Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Eylül tarihinden itibaren Şırnak Uludere'ye bağlı Gırê Şivan ve Girê Serbend alanlarında işgalci TC ordusu tarafından yoğun pusulamalar yapılmaktadır. Kato Jirka da ise yoğun keşif uçuşları yapılmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 3-4-5 Eylül tarihlerinde Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin, Metina, Gare, Xakurke ve Kandil alanlarımızda işgalci TC ordusuna ait Keşif uçaklarının yoğun keşif uçuşları olmuştur.
- Ayrıntılar
Sizde bu gerilik, emredilen, anlaşılması gereken hedefe göre, çizgiye göre değerlere gelmedikçe bizdeki tabi kendimizi kaybetmeyeceksek sözümüzün sahibi olacaksak bu yüklenme devam edecektir. Dayatmalarla size iş yaptırmak mümkün değil de, fakat bir insanın kendi içinden bazen hırsları, öfkeleri, kederi olur ve her zaman dediğim gibi herkesin üzerinde düşünmesi gereken gerçeklere ilişkin anlayışının arzusunun gelişmesi gerekir. Siz de bunlar da çok zayıf. Gelip böyle bir düşmanın sadece bir halkın siyasi iradesini kırması ve mutlak yönde hakimiyetini kurmasını yeterli görmediği, beyinlerine, yüreklerine kadar girip tanınmaz hale getirmesi, hem oldukça hasta ve çaresiz, hem de tüm yönleriyle bir sinir hastalığına tutulmuş kişiler yarattıkça işlerin ne kadar zor olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz.
Mesele sadece siyasi anlamda yenilgi hakimiyeti olsaydı, onu çözmek ona karşı tedbir geliştirmek rahat olabilirdi. Biz bunu daha önce yaptığımızı sanıyorduk, ama şimdi görüyoruz ki yürüyemeyen kişilik yapınız, daha değişik, çok daha derinlikli bir vuruluşu, beyinden ve yürekten büyük tahribatı yaşıyor. Hatta birde birisi kendinden tamamen vazgeçtimi, sağlığına kavuşmayı bile mesele yapmadı mı bu insandan herşey beklenebilir. Hasta hep kendine bakılmasını ister, halbuki kurtuluş örgütünün tarifi gereği hasta bir toplumu sadece tedavi etmek değil, onu sağlığına kavuşturmakla onun için düşmanlarıyla, mikroplarıyla da savaşmayı gerektirir. Bırakalım bunu, kendi sağlığınıza bile fazla emniyet vermeyişiniz sizi nereye götürecek? Tabii bu bir anlatım türü.
Devrimciler için özellikle olmaması gerekiyordu. Başlarken bu işe, devrime başlarken diyeceğim bunu da fazla tutarlı gerçekçi bulmuyorum. Aslında sizin, yaşamın edebiyatına herhangi bir anlam verdiğinizi sanmıyorum. Bireycilik anlamında bile birşeyler yapmak istediğiniz de kuşkulu, o kadar derbeder. Şimdi ben devrimciliğe birkaç sözcükle başladığımda o gündür bu gündür tarzımı, tempomu düşürmeden geldim. Mesele öyle bilinç, bazı imkanlarla yola çıkmak değil, dünyada benim kadar az bilinç ya da az imkanla yürüyen ve düşmana karşı çıkan olmamıştır, ama biz buraya kadar kendimizi getirdik ve şimdi sizi zafere götürecek imkanları bile önünüze koyduğumuzda sorun olmaktan başka elinizden gelen ne var?
Düşünün, bizde de bir sorumluluk anlayışı vardı. Biz tek başımıza çıktık. Olağanüstü anlayışlı olma, olağanüstü ilgi duyma, büyüme, çok sıradan imkan var mı, yok mu, onu yaratma, bununla biz buraya geldik. Halen uğraşıyoruz. Kendinize bakın, kendinizden iğrenmiyor musunuz? Hazır bu kadar imkanla devrimde yürümemeyi siz nasıl kendinize izah edeceksiniz? Sadece yaramazlık, dediğim gibi düşmanın provake ettiği kişilik. “Ben sinirliyim, ben bozuğum, ben şuyum.” Sersemliktir, bu kelimelerle siz neyi izah edebilirsiniz? Bunu söyleceğinize bu işin içine ilk adımı bile atmayacaktınız. Hayret ettiğim nokta bu, insanın biraz saygısı bile olsa, bırakalım devrimin içinde niye böyle yaşıyorsunuz? Size kim söyledi böyle yaşanılabilinir?
Yani ilk terbiyeyi nasıl almak gerektiğini size söylüyorum. Şimdi çok açık ki rezilsiniz, çok açık ki düşman kapısında da beş metelik etmiyorsunuz. Nereye gidiyorsanız kapılar kapalı. Bu çok açık, herşey aleyhimize. Peki insan bundan hiç bir sonuç çıkarmaz mı? En çok çıkarılan sonuç; lümpenizme sarılma, 'kafam karışık, her tarafım delikdeşik', her türlü ucuz kişilik numaraları. Peki bununla ne kazanılabilinir?
Önyargıları yaşam konusunda kırmak gerekir ve çok ciddi bir hazırlanmayı becermeniz gerekiyor. Aklınız biraz çalışmaya başlamışsa kendinize soru sormayı ve işlerin gidişatı hakkında bir hükme varmayı bilmeniz lazım.
Benim bu devre süresince sadece size değil, kendime de dahil hep sorduğum soru; 'keşke böyle yaşanılmasaydı'. Hep anama söylediğim o ilk söz aklıma geliyor. 'Sen misin beni doğuran, sen suçlusun' dedim. Bütün doğuşunuzu suç olarak görüyorum. Aslında bu halinizle suç kişiliğidir. Fakat ben dersimi almıştım ve kendimi müthiş eğittim. Düşünüyorum, benim eğitilecek hiçbir imkanım yoktu. Sömürgeci okullar insanı zaten sürekli baştan çıkarıyordu. Üniversitesine kadar, yaşam konusunda, gerçekler konusunda. Tek başıma bana yön verebilecek doğruları bulmaya çalışıyordum. Bu yaşam şansını kaybetmemek veya yaşayacaksam doğru yaşayabilmek için.
Şimdi size bakıyorum hiç yaşamı sorgulama yok, yanlış yaşayıpyaşamadığını değerlendirme yok. Bir hastalık ki hepsi Kemalizmin veya onun zorla ayakta tuttuğu her tür gericiliğin şartlandırması altında, ipe sapa gelmez, yaşam adı altında her türlü rezalet, kepazelik, beyinsizlik, yüreksizlik var. Ben hala şaşıyorum. Başını sallıyor, geliyor. Yaşam hakkında bu büyük bir ayıptır. Ben onun için terbiyemi çok sıkı yapmaya çalıştım. Yani insanlar karşısına çıkacaksam illa bir doğru çözümüm olacak dedim. Ve kesin attığım adım kabul görecek. İşte terbiye, ilkem bu iki kelimede gizli, ben hiçbir zaman düşman da dahil karşısına bir anlayışsızlıkla çıkmadım. Yersiz bir söz söylemedim. Size bakıyorum, bu kadar eğitmeye çalışıyorum yanlışlıklar şurda kalsın hepsi çaresizlikten ibaret. Bir gururla bir yere giriş yok, ülkeye gidecekler, endişeliyim yani hangisinin doğru bir adım atacağı konusunda sağlam bir güvenim pek gelişmiyor. Gidecek, nasıl kandıracak kendisini, nasıl kişilerle oynayacak, nasıl kendi kendini uyduruk yöntemlerle dayatacak? Budur genele hakim olan anlayış. Çünkü gurur yok. Çünkü derinden anlama yok. Çünkü gerçekten büyük bir işi yapma istemi yok.
Örgütlenmemiş kişilik yapısı, dayatmacı, oldukça despotik, anlayışsız ve çirkince. Fırsat buldu mu eğer biraz da yetkiye kavuştu mu, onun hiç anlam önemini gözönüne getirmeden, kör güdülerinden ne geliyorsa onu dayatır. İsterse canı çıksın. Vicdanı buna kadar götüren bir kişi hiçbir şeyi başaramaz, iyi geliştiremez, zaten diğerleri de büyük çaresiz. “Ben devrim yapacağım. Ben işlere yön vereceğim, birşeyler başaracağım.” Bırak bu duyguyu rahat yaşayabildiyse kırıntılar da yeter. Hele bir sigara buldu mu o kadar. Büyük hevesler, büyük arzular, büyük umutlar, bazı büyük işlere kendini yatırma aklına bile gelmez. Peki biz ne olacağız? Düşünüyorum da sizleri, yaşamı bundan sonra nasıl geliştireceksiniz? Hadi hepsinden istemiyoruz da, 'burada şöyle bir yaşam rotası geliştirelim veya rotası çizilmiş bunda yürüyelim' diyen bir yiğit çıksa insan yine 'bravo' diyecek. Binlerce içinden bir tane yiğit çıkmadı. Göreceksiniz belki siz de o kadar söz vereceksiniz herhalde yine çıkmaz. Tekrar söyleyeyim, bunda kasıt aramıyorum fakat kurgulanmış kişilikleriniz buna fazla yer vermeyecek.
