Sömürgeci Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan özellikle KCK Eş Başkanlığının sürece ilişkin yaptığı uyarıcı açıklamalarından sonra, tekrar tekrar “sürecin olumlu ilerlediğini, süreci bozan taraf olmayacağını, süreci bozanının vebal altında kalacağını vb.” izlediği politikaya meşruluk kazanmayı hedefleyen bir dil kullanmaktadır. Herkesin sürecin gidişatı konusunda şu soruyu sorması gerekir. Gerçekten süreç ilerliyor mu, ilerleyen nedir? Bu konuda açıklık getirmeye ihtiyaç vardır.
Kürdistan halk Önderinin başlattığı bir süreç vardır. Ve birinci aşama gerillanın Kuzey Kürdistan’da geri çekilmeye başlaması, ateşkesin ilan edilmesi, hiçbir eylemin yapılmaması ve gerillanın elindeki esirleri serbest bırakmasından sonra bir haziran itibari ile tamamlanmıştır. Kongra gel 9. Genel Kurul toplantısı ile de bir bütün olarak Önder Apo’nun başlattığı süreç onaylanmış ve siyasal tutum kurumsal bir netliğe kavuşturulmuştur.
KCK yönetimi, BDP, demokratik kitle örgütleri Kürdistan Halk Önderinin başlattığı sürecin arkasında olduklarına dair kararlılıklarını açıklamış ve irade beyanında bulunmuşlardır. Yine Ankara, Amed ve Bürüksel merkezlerinde yapılan konferanslarla da bu kararlılık ulusal Türk-Kürt ilişkilerini yeniden eşitlik ve özgürlük temelinde yapılandırma ele alınmış ve konferanslarla süreç uluslar arası alanda da bir genişliğe kavuşturulmuştur. Kürdistan halkının yürüttüğü demokratik kitle eylemliliklerinde de bu yön öne çıkmıştır.
Peki, Türk devleti ve AKP hükümeti ne yapıyor? Bir de bu cepheye bakalım. Kürt sorunu konusunda dillendirdikleri söylemlere bakalım. Nasıl bir algı oluşturmak ve yönetmek istediklerine bakalım.
Öncelikle AKP hükümeti ve yöneticileri birinci aşamanın bitişini kabul etmiyorlar. Atılacak adımların kuzeyde bir tek gerilla kaldığı müddetçe atmayacaklarını açıkça ilan ediyorlar. Önder Apo’nun başlattığı ikinci aşamada, Kürdistan özgürlük hareketinin yönetimi başta olmak üzere farklı çevrelerin Önderlikle görüşmesine izin vermedikleri gibi BDP heyetinin görüşmesine de keyfi yaklaşabilmektedirler. Yine Önderliğin hareketin yönetimine dönük yazdığı mektubu bile geciktirerek iletme gibi bir tasarrufta bulunma basitliğini gösterebilmektedirler. Anayasal çerçevede Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı haklarına yer verme tutumunu henüz açıklamış bile değildirler. Ve en önemlisi süreci başlatan ve ilerletmek isteyen Önder Apo olmasına rağmen sağlığı konusunda kamuoyunun taleplerine rağmen henüz bağımsız bir sağlık heyeti gönderilmiş değildir. PYD Eş Başkanı Salih Müslüm’le görüşülmesine rağmen, öte yandan rojava devrimini ve Kürt kazanımlarını tasfiye etmek için elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Rojava devrimine saldıran tasfiye etmeyi hedefleyen El Kaide- Cephetul Nusra’nın AKP himayesinde, kontrolünde olduğu, lojistik ihtiyaçları ve cephanenin AKP hükümeti tarafından verildiği herkesin malumudur. Halbuki Rojava’da dahi Kürtlerin statü kazanmasını hazmetmeyen ve bunu tasfiye etme amacında olan bir hükümetin Kürt sorununun çözümü için somut adımlar atmasını beklemek, öyle bir beklenti içerisinde olmak nafiledir. Çünkü AKP zihniyeti ideolojik zihniyet olarak ve politik çerçeve olarak Türk islam zihniyetini derinleştirmek gayretindedir. AKP’nin yaptığı tek şey, özgürlük hareketinin eylemleri ve mücadelesi ile boşa çıkardığı klasik kemalistlerin kaba inkarcı politikalarından doğan boşluğu doldurmaktır. Böylelikle yine islamla güçlendirilmiş “islamı hizmetine almış Türklükle” Kürtleri ve Kürt özgürlük hareketini kontrol altına almaktır. Bunu da işte; tv, seçmeli ders vb. ile pekiştirmek istemektedirler.
Kürtler, Aleviler, Yezidiler, Amed konferansında statü talebinde birleştiler, bu birleşme için diyebiliriz ki Kürt iradesi açıkça statü talebini dile getirmiştir. Bu talep özerk, özgür Kürdistan biçiminde formüle edilmiştir. Fakat AKP hükümeti ve zihniyetinin bu konuda şimdiye kadar sorun çözümüne ilişkin formülasyonu milli birlik ve kardeşlik ifadesinin dışında bir şey değildir ve farklı bir şey de dile getirilmemiştir. Milli birliğin ise var olan genel algıdaki anlamı ‘inkar’dır. Bir de Kürtler artık ulusal bir zihniyet ortaklığını geliştirmek suretiyle demokratik ulus olmayı başarmışlardı. Kürtler, demokratik ulusu Kürdistan’da yaşayan tüm inanç kültürlerini kapsayacak bir çerçevede ele almaktadırlar. Dolayısıyla bu konuda önemli bir konferans gerçekleştirerek de bunu tüm Kürdistani çevrelerin ortak görüşü olarak dile getirmişlerdir. Ve en önemlisi de Kürtler artık şu hakkı bu hakkı AKP verir mi vb. tartışmayı da aşmışlardır, aşıyorlar. Artık Türk sömürgeci devletinin Kürdistandaki varlığını sorgulama başlamıştır, bu varlık şimdi sorgulanıyor da. Yani Türk devleti ve hükümetine Kürtler artık sadakat anlamında el avuç açarak ve kendisini acındırarak, ne olur şunu da ver pozisyonunda değildirler. Bu artık bir daha gelmek üzere geride kalmış bir dönem ve tutumdur. Kürtler artık bir ulustur, bir halktır “anavatanım Kürdistandır” demekte ve Türk devletinin hangi hakla bu topraklarda bulunduğunu sorgulamaktadır. Yani daha açıkça basına da yansıyan görüntülerde gençler, analar şunu sormaktadır, Gever’de bir kadın Kürtçe konuşuyor, genç ise onu tercüme ediyor. Diyor ki burası Kürdistan topraklarıdır, TC toprakları değil, burayı bırakıp gidin. Bu milyonların bilincinde, bilinçaltında ve yüreğinde olan bir istemin bir duygunun ifade ediliş tarzıdır. Medeni Yıldırım isimli Kürt genci bu talebin, istemin ve söylemin şehididir. Bu temelde Licede sömürgeci zulmün kaleleri olan bir karakolun üzerine yürümüştür.
Kürtler artık Türk devletinin Kürdistan’daki kirli icraatlarını dile getirmekle yetinmiyorlar, bu icraatlara yol açan varlıklarını da sorgulamaya başlamışlardır. Bu Kürdistan’da yeni bir dönemdir. Sömürgeci Türk devletinin varlığını tartışmak ve bunu reddetme bilinci ve ruhunun gelişmesi Kürt demokratik ulusal uyanışında ve bilincinde gelişen bir sıçramayı ifade etmektedir. Eğer Önder Apo’nun çizdiği stratejide stratejik anlamda bir Kürt Türk ittifakı olacaksa bunun bütün kurumları ve hatta bütün kavramları eşitlik özgürlük ve demokrasi kriterleri çerçevesinde tartışılması ve yapılandırılması gerekmektedir. M. Karasu arkadaşın yaygınca kullandığı şekilde “alavere derevere Kürt mehmet nöbete” devri bitmiştir. Bir taraftan hiç adım atmamak fakat bir taraftan da süreci ilerliyormuş gibi göstermek hatta sürecin bozmayan tarafı olarak kendisini tanımlamak aslında süreci sabote etmenin ta kendisidir. İnsanın aklına şu da gelmiyor değil başbakandan başlayarak hemen hemen tüm AKP yöneticilerinin ve ana akım medyanın böyle bir dil geliştirmeleri acaba bozmaya dönük bir hazırlık mıdır?
Kürtler artık ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasını ve şark ıslahat planı ile başlayan soykırım suçu konusunda suçluların yargılanmasını istemektedir. Eğer birlikte eşit ve özgür yaşayacaksak, ki talebimiz böyledir, o halde anayasada Kürtler hakları ile birlikte yer almalıdırlar. Öyle muğlak, belirsiz, herkesin kendine göre anlayacağı şekilde Kürt ulusunun ve diğer yok sayılan inanç ve kültürlerin boğuntuya getirilmemesi gerekmektedir. Dolayısıyla İspanya anayasa çerçevesi bir model olabilir, temel alınabilir. Kürtler artık Kürdistan’a statü merkezli kararlaşmalarını, ciddi bir biçimde gündemleştirmeli bir barışın da ancak bununla mümkün olacağını ortaya koymalıdır. Bunun için de öncelikle Kürtler demokratik ulus çerçevesinde tüm Kürdistani güçlerle Önder Apo’nun çizdiği demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa stratejisi temelinde kendi özgür yaşamını inşa etmelidir. Hem de tam bir seferberlik ruhu ile. Yoksa aldatma ve oyalamalar her şeyin sonunu getirebilir. Nitekim AKP hükümetinin peşinden koştuğu ise çözüm değil oyalama, tanıma değil zamana yayılmış eritme politikasıdır. Bunu önlemenin yolu olarak Kürdistan’da demokratik ulusu inşa sürecine aktif katılımı, welatparezliğin ve demokrat olmanın bir gereği olarak kabul etmek gerekmektedir. Özgürlüğün de onurun da yolu budur. Yirmi birinci yüzyıl bu temelde halkımızın olacaktır.
Herdem Serhildan
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk eğitim sistemi anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar Kürd’ün inkârı ve yok edilmesi temelinde kurgulanmıştır. Yani beşikten mezara kadar süren bir yoketme sistemidir. Bu durum seçmeli ders, tv yayını vb. ile gizlenmek örtülenmek istense de, soykırım gerçeği örtülenemeyecek kadar büyüktür.
Ağustos ayına girdik. Halkımızın Önder Apo’nun sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü için yürütülen eylemliliklerin yanısıra, karakollara, barajlara yönelikte belli bir eylemlilik sürmektedir. Fakat öte yandan, bir biçimde çocuklarını okullara hazırlamaya çalışır, onun hazırlıkları yapılır. Genel olarak, Eylül ayından itibaren ise giderek tam bir yoğunluğa dönüşür.
İyi de welatparêzler, aydınlar, demokratlar bir kez daha çocuklarının, kardeşlerinin avazı çıktığı kadar “Türküm, doğruyum, çalışkanım…Atatürk’ ün açtığı yolda ilerleyeceğim..VarlığımTürk varlığına armağan olsun... ne mutlu Türküm diyene” demelerini dinlemeye de kendilerini hazırlıyorlar mı?Rojava devriminin zafere yürüdüğü bir ortamda, Kürtlerin kongrelerini topladıkları bir süreçte, Kuzey Kürdistan’da Kürtler daha ne kadar çocuklarının ve başka kültürden çocukların “ varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek Türk devletine kölece bağlılığını, sözleşmesini and- yemin biçiminde güncellemelerine seyirci, sessiz kalacak veya normal karşılayacaklar? Peki böyle olursa bu ne kadar doğru ve ahlakidir?
Yapılan kısmi araştırma ve diyaloglarda bir Kürt insanı veya diğer azınlık halklardan çocuklar ilkokul ve ortaokul sıralarında binlerce kez kendisini inkâr etmiş ve kendisini Türk varlığına adamış, bundan da mutluluk duyduğunu söylemiş olmalarına rağmen, hemen hemen bir çok Kürt insanı ne söylediğinin farkında değil. Ve ciddi bir tepki yoktur. Bunun aslında sömürgeci Türk devletine bir bağlılık olduğunun, onunla yapılan bir sözleşme olduğunun farkında değil. Neredeyse hiçbir Kürt, hatta belli bir mücadele yürüten birçok insan dahi aslında yıllarca kendisini Türk varlığına sorgulamasız kurban ettiğinin farkında değil, hatta bunu hatırlamıyor bile.
Ve yine önemli bir kesim neden Kürt olarak Türküm demek zorunda bırakıldığını sorgulamakla birlikte bir Kürt olarak varlığını Türk varlığına neden kurban edeceğini sorgulamamıştır. Yani çıkıp okul huzurunda “ben niye varlığımı Türk varlığına kurban edeceğim? Sebebi nedir? diye sormamıştır. Hatta okul bittikten sonra da bunu sormamıştır. Fakat birçok insan yanılgılı bir biçimde “bunları söyledim ama bilerek, inanarak ya da farkında olarak söylemedim” diyerek yanılgılı bir savunma pozisyonu içerisine girmektedir. Belki de bir Kürt gencinin, bireyinin düşürüldüğü utanç verici durumu kendisine yedirememesinin bir sonucudur bu. Ama bu neyi değiştirir ki...
Farkında olsun ya da olmasın ‘iddia, tekrar ve telkin’ in beyinlerde, ruhlarda, bilinç ve bilinçaltında inanılmaz derecede yer ettiği de bilimsel bir gerçekliktir. Gustave Le Bon “ iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar etmesi gerekir. Napolyon, ‘ biricik ciddi söz sanatı tekrardır’ demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek şeklinde sonunda kanıtlanmış bir gerçek kadar ruhlara yerleşir...En aydın ruhlar üzerinde bile etki ettiği görülünce, tekrarın kitleler üzerindeki etki derecesi daha iyi anlaşılır. Şurası bir gerçektir ki tekrar eden şey sonunda hareketlerimizin etkenlerinin hazırladığı bilinçaltının derin tabakalarına kadar iner, yerleşir. Birkaç zaman sonra tekrar edilen iddianın kimin tarafından ortaya atıldığını unutarak o tekrar edilen sözlere inanırız…”
Yine halk arasında yaygınca kullanılan bir söz vardır “kırk kişi bir insana deli derse o insan sonunda dellenir” derler. Ya da en azından kendisinden şüpheye düşer. Yine hayvan aleminde hayvan eğiticileri hayvanı bir noktaya getirmek konusunda iddia sahibidirler ve onlara acı çektirme pahasına da olsa tekrarlar eşliğinde ona istediği hareketi yaptırırılar. Burada ödül ve ceza sistemi esastır.
Sabahları Kürt çocukları sömürgeci Türk devletinin zulüm simgesi bayrağı altında sıraya girdiğinde and nasıl okutulur? Daha çok sınıfta ya da okulda “ çalışkan- aslında iyi özümsemiş-“ çocuklar bir ödül biçiminde tüm okulun önüne çıkarılır. Öte taraftan andın tekrarında ses zayıf veya cılız çıktığında ya da yüksek sesle okunmadığında öğretmenler cehennem zebanileri gibi öğrencilerin yanında bitiverirler. Bu sefer de ceza devreye girer. En hafifinden suratını buruşturma, kızgınlığını belli etmenin yanında verilecek ceza, tokat atma veya sopa ile vurmadır. BöylelikleKürt çocukları tarafından artık zamanla bu uğursuz, ırkçı, inkârcı, kendini aşağılayan, kendini hiçleştiren, kendisine ait hiçbir şey bırakmayan yemin daha gür bir sesle okunmaya başlar ve bu durum giderek normalleşir. Ondan sonra artık Kürt çocukları varlıklarını kendilerini önce inkâr etmişler, sonra kurban etmişler ve bundan da mutluluk duyduklarını en yüksek sesle dile getirmişlerdir. Bu bir ulusun artık kendi kendisini tüketmesi, yok etmesi anlamına gelmektedir. Dünyada bunun bir başka örneği hala var mı?
Bunun bir çocuk üzerindeki etkisi ve giderek bir ulus üzerindeki etkisi nedir? Kendisini inkâr etmiş, inkârında derinleşmiş ve kendisini düşmanına kurban edecek kadar düşürülmüş ve iradesizleşmiştir. Artık sömürgeci Türk devletinin istediği gibi çekip çevirebileceği bir kişilik ortaya çıkmıştır. Hele okul duvarlarına asılan Kürt katliamının, soykırımının paşalarının resimleri ve Kürdistan’a büyük katliamlar düzenleyen ordunun tabloları ve yine “Bir TürkDünyaya Bedeldir” sözü gibi durumlar da Türk andını daha fazla besleyen, derinleştiren niteliktedir. Ders kitapları özellikle tarih ve sosyal bilgiler, Türkçe ve edebiyat dersleri Kürt insanını artık geri dönülemez noktaya getirir. Tüm bunların sonucunda artık “ eyvallah bile demeden” Kürtlükten kopuş sağlanır.
İlginç bir biçimde birçok insan bu acılı serüvenin farkında bile değildir. Zaten farkında olsa böyle bir şeyi söylemesi mümkün değildir. Daha ilginç olanı şudur ki haydi bir döneme kadar bu böyleydi fakat artık çözümün, nasılının tartışıldığı bir durumda dahi çocuklarımızın kendilerini Türk varlığına armağan ederek kurban etmesine karşı bir farkındalığın olmaması ya da bir sessizliğin olmasını nasıl anlamak gerekir. Acaba sömürgeci devletin ideolojik aygıtları Kürtlerin beyinlerinde bütün sömürgeciliklerini meşrulaştırmışlar mıdır, bu sessizlik meşrulaştırmış olmalarının bir sonucu mudur?
Devletleşme toplumun bir kesimini baskı altına alma ile başlar ama baskı altına alırken bile egemenliğini bir biçimde meşrulaştırmaya çalışır. Çünkü meşrulaştırma sağlanmaksızın egemenlik sürdürülemez. Kendisini meşrulaştırmaksızın hiçbir güç uzun süre ne devlet oluşturabilir ne de onu süreklileştirebilir. Şimdi bu çerçevede Türk sömürgeciliğinin her gün bir inkâr, bir hakaret, bir aşağılama, bir kendi kendini iradesizleştirme, teslim etme ifadesi olarak Türk andındaki küfür niteliği taşıyan sözlerini fark etmemek ne anlama geliyor?Acaba meşrulaştırmanın, Türk sömürgeciliğinin kendisini beyinlerde yüreklerde bir biçimde meşrulaştırmasının bir sonucu olmuyor mu? Bu soruya rahatlıkla “hayır” demek mümkün değil. Eğer bir şey istenildiği gibi tartışılmıyor, reddi yönünde tavır geliştirilmiyor ise orada bir normal görme, meşru görme ve kabul etme vardır. Dolayısıyla sömürgeciliğin kendisini önemli oranda meşrulaştırmasından bahsetmek hiç de yanlış ve abartılı bir ifade değildir.
1933 yılında devreye giren Türk andı üzerine biraz daha durmakta yarar vardır. “1930’lu yıllarda Türk Tarih Tenkit Cemiyeti başkanlığına atanan Dr. Arın (Safet) Engin’in şu sözleri, Öğrenci Andı’nın asimilasyondaki önemini açıklar niteliktedir: “Şimdi onları (Kürtleri) ‘Öğrenci Andı’mız ile Türklüğe kaynaştırma baş ödevimizdir.” 1972 yılında da, Türk andında kimi değişiklikler oldu. Ama özü değişmedi. Hatta inkarcı özü daha fazla pekiştirildi.
Neden Türk andı devreye girdi ve önemsendi sorusu böylelikle açıklanmış olmaktadır. Çünkü Şêx Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Dersim dışında direnen Kürt dinamikleri önemli oranda kırılmıştır. Katliamlar yapılmış, soykırım süreci başlatılmıştır. Bu çerçevede sürgünler başlatılmıştır. Yakılıp yıkılan binlerce köyün, şehir meydanlarında katledilen yüzbinlerinsıra sıra dizilen darağaçlarının gölgesinde okullar açılmış ve Kürt çocukları zulmün simgesi Türk bayrağının altında sıraya dizilmişlerdir. İddia şudur “ Behemehâl Herkesi TürkYapacağız.” . Türk mili şeflerinden yükselen bu ölüm fermanı artık devreye girer.Bir mezarın altına yazılan “Kürt hayali burada gömülüdür” karikatürü ile zaferini ilan ettikten sonra artık sıra Kürt çocuklarına, gençlerine, kendi dilleri ile beyinleri ile kendi kendisini inkâr ettirmeye sıra gelmiştir. İşte hergün çocuklarımızın bağıra bağıra okuduğu ve bizlerinde neredeyse farkında olmadan ve fazla aldırış etmeden okulların yanından geçerken duyduğumuz Türk andının devreye girmesi böyle başlamıştır.
Uzatmadan şunu söylemenin zamanı gelmiştir herhalde. Kürtler bir ulus olarak ve yine o ulusun çocukları neden kendilerini Türk varlığına kurban edecekler? Kürtler neden kendi atalarının, önderlerinin değil de Atatürk’ün açtığı yolda ilerleyecekler? Yolunda ilerleyecekleri bir ataları, önderleri, öncüleri yok mudur?Kürt çocukları kendilerini inkar eden, aşağılayan türk andını okumak zorundalar mı? Hem Kürtleri tanıyoruz, kardeşimizdir demek hem de Kürt çocuklarını her gün türk varlığına kurban ettirmek çelişkili değil midir?
Newroz mitolojisinde Dehak’ın her gün iki Kürt gencinin beynini yaralarına sürerek kendisini yaşattığı var kıldığı söylenir.Bununla aslında Dehak’ın zalimliği anlatılmaya çalışıldığı kadar Kürt gençlerini beyinsizleştirmeye çalıştığı da anlatılmak istenir. Şimdi ise her sabah milyonlarca Kürd’e Türk olduklarını söyleterek, kendilerini inkâr etmeleri sağlatılarak, kendileri Türk varlığına kurban ettirilerek ve ayrıca bundan da mutluluk duydukları söyletilerek milyonlarca Kürt çocuğu beyinsizleştiriliyor. Her gün artık bir-iki Kürt gencinin beyni değil, milyonlarca Kürt çocuğunun ve gencinin beyinleri ele geçirilmekte ve kendisini yaşatmaları için kullanılmaktadır.Yani Dehakların varlığı sürmektedir Kürtler üzerinde.
Bu günümüz Dehaklarının Kürt çocuklarını ve gençlerini beyinsizleştirerek, Türkleştirerek -şark ıslahat planında ortaya konulduğu gibi- tarihten silme uygulamalarına dur demenin zamanı gelmedi mi?
Ne zaman Kürt çocukları, gençleri “ biz Kürt olarak ne diye kendimizi Türk varlığına kurban edeceğiz” diye soru soracaklar? Ve ne zaman welatparezler,çocukların sahipleri, büyükleri “bizim, Türk varlığına kurban edecek çocuğumuz yoktur” diyerek tavır koyacaklar?
İnanıyorum ki, bunun zamanı gelmiş ve geçiyor bile…
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
2 Ağustos günü 16.00 ile 18.00 saatleri arasında Şırnak ili Besta ve Faraşin bölgeleriyle Cudi dağında bulunan Gundikremo ile Bilika köyleri üzerinde işgalci TC ordusuna ait kobra helikopterleri uçuşlar düzenlemiştir.
- Ayrıntılar
Osho'nun yazdıklarını ve ortaya koyduğu temel yaşam felsefesini okuyanlar bilirler; yaşam uğruna mücadele edilen, her gün kendini yenileyen ve doğrulama çabasını yürüten karmakarışık bir düzenden ibarettir.
Bunun içindeki bütün gayeler, ilişkiler ve iletişim yöntemleri sadece ve sadece bu amaca hizmet eder. Yani yaşamın içinde hem diyalog, hem de çatışma olabilir mi? Elbette olabilir ama bunlar birbirine hizmet ettiği ve mücadelelerini kendi amaçları doğrultusunda gerçekleştirebildikleri oranda olabilir.
Aksi halde ortaya çıkan duruma; Kaos hali demek daha doğru ve yerinde olur... Aslında kaos hali de; en kaba anlamda yaşamın oluş halidir!
Kaos hali için birçok siyaset bilimci ve kuramcı bir oluş anı'nın karmaşası açıklamalarında bulunmaktadır. Bu tam anlamıyla gerçeği karşılar mı, tüm soru işaretlerine cevap verir mi bilinmez. Fakat tüm bunların birbiriyle olan bağlantısını kurmak; çok ama çok önemlidir. Çünkü bunlardan bağımsız ve her birini kendi başına değerlendirmeye çalışmak yanlış olur...
Aslında yaşam hakkında, oluş anına yönelik vurgulamaya çalıştığımız temel meselenin günümüzdeki yansımaları; hem Kuzey'de, hem de Batı'da (Rojava'da) Kürtlerin yürüttüğü mücadele de çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Belki bu alanlarda yaşanan mücadele ve günlük akışkanlık üzerine yapılacak analiz konunun anlaşılmasını, bölgede yaşanan siyasi atraksiyonun gerçek nedenlerini ortaya koyabilir...
Kürtler içinde olduğumuz dönem itibariyle; kendi aralarında birliği oluşturmaya çalışmaktadır. Bugüne kadar Kürtler arasındaki çatışmaları destekleyen, ancak bu şekilde Kürtler üzerinde egemenlikçi siyasetlerini yürüten tüm güçler yaşanan bu birlikteliği anlamak da güçlük çekiyorlar. Ya da anlamak istemiyorlar; çünkü bugüne kadar yaşamın merkezinde Kürtlerin birbiriyle çatışması yaşanılıyordu. Bundan sonra bunun olmayacak olması, en azından bu yönlü adımların atılmaya çalışılması bu güçler tarafından endişeyle karşılanmakta! Hatta yaşamın akışkanlığıyla izah edilemeyecek kadar karışık görünmekte.
Ulusal konferans/kongre tartışmalarının yapılıyor olması, hatta önümüzdeki ay içinde gerçekleşmesi konuşuluyorken, bu güçlerin yeni dönemin siyasetini geliştirme konusunda nasıl bir tutum alacakları daha da önem kazanan bir husus oluyor! Çünkü eski siyasi söylemlerin, yaklaşımların an itibariyle geçerliliğini yitirdiği tartışmaya yer bırakmayacak kadar anlaşılır olmakta.
Öte taraftan kendilerini tanımlayan ve yaşamı da buna göre oluşturmak, şekillendirmek isteyen Kürtler; bu tanım doğrultusunda etrafındakilerle yaşamak/ilişki kurmak istiyorlar... Kürtler adına ortaya çıkan bu gelişmeleri, yine yaşamın akışkanlığı içinde göremeyenler ciddi olarak bir algılama ve anlama sorunu yaşıyorlar.
Günümüzde özellikle Kürtlerin ne yapmak istediği konusunda yaşanan bu karmaşık durum, bölge güçleri ve Uluslar arası aktörler tarafından ufak müdahalelerle kontrol altında tutulmak isteniyor. Örneğin Danimarka'da gerçekleşen kararla basına müdahale, Türkiye'de yer yer şoven yaklaşımların ve siyasetlerin öne çıkartılması, Araplarla çatışmalı hali derinleştirme çabalarının arkalarında yatan temel mantığın dayandığı payanda burası oluyor.
Kürtler kendi aralarında birliği ve bölgede barışçıl yaşamı oluşturma çabasını sürdürürken; gerçekleşen bu müdahaleler ve saldırılar karşısında da, haklı olarak kendilerini korumaya çalışıyorlar. Böylesine önemli ve tarihi bir dönemde kendilerini korumak istemelerinin gayet normal ve anlaşılır olduğunu tartışmaya çalışmak bile yanlışın dik alası oluyor.
Her ne kadar Kürtler için; Rojavada çatışmacı olduğu söylense-PKK'de de katılımlardan dolayı niyet sorgulaması yapılsa da, kazın ayağı tam olarak öyle değil. Sorunlarına çözümcül siyasetle yaklaşan Kürtlerin kendi varlıklarını ve tanımladıkları yaşamı koruma adına içine girdikleri sürecin kazananı şu anda Kürtler olmaktadır. Bu müdahaleleri ısrarla sürdürmek isteyenler ise; güreşe doymayan pehlivan gibi daha da sert bir şekilde yönelmenin arayışındadır.
Kürtlerin çözüm ve demokrasi hamlesi elbette çatışma ikliminden ve öteden beri süregelen silahlı direnişin dışında bir mücadeleyi ön plana çıkarmaktadır. Fakat bu isteme hayat karşılık vermiyorsa ve kaos hali olarak tanımlamaya çalıştığımız bu dönemde; Kürtlere yönelik her türlü saldırı yürütülüyorsa, Kürtlerin savunma amaçlı çatışmasından, silahlı gücünü çoğaltmasından daha anlaşılır bir şey olamaz. Bunu iyi görmek gerekiyor; aksi halde devam ettirilmek istenen bu ikili siyasette kaybedenlerin tarihte de olduğu gibi güreşe doymayan pehlivanlar olacağını iyi görmek gerekiyor...
Jan Ararat
- Ayrıntılar
2012 yılının bir kısmını kapsayan, hakkında çeşitli acıkmalarda bulunulan/kimilerinin ise gizliden gizliye kendilerine ait kurtarma kaynaklı eylem planı hazırladığı olay; 21 Aralık tarihiydi… Malum Maya takvimine göre; Kıyametin kopacağı gün olarak yıllar öncesinden öngörülmüş, hatta tekmili dünya da sadece iki yerin bu kıyametten kurtulanların sığınabileceği yer olduğuna kadar almış başını gitmişti tartışmalar.
Ama öyle olmadığı, en azından mayaların hesaplamalarının ya da söylemek istediklerinin tam da öyle olmadığı pratik neticeleri itibariyle ortaya çıktı. Kıyamet kopmadı hayat devam etmeye, kendisi olma yönünde ilerlemeyi sürdürdü.
Şimdi 2013 yılındayız; ne bin yıllar öncesinden ne de tarihin karanlığında kalmış bir kültürden gelen herhangi bir öngörme veya tabletlere yazılmış bir mesaj yok… Kıyamet teorilerinin yerini günümüzde; başta AKP olmak üzere, zamanın ruhunu okuma da zorluk çekenlerin kendinden meşhur açıklamaları almış durumda.
Rojava devriminde yaşanan gelişmeler, PYD’nin ve bölgedeki kürtlerin gerçekleştirdiği icraatlar bu kesimler tarafından kıyametin başlangıcı veya kıyametin alameti farikası olarak lanse edilmektedir.
Kıyamet kelime anlamı olarak; ayağa kalkmak anlamına gelmektedir!...
AKP’nin ve diğer çevrelerin Kürtlerin yaptıklarına ilişkin, son zamanlardaki siyasi aktörlükte bu kadar önemli mesafe kat etmelerine ilişkin bu açıklamaları yaparken, aslında histerik olarak da olsa gerçeğin altını çiziyorlar… Kıyamet olarak algılamak istedikleri ve kendi korku imparatorluklarının değirmeninde bu algıyı öğütmek için bütün topluma bunu yedirmeyi temel uğraş olarak belirlerseler de; günümüzde Kürtlerin ayağa kalktığı ve gün be gün daha da yaygın bir şekilde ayağa kalkacağı açıktır.
Kürtlerin gerçekleştirdiği bu kitlesellik, pratik siyasetteki etkinlik Kıyametin alameti farikası olamaz. Ayağa kalkmış bir halkın sonun başlangıcı ya da bitişin son çırpınışı olarak okunması; gerçeği görmeyen ya da görmek istemeyen kibirden ileri gelen bir yaklaşımın, zihniyetin kendini konuşturmasının dışında bir şey olmadığı açıktır.
Tüm bunlardan dolayı başta Rojava olmak üzere, ülkenin birçok yerinde/Avrupa da bile yaşayan binlerce kürdün içinde olduğu bu politik tutum ve mücadeleleri herkesten daha iyi Türkiye’nin, Türkiye siyasetinin yürütücü mercilerinin anlaması ve algılaması gerekiyor. Uzun yıllar boyunca çeşitli elitist yaklaşımlarla horlanan, yok sayılan en iyi yönüyle asimilasyona tabi tutulan bir halk olarak; Kürtler artık kendileri olmak istiyorlar.
Yönetimlerini, dillerini, yaşam alanlarını, kültürlerini kendileri olarak yaşamak istiyorlar. Kürtlerin istemlerini, ne yapmaya çalıştıklarını ve neyi mücadelesini-savaşımını verdiklerini bütün dünya çok iyi görüyor ve anlamaya çalışıyor. Öyle ezber bozmayan yaklaşım ve açıklamalarla; “ateşle oynamayın”, “kıyamet olur” gibi üstten ve hor gören açıklamalarda bulunmuyorlar…
Bugün itibariyle aslında dünya da hiç kimse, hiçbir devlet Kürtlere abilik yapmaya çalışmıyor! Türkiye ise zamanın ruhundan yoksun olduğundan mıdır, kendi yaşam mecrasında içine girdiği körlükten midir bilinmez; Kürtlere yönelik yaklaşımını değiştirmemekte ısrar ediyor.
Bir taraftan Kürdistan’ın kuzeyinde barış deniliyor, çözüm deniliyor, gençlerin ölmemesi deniliyor/öte tarafta ise yaşananlar ortada! 2 milyon Kürtle barışmayan, onları görmeyen, ne yapmak istediklerini anlamama da bu kadar direnen bir Türkiye’nin, 20 milyonla nasıl barışacağını ya da gerçekten de barışma isteğinin olup olmadığını herkes; en fazla da Kürtler bir kere daha sorgulamaya çalışıyor.
Tüm bunlar gösteriyor ki; yaşananlar basit ve geçici heveslerden beslenen bir ayağa kalkma süreci değildir. Yine kıyametle ilgili bir ayağa kalkış kesinlikle söz konusu değildir. Bu şekilde okumakta ısrar edenler, algıyı bu noktaya kanalize etmek için sabah/akşam uğraş içinde olanlar; en fazla kendi sonlarını ve kıyametlerini oluştururlar. Kürtlerin yaşamın her alanında ve bütün baskıları karşısında içine girdikleri bu kendileri olma mücadelesini; kıyametin alameti farikası olarak görmek bir yana, kıymetin alameti şahikası olarak görmek daha yerinde ve doğru bir yaklaşım olacaktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC ordusuna bağlı insansız hava araçlarının gerilla denetimindeki alanlarımız üzerindeki keşif faaliyetleri aralıksız bir biçimde devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 31 Temmuz günü saat 15.00 ile 16.00 arası Medya Savunma Alanlarımıza bağlı Zap bölgemizin Şifraza köyü, Şehit Colemerg, Şehit Baran, Kani Cinetê mıntıkaları işgalci TC ordusu tarafından Bilincan Karakolundan yapılan havan ve obüs toplarıyla bombalanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Temmuz günü saat 23.00 - 23.30 arası işgalci TC Ordusuna ait savaş uçakları Haftanin alanımız üzerinde alçak uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Bingöl'ün Karlıova ilçesinde kendisini gerillalarımızla ilişkili olarak gösteren bazı kontra birimler Rojava'ya yardım adı altında halktan yüksek meblağlarda para toplamaktadır.
- Ayrıntılar
Bizler var olan bir dünyanın içine doğduk. Bu var olanın içine doğmak bizim irademiz dışında bir doğuştur.
İnsan toplumsal bir yaratıktır. Toplumsallık bir olgu olarak inşa edilmişliktir. İnsanların yaratımıdır. İnsanların çabalarıyla tarih içerisinde süzülerek gelen bir yaratım.
Tarihin belli bir sürecinden sonra bu inşa edilmişlik insanın doğasına karşıt bir seyir izlemiştir. Doğasında toplumsal yani ortakçı olmak, şefkatli, sevgi ve kendi içerisinde uyumlu olmak zorunda olan bir insan dünyası giderek kirletilmiştir. Kimisi buna birinci kırılma diyor. Yani insanlığın kirlenmeye başladığı tarihin başlangıcı. Ortakçı, komünal, boyun eğmeyen insanın-ki bu bir kültür olarak yeşermiştir-kaybetmeye başlamasının da adıdır.
Kimisi buna ilk ezilen sınıf olan kadının tahakküm altına alınması diyor. Ve kimisi de bunun peşinde sınıfların ortaya çıkışıyla özel mülkiyetçi maddi dünyanın oluşmasıyla ruhsal olarak insan uyumunun bozulması diyor. Böyle sıralamaya devam edebiliriz.
Ezilen ilk ulus olarak kadınlar, ardından baskılanmış bir insanlık ile tüm maddi değerlere bir kesim adına el konulmayla gelişen yeni kültür ya da kültürleşmeyle insanlık o gün bugün boğuşuyor.
Bu yeni komünaliteden uzak kültürleşmeye biz tahakkümcü kültür diye isimlendirelim. Tahakkümcü iktidarcı kültürün kendisini en iyi kurumlaştırdığı yer ve organa biz devletçi zihniyet diyelim.
Tahakkümcü kültür, iktidarcı ve devletçi zihniyet esasen insanın cüceleşmesi üzerine büyüyen bir yapılanmadır. Bireyler ne kadar küçülmüşlerse orada tahakkümcü ve devletçi zihniyet o kadar büyümüştür. Tersi de doğrudur, tahakkümcü ve iktidarcı zihniyet ne kadar büyümüşse insan da o kadar küçülmüştür.
Bu kültürü bugüne vuracak olursak, kendisinden oldukça uzak, kendisine güvensiz, korkak, ürkek, ikiyüzlü, çıkarcı, içi ile dışı bir olmayan, boyun eğmeci, kompleksli, taklacı, boş hayalci, yaranmacı, yalaka, psikolojik olarak hasta, ruhen sakat ve tabii ki kendisine yabancılaşmış bir kişilik.
Bu yukarıda sayılanlar kapitalist modernitenin bireylerde yarattıkları hastalıklardır. Bireylerin niyetlerin çok ötesinde var olan genel toplumsal vakalardır. Birilerinde bunlar çok olur ya da az olur, hiçte fark etmez. Önemli olan sınıflı toplumun tüm insanlığı kirlettiğidir. Denile bilir ki hiç mi temiz insan kalmamış? Kalmış olsa da bunlarda bir elin parmak sayısı kadar vardır ya da yoktur. Ya da soruyu tersten soralım, bir kendimize bakalım…
Gerillayı tanımlamak istiyorsak ilk elden komünal olandan, ortak olandan, kendine güvenenden, kendisiyle barışık ve uyumlu olandan, insanlığı sevenden, geleceğin mutlu yarınları için kendisini feda eden kültürden uzaklaştıran kültüre karşı bir başkaldırı hareketi olmasıdır.
Gerilla bir kere boyun eğmeye gelemez. Zaten gelemediği için dağların doruklarına çıkmıştır.
Gerilla içi ile dışı çelişik olamaz. Zaten olamadığı için dağların doruklarını kendisine mesken seçmiştir. Bir gerilla sözüyle eylemi bir olan, sözü ile özü bir olan kültürün kendisidir.
Gerilla hor görmelere, hakaretlere uğramalara karşı kendi olma mücadelesi olarak yeniden kendisiyle buluşan kültürdür.
Gerilla toplumda-bunlar kimler olursa olsun ve niyetler neler olursa olsun-küçük görmelere, değersizleştirmelere, saygısızlıklara karşı yükselen ve haykıran özgürlük çığlığını açığa çıkaran kültürdür.
Gerilla adaletsizliklere karşı ilk toplumdan bugüne bizim içimizde kalan adalet arayışının ta kendisidir. İlk eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla paylaşımcılığı dorukta yaşayan tanrıçaların kültürlerine doğru akan kültürdür.
Gerilla ilk tahakkümcü toplumda köreltilen sevginin yeniden sevgi olabilmesi için, çıkarlardan uzak, menfaatleri düşünmeden kendisi adayan kültürdür. Özveri kültürüdür.
Özcesi Başkan Apo’nun deyimiyle “Dar anlamda kültür bir toplumun zihniyetini, düşünme kalıplarını, dilini ifadelendirirken, geniş anlamda buna maddi birikimlerinin de (ihtiyaçları gideren tüm araç gereçler, besin üretme, saklama, dönüştürme biçimleri, ulaşım, savunma, tapınma, güzellik araçlarının toplamı) eklenmesini ifade eder.”
Gerilla kültürü ise yeniden yaratılmak istenen geleceğin çağdaş yeni insanın tüm özelliklerini bugünden kendi şahsında yaşayarak geleceğin aydın günleri için bir toplum inşasıdır. Yaratılmak istenen üstün insanın tüm zihniyet kalıplarını bugünden-en zor şartlar altında-bir halkın geleceği için yaşamaktır.
Gerilla bu bağlamda, ilk insanların yaratımı olan eşitlikçi, adaletli, özgürlükçü, paylaşımcı, komünalcı, ortakçı, dayanışmacı, kadın rengiyle oluşmuş olan şefkatli yaşam kültürünün kendisidir.
Bu bağlamda gerilla yeni bir kültürel kimliktir. Başkaldıran kültürün kimliği, boyun eğmeyenlerin kimliği, kendilerine, kaderlerini ellerine alacak kadar güvenlerin kimliği ve kültürüdür.
Böylesi bir kültür bugün Kürdistan dağlarında yaratılmışken ve de daha da derinleştirilirken bundan uzak kalmak sadece ve sadece büyük bir talihsizlik olabilir. Bu talihsizliği aşmak için gençler bir an evvel dağların ortaklaştırıcı tanrıça kültürüyle buluşalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar