup sürdürmeyi hedeflemekte. Geliştirilen bu sözde eğitim ve öğretimde, bir yandan dinsel doğmalardan medet ummaktan tutalım, diğer yandan ezici bir biçimde okullarda her gün 'ne mutlu Türküm diyene' sloganı attırmaya kadar, her türlü Kemalizm şakşakçılığı, sabah akşam, zihinler alıklaştırılıncaya kadar öğretilir.
Bu sistemden geçmeyen aile çocukları kalmadığına göre, ortada süzgeçten geçirilmemiş; asimilasyon ve boyun eğdirmenin her biçiminden nasibini almamış bir kişi kalmamış gibidir. Bu gerçek bir boyun eğdirtme yöntemidir. Bu gerçek bir özel savaştır. Burada özel savaş, en tehlikeli uygulamalarından birini bulmuştur. 12 Eylül'ün halka dayattığı savaşın en tehlikeli bir biçimi, eğitim sistemini bir özel savaş sistemi haline getirilmesinde aranmalıdır. Gençliği devrimden ve devrimin etkisinden uzaklaştırmak için, gençliğin önüne onu bitirecek kurumları ve bu kurumların eğiticilerini koydu. Dinle oynayabileceklerin önüne din kurumlarını koydu. Devrimci güce karşı görülmemiş bir şartlanmayı, bir karşıeğitimi yürüttü. Yoğun ideolojik eğitimle, bir taraftan tüm toplum üzerinde "Devrim bir öcüdür, yaklaşırsanız yok olursunuz" biçiminde bir dayatma geliştirilirken, diğer yandan ise Kemalizm, onun otoritesi, onun ahlakı, onun öğretisi dayatıldı. Yükselmek mi istiyorsun, iş mi bulmak istiyorsun, adam mı olmak istiyorsun; her şey bu temel ilkenin kabul derecesine göredir. Ve görülmemiş ekonomik yoksullukla, bu ideolojik etkilenme birleştirilince, toplumun adeta yıkılması gerçeklileştirilmeye çalışıldı; önemli oranda gerçekleştirildi.
Karşıdevrimin eğitim sistemi bu denli tehlikeli bir rolü, işlevi yerine getirmiştir. Eğer bugün halkımız kendisini örgütlemeyecek kadar alıklaştırılmış ve çıkarlarının uzağına düşürülmüşse, bunun nedenleri, yüzyılların imparatorluğu Osmanlının eğitim sistemine eklemlenen, cumhuriyetin şeytani, hileli, pasifikasyoncu, son derece yabancılaştırıcı, karanlıktan da öteye bitirici ve yok edici işlevinde aranmalıdır. Onun eğitim sisteminin katliamcı sisteminde aranmalıdır. Bu kadar kolay boyun eğme, hem de görülmemiş baskı ve sömürü ortamına boyun eğme, ancak böyle bir eğitim sistemiyle mümkündür. Başka hiçbir şeyle, sağlanmamıştır. Hatta bu kılıçla bile sağlanmamıştır. Daha çok böylesine bir ideolojik, etkilenmeyle sağlanmıştır. Kılıç bunun için temel atmıştır. Bu yüzde yüz değilse bile yüzde doksan beş, zihin ve duygular üzerinde yürütülen yabancılaştırma; kendi özünden katmerli bir biçimde uzaklaştırma temelindeki bu eğitimle olmuştur.
Eğer bugün insanlarımız kendisine düşmanlık yaptığı oranda, kendi düşmanını yaşıyorsa; düşmanına yakınlaştığı oranda ilerlemenin mümkün olduğunu kendini inandırır hale gelmişse; bunu bir kişisel politika olarak iliklerine kadar yaşıyorsa; işi, parayı, gücü, etkinliği, güvenliği, rahatı, sağlığı her şeyi, kendisine düşman olanda görüyorsa; kendini inkar etme ve düşmanını yaşama noktasına gelmişse; bunda eğitimin ciddi bir rolü vardır. Belki de dünyada hiçbir yerde görülmemiş düzeyde, cumhuriyetin geliştirdiği bu eğitim sistemi, gerici ve hatta faşist bir işlev görmüştür. Bu sistemin eleğinden geçmek demek, kendini en geri, en savunmasız, işlevsiz ve örgütsüz bir ortamın içinde yaşatmak anlamına gelir.
Partimiz, esas itibariyle ve tamı tamamına bu eğitim sisteminden öncelikle kuşku duyma, bunu büyük bir eleştiriye tabi tutma, tehlikeli ve insanlık dışı yönünü açığa çıkartıp teşhir etme; onun eritici, yok edici özelliklerine karşı savunma gereğini duyma temelinde ortaya çıkmıştır. PKK'nin ideolojik gelişiminin temelinde, kesinlikle cumhuriyetin eğitim kurumlarının, şüpheci bir tarzda ele alınmasının ciddi bir yeri vardır. Bazı doğruların yanında, bu şüpheci yaklaşım sayesinde, bu eğitimin, esas itibarıyla istisnasız herkesi götürmek istediği yerin karanlık olduğu; kendi gerçekliğinden, kimliğinden kopuşu dayattığı; bunun yerine kendisinin ne idüğü belirsiz ve tam anlaşılmayan çıkarlarına sonuna kadar tabi olmanın yaşatılmak istendiği görülmüş ve görmeyle birlikte bunu red temelinde PKK ideolojisi geliştirilmiştir. Onun gelişimi böyle olmuştur.
Çok iyi biliyoruz ki, PKK Kürdistan halkının gerçek bir okuludur. Her türlü ulusal ve toplumsal bilincini kazandığı, örgütlenmesini ve savaşmasını öğrendiği bir okuldur. Çıkışı, cumhuriyetin bu en tehlikeli amaçlarına temelden karşı olma; cumhuriyetin en temel ilkesi olan kemalizme ve onun şöven ulusçuluğuna karşı, Kürdistan yurtseverliğine yönelme; halk düşmanı yönüne karşı, emekçilerin çıkarlarını ve sosyalizmi esas alma tarzındadır. Bu, halkların birbirilerine düşürülmesine ve ayrılıkçılığa karşı, eşit ve özgür temellerde birliğini, yani enternasyonalizmi esas almadır. Bu temel ilkeleriyle cumhuriyetin özüne ve biçimlenişine gittikçe her düzeyde karşı çıkmadır. Bunu öncelikle büyük bir ideolojik arınmayla başlatma, Türk milliyetçiliğine ve onun daha inceltilmiş biçimi olan sosyalşövenlere karşı ideolojik savaşımla geliştirmedir. Ve giderek Kürdistan'da işbirlikçi ideolojiye ve onun görülmemiş ulusal inkarcı tutumlarına karşı olduğu gibi, bunun inceltilmiş biçimi olan yerel kabilesel ve aşiretsel sahte milliyetçiliğe karşı da bu ideolojik mücadeleyi yürütmedir. Buradan temel siyasi doğrultuya; halkın temel çıkarlarına, politikasına ve kurtuluş iradesine kavuşma ve bunu sıcak bir savaşımla birlikte yapmadır.
İşte görülüyor ki, Partimiz bu temel gelişim özellikleriyle cumhuriyetin zıddı; onun görülmemiş gericiliğine ve karanlığına karşı, bir ilericilik ve aydınlık hareketidir. Sömürgeciliğin, insanı insanlıktan çıkaran, yok edici, bitirici ve çürütücü eğitimine karşı; insanı son derece güçlendiren, ilerleten, aydınlatan eğitime saygıdır. Bu anlamda Partimiz halkın gerçek bir okuludur. Yine bu anlamda Partimiz, halkın kendi özgücüne dayanarak, ideolojik ve siyasal büyümesini ilk defa geliştirip sistemleştirdiği bir okul olma şerefine sahiptir. Yüzyıllardan beri halk arasından çıkan, ama belirir belirmez kolayca eğemenlere alet olan değerlerini; kendi öz çıkarları temelinde yoğunca eğiten, örgütlendiren ve savaştıran bir okuldur. Yine ilk defa halkın tarihini, güncel ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamını somut değerlendiren; ondan çıkartılan sonuçları halkın kurtuluş örgütünü ve eylemini yaratmada kullanan; halkın önde gelen bütün gençlerini bu temelde eğiten; böylelikle halktan aldıklarını daha da güçlendirerek halka veren; son derece zayıf, düşkün birisiyken, yüksek devrimci ruhla ve bilinçle donatarak halkın çıkarlarının sağlam bir sözcüsü ve savaşçısı olmayı başartan bir okul olma özelliğindedir.
Başlangıçtan itibaren böyle anlaşılması gereken Partimizin, somut olarak bu zeminde sistemli bir okul haline gelmesi anlamlıdır. Her ne kadar sınırlı olanaklarla ve sınırlı sürelerle eğitimimizi yürütsek de, gelinen aşamada, ilkelerden ne anlaşılması gerektiğini çok iyi bilenleriz. Öğretimin ulaşmak istediği hedefler konusunda duyarlı davranabilen insan, tarihi anlamda yerine getireceği görevler açısından kendisine sağlanan eğitimin önem ve anlamının büyük olduğunu görecektir. Elbette eğer, üzerinde ısrarla durulur ve yetkinleştirilirse bu böyledir. Yaratıcı bir ruhla eğitimi alırsak ve bunu bilgiden de öteye kişiliğimizin oluşmasında hayati bir devre olarak değerlendirirsek, şüphesiz muazzam güçleneceğimiz açıktır. Bu sahayı, sömürgecilerin ideolojik şartlandırma ocakları olan eğitim kurumlarının etkilerinin tamamen silindiği; kişilik üzerindeki büyük baskının kalktığı; böylelikle özgürleşmek ve güçlenmek için büyük bir gelişme imkanının ortaya çıktığı bir okul olarak değerlendirmek gerekir. Böylesine bir sistemi oluşturmak için yıllardır çalışmamız; bağımsızlık ve özgürlük doğrultusunda bir okul geliştirmeye çalışmamız; Kürdistan halkının ilerici insanlığa katılmasında ve kendi öz kurtuluşunu gerçekleştirmesinde bu okulun hayati bir rol oynayacağını bilmemizden ötürüdür. Her şeyden daha çok bu ilkeleri gerçekleştirecek sağlam adamlara ulaşmanın bu okullardaki eğitimle yakından bağlantılı olduğunu bilmemizden ötürüdür. Bu nedenle biz, başlangıçtaki sınırlı eğitim faaliyetlerimizden, gittikçe daha kapsamlı, nicelik olarak daha büyük ve süre olarak daha uzun bir gelişmeyi yaratmakla önemli bir aşamayı sağladığımıza inanıyoruz. Bu devremizden önceki bir çok devreden yetişenlerin, Partimizin amaç, hedef ve ilkeleri doğrultusunda, ulusal kurtuluşçu çizgide kahramanca direndiklerini ve sonuna kadar savaştıklarını görüyoruz. Bu nedir? Bu, bağımsız ve özgür kişiliğin kanıtlanmasıdır. Bu, burada muhteva olarak verilen ideolojik-politik ve askeri eğitimin, çok zayıf kişilikleri bile kahramanca bir eyleme itecek kadar güçlü olduğunun ispatlanmasıdır. Bu, şimdiye kadar hiçbir zaman sahip olmadığımız aydınlanma ve örgütlenme kapasitesine, bu okul sayesinde ulaşmaya başladığımızı gösterir.
Okul sisteminin özü ve biçimlenişine sınırlı da olsa ulaşılmıştır. Eğer biz, günümüzde bir kurum olarak bunu gerçekleştirebilmiş ve bu seviyeye getirebilmişsek; görevimiz, artık bunu ülkede açılan kurtuluş üslerimizde daha yaygın bir sisteme dönüştürmektir. Şimdi, artık bu sistemi, olduğu gibi, düşmanın kolay kolay nüfuz edemeyeceği yeraltı üslerimizden tutalım, kentler ve köylerimizdeki gizli yeraltı sığınaklarımıza kadar her yere taşırma; burada onlarca, hatta yüzlerce kişiyi kısa ve uzun devreler halinde eğitime ve böylelikle devrim ordusunu oluşturma görevimiz vardır. Ve bu görev, ülke somutunda sınırlı bir gerçekleştirilmeye ulaştığında göreceğiz ki, bu durumun karşısında hiçbir düşman gücü dayanamaz. Yine göreceğiz ki, halkın kendi temel öz eğitim kurumlarında sınırlı bir eğitimi gerçekleştiğinde bile onun ne denli yeteneklere sahip olduğunu, örgütlendiğinde ne yaman hale geldiğini, baş edilmez sanılan düşmanın nasıl çürük ve kağıttan kaplan olduğunu açığa çıkacaktır.
O halde biz, düşmanın güçlülüğünü ve zorluklarımızın çokluğunu konuşmaktan ziyade, halkımızı bu temel eğitim ve öğretim kurumları içinde birleştirelim; bu konudaki görevlerimizi yerine getirelim; o zaman güçlü olan ve kolay olanın ne olduğunu görelim ve söyleyelim. Bu konudaki görevlerimizi yerine getirmeden sıradan eğitim ve örgütlenme görevlerimizi başarmadan, ne düşman hakkında hüküm biçelim, ne de zorluklarımız hakkında boş laf edelim. Herkes bugün bu görevleri yapacak güçtedir. Şimdi bu kurumda küçümsenemeyecek kadar arkadaş bulunuyor. Eğer bu devreden çıkan her birimiz kendimizi yoğunlaştırırsak, bu okuldaki kadar başarılı eğitim veren kurumların kuruluşlarına öncülük edebiliriz. Bunların çoğunu yönetebiliriz ve yüzlerce devrimciyi çıkarabiliriz. Bizde bu kanıtlanmıştır. Kanıtlanan gerçeğin benzerlerinin daha da güçlü bir biçimde halkımızın saflarında oluşturabiliriz. Bu görevlerimizi başardığımızda göreceğiz ki, gerçekten halkımız bağrında büyük bir yetenekler taşımaktadır. Ülkemiz muazzam bir okul sistemine olanak verecek düzeyde elverişlidir.
O çok güçlü görünen; daha düne kadar bir öcü gibi karşımızda dikilen ve tabu gibi üzerimizde etkisini sürdüren düşman kuruluşlarının, gerçekte en kof kuruluşlar olduğunu o zaman göreceğiz. Özellikle de onun Kürdistan'daki kuruluşlarının çoğunun, bir tekme ile devrilecek kadar kof olduğunu göreceğiz. Orada üretilenin, eğitilenin ve şekillendirilenin ne kadar yaramaz, tehlikeli ve derhal tasfiye edilmesi gerektiğini göreceğiz. Bununla birlikte yine öz çıkarlar temelinde sınırlı da olsa sağlanan bir halk eğitim seferberliğinin ve hareketliliğinin neye kadir olduğunu; bir yürüyüşe geçildiğinde neleri, nasıl silip süpüreceğini ve kendisi için neleri, nasıl yaratacağını açıkça göreceğiz. O halde, bu soylu görevleri gerçekleştirmek için, burada alınan eğitimin özüne sadık bir biçimde bunu yaygınlaştırmak ve milyonlara maletmek için elden gelen vazgeçilmez bir görev olarak yerine getirilmelidir. Sizler bu temelde önemli bir şansa kavuşmuş durumdasınız. Eğitime bu bakış açısıyla yaklaşacaksınız. Yüksek bir sorumuluk duygusuyla ister ülke içinde, ister dışında her çalışmayı rahatlıkla başarabilecek durumdasınız. Yeterki halkın, Partinin bu önemli ihtiyaçlarına gelişen bir görev ve disiplin anlayışıyla yaklaşın. Gerisi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zaten zorluklar çekilmiştir, Partimizin sınırlı olanaklarından en çok istifade edilmiştir. Bunun temelinde de şehitlerin kanı vardır. Onlara layık olmanın nasıl vazgeçilmez bir borç olduğunu bilerek görevlere dört elle sarılacak ve bunu başaracaksınız.
Reber APO
Ekim 1988
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Hakkari köy korucuları derneği başkanı ve geçici köy korucusu Sadi Özatak 20 ağustos 2012 tarihinde Hakkari'de gerilla güçlerimiz tarafından göz altına alınmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Ekim günü saat 14.00 ile 16.00 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap bölgesi üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Bir devrim kadrosu olarak yoğunlaşma sorunlarınız bütün ağırlığıyla devam ediyor ve çözüm sınırlı bir gelişmeyi yakalıyor. Düşman karşısındaki duruşunuz, ağır darbelerle sendeleyişiniz ve hatta bunun farkında bile olmayışınız yaşam karşısındaki gerçekliğinizi de ifade ediyor. Gerek ideolojiye, gerek devrimci pratiğin kendisine karşı ilgi zayıflığından tutalım, çok tehlikeli, yanlış, yetmez yaklaşımları sergilemeniz yenilmiş kişiliğin diğer bir ifadesidir. Bunu öyle kendiliğindenlikle, normal toplumsal gelişmenin bir ifadesi olarak sanmak mümkün değildir.
Sizin geriliklerinize karşı yürüttüğümüz savaşla, direkt düşmana karşı yürütülen savaş neredeyse tam üst üste bindi. Sizin dayattığınız savaş aslında düşmanın dayattığından daha tehlikeli, ayırt edilmesi, ayrıştırılması, aşılması çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Sözümona devrimin kadroları olması gereken sizlerin kişiliği, düşmanın bilinçli ajan oluşturmasından da daha tehlikeli ve düşmanın da bunu farkederek bir politika içine girmesi sözkonusudur.
Bunu aşma iradenizin kendini fazla göstermemekle beraber, kendi kendine öfkeli veya gelişmeyi dayatan Parti ölçülerine bir nevi karşı intikamla yönelmesi de çoğunlukla yaşanıyor. Ne kadar geri yanlarınıza vurulsa o kadar karşı tepki geliştiriyorsunuz. Zayıflıklarınıza basmamızı hakaret gibi görüyorsunuz veya altında ezilip gitme biçiminde yaklaşım da gösteriyorsunuz. Bu da tabi devrimin temel öncülük, kurumlaşma, uygun adımlarla pratikleşmeyi boşa çıkarıyor. Size dayatılan başarma zorunluluğun kabul görülmesi şurda kalsın çok çeşitli tepkilerle sürekli önlenmeye çalışılıyor. Dayandığınız en büyük silah; “benden bu kadar, kötürüm olmuşum, gücüm yetmez, kafam almıyor, iradem paramparça, yaratamıyorum, çoktan işim bitmiş” gibi geleneksel toplumun düşman tarafından ezilişinin yansıtılması oluyor. En büyük silahınız çaresizlik silahıdır. Elinizden gelen çok içeriksiz, etkileyici amaca fazla yer vermeme. Bunu parçalamak istedik, fakat hani bir mermer taşi kadar saglamliga biraz sahip olmadiginiz için adeta dökülmedik bir tarafınız kalmıyor. Böyle toprak çıkıyor, kof çıkıyor. Çok çeşitli yönleriyle gerçekleri ne kadar yansıtmaya çalışıyorsak, anlam yoksunluğu ve anlama da olsa yüzgeri olma gibi refleksle karşılaşıyoruz. Artık burada iyi niyet, şu çaba bu çaba önemli olmuyor. Devrimler öyle birşeydir ki ya başarı çizgisinde amansız yürürsün, ya yerle bir olursun. Normal, vasat bir yürüyüş tarzı devrimde en kötü kaybediş tarzıdır. Tamamen sizin duruşunuza denk düşüyor. Nasıl ki bizim yaşam halkımızın başına bela olmuşsa, sizin de başınıza bu anlamda devrimcilik bela olmuş.
Devrimci yaşam diye hareket etme, parantez içinde devrim, kişilikte başlarken bile şiddetli bir hesaplaşmayla başlar. Büyük hesaplaşmayı kendinde yapmayanlar, belki devrimci saflarda olurlar ama devrimin yürüyüşcüsü olamazlar. Devrimde savaşabilirler de, ama çözemezler; devrimci gibi yaşar gözükürler, ama aslında devrimci tarzda yaşayamazlar. Devrimci eğitimi bile nasıl ele aldığınız meçhuldür, karışıklıklarla doludur. Ne kadar ciddi olduğunuz, gerçekten devrimci olmak isteyip istemediğiniz belli değildir. Eski yaşama göre bu yaşam hoşunuza gidiyor veya hoşunuza gittiği kadar 'ben varım' diyorsunuz. Tamamen heveslerle kendinizi fazla sağlam temeli olmayan hislerle bazı düşüncelerle idare ediyorsunuz.
Bugünler hatta yüzyılın sonları ısrarla “devrimler artık gereksizdir” veya emperyalizme göre; “herşey kontrol altındadır, istediğimiz gibi degişiklikler olabilir, özgürlük de istediğimiz gibi olur, kişi haklari da, ulusal sorunlar da, biz nasıl istersek öyle halledilir”. Bu görüşe göre eğer sözkonusu bizim halk gerçekliğimiz ise adımız bile geçmez. Belki bazı halklar için bazı kişiler için bir takım düzenlemeler olabilir ama bizim için bu görüşün içinde yer almak bile sözkonusu değildir. Tabi bunu size söyletmek, düzeltmek önemlidir. Daha kendinizi asgari düzeyde bireysel cahilliğinizle hesaplaşmayı, yaşamı çıplak düşmana karşı nasıl götüreceğinizi bile aslında kararlaştırmış değilsiniz. Bırak emperyalizme karşı olmak, siz aslında kendi içinizdeki basit geriliklere bile karşı olamıyorsunuz.
Bu anlamda bir kurtuluş kadrosundan ziyade tamamen kurtarılmayı bekleyen bir hasta konumunu arz ediyorsunuz. Bütün hal ve hareketlerinize baktığımızda, “Parti veya devrim beni ne zaman kurtaracak” gibi bir havadasınız. Bu da tabi devrimcinin tanımına ters düşüyor. Devrimci kurtarıcıdır. Baktıkça dediğim gibi yani çoğu kendinin kurtuluşunu bekliyor. Halkı da unutmuşlar, bu anlayış çoğaldı, kendini inanılmaz ölçüde önümüze koydu. Yani, “Parti önce beni kurtarsın, kurtuluşu bekleyen halk değil benim”. Nasıl gelişti, bunu neden böyle yaygınlaştırdınız, anlamak gerçekten zor. Zaten bütün devrimlerin başını da bu anlayış yemiştir.
Devrimler genelde yücelme hareketleridir. Bireysel fedakarlığın zirveleştiği, ruhların yüceldiği, bilincin genelleştiği toplumsal durumları ifade ederler ve bu devletleşmeye kadar gidebilir. Ben sizin devrimcilik anlayışınızı biraz anlamaya çalıştığımda, böyle bırakalım genelde bir yüceleşmeyi, “nedir bu başıma gelen” gibi bir hava içinde kalıyorsunuz. Tabi bunun altında vurguladığım gibi düzen çok örgütlenmiş, çok sığ bir yaşamı dayatmış veya kendi toplumsal gerçekliğimizde de bütün yaşam yollarını tıkamış, herşeye razı edilecek bir yaklaşımı geçerli kılmış. Daha da ötesi sizi yedi yaşından itibaren objektif bir düzen kişiliği, ajanı gibi yetiştirmiş. Bir yerden değil birkaç yerden çarpıtmış. Sağı-solu belli olmayan, kendini neye verip vermediği anlaşılmayan, karmaşık duygular, sağlam olmayan düşünceler, her attığı adımdan bir hata çıkaran, bol bol ağlayan, sızlayan, yaşama derinlikli bir yaklaşma gücü bile olmayan, bırakalım onu değiştirmeyi, dönüştürmeyi, varolan içindeki tehlikeyi, ölümü bile anlayamayan kişilik ağlamaktan başka ne yapar?
Ağlamak şu: Yani sizin gösterdiğiniz bu tepkiler, gülüşler bile bana göre bir nevi ağlamaktır. Hem olup biteni anlamamak, buna göre bir tavır geliştirememekte bir ağlamaktır. Bütün bunların aşılması kişinin kendini gerçekten mükemmel örgütlemesine bağlıdır. Tam bir bireysel insiyatifin patlaması gerekiyor. Bunun yerine sizin bireycilik dediğiniz şey daha farklı. Açık söylemeliyim ki kapitalist anlamda bir bireycilik sizin bireyciliğinizden çok ileride. Kapitalist bireycilik bazen ilerleticidir. Sizde o da yok. Sanırım içinizde devrimcilikle uğraşmak isteyen bazı arkadaşlar olabilir. Öyle cüretli arkadaşlar belki çıkabilir içinizde, ama şimdiye kadar pek başarılı örneklerini göremedik. Bana böyle o köylülerin kulaklarını sağır eden boş laflamaları gibi geliyor. Devrimci ortamımızdaki diyalog işte “laf et, boşluğu doldur” kabilinden. Çok köklü çare düşünüp ona göre ortamı canlandırma, işte ona göre ortamı ordulaştırma, savaştırma, tabi başarı oranını yükseltmek gibi bir hava içine giren, kendini bundan böyle sorumlu gören tipler çıkmıyor ortamımızda. Yaygın bir kesim ise tam bir farfaracı, yani “Parti beni idare etsin” havasından başka herhangi birşey arzetmiyor.
Toplumda belki sekiz, on saat çalışırdı, güzel bir çabası, işi getirebilirdi. Bazılarının içimizde tembelleşmesi de var. Genel emeğe, genel birikime kendini dayatarak bireysel yaşatmayı muazzam alışkanlık haline getiren az değil. Bu da daha tehlikeli bir yaklaşım biçimidir. Çünkü bilindiği gibi Parti genel emeğin yoğunlaşmış biçimidir. Milyonların çabalarının bileşkesi, şehitlerin mirası, devrimci faaliyetlerimizin bir birikimidir. Şimdi adam geliyor bunun içine bakıyor ki düzene göre muazzam bir fırsat. Bir gün de yaşasa ona göre değiyor herşeye. Dolayısıyla kendini dağıtıyor. “Ne olursa olsun” diyor “ben herşeye razıyım, ölsem de razıyım, bir gün yaşasam da razıyım”. Sanırım son dönem kadro yığınlaşması böyle bir anlayışın sonucu kendini böyle yoğunca dayattı. Onların vicdan ölçülerine göre ölse de yaşasa da çok iyi. Vicdanı diyor ki “namusu da kurtardım, vurdum da düşmanı, intikamı da aldım, yeter”. İçten içe vicdanı bu. Doğrusu vicdansızlığı o.
Şunu da önemle vurgulamalıyım ki sizin öyle derin vicdani ve temel değerler karşısında ciddi bir duygulanmanız da yok. Ben sizin duygularınızdan nefret ediyorum. Son dönemlerde duygu derinliğinin olmadığını görüyorum. Dağlar kadar duygulanacak değerleri ortaya çıkarmamıza rağmen, bazıları bana süper namussuz gibi geliyor. Öyle basit, çocukça oynayan, öyle fazla değerlerden yararlanmasını bile bilmiyor. Bu kişiliklerden bizim memnun olmamız mümkün değil. Taktik duyguları bile gelişmiyor. Olup bitenin çok kıymetli bir değeri olacaksa onu bile görmemezlikten geliyor. Hatta kurnazca onun üstüne biniyor. Böyle birçok ilginç, kurnazca yaklaşımlar var. Dediğim gibi bir yürek yok. Böyle ciddi bir düşünce ihtiyacı da duymuyor. Laflarla öğrenmiş bazı şeyler idare et gitsin. Disiplinden anladığı böyle sert bir gözetim. Belki o zaman kendine gelebilir. Tabi bizim koşullarımızda da bu mümkün değil ve doğru da değil.
Bizim disiplin anlayışımız gönüllülüktür, içtendir. Tabi başka halklarda yüzyılların entellektüel, sanatsal, çok çeşitli toplumsal hareketleriyle sağlanan gelişmeyi düşmanın yaklaşımlarından dolayı bizim tamamen devrimci hareketin kendisi içinde sağlamadaki zorunluluğumuz veya bizim diğer toplumsal gerçekliklerden çok farklı bir toplumsal düzeyi yaşamamız, bunun altındaki objektif nedendir veya bizim devrimimiz de bunu gözönüne getiriyor. Yani yüzyılların işini, hem sanatın, bilmem her tür siyasal, toplumsal gelişme düzeylerinin bizde normal olmayışı devrimci yöntemlerle hepsini kestirmemizi istiyor. Şimdi normal toplumsal gelişmeyi bile anlamadıktan sonra devrimsel düzenlemeleri nasıl anlayacaksınız? Bu sizi şaşkınlığa itiyor. Ben bunu çözmek için kendimi ortaya koymuştum. Kendi yaşam tarzımı çok çarpıcı ortaya koydum anlarsınız diye. Belki biraz anlıyorsunuz ama tabi ona göre yapılanmanız çok zor.
Bizim kırk yılda yaptığımızı sizin kalkıpta bütün desteklerimize rağmen aslında çok büyük bir kolaylık, çok büyük bir imkan varken, kurumuş kişilikleriniz, çok çeşitli tepkilerinizle “ben olamam, gelemem” diyor veya “şurası bana yarar, burası bana yarar, ona göre olurum” diyorsunuz. Tanınmazlık bu. Aslında biz yaşamın dikkat edilirse hemen herşeyinden kopartılmışız. Toprağından, özgürlüğünden, kişisel sağlığından, eğitiminden, kültüründen, tarihinden, geleceğinden, gününden kopartılmışız ki bunun düşüncesi bile oluşamıyor sizde. Neden yoksul bırakıldığınızı ve kim tarafından yoksun kılındığınızı düşüncede tam kavramak mümkün değil. Lafta genel bazı doğrularla ancak oluyor ama yürekten bunu bir doktrin, katı ideolojik hat haline getirmeniz nerede?
Aslında devrimimizin incelikleri var, avantajları var, zorlukları da var, uğraşılmaya çok değer bir konu. Bunun bütün verilerini biz size sunduk ama dediğim gibi gerçeklik üzerinde yoğunlaşmayı çeşitli nedenlerle savsakladığınız için, güç getiremediğiniz için bu olağanüstü çaba ve onun her tür yaratıcı geliştiriciliği bizde tek yoldur, bu yönlerine bir türlü akıl erdiremiyorsunuz. Ben yine kendimi hep gözönüne getiriyorum, 'neden bu kadar hareketli olabildim?' diyorum, çünkü başka tür özgür yaşama adımlar atılamaz. Doğru bir heyecanı, sevgisi, coşkusu olmayan bir yaşam, hatta daha da kötüsü bırakalım yaşamı da, düşmanın tamamen ruhsuzlaştırdığı, hep ihanete, inkara koşturduğu bir yaşam olur. En üste yükseltseler bile seni, daha da alçaklaşırsın. Yani yükseltmesinin kendisi bir süper alçalmadır.
Düşünelim yani, çoğunuz yaşamı halen düşmanın sınırlarında yükselme gibi anlıyor. Para öyle, kültür, siyaset, hatta düşünürsen herşeyde öyle. O da elinize geçmiyor. O zaman herşeyi boşver, bomboştur. Devrimi bir yöntem olarak önünüze koyduğumuzda en az anladığınız kendinizi kattığınız gibi ilkel böyle tepkilerle vuruşma. Tabi bu fazla sonuç vermez. Bu temelde bazı sonuçları kabul etmenizi emirle değil, dayatmayla değil, parti çok istiyor diye de değil, kendi iç dünyanızda bir alt-üst oluşu, bir hesaplaşmayı, 'ben ne olacağım, ne yapacağım, gerçekten birşeylere değecekmiyim, benim gerçekten bir yaşam şansım var mı, ben gerçekten neyi yaşıyorum, amaçlı mı, ne amacım var, nasıl, hangi yürüyüşle?' gibi bazı soruları sizde yaratmak istiyoruz. Bu konuda da sizde fazla tepki yok. En iyi tepkiniz “boşver, böyle gelmiş böyle gider”. Tabi bu yaklaşım sizin cüceliğinizin tipik ifadesidir. Böyle yapan adam büyümez. Dağlar kadar imkanı önlerine koy nasıl bakacağını bile kestiremez. Kurgusu böyle olan kişilik. Ama varsa bir canlılığınız, yaşam iddianız, bazı soruları mutlaka kendinize sormanız lazım. Bizim aldığımız tedbirler de bu. Benim yapabileceğim en ince iş bu. Başka birşey yok. Bazı soruları size sordurtacağım. Yani böyle boş boş bakan, herşeyi birbirine karıştıran kişilik yerine hiç olmazsa bazı köklü soruları size hissettireceğiz.
Yaşam sizin sandığınız gibi değil, benim sorduğum sorular temelinde gelişebilir. Hiç kendinizi kandırmayın, hiç yüzeysel geçiştirmeyelim de. Siz kaybettirilmiş, bütünüyle lanetlenmiş, nereye bakarsam tam temel zemininden kaydırılmış yaşama ilişkin bazı soruları kendinize soracaksınız. “Ben tanrıya bağlıyım, ben bilmem partiye, Önderliğe bağlıyım” diyeceksiniz. Yeter! Bunu demekle bu soruları cevaplandıramazsınız. Hatta soruları bile kendinize soramazsınız. Bırakalım cevapları, çözümlü yaşamı ne yapalım gerçek bu.
Şunu ben boşuna vurgulamadım. Ben yaşama gözümü ilk açtığımda, daha okul okumadan, daha dünyayla tanışmadan durumun felaketini anlamıştım. Doğal insanın istemine cevap vermeyen bir dünyayla karşı karşıyaydım. Sizi büyütmüşler, sözümona adam etmişler ve yaşa diyor. Sonra da bir bakıyorsun yaşanacak birşey yok. İşte bu sizin kişiliğinizin bütün düzeylerini gösteriyor. İşte zavallı, düşünemez, örgütlenemez, savaşamaz, adım atar vurulur, yenilir, saygısızdır, çirkindir. Çoğunuzun gerçeği bu, başka birşey elinizden gelmiyor. Kürt tarihine bakın hepsi ahvahlarla doludur. En yiğidi bile beklenmedik tarzda vurulmuştur. Hiçbirisinin yüreklice, “işte ben de başardım, bu dünyada bir gelişmeye yolaçtım” diyeni var mı? Siz onların çok daha gerisindeki bir durumu arz ediyorsunuz. Bütün bunlar size acaba soru sordurtacak mı?
'Nasıl yaşayacaksınız, nerede, kimlerle' desem, örgütle mi, savaşla mı yaşayacaksınız? Habire gönderdik işte. En benim diyen komutan adamın etrafında geliştirdiği, bizi boğacak sorunları arttırmak. Daha doğrusu bunalımı geliştirmek. Bir çare, bir yol açma gücü olma şurda kalsın bastırıyor, yontuyor, sonuç nereye gidecek kendisi bile izah edemiyor, ama işte günü kurtardıysa yeter. Elinden fazla birşey gelmiyor. Elinden birşey gelebilmesi için anlayabilmesi, iradelenmesi, sorgulaması gerekiyor. Ona da yanaşmıyor.
Bazı imkanları ben yıllardır ulaştırıyorum. Şimdi bu şuna çok benziyor. Benim babam ve anamın işte “oğlum seni biraz büyüttük, aileyi idare et” Ben, çok tuhaftır o zaman biraz maaşlıydım, ama maaşımı onlara göndermedim. Pek doğru bulmamıştım, böyle bana dayanarak yaşamaları pek doğru değil demiştim. Şimdi düşünüyorum aile için yapmadığımı sizin için yapmışım. Daha değişik ve geniş bir aile olduğu için herhalde yapma gereği duyuyorum. Sanıyorum 'ulaştır bizimkilere, ulaştır dayansınlar, ulaştır işte biraz daha yaşasınlar, ocakları körelmesin' gibi bir zihniyetle sizin için çalışıyorum. Aslında karşıydım ama, ana-babalar belki biraz daha büyük oldukları için onlar kendilerini yaşatırlar, ya siz çocuk gibisiniz, yardım olmasa çil yavrusu gibi gideceğiniz için bu büyük çalışma temposunu gösteriyorum.
Aslında sizin gerçekliğiniz karşısında insanın vicdanı da dayanmıyor. Ne düzen dahilinde, ne savaş ortamındaki yaşam dahilindesiniz, bizim için büyük bir vicdani sorun haline gelmiştir. Bu son müthiş tempoyu sanırım onun için gösterdim, yoksa anlayış olarak karşıyım. Ama o zaman da dediğim gibi çil yavrusu gibi dağıtılıyorsunuz. Kendinizi ayakta tutma haliniz yok. Kuruyacaklar dağda koştur ha koştur.
Sözde devrim sülalesini kurtarmak için. Büyüdükte diyemiyorsunuz. Bazı arkadaşlarımız var 45 yaşını buldular, gerçekten halen bir bebek gibiler. Yani insan çocuklardan umutlu olur, büyürse adam olur diye, 45 yaşındaki adamı ben büyüteyim desem insan kendi kendine alay eder. 45 yaşından sonra adam büyütülür mü? Normal yaş büyümesi 20 sınırındadır. Ondan sonra insanlar genelde durur. Bizimki 45 yaşında, ben şimdi nasıl büyüteceğim?
Sırtüstü bıraksak sizi, 'gidin büyüdünüz' desem, 'kendi kendinizi idare edin' desem, bahaneniz hazır, kaçarsınız. Dört gözle beklediğiniz birşey. İlk aklınıza gelen şeyleri biliyorum. Nasıl ki ailede büyümüş, her an ailenin dışına taşmaya can atıyorsa, sizin durumunuz da ona benziyor ama sonra başınıza gelecek felaket, bu da umurunuzda değil. Kız evden kaçar, bilmem sokağa düşer, oğlan evden kaçar serseri olur. Sonra belki aklı başına gelir ama iş işten geçmiştir. Tabi sizin durum bundan daha tehlikeli. En büyük silahınız ucuz hayallere, olmayacak dualara sığınmak ve amin demek olur. Bu aile yaklaşımı bizi zorluyor. Ne zamana kadar kiminize daha nasıl bakalım, büyümediniz mi? Dayanamaz mısınız, yaşayamaz mısınız? Ulusal aile budur. Yeni özgür temellerde toplumsal aile.
Tüm bunlara dayanarak söylüyorum, acaba bazı çetin soruları sorup ben adam olabilirim diyebilecek misiniz? Bunları söylerken abartmıyorum. Çünkü bu yaşa geldim, bunca çabanın sahibiyim halen böyle kafesleri parçalarcasına hamle yapıyorum. Siz, hazır yerde özgürlük alanlarında kıpırdayamıyorsunuz. Yaptığınız işte kargaşadır. Tabi mesele 'sen şu kadar suçlusun, sen şu kadar öyle değil' demiyoruz, öyle anlamamalısınız. Bu bir sistem meselesi, bir iradelerin sergilenmesi gereken mesele, o gücü gösteremiyorsunuz.
Hatta bazı iyi niyetler geliştirilmiş. İyi niyetlerle, yine ailenin namuslu evlat fedakarlığıyla kendini dağıtması, bitirmesi de söz konusudur. Aile namusu ki, zaten sizin namus anlayışınız bunu geçmiyor: İşte böyle kendini feda eden, üst düzeye çıkarmıyorsunuz. Büyük abiler, ablalar meselesi de beni daraltıyor. En büyüyen de bunu söylüyor, başka birşey söylemiyor: “Ben senin büyük abinim, beni dinle” Şimdi bu komutanların tüm meselesi de böyledir.
Halbuki biz bunlara karşıyız. Düşmanın bile son zamanlardaki iddiasi şu: “Gelin, tamam sizin üzerinize fazla gelmiştik, sizi inkar etmiştik, bazı şeyler düşünüyoruz ama önce büyük hakiminize bağlı olun, onun dediklerini esas alın, size birşeyler vereceğiz. Tamam anladık neye itiraz ettiğinizi ama büyüklerinize, büyük hakiminize öyle isyan edip durmayın. Böyle farklı bir irade dayatmayın.” Düşman cephesindeki politika bu. Diyorlar ki; “bunlar biraz isyan ettiler, tamam onları böyle oyalayabilecek bazı şeyleri önlerine koyalım” Sizi kendi halinize bıraksak düşmanla olası bir kabullenişiniz bunu aşmayacak. Aslında tüm toplumu hemen hemen bu hale getirmiş, birçok örgütü ayarlamış. Benim bazı çabalarım var, şimdi bunu halletmek istiyor. Bunun için aslında birçok tedbiri de almış, sizlerin de çoğunu ayarlamış aslında. Tabi dediğim gibi sorgu mantığım güçlü. Özgür irade, beğeni ölçülerim çok farklıdır. Bu sorun diyelim; sorun yaratan siz değilsiniz. Düşman karşısında kuzu gibisiniz buna eminim. Sizi halletmesi çok basit.
Açık söyleyeyim, biz buna tenezzül etmeyiz. Beğenilerimiz, bizim ölçülerimiz çok farklı, ben bunu büyük bir hakaret olarak görürüm. Sizin tarz yaşam, sizin tarz beğeni, sizin tarz birşeylere ikna olma, sizin tarz savaşma benim için bir küçüklüktür. Bırak değer vermeyi, saygı bile duyulmaz. Bu bizim savaşçılığımızdır. Ben savaşçılıktan zevk alan bir insanım, o tarz yaşam bizim gıdamızdır. Siz de bunun büyük yorgunu demeyelim ama adeta bunun altında ezilip büzülensiniz. Aşk yok, büyük öfkeler yok, dolayısıyla kişilikleriniz ancak ırgatçılık -varolan o eskiden hamalcılık- onun biraz yeni döneme uyarlanmış biçimi.
Abartma da yapmıyorum. Keşke içinizden böyle fırlayanlar olsa, bütün gücümüzle destekleriz. Ama o hava yok. Denedik, çoğuna yetki verdik, yüzüne, gözüne bulaştırdı. Keşke bazı anlamlı, içeriği güçlü istemleri sizde doğurabilsek. Aslında çoğunuz sözümona yaşamak istiyor. “Benim haklarım, ben ne zaman yaşayacağım” gibi bazı hisleriniz var, o da kendini kandırmaktır. Ciddi değerli şeyler istediğinize inanmıyorum. İnansaydım hepsi sizin olsun derdim. Sizin istediğiniz şeyler çok farklı, sigara gibi şeyler, uyuşturucu. Sosyetenin içtiği uyuşturucunun bir anlamı var ama sizin kendinizi uyuşturmanızın da hiçbir özelliği yok. Lafla uyuşturma, basit, incir çekirdeği kabilinden şeylerle kendini uyuşturma. Mesela ben de kendimi uyuşturmuşum. Beni uyuşturan nedir? Beni uyuşturan kesin büyük çabalardır. Mesela her ele aldığım olayda bir müthişlik var, bir çarpıcılık var, şok edici durumlar vardır. Beni de bunlar uyuşturur, ya da uyuşturmaz da hareketlendirir.
Gerçekten nasıl yaşayacağınızı insan hiç kestiremiyor. Serbest bıraksak önce kendini bol bol sere serpe yere atar, derinden bir sigara çekebilir. Canı birşey isterse onu yapar. Canı istemek, demin söylediğim gibi büyük amaçtan kopuk, onu zaten engel gibi görür, yani “çok sıktı” der. Toplumun küçük işleri, avrat işleri, koca işleri belki onlari biraz uğraştırabilir. Zaten aç kalır, herhalde ondan sonra da telaşla bir parça ekmeği kurtarmak için kendini şuraya vurur, buraya vurur. Zaten ömrü fazla kalmamıştır. Ondan sonra yaşayıp yaşamaması hiç önemli değildir.
Biz yaşamın böyle olmaması için o büyük fırtınayı kopardık. Halen fırtına havasında yol alıyoruz. Halen bu halimle bile bir dağlara düşsem, bir halkın içine girsem aynı heyecanla halen devam ediyoruz. Büyük dalgalar halinde yayılma, bir anlamı büyük olan işe yol açmak bizim halen bağlı olduğumuz bir ilkedir, bir hareket tarzıdır. Dünyayı verseler ben bu tarzımla değiştirmem. Yani hem de gönüllü, dikkat ederseniz beni kimse zorlayamaz. Böyle bir dünya acaba sizin için sözkonusu olamaz mı diye düşünüyorum. Çünkü bu sürükleyebilir. Bunun dışında hiçbir şans göremiyorum sizin yaşamınızda, yürüyüşünüzde. Tabi benim adıma da bu kadar kendinizi kandırmanız çok kötü, tehlikeli. Yazık edeceğiz, çünkü ben adamı kolay yaşatmam, bu da çok çarpıcı bir gerçeklik. Benim adamı kolay yaşatmama diye korkunç bir özelliğim var. Eskiden beri böyleydi. Adımız etrafında birçok söylenti var ve bu doğrudur.
Çok büyük bir ahdım, inadım var. Seni asla kolay yaşatmayacağım, hatta seni yaşatmayacağım biçiminde. Seni bu halinle yaşatmayacağım. Bunu müthiş çalışarak gerçekleştirdik. Tabi sizin de inatlariniz var ama sizin inatlarınız örgütsüz, zavallı. Benim ki çok daha planlı, örgütlü. Düşünün ve kendinizi benimle kıyaslayın. Aramızda hem büyük fark var, hem de birbirimize tersiz. Ama diyeceksiniz, sen kendi kendini bulup buluşturup yarattın. Doğru, belki de bunun tek ifadesiyim. Ama mühim olan mahkum olduğunuz gerçekler, çünkü hepiniz bana göre rahatsızsınız bazı düşmanlardan. Mühim olan onları parçalamaksa, onun tek ifadesi benim geliştirdiğim ifadedir. Savunma ve saldırı tarzı.
Biz sadece düşmanı rahatsız etmeyiz, sizin gibi uyurgezerleri de müthiş rahatsiz ederiz, yaşatmayız. Bunu biraz peşinen bilin, ona göre durumları ayarlayın. Tabi dediğim gibi sizin buna karşı savunma mekanizmanız korkunç bir kandırma. Ben bu yönünüze şaşıyorum. Lafla kandırıyorsunuz, ucuz pratikle kandırıyorsunuz, bana yutturmanız gerçekten zor. Ben çok zor beğenen kişiyim. Kendimi beğenmediğim için bu hallere düşürdüm. Sizi nasıl beğeneyim? Diyeceksiniz “vay bu başımıza gelen”, sizin başınıza bunu ben getirmedim, sizi bu duruma getirenlere 'vay' deyin.
Ben anama boşuna söylemedim. Suçlu! beni niye doğurdun ve savaştım kendisiyle. Siz halen soru bile sormuyorsunuz “ben bu dünyada nasıl yaşıyorum” diye. Bazı şarkılar var gidin o şarkıları bol bol söyleyin. Nedir o, 'ben nasıl yaşıyorum' diyor, Orhan Gencebay’ı yeniden dinleyin, yeni bir sürü genç popçular çıkmış, onları da dinleyin; onlarda bile devrimcilik var, sizde yok. Onlar yaşama itiraz ediyorlar. Tabi yaşam arayışları bizimki gibi toplumsal, siyasal değil; aşırı bireyci, toplumun aleyhine ama yine de bir devrimdir. Karşı-devrim temelindedir. Faşistler bile kendilerine göre çete oldular, müthiş milyarları vurdular. Dikkat ederseniz bütün o zenginlikleri ele geçirdiler. Onlar da faşistler için bir devrim.
En yoksul, en altta, en zavallı kalan siz oldunuz. Toplum nasıl mahkum edildiyse, Partinin içinde de siz bunu bana söylettiriyorsunuz “biz de böyleyiz”. Halbuki bana göre ben devrimciliği sürdürdüm, büyük bir devrimciliği sürdürdüm. Aslında mümkünse yeniden anılarınızı canlandırın. Nasıl doğdunuz, nasıl bu diyarlardan koptunuz, kimler sizi kandırdı, neden böyle çaresiz duruma düşürüldünüz? Hatta bir köşeye çekilip duygulanmanız için hüngür hüngür ağlayabilirsiniz de. Yalnız bunu açıkta yapmayın veya böyle bizim karşımızda çeşitli yetersizlikleri ortaya koyarak ağlamayın, köşeye çekilin, uygulama odaları var, orada bol bol ağlayın. Gözyaşlarınızı iyice sildikten sonra karşımıza çıkın. Çünkü ayıptır. Hiç ağlamadığım halde halen ben bile meydanlara tam cesaretle çıkmıyorum.
Hayret ettiğim diğer nokta da, nasıl böyle huzura çıkıyorsunuz? Her tarafta bakıyorum, salına salına birçok yere çıkıyorsunuz. Hele savaşa, şaşmamak elde değil. Ağlamadan çıkmak istiyorsanız gerçekten kendinizi gözden geçirin. Sizi zorla ne yaşama, ne savaşa herhangi bir meydana sürmüyoruz. Ama böyle cüretli bir tarzla da kendinizi dayatmayın. Allah size yardımcı olsun. Biraz yardımcı oluyoruz, o da yetmiyorsa dediğim gibi ananızla hesaplaşın, sizi doğuran nedenler var, onlarla savaşın.
Benimki semboliktir, aslında onlarla da çok savaştım, kıyamet kadar savaştım, sonra beni zorlayan bütün nedenlerle savaştım. Devletle savaştım, hatta tüm insanlıkla savaşıyoruz. Zaten başka türlü de olmaz. Beni yaşatmayan kimdir? “İnsanlıktır" diyebilirim. Mevcut insanlıktır, mevcut emperyalizmdir, mevcut sömürgecilik, en son TC faşizmidir. Daha sonra onun şartlandırdığı herşey. Bizim savaşı bu kadar genelleştirmemizin nedenleri şu: Beni yaşatmıyor bu dünya, beni yaşatmayan dünyayla benim savaşmam en doğrusudur. Diğer tarz nedir? Diğer tarz kölelerin tarzıdır, benim de köle olmaya niyetim yok. Acaba sizin de niyetiniz yok mu? Bu soruyu siz emin bir biçimde kendinize soramaz mısınız? Yani “ben bu dünyayla boğuşacağım ve asla köle yaşamayacağım” gibi bir kararınızın olduğunu sanmıyorum. Çünkü eğer bu karar köklü olsaydı fırtınalaşırdınız şimdiye kadar.
Çok ilginçtir, ben kendimi bu erken yaşlarda örgütledim. Korkunç bir filozofun göstermeyeceği akıllılıkla hemen hemen hayatın her anını birbirine ekledim ve planlayarak, çok duyarlı kılarak geldim. Sizde ise bunun en ufak belirtisi bile yok. Ne olacak, bana dayanarak yaşamak en tehlikelisidir. Herşeye dayanarak yaşayın ama bana dayanarak yaşamayın. Bana dayanarak insan ancak canından olur veya beni bile aşan bir kahramanlıkla ancak yaşama gücü gösterirsiniz. Benimle, bana dayanarak yaşamak mümkün. Bunu çok açık söylüyorum. Belki bir sırdır ama beni bile aşan bir kahramanca güç göstermezseniz ben yaşatmam. Ana-babamı bile yaşatmadım. Bacılarımı, kardeşlerimi benim elimden zor alıyorlardı.
Diğer özellikte şuydu: Küçük yaştan beri çocukları alırdım, bazı yaratım değerler vardı, onları paylaştırırdım, yaşama çekerdim. Ama nereye doğru çektim; işte bugüne kadar geldim bu yerlere doğru çektim. İçimizdeki bireyciliklerde ısrar edenlerin sürekli kulakları çınlasın onlara söylüyorum. Bireycilikle bizim içimizde yaşamak mümkün değil. Düzeni yaşatmıyoruz içimizde, düzenin basit bir kopyesini nasıl yaşatacağız? Bunun için diyorum acaba gönül gözünüzde böyle bir duygu, düşünce bir anlama yeteneği geliştirir mi? Şimdi bu nedir diye beni anlamaya çalışıyorsunuz. Dinler gibi gözüküyorsunuz, ama çok önemli bir iki doğruyu bile çıkardığınızı sanmıyorum. Değil bu kadar aylarca dersler vermek, birkaç tane yarım saatlik bir anlatım bile bizim gerçek militanı ortaya çıkarmaya yeter. Bugün yine Barzani temsilcisi “aman ateşkes” diye çağrıda bulunuyor. Bu bile sizin için ne anlama gelebilir. Bu adam 15 yıldır tek birşey, hatta 20 yılı aşkındır hiçbirşeyimizi anlamak istemedi. Yani bu gerillanın en büyük havası mı, kendilerine göre birşey yaratmışlar; “birincidirler, ilk sıradadırlar”. Şimdi bas bas bağırıyor. Halbuki en çok silahı olan, en büyük savaş ağasıydı. Herkes belki “ben silahla savaşamam” diyebilirdi, ama o demezdi. İşte o da bu noktaya geldi. Bu bizim tarzımızla ilgili. Eskiden sağa-sola koşuyorlardı. Şimdi direkt bana koşmak zorundadır. Çünkü bizimkilerin ağırlıklı bir bölümü sürekli kuyrukçuluk yapıyor, çoğu da kaçtı. PKK’den yüzlerce kaçan var orada. İnat ettik, bu mücadele tarzımızla bu noktaya getirdik. Yarın TC’de o noktaya getirilecektir. Yani kendime güveniyorum. Aslında bu örnekler kendimi kanıtlayacağımı gösteriyor.
Çıkaracağınız en önemli sonuç aslında olmalı, anlamalısınız. Barzani gibi birisi anladıysa, siz neden bu gerici tarzınızı bana dayatmakla, yani bir yerde iç savaşınızı böyle dayatmakla uğraştıracaksınız. Onun kadar güçlü müsünüz? Sizin tüm gücünüz zavallılığınızda yatıyor veya kendini kandırmakta. Ama bu yanlış, bu konularda da biz tedbir almışız. Baba, reis, Allah, peygamber kavramlarını aştırmışız. O açıdan ilkellikler savaşımını durdurun. Ama birgün Barzani gibi siz de yalvaracaksınız. “Ateşkes, ateşkes” diyeceksiniz. Yani size ayıp olur o zaman. Barzani zaten savaşıyor, bize bir faydası da yok. Barzani’nin savaşı parayla, kendi kendini büyüklük duygusuna kaptırmış biraz da politika yapıyordu. Belki anlamı var ama peki sizinki ne politikası? Vazgeçin, bana göre vazgeçmezseniz ne olur, elimden kurtulmak çok zor. Tehdit etmek istemiyorum ama savaşçı olduğumuzu da göz ardı edemezsiniz. Anam elimden kurtulamadı, siz nasıl kurtulacaksınız? Gidin sorun beni araştırın çok zor. Planlıyım ve birgün “aman Allah” diyeceksiniz. Yoldaş olarak bu duruma düşmeyin.
Benim de çıkaracağım sonuç biraz ciddi olacağım. Hiç olmazsa kendimi yürütebilecek bir tarza sahip olacağım. Asker olmak budur. Ne sanıyorsunuz yani biz neyiz, beni ne sanıyorsunuz. Madem bu kadar askerlik, silah dediniz, tabi ki ona göre sizden hakkini isteyeceğim. Düşün, askerliğin asgari kurallarıyla bile uyuşmuyorsunuz. Çocuklar gibi komando elbisesi giymişsiniz, naylon silahları da omuza takmışsınız, yürüyüş yapıyorsunuz. Yeter bu oyun! Bu işi artık gerçeğine göre yürütelim. Bu yaşta yapmazsak ne zaman yapacağız. Yapmayalım diyorsanız elinizi havaya kaldırın, “bu iş bize göre degil” deyin. Türk ordusunda bile denir işte; “Mehmetçiğin elbisesinin şerefi vardır.” Potininden tutalım, düğmesine kadar sağlam bağlarlar. Çünkü “şereftir” derler. Geçen gün biliyorsunuz eğitimsiz, cahil kadın ağzından yine birşey kaçırdı. “Şerefsiz onbaşı” dedi. Türk ordusu ayağa kalktı, toplum neredeyse üzerine yürüdü. Ağzından kaçırdı tabi, ama bu çok önemli bir söz. “Siyasi onbaşı” dedim diye kıvırttı durdu, ama asker anladı. "Sen misin, onbaşıya şerefsiz diyen?" dediler. Aslında gerçekten şerefsiz onbaşıdır, ordu sistemi ama çok bağnaz kendi sistemi. Onlar bu kadar bağnazsa, biz neden askeri gerçeğimizde ağırbaşlı olmayacağız. Ayıp olmasın söylemesi ama o Kemal Sunal’ın askerliğine biraz benziyor. Biz nasıl kabul ederiz. O açıdan çok ciddi olmak zorundayız, bundan kaçamazsınız. Yani Barzani gibi birisi bile yola geldiğine göre yavaş yavaş gerilikler, anlayışsızlıklar çok red edilecek şeyleri hızla bırakın.
Siz yoldaşlarsınız, bizimle savaş yürütme diye bir açık kararınız yok. Partileşmeye ordulaşmaya geldiniz. Gençsiniz, belki ben yorgun, argın, dargın olabilirim, ama sizin olmamanız gerekiyor. Kendinizi biraz toparlayın, inandırıcı olun. “Ben dayanamıyorum” diyen bizzat gelip başvursun ama kendini kandırmasın. Birkaç yılınızı adayın bu işe yigitçe, dürüstçe. Zaten herşeyi kaybetmişiz. Belki bu tarzda ısrar edersek bana göre tek şansınızdır. Ama bu sefer tamamını temiz anlayın. O kadar eleştiri yapıyoruz, bir daha olmasın yani aşılsın. Herkes yiğit olamaz. Yiğitlik istiyorsanız ölçüleri bunlardır. Bize layık görmüyorsunuz. Birkaç tane yigitçe ifade ve kişilik bizde de çıksın, bunu kendimize layık görelim. Biliyorsunuz sizin yaptığınızı gerçekten kocakarılar bile yapmaz.
Son dönem çözümlemeleri bu anlama geliyordu. Sanırım okumuşsunuzdur, epeyce yoğunlaştınız da. Umarım doğru yoğunlaştınız. Ordu kurmakta kararlıyız bunu her saha için söylüyoruz. Kültür kurumlarının ordulaşmasından tutalım, en askeri sıcak savaşım ordusunu kurmaya kadar, kadın ordulaşmasından tutalım, televizyonun ordulaşmasına kadar, hepsinin tutturulması gereken düzeyi olacak. Buna denk gelen adımları atarsanız bana göre devrim için en doğrusunu yapmış olursunuz.
Muhtemelen dediğim gibi algı düzeyiniz, yaklaşım düzeyiniz çok ters. Bu bize karşı bir savaş ama dediğim gibi en büyük ağayı dize getirdik. Ondan sonra sizin gücünüz ne olacak? Tabi boyun eğin anlamında değil, ben sizden boyun eğmenizi istemiyorum. Doğrulara büyük bir duyarlılıkla, yüreklilikle yeterli çabaya sahip olmakla gerçekleştirilmeli. “Bu yiğitliği göstereceğiz, bu konuda ısrarlı olacağız ve mutlaka adam olacağız” diyeceksiniz. Bunu yaparsanız kesinlikle bizimle olağanüstü yürüyebilirsiniz, coşarak hatta. Yok gereklerine böyle yaklaşmazsanız “biraz daha kendi tarzıma göre, biraz daha kendi inadıma göre, kendi küçücük numaralarıma göre” derseniz, acımasız otorite sizi giderek zaten boşa çıkarıyor. Son noktaya kadar da sizi sıkacaktır. Bu bir tehdit değil, doğrulara gerçekçi ve zaman kaybetmeksizin yaklaşma saygınlığı demektir. Yani kendinize değer biçmedir. Kendinizi gerçek ölçülerle adam haline getirmeye cüret etmektir. Mecburuz buna, en iyi işimiz budur. Devam edeceğiz bu çerçevede.
Benim bütün bu anlattıklarım aslında hem ilk derstir, hem de son derstir. İlk başlangıç sözleridir, son zafer sözleri de bu temeldedir. Uzun yıllar gördüm ki, bir türlü gerekene ciddiyetle yaklaşmadığınız için çok zora girdiniz, çok zarar gördünüz ve verdiniz de, yenildiniz, az başardınız. Bunları aşmak istiyoruz. 'Ben buna inanıyorum, sizi de inandırmak istiyorum' demeyeceğim aslında açıktır da. Biraz anlayışla yaklaşırsanız neden olmayasınız? Sizi engelleyen ciddi bir engelin kalmaması gerekiyor. Zorla kendi kendimizi de engel olarak dayatırız derseniz, bu iş olmaz. Böyle bir özgürlük kimseye yoktur, yani adam olamamanın bir özgürlük olduğuna inanmıyoruz. Geriliklere, bütün kaybediş nedenlerine özgürlük istemek, doğru bir özgürlük anlayışı değildir.
Özgürlüğün tek doğru tanımı, büyüyen, zenginleşen, yaratan kişi olma, halk olma, ulus olma, insan olma ifadesidir. Bunun dışındaki tanımlar asla özgürlük sözcüğü ile izah edilemez. Daraltmayı istemek, yenilgiyi istemek, tembelliği istemek, ilgisizlik, bilmem işte örgütsüzlük, başarısızlığın bir çok nedenleri, rahatlığı istemek, anlayış istemek doğru bir özgürlük istemi değildir. Onun için diyorum vazgeçmeniz gerekir. Özgürlük mü, bireycilik mi dersiniz bunlar yanlış. Diğerini, yani gerçek özgürlüğü, onun savaşımını mühendis inceliği ile ölçelim. Yine büyük bir siyaset meydanı gibi tartışalım. Yürekle, yüksek anlayışlarla böylesi özgürlük savaşımını yürütmek, hatta niçin, dolayısıyla nasıl yürüyeceğini kestirmiş savaşçılar topluluğu oluruz. Bu gereklidir, en iyisidir de.
Tekrar vurguluyorum, herşeyden kaçılır da bu tarzdan kaçınılmaz. Çünkü ne de olsa biz savaşın içindeyiz. PKK artık ulusal, uluslararası, siyasal, askeri olarak hem özgürlük iradesidir, hem de çembere alınmak ister. Amansız bir savaş hareketidir ve gerekli bu. Çünkü ben kırk yıldır gerçekten araştırıyorum, bunun dışında bizim iflah olacağımıza dair hiçbir ipucu yoktur. Yalan! Bize sunulan bütün reçeteler yanlış yazılmış. Tek doğru yaşam reçetesi budur. O açıdan zaten bazı önemli gelişmeler de var.
Dikkat edilirse PKK olayındaki gelişme hem ulusal, hem toplumsal gelişmedir, başattır, hakimdir, hem de dostun düşmanın dikkate aldığı tek önemli gerçekleşmedir. Zaten yürekçe de görüyorsunuz bu güzelleştiriyor, insanı anlamlı kılıyor. Yaşam dediğimiz olayı mümkünse böyle elde etmek imkan dahiline oldukça girmiştir. Bununla oynamayalım, tabi bunun için de anı anına savaş gerekli olduğunu asla gözardı etmeyelim. Tam tersine giderek pekişen saflar, gelişen düşünceler, duygular giderek kendini örgütlesin ama ciddiyetle, herkesin belli bir katkısı olmalıdır. Kimse kimsenin emeği üzerine ucuz kurulmasın. Herkes özgür, yani sosyalist emekle -o yaratıcıdır da- katılsın ve özgür kimliğin ifadesi olsun. Bir yarış olacaksa yine bu temelde olsun. Sanırım bu bizi böyle tam başarıya doğru götürecek.
Nereden bakılırsa bakılsın gelişmeler bunu göstermiştir. Belki çok zorlandık, tek başımıza büyük yüklendik ama mühim olan sonuçtur, gelişmedir, o da vardır. Bunu kendinize artık utanmadan, sıkılmadan mal ediyorsunuz. Ama bunun çok usta bir savaşçısı kadar, yöneticisi ve onun her alanda gerekli emek savaşçısı oluyorsunuz. Bu konuda son derece düşünceli, planlı olmak kadar yerinde, gerekli çabayı da esirgemiyorsunuz. Bu işte yeni kadro çözüm tarzıdır. PKK’nin kadrosu işte böyle çözüme kavuşur ve kavuşturur. Bu da sonuca götürecektir. Bu okulun en temel görevi bu kadroyu yaratmaktır. Buraya bunun için gelinir.
En yüce, halkımızın, insanlığın da önünde en değerlı çalışmadır. Çok zor gerçekleştiriliyor. Düşmanı bol, hatta diyebilirim ki en büyük savaş gerçeğidir bu. Mutlaka gereken dersleri tam almanız lazım. Bütün boyutlarıyla, felsefeden tutalım basit lojistik, yani maddi yaşam olanaklarının bile iç içeligi hep burda veriliyor, öğretiliyor. Diplomasi, bilmem uluslararasi realiteden tutalım, bizim en gizlenmiş, kaybedilmiş gerçeklerimizi bulmaya kadar az-çok burda en iyi öğretiliyor. En çarpıcı ve çok gerekli savaş taktiklerinden tutalım, yaşamın en duyarlı yönlerine göre hepsine belli bir açıklık kazandırılıyor. Yegane okuldur da. Büyük bir şans olarak görmeli ve tabi bir halka, hatta bir insanlığa karşı sorumlu olduğunuzu bilerek bu okulun değerini takdir edeceksiniz. Doğru öğreneceksiniz, doğru çıkacaksıniz. Bana göre bunu hem hak etmişiz, hem de başka çaremiz yok. Ben bile bu kadar dayanabiliyorsam, bu anlamının büyüklüğünden dolayıdır. Şimdiye kadar ki yetersiz katılımları muazzam bir yeterliliğe dönüştürmeli. Yani burası merkezi bir okul olduğundan dolayı söylemiyorum tüm Parti için geçerliliği var. Her saha için, bu okulun bir mekanla da ilişkisi yoktur, yani şuranın buranın okulu da demiyoruz dikkat edilirse. Partimizin temel kadro okulu.
Buradaki derslerle Parti militanlığı yapılır. Her yerde ve her zaman bu derslerin öğrettikleriyle yaşamı, savaşı yaratmaya koşulur. Başka da vurguladığım gibi gelişme, başarma yerimiz yok, olanağımız, okulumuz yok. Ciddi eğilmelisiniz, sonuç aldığınızda “iyi bir öğrencisi oldum, alınması gerekeni aldım” dediğinizde biz güvenebilmeliyiz. Gittiğiniz yerin hem yılmaz hem başarılı bir savaşçısı olduğunuza emin olmalıyız. Hedef bu olmalı. Bunun için günlerinizi çok iyi değerlendirin. Bütün değerlendirmeler elinizde. Bana göre küçümsenemez çalışmalar sunulmuştur. Kendinizi günlük olarak örgütleyin, gerekeni alacaksınız.
Benim fazla müdahale etmeme de bence gerek yok. Çünkü şimdiye kadarki dersleri anlamadan benim başka dersleri derinleştirmem bana pek tutarlı gelmiyor. Mevcut dersleri iyi özümseyin ki daha derinleştirmeyi bir istek haline ben de kendim için getireyim ve gerçekleştireyim. Kısaca size bağlı, biz üzerimize düşeni yapmakla da yetinmiyoruz ama alamazsanız, aldığınız boğazınıza düğümlenirse ben ne diye vereyim. Aldığınıza dayanarak daha iyi alacağınıza inanarak kendi katkılarımı tabi ki sunuyorum.
Bu çerçevede ülkemize taşırılan değerli gruplarımız oldu. Ağırlıklı bölümü görev sahalarına ulaşmıştır. Bu değeri takdir ederlerse çok önemli bir gelişmedir. Büyük bir imkandır, şanstır ama mutlaka gidenler bunu bütün bir sorumlulukla ve çok çarpıcı yeniliklerle birlikte bu oldukları alanda yaşamsal kılmaları, başarıya büyük bir tutkuyla bağlanmaları gerekir. Bu eğitsel çalışmalarımıza devam ediyoruz. Hatta her zamanki hedefimiz şudur: Önceki devrenin yapamadığını bir sonraki devre yapacaktır. Tam başarılamayanı başaracaktır. PKK’nin oldum olası bir sloganı da budur ve biz şimdiye kadar bu slogan, bu temel kural altında devrelerimizi daha ön-cekilerini tamamlayan bir biçimde ele aldık ve şimdi görüyoruz ki bu sonuç almıştır.
Dolayısıyla bu devremiz de daha önceki tüm devrelerin yapamadığını yapma gibi bir amaca da sahiptir. Bunun için bütün diğer devrelerin tecrübesini iyi özümseyecek, sorunlarını görecek, çözüm imkanlarını bulacak ve bunu gösterdiğinde işte kalanı da ben tamamlarım diyecektir. Kesinlikle nicel ve nitel düzeyimiz buna cevap verecek durumdadır. En doğru yaklaşım budur ve burada ciddi bir engel olarak da şu anlayışı, şu kişiliği, bilmem kimliği, şu geçmişi ve şu düşman dayatmalarını görmeyelim önümüzde. Varsa da aşma ustalığını gösterelim. Bunun için sanırım buradayız ve Partimizin bu genele de yayılacak devresine burada öncelikle kendimizde bir cevap veriyoruz.
Her zaman Önderlik sahasının şöyle bir özelliği vardır: Geneli sürekli etkiler ve bu etkileme de gerçekten düşmanın son yönelimlerine bakalım, iç ihanet sanırım çözülüyor, ağırlıklı olarak çözülme ihtimali her zamankinden daha fazla yükselmiştir. TC’nin de fazla inat edeceğini sanmıyoruz. Belli bir çözüme doğru taşırılıyor. Tabi düşmandır o, ufak bir fırsat buldu mu imha etmek isteyecektir. Ama bizim de dayattıklarımız az değil, bunu daha da böyle dayatırsak sanırım bunu biz çözeceğiz. Bunu artık neredeyse düşman kabul eder noktaya gelmiştir. Ama tekrar söyleyeyim, bu ağır sorumluluk bizim sırtımızdadır. Öyle geçmişte yaptığınız gibi rolünü savsaklayarak, işte imkanlar artmıştır kendimizi bilmem böyle dayatarak bu bir felakettir. Zaten çoğumuzun ne kadar zor duruma düştüğünü gözönüne getirirseniz, ısrar ederseniz önce siz halledileceksiniz.
Devrimin öncü kadrosu gereken disiplini, yüksek sorumluluğu, çözüm yeteneğini bir an bile savsaklayamaz ve onu oportünistçe istismar edemez. Eğer bunu anlıyor, gereklerine göre kendimizi yatırabiliyorsak bana göre bu işler kesin bu devre temelinde de daha sağlam yürüyecek. Varolan birçok eksik, yanlış giderilecek. Başarı için çok gerekli olan bazı hususlara da ulaşacak ve tam başarıya gitmede çok önemli bir rolü oynayacaktır.
Reber APO
2 Ekim 1997
- Ayrıntılar
aKürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik düzenlenen 9 Ekim 1998 Uluslar arası komplosunun on altıncı yılına giriliyor. Önder Abdullah Öcalan ve Kürt halkı tam 15 yıldır uluslar arası komplo saldırılarına karşı yiğitçe direniyor. Bu mücadelede binlerce şehit verdi. On binlerce insan işkencelerden geçip tutuklandı. On altıncı yıla girerken bu kahramanca mücadele bütün görkemiyle devam ediyor.
On beş yıl boyunca her alandan gelen saldırılara karşı direnmek kuşkusuz dile kolay. Belki de tarihte örneği az bulunur. Başta ABD olmak üzere küresel kapitalist modernite sisteminin tüm güçlerinin saldırıya katıldığı dikkate alınırsa bu direnişin büyüklüğü çok daha iyi anlaşılır. Kendini çok şişiren devlet güçlerinin bu tür saldırılar karşısında değil on beş yıl, on beş ay bile direnemedikleri göz önüne getirilirse, on beş yıl süren Kürt direnişinin tarihi anlamı çok daha iyi görülür.
Bilindiği gibi 9 Ekim 1998’de Önder Abdullah Öcalan şahsında Kürtlere karşı geliştirilen uluslar arası komplo, ABD öncülüğündeki küresel sistemin Körfez Savaşıyla başlattığı Ortadoğu müdahalesinin çok önemli bir parçasıydı. ABD Yönetimi, Körfez Savaşı ardından Ortadoğu müdahalesini Filistin ve Kürdistan Kurtuluş Hareketlerine yönelik olarak sürdürmüştü. Filistin Kurtuluş Hareketine dayatılan Oslo barış süreci ile Kürdistan Özgürlük Mücadelesine dayatılan çekiç güç operasyonu bu müdahaleyi ifade ediyordu. 9 Ekim 1998 komplosu bu müdahalenin yeni bir aşamasını oluşturuyordu.
9 Ekim komplosuyla Önder Abdullah Öcalan’ın imhasının ve bu temelde Kürdistan Özgürlük Hareketinin tasfiyesinin hedeflendiği biliniyor. Yani Kürtler tam on beş yıldır uluslar arası imha saldırısına karşı direniyorlar. Bu on beş yıl içinde neler olmadı ki! Kaç tane despot yerle bir oldu. Kaç devlet yıkıldı. Kaç lider ve iktidar yenilgiye uğradı. Ama 15 Şubat komplosu gerçekleşmiş ve İmralı işkence sistemi ortaya çıkarılmış olsa da, Kürt Halk Önderi ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesi etkinliğini sürdürmeye devam ediyor. Değil tasfiye olmak, eskiye göre gücünü ve iddiasını daha da artırmış bulunuyor.
Bu süreçte tasfiye olanların başında Saddam Hüseyin ve iktidarı geliyor. Halbuki ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale süreci Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgaliyle başlamıştı. Saddam Hüseyin kendisini Ortadoğu direnişinin önderi olarak ilan etmişti. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik tezgahlanan 15 Şubat komplosunda Saddam Hüseyin yönetimine müdahale pazarlık konusu yapılmıştı. Önder Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi “ABD’nin Saddam yönetimine karşı askeri müdahalesine Türkiye’nin destek vermesi” karşılığında olmuştu.
Peki nerede şimdi bu pazarlığı yapan ABD ve TC yönetimleri? Nerede Saddam Hüseyin ve BAAS yönetimi? Ama Kürtler ve Kürt özgürlük mücadelesi ayakta! İmralı koşullarında da olsa Önder Abdullah Öcalan küresel kapitalist modernite sistemini ve onun yarattığı Kürtlere yönelik kültürel soykırım rejimini yargılamış durumda. Bu biçimde de olsa uluslar arası komployu yenilgiye uğratmış ve İmralı mücadelesini kazanmış durumda.
Körfez Savaşıyla başlayan müdahale süreci ve Kürtlere yönelik uluslar arası komplo değerlendirilirken, kuşkusuz Türkiye’deki 28 Şubat darbesi üzerinde de durmak gerekir. Erbakan yönetimine karşı geliştirilen bu darbenin de bu süreçle bağlı olduğu tartışmasızdır. Darbe sonrasında Necmeddin Erbakan’ın ve hareketinin ne hale getirildiği ortadadır. Günümüzdeki AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan kişiliğinin bu darbe içinden çıkartıldığı da sürecin başka bir gerçeğidir. Yani AKP ve iktidarı ABD’nin Ortadoğu müdahalesinin bir çocuğu olmuştur.
Kürt Halk Önderi’ne ve Kürt halkına yöneltilen uluslar arası komploda kullanılan kişilik ya da iktidarların akıbeti de ilginçtir. Komploda en çok kullanılan güçlerin başında kuşkusuz dönemin Yunanistan hükümeti gelmektedir. Peki nerededir Yunanistan’ın PASOK partisi ve iktidarı? Komployla Türk-Yunan ilişkilerinin düzeltilmesi, NATO’nun Güneydoğu kanadının güçlendirilmesi, bu temelde ABD ile Yunanistan’ın kazançlı çıkması amaçlanmıştı. Peki ne kadar gerçekleşti bu amaç?
Herkes çok iyi biliyor ki uluslar arası komplonun en uğursuz rol oynayan tehlikeli kişiliği devrik Mısır diktatörü Hüsnü Mübarekti. Bu rolü nedeniyledir ki komplo sürecinin en uzun yöneticisi olan Tayyip Erdoğan “Mübarek kardeşim” demişti. Peki nerede şimdi zalim Mısır diktatörü? Yıllarca hizmet ettiği efendilerinden “Canını bağışlamasını” dilenmiyor mu? Demek ki Kürt halkına yaptıkları yanına kalmadı. Mazlum Kürt halkının ahı zalimi bu hale getirdi.
Hüsnü Mübarek gibi komploda tehlikeli rol oynayan başka kişilikler de var. Bir tanesi İtalyan faşisti Berlusconi. Faşist Mussolini’nin ardıllarından olan bu kişinin akıbeti de ortada. Yine on bin dolara kendini satan Rus ayyaşı Yeltsin’in sonunu da gördük. Hepsinin yerinde yeller esiyor şimdi. Kürt Halk Önderi ve Kürt halkı her türlü saldırıya karşı yiğitçe direnip onuruyla ayakta kalırken, bu tür diktatörlerin sonunun ne olduğunu herkes görüyor.
On beş yıllık komplo sürecinde bir de Suriye’nin oynadığı rol var. 9 Ekim komplosu ardından Suriye politikasında da yüz seksen derecelik bir değişimin yaşandığı biliniyor. Adana anlaşmasıyla sözde bir Türkiye-Suriye dostluk sürecinin geliştirilmeye çalışıldığını hepimiz biliyoruz. Daha önce Kürtlerle dostluk çizgisinde olan Suriye yönetimi, komplo ile birlikte Türkiye’nin kuyruğuna takılan bir çizgiye girmiştir. Öyle ki, birbirine “Kardeşim” diye hitap eden Tayyip Erdoğan ile Beşar Esat yönetimleri kendilerini “İki devlet, tek hükümet” ilan edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Peki ya şimdiki durum nedir? Nerede Erdoğan-Esat kardeşliği? Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkartıp AKP ile kardeşlik oluşturmaya çalışan Esat yönetiminin başına neler geldi? Tarih boyunca Anadolu’da yönetim olan hiçbir güç, Ortadoğu’ya ve Arabistan’a yönelik olarak Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarını yapmadı. Hiç kimse Tayyip Erdoğan gibi Ortadoğu ve Arap alemini satmadı. Tayyip Erdoğan hem de bunu sahte dostluk gösterileri içinde aldatarak yaptı.
Şimdi herhalde herkes bu on beş yılın muhasebesini yapacaktır. Hem Kürtlerin durumunu ve Ortadoğu’da halklar için oynadıkları rolü, hem de AKP’yi ve Ortadoğu’da halklara karşı oynadığı ajanlık rolünü değerlendirecektir. Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç Suriye üzerinde gittikçe derinleşirken Ortadoğu’da kartlar yeniden karılacak ve yeni ilişki ve ittifaklar gelişme gösterecektir.
Uluslar arası komploya karşı mücadelenin on altıncı yılına girilirken Kürtler her zamankinden daha çok güçlü ve bu sürece hazır durumdadır. Komploya karşı on beş yıllık mücadelenin hem büyük birikimine ve hem de büyük tecrübesine sahiptir. Dahası Önder Abdullah Öcalan’ın kapsamlı değerlendirmeleri temelinde uluslar arası komplo bilincini derinliğine edinmiş durumdadır.
Kürt halkı uluslar arası komplo gerçeğinin nasıl imha ve tasfiye amaçlı ve çok yönlü bir saldırı olduğunu artık derinliğine bilince çıkarmıştır. Böyle tehlikeli bir saldırının inkar ve imha sistemine dayandığını, kültürel soykırım rejiminin gereği olduğunu her Kürt insanı çok iyi anlamıştır. Dolayısıyla bir halk olarak var olmanın ve özgür yaşamanın uluslar arası komployu tümden yenmeye ve İmralı sistemini parçalamaya bağlı olduğunu iyice görmüştür.
Kısaca Kürt halkı on beş yıl öncesine göre çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklıdır. Kürt gençleri ve kadınları on beş yıl öncesine göre çok daha öfkeli ve kararlıdır. On altıncı yılda “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla uluslar arası komploya karşı daha güçlü ve etkili bir tarzda mücadele etmek ve kazanmakta ısrarlıdır. Geçmiş on beş yılın sonuçları dikkate alınırsa, on altıncı yılda komplonun ve İmralı sisteminin tümden parçalanarak özgürlük hedefinin başarılacağı söylenebilir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Ekim tarihinde akşam saatlerinde işgalci TC ordusuna ait 2 Panzer ve 6 adet Kirpi aracı Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Bilican karakoluna takviye yapılmıştır.
- Ayrıntılar