Bu saha çalışmaları bana göre çok önemli. Biraz iddiası olana dağlar kadar iş yaptıracak çözüm gücünü herhalde suyun bu tarafında bırakıp gidecek, Yine kendisi nasıl bilirse öyle yapacak. Başarıymış, planmış, imkanmış, önemli imiş, birşeyler yapmak imiş, havaya uçar hepsi. Gerçekten insanı üzen şeyler. Nasıl vurulduğunu bile anlamadan gitmek. Savaştığını sanarken, belkide çok acımasız bir şeye girerken tüm bunları normal kabul etme. Bana doğalken, nerede ne mümkün doğal gelmesi bunu insana en büyük hakaret ve talihsizlik olarak görüyorum. Sizin bu tarz yürüyüşünüzü, herşeye bakışınızı, yorumlayışınızı zaten yorumlayışta yok tamamen çaresiz.
Olgun olmayı redediyorsunuz, anlayışlı olmayı redediyorsunuz. Birbirinize ne kadar muhtaç olduğunuzu anlamak istemiyorsunuz. Doğru temellerde yaklaşımın özünde inkar var. Nasıl böyle olmuşsunuz şaşıyorum. Bu bir güç meselesi. Neden bu kadar güçsüz düşürülmüşsünüz, neden biraz güç olmayı bilemediniz, hayatı neden bu kadar boşa geçirdiniz? Gerçi geçirttiler size artık yani sizin güç olma gibi durumunuz da hiçbir zaman olmadı ki. Düşmandan bir maaş alan kendini dünyanın en mutlu insanı hissediyor. Felsefe bu iken güç olma nerede aklınıza gelebilir?
Fakat bu benim adıma olunca ben öfkeleniyorum. Düşman sizinle herşeyi yapabilir de benimle bu olmaz, ben farklıyım. Bana aynı numarayı yapmak çok büyük öfkeme yol açıyor. Çok disiplinli, çok çalışmayı doğru bilen ve sonuçlarını da müthiş değerlendiren birisiyim. Sizin bu bana yaptıklarınızı yememyutmam imkansız. Benim adıma değil, sizi çalışma sahamda tutmam çok zor, sizi kabul etmem, yönlendirmem çok zor. Çünkü benim arkadaşlarım böyle olmaz. Böyle değil savaşçılık, böyle sürü bile besleyemez veya çobanlık bile yapamazsınız. Önderlik diyorsunuz, ama sizin yaşam çalışma tarzınızı bir çobanlık düzeyinde kabul edip size maaş vermem bile imkansızdır. Yapacağım ilk iş sizi muhasaraya (ablukaya alma) alıp, bir deliyi tımar eder gibi tamir etmek olacaktır. Bu kadar hassasiyet var.
Tabi hep öyle sözler söylemek istiyorum ki, yani bu anlamsızlık bana düşmanımdan daha öfkelendirici geliyor. Bunları yalnız başına size söylemiyorum, bütün camiaya, sözümona bu çizgi dahilinde olanlara söylüyorum. Nasıl cesaret ediyorlar bu sahada anlamıyorum, nasıl benim okulumda uluorta yapılıyor? Size bunu kim söylüyor? Daha da kötüsü oldu yanıbaşımızda, benim mutlak kurallarımla çelişen sürü sürü kişi eğitime gelmiş. Sözde burada bu kadar ders verdik, bir tek dersin ruhuna uygun davranış göstermediniz. İlgisizlik, bilmem her türlü sergilediğiniz o tutumlarınz var. 'Çok önemli bir hususa kafa yordum, kendimi burada müthiş ele aldım' diyeceğine, bırak onu tabi derin tarihi endişesi olmayanlar, bir halk uğruna gerçekten birşeyler yapma gereği bulmayanlar böyle davranır. Sanırım sizin durumunuz biraz buna da benziyor. Sanki o düşmanın söylediği; ‘bizim bu kölelerimizi baştan çıkardın’ gibisiniz. Köydeki yaklaşımlar da buydu, devletin de yaklaşımı buydu. Aslında sizi baştan çıkarmakla saflara kazanmıştım. Baştan çıkarmaya uygun durumunuz da yok. Bunu da sanırım iyi biliyorsunuz.
Bütün bunları kendi adıma hata yapmamanız için çok çarpıcı konuşma gereğini duyuyorum. Şunu hiç unutmayın bu ülkede değil elde silah savaşmak, benim gerçeklerim dışında yaprak bile kıpırdayamaz. Bunu kulağınıza gerçekten küpe değil kurşun yapın, asın. Bu böyledir; siz serserisiniz, siz bu ülkede silahla dolaşırken süper serserisiniz, bize hakim olan anlayışla uzaktan yakından alakanız yok. Benim bunu kabul etmem imkansiz. Savaşmayin bunu çok açik söylüyorum, benim adıma diyorum veya kendi adınıza olduğunuzu sanıyorsanız yanlış anlıyorsunuz. Gidin büyükbabalarınıza söyleyin böyle elde silah dolaşılamaz, hata yapıyorsunuz. Yürekleri hoplatıyorsunuz, büyük yanlışı yapmaya hakkınız yok, kimse size bu yanlışı yapın demiyor. Bu savaşın sıfırdan başlatıcısı benim ve sorumluluklarıma halen sahip çıktığımı açıklıkla belirtiyorum. Ama siz de o zaman bu neyin nesidir diye biraz kafa yormaya çalışın.
Tekrar vurguluyorum gidin bütün dünyaya danışın, silahsız mücadele çizgisi mümkünse ben sizi kabul ederim veya bu sandığınız bireysel tarzınızla silahçılık mümkünse onu da kabul ederim. Ama araştırın bütün kitapları, Kürdistan tarihini, sizin devrimciliğinizi kabul eder mi? Benden aldığınızın hepsi sizin olsun ama böyle bir durum yok. Kendinizi çok ters dayattınız ve tanınmaz hale getirdiniz. Şimdi bizi de patlatmak istiyorsunuz. Ayıp, gidin babanızın yanına, o size izin versin, benden neden onay istiyorsunuz?
Onay benim bizzat kendime uyguladığım yaşam gerçeklikleriyle mücadele tarzıyla bağlantılıdır. Eğer onunla olursa onay olur. Başka türlü ben sizin bu savaşçılığınızı mümkün değil onaylamam. Hiç moralinizi bozmayın, gidiyorsunuz eğer bizden birşey anladıysanız uygulama gücünüz varsa izin isteyin aksi halde imha olunur, ben onun altından kalkamam. Ölürseniz sağıma dönüp cesedinize bile bakmayacağımı bilmelisiniz. ‘Bir Başkanımız var, duyarlıdır, biz onunlayız’, hayır! Bu bir hastalıktı gitti diyeceğim. Ben sağlığıma çok düşkün bir insanım, gerçekten fiziki olarak bile ufak bir yaram oldu mu mutlaka onu aşmak zorundayım. Ufak bir sızıntıyı bile kolay kolay kendimle taşımam. Bunlar Önderlik hassasiyetleri. Bu hassasiyetle olmayan savaşçı benim savaşçım olamaz. Dolayısıyla savaşamaz da. Yeniden uyarıyorum yani bu hassasiyeti yakalayamamışsanız söyleyin size bir çare bulayım. Bir kenarda, bir köşede sizi bir yere yerleştirelim.
Biz gerçekten çok sağlam kişiliklerle yürümeyi esas alan kişilikleriz. Ben sizde ucubeliği gördüm. Bu son yıllarda savaşçılık adı altında sergilediklerinizle, çok büyük amaç bağlılığımız olmasa, düşmana karşı yenilmemek için çok büyük bir savaşımın içinde olmasaydım, sizin değil yıllarca saflarımızda kalmanızı, bir gününüzü bile kabul edemezdim. Bunu itiraf etmeliyim. Bana ne böyle yanlış yetişmişseniz? Vurmuş düşman, düşürmediği, kırmadığı, dökmediği, biçim vermediği hiçbir yer bırakmamış, bunu bana sunmak mümkün müdür?
Şiddetle kendimi savunma gereği duydum bu devrede. Ben de bir savaşçıyım. Sizden en yaşlısıyım fakat dikkat edin yani bir savaşçının olması gereken tüm özelliklerini kusursuz sergiliyorum. Ben de disipline bağlıyım, mesela düşünce, duygularıma tamamen savaş temelinde hakim olacak durumdayım. Değerlendirmelerim, tedbirlerim hep yerinde değil mi? Gözleriniz bunu görmüyor mu? Siz gidiyorsunuz bir ad bile veremiyorum yani savaş adı altında işlemedikleri halt yok, neymiş de bu da Apoculukmuş. Tamamen uyduruyorsunuz. Herşey olursunuz da Apocu olamazsınız. Bu trajikliği mutlaka sona erdirmeliyiz. Sizin gibi ne savaşılır, ne yaşanılır, ne ölünür.
Siz Agit’i büyük bir komutan olarak adlandırıyorsunuz. Bunda da büyük bir abartmacı, yalancısınız. Agit’in özelliği şuydu; saygılıydı, hareketlerinde hiç rahatsız edici yön bulamıyordum, zaten savaşmadı, bir yılı ya oldu ya olmadı, böyle büyük eylem falan da yapmadı. Agit’in özelliği bu işte yüreğini, beynini doğru koymaya çalışmasıydı. Benim onun kişiliğinde gördüğüm tek yan buydu. Bunu yücelttim, ben böyle sizin sandığınız gibi “büyük komutan, büyük işler yapan” diye değerlendirmedim. Atıyorsunuz siz, atıyorsunuz. Ama ahlakı çok güzeldi, çok terbiyeliydi ve oldukça disiplinliydi, attığı her adımı günlük olarak not ediyordu, ders çıkarıyordu. Toplantıda arkadaşlarına vermeye çalışıyordu ve oldukça çekici bir dille, kişilik davranışlarıyla bunu sergiliyordu. Yaşayamadı zaten, dediğim gibi bir senesi olmadı pratik içinde, ama bizim için çok önemliydi.
Sizin bütün özellikleriniz bizim esas aldığımız bu kişilik tarzı ile çelişiyor. Bakın günlük olarak yaşamında ders çıkarmak, bir toplantıda tartışmak, not etmek, yarını doğru planlama, tabi bütün bunları yaparken şematik değil, oldukça gerçekçi düşüncesini biraz zorlayarak ve yoldaşlarını hiç zorlamadan, onların bütün temel ihtiyaçlarına anlam vererek eğitme, siz hiç bunları yaptınız mı şimdiye kadar? Çok tuhaf adamlarsınız. Haki Karer’i hatırlıyorum. Antep’te ben bir gün odasına, çalıştığı yere gittim. Biriketlerle yeni yapılan ve pencereleri açık, hiçbir sıvası bile olmayan bir odada bir küçük grup gençle eğitim yapıyordu. Açtı çalışmasını önüme sabahleyin halen hatırımda. Birkaç zeytinle o çocuklara neler veriyordu, artık birkaç kuruş parayı sanırım zor bela kazanıyor. Ki sonradan Adana'da bir ara hammallık bile yapmış diye duyduk. Bu şekilde o grubu besliyormuş ve gecegündüz onların eğitimiyle uğraşıyormuş. Bir günlük çabasını böyle hatırlıyorum.
Şimdi size bakıyorum; eldeki parayı çarçur etmede, silahları paslandırmada, lojistiği bilmem tonlarca sağdasolda çürütmede, düşmana kaptırmada, dağ gibi mevzilerin gereklerini yerine getirmemede üstünüze yok. Sizin PKK militanlığı ile ne alakanız var? Hele bir de günlük yapılan hatalara bak, en ufacık bir savaş kuralını gözönüne getirmiyor. Son kayıplara bakın; roket düştü 3 kişi öldü, 5 kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Rakamlar hep böyle. Kayıpların hepsi topla ilgili, gelen mermiyle ilgili. Savaş sırasında bir top en çok 5 metre çapında bir yeri tahrip eder. Olsa olsa orada da 1 kişi bulunur. Ya değer, ya değmez, değse de yüzde 50 şehit olur, yüzde 50 kalabilir. Ama bakın bizimkilere top geliyor içlerine düşüyor. Belli ki hepsi grup halindedir. Sürü psikolojisi ile hareket ediyorlar.
Bin defa size söyledik, düşman havadan ve karadan teknik kullanıyor, siz de bunu biliyorsunuz. Niye peki 10 metre aralıklarla mevzilen miyorsunuz? Çünkü onlara hakim olan gerilla psikolojisi, tarzı değil, sürü psikolojisidir. Bu basit kural size tarzınızı hatırlatmak için, “boşver gerek yok” tek elimden gelen bu. Utanmadan bir de soruşturuyorlarmış, ne soruşturması. Hergün kendini kandırmanın binbir örneklerini sergilerler. Gidin bakın yaşadıkları yere sefalet kokuyor. Burda bile bizim biraz yaklaşımlarımızın gücü kesilse kendinizi düşüremeyeceğiniz bir durum var mı? Hani devrimin sözünü vermiştiniz. Devrimciliği gerçekten altı ay da yapacaksanız bu çerçevede yapın, tarihe bir iz kalsın. Söylediklerim açık, yapmazsanız yine size yazık olacak, bazı olumlu yanlarınız var. Devrimcilik en güzel meslektir, devrimcilikte zorakilik yoktur. Devrimcilik hep en doğruyu arar, en güzeli arar, en başarılısını yapar.
PKK bu, bunu saptırmayalım. Bunun biraz ciddiyetini gösterelim. Tekrar söyleyeyim yani, bununla çok zavallı, çok güçsüz haliniz aşınır, adam olursunuz, yani saygı duyulan, ne yaptığını bilen, karşımıza çıktı mı bir değer arz eden biri olursunuz. Siz hep bir suçlu gibi karşıma çıkıyorsunuz. Yakışır mı bu? Sağlam bir iş konusunda ne kadar çaliştiğini, ne kadar plan, ne kadar gerekleri uğruna çaba harcadığını anlatın, bunu yapın, en büyük yenilgiyi yaşasanız da biz yine sizi saygıyla karşılarız. Kimse neden zafer kazanamadın diye sizi suçlamıyor. Dikkat edin, neden yanlış yaşadınız, neden bu kadar kurallarla oynadınız diye sizi eleştiriyor veya suçluyoruz. ‘Ben bütün elimden geleni yaptım, elimde olmayan nedenlerle veya gücüm yetmediği için başaramadım’. Biz bu tutuma da saygı gösteririz, çünkü ciddidir, birisinde başaramadıysa mutlaka başka birisinde başarır.
Onbinlerce insanı çağırdık, bir tane akıllı dediğim gibi çıkma gücünü gösteremedi. Ben demiyorum hakim olmayın, tam tersine doğrular temelinde müthiş hakim olun, gücünüz, yetkiniz sürekli artsın, ama işleri başarma temelinde artsın yoksa yaratılan sorunlar yaptıklarınızı burnumuzdan adeta fitil fitil çıkarıyor. Bu kadar sorun çıkaracağınıza hiç yapmayın, hiç girişmeyin.
Umarım ciddiyete veya anlayışa, saygınlığa gelirsiniz. Burada yapılacak aslında hiçbir şey yok. Anlamlı bir eğitim anlamında bir dersin bile yeterli olduğuna inanarak biz verdik. Ama malesef bekleneni gösteremediniz. Sizi daha da zorlasak problem çıkar, dayanacak haliniz yok. Yüksek eğitim desem, hepsi yüksek eğitimli, ilkokul çocuğu ile üniversiteliyi de birlikte ayarlayarak, buluşturduk, verdik. Mesele benimle ilgili değil. Yine yaşam sizindir ve başarıya bağlı, değerli olanlarla ben zaten birlikte olmaya devam edeceğim. Yok özgürlük değerlerimizden, bizden kopmaya ya da bildiğini okumaya göre olanlar da özgürlük onun olsun, ne bildiği varsa yapsın derim. Ama sıkıştığında yalnız benden medet ummayacak, Parti’ye zarar vermeyecek. Tekrar söylüyorum, Parti’ye göre olmayan, sıkıştığında bize böyle yaramaz gibi dayatana ben en ufacık bile acı duymadan iyi bir kurşun sıkarım.
Açık söylüyorum, görev vereceğim. İşte korktuğunuz Cuma arkadaş adam vuruyormuş, evet Cuma’ya söyleyeceğim, işin gücün vurulması gereken adamları ayrıştır ‘vur’ diyeceğim. Bunun içinde bazılarınız da olabilir. Biz de yüreğimizi böyle soğutalım. Bütün bu çabalara layık olunamıyora 'bu itleri temizleyin' diyeceğim. Ne yapalım, eğitime gelemiyorsanız, işiniz, gücünüz bir yaşamı, kuralı bozmaksa 'iyi niyetliymişsin' ben ne yapayım? Savaşın iyi niyetle alakası yok ki. Savaş bir kural işi, savaş devrimci yaşam, bir öz işi, bir ilke işi, bir örgüt işidir. İşi gücü bunu bozmaksa yapma bir, etme iki, şöyle olur üç. Bütün bunlardan çıkar ne? Ucubelik. Başka yerde değil, ömür boyu veya yıllar boyu böyle olmak, birkaç yerde kusurlu, hatalı olan adamı içeri atarlar. Siz bunun da sınırlarını zorluyorsunuz. Tam tersine diyorsunuz ki ben böyle dayatacağım. Ordulaşmayı kabul etmiyor, yaşamın doğru, yenilmez tarzını kabul etmiyor. Ben kendim varım. Çok açığa çıktı ki, bu kendiniz dediğiniz olay düşmanın baştan çıkardığı bir canavar. Yani ben isim vermek istemiyorum. Düşman yarattığını bilir. 'Kıro' diyor, bu bir kırrodur. Devrimcilikle alakası yok. Kırro, kero yani eşşek. Ben bunu nasıl kabul edeceğim? Onun için biraz görüşlere değer verin. Özgürlük o değil.
Bizim için özgürlük amaçlara kilitlenmeyle birlikte kurallara doğru içeriği, doğru özü hayata geçirmek için böyle şiddetli çabaya bağlıdır. Özgürlüğün bunun dışında bir tanımı yoktur. Bütün bunları yine şunun için söylüyorum: Gidiyorsunuz, size perspektifleri hiçbir dönemde veya şimdiye kadar yapmadığımız kadar açıklıkla yapıyorum. Bütün bunları aynı zamanda kendi vicdan azabımı da halletmek için yapıyorum. Benim bir yürek sorunum vardır. Yüreğimi dayanılır kılmak için layık olmayanların, zora sokanların yarattığı sorunları yük haline getirmemek için gerekçelerini yaratmak zorundayım. Bu sizin için şu anlama gelir: Belirlenen ölçülere göre davranmadınız mı, değeriniz beş metelik bile etmez. İlgi beklemeyin, destek beklemeyin. Yaramazın tekisiniz, ona göre başınıza geleni kabul edin. Deliliğe, subjektif niyetlerle kendinizi yaralamaya hiç yetinmeyin. Yaparsanız, biraz ısrar ederseniz, bir kurşunla halledilirsiniz. Biz bu halka bir ordu, doğru savaş tarzı yaratmaya mecburuz. En büyük söz, ordu sözü budur, askeri söz budur.
Hiç kimse burayı serseri yatağına çeviremez. Ben gerekçelerinizi kabul etmiyorum. Şunu da size söyledim. Ananızdan yanlış doğmuşsunuz. Tekrar ananızın yanına. Benim nasıl bir savaşçı olduğumu herhalde çoktan anlamış olmanız lazımdı. Aylardır üzerinizde duruyorum. Anlayın, yok siz bir ordu kuracaksınız, ilkelerini ilan edin, ben geleyim, içine gireyim. İlkelerimden metelik kadar taviz vermedim. Tektim, tekrar söylüyorum, öyle gücüm de ortada yoktu, halim böyleydi. Halk adına yola çıkmadan önce çok hastalıklı, zavallı birisiniz ama halk adına yola çıktığımı anladıktan sonra tek bir güç buna ses bile çıkaramadı. İşte bir militan için gerçek budur, bunlar önemlidir.
İstemeye hiç hakkınız yok. İsteyin bakayım nasıl hizmet veriyorum size gösteririm. Bütün bunları anlayacaksınız. Bırakalım herşeyi, hercümerc, yazboz tahtası biçiminde sürüp gitsin. Öldürseniz bile bana bunu yutturamazsınız. Dağınık, bu sistemsiz, kendi kendine dağıtmış kişiliğinize alet olmam şurda dursun, affetmem imkansız. Bildiğinizi okursanız tekrar uyarıyorum, bildiğinizi okumaya eskisi gibi anlayışla karşılık verilmeyecek. Size çok çok uyanık olmanızı öneriyorum. Dert ortağınız olmayacağım. Bize duygusal bağlanmayacaksınız. O duygularınızın çirkinliğini şimdiden görerek kendimizi doğru ayarlayalım.
Dikkat edin tam bu noktada çocuklar gibi işi gücü ağlamazırlama sınırlarına götürme var. Normal bir ağlama var, bir de biliyorsunuz içini böyle davul gibi şişirip sonuna kadar zırlaması var. Politikada sizinki böyle bir ağlamadır aslında. Bu kadar zurnanın sesi midir sonuna kadar çıkarsa zırlar, onu görüyorum. Yapmayın güzel bir ses değil ki kulakları sağır eder biliyorsunuz. Peki ne sanıyorsunuz. Bakın hergün bizi sorguya çekiyorlar, hergün bizi imtihan ediyorlar. Peki biz aleme karşı kendimizi nasıl savunayım? Sizin çok yaptığınız gibi ağlayayım mı? Bir halk militanı bu rezil duruma düşer mi? Ben bu kadar zorluklarıma rağmen hiç bir gün karşınızda ağladım mı? Bu kadar kişi var etrafımda istifimi en ufacık tarzda bozdum mu? Çünkü ben halk adına onursuzluk edemem, kendimi küçük duruma düşüremem, yalvarmam. Ama sizin bütün hareketleriniz yalvarma, acındırma veya terbiyesizlik, zavallılık.
Tekrar söylüyorum, ben tektim, yıllarca herkes dalga geçiyordu benimle, ama istifimi bozmadım. Yüceliğimden metelik kadar taviz vermedim. Tekrar söylüyorum tektim, öyle gücüm de ortada yoktu ve halen de öyleyim. Halk adına yola çıkmadan önce çok hastalıklı, zavallı birisiydim. Ama halk adına yola çıktığımı anladıktan sonra tek bir gün rahatsız bir ses bile çıkarmadım. İşte gerçek budur. Bir militan için bunlar önemlidir, nettir. Kısa çerçeve size ömürboyu yeterlidir. Eğer anlayışınız varsa ben bu temelde sonuna kadar varım, zaten amansız çalışıyorum. Anlayamadık demeye hiç hakkınız yok. Çok güçsüzlük numaraları yaparak da boşa çıkarmaya hakkınız yok. Zorluklar hepimiz içindir ve biz bunları aşa aşa başarıyoruz.
Halk ordusunun ilk esası budur. Böyle söz verilir. Gücünüz yetmiyorsa hemen yanıbaşınızdakinden affınızı istersiniz. Ama yok, halk ordusunun bir eriyim diyorsanız, esas budur. Hiç kimse 'işte ordudur, benim yükümü kaldırır, ben yetkiyi ele geçirdim ve boşluk var' diyemez. 'Kimse beni görmüyor' deyip bu esasla çelişirse bu gerçekten hata yapıyor ve ağır ceza görecek.
Ordunun şöyle bir özelliği var. Herkes milimi milimine gereklerini yaparsan ordu ordudur. Meşhurdur yani Cengiz Han’ın hikayesini bilirsiniz. Atın nalı meselesi, bir çivisi bile eksik olduğunda büyük sorun çıkarır. 'Bir çivinin eksik olması, bir orduyu bozar' der. Düşünün sizin yalnız çivinizin bozuk olması değil, neredeyse her tarafınız bozuk çalıyor. Ordu böyle kurulur mu? Güçlü denetim alanlarımız yok diye, günlük denetimi size dayatmıyoruz diye, herkesin istediğini yapma anlamına gelmeyeceğini bilmelisiniz. Özdisiplin en iyi disiplindir. Özdenetim en iyi denetimdir.
Bütün bunlar yeniden doğuş dersleridir. Özgürlük için, ordu temelinde ve doğru savaşma esaslarıyla birlikte. Böyle yürüyenler kesinlikle engel de çıksa aşarlar, sorun da çıksa çözerler, eksiklikte olsa giderirler, dağ gibi sorunlar birikse de onları aşmasını bilirler. Bu benim yaşamımın bana öğrettiği en temel dersidir. Hiçbirinizin yükü bizimki kadar ağır olmadığı gibi, hiçbiriniz bizim bütün süreçler boyunca yokluklarla savaştığımız kadar, yokluklarla karşı karşıya değilsiniz. Gittiğiniz her yerde varlık nedenleri çoktur. İş yapma olanakları fazladır. Aydınlatmaya ihtiyaç duyuyorsanız son derece aydınlatılmışsınız. Gerisi sağlam yürür diye düşünüyorum. Ben bu yargımı değiştiremem. Değiştirenin kaybettiğini hepiniz biliyorsunuz. Değiştirmediğim için ben ayaktayım. Diğerleri güçsüz, bana ne? Çünkü kendileri bu tarihi doğru yargının gereklerine göre yürümediler. Ondan güçsüz düştüler.
Diyemezsiniz ki, sen kendi kendini dayattın, güçlendirdin. Hayır ben milimi milimine kurallara, devrimin genelde gereklerine, özelde kendi savaşımımızın ince sorunlarına büyük bir yürekle karşılık verdiğim için güçlüyüm. Siz bir çok gereklerini bir tarafa bıraktığınız için güçsüzsünüz, mahvoldunuz, suç sizin. Bu çabanızı doğru verseydiniz her biriniz bir destan yazardınız. Doğru vermediğiniz için şimdi zavallısınız. Suçu kendinizde arayacaksınız. Çözümünü de dolayısıyla kendinizde arayacaksınız.
Bir de 'imkansızdır' falan demeyin. Çok açık yani, biz işleri buraya getirdik. Artık kim imkansızdır diyebilir? Elinizi uzatsanız olduğunuz yerde iktidar olacaksınız. Güçsüz olan ne? Bütün bunlar eğer doğruysa, sözünüzün bu çerçevede sahibi iseniz, sizden haklı olarak önemli gelişmeleri beklemek kaçınılmazdır. Bir talihsizlik hep beni endişelendirir. Nedir o? Teknik nedenlerle işte bot devrildi, suya düştü veya aniden beklenmedik bir pusu diyeceğim, o da bana göre doğru değil, çünkü planlı yürüyüş pusuyu da kesinlikle açığa çıkartır. Kaza nedeni ne olabilir? Düşmanın hava saldırısı olabilir ki o da kaza nedeni olamaz, çünkü onun da tedbirlerini almak mümkündür. Dikkat edilirse kaza payı giderek azalıyor. Tedbirlik ne kadar fazla gelişirse, kaza diye bir şey olmaz, su kazası bile olamaz. Kar kazası bile olamaz, çünkü ona karşı da alınacak tedbirler çok. Giderek kaza ihtimali de en aza indirgenmiş olarak gidiyorsunuz. Dolayısıyla sizden hep önemli başarılar beklemek doğru bir anlayıştır. Doğru bir tutumdur. Sözü bu çerçevede veriyorsunuz. Bu bile sağlam yürümek ve sürekli başarmak için bence yeterlidir.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Bagok dağında bulunan Agit Suruç Şehitliğine Türk sömürgeci güçlerine bağlı faşist ordu birlikleri saldırı düzenlemiştir. Saldırıda şehitlik tahrip edilmiş, şehitler ebedi istirahatgahlarından alınarak kaçırılmışlardır. Halen de nerede ve nasıl bir durumda bulunduklarına dair bir bilgi yoktur.
Olay sıradan bir olay değildir. Sıradan bir askerin, polisin ve hatta mülki amirin emir vererek yaptırdığı bir saldırı değildir. Olayın tümüyle AKP hükümetinin ve onun başbakanı T. Erdoğan’ın görüş, telkin ve emriyle olduğundan kuşku yoktur. Olay öyle “provakasyon”, “süreci sabote etmek isteyen güçlerin işi” vb açıklamalarla geçiştirilecek bir gelişme değildir.
Hiçbir ahlak, kültür ve inançta veya felsefe, ideoloji ve siyasette mezarlara ve mezarlıklara saldırı yoktur. Mezarlıklar veya ülkenin şehitliği o ülke ve halkın en kutsal yerleridir. Bir yerde her halk ve ülke yönünü şehitlerine döner. Çünkü her halk ve ülke şehitleri ile kendisini var etmiştir. Şehidi olmayan hiç bir halk ve ülke yoktur. Onun içinde şehitler ve şehitlikler her halk için en kutsal değerle olmuştur ve olmaya devam edecektir.
PKK hareketi bir şehitler hareketidir, şehitler partisidir. Kürdistan halkı şehitleriyle varoldu ve kendisini bugünlere getirdi. Sayıları binleri bulan bu ülkenin en yiğid, en kahraman ve en güzel evladları yaşamlarını, mensubu olduğu Kürt ulusu kendi anavatanı Kürdistan’da Farsın, Arabın, Türkün, İngilizin ve Fransızın kölesi ve uşağı olmasın diye feda ettiler. Köle ve uşak olarak yaşamaktansa özgürlük ve onurlu bir yaşam için hayatlarını ortaya koydular. Ve biz geride kalanlara da onurlu ve özgür yaşamın yolunu gösterdiler.
Şimdi sömürgeci Akp hükümeti Kürt ulusu için en kutsal mekânlara, şehitliklere saldırmaktadır.
Savaşın en kızgın olduğu dönemde Çemço, Haftanin ve Xakurkê şehitliklerine saldırmış ve zarar vermişlerdir. Şimdi ise 1 Eylül Dünya Barış gününden sonra Kürt halkının ve dostlarının onurlu bir barış için iradelerini ortaya koydukları günlerin hemen arkasından onlarda şehitliklerimize, şehitlerimize saldırarak, en kutsal varlıklarımıza saldırarak cevap vermiş oluyorlar. Saldırı bizi biz eden, var eden, koruyan ve büyüten değerlerimizedir. Şehitler dünümüz, bugünümüz ve yarınımız ise saldırı hem geçmişimize, hem bugünümüze hem de geleceğimizedir. Şimdi geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize saldıran bir alçak düşmanla karşı karşıyayız. İnsanlarımızı mezarlarında bile rahat bırakmamayı esas alan dünyanın en ahlaksız düşmanıyla karşı karşıyayız. Ölülerimize tahammülü olmayanların dirilerimize tahammülü olacağını beklemek yada düşünmek kendini yanıltmaktır. Hala bu dünyanın en düşkün insanlarından, bu halk ve ülkeyi tanıyan adımlar atmasını beklemek sadece ve sadece kendini aldatmaktır.
Bir ordu olarak Türk ordusu bir gerilla birimine saldırabilir, birçok gerillanın şehit olmasına yol açabilirdi. Ya da bir gerilla birliği ateşkes koşullarında da olsa sömürgeci işgal birliklerine saldırı düzenleyebilirdi. Bunlar askeri mantık ve politik mücadelede yeri olan normal durumlardır. Yani bir izahı yapılacak durumlardır. Savaş tarihinde birçok kez ateşkes konumunda da olsa taraflar birbirlerine kayıp verdirmişlerdir. Ama en kızgın döneminde bile birbirlerinin ölü, yaralı ve esirlerine saygıda kusur etmemişlerdir. Bunun da sayısız örnekleri vardır.
Şimdi sömürgeci Türk ordusu ateşkes konumunda, hele hele geri çekilme konumunda olan gerillaların mezarlarına saldırıyor, tahrip ediyor. Bu Kürt halkına ve onu var eden tüm değerlerine en büyük hakarettir.
Şimdi Kürtler bu hakareti kabul edecekler mi etmeyecekler mi? Bir iki basın açıklamasıyla olayı geçiştirecekler mi geçiştirmeyecekler mi? Başta T. Erdoğan, A. Gül, N. Özel, M. Gülerolmak üzere tüm sorumlular Kürt halkından özür dileyinceye kadar kıyameti koparırcasına serhıldan yapacaklar mı yapmayacaklar mı? Şimdi Kürtler böyle bir durumla karşı karşıyadırlar.
Hepimiz ya bizzat şehitlerimizi son yolculuklarına uğurlarken yanlarında olduk, henüz soğumamış bedenlerini kucakladık. Yada tabutlarını omuzlayarak son görevimizi yapmaya koyulduk. Veya anavatan toprağından bir avuç toprak avuçlayarak mezarlarına septik. Bazen şehidin annesi, babası bazen kız kardeşi veya kardeşi şöyle hakırmadı mı? “Oğlum veya kızım tüm Kürtlerin şehididir. Serok Apo’nun ve tüm Kürtlerin başı sağ olsun” demediler mi? Şehitleri biz Kürtlere emanet etmediler mi? Peki şimdi barbar ve soykırımcı Türk ordusu onlara yani bize emanet edilen bu kutsal emanetlere saldırmıyorlar mı? Bu saldırıyı herkes duymadı mı? Şayet duymuşsa o zaman daha ne duruyoruz. Serhıldana kalkmak için daha ne yapılması gerekiyor? Bundan daha büyük hakaret olur mu? En büyük onun abidesi şehitlerimize saldırmaktan daha büyük hakaret var mı? Eğer şehitlerimize bugün sahip çıkamayacaksak o zaman nasıl kendimizi onurlu ve şerefli welatparêzler olarak kabul edebiliriz. Sadece Nusaybin, Kızıltepe ve Mardin yetmez. Tüm Kürtler ve Kürdistan ayağa kalkmalı, kıyameti koparmalıdır.
Ya özgürlük ve onurlu bir yaşam ya ölüm.
Faşist Türk sömürgecilerine haddini bildirmenin zamanıdır. Yanı başımızda Rojava halkı kendi topraklarını korumak ve onurlarına sahip çıkmak için ayağa kalmış durumdadırlar. Ha El- Nusra çeteleri “Allahu Ekber” diyerek Rojava Kürtlerine saldırmış, kadın ve çocuk demeden herkesi katletmiş, ha T. Erdoğan’ın ordu sürüleri Türklük ve İslam adına Kürtlerin en kutsal değerleri olan şehitlerine saldırmış. Ne fark ediyor? O zaman Kuzey Kürdistan’lılar da en az Rojava Kürtleri kadar kendi değerlerine sahip çıkmak için ayağa kalmalıdır. Şehitlerimizin gözleri üzerimizde ve ruhları aramızdadır. Onlar bizden rahat uyuyabilecekleri bir ebedi özgür toprak parçası istiyorlar.Şehitlerimize verdiğimiz söze sadık kalalım. Onlara uzanan elleri bir daha saldıramayacak duruma getirmek üzere kıralım.
Ya şimdi ŞEHİTLERİMİZE sahip çıkalım ya hiçbir zaman!
Ya şimdi SERHILDAN ya hiçbir zaman!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,yaptığı son açıklamayla Rojava Kürdistan halkını “Ülkede kalmaya,topraklarını terk etmemeye” çağırdı.Çünkü çok yoğun bir göç var,hatta ülkeden kaçış var.Rojava Kürdistan toprakları boşalıyor.Daha doğrusu bilinçli bir politikayla boşaltılıyor.Savaş Rojava’ya taşırılarak,kuralsız bir savaş yürütülerek ve de propaganda edilerek Rojava Kürdistan boşaltılmaya,insansızlaştırılmaya çalışılıyor.
KCK bu durumun bir oyun olduğunu belirtiyor.Aslında oyun içinde oyun oynanıyor.Önce çeşitli çete grupları oluşturularak,desteklenerek,beslenerek Rojava Devrimine ve halkına saldırtıldı.Giderek bu saldırılar Cephetül Nusra örgütünün saldırıları haline getirildi.Bir yandan El Nusra çeteleri sivil-asker ayrımı yapmadan tüm halka saldırırken,sivil yerlerde intihar eylemleri düzenlerken,diğer yandan da AKP ve KDP ticaret kapılarını kapattı.Böylece saldırılarla korkutulan ve ambargo ile zorlanan halk ülkeden kaçmaya yöneltildi.
Şimdi her gün oluk oluk insanlar Güney ve Kuzey Kürdistan’a kaçıyorlar.Kaçarak savaştan ve ambargodan kurtulmaya çalışıyorlar.AKP ve KDP bu kaçışı teşvik ediyor.Güney Kürdistan’a geçenleri ziyaret eden Mesut Barzani “Burası sizin eviniz,istediğiniz gibi kalabilirsiniz” diyerek Rojava’dan kaçışlara çağrı yapıyor.Tamda bu ortamda “Şam’da kimyasal silah kullanıldığı” haberleri yayılarak kaçışlar daha da hızlandırılmaya çalışılıyor.
KCK işte bunlara oyun diyor.Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,bu nedenle halkı sabırlı olmaya ve yerini-yurdunu terk etmemeye çağırıyor.Gerçekten de biraz yakından bakıldığında bir dizi oyunun iç içe oynandığı açıkça görülebiliyor.En başta KDP’nin tutumunda oyun var.Bir yandan sınır kapısını ticarete kapatarak halkın aç kalmasına yol açıyor,Rojava toplumunu savaşta desteklemiyor.Diğer yandan sınır kapısını sivil geçişlere açarak ve “Gelin,burası sizin ülkeniz” diyerek halkı Güney Kürdistan’a çağırıyor.Yani açıkça Rojava’yı boşaltmak istiyor.Peki bu oyun değil de nedir?
AKP’nin tutumu daha da derin ve kapsamlı bir oyunu içermektedir.En başta Rojava’ya saldıran çeteleri AKP örgütleyip silahlandırdı.Başta Ceylanpınar olmak üzere sınır kapılarından rahatça gidiş-dönüşlerini sağladı.Rojava’ya saldıran örgütler Antep’te,İstanbul’da toplantılar yaptılar.Kısaca Rojava’ya dönük saldırılar en çok Türkiye’den besleniyor.Diğer yandan baştan beri Rojava Devrimine karşı AKP ambargo uyguluyor. Tüm sınır kapılarını Rojava Devrimine kapalı tutuyor.
Bunlarla birlikte,aynı AKP Rojava halkının Türkiye’ye geçmesi için özel çaba harcıyor.İmkan yaratıyor,kolaylık sağlıyor,teşvik ediyor.Kuzeyli ailelerle akrabalık ilişkilerini kullanıyor.Bunlarla da yetinmiyor,Güney Kürdistan’a geçmiş olanları da Türkiye’ye geçmeleri için teşvik ediyor.Türkiye’de İstanbul’a kadar her tarafa bu insanları yayıyor.Dikkat edilirse,mülteci Arap toplumu için özel kamp kuruyor,ama Türkiye’ye kaçan Kürtler için kurmuyor.
AKP’nin buradaki amacı net ve açık.Birincisi,Rojava Devrimini tasfiye etmek istiyor.Rojava’da Kürtlerin bir siyasal statü kazanmalarına kesinlikle karşı.Bunu başka yollarla engelliyemiyorsa,o zaman Rojava’yı boşaltarak,insansızlaştırarak gerçekleştirmek istiyor.İkincisi,Rojavalı halkı Türkiye’ye yayarak asimile etmek,eritmek istiyor.Yani Rojava Kürtlerine de kültürel soykırım dayatıyor.O kadar obur ki,Kuzey Kürdistan toplumunu asimile etmesi yetmemiş,şimdi de Rojava Kürtlerini asimile etmeye,yutmaya çalışıyor.
Bunun en başta TC Devletinin yürüttüğü klasik inkar ve imha politikası olduğu açık.Belliki Suriye’deki savaş koşullarında da Türkiye yönetimi Rojava Kürtlerine bu politikayı dayatıyor,onları kültürel soykırıma tabi tutmak istiyor.Rojava’daki tüm oyunların da TC Devleti ve AKH hükümeti tarafından oynandığı açığa çıkıyor,bu konuda bir AKP-KDP ortaklığının var olduğu görülüyor.
Hatırlanırsa Rojava’daki 19 Temmuz 2012 Devriminden sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından Hewler Konsolosluğuna gönderilen bir yazılı talimat geç en kış basına yansımıştı.Aslında şimdi yaşanan her şey o yazılı talimatta vardı.Demekki şimdi yaşanan olaylar,yani savaş ve göç daha o zamandan planlanmıştı.Suriye’deki Kürtlerin bir statü eldi etmemeleri için çalışılması,bu amaçla KDP’nin uyarılması,Rojava’da karışıklı4k çıkarılması,Rojava halkının göçe teşvik edilmesi,bu konuda Güney Kürdistan’ın “Özgür Kürdistan toprakları” denerek çekici kılınması,Güney Kürdistan’a geçen Kürtlerle ilişki kurularak Türkiye’ye geçişin teşvik edilmesi,bunların hepsi Türk Dışişleri Bakanmığının talimatında yazılıydı.
Şimdi aslında bütünüyle bu plan uygulanıyor.Satırı satırına Türk Dışişleri Bakanlığının Hewler Konsolosluğuna verdiği talimatın gerekleri yerine getiriliyor.Demekki her şeyin,tüm yaşananların arkasında TC ve AKP var.Her şey önceden planlanmış olarak yürütülüyor.Rojava’ya kültürel soykırım rejimi uygulanıyor.Başta KDP olmak üzere bazı Kürt grupları da bu oyuna alet oluyor.Hepsi bu kadar!
Tabi bu durumun bir de PYD boyutu var.Rojava Demokratik Toplum Hareketi(TEV-DEM) tüm bu politikalara ve saldırılara karşı yiğitçe direniyor.Rojava gençliğinin direnişi gerçekten kahramanca.YPG tam bir fedai hareketi haline geldi.Rojava halkı saldırılar karşısında da,ambargo uygulamaları karşısında da yılmıyor.Evet,tüm bunların hepsi doğru ve çok değerli.Hiç bir biçimde küçük görülemez.
Fakat her şey bu kadarla mı sınırlı? Yapılması gerekenler sadece bunlar mı? Mevcut durum karşısında başka şeyler yapılamaz mı? Bizce PYD’nin ve tüm Kürtlerin yaşananları bu sonuçlar temelinde de sorgulaması lazım.Dar ve tek yanlı duruş ve mücadelelerle sonuç alınamaz.Dahası zarar görme,kazanımları kaybetme bile yaşanabilir.Bu açıdan dikkatli olmak ve olayları çok yönlü ele almak gerekir.
Dikkat edelim,19 Temmuz Devrimi savaşla kazanılmadı,kansız bir devrimdi ve doğru siyasetin başarısı oldu.Bu siyasetin merkezinde de Rojava’yı çatışma alanı haline getirmemek ve herkesle taktik ilişki içinde olmak vardı.Fakat şimdi Rojava Özgürlük Hareketi bu tutumda görünmüyor.Her şeyden önce,çok savaşçı kesilmiş durumda ve her şeyi savaşla halletmek istiyor.Halbuki önce siyasal yaklaşım gerekli,siyasette derin ve geniş olmak gerekli.Ama sanki siyaset unutulmuş gibi. Herkesle ilişki içinde olmayı öngören bir hareket,şimdi neredeyse herkesle savaşır hale gelmiş durumda.Belliki bunun düzeltilmesi gerekiyor.
Diğer yandan düşmanı iyice tanımak ve doğru tarif etmek lazım.Karşıt olan herkese “Çete” deyip geçmek fazla sonuç vermez.Deniyor ki,bu çete denenler El Nusra örgütüne aitler.Yine El Nusra örgütü de El Kaide’nin bir kolu.Bu durumda Rojava Kürtleri ve dolayısıyla tüm Kürtler El Kaide ile savaşa tutuşmuş oluyorlar.Hem de seferberlik düzeyinde! Halbuki bizim bildiğimize göre hiçbir parçada Kürtlerin El Kaide ile savaş yapma kararı yok.El Kaide’ye “Çete” de demiyorlar.Ayrıca Rojava da dahil hiçbir yerde şu koşullarda Kürtlerin El Kaide ile savaştan kazançlı çıkması mümkün değil.
El Kaide’nin Kürtlerle savaşma ve Rojava Devrimini yıkma kararı varmı,bilmiyoruz.Normalde olmaması gerekiyor.El Kaide’nin Kürtlerle,PKK ile savaştan kazanacağı fazla bir şey olamaz.Kaldı ki El Kaide ya da onun kolları böyle bir şey yapmak istese bile,bu durum Kürtlerin hemen savaşmasını getirmez. “Oldu bittiye geldik”demek de politik duyarlılık ve tedbirden uzak olunduğunu gösterir.
O halde Kürtlerin Rojava Devrimini yıkma amaçlı saldırılara karşı kesin bir tutumla ve sonuna kadar direnirken,aynı zamanda siyasetin çözümleyiciliğini kullanmaları da önemlidir.Aynı zamanda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığının ç ağrısına da kulak vermeli ve asla ülkeyi,Rojava’yı terk etmemelidir.Rojava halkı için şimdi şunlar lazım.Direniş,siyaset ve ülkede kalmak! Bu üç silahı iyi kullanırsa Rojava Devrimi yine kazanır ve her zaman kazanır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak çevirebiliriz. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” olarak tanımlayabiliriz. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlayabiliriz.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak tanımlamak mümkündür.
Dünyada kendileri için başkalarının savaşmasını en iyi sağlayan güçlerin başında İngiltere gelir. O çokça bilinen İngiliz politikasının özü budur. O meşhur olan; “böl, parçala ve yönet” politikasının özü tamamen başkalarına vekil tutarak, ya da vekâletini vererek savaştırma işidir.
Bugün Ortadoğu’ya bakalım; neredeyse hiçbir yılı savaşsız geçmemiştir. Yüzlerce yıldır Ortadoğu gerçekten durulmamıştır. Ancak 1800’li yıllardan sonra bu durum daha da vahim bir hale getirilmiştir. Ve 1800’li yıllarla birlikte İngiltere’nin Ortadoğu’ya adım adım sızarak buralarda kendi “böl, parçala ve yönet” politikasını yaşama geçirmek için hep birilerini birilerine karşı kullanmıştır. Daha doğrusu İngiltere kendi çıkarlarını hayata geçirmek için hep birilerini kendi yerine savaşa sokmuştur. Birilerini tasfiye etmek için başka birilerini kullanmıştır. Çoğu zaman sadece devletleri kullanmamış, bireyleri, aileleri, tarikatları, aşiretleri, beylikleri derken kullanabileceği ne kadar böyle toplum ya da topluluk varsa çok kötü bir tarzda kullanmıştır.
Dikkat edilirse İngiltere öncülüğünde Ortadoğu’nun tüm coğrafyası adeta cetvellerle çizilirken hep birilerini birilerine karşı maşa olarak kullanmıştır. İngiltere çıkarlarını, başkalarını bir birine karşı kırdırtarak savunmuştur, korumuştur ve çoğu zamanda bu çıkarlarını elde etmeye vakıf da olmuştur.
İngiltere bu politikalarını 1800’li yıllardan beri birçok halka ya da birçok halk üzerinde uygulamıştır. Özelde biz Kürtler bu politikaların sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğunu herkesten daha iyi biliriz. Çünkü biz Kürtler birinci paylaşım ya da daha tanınmış adıyla birinci dünya savaşında yok sayıldık. Bırakalım yok sayılmayı param parça edildik. Dört parçaya bölündük. Her parçada ayrı bir şekilde cendere altına alındık. Bu yok sayılmanın bedelleri biz Kürtler için çok ağır oldu. Yüz binlerce insanımızın katledilmesi, yüz binlercesinin sürgün edilmesi derken dünyada eşine ender rastlanılacak olan bir sömürgeciliğin cenderesine alındık.
Sömürgeciler Kürtleri baskı altına, zulme ve yer yer soykırımlara tabi tutarlarken zannettiler ki emperyalist güçler onların bellerini sıvazlıyorlar. Halbuki bunlar emperyalist, namı diyar İngiliz politikalarıyla buralarda at koşturuyorlar. Yani bölüyorlar, parçalıyorlar ve de sonrada yönetiyorlar.
Söz konusu Kürtleri yok saymakla, sömürge altına almakla, bir kere Kürtler dıştalanmış oluyorlar, baskılanıyorlar. Bu duruma tahammül edemeyen Kürtler ise dört parçada her zaman bir fırsatını bulduklarında başkaldırıyorlar, direniyorlar. Sözde kendilerini bağımsız devlet diye bilen sömürgeci devletler ise bu kez Kürtlere saldırıyorlar, daha fazla baskılıyorlar. Özcesi Kürtler bu emperyalistlerin yarattığı duruma direniyorlar, emperyalistlerin destekledikleri sömürgeciler ise bastırıyorlar. Sonuç sürgit bir savaş Kürtler ve Kürtleri baskılayan sömürgeci devletler arasında bugüne kadar geldi.
Peki, bu durumda kazananlar kimler? Belki yer yer kazananlar sömürgeci devletlerdir. Ve yine belki yer yer kazananlar Kürtlerdir. Ancak bu kazanmalar hep biraz şaibelidir. Bu çatışmaların, savaşmaların hep bir kazananı kesindir, o da; Emperyalist devletlerdir.
Tekrar başlığımıza dönersek emperyalistlerin bu şekilde kazandıkları savaşlara biz Vekâlet Savaşı ya da Savaşları diyelim.
Peki, neden bizler başkalarının çıkarlarının savaşını ya da savaşlarını verelim? Neden hep bu aymaz politikanın kurbanı olalım? Neden ısrarla birilerinin güttüğü sürü olalım? Ve neden bu “böl, parçala ve yönet” politikasının kurbanı olmaya devam edelim?
Özcesi, artık bu kirli politikalarının kurbanı olmaktan çıkmanın zamanı. Bu kirli politikalarının kurbanı olmakta çıkabilmek ve çözebilmek için ise var olan sorunları kendi aramızda çözme iradesini göstermenin zamanı. Yani birilerinin maşası olmaktan çıkmanın zamanı.
Örneğin Kürtlerin ve Türklerin tam bin yıldır birlikte yaşadıkları söylenir. Şimdiye kadar tam üç kez en kritik anlarda, tehlikeli eşiklerden geçerek her iki halkta kazanmıştır. Birlikte kaderlerini çizmişlerdir. Kardeş halklar olmuşlardır.
Tarihi gerçekler böyle iken neden benzer bir şekilde tarihi yeniden güncellemeyelim? Yeniden kritik tarihi süreçlerden geçerken neden tarihte yaratılan kardeşleşmenin bir benzerini ortaya çıkarmayalım?
İçinde geçilen bu tarih süreçlerden başarıyla çıkabilmek için öncelikli olarak kardeşleşmeye inanarak, kardeşleşmenin tüm gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Bu kardeşleşmenin yolu ise başkalarının çıkarları için savaşmaktan vazgeçilmekten geçiyor. Yani Vekâlet Savaşını ya da Savaşlarını terk etmekten geçiyor.
1920’lerde emperyalistlerin Ali Cengiz Oyunlarıyla Kürtleri dıştalayan politikaları bir an önce, hemen terk ederek, kendi halklarımızın ve de bu coğrafyada yaşayan tüm halkların çıkarlarını esas alan politikalara yeniden dönmemiz gerekiyor.
Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer. Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kültürel soykırım, soykırımların en tehlikesi ve en kirli olanıdır. Tehlikeli ve kirli olması, soykırıma uğrayanların yaşadıkları durumu fark edememeleri ya da kültürel soykırıma tabi tutulmuş olanların bu soykırımı bilmeden içselleştirerek yaşamalarıdır.
Anlatılması ya da sade anlatılması hiç şüphe yoktur ki zordur bu soykırım türünün. Kültürel yok edilme altına alınmıştır, ancak bu yok olma tehdidini yaşayan bunun farkında bile değildir. Örneğin TC devleti Türkiye sınırları içerisinde yaşayan tüm halkları-özelde de Kürtleri-kendisi için tümden bir yayılma alanı olarak değerlendirmiş bunun için de ulus devlet politikaları gereği tek bir ulus yaratmak için diğer farklı kimlikler yok saymış, en iyisinden kendisine benzetmek için inanılmaz ölçüde bir kültürel soykırım politikası uygulamıştır. Öyle ki bu soykırım altına alınanlar çoğu zaman bunun farkında olmadıkları gibi tamamen bir oto asimilasyonla adeta devletin yapmak istediklerini bu kez kendileri yapmaya başlamışlardır.
Türk değildir Türk olduğunu söyler, kendi dilini konuşmaz Türkçe konuşur, kendi ulusal ya da etnik değerlere sahip çıkmaz tam tersine Türk devletinin çizdiklerine sahip çıkar. Yani ulus devlet denilen aygıtın yapmak istediklerini-bir kere içselleştirmiş ise-kendi kendine yapar. Farkına varmamak işte budur.
Kültürel soykırımı Önder Apo sade bir şekilde: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir” diye değerlendirir.
Bu durumu TC devleti Kürt halkına peki nasıl uygulamıştır? Ya da Kürtlerin bu hale gelmesi için sömürgeci devletler neler yapmışlardır diye sorulabilir?
Kürtleri dejenere ve eritmek için Kürdistan’a gönderilmiş olan bir Türk kadın öğretmenin anılarında birkaç örnek vererek söylenmek istenenler daha iyi anlatılabilir.
“Atatürk'ün genç misyoner kıza parmağını uzatıp - Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, Öğreteceklerdir” der Atatürk.
Dikkat edilirse bir halkın kültürünü yok etmek için kızları özel hedef seçerek, Türk Kemalist sistem içerisinde eğiterek, Türk kılarak yeniden geldiği toplum içerisine göndererek tam bir tohumluk rolünü oynattırma hedeflenmiştir. Bir kere zehir zemberekle beyinler doldurulmuş ise gerisi bu zehir zembereği tüm Kürdistan’a yaymak kalıyor.
Peki, bu nasıl yapılacak?
Çok basit, özenle bu çocuklarla uğraşacaksın. Bir misyonar gibi, bir akıncı gibi. Ve bu akıncılar Dersim katliamı ardından adeta tüm Kürdistan’a birer mantar kolonisi gibi yayılmış ve gittikleri yerlere de zehir zembereklerini götürmüşlerdir.
Gidenlere Kemalist rejim:
“Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir grubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefkureyi aşılayabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşım yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız, Uğraştığımız camia, bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına; günün terbiyesini ve Türk mefkuresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sade ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden gruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahîl bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine, yalnızlıklarına, dertlerine derman olmak gerektir” ki ikna edilsinler, Türklüğü ve onların sundukları zehir zembereğe kansınlar.
Bu kadar mı? Elbette hayır daha fazlası yapılmalı ki kültürel yayılma tamamlansın ve Kürtler başta olmak üzere diğer kültürler yok olsun, yaşayamaz hale, kendi kültürlerini icra edemez hale gelsinler ki tükensinler, dirençleri kırılsın.
Sadece bu da değil, öyle ki kendi kültürüne karşı tepeden bakar hale gelsin. Aşağıdaki bir paragraf söylenenleri daha iyi özetliyor:
“Yukarı Mahalle'de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Biz askere gidende okuma - yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek, Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili” diyerek kabuklarına ne kadar yabancılaştığını gösteren bu sözcükler bir askere gitmeyle kültürel soykırımın bireyleri ne hale getirdiğine iyi görüyoruz.
Sözü uzatmayalım; herkesin, adım adım yok edilen, kültürel soykırımın en dehşetini yaşayan bu toprakların bir yoldaşımızın tabiriyle, Sessiz Çığlığını artık duyabilmesi gerekiyor. Bu topraklar henüz ölmemiş olupta mezara gömülen bir insanın durumunu yaşatıyor bize.
Düşünün ölmemiş bir insan, ancak ölü gibi duruyor. Gözleri kapalı, refleksleri ölü, hareketsiz. Ama şuuru yerinde, yaşadığını biliyor. Etrafta söylenen: “ölmüş, gömelim” sözlerini duyan ama bir şey yapamayan bu insanın SESSİZ ÇIĞLIĞINI DUYABİLMEK için biraz da olsa uyanma zamanıdır. Boşuna Buda hep Uyanık Ol dememiştir. Artık Uyanmanın ve Uyanık Ol’manın zamanı.
Diri diri mezara gömülmek üzere olan bu insan tıpkı biz Kürtlerin durumuna benziyor. Kürtler de diri diri gömülüyor. Kültürleri yok ediliyor. Bizler bırakalım sömürgeci devletin yok etme, inkar ve imha politikalarını, biz Kürtler kendimiz oto asimilasyonla kendi kendimizi eritiyoruz. Dilimizi kullanmıyoruz, kültürümüze sahip çıkmıyoruz, giyim kuşamını sarılmıyoruz, yemeklerini tercih etmiyoruz, derken yazıp çizmiyoruz. Evimizin içerisinde KURDÎ olmuyoruz.
İşte diyoruz ki artık ölüme yatırılmış olan kürdün yaşama direncinin belirtisi olan SESSİZ ÇIĞLIĞI DUYALIM. Kendimizde başlayarak oto asimilasyona son verelim, bulunduğumuz her yerde bu kültürel soykırıma karşı duralım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Cennet kavramını tüm dinlerde görüyoruz. Kimileri Paradis diyor, kimileri Cennet, kimileri Dilmun derken birçok farklı isimlendirmeyi hayal edilen, ulaşılmak istenen ve uğruna ölümler göze alınan yerler için kullanıyor.
Cennet bu bağlamda tüm toplumların hafızalarının önemli bir parçası oluyor. Bunun içindir ki birçok toplumda bu hayal edilen yerin adlandırılması insanlara, özelde de kadına veriliyor.
Cennet sadelik oluyor, güzellik oluyor, ruh dinginliği oluyor, iyilik, doğruluk, temizlik, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve tabii ki paylaşımcılık oluyor. Bizim kullanmayı sevdiğimiz deyimle komünal yaşamın sürdüğü mekanlar oluyor. Tarihin tüm ilk direnişlerinin güçlü cennet arayışları hep bundan olmuştur.
Şair böylesine bir mekanı dilinden, kaleme kaleminden de kağıda dökerken boşuna:
“Tut ki..
Zaman adlı çizginin bir x noktasında
Ellerimle göklerine pençe pençe yıldızlar astığım dünyadayız.
Her köşe başında bir çeşme
her çeşmeden oluk oluk akan sular
Ve suların başında Hep bir ağızdan ipek bir yumak sarar gibi türkü söyleyen kızlar...
Ne Neron, ne Sezar, ne Hitler, ne Mussolini, ne Hiroşima…
Yasamızda, Kilit vurulmuş yasak kapıları kırmak yok, Açmak var
Suları gürül gürül akıtmak var
Ve tüm insanları İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda Kan barut ateş ölüm Yok
O l m a y a c a k
Özgürlük ve kardeşlik var” dememiş.
Yukarıda şairin dile getirdiği ütopyalarda özlenen bir Cennet tasviridir.
Cennet yani Nucan Nurhak yoldaşta insanın rüyalarını, hayallerini ve ütopyalarını böyle dolu dolu süsleyen, kendisini özlenen kılan bir PKK militanıdır. Cennet gibi saf, cennet gibi temiz, cennet gibi güzel, cennet gibi iyi, cennet gibi doğru ve tabii ki cennet gibi Cennet bir yoldaş…
Nucan yoldaş 26 ağustos 2005 yılında yani tam 8 yıl önce aramızda ayrılarak, şehitler kervanına katılmıştır.
Onu tanıyanlar için bu geçen 8 yıl, 8 bin yıl gibi geliyor. Çünkü verdiği acı çok mu ama çok derinlere işlemiştir. Bir yandan böyle ağır bir acı verirken diğer yandan sanki 8 saniye öncesine bizden ayrılmış gibisine de acısı taze…
Nucan yoldaşı şahadet yıldönümünde anarken sadece acılarımızı yenilemiyoruz, aynı zamanda Devrimci Halk Savaşının öncü komutanlarından birisi olmasından dolayı büyük bir saygıyla anıyoruz.
O Dersim’e doğru yönünü verirken henüz Devrimci Halk Savaşımız birinci yılını yeni doldurmuş ve ikinci yılına adım atmaktaydı. Nelerin olup biteceği henüz kestirilememekteydi. Hatta 23 ağustos 2005 günü TC devletinin MGK toplantısında topyekün savaş kararı aldığı günlerdi. Yani Kürtlerin topyekün hedeflenerek yok edilmek istendiği tarihi bir kesitti.
Evet, Nucan yani Cennet Dirlik yoldaş böylesine bir ortamda yüzünü Dersim diyarlarına verirken, talihsiz bir şekilde Beşiri ovasında TC devletinin vahşice saldırısına maruz kalarak bir gurup yoldaşıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştı.
Dersim yolculuğuna çıkmadan önce: “Her HPG gerillasının yüreğinin bir kenarında bir gün Dersim dağlarının zirvesine çıkma tutkusu vardır. Dersimi hep isyan, direniş kalesi olarak ele aldım ve geçmiş tarihte bunun somut örnekleri ile doludur. Mevcut aşamada bizim acımızdan stratejik önemi olan büyük bir mevzi” diyerek gidişinin ya da neden gitmesi gerektiğinin gerekçeleri kendisi açısından en yalın bir halde anlatmaktaydı.
Dersim ve ülke sevdası Nucan yoldaşta öyle doludizgindir ki bir başka mektubunda ise: “Ülkemin güzelliklerini görmek, yaşamak ve hissetmek gibi bir hakkım olduğuna inanıyorum” demiş ve özgürlüğe ve ülke olan hasretini en dokunaklı kelimelerle dile getirmiştir.
Dersim dağlarına gitme istemine örgüt onay vermeyince duygularını: “İnsanların istemlerine ket vurmanın, özgürlüğüne de ket vurmak olduğunu düşünüyorum” diyerek sitemlerini ve eleştirilerini alenen yapmıştır.
Özcesi Nucan yoldaş tam bir ülke hasretiyle yanıp tutuşurken onun neden soyadını Nurhak yaptığını ise: “Biliyorsun, Nurhakların bende çok ayrı bir yeri vardır. Nurhaklar benim yüreğimde gizli bir sevdadır" diyerek anlatmıştı.
Nurhaklar gerçekten de Nucan yoldaş için bir sevdadır, hem de çok büyük bir sevda. Nurhaklarda onun en çok hayran olduğu ve Kürtçe ‘de pısmam dediğimiz yani amcaoğlu dediğimiz, amcasının oğlu Sabri yani Şıho Dirlik yoldaşın şehit düştüğü mekanlardır. Sabri yoldaş tüm ailenin de değil tüm sülalenin de her zaman kendisine çizgi olarak esas aldığı bir Apocu militandı. 1980’ler öncesi Apocu olmuş, zindanda yıllarca işkenceler görmüş, Avrupa’ya örgüt tarafından gönderilmiş ve yeniden ülkeye dönerek 1993 yılının 29 Temmuz’unda Nurhakların ayaklarında, dibinde bulunan Engizeklerin Şahinkayası’nda yoldaşlarıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştır.
İşte Nucan yoldaşın Nurhak sevdası budur. Dersim’e yolculuk aynı zamanda Nurhaklara uzanacak bir köprüdür. Ayrıca da tabii ki her gerillanın rüyasında, hayallinde yaşadığı direniş kalesinin ta kendisidir.
İşte Nucan yoldaş TC faşist devletinin topyekün savaş kararı aldığı günlerde yönünü Dersim’e çevirmiştir. Başkan Apo’nun “bana bağlı olanlar yönünü Botan’a, kuzeye versinler” dediği bir zamanda Nucan yoldaş hiçbir tereddüt göstermeden yönünü Kuzey’e vermiştir. Nucan’ın Nucan yapan en büyük gerçeklik bu militanca duruşunda saklıdır. Çünkü “bir militan militanlığının gereklerini gerekli yerde yapmalıdır” diyen Erdal yoldaşın da iyi bir takipçisi olabilmek için militanın görevlerine sarılarak yollara düşmüştür.
Nucan yoldaşta kendisinin üzerine düşeni yapma bilinciyle faşizme karşı direnişi daha da kökleştirmek için yönünü Kuzey sahalarına vermiştir.
Ve faşizme karşı yönünü, yüzünü çevirerek direnişin tam ortasında yer almanın sonuçları bugün hepimiz birlikte görüyoruz. Gürül gürül akan bir halk, her zamankinden daha büyük ve dik bir duruş, yeniden yeşeren bir umut ve de dimdik ayakta duran bir özgürlük mücadelesi.
İşte bu durum Nucan yoldaş gibi yüzlerce PKK militanı yoldaşın Önder Apo’ya gösterdikleri bağlılıkların sonucu ortaya çıkan bir gerçeklik olarak bugün daha iyi görülüyor.
8’inci şahadet yıldönümü yaşadığımız bu günlerde onunla hem yoldaşlık yapmış, hem onunla yakın kan bağı içerisinde olan biri olarak her zaman, tüm mekanlarda onun anısına bağlı kalacağımı, kalacağımızın inancı ve kararlığıyla yeniden ama bu kez daha güçlü bir şekilde “şehitlerimiz geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimizdir” diyerek onların yolunda asla şaşmayacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar