Şehitlik Gerçeğimiz Yaşam Gerçeğimizdir
Şimdi bu bahar kampanyamız yine Newroz’la birlikte özellikle Avrupa’daki kitlemizin anlamlı ve etkin çıkışıyla gelişiyor. Kürdistan’dan çok uzak yerlerde insanlarımız bedenlerini tutuşturarak bu tarihi hamleyi başlatıyorlar. Zaten üzerinde yoğunca durduğumuz hususlardan biri bu Newroz şehitler geleneğidir. Ve genelde şehitler gerçeğinin değerlendirilmesidir. Şehitlik gerçeği yaşam gerçeğimizdir. Mutlaka şehitlik gerçeğini yaşam gerçekliğine dönüştürmeliyiz. Şehitteki emri görüp yürüyebilmeliyiz. Şehit komutasını anlayabilmeli ve gerekeni yerine getirmeliyiz. Özellikle şehidin yaşam anlayışını kesin temsil edebilmeliyiz. Anıya gerektiği biçimde karşılık vermeme gibi büyük bir yüz karalığını ve aşağılık bir durumu kesinlikle kabul etmemeliyiz. Şehidin gücünü, şehidin tutkusunu, şehidin direnişini, şehidin acısını kendi şahsımızda mutlaka yaşatmalıyız. Mutlaka şehitle yaşam arasındaki köprü olabilmeliyiz. Şehidin yaşamıyla yaşayanların ölümü arasındaki farkı görmeliyiz. Namussuzca yaşam sahiplerinin çok olduğu veya basit yaşam kırıntılarına yapışıp kalanların neredeyse egemen olduğu bir halk gerçekliği içerisinde, bu büyük yaşam meşalelerini söndürtmemeliyiz.
Ben kendi payıma bu meşaleyi söndürtmemek için yetkin olmaya çalıştım. Onların yaşamla kurdukları bağı doğru değerlendirmeye özen gösterdim. Yaşayanların yaşamını şahadete yakın kılarak, böylece şehitleri yaşama, yaşamı yaşayanları da şehitlere yaklaştırarak köprü olma rolünü iyi oynamaya çalıştım. Çünkü başka türlü karşılık vermek mümkün değil. Şehidin yaşamındaki büyük anlamını bilmekle birlikte, onu bir yaşam gücü haline çevirmenin büyük ustalık istediğini, büyük sabır ve dayanma gücü istediğini bilerek, bunun sorumluluğunu duyarak bir köprü rolüne adam akıllı sarıldım. Gafilce yaşayanların gafletini durdurmaya, yaşama sahtekârlığına fazla geçit vermemeye çalıştım. Diğer yandan şehidi adeta teorileştirdik, savaş teorisine dönüştürdük. Böylece etkili ve egemen olmasına güç getirdik. Sahte yaşamın önünü kestiğimiz kadar, şahadetin teorisi ile yaşamı bir kez daha canlandırmaya, öyle kaynaştırmaya ve çare olmaya çalıştık. Gelişmeler oldu, şehit yaşama geçirildi, yaşam biraz şehide göre oldu.
Hâlâ ne kadar saygılı kaldığınız tartışmalıdır. Saygıyı sürekli kılmaya çalışıyoruz. Belki istenildiği kadar olmadı, ama büyük saygısızlık yapılmasına da fırsat verilmedi. Şu anda şahadet yolunda yürümeye hazır olmanız bunun kanıtıdır. Biz bu halkı da bu temelde tuttuk. “Gafilce ve haince yaşayamazsınız” demekle şehide biraz bağlı kalındığını gösterdik.
PKK tarihinde şehitlik üzerine bir çok değerlendirme yapıldı. Ben özellikle başlangıç şehitleri için en doğru değerlendirmeleri sunmaya çalıştım. Haki Karer yoldaşın anısına yapılan değerlendirmeden en son Newroz kahramanlık şehitlerinin anısına yapılan değerlendirmeye kadar, hepsinin yerinde bir değerlendirmesini yaptık. Bunu her şehit için yapmaktan da üşenmedim, ama fazla gerekli olduğuna da inanmadım. İnandığımda yaptım. Zaten kendini şehitlik çerçevesine oturtacak bir kişilik, bu kadar şehidi anlamıyla bilecek bir kişilik büyük olur. Bazılarınızın şehit yakını olduğunu söyleme durumunuz var, şehitlerin kendi şehidiniz olduğunu söyleme durumunuz var. Eğer bunda sahte değilseniz, eğer samimiyseniz, biraz da bizim bu gerçekleştirme tarzımıza benzer bir tarzı tutturmanız gerekir. Şehidi kendinde yaşatmak, şehidi doğru yaşatmak, şehitle çelişen yaşamın önünde durmak, “ya yaşayamazsın, ya da doğru yaşarsın” hükmüne bağlı kalmak büyük önem taşır. Öyle olursanız şehidin sahibi veya onun sürdürücüsüsünüz. Bu böyledir. Başka hiçbir biçimde kendimizi onurlandırmayalım.
Ben çocukken bile böylesi ölümleri kötü bulurdum, böyle anlamlı bulamazdım. Sonra da şunu gördüm: Ölümler aslında yaşayanların zavallılığını gösterme aracı oluyor. İnsanlar ölüler için döktükleri göz yaşını aslında kendileri için döküyorlar. Ölende kendilerini görüyorlar, kendi ölmüşlüklerini, hayattayken ölmüşlüklerini görüyorlar. Yoksa böylesine bir ölüm ağlayışı pek anlaşılır değil. Kendini bu kadar zayıf bırakma, kendini bu kadar ölüye benzetme söz konusudur ki, bir ölü de kıyamet koparıyorlar. Çok doğal bir yaşam sürecini böyle göz yaşına boğmak bana pek anlamlı gelmemişti. Nitekim şimdi şahadetlerde fazla ağlama yoktur. Şehitleri cesaret, güç ve yaşam gücü haline getirme vardır. Bu da kötü ölüme bir cevap oluyor, bizim cevabımız oluyor. Ölüm korkusunun böyle cesarete dönüştürülmesi küçümsenemez. Bu başlı başına büyük bir kazanımdır. Kürdistan halkındaki büyük ölüm korkusunu, bu büyük acılı ve gözü yaşı durumu şimdi böyle daha fazla cesaretle savaşmaya dönüştürmek çok büyük bir gelişmedir.
Bunu da biz yaptık, bunu özenle hazırladık ve şimdi herkes biraz da böyle ölümsüz kılınmıştır. Ölüme karşı anlayışı doğru geliştirmemiz, yine ölümle yaşam arasındaki bağı doğruya yakın değerlendirmemiz korkuyu yendi; daha fazla cesaret, daha fazla hayattayken ölmemek, fiziki olarak ölündüğünde de bunu ölüm sanmamak biçimindeki durumu biz ortaya çıkardık. Tabii bu da küçümsenemez bir gelişmedir. Bu, Kürdistan için büyük bir ihtiyacın giderilmesidir. Ölüm korkusunun giderilmesi sağlanmış, yaşamda ölümsüzlük duygusunu yaratma ihtiyacı giderilmiştir.
İşte bu büyük şehitler biraz bunun öncüleri oldular. Bu gerçeğin anlaşılması ve etkili kılınmasında en önemli rolü yerine getirdiler. Ben buna ölüm korkusunu yıkma, yaşamı ölümcül etkilerden arındırma, fiziki ölümlerden de korkmama veya şahadetlerden korkmama, kutsal değerler uğruna ölümde yaşamın mevcudiyetini gösterme ve böylece daha katlanılabilir bir ölümle bir yaşamın bağını kurabilme diyorum. Bu önemli bir gelişmedir.
Mazlum Direnişçiliği Partinin Büyük Ruhudur
Yaşamda yeni günün dirilişini temsil eden Newroz şehitleri üzerinde de biraz durduk. Bizim bazı değerli yoldaşlarımız böylesine yaşamsal bir ölümle bugüne karşılık verdiler. Mazlum yoldaşın şahadetini de az-çok anlamlandırdık. Mazlum yoldaşın Newroz şahadetinde gerçekleşen şeyin büyük bir teslimiyete, o vahşet döneminde özellikle umudun o son kırıntılarının da alınıp götürülmesinde, namuslu ve onurlu yaşam olanağı tümüyle elden çıkartmaya, bunun için gerçekleşen son derece vahşi saldırıya karşı kendi kişiliğinde bitebilecek en son direnme hamlesiyle karşılık vermek olduğunu, böyle bir anlamının bulunduğunu ortaya çıkardık. Müthiş bir karanlık içinde bir kibrit çöpünü aydınlık gerekçesi yapmak, yaşamın korkunç bir biçimde teslim alınmak istenmesine karşılık kendini böyle feda ederek yaşam için böyle iddia olmak, iddia olarak varlığını sürdürmek çok önemliydi ve bu gerçekleştirilmiş oldu. Çünkü o haliyle yaşamı daha fazla götürmek mümkün değildi. Öyle bir baskı, öyle bir vahşet var ki, özgür bir yaşamın, namuslu ve onurlu bir yaşamın sözü olabilmek ancak böyle bir eylemle mümkündü.
Dediğim gibi, Mazlum yoldaşın şahadetinin bu gerçeği ifade etmesi çok önemlidir ve bunu anladığı ortaya çıkıyor. O, ideolojimizi iyi bilen bir arkadaşımızdı. Partimizi ruhundan tanıyan ve öyle kalmaya büyük özen gösteren gerçekten görkemli bir kişilik. Bu anlamda bu kişilik tam bir PKK oluyor; PKK’nin yaşam sözü, onun zirvesi oluyor. Çünkü o dönemde kesinlikle bir teslimiyet dayatması var ve teslimiyet öyle bir kişiye dayatılmıyor. Hatta teslimiyet sadece PKK’ye de dayatılmıyor. Şüphesiz biz dışarıda direniyoruz. Bizim de yapacaklarımız var. Ama oraya dayatılan teslimiyet daha fazla belirleyici oluyor. O teslimiyetin ardından getirilecekler belki daha belirleyicidir. Bir Diyarbakır zindanına dayatılmış teslimiyetin tam başarısı, o Şahin-Yıldırım ihanetinin tam zafere ulaşması, binlerce teslimiyetin peşi sıra gelmesi olacaktır. Onun bir halkın başına bela yapılması da herhalde en azından Kemalizm’in –ki bunlar “Genç Kemalistler” adıyla bunu yapıyorlardı- 1925’lerdeki zaferi kadar bir zafer olacaktı.
Yine bu biraz Dersim gerçekliğinde ortaya çıkıyor, Kemalizm’in 1938’de Dersim de sağladığı zaferin bu aşağılık unsurların şahsında, hem de tam “Genç Kemalistler” olarak Dersim kişiliğinde adeta tam zafer kazanarak sonuca gitmesi oluyor. Mazlum da bir Dersim gerçekliğidir ve herhalde bunu çok iyi bildiği için böyle bir direnme tutumunu sergiliyor.
Dersim direnişçiliği Kürdistan’daki son direnişçiliktir.
Ne kadar geri ve yetersiz olursa olsun böyledir. Oraya dayatılan ihanet ve asimilasyon da en güçlü ihanet ve asimilasyondur. “Genç Kemalistler”in ifade ettiği gerçeklikte dile getirilen şudur: “Dersim budur, bunun karşısında başka herhangi bir gerçekliğin söz konusu olamaz. Bu aynı zamanda Kürdistan için söylenebilecek en son sözdür. Bu söz de bizim sözümüzdür. Direnemezsiniz, teslimiyetten başka yapacağınız hiçbir şey yok”. Zaten bunu günlük olarak çok çarpıcı ve korkunç bir yoğunlukla işlemişlerdir. Tek tek kişilerle uğraşarak yürütüyorlar. Yani sonuç almak için neredeyse günler sayılıdır.
Mazlum direnişçiliği işte bu noktada kendisini biraz daha devreye sokuyor. Çünkü orada her şey baş aşağı gidiyor, teslimiyet çok hızlı gelişiyor. Yapılması gereken şey bir eylem türüdür. O da bu eylem türüyle yine çok anlamlı bir günde, bir yaşam gününde, bir yeni günde, bir diriliş gününde bunu gerçekleştiriyor. Gerçekten de Mazlum yoldaşın direnişinin daha sonraki süreci tamamen etkilediği, teslimiyete karşı direnişçiliği egemen kıldığı biliniyor. Bu direnişin bizim direnişimizi de güçlendirdiğini, dağ direnişine de taşırıldığını çok iyi biliyoruz. Bunun da bir ulusal direniş ve diriliş olduğu şimdi çok daha iyi anlaşılıyor.
Mühim olan her şeyi bir şehide yüklemiyoruz veya her şeyi o doğurdu diye kendimizi aldatma yaklaşımı içinde değiliz. Ama daha derinlikli bir anlayış gerekliyse, o anlayışın da aşağı-yukarı böyle etkili olacağını kesinlikle söyleyebiliriz. Kesinlikle şehidin anlamı budur diyebiliriz. Anlamı daha da derinleştirilebilir, ama özcesi budur. Nitekim ondan sonra peş peşe gelen eylemlilikler vardır. Gerçekten de Newrozlar bu tarihten itibaren çok yaşamsal kılındı. Newroz günlerinin direniş günleri haline gelmesinde Mazlum direnişçiliğinin etkisi asla küçümsenemez.
Zekiye Alkan: Her Türlü Köleliğe En Anlamlı Tepkidir
Şimdi en son bu Newroz şehitlerimiz var. Biz Zekiye Alkan’ın şahadeti üzerine de bir değerlendirme yaptık. Bu da Diyarbakır’da oluyor. Bu şahadetin de Mazlum’un şahadetiyle bağlantısı açıktır. Mazlum nasıl zindanda partiye dayatılan teslimiyete karşı büyük bir eylemse ve şahadetiyle bunun bir zaferi oluyorsa, Zekiye Alkan’ın direnişi de Diyarbakır genelinde dayatılan, bu temelde de bütün Kürdistan’a ve Kürt halkına dayatılmış olan sinmişliği, korkuyu ve çaresizliği gidermek oluyor. en azından onunla bağlantısını kurarak, kendini böyle direniş durumuna taşırmak istiyor. Bu yoldaşımız hiç şüphesiz ortama dayatılan bütün çelişkileri en yoğun biçimde de yaşayabilirdi. Bu arkadaş için çelişkide olduğu söyleniyor. Bir kadın çelişkisini, özgürlükle düşkünlük arasında bir durumu yoğunca çözmeye çalıştığını söyler ki, anlamlıdır. Biraz da bu kişilikler böyle direnişler ortaya koyabilir. Çelişkisi olmayan kişiliklerin anlamlı direnişlere öncülük edebileceklerini sanmıyoruz.
Zekiye yoldaşın bir özgür kadın olmaya çalıştığı, fakat bunu başaramadığı, sıkıldığı, buna öfke duyduğu ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu süreçteyken böylesine bir eyleme kalkıştığı söylenir. Bizim için bu daha anlamlıdır. Zaten rahat ve kendinden emin olan bir kişi büyük eylemliliğe girişemez. Kendi halinden memnun, kendine tutkun birisi kesinlikle böyle bir eyleme kalkışamaz. Kadın özgürlük arayışı önemlidir. Bu başlamadan da zaten öyle bir eyleme kalkışmak, ona cesaret etmek bile mümkün değildir.
Fakat tam çözüme gidememe de anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü özgürlük savaşımını, onun eylemini daha örgütlü yapar, daha planlı geliştirir. Ama yine de büyük bir eylem, büyük bir özgürlük tutkusu olmak istiyor. Bunu da öyle bir Newroz’da Diyarbakır surlarında kendisini meşale gibi yakarak ilan ediyor. Yine anlamlı olduğu söylenebilir. Kadın olması daha anlaşılırdır. Çünkü insan ancak böyle yoğun bir çelişkiyi yaşamakla bu cesarete ulaşabilir.
Mazlum yoldaşın gerçeğinde de bu var. O parti ruhu oluyor, partinin büyük direniş ruhu oluyor. Orada artık bir insan vardır, kadın veya erkek olması da hiç önemli değildir. Orada en büyük insanın direnişi, onun büyük eylemi söz konusudur. Burada da bir kadın olması daha anlamlıdır. Neden? Çünkü Diyarbakır’ın kendisi en dökülmüş bir fahişe kadından daha beter bir durumu yaşıyor. Yani oradaki erkeklik bir kadından daha beterdir, daha aşağılık durumdadır. Bir fahişeden bile daha beterdir aslında. Mutlaka Diyarbakır’ın bir etkisinden söz edeceksek veya Kürdistan merkezli bir yerdir diyeceksek, fahişe kadın değerlendirmesi yapıldığında düşmüşlüğün sınırı çizilmek istenir, Diyarbakır o koşullarda biraz da buna benzer bir yerdir. Bu kadar sömürgeciliğin merkezi olacaksın, bu kadar sessiz kalacaksın ve her gün bu kadar çiğneneceksin, tecavüz edileceksin: Bu fahişe kadından daha başka bir anlama gelmez. Bu yönüyle ele alınması söz konusu olabilir. Ona mutlaka bir tepki gerekir. Fahişe kadının veya düşmüş kadının tepkisi anlaşılıyordur. Diyarbakır’ın kendisi öyle olduğuna göre, ona karşı öyle bir tepki gösterilmelidir. Bu şahadette bunun mutlaka bir etkilemesi vardır.
Diğer yandan bir kadın olarak da çelişkilerini anlıyoruz. Bir kadın olarak çelişkiyi duymak, özgürlük arayışı içinde olmak, gerçekten büyük bir zorlu sürece girmek demektir. Bir yandan bir kadın köleliğinin iğrenç durumunu bilince çıkaracaksın, diğer yandan özgür yaşam tutkuların gelişecek; bu korkunç bir zorlamayı beraberinde getirir. Gerçekten biz bunu da epeyce açmaya çalıştık.
Benim anlayışıma göre köle bir kadının, bizim toplumsal koşullarımızda, Diyarbakır koşullarında köle bir kadının bilince dönüşümünü, özgürlük yaşamına doğru yol almasını görmek, böyle çelişkili duruma kendinde bir yer bulmuş olmak kesin olarak PKK’nin etkilemesiyle olabilir. Zaten o dönemde PKK’nin etkisi Diyarbakır’ı sarmıştır. Zindanın sarması var, gerillanın sarması var, gençliği sarmıştır. Kadın özgürlük çabaları da biraz anlaşılır oluyor sanıyorum. İşte böyle bir kişiliğin bütün bu faktörlerden etkilenmesi söz konusu oluyor. Belli bir bocalaması var, başka türlü mücadele etme istediği de var, edebilir de. Ama o bu biçimini tercih ediyor. Kendine göre planlı, kendine göre anlamlı bir eylem.
Bu direniş Diyarbakır’daki zindana dayatılanlara, Diyarbakır’daki halka dayatılana, bir kadının yaşadığı büyük olumsuzluğa, bunların hepsine toptan bir tepki oluyor. Bu tepki de böyle yaşamsal kılmaya veya “yaşama ancak böyle anlam verebilirim” dedirmesine götürür. Eylem gerçekleşiyor. Buna vereceğimiz anlam da budur. Bu eylemin de bu çerçeve de geliştiğine kanıyız ve anlamı büyüktür. Nitekim bundan sonra Diyarbakır’daki gelişmenin farklı olduğu; halkındaki gelişmenin, kadındaki gelişmenin biraz daha özgürce olmaya doğru yüz tuttuğu biliniyor.
Rahşan Demirel: Metropol Kitlemizin Ülkeye Taşırılmasında Bir Köprüdür.
Bir direniş, İzmir kalesinde kendini yakma olayı var. Rahşan Demirel adında çok genç bir Kürt kızının direnmesi var. Oraya taşırılmış bir Kürdistan’ın Mardin gerçekliği var. Yurtseverlik zaten etkili. Bu genç kızda bir yandan savaş ve özgürlük tutkusu mevcut, ama öte yandan oldukça zayıf. Örgütsel savaşım gerçeği etkiler. Newroz’lu günler de yine hızlı ve yoğun yaşanır. Belli ki burada kendisini özgürlük savaşımına müthiş vermek ve bir şeyler yapmak istiyor. Fakat bunun teorik gücünü fazla bulamadığı ve pratik geliştirme olanağını yakalayamadığı için, yani bir yerde tutkusu teorisi ve örgütlülük düzeyini aştığı için, buna karşılık bir şeyler yapmaya ahdettiği için, farklı bir eyleme yöneliyor. Orada kitlemizin içinde yaşadığı utanç verici koşullar, kendi ailesindeki zor koşullar, kendisinin özgürlük ve özgür yaşam anlayışıyla bağdaşmayan alçaltıcı ve yaşam koşulları Newroz’un o dirilticiliği ve çekiciliğiyle birleşince, böyle bir meşale eylemi ortaya çıkıyor.
Mümkündür, böyle bir ruhta böyle bir cesaret ve ardından böyle bir eylem ortaya çıkabilir ve çıkıyor da. Bu eylemi anlamlı bulduğumuzu söyledik. Bu şahadetin metropol kitlemizi aydınlattığı, düşkün yaşam koşullarındaki yüzlerce kişiyi savaşıma çektiği, onlara dayatılan mezarı deldiği, metropol halkımızın kendine getirilmesinde ve ülkeye taşırılmasında bir kaldıraç ve köprü rolünü oynadığı daha çarpıcı görülmüştür. Mesaj bu anlamda meşale değerinde kendini kanıtlamıştır. Bir komuta gücü olmayı kanıtlamıştır diyorum. Çünkü yüzlerce kişiyi yürüttü mü, o bir komutalık rolü oluyor. Özellikle kadına ilişkin olarak çok sayıda katılıma yol açması, neredeyse erkek sayısından daha fazla bir kadın katılımına yol açması, onun kadın özgürlüğüne de büyük bir katkı, bunun komuta ve ordu gücü olduğunu gösteriyor.
Berivan ve Ronahi Yoldaşlar Devrimci Militanlığın Özüdürler.
Son olarak Avrupa’daki Newroz şehitlerimiz var. Bunların üzerinde biraz daha durulmaya değer. Berivan (Nilgün Yıldırım) ve Ronahi (Bedriye Taş) yoldaşlar, bu Kürdistan kızları anlamlı mektuplar bırakmışlar. Ben bazı röportajlarına da tanık oldum. Yine herhalde epeyce mektupları, bazı değerlendirmeleri ve raporları da vardır. Bazılarını biz de gördük.
Bu kişilikleri daha iyi tanımak açısından, kendilerinin imzalayıp bıraktıkları mektuplara bakmakta yarar olabilir sanırım. Bir mektupları şöyle:
“Alman devleti son aylarda düşmanlığını açık ilan etmiştir. Derneklerimiz kapatılmış, ulusal renklerimiz, ulusal bayraklarımız gasp edilmiş, onlarca yurtseverimiz tutuklanmış, gözaltına alınmıştır. Almanya Türk ırkçılarının peşinden gitmektedir. Demirel-Çiller-Güreş kliğinin “ya bitecek, ya bitecek” sözlerini ellerini ovuşturarak desteklemekte, kirli savaşın sürmesi ve Kürt halkının imha edilmesi için her türlü desteği sunmaktadır. Kürdistan’daki katliamlar Almanya’nın verdiği silahlarla gerçekleşmektedir. Son olarak 1994 Newroz yürüyüşünde Almanya’nın çeşitli kentlerinde Kürt yurtseverlerine Hitler’i geride bırakacak uygulamaların gerçekleştirilmiş olması bizim için bardağı taşıran son damla olmuştur. Cizre’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da uygulanan vahşette Alman devletinin çok büyük sorumluluğu vardır. Alman devleti yaptıklarıyla insanlık suçu işlemiştir ve bunun hesabını mutlaka verecektir.
Diyarbakır zindanlarında üç kibrit çöpüyle Kürt halkına çıkış yolu gösteren Mazlum Doğan’ı, bu anlamlı çıkışa bedenlerini tutuşturarak cevap veren Ferhatları, “Newroz, Newroz ateşi yakılarak kutlanır” diyen ve Diyarbakır surlarında bedenini tutuşturan Zekiye Alkanları, özgürlük mücadelesinin neferleri olarak, saygı ve minnetle anıyoruz. Onlardan devraldığımız bayrağın burçlara dikileceğinin çok yakın olduğunu görüyoruz. “Ateşi söndürmeyin” diyen Necmilerin yolundan kendi özgür irademizle giriyoruz. Emperyalizme ve sömürgeciliğe en büyük yanıt bedenleri tutuşturarak verilir”.
“Dün akşam İçişleri Bakanı Manfred Kanther’in “bundan sonra PKK’ye karşı tavrımız çok daha sert olacaktır. PKK’liler şunu anlamalılar ki, her yerde serbest hareket edemezler” sözleri kararımıza bizi bir adım daha yaklaştırdı. Biz biliyor ve inanıyoruz ki, yaktığımız özgürlük ateşi daha büyük ateşlerin yanmasına neden olacaktır. Bedenlerimiz, düşüncelerimiz Kürt halkına ve bütün insanlığa armağan olsun”.
“Selam olsun özgürlük mücadelesinde toprağa düşenlere, selam bağımsız-birleşik Kürdistan mücadelesi yürütenlere, selam Başkan APO’ya!”
“Kahrolsun sömürgecilik ve emperyalizm!”
“Kahrolsun Alman şovenizmi!”
“Yaşasın PKK-ARGK-ERNK!”
“Yaşasın Ulusal Önderimiz Başkan APO!”
Diğer bir mektup da şu:
“Yüce Kahraman Halkımıza!
“Newroz’unuzu candan kutlarken, hedefimiz olan insani bir yaşam için sizlerin daha çok direnmeniz gerektiğini, Parti Önderliğimizin de vurguladığı gibi kendimizden çok az da olsa başlatıyoruz ve sizlere devretmek istiyoruz.”
“Özellikle Avrupa’daki halkımızın da Parti Önderliğimizin belirttiği gibi, devrimi Kürdistan’a taşırmaları vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu temelde kadınlarımıza da böylesi büyük görevler düştüğünden dolayı, tam ayakta durmalarını, parti Önderliğimizin de yol göstericiliği ile becerebilmelidirler. Sizlere, yüce halkımıza içten inanıyoruz ve güvenimiz sonsuzdur.
“Yaşasın Başkanımız APO!”
“Yaşasın PKK, ARGK, ERNK!”
“Yaşasın Enternasyonalizm!”
Bu arkadaşlar anlamı hayli büyük olan mektuplar bırakmış oluyorlar. Büyük saygı duymamak gerçekten mümkün değil. Oldukça bilinçli ve hem de çarpıcı değerlendirmeleriyle dolu dolu yaşadıkları anlaşılıyor. Eylemlerini de öyle planlıyorlar ki, başarısızlığa yol açmayacak kadar güçlü, kendini yitirmeyen, kesin sonucu önceden planlanan bir eylem ancak bu kadar olabilir. Kendini cayır cayır yakmayı böyle planlayabilmek, bir başarısızlık olasılığını bile ortadan kaldırmak için başkalarının gelip de ateşi söndürebilecekleri bir alanı seçmemek, kendilerinin ne kadar planlı ve sonuç alıcı olduklarını gösteriyor.
Bu arkadaşların öteki raporlarında da bir şeyler gördüm. Bir Röportajlarındaki başka bir cümle de aklımda. Bu çözümlemelerden de epey etkilendikleri anlaşılıyor. Özellikle bizim istediğimiz militan tipi olmaya büyük özen gösterdikleri gibi, buna layıkıyla karşılık verilmemesinin hayretleri içerisinde kalan arkadaşlar oluyorlar. Yani bu arkadaşlarımızın yaşam özelliklerinden biri de sahte olmama, Avrupa’nın o düşürülmüş ve düşürülmeye elverişli ortamı kadar yaşamını oradaki zeminde kolayca yitirenlere rağmen kendilerini böyle diri tutmaları, çözümlemelerden güç alarak kendilerini böyle militanlaştırmaya çok açık hale getirmeleri oluyor. Bu tutum gerçekten de örnek düzeyinde. Benim bir raporda gördüğüm biraz buydu. Ben bir çok şehidin raporunda da buna benzer şeyler gördüm. Aslında bunların da bu çapta yoldaşlar olduğu anlaşılıyordu. Burada önemli olan sadelik, özlü olma ve bu yönleriyle sahteliğe fırsat vermemedir. Bu kişilikleri bu anlamıyla kesin bilmek gerekiyor.
Şimdi onlar şahadete gittiler de siz kaldınız derken, şunu vurgulamak gerekir: Yaşayacaksan onlar gibi yaşayacaksın. Anıya bağlılık biraz da böyle olur. Aslında militanlaşmanın en özlüsü olmaya yakınlar. Arayışları böyle, gün gün gerçekleşmeleri böyle. Genç kız olmaları, Avrupa koşullarında ikinci ve hatta üçüncü kuşak olmaları –ki bunun ne kadar düşürücü olduğunu biliyoruz- bunu engelleyemiyor. Avrupa’da doğup büyümüş bir kaç şehitte de bunu gördüm. Hem Fırat arkadaşımız, hem de Hüseyin Çelebi arkadaşımızda bunu gördüm. Bunlar ikinci kuşaktan, daha çok o koşullarda yetişmişler. Kişilikleri oldukça ilginç, ilginç olduğu kadar da vatanseverlikleriyle, görev anlayışlarıyla hiç Kürdistan’dan çıkmamış, hatta bölgeden de çıkmamış olanlara taş çıkartır cinsinden bir savaşçılıkları söz konusuydu. Yani biraz da tam PKK’nin istediği militan tipi olmak ancak böyle olabilir diye düşünüyorum.
Bu arkadaşlarımız da öyle; bu temelde bir gelişmeye sahip olduklarını, gelişmelerinin bu yönlü olduğunu gösteriyorlar. Bilinç düzeylerini biraz daha iyi anlamakta yarar olabilir. Tabii bu mektuplar bunu yeterince ortaya koyuyor. Çok güçlü siyasi değerlendirmeler gerçekten ancak bu kadar yapılabilir. Doğruları bundan daha fazla belirlemek mümkün değil. Tam bilinçli diyebileceğimiz siyasal yaklaşımları söz konusu. Bir de düşmana cevap olmasını da çok iyi biliyorlar. Yani siyasi değerlendirmeyle yetinmiyorlar. Alman emperyalizminin sözcüsü bir İçişleri bakanına çok yaman bir karşılık veriyorlar. Alman bakan “PKK bundan sonra çok daha sert bir tavırla karşılaşacaktır” diyor. Onlar da “biz de bu kararımızla bir karşılık vereceğiz” diyorlar. Yani düşman dayatmasına karşı bir militanın dayatmasına çok duyarlılar.
Tabii kendi sahaları Avrupa sahası, ama Avrupa’nın özgüllüğünü de ihmal etmiyorlar. Bir de bu özgülde halka sesleniş var. Şüphesiz bu da bu şahadetlerin kıymetini kat be kat arttırıyor. Aslında onlar tarih ve insanlık şehitleridir. Kesinlikle enternasyonalizm çağrısı var. Anti-sömürgecilik ve anti-emperyalizm kadar, insanlığa çağrıları ve bu temelde özgürlük şehitlerine selamları var. Bu yönleri kesin. Yani hem kavrayış derinliği, hem de cevap verme; hem yurtseverlik, hem de insanlık bağlılığı kesin.
Biz biraz da kadın yönleriyle üzerine durmayı gerekli görüyoruz. Çünkü röportajlarındaki çarpıcı bir kaç değerlendirme hâlâ aklımda. Gerici, ilkel-milliyetçi önderlik üzerine çarpıcı belirlemeleri, bu önderliği ayak bağı olarak görmeleri ve gericiliktir biçiminde karşılık vermeleri var. Bizim kadın yaklaşımımızı özgürlük tutkusu olarak değerlendirdikleri anlaşılıyor. Yine cinsellik alanına ilişkin çarpıcı bir değerlendirmeleri var. Çelişkilerin en yoğun olduğu alan olduğunu söylüyorlar, böyle çok mücadeleci bir alan olarak değerlendiriyorlar. Sanırım cinsellikte köleleştirmeye karşı da büyük bir anlayış ve özgürlük yaklaşımıyla dolu olmaları söz konusu. Yani önderlik anlayışları, kadın özgürlük anlayışı ve cinsellikte de mücadele anlayışları hayli derinlikli. Öyle kendini feda eden sıradan bir yurtsever değiller. En değme militanın ulaşamadığı bir bilinç, bir özgürlük tutkusu ve felsefesi kadar, pratik yaşamına da sahip olduklarını gösteriyorlar.
Bu anlamda bizim parti gerçeğimizde netleştirmeye çalıştığımız, hem de yoğun bir biçimde işlediğimiz doğru önderlik anlayışı bu şahadetlerde büyük anlam ifade ediyor. Gerekli olan ucuz duygular için yaşam değil, özgürlük tutkusunun yaşanmasıdır. Bu çok güçlü ifade ediliyor. Önemli olan cinsel düşkünlük ifadesi değildir; cinsellikteki mücadeleyi, oradaki düşkünlüğü, oradaki savaşımı görebilmeliyiz deniliyor. Bizim de biraz açmaya çalıştığımız buydu. Bu yoldaşlar bunu da çok iyi değerlendirip öyle bir anlamda ve bu anlama denk düşen büyük bir eylemlilikle karşılık veriyorlar ki, değerleri bir kat daha artıyor. Büyük kadın özgürlük savaşçılığı diyeceksen, bunu bu anlayışta göreceksin. Yoksa ucuz laf edip de birer dedikodu küpü olmaktan çıkmayan ne kadar militanımız olduğunu da biliyoruz. Onları bu temelde bu arkadaşlara saygılı olmaya davet ediyoruz. Yine bir sürü kadından beter erkek var, cinselliği en iğrenç biçimlerde yorumlayanlar var. Onlara da bu cümlelerdeki oldukça çarpıcı anlayışı yakalamalarını salık veriyoruz.
Eğer şehitlere bağlı olacaksak, böyle kişiliklerin birazcık çözümlemesini ve çözümlenmiş olan bu kişilikleri doğru anlamalıyız. Başka türlü onların büyüklükleri anlaşılamaz. Kendinize başka türlü yiğit kadın ya da erkek diyemezsiniz. Nitekim ben de bazı değerlendirmeler yaptım. Benim de son bir-iki yıl içinde kadın özgürlüğüne ilişkin olarak yaptığım değerlendirmeler var. Bu yoldaşlar özellikle bu değerlendirmelerden çok etkilenmişler. Veya onları kendi kişiliklerinde çözümlemişler. Bu yönüyle beni de yakından ilgilendirir. Bir yerde kadın özgürlük hareketinin öncüleri oldu. Böyle özgürlük arayışının günlük tutkusu içinde olmak, cinsellikte böyle tek doğru çözümlemeye ulaşabilmek, bu temelde gericiliği yargılamak, emperyalizmi yargılamak, militanlaşmayı yargılamak, bizim bu son yıllarda en çok peşine düştüğümüz ve sonuç almaya çalıştığımız konulardır. Bu konularda en etkin davranışı, en makul ve doğru olanı, en doğru tavrı göstermek demektir. Bunlar onun şehitleri oluyorlar, kadın özgürlük militanları oluyorlar. Bu yönüyle değerleri hayli yüksek diye düşünüyorum. Kesinlikle hakkını vermek gerekiyor.
Bunlar yaşamı anlamayan yoldaşlar değil, yaşamı en iyi anlayan yoldaşlar oluyorlar. Yaşamın baharında, böyle pırlanta gibi yaşamakla yüz yüze olan kişilikler oluyorlar. Açık, değerlendirmeleri karşımızda. Yaşları çok genç. Biliyorsunuz Avrupa’da yaşamın her türlüsüyle gün gün, saat saat karşı karşıyalar. Buna karşı Avrupa’da böyle bir eylemi gerçekleştirmek, gerçekten benim bile değerini tarif etmekte güçlük çektiğim bir büyüklüğü temsil etmekte olur. Ki PKK’nin büyüklüğünde bunları bulmak zor değil. PKK’nin böyle binlerce şehidi var. Çok iyi biliyorum, teslim olmamak için yaşamını adayanlar arasında en başta genç kızlarda böyle bir direnme olayı var. Zaten Newroz şehitlerinde de ağırlık onlardadır. Yine bunun gibi en zor koşullarda teslimiyete karşı binleri aşan direnişçi de var. Ama bu kadar çarpıcı olanına, hem de bilinçli ve planlı temsilcisi olanına da bu yoldaşların şahsında rastlıyoruz.
Kuşkusuz çıkarılması gereken sonuçlar var. Özgürlüğün PKK’deki gerçekleşmesine dikkat etmek anlamında çıkarılması gereken sonuçlar var. Veya bu şehitlerin anısına bağlı olmanın gerekleri nelerdir? Bunlar nasıl yerine getirilir? Buna ilişkin mesaj çok çarpıcı, çağrıları çok anlamlı. Bilinç yoğunluğunu en çok yaşayan yoldaşlar olmaları, dediğim gibi bunu çözümlemelerin bütün derinliğine ulaşmış olarak ortaya koymaları bizi “PKK’de çözümlemeleri sonuna kadar özümse, özgürlük tutkusunu esas al, cinsellikte bile doğruyu yakala, cinselliği bir egemenlik veya köleleştirme aracı olarak görme, saygılı ol, gerici önderliklere ve önderlik özelliklerine karşı sonuna kadar diren; emperyalizme, sömürgeciliğe ve onların her türlü ittifakına karşı en çok güçlüyüz dedikleri ve en çok saldırdıkları dönemde en güçlü eylemi koy” sonucuna götürüyor. Bütün bunlar büyük çağrılardır ve tabii hakkını vermek biz geride kalan yoldaşlara düşer. Tabii anlamına göre savaşarak, anlamına göre militanlaşmayı bilerek karşılık vermek en doğrusu ve yegane yoludur. “Anlayamadım, derinliği kavrayamadım, kendime göre uyguluyorum” demek, şehitlere saygısızlıktır, bu büyük Newroz şehitlerine kötülüktür. Tabii buna hiç birimizin hakkı olmadığı gibi, gerçekten onların ardılıysak, gerçekten bu tasa altında bu şehitlerin anısına bağlı özgürlük savaşçıları olacaksak, o zaman ona göre bir yaşam, ona göre bir savaşım şarttır.
Bu gücü kendinizde gördünüz mü, bu güçle savaştınız mı, siz bu yoldaşlara layıksınız. Onların komutansından bir şeyler anlamışsınız, gerçekten onları yaşatıyorsunuz, anılarına bağlı olarak yaşatıyorsunuz, yaşamla bütünleştirerek yaşatıyorsunuz, savaşa taşırarak başarıyorsunuz, o zaman ne mutlu bize diyebilirsiniz. Böyle şehitlere sahip olmak kadar, onların bizim önümüze koydukları görevlere sahip çıkmak ve bu görevleri başarma olanağını yakalamak da yakıcıdır.
Eylemliliğimiz Şehit Anısına Bağlılığın Eylemliliğidir.
Ben de kendi payıma hiç şüphesiz bu şehitlerin değerini anlayabilecek durumdayım. Önderlik uygulamaları var. Öğrenebildikleri ve söyleyebildikleri kadarıyla bir değerlendirme. Evet, bunlar olmadan önce de vardık ve bu yoldaşların şahadetinden sonra daha güçlü var olmaya çalışırız. Bizim öyle sıradan bir var olmayla karşılık vermediğimiz biliniyor. Özellikle kadın şehitlerin böyle çarpıcı tarzda ortaya çıkmaları, bizim de kadın kişiliğine gösterdiğimiz ilgiyle yakından bağlantılıdır. Bu şehitler sizin sandığınız gibi öyle kendiliğinden ortaya çıkmış veya size layık olmak için çıkmış şehitler değil. Çözümlemelerle bağını biraz kurdum. Bu şahadetlerin bizim kadın sorununa yaklaşımımızla ilişkileri kesin.
Daha da açabilirim. Bu özgürlük çözümlemeleri ile bu şehitlerin yaşamı arasında nasıl bir bağ vardır? Çözümlemeleri biraz okursanız, üzerinde yoğunlaşırsanız bu bağı görürsünüz. Büyük kişilik nasıl gerçekleşiyor? Şimdi biraz böyle gerçekleşmiş. Kendilerinin de belirttikleri gibi, bu ilerde daha büyük gerçekleşmeye götürecektir. “Özgürlük ateşi daha büyük ateşlerin yanmasına neden olacaktır” diyorlar. Çözümlemeler onlara yol açtı, onlar daha büyük yaşamlara yol açacaklardır. Zaten onu söylüyorlar.
Dediğim gibi, siz şehitlere bağlı olmak isteyebilirsiniz, hiç şüphesiz onlara saygılı olmaya çalışacaksınız. Ama bu derinden bir etki biçiminde olmasa ve yaşamsal bir güce dönüşmezse, ikiyüzlü bir anma olur veya çok gözü yaşlı, o eski ölümlere dökülen gözü yaşlılığa benzer bir anma olur ki, yakışmaz ve şehitlere hakaret olur. Aslında onun da anlamı vardır. Belli ki tam hakkını vermek, ancak savaş gerçekliğimizi emperyalistine, sömürgecisine ve işbirlikçisine karşı sürekli geliştirmekle mümkündür. Bu kadın özgürlüğünü, yine aynı zamanda erkeğin de kendine özgürce yaklaşmasını gerekli kılar. Tek boyutlu değildir, tek yanlı değildir, bu konu derinlik kazanmak anlamına gelir. Bence bu çok kesindir. Yani illa büyüklüğüne anlam vereceksek, artık bununla oynamamanız gerekiyor. Hele kızların, hele kadın-erkek yaklaşımlarının bununla oynamaması gerekiyor. Oynarsak ne olur derseniz, lanetlenirsiniz. Hem bu değerlere bağlı olduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de onların meşalesi altında kirli işler yapacaksınız; özgürlükle çelişen, militanlıkla çelişen, savaşla çelişen ilişkiler içinde olacaksınız! Bu hakarettir ve kabul edilemez. Bizim bu sonucu çıkarmamız gerekiyor.
Onlar da duyguların en yücesini biliyorlardı, onlar da Önderliğin özgürlük tutkusunu çok iyi biliyorlardı. Karşılık biraz böyledir, sizin verdiğiniz gibi değildir. Onlar yaşamı anlıyorlar. Burası da çok önemli. Cinselliği bile bu kadar yorumladıktan sonra anlamaz olurlar mı? Sizin için de bu ne demektir? Bu, temel dürtüleri bile savaş gerçekliğiyle bağlantılı olarak değerlendirmek demektir. Bu aynı zamanda önünüze büyük görevlerin konulması demektir ve kesinlikle böyledir. Çünkü biz bunları olmamış gözüyle değerlendiremeyiz. Büyük şehitlerdir onlar, planlı ve kesin sonuç alıcı bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Anlamı da böyledir. Çağrısı çok nettir bu şahadetlerin. Çünkü partimizin şehitleri oluyorlar. Hep “yaşasın PKK-ARGK-ERNK!” diyorlar. Eğer bu adlar şehitlerle yaşıyorsa, bu değerlere sahip çıkmak zorunludur. Onlar kendilerini herhalde şuraya buraya, aile gericiliğine, bilmem şu gericiliğe, şu emperyaliste, şu düşkün yaşama kesinlikle teslim etmediler. Amansız savaşarak kendilerini ortaya çıkardılar.
Şimdi elden gelseydi de, bu yaşamları biraz daha açıp halklaştırsaydık, tarihselleştirseydik. Aslında o bize düşüyor. Özellikle savaşımın içinde bulunan kişiler olarak bize düşüyor. Onlar küçük bir eylem yapmadılar. Eylemleri gerçekten çok zordu ve çok görkemli bir eylemdi. Sizin o dağdaki gerillanızdan veya bu savaşçılığınızdan bin kat daha fazla gerillayı besliyorlar. Çünkü onların şahadetinin ardından daha bir-ki hafta geçmeden, on binlerce Kürt kadını en özgür bir yürüyüşü gerçekleştirdi. Yine Avrupa’daki yüz binlerce insanımızı derinliğine ülkeye bağladı. Maddi ve manevi katkılarını artırdı. Hangi gerilla buna yol açtı diyelim? Kaldı ki, her yıl bu daha da artarak devam edecek. Demek ki bu öyle sıradan bir eylem değil. Bir çok gerillamızın bile eylemleriyle ne kadar kayba yol açtıklarını göz önüne getirirsek, bir çok örgütçümüz ve cephe çalışanımızın bile yüzlerce kişiyi yakalatıp etkisizleştirdiğine ve buna yol açtığına çok tanık olduğumuzu görürsek, en belirleyici eylemin, en sonuç alıcı ve kendisini sürekli böyle üretecek eylemin bu olduğunu göreceğiz. Onlar bunu gerçekleştirdiler.
Bundan çıkarılması gereken sonuç; herkes böyle eylem yapsın olamaz. Hayır, birileri yüz yılda, bin yılda bir yapar bu eylemi. Onlar da böyle tarihe geçerler ve bu şeref onlara mal olmuştur. Birisi Diyarbakır surlarında, birisi İzmir’in Kadife Kalesinde, bir eylem de Almanya kalesinde oldu. Evet, bunlar kendi tarihimizin, yazgımızın hep olumsuz bitirilmeye çalışıldığı kalelerdir. Diyarbakır ulusal imhamızın can çekiştirilerek sonuçlandırılmak istendiği yerdir. Batı metropolü, Türkiye metropolü, İstanbul, İzmir hakeza öyledir. En az Kürdistan’ınki kadar kitlenin mezara gömülmek istendiği bir yerdir. Avrupa’sı da, Almanya’sı da Kürdün beterin beteri bir biçimde mezara gömülerek sonunun getirilmek ve “bittiler” biçiminde ilan edilmek istendiği bir yerdir. Bu büyük zulüm, imha ve bitiriliş kalelerinde böyle bir kaç büyük eyleme ihtiyaç olabilir. Böyle yerlere bunlar talip oluyor ve bu eylemleri gerçekleştiriyorlar. Başkalarının yapması artık karikatür olur, gerekmez de.
Dediğim gibi bu eylemi yüz yılda bir, bin yılda bir birileri yapar ve onlar da bunlar olmuştur. Fazlasına gerek yoktur. Başka yerlerde başka tür eylemler olur. İşte gerilla eylemliliği diyoruz. Örgütçü ol, onlarca serihildan gerçekleştir; bunun militanı ol, bunun şehidi ol. Yüzlerce gerilla alanı var, gerilla ordusunu kur, eylemini gerçekleştir, onun şehidi ol. Çıkaracağın sonuç budur. Büyük bir gerilla şehidi olmak için gerilla ordusunu geliştirmek ve gerilla savaşını biraz daha tırmandırmak zorunludur. Biz Mahsum Korkmaz yoldaşın şahadetinde de buna benzer şeyler söyledik. Gerilla da ısrar kişiliği dedik ve anısına yapılacak tek doğru karşılığın Kürdistan dağlarında gerillayı bölükler düzeyinde dolaştırmakla mümkün olacağını belirttik. Anıya bundan başka türlü bağlılık olamaz.
Nitekim bunu biraz kanıtlamaya çalıştık. Yine eğer ille de böyle şehitlere ihtiyaç duyulacaksa, onlar daha üst bir savaşımın yolunda yürürlerse, ona layık olabilirler. Savaşı bir zirvenin eşiğine getirirlerse veya ona yol açabilirlerse, şahadetleri bir anlam ifade edebilir. Hareketimiz böyle şehitlere açıktır. Ama bu öyle kolay gerçekleşmiyor. Böylesi şehitlerin anlamı yücedir. Onu ne çok daraltarak, ne çok abartarak, ne onların gölgesine sığınarak, ne de onları yadsıyarak karşılamak doğru bir karşılama tarzı olabilir. Bu çerçevede şehitleri anmak, onları yaşama geçirmek ve komutaları altında savaşıma katılmak en doğru anma biçimidir.
Ben kendi eylemimi de büyük oranda şehit gerçekliğine bağlı kalmanın eylemliliği olarak değerlendirdim.
Onlar bizi güçlendiriyorlar. Fakat bizim gerçekleştirdiğimiz eylemlilik de kesinlikle onların yolunda yürüdüğümüzü gösteriyor. Bu çok zor bir yürüyüştür, amansız bir mücadeledir. Mücadelemizin özü bunu gerçekleştiriyor, bizde saygıyla karşılıyoruz. Şimdiye kadar yapanı da, yapılanı da daha amansız ve tam zaferi biraz daha yakalamış bir tarzda götüreceğiz ve tarihte, yaşam gerçeğimizde mutlaka yerini bulacaktır. Bu temelde onları yalnızca bir günde değil veya böyle sıkça anma günlerinde de değil, her an yaşamımızda ve mücadelemizde anlamlı kılarak anıyoruz ve yaşatıyoruz.
Parti Önderliği
11 Nisan 1994
- Ayrıntılar
Anaya ve analara karşı oldukça mücadele ettim ve anlam vermeye de büyük çaba gösterdim. Çoğunuz anlarınıza saygı ve sevgi dolu yaklaşımlar göstermiş, mektuplar yollamışsınızdır. Ben bunları fazla yapmadım. Hediyeler ise hiç göndermedim. Ama şimdi ana, anavatan gerçeği üzerine tartışıyoruz. Ayrıca PKK gerçeğinde anaların yüreği yanıyor. Onun için üzerinde durmaya özen gösteriyoruz.
Analar çok fazla ağlıyor. Hem karşı taraftan ölen askerlerin anaları, hem de bizim saflarımızda en yiğit ve gencecik yaşta olanların anaları... Bundan dolayı benim üzerimde analar oldukça manevi bir baskı teşkil ediyorlar.
Yaşam ana gerçekliğiyle oldukça bağlantılı. Her şeyden önce fiziksel anlamda yaşama geliş, ana gerçeği demektir. Aslında bunlar o kadar fazla önemli de değil. Benim ilkem biraz daha farklı. Onun için de kamuoyunun dikkatini çekiyor, araştırmalara konu oluyor. Hatta düşman bile anamı sorgulamıştı, "bu neyin nesi oluyor" diye. Öz kavgacılığımızı ana atmosferinde başlattık. Anılarda ne kadar canlı olduğunu, belki de çok tuhafınıza giden bir biçimde anlatmaya çalıştık.
Kavgacılığımıza ne ad verilebilir? Anamın temel bir kaygısı veya bize tamamen hakim kılmak istediği, kendine göre bir namus meselesiydi. Bunu hiçbir zaman terk etmedi. Bundan dolayı da bir kavga anlayışı söz konusuydu. Kavgayı sonuna kadar sürdürdü. Bu durumda ben ne yaptım? Ne kadar namus peşindeyim, ne kadar kavgayı bildim? Beni ne kadar etkiledi veya ben ne kadar gereklerini yürüttüm, nasıl yürüttüm? Adını ne koyabiliriz? Çelişkili miydim, yoksa namus peşinde miydim?
Yaşam hala düşündürtüyor.
Kendimi tanıdığım günden bugüne kadar aynı endişeler sürüp gidiyor. Çok yoğun ve insanı da zorlayacak bir biçimde. Şüphesiz her ana-babanın ve çocuğunun kavgası vardır. Kendine göre bir mantığı, geleneklerine göre sıkı bir eğitim, çabaları vardır. Bunların olmadığı tek bir aile düşünülemez. Fakat bizim ailenin bazı özgün yanları olmalı ki, bu kavgayı bugüne kadar getirebildik. Namus uğruna değişik bir savaşımı veya çok çelişkili bir tarzı buraya kadar getirdik. İlginç bir kavga türü gelişti. Anlamakta büyük yarar var. Sizlerin yetiştiği aile ortamlarından farklı olduğu açık.
Hatırlıyorum:
Köy ortamında anamın bazı düşmanları vardı. Çok yamandı ve mutlaka başarılı olayım diye dayatmaları sözkonusuydu. Daha sonra birkaç kuruşluk eşya, yiyecek, giyecek; aslında bunlar o kadar da önemli değildi. Namus meselesi daha önemliydi. Ben bu namus meselesini bir türlü anlayamadım ve halen çözmeye çalışıyorum.
Namus veya namussuzluk...
Çok ilginç, yaşanmamış olsaydı söylemezdim. Nenemin kızına benim hakkımda "bu namussuz çıktı" demesi bende büyük bir kaygı olarak yer etti. Ve o günden bugüne kadar farklı bir moral değerle yaşamaya çalıştık.
Bir kere oldu diyelim.
İşte bundan sonra ardını getirmek gerekiyor. İş, sadece bu çatışmayla başlamadı. Toplumsal çelişkiler çözümlendi, ulusal sorun görüldü. İdeolojik dünya, siyasi dünya anlaşılmak istenildi. Epey mesafeler de alındı, ama işin başlangıcı hayli önemli. Daha sonraki gelişmeleri anlayabilmek için başlangıç tahlili oldukça önemli. Tabii, bu sizler için daha da önemli. Çünkü ben az çok çözüme gidiyorum. Böyle sıradan veya fazla ipe sapa gelmeyen mi desek veya çok önemli mi desek; dengesiz bir aile ortamındaki çatışmalı bir yaşamdı.
Ne aşiret çatışmasına, ne sınıf çatışmasına, ne ulus çatışmasına benziyor.
Belki de en düşmüş, son sınırına gelip dayanmış insanın, namus anlayışı için savaşımı oluyor. Şüphesiz bunun altında bir haklılık aranabilir. Fazla içeriği, güçlü bir amacı olmasa da sonucu önemlidir. Çünkü hepinizin kavgacılığının altında bu var. Bunun için çözmemiz gerekiyor. Ben kendi kavgacılığımı çözmek için kırk yılımı verdim. Ama sizler üzerinden atlıyorsunuz. Onun için de gelişemiyorsunuz.
Çelişkilerini doğru çözemeyenler güçlü kişilikler olamazlar.
Yaşamınıza büyük oranda mücadelesizlik sızmış. Mücadelesizliğin sızdığı yaşam, düşmanın sızdığı yaşamdır. Kavganın şiddetli olduğu bir yaşama düşman kolay kolay sızmaz.
En çok öfkelendiğim bir durum da, ana-babaların sizleri böyle dünyaya getirip büyütmeleridir. Bir türlü kabullenemiyorum. Çünkü büyük bir suç ve hiç saygı, başarısı olmayan bir yaşam var. Zaten ana çelişkimi bu temelde ele almıştım.
Halka da söylüyorum:
Hazır değilseniz, verecek bir dünyanız yoksa; ne diye çoluk-çocuk, mal-mülk, eş-dost diye kendi kendinizi aldatıyorsunuz? Bir şeylere hazır değilseniz, neden kendi kendinizi adam yerine koyuyorsunuz? Hiçbir şeye gücünüz yetmiyor, başarınız yok.
Analar neden çok ağlar?
Bunun sosyo-psikolojik çözümlemesini yaptık. Hiçbir bilinçleri, dolaylı ve hissi olarak çocuklarına verecek bir dünyaları yok. Çocuk büyüyecek, aç, sefil, bakımsız olacak; bunun için analar çok ağlıyorlar. Bu aynı zamanda büyük çaresizliktir. Çünkü kendilerine hükmedebilecek güçleri de yok. Ana çocuğuna düşkün, karısı kocasına, kocası karısına düşkün ve bu da sınırsız bir teslimiyete götürüyor.
Tepkilerim, ilk sezgilerim bunlara karşıt gelişti. Anama karşıt gelişti. Baba fazla üzerime gelmiyordu, gelseydi ona da tavır koyardık. Ama ana daha fazla hak-hukuk sahibi olduğunu söyleyerek üzerime geliyordu.
Tabii, biz de çocuk savunmasını yaptık.
Bu önemli bir savunmaydı. Şimdi milyonlarca Kürt çocuğu dünyanın en perişan, sahipsiz, başlarına gelecek bütün felaketleri bilmeden yaşamaya terk edilmişler. Bunun sorumlusu kim? Bunu görmemek, görüp de bir şeyler yapmamak hangi insanlıkla bağdaşır?
Bütün anlara-babalara soruyorum: Ne diye bunları hazırlıksız, eğitimsiz benim üzerime atıyorsunuz. Sizlere de sordum. Kim sizi üzerime attı? Ben gönüllü çağrı, davetiye çıkarmadım. Kendinizi yere atar gibi üzerime atıyorsunuz. Ama çok hazırlıksızsınız. Tabii, bundan biraz da analarınız ve babalarınız sorumludur. Yetiştirme, terbiye diye bir şey görmemişsiniz. Benim de öyle terbiye görecek halim yoktu, bana öğretecekleri bir şey de yoktu. Ben kendi kendimi terbiye ettim. Sizlerden temel ve büyük farkım bu. Bu büyüklüğümü kendimi terbiye etmeme borçluyum. Kocamış bebekler gibisiniz, ciddi bir intikamcılığı olan yok. Ancak "zamansız, yersiz gitti" diye, cenazenize bol bol ağlanabilir. Hanginiz adını, ününü amansız konuşturuyor? Hanginiz kendini zavalılıktan, problem olmaktan kurtarıyor? Bütün bunları ilkin analara söyledik.
Anama da söylemiştim:
"Üzerime gelme" dedim ve onu durdurdum, -hem de erken yaşta.
Bana kabul ettirmek istediği değer yargılarını, kavgacılık biçimlerini durdurmak gerektiğini çok erken yaşlarda fark ettim. Sezgilerimle, yaşam tutkularımla böyle olmaması gerektiğini bildim ve tavrımı geliştirdim.
Düşman anamı da konuşturmuştu, "Dizinin dibinde oturamadığım" biçiminde bir değerlendirmesi vardı. Dizinin dibinde oturmak, boyun eğmektir, teslimiyettir. Yine düşman, "kavgacı ortamlarda, sevginin, saygının fazla gelişkin olmadığı ortamlarda büyümekten" bahsediyor. Tabii, bahsettiği ortamı düşmanın kendisi yok etmiştir.
Sahte sevgi ve saygıyla büyümenin anlamlı olmadığını erkenden farkettik. Bize gösterilecek fazla sevginin olmadığı açıktı. Ben ta o zamanlar anamdan en ufak bir sevgi beklemedim. Hayret, beklemediğim gibi, göstermedim de. Bu da oldukça gerçekçi bir tutumdur. Olmayan şeye, neden "olur" diye kendimi aldatarak cevap vereyim veya kabul edeyim ki.
Sahte sevgiler ana kucağında başlar ve en gözükara sevdalara kadar bu sürüp gider.
Hepsi sahtedir; birinin size verecek sevgileri, saygıları yoktur. Sizin de birilerine ne vereceğiniz sevgileriniz, ne de saygılarınız var. Ama kişiliklerde aldanma, öyle gözükme tarzı; hiçbir ulusta görülmemiş derecededir. Elbette biz bu konuda da ikiyüzlülüğe düşmemeyi büyük bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Yoksa ben "neden varım" diyeyim, öyle değilsem neden kendimi öyle sayayım. Bu da en tutarlı bir gerçekliği ve gelişmemizin önemli bir nedenini ifade etmektedir. Olmamış şeyi kendine mal etme ve en kötüsü de kendisine layık görme, beklentiler, talepler, isteme veya istetme, gerçekliğinizin temeli olmaktadır.
Sizler hep "birileri bizi sevmeli, hep bizi kabul etmelidirler" anlayışındasınız. Ama bana göre ne ben, ne birileri; beni ne saymalı, ne sevmeli, ne de birileri beni kabul etmeli. Peki nasıl olmalı? Anlayarak, gerçeğe ulaşarak, mücadele ederek, kendinize saygıyı bularak, sevgi yakalayarak bu olabilir. Belki böyle olur diye çabaladık ve bunun doğru olduğu da ortaya çıktı. Bu da bir maddi zemine, savaş gerçeğine dayanıyor. Görülüyor ki, insanlar şimdi doğru temellerde daha saygılı, sevgili, edepli duruma gelmişler.
Aslında anamdan kalma daha birçok husus var. Babamı beğenmezdim; haklı olabilirdi, ama çaresizdi. Kadın hiçbir zaman kendisine göre erkek nedir bilmemiştir. Tanıdığı erkek cahil, nasıl geldiğini, nasıl gördüğünü bilmiyor. Ona verilmiş, böyle kaba bir güç olarak, kendisini tehdit eden bir güç olarak görmüş. Toplumsal gerçeklik de böyle. O toplumsal koşullarda böyle bir kadını, bir kızı anlayacak, gönlüne göre, sevgisine göre anlayacak herhangi bir durum yok, ortam yok. Hatta iradesi, bir kişiliğinin ne kadar olup olmadığı bile tartışılabilir. Aile çıkarı için veya istemi üzerine "al sana" denilmiştir, o olmazsa diğerine verilecektir. Zaten bundan çıkaracağı sonuç da öyle fazla anlamlı olamaz. Bir de kişilik itibariyle fazla moral bırakılmamış, daha doğrusu kendisine göre kocası diye anılan erkek ve köyde erkek diye bellenenler, kendisine anlamsız veya düşmanca tutumlar içinde bulunmuş. O da "madem onlar bana bu kadar yaptılar, bende kuralsız, hatta fazla utanmaya gelmeyen, sonuna kadar ve çığırından çıkmış bir kavgacılığı dayatırım" demiş.
Çok uysal bir kadın olsa, fazla kavgacı olmasa, kocaya olduğu gibi yaslansa veya bu çaresizliği gösterse, teslim olsa, belki biz de teslim olurduk veya "anam nasıl yapmışsa bütün kadınlar öyle yapsın veya babam ne etmişse, erkek ne yaptıysa öyle kabul edilsin" derdik. Ama bu kavgacılık ortamı mutlaka bir iz bırakmıştır. Bu da herhalde faydalı bir iz olarak düşünülebilir. Benim geliştirdiğim bir kadın mücadelesi var. Bu mücadele bugün ileri boyutlarda seyretmektedir. Temeli olmasaydı bu mücadelenin, bu kadar gelişmesi mümkün olamazdı.
Fakat onunki öyle ilkeli, örgütlü değil; tam tersine ilkesi de, taktiği de hiç olmayan bir mücadeleydi. Ama kendini orta yere at, sonuna kadar fırla, yürü, bağır, çağır, saldır; -mücadele biçimi buydu. Güç dengesi sıfır, hedefi hiç gözönüne getirmez, ama işte ne kadar isyan edebilirsen o kadar isyan et veya isyanda sınır tanıma. Tabii biz bunun böyle olmayacağını daha başta görüyoruz. Kavga olacaksa bile bunun belli bir mantığının olması gerekir.
Mantığın çok aşıldığı bir yerde mantık aramak, erkenden gözönüne getirdiğim bir husustu. Bu da çok aşırıya karşı bir tedbir oluyor. Elbette pratikle yakından bağlantılıdır. İlle kavga edilecekse, -bunu bana erken yaşta öğretti. Etkisi hala var. En önemlisi, tek başına biri de olsa, çok kuralsız da olsa hem aile içinde, hem aile dışındaki bazı erkeklere karşı büyük savaş vereceğini o örnekte görmüş oluyoruz.
Bir gelenek olarak bir çocuk bunu görmezse, anası mışıl mışıl uyumlu, her şeye "evet" diyorsa, sanırım çocukları üzerinde de bunu sürdürür. Sonuna kadar erkeğe, babaya, köylüye, karşısına çıkan herkese bağlı olur. Bu böyle olsaydı, bizim bu biçimde bir kadın mücadelesini fazla ilerletmemiz (en azından bu biçimde geliştirmemiz), bu kadar etkili olamazdı. Veya bu etkinin de bu eski mücadelede bir ön izi olabilir. Çünkü bir kadın bu kadar mücadele etmişse, o da ana ise, herhalde o çocuk da büyüdüğü zaman kendisine şunu soracaktır: "Benim anam gibi bir kadın bunu yaptığına göre, neden başka kadınlar bunu yapmasın ki!" Aristo mantığıyla bile bu sonuca varmak zor değil.
İşte, anaya bağlı olma mı denilir?
Anam sağken onu bu kadar derinliğine incelememiştim. Öyle mektup da göndermedim. "Nasılsın" demedim. Fakat anma denilen olayı bu son yıllarda önemli oranda geliştirdik. Son yıllardaki kadın mücadelesine baktığımızda belirgin bir gelişmenin olduğunu görüyoruz. Herhalde bütün önemli şahadetlere, ödünlere karşı verdiğimiz karşılığın bir benzerini de bu gelişme çerçevesinde yapmışız.
Haki Karer yoldaşın anısına karşılık partiyi ilan ettik. Mazlum'ların anısına verdiğimiz karşılık, daha fazla savaşa, ülkeye yönelmeydi. Agit'lerin anısına bağlılık ise, daha fazla gerillaya, ordulaşmaya yönelmekti. Buna benzer şahadetlerin anlamını gerçekçi bir mücadele ile geliştirmek istedik. Ana olayında da herhalde bu gözüküyor. Böyle bir ödün bizi kadın konusunda daha fazla böyle yapmaya götürmüş olabilir. Bu da bir etkidir diye düşünüyorum.
Kadın savaşımı bu nedenle anamın tam istediği biçimde ve onun yaptığı gibi olmazsa da; şimdi daha bilimsel, daha örgütlü, planlı ve usta taktiklerle yürütülmektedir. Erkeğin haksızlıkları var, bu açık. Bunu kabul ettik. Ama onu çözümlemek oldukça zordu. En önemlisi de anamın yaptığı gibi değil, daha mücadeleci, doğru bir mücadele anlayışı ve yöntemiyle. Tabii bu bir sonuç, onun ortasında gelişme de vardır. Anamın kişiliğine baktığımızda, kadınlardan uzak durmam gerektiğini ilk elde gözönüne getirdim. Anam böyleyken bu kadar beni zorluyorsa, kadın konusuna da kolay kolay girmemem gerekir.
Yaşanan ağır sorunları ve anamın babamla yaşadığı çok kavgalı ve zor yaşanılır aile gerçeğini gördükçe, bu önemli dersi almıştım. Bu tehlikeyi yaşamamak için oldukça temkinli, bilinçli hareket etme gereğini duydum. Babamla-anamın başına gelen neden benim başıma gelsin ki! Dikkat etmeliydim. Bu da kadın-erkek ilişkilerindeki gerçeği etkiledi.
Ana-baba arasındaki ilişki veya çelişki bütün yaşamımı en çok etkileyen özelliktir.
Ama sizler yaşamınızda buna pek dikkat etmediniz. Eğer ana-baba ilişkilerinizin gerçekliğini dikkatli bir şekilde gözden geçirseydiniz, böyle rahat yaşayamazdınız. Ama bu rahat yaşamın pek de rahat olmadığını şimdi benim çelişkili savaşımla, kişiliğimle ödüyorsunuz. Benim şansım veya şanssızlığım bu çelişkili aile gerçeğini en üst düzeyde yaşamış olmamdır.
Çocukken kendimi şanssız görüyordum. Hala hatırlıyorum, "keşke benim de falan arkadaşımın anası-babası gibi anlayışlı bir anam-babam olsa" diyordum. Daha sonraları, "keşke bir Türk aileden olsaydım" diyordum. Zorluğa gelmemek için, çelişkilerin acımasızlığını yaşamamak için bunları düşünüyordum. Ama daha sonra bu çelişkinin mücadeleyi tahrik etmesi nedeniyle, bir şans olduğu ortaya çıktı.
Şanssızlığı şansa dönüştürdüm.
Bunun da büyük bir yürütme eylemi olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte sizlerin başlangıçta böyle bir şanssızlığınız yok, şanslısınız. Ama sonuçta da büyük şanssızlığınız bu şanslı yaşamınızdan kaynaklanıyor. Bunun diyalektik ifadesini bulmamanız halinde pek iflah olmazsınız veya şansı şanssızlığa, şanssızlığı da şansa dönüştürmeyi gerçekçi temelde, doğru temelde yapamazsınız. Benim ana-baba çelişkilerimin bütün köyün alayına, dalga geçmesine yol açması ve benim üzerimde bunun yarattığı büyük üzüntüler, ayıplamalar büyük bir şanssızlıktı. Ama bunun beni sürekli ezmesi, zorlaması beni yaratıcılığa itti. Bu da gelişmenin ana dinamiğidir.
En önemlisi de ailecilik konusunda hayale kapılmadım, sizin yaşadığınıza benzer kolay ailecilik hayallerini esas almamam çok önemli. Çekinmem, ihtiyatlı olmam, tepki duymam daha sonraki süreçlerde oldukça yararlı olmuştur. Hala kadın-erkek ilişkileri üzerine bu kadar önemle duruyorsam, bu çelişki nedeniyledir. Şimdi çok açık görülüyor ki, eğer bu çelişki çözümlenmese ne sınıfsal, ne ulusal çelişki anlaşılır. Bırakın çözümlenmesi, sizler şu anda bu çelişkinin birer kölesi gibisiniz. Bu çelişkiyi anlamaya ya da kendi üzerinizdeki etkisini sıyırmaya gücünüz yoktur. Daha sonraki tespitlerimizde "aile kördüğümü insanımızın iradesini de, düşüncesini de kör etmiştir" dedik. Bu yüzden yetenekler gelişmiyor. Kavgacılık en ilkel tarzda, anlayışlar oldukça dar, kişilikler oldukça cüce. Neden? Çünkü aile kördüğümü sizi baştan bağlamış. Ama ben yırttım, nitekim köyde, "ipini koran adam, anasını-babasını dinlemeyen adam, yoldan çıkmış adam, vah vah, kimsenin çocuğunun böyle olmaması gerekir" denen bir çocuktum. Ama dediğim gibi, bu şanssızlığı daha sonra şansa dönüştürdük. Sizler ise bağlandınız. Aileler her gün yenilgiyi aşılar, "oğlum adam ol, her gün büyüklerine bağlı ol, al seni çok seviyorum, oğlum al sana en iyisi, büyüklerine saygılı ol." Bütün bunlar yalandır. Olmayan şeylerin olur gibi sunulmasıdır. Onun için ne sevginiz, ne saygınız, ne bir yüksek çözüm gücünüz, ne de kavgacılığınız var.
Çelişkiler çözümlenmez ve uğruna büyük savaşlar verilmezse, kişilik koca bir yalandan ibarettir.
İşte benim şanssızlığımın şansa dönüşmesi de bu yalana düşmemeyi öğrenmek temelinde olmuştur.
Çelişkiler tahrik edilmiş durumda.
Mevcut durumda çelişki yöntemi bende dünya çapında ustalıklı temeldedir. Bana kimin gücü yetebilir ki! Halkın deyişiyle "Adam oğlu olma" bence buna denilebilir. Bunu bir kader olarak görmedim. Ama sizler yaşamla ilişkiyi öyle görmüş ve öyle bellemişsiniz ki, bu kadercilik yüzünden haliniz orta yerde duruyor. Benim ise kollarım zincirlerinden boşalmış, yüreğim de öyle. Serbest hareket ediyorum. Ama sizler hareket edemiyorsunuz. Ne kadar acı, -bütün savaş imkanlarını sizlere vermemize rağmen...
Kimse bana bir şey vermedi, ben kendi kendimi yetiştiren biriyim. Analar sizler için çok ağlayacaklarına, sizin gibileri doğurup, büyütmeseydiler daha iyi ederlerdi. Böyle yeteneksiz, çaresiz, hep ağlanılacak çocukları ne yapayım?
Ağlamayı da erkenden kestim, -bu da ilginçtir.
Hatırlıyorum, çocukken benim kadar ağlayan yoktu. Öyle ağlıyordum ki, köyde duymayan yoktu. Sonra anladım ki, bu da beyhudedir. Ağlamakla hiçbir yere varılamaz. İlk isyanda istediğim kadar ağladım ve ondan sonra durdum. O gün bugündür fazla ağlamaya gelmem. Bu da ana ve aile gerçekliğiyle bağlantılıdır.
Savaşta komutanın en temel özelliği ağlamamasıdır. Ama neredeyse ağlamayanız yok gibidir. Dediğim gibi, olmayan vicdanı, rahatlığı, sevgiyi olur gibi, varmış gibi görmenizin vicdansızlıkla bağlantısı oldukça somut. Saygılı olmayan, sevgili olmayan, duyarlı, hassas duygularınız sizleri büyük bir vicdansızlıkla karşı karşıya bırakıyor. Yanlış yetişme tarzı, geleneklere göre kötü şekillenmeniz, vicdansızlığın en temel kaynağıdır.
Bu vicdana nasıl ulaştım?
Büyük savaşımla.
İlkin ana-babaların bana fazla verecekleri bir sevgi, bir saygı olmadığını görünce, kendim denemeye giriştim. Çevremi oluşturdum. Çevre oluşturmak için de büyük iyilikleri yapman gerekiyor. Bir kuşu bile beş-on parçaya bölüp dağıtmam ilk sevgi, bağlılık ilişkilerine duyduğum ihtiyaçtan dolayıdır.
"Yalnızlığımı gidermek istiyorsam, havadaki kuşu avlayıp etrafıma dağıtmam gerekir" düşüncesine ta o yaşlarda ulaştım.
Bu bir örgütleme tarzıydı.
Şimdi bakıyorum, siz hazır imkanları bile hiç hakkınız olmadığı halde büyük bir vicdansızlıkla (ki, onu da ana-babanızdan öğrenmişsiniz) harcıyorsunuz. Çünkü büyük bir kısmınızın, ya başkaları sizin emeğinizi hırsızlamış; ya da sizler büyüklerinizden öğrendiğiniz gibi hırsızlamışsınız. Sizlere de bunu öğretmişler ve değerlere hep bu gözle bakıyorsunuz. Dağıtıp kötülüyorsunuz, aslında kendinizi dağıtıyorsunuz. Kendinizi bile yok ediyorsunuz. Adeta beleşten satıyorsunuz, ama farkında değilsiniz.
Kazanmasını bilmeyenler, paylaşmasını da bilmezler. Kendi emeğiyle kazanmasını bilmeyenler, hovardaca harcalar. Bunun için değerlerin kıymetini bilmek gerekiyorsa, onun amansız kazanımını bilmek lazım. Ben bunu defalarca söyledim.
Neden erkenden kuş avlamak zorunda kaldım? Yine babamın, hatta bazı böyle kişilerin, ailelerin değerlerini, gittim kopardım. Gücü etrafıma dağıtıp belli bir örgüt gücü oluşturdum, hatta rüşvet almayı da buna bağladım. Zorlu süreçlerde örgütü oluşturmak için başka türlü yapılamazdı. Ama şimdi örgütümüzün başındakiler, değerleri öyle bir çalıyorlar ki... Hatta bazıları hırsızlayıp kaçıyorlar. Vicdan bunun neresinde? Sizlere göre değer savaşımı yoktur. Değer savaşımı üzerine kan dağıtıyorsunuz, ama vicdanınız bile sızlamıyor. O erken yaşımda bir kuşun nasıl avlandığını ben biliyorum. Ayrıca grup oluşturmaya ihtiyacım var, ne ile yapacağım onu? Marifetin olmazsa, senden bir çıkar görmezlerse gelirler mi?
Okuma işi de öyleydi. Birkaç kelime öğrendiğimizde ilk etapta grupa vermek istedik. Başka türlü çocukları etrafımıza nasıl toplayacağız? Bütün hayat süreçleri böyle olmuştur. Sizler bunu da anlayamıyorsunuz. Bundan dolayı ne kendinize, ne de çevrenize yararınız oluyor. Haydan gelen huya, çar gelen naçar gidiyor. Sonuçta vicdan diye bir şey kalmıyor. Ama biz öyle değiliz, büyük bir vicdan oluşturmuşuz ve bu da özgür yaşama duyduğumuz istektendir.
Anam şunu sıkı sıkıya belletirdi:
"Çalışmadan sana tek bir kuru ekmek yok."
Saç üzerindeki bir ekmeği almak benim için büyük bir meseleydi. Hedefimiz o ekmeğe ulaşmaktı. Anam öyle yüksek bir yere koyardı ki, ona ulaşmak oldukça zordu, hatta gizlerdi. Ekmeği bulmak için bayağı mücadele verirdik. Ekmek kavgası ta o zamanlarda başlamış ve hala devam ediyor.
Çocukluk anılarımıza ihanet etmemek bizim için önemli bir ilkedir.
"Çalış kazan" diyorlardı. Bunu da iliklerimize işletinceye kadar dayatıyorlardı. İşte ekmek kavgası böyle başladı. Sanıyorum yetişme tarzından dolayı, ciddi bir ekmek kavgasına girişmeden sizlere hep hazır verildi. Her şeyi hazır Allah'tan bekler gibi beklediniz. Ekmek için kavgayı bilmiyorsunuz. Sizlere göre yemek yemek çok kolay, çocuklar ağladıkları zaman önüne yemek koyarlar. Anaların en büyük hatası sizi ekmek kavgacısı olarak yetiştirmemeleridir. Sizlere çok yumuşak davranmışlar. Varını-yoğunu biriktirip vermişler. Gerçek dışı bir yaklaşımla büyütülmüşsünüz.
Emeğe fazla saygılı olmayan bir nesil.
Sonradan da ana-babaların parası bitmiştir ve serserileşme dönemi başlamıştır. Tıpkı savaştaki gerçeğiniz gibi. Ana-babaların kabahati budur. Ekmek kavgacısı yapamayacaksa, bu çocuğu neden büyütüyor? Savaştırmasını bilmiyorsan, neden bunları çıkardın karşıma? Bu ülkede, bu halkın maddi gerçeğinde ekmek kavgacısı olmak bütün kavgaların başında yer alır. Ama şimdi bakıyorum, yediklerinin yarısını atıyorlar. Bana inanılmaz bir suç, sorumsuzluk gibi geliyor. Adeta bütün attığınız o ekmekleri alıp yemek istiyorum. Bir aralar beni ziyaret eden bir Fransız gazetecisi hayretler içerisinde kaldı: "Nasıl böyle soğan ve ekmekle idare ediyorsunuz" dedi. Elbette, bu benim yaşam ilkem, belki ayıplarsınız, ama kavgacılığımı doğru göstermek zorundayım.
Daha sonraki yaşlarda kontrolden çıktığım için, her ana gibi herhalde o da düşünmüştür: "Bunun sonu nereye gidecek?" Her ana çocuğunu başgöz etmek isteyebilir. O süreçlerde sanıyorum pek umudu yoktu. Beni akıllı bulmuyordu. Geleneklere göre kızlarını veriyordu, oğullarına bilmem kız alıyordu. Ama benim durumum farklıydı. Ne olacağımı pek anlayamamıştı. Kız verme-kız alma meselesinde herhalde yaklaşımı geleneksel etkiyi kırmaktı. Kıramadığı, etkisi altında olduğu açık. Fakat bende etkisi nasıl olabilir? Objektif olarak, konuyu küçümsememek, konuyu ciddi ele almak gerekir. Aileye göre insan yetişmeyince, her şey biraz daha altüst olur. Tam koltuğunun altında, dizinin dibinde olsaydım mutlaka kendilerine göre birisi yaparlardı beni. Ucuzundan bir koca veya bir karı olarak çocuklarını gerçekleştirmek isterlerdi. Tabii bu daha sonraki bütün düşüşlerin, bütün toplumsal gereklerin, yine bizim toplumsal gerçekliğimiz sözkonusu olduğunda tükenişin, başarısızlığın, düşüşün, toplumsal gerçekliğimiz ne kadar kabul ediyorsa o kadar olmasının sonucuna götürecekti. Bu tuzağa düşmemek, bu aile gerçeğiyle biraz bağlantılıdır.
Ama sizler kontrol altındasınız. Objektif olarak üzerinizde geleneklerin ve geleneksel toplumun etkisi büyük. Bu da geliştirememenin, cüce bırakılmanın en büyük nedeni ve hala sizlerle bu temelde uğraşıyoruz. Geleneksel karı-koca olmaya çok yatkınsınız. Zaten bizim ailede bu da fazla gelişmemişti. Ne babam iyi bir kocaydı, ne anam iyi bir karıydı. Hatta bana göre bu konuda en büyük sorunu yaşayan karı-kocaydı. Babamın kendini başarılı bir erkek görmesi mümkün değildi veya "ben şöyle bir kocayım" demesi çok zordu. Anamında "ne güzel bir karıyım" demesi çok zordu. Başarılı, mutlu oldukları, saygılı, anlayışlı oldukları hiç söylenemez.
Bunun üzerimizdeki etkisi ise oldukça ilginç.
Şans mı, şansızlık mı?
Sizin için iyi mi, kötü mü? Yorumu sizlerin. Ama genel Kürdistan ailesini gözönüne getirdiğimizde bunun çok çarpıcı bir şans olduğu ortaya çıkıyor. Kürdistan ailesi her ne kadar geleneklerin ağır etkisi altında terbiye görmüşse de, erkek kadını korkunç derecede namus meselesi yapıyor. Kadın da hiç içeriği, özü olmadığı halde, erkeğin kadını olmak için kendini geleneklere göre olağanüstü zorluyor. Ve geleneklerin güçlülüğü en temel kaybetme nedenidir.
Köleliğin en temel kaynağı, kurumu bu ise, demek ki bizim ailede bir türlü geleneğe göre kurulamayan karı-koca ilişkisi büyük bir çözüm zeminiymiş. Anamın babaya iyi bir karşı koymayı becerememesi veya onu mümkün görmemesi, böyle bir kocayı kabul etmemesi, üzerimde bayağı etkili olmuş. Adam çeşitli nedenlerden dolayı böyle davransa da, yine anamın özgün nedenleri de olsa, bunun böyle gelişmesi daha doğru sonuçlara yol açıyor. Ve Kürdistan ailesi tarihin bu sürecinde en problemli, diğer yandan çelişkiyi gizleyen, çözümsüzlüğü yaşatan en önemli kurumdur. Bunun bizim aile gerçekliğimizde neredeyse tam bir çözülüşü, anlamsızlığı yaşaması, benim de bu ortamı değerlendirmiş olmam, gelişmemizin en önemli bir çıkış nedeni oluyor.
Başlangıçta şanssızlık dediğim, daha sonra büyük bir şansa dönüşüyor.
Eminim ki, iyi bir karı-koca olsaydı bunlar, erken yaşlarda ben de onlara özenirdim. Tabii ananın da kendine göre bulduğu zayıf kocayı karşısına alması, ona karşı sürekli savaşım içinde olması bende iki yönlü düşünce ve duygu geliştirdi. Böyle koca olmamak gerekir. Ama böyle karı da olmaz, olmaması gerekir. Fakat olmuş, nasıl aşacaksın? Böyle koca olunacağına hiç olma. Veya bir kadının böyle zorlaması mı, zorlanması mı? En sağlıksızı, en sakıncalısı daha sonra anlaşıldı.
Bu bir Kürdistan çelişkisidir.
Artık Kürdistan'da maddi ve manevi olarak alt ve üstyapıda aile çözülüyor, klasik ilişkiler bozuluyor. Yenisinin de pek imkanı yok. Eski hiç taşınmıyor. Bu iliklerine kadar herkeste ve her yerde gözüküyor. Ama yenisini kurmak konusunda kimsenin en ufacık bir mecali, gücü yok. Tam da bu noktada olağanüstü bir çözüm gücü olarak bir şansı yakalamış oluyorum veya şanssızlığı şansa dönüştürüyorum. Büyük çaresizliği çareye dönüştürüyorum. Eminim ki, böyle aşırı bir çözülme veya çelişki olmasaydı bu kadar büyük yeniliğe amansız atılmazdık.
Hatırlıyorum, her eve gidişimde, her bu ilişkiye tanık oluşumda gırtlağıma kadar öfkeyle doluyordum. Ve fırlıyordum, metropole, okullara ve orada bu çelişkiyi çözmek için birikim yapıyordum. Her altı ayda bir köye gelişlerim benim için büyük bir devrim sıçraması demekti.
Yetmeyen, tamamen çözülme aşamasına gelmiş, fakat geleneklerin çok ağır olan etkisi nedeniyle de dışa vurmayan namus anlayışı adı altında, karılık-kocalık geleneği vardır. Toplumumuzda güçsüzlüğün ifadesi olarak, belki de hiçbir toplumda görülmemiş ölçüde onlara sarılma güçlüdür. Kocanın hiçbir şeye gücü yetmez; karısı üzerindeki hukukuna, geleneğine de dayanarak bütün gücünü konuşturur. Yine kadın çok çaresizdir. Her şeyiyle kocaya sığınma gereğini duyar. Bu da köleliğin en temel bir nedeni oluyor. Kürdistan çapında en temel bir çelişki oluyor. Çözülme hızlandıkça bu daha da gericileşiyor, tutuculaşıyor.
Kürdistan'ın bu en baş çelişkisi bizim koşullarımızda, felaket halini alıyor.
İşte talih veya talihsizlik.
Tam da bu noktada artık bunu aşmamız gerekiyor. Bırak aile namusunu, bırak ailecilik yapmayı, karılık-kocalık yapmayı; bunları fazla ciddiye alma, kendine ve kendinde yeniyi ara. Bildiğiniz gibi, kendimizi çare olmaya doğru götürme, en tabu konularda bile özgürlüğü esas alma, yaratıcılığı esas alma; bu anlamda çözümü yakalayabilme yönelimimiz devam ediyor. İyi karılar, iyi kocalar olma yerine, iyi savaşçı olmak esas alınıyor. Çözümleyici savaşçı, başarılı savaşçı; ana ocağından çıkardığımız en temel bir sonuçtur. Bana göre iyi savaşçı olamayanların hiçbir yaşam şansları olamaz. Bırak karı-koca olmalarını, insan bile olamazlar.
Bugün dolayısıyla açıklıkla söylemeliyim ki, anamın bana öğrettiği en temel gerçeklik budur. Önce iyi adam ol, iyi savaşçı ol. Biz bu yaşımıza gelmişiz hala iyi savaşçı olma peşindeyiz. Tabii aileler ise iyi savaşçı olmayı önlemek için daha 12-13 yaşlarında "iyi karı ol, iyi koca ol" çağrısını vermiş ve uygulatmışlardır. Bizim ailede bunun fazla geçerli olmaması, benim üzerimde etkisinin fazla gelişmemesi önemli.
Düşünün, bu yaşlarda böyle bir geleneğin etkisine girmek her şeyin bitişidir. Fiilen girmeseniz bile duygu, namus itibariyle girmiş olmak; savaşçılığın hiç gelişmemesinin temel nedenlerinden biridir. Benim kavgacılığımın patlama göstermesi bu geleneği erken yaşlarda yıkmamdan dolayıdır. Aile gerçeğine göre erken yaşlarda bir karılaşma, kocalaşma; işin bitişi demektir. Bakın ben bu çelişkiyi, biraz doğru ele aldım. Sizi bu yönlü iyi karılar, iyi kocalar olmaktan alıkoyduğumuz için gücünüz, enerjiniz, bilinciniz, dolayısıyla savaşçılığınız biraz devam ediyor. Belki geleneklere göre bir yaşam sizi rahatlatabilirdi. Ama bana göre, bunun maddi temeli yoktur. Maddi temeli olmayan bir şeye göre kendinizi yatırmanızın da hiçbir anlam yoktur.
Bu ülkede yaşamak istiyorsanız, bu iyi bir eş, dost, ahbap-çavuş, hemşeri olmaktan geçmez; tam tersine iyi bir toplumsal savaşçı ve ondan sonra ulusal savaşçı olmaktan geçer. Çözümlemeler ortaya koymuştur ki, iyi bir hemşericilik, ahbap-çavuşluk, yarenlik, hele hele iyi bir eş-dostluk, kadın-erkek ilişkisi savaşçılığı bitirir. Bunun yerine biz hangi bağları esas aldık? Hemşericilik bağları yerine, ulusal bağları, ahbap-çavuşluk bağları yerine, sınıfsal, siyasal bağları; ucuz eş-dost, sahte karasevda bağlılıkları yerine, yaman örgütsel ilişkileri, yoldaşlık ilişkilerini esas aldık. Düşünün, ben bu konuda, olağanüstü bir şekilde hem temellerini dikkatli atıyorum, hem pratiğini yürütüyorum. Görüyorsunuz ki, bu dünyanın hayretini çekiyor. Bu kadar geri toplumsal koşullarda nasıl böyle çelikten bağlar oluşmuş diye. Bu mücadele gerçeğiyle bağlantılıdır.
Tam da bu noktada, kadın ordulaşmasının da, erkek ordulaşmasının da ne anlama geldiği şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Hiçbir kitapta böyle bir ordulaşma ilkesi yoktur. Ama bana göre bizim toplumsal gerçeğimizin çözümlenmesinde böyle ilkelere ihtiyaç vardır. Hala tam anlamamışsınız, ama toplumsal gerçekliği sağlam çözümleyen birisi bunu yakalayabilir. Kürt erkeğinin durumunu çözmek için, olağanüstü tedbirlere ihtiyaç var. Bunlardan biri de kadın ordulaşmasıdır. Tabii, bunu da yanlış anladılar. Silahı verirsin eline, erkek nasıl yapıyorsa o da öyle yapsın. Bu anlamda bir ordulaşmanın mümkün olmadığını bilmekte fazla zorluk yoktur. Daha değişik bir ordulaşmadır. İşte anamın kavgacılığı, bilmem hiç kurala, kaideye gelmeyen, kadın ordulaşmasına dönüştürülüyor diyelim. Bu çok gerekli. Neden gerekli? Madem anam kocayı beğenmiyorsa, kocayı ortaya çıkarması lazım. Nasıl ortaya çıkaracak? Mücadeleyle; mücadeleyi bilmesi lazım.
Şimdi bütün kızlar, haklı olarak karşılarında anlayışlı bir erkek görmek isterler. Bunun için ne gerekli? Kavga.
Anlayış desen, fazla imkan yok. Kocanın veya erkeğin sana vereceği fazla bir şey yok. Kendisi çaresiz. Kürt erkeği bu anlamda oldukça zavallı. Hem komik, hem trajik bir durumu yaşıyor. Kızlar daha zavallı, daha bilinçsiz ve çaresiz. Peki bu ikisinin kaynaşımı neye yol açar? Trajik-komik bir duruma yol açıyor. İşte buna da fırsat vermemek, devrimciliğimizin en önemli bir yanıdır. Hatta günlük olarak da pratikte ben birçok erkek kadın veya delikanlı-kız çözümlemesini yapıyorum. Gelenlerin büyük bir kısmı, geleneklerine göre aslında evde fazla bulamadıklarını, kolektif bir kaçış pratiğine girerek karşılamak istiyorlar. Saflarımızda her kız neredeyse kendine göre bir erkeğe kaçmış aslında. Ama yanlış, bunu düzeltmek gerekiyor. Çaresizlikten dolayı geliyor. Yanlış. Kavgalı ve bilinçli bir şekilde örgüte gelmesi gerekiyor.
Önderliği tanımak gerekiyor. Kavga temelinde başladı ve şimdi oldukça planlı ve örgütlüdür. Erkek eski erkek, kız da eski kız. Benim açımdan bunların hiçbiri kabul edilmez. Ama diyeceksiniz ki, "biz böyle yetişmişiz, sen öyle yetişmişsin" anlayışı düşmanın egemenliğine götürüyor, toplumsal çözümsüzlüğü derinleştiriyor. Gerçekler böyle söylüyor. Senin nazik yetişmene, anlayışına ben ne diyeyim? Yaşamak istiyorsun; bunun için benim kadar savaşan var mı? Kavgasını vermeden neyi yaşayacaksın? Ben bütün sadakatimle ve açıklığımla şunu size söyledim; isteyen yaşasın bakalım. Parçalamadan, dökmeden kaçırtmadan.
Hayretler içindeyim, arkadaşlarımız bu kadar yaşlanmışlar. Hatta bu kadar kadın-erkek birikmiş saflarımızda. Geliştirilen ilişkilerin hepsi bana göre çok tehlikeli. Her gün raporlar alıyorum. Kadın fırsatı buluyor mutlaka düşürüyor. Erkek buldu mu daha tehlikeli oluyor. Zaaflarını konuşturuyorlar. Çok aşağılık mı desem, bunları kovsam mı diyorum. Bunları nasıl eğitelim? Her gün kafamda binbir türlü evirip çeviriyorum. İşte kadın ordulaşması, savaşçılığı, erkeği hizaya getirme, geliştirme, savaştırma bu derin endişelerle bağlantılı. Gün gibi belli. Savaşçılığı önleme temelinde geliyorlar veya savaştan kaçmak için yaklaşım geliştiriyorlar. Ama bayılıyorlar.
Günlük alan raporlarına bakıyorum; ana karargahtan tutalım herhangi bir bölgeye kadar, en değme militanımızın, erkek ve kızımızın ilişkisine bu basit emelleri yerine gelmezse "intihar ederiz" diyorlar, fırsat buldular mı derhal koalisyon kuruyorlar. Kime karşı, niçin? Basit, belki de varsa bir yaşamları; sevmesini bilseler ben de alkışlardım. Onu da becerdikleri yok. Sırf laf olsun, hayalleri, güdüleri tatmin olsun diye. Büyük aşkı yakalamak veya büyük yiğitliği, savaşçılığı esas almak ödürsen aklına gelmiyor. Tepkiyle ve zoraki bir memur gibi, "biraz PKK'ye çalışırım, ondan sonra kendi ilkelliklerimi, güdülerimi yaşarım" zihniyeti içindeler.
Ama maalesef yaşananlar da bunlardır. Geçen gün bir raporda okudum, bir kız arkadaşımız diyor, "bizim yaptığımız temel hata, toplumsal temelde günde on defa evleniyoruz. Parti Önderliği ise bakireliğini sımsıkı koruyor." İlginç bir değerlendirme. Evet, sizler her gün evleniyorsunuz. Klasik anlamda ve toplumsal temelde bağlılık düzeylerinizi, alışkanlıklarınızı gözönüne getiriniz: Her gün evleniyorsunuz.
Aşkı, ilişkiyi doğru anlamak, hiç kimsenin yanından geçmediği bir durum oluyor. İlle de "ya teslim olur, ya teslim oluruz." Bırak toplumu, saflarımızda tam bir bela durumu. Kabul etmeyeceğimiz açık. Yüksek savaşçılık özelliği göstermeyen kadını da, erkeği de ben adam yerine koymam. "Ya kadınsız, erkeksiz olunur mu?" diyeceksiniz, olunmaz ama her şeyden önce kavgasız da olunmaz. Kavgayı biliyor musunuz? Kavgayı bilmeden yaşamı anlayamazsınız. Yaşamın kıymetini, dolayısıyla çok doğal, çok zorunlu olan kadın-erkek ilişkisini da anlayamazsınız. Anlayamadığınız en temel bir önderliksel savaş özelliğidir.
Eski tarzla ilişki geliştiremezsiniz. Örgüt imkanlarını kullanarak, örgütün özgürlük ortamını yanlış kullanarak, "ya işte bak etki altına alacağım ne kadar kız var, erkek var. Yetkim, kanun gibi kurallarım da var. Fırsat buldukça uygularım." Hayır. Belki toplumda rahattın, ama PKK içinde bunlar çok zor. "Bazıları uyguluyor" diyeceksiniz. Uyguluyorsa açığa çıkıyor. Ben her şeyden önce kendime uyguluyorum, bu yaşa gelmişim, dikkat edin.
Savaşa göre olmayan ilişki, aşk; kaç para eder. Ben bile daha tam cesaret edemiyorum. Herkes beni belki korkak olarak da değerlendirebilir. Ama sen kim oluyorsun? Savaşçılığın yanından geçmiyorsun. Savaşçılığı da kaba anlamayın, "öyle silah sıkıyoruz. Vay birkaç eylem de yaptık. Daha bizden ne isteniyor?" demeyin. Ben bu anlamdaki savaşçılığı yüzde bir bile savaşçılık saymam. Savaşçılık kapsamlıdır. Ruhtan tutalım fiziğe kadar, sıcak savaşımdan ruhsal savaşıma kadar, hepsi savaşçılığın kapsamına girer.
Önderlik ilkesi, her şeyden önce savaş ilkesidir. Ondan sonra yaşam gelir, ekmek gelir, vicdan gelir, sevgi gelir, aşk gelir. Bırak aşkı, siz ilkel güdülere bile anlam veremiyorsunuz. Oysa PKK savaşçılığında bunları muazzam dönüştürme diyalektiği geçerlidir. Bu halinizle bırak size erkek demek, eskiden olsaydı köle diye piyasada satmazlardı veya alıcı bile çıkmazdı. Kızlar için de öyle. Çünkü fazla biçimli olmayan kızları kimse köle, cariye diye satın almazdı. Gerçeklik bu. Sarsılmak için bunları bilmeniz gerekiyor. Yaşamın kolay olmadığını, savaşçılığın boş bir iş olmadığını mutlaka anlamanız gerekiyor.
Neden bu kadar zorladım? Keyfimle mi seçtim bu durumu? Yok. Ezildim ezildim, boğuldum; boğuldum, büzüldüm; büzüldüm, vuruldum; vuruldum ve daha sonra "çıkış" dedim.
Dikkat edin, kendim içim yapmadığım, yaşamadığım ortamları size yaptırıyorum, size yaşatıyorum. Benden daha arkadaş canlısı kimse olamaz. Anamın "senin çalıştığın gibi çalışmazlar" diye bir sözü vardı. Toplum mantığıyla alakası yok. Ama ben bu konuda da isyanı esas aldım. Tabii o bunu fark ediyordu. Anasının istemine göre bir grup oluşturmak tehlikeliydi. Ama biz bunu denedik ve sizler bunun ürünüsünüz. Anama rağmen, grup kurmaya cesaret edişim, sizi siz yapan temel özelliktir. Sizler bunları bilmeden kendinizi adam yerine koyamazsınız.
Belki kendinize göre çok ulaşılmaz veya tehlikeli, anlamsız bulursunuz. Ama ben de söylüyorum; biz bu kavgayı şimdiye kadar böyle yarattık ve şimdi ise kavganın başıyız. Hatta neredeyse ilah kadar başındayız. Kendimi zorla mı dayattım? Hayır. Toplum itiyor, sizler her gün istiyorsunuz. Ben güçlü bir merkez, militan olmanızı isterdim. Fakat her şey bana yıkılıyor. O zaman sizlere düşen bunu öğrenmektir. Buna katılmamak, bunu boşa çıkarmak değil, hiç olmazsa doğru bir öğrenme gücü göstermek. Ondan sonra karar verin, varsanız "evet", yoksanız "hayır, bu deli işidir" deyin. Ya izin isteyerek, ya da isyan ederek kaçın. Biz ikisine de varız. Neden her gün Önderlik yeminleri ediyorsunuz? Gerçeğinizi biraz öğrenmek için değil mi? Herkes "bütün gücümüzü sizden alıyoruz" diyor. Ama bu gücün nasıl bir güç olduğunu, nasıl oluştuğunu kimse anlamak istemiyor. Tersine çarçur ediyor. Basit bir ekmek kavgası, hatta savaşçılık bile, Önderlik gerçeğinde bu biçimdedir. Neden kaçacaksınız? Ben mi anama, "beni dünyaya getir" dedim. Yok. Topluma göre, kendime göre oldum. Ondan sonra kendimi korumaya almam, özgürlüğün ilk adımıydı ve yaptım. Günah mı bu? Sizler için çok mu kötü oldu? Başka nasıl iyi evlat olunur? Şimdi hiç olmazsa nizamınız var. Birliktesiniz, biraz gücünüz var. Hatta bu ülkede en güçlüsü de oluyorsunuz. Bu, savaşçılıkla mümkün olmadı mı? Başkaları mı yaptı? Sizlere bırakılsa, acaba kaç saat ayakta kalırsınız?
Hikaye böyle.
Namus belası mı dersiniz, namus sorunu mu dersiniz, ne derseniz deyin, içine girdik ve buraya kadar getirdik.
Anlayışlı çocuğun namus meselesi, şimdi bir ülke meselesi, bir savaş meselesi, bir parti meselesi, bir kişilik meselesi, bir kadın meselesi, bir erkek meselesi oldu.
Kendisine saygılıydı. Özgürlüğü esas aldı ve bunlar için savaştı, sonuçta buraya kadar geldi. Ağlayacağınıza, sızlayacağınıza anlamaya çalışın. Anlamaya çalışırsanız iyi edersiniz.
Kırk yıldan sonra anaya olan gerçek sevgi şimdi anlaşılıyor.
Anaya layık olmanın büyük bir savaşçılıkla mümkün olduğu bugün ortaya çıkmıştır. Şimdi olsaydı anam, belki anlam vermeye çalışırdı. Aslında düşündüğüm kadar kötü birisi de değildi.
DEP kongresine gittiğinde Musa Anter'le elleri havadaydı.
Musta Anter eski bir yurtsever, diğeri de anaydı.
Fakat elleri buluşmuştu. Yani bir şeylere aklı erişmişti.
Anaya doğru saygı göstermem en temel gelişmelerden biridir. Zaten anaların bu kadar evlatlarını hiçbir gözyaşı dökmeden Önderliğin emrine vermeleri bunu çok açık gösteriyor. Bu büyük bir gelişme.
Anaları gururlandıracak kadar büyük işler yapmışız.
Kürdistan analarına bu hem yaraşır, hem de bu kurtarabilir.
Kadın emeği üzerine, kadın çabası üzerine yatan bir kişi değiliz. Bu ana da olsa, bir kadını ucuz kullanmaya, onu kendimiz için çalıştırmaya tenezzül etmeyiz. Bu anlayıştan yola çıkarak, kişiliğimiz itibariyle daha fazla vermemiz gerektiğini, büyük vermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Anamın benden bu kadar talepte bulunması, ısrar etmesi, benim de bunlara büyük bir cevapla karşılık vermiş olmam önemlidir. Basit hediyelerle bunun olmayacağını, analık hakkının böyle çalışarak, işte küçük bir memur, birkaç kuruş para, yiyecek, giyecekle karşılanamayacağını gösterdik.
Bu basit bir hediye, ama en büyük hediyenin böyle bir kadın çalışması olduğunu düşünüyorum. Bu da yapılmıştır. Bu anma, bu anlamda bir gerçekleştirmeyle, gerçek karşılığını vermeyle hesabını gördürmüştür. İlle birisi ana hakkına, bir ana da ille kendi hakkınakarşılık istiyorsa, böyle bir savaşımı kabul etmelidir ve hatta bu savaşımı istemelidir. İşte biz bunu yaptık. Şimdi bütün analar da bunu anlıyorlar ve ana büyüklüğü bu temelde anlam buluyor. Kadınlar içinde bu savaş anlam bulabiliyor. Yiğit oğul böyle olur, bana göre, kadına göre, anaya göre. Ama dediğim gibi bu sadece bir savaştır. Dahası savaşı ustalıkla yürütmeye bağlıdır. Sanırım anam buna bir şey demezdi. Sonuna kadar o da kavga ediyordu. O zaman ben de sizin için sonuna kadar doğru temelde kavga edeceğim. Ne isterseniz bu kavgayla bağlantılı bulabilirsiniz. Başka hiç kimse oğlunu yanlış anlamamalı ve ondan yanlış talepte bulunmamalı.
Anaların yüreğini az çok anladığım söylenebilir.
Anlamayanlar partimiz içinde, erken şahadetlere yol açan kişilerdir. Ben bunların analarına da, yoldaşlarına da pek saygılı olmadıklarını söylüyorum. Yaşam için kavga ne kadar zor olursa olsun, bunu sonuna kadar geliştirmeye varım. Ama en az onun kadar bu kavganın yol yöntemlerine müthiş bir yürekle karşılık vermek gerektiğini açıklıkla gösteriyorum.
Sizler de analara saygılı olmalısınız. Onların gerçekliğine yalnız benim hesap vermem doğru değildir. Sizlerin de vermeniz gereken hesapları var. Kötü savaşıyorsunuz, düşüyorsunuz. Bundan dolayı anaların istemi hep bana düşüyor. Anama doğru dürüst hesap vermiyorum. Hepinizin analarına nasıl hesap vereceğim? Olmadık yerde düşerseniz, savaşmayı doğru-dürüst bilmezseniz, "sizde hiç vicdan yok mu" demek gerekiyor.
Bu kadar ana yüreği nasıl dayanacak?
Biraz vicdanlı olun. Yeter bu kadar vicdansızlık, inkarcılık. Ağlamayı durdurmakla analara büyük iyilik yaptığımızı düşünüyoruz.
Analar şimdi daha az ağlıyor.
Birkaç oğul verenler bile bazen hiç ağlamıyor. Bu büyük bir gelişmedir. Ama ağlayışlarına yol açmamak da, onlara yaraşır oğul ve kızlar olmak da, bize düşer. Bu bizim temel görevimizdir.
4 Nisan 1996
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
AGİT'i anmak, O'nun mücadelesini anlatmak; gerçekte ulusal ve toplumsal özgürlük ve demokrasi mücadelemizin önde gelen kahramanlarından birini anmak ve bu destanını anlamaktır. Bir halkın ve yine onun mazlum sınıflarının soylu geçmiş ve geleceğini kişiliğinde birleştirmiş olanların ölümünden ya da yitirilmesinden bahsedilebilir mi?
Büyük insanları, seçkin önderleri, halkların kurtuluş umudu olan yaşamı yaratanları anlatmak çok zor. Yaşamları, bilinen anıları, bugüne ulaşmış söz, belirleme ya da tutum- davranışları düşünülebilir. Onların sıradanlığı aşan yanları, ayırt edici özellikleri bir bir sayılabilir. Ama yetmiyor. Her biri bir roman kahramanı, yaşamlarının her bir anı destan konusu olan bu seçkin insanları anlatmaya yetmiyor. Çünkü onlar sıradanlığı aşıp doğaüstü güçlerle donanmayı başaran, maddi yaşam içindeki duruşlarıyla yıkılmaz değer yaratanlar, kutsallığa erişmiş insanlar oluyor.
Örgütçülüğü, disiplini, dinamik yapısı, ilkeli yaklaşımı, emekçiliği, mütevazi yaşamı, birleştirici yanları ile O, 'bir çizgi militanı olarak Apoculuğun havarisi olarak' işe başladı. Binlerce yıllık Kürdistan tarihinin yarattığı umutsuzluk ortamı karşısında o hep bir umut kaynağı oldu. Ve ayrılıkları değil, birlik yanları öne çıkararak bölücülüğe, parçalanmaya karşı amansız bir savaş verdi. Hepsinden önemlisi O, değer tüketen değil, yaratandı. Yaratılan değerlerin savurganlığı karşısında bir öfke yumağıydı. Hep öğreniyor ve öğrendiklerini paylaşmak için hep öğretiyordu. Yoldaşlarına, dostlarına bu kadar güç, moral veren, karşıtlarına ve ihanetçilere de elbette ki korku salar. Onun için hep karşıtlarınca izlenen ve etkisizleştirilmek için çaba harcanan bir hedefti. Bin yılların tarihini bugünle buluşturup gelecekle köprüsünü kuran bu eşsiz insan, en verimli çağında, yani halkımız/halklarımız için en yararlı çalışmaları üreteceği bir dönemde 28 Mart 1986'da Şırnak'ın Gabar (Küpeli) dağı kırsalında haince bir komplo sonucu ölümsüzler kervanına katılırken; geride bir korku, kaygı değil, korkunç bir kararlılık ve kazanma hırsı bıraktı.
Layık olmak, bizleri tarihle buluşturanları tarihin sonsuzluğu içinde yaşatmak tarihi, kutsal bir görev olarak karşımızda duruyor. Büyük örgütçü, büyük mücadele adamı, 15 Ağustos Atılımı'nın büyük komutanı, büyük insanlık militanı Mahsum KORKMAZ’ı (AGİT) anmak, anısını yaşatmak; ancak sarsılmaz bir inançla geleceği yaratma mücadelesinde, O'na layık bir yaşamla dimdik ayakta durmakla mümkündür.
Çünkü; "Şehitler dünde kalmadı, şehitler sadece geçmiş tarihimiz olmadı, bugünün çelişkilerinin çözümüne öncülük ettikleri gibi geleceğimizi de aydınlatmaya; tarih bilincimiz ve geleceğe yol gösteren öncülerimiz olmaya devam edecekler".
Kahramanlık döneminin sembolü
Agit yoldaş!
Evet, O'nu tanımak ve anlamak gerekir. Agit yoldaş şirin, Agit yoldaş cesur, Agit yoldaş fedakâr insan!
Bu can yoldaşı anmak ve aramak gerekir. Hele hele günümüzde tarihin o utanılası mirasını hala boynunda ve ayağında bir zincir gibi taşıyan halkımızın o katlanılmaz yaşam tablosu gözler önündeyken böylesi bir kişilikle tanışmak, O'nun oluşturduğu akımın içinde yer almak, O'nun yoldaşı olmak ve büyüklüğüne erişmek nefes alıp vermek gibi bir zorunluluktur. Agit yoldaş, başından sonuna kadar tüm şehitler zincirinin beyni ve yüreği olmasını bilmiş, yine tüm halkın yüreğini ve beynini bir kişiye sığdıracak güce ulaşmış büyük bir insandır. Bir kişi eğer onun niteliklerine ulaşabilmişse yücelik ve yiğitlik sıfatlarına layık olabilir. Böylesi bir gerçekliği yaratmış biri için ölümden bahsetmek ne kelime! Yaşamın en soylusu içinde erimiş, onun ta kendisi olmuş biri ölebilir mi?
Eğer yaşam sayısız niceliğin kısa bir zaman aralığında bir araya gelmesi ise bunun belli bir süre sonraki adı da ölümdür denebilir. Ama eğer yaşam, evrenin sonsuz bir kavranışı ve insan soyunun gelişim halkalarının sonsuzluğu olarak ele alınacaksa, yaşamın bu soylu kavranışını kişiliğinde abideleştirmiş birinin ölümünden söz edilemez. Böyle bir kişiliğe ve Öndere sahip olan halkımız da O'nun şahsında gerçekte şanlı bir dirilişe ve ölümsüzlüğe ulaşmıştır. PKK ve halkımız O’nunla gurur duyuyor. O, her zaman ulusal direniş mücadelemizin kahramanlık döneminin sembolü olarak anılacaktır.
- Ayrıntılar
Parti Merkez Okulumuz, Mahsum Korkmaz Akademisi’nin değerli öğrencileri, partililer ve tüm ARGK’liler, Newroz’unuz kutlu olsun!
Tüm Partililer, ARGK’liler, Halkımız, Dostlarımız!
Kutsal direniş, diriliş savaşımımız, 25. Newroz’unu da büyük bir başarıyla karşılama gücünü göstermiştir. Büyük tarihi düşüşü belki de Med’lerin yıkılışıyla başlatırsak, -ki bu bir Mezopotamya uygarlığıydı- 2500 yıllık gibi bir düşüşün ardından; belki de onun tam karşılığı olan, yani her bir yılı bir yüzyılı bulan bu 25. yıl gerçekten bir diriliş oluyor ve oldukça da kurtuluşa yakındır. Nerden geldiğimizi, nasıl bir duruma sokulduğumuzu anlayabilir ve nasıl olmamız gerektiğine dair düşünebilir ve neler yapabileceğimizi kararlaştırabilirsek göreceğiz ki, adına yaşam denilen ama ölümden beter bu durumdan, kendi insanlığımıza ve toprakla karışmış özgür kimliğimize ulaşırsak; bunun sınırlı bir nefes alışverişinin bile ne kadar değerli olduğunu mutlaka takdir etmek gerekir.
Büyük bir minnettarlıkla başta büyük Newroz şehitlerimiz Mazlum Doğan’ın, Zekiyeler’in, Rahşan, Ronahi ve Berivanlar’ın o büyük şahadetlerini ve hemen her yıl o kutsal serhıldan isyanlarımızın son ifadesi, ’90’ yıllarındaki Nusaybin, Cizre, Şırnak, Lice, Van ve giderek bütün Kürdistan kent ve köylülerinin o şehitlerini de bu Newroz’un özüne yerleştirirsek göreceğiz ki; yaşamın başka türlü anlaşılması, savaşın da başka türlü verilmesi gerekiyor. Bu yirmi beş yıl üzerinde sürekli durulmalı, dersler çıkarılmalı ve varsa insanlık iddiamız, gerçekten ana topraklarımızda bir yaşamaya güç getirmek, yürekten ve irade ile bunu başarmak istiyorsak; kesinlikle bu yıllar, kendimizi yeniden yapma, yaratma ve hemen hemen kaybedilen her şeyi bulma yıllarıdır. Bu savaşın, bir özlü düşünceden tutalım, özgürce bir nefes alışverişe kadar, esasta bunun en son çabası olduğunu bilerek anlayabilmelisiniz.
Bu anlamda PKK; bir diriliş olayı, yeni gün olayı ve bir Newroz olayıdır. Biz bugüne boşuna PKK’yle başlamadık. Ama aynı zamanda bu, korkunç bitişin ve karanlığın eşiğindeki zayıf insanımızın, kendisine dürüst bir ad vermesidir. Kendine ‘ben dürüst olacağım’ sözünü vermesidir. İnsanımızın hiçbir umut işaretinin olmadığı bir dönemde bile, inandırıcılığı ve hiç bir şansı bile olmasa, ‘ben bu kimlikle ve bu söz için yaşayacağım, gerekirse savaşacağım’, diyebilmesi işin özüdür. Başka türlü olmuyor.
Ben o günü şu an gibi hatırlıyorum. Düşmanın başkentinde silik, iddiasız ve yutulmayla karşı karşıya olan bir gençlik döneminde, hem de sömürgeciliğin bütün çekici imkanlarıyla karşı karşıyken ve sizin hiçbir ilginize değmeyecek kadar geriyken, bitmişken böylesine bir günde bir tercih yaptım. İmhacı sömürgeciliğin oldukça imkan dahiline giren yaşamına hayır dedim. Oldukça umutsuz, olanaksız ve belki de imkansız gibi gözüken bu özgürlük umuduna, herkesin, mensupları da dahil hiç inanmadıkları, belki her şeye anlam verseler de anlam veremeyecekleri bir adıma, biz başlasak ne olur dedim. Belki de bunun tarihte eşi bile yoktur. Biz bu kararı verdik. İki sözcükle olacaksa, ana topraklı ve kimlikli bir yaşam, özgürlükle olsun dedik. Ve gerçekten o büyük umut savaşına giriştik.
Bu tarihi, şüphesiz bir hitapla dile getirmek mümkün değil. Bu yirmi beş yılı mümkünse sürekli incelemeye, değerlendirmeye almak ve gittikçe daha da derinleşen teorisini ortaya çıkarmak kadar, ki başlangıcından itibaren de iradesi vardır. Onun siyasetteki ifadesi nedir? Geliştirmek istediği yaşam ve askerlik dilindeki ifadesi nedir? Neyi gerçekleştiriyor. Gerçekleştirilen; bütün yönleriyle bir değil bin daire çizerek daha derin ve giderek yükselen bir biçimde bu yılları böyle anlayabilmek, bu yıllarla büyüyebilmek, bu yıllarla yeniden yaratılmaktır. Önderlik gerçeği denilen, PKK gerçeği denilen olay bu. İçinde neler yok ki: Silik insandan tutalım en hainine, eşsiz kahramanlarından tutalım en düşkününe, en güzelinden tutalım en çirkinine, en korkağından tutalım en kahramanına, en dirisinden tutalım en ölüsüne kadar her şey var. Bu yıllar, bu çağdaş Kürdistan yılları; PKK dışında her şeyin bittiği, adının bile kalmadığı son bir çare olarak, olacaksa insanlığımız, yaşayacaksa kimliğimiz, mümkün olacaksa kurtuluşumuz, her şeyden önce gelin bunu tartışın deme hareketidir. Daha sonra mümkünse bir karara, ondan da daha ötesi bir iradeye ve bir savaşa yol açabilir miyiz hareketidir.
Bugün büyük öfkelerimizi az da olsa dindirmişiz. Ama asıl büyük kavga için, kurtuluş için bu günleri yaratmanın bir başlangıç olduğunun da bilincindeyiz. Çağdaş partiler için yirmi beş yıl, zafer yıllarıdır. 20. asrın, hemen hemen büyük devrim yapan bütün partileri bu işi, on yıl, on beş yıl bilemedin yirmi yıla sığdırmışlardır. Bazıları da başarısız olmuş, hatta devlet kuranlar bile, devletini de kaybetmişlerdir. Biz ne devlet kurabildik, ne de tam başarısız olduk. İkisinin orta yerindeyiz. Önemli olan burası da değil. Önemli olan ve bizi ilgilendiren; bu büyük tartışmayı, aydınlamayı, iradeleşmeyi ve daha da önemlisi gerçekler ne ise olduğu gibi görmeyi ortaya çıkarmaktır. Kürdistan’daki çok kirli, işgalci ve imhacı gücün savaşı kadar, yine Kürt gerçeğindeki sosyal bir anlamı olmayan, bir eşkıya kavgası kadar değeri kalmayan o çok çirkin, bitik ve hiçbir amacı olmayan kavgacılığı ve bütün bunların Partimizin içine bir daha hesaplaşmak üzere çekilmesi bayıldığımız işlerdendi. Anlamsız kavgalara sınır çekmek istedik, kavga olacaksa bir çizgi temelinde, bir anlamı olan ve tarafları olan bir kavga olsun dedik. Bunu yapmak, sanırım hayırlı bir işti.
Kendi tarihine bu kadar ihanet etmiş, çağdaş insanlık içerisinde sıfırlanmış bir kimlik, bir gerçeklik ne kadar utanç vericidir. Bu parti, bununla hesaplaşmak için gerekliydi. Bu yirmi beş yıl, bunu güzel çerçeveledi, çemberledi. Her şey yeniden, fazla inancı olmasa da, iddiasız ve hatta kendini örtbas ederek de olsa burada tartışıldı. Bu yirmi beş yılın içerisine girmeyen tek bir Kürt insanı, bir Kürdistanlı kalmadı. Tek bir sömürgeci de kalmadı. Hatta emperyalistler de bunun içine çekildi. Bütün dünya çekildi. Gelin Kürdistan’a kavganızı açıkça yapın, hepinizi çekti. Gelin boyunuzun ölçüsünü alın dedik. Ben başarıyı biraz burada görüyorum. Yani kim nedir açığa çıksın. Kavgada önce tarafların açıklığa kavuşması gerekir. Eğer bir ülkede bu yoksa herkes düşmanın istediğinden daha fazla düşmanın ajanıysa, yaşam hainiyse, utanılası ve lanetli bir gerçeğin ifadesiyse, öncelikle yapılması gereken bunu açıklığa kavuşturmaktır. Bu, Partiyle mümkün oldu. Kimisi içinde, kimisi dışındadır ama hemen hepsi ilgilidir. Bu önemli bir gelişme ve kazanımdır. Diriliş bunsuz olmaz, direniş bunsuz olmaz, kurtuluşa daha zaman da olsa önce bu gerekli. Güzel bir tespit. Yerinde ve doğru bir adım.
Bu yıllara o kadar iradeyle bağlandık ki, kavgası o kadar nefes nefese, o kadar çelişkili, hırslı ve o kadar kinli verildi. Ancak bazıları da o kadar silikti ki, gidişleri kadar gelişleri de anlamsızdı. Bütün bunlar öfkeyi müthiş geliştiriyor, ama bir şey olmaz veya öfkenin gelişmesi eğer bir hataya dönüşmezse iyi bir kavga başlatıcısıdır. Bunu, yalnız Parti’nin gerçek mensupları için değil, karşıtları için de söylüyorum. Kavgada anlamlı bir düzey ortaya çıkarmak da bir gelişmedir. Ben ne yapacağım? Siz köleliğinizle zafer bile kazansanız, bana göre bu, hiçbir şeye yaramaz. Ben ne yapacağım ki, düşmanı koynunuzda beslemiş, ama PKK’li geçinmişsiniz. Kurşun patlatmış ve isyan edip, savaşmışsınız, fakat ben, sizleri hiçbir şey sayamam. Benim için bunlar, hiçbir şey ifade etmez. Hatta bazı zaferleriniz olmuş, bunun değeri de yoktur. Çünkü bunlar hangi yaşamla ilgili, sizi hangi temel amaca doğru götürüyor, o kişinin kendisini nasıl yaratıyor, bu daha önemli.
Bu yıllar, aynı zamanda PKK’nin bu anlamdaki yıllarıdır. Sizleri açığa çıkarabilmek önemlidir. Neyin ve kimin kişiliğisiniz? Neyin ve nasıl bir yaşamın peşindesiniz? Bunları açığa çıkarmak, kurtuluştan daha değerli veya kurtuluş için öncelikle gerekli olandır. Diriliş bunun acı sancılarıyla olmuştur. Ben tam doğuş yaptığınıza veya doğmuşsanız da doğru büyüdüğünüze inanamıyorum. Kuşkularım var, ama bunlar iyi kuşkular. Bunun her gün örnekleri açığa çıkıyor. Çeşitli kılık kıyafetlerde, kadında, erkekte, yenide, eskide bunları daha da açığa çıkarmak iyi oluyor. Yani burada insan artık gizli kalmayacak. Dost da, düşman da, yoldaş da hain de ne kadar açığa çıkarsa o kadar iyidir.
Tam bir zafer beklemek bizim gibi varlıklar için olabilir de olmaz da; olmadı diye üzülmemek gerekir. Çünkü ardılları vardır. Tüm büyük hareketlerin sıradan bir takipçisi olsa bile, çok iyi sonuçlar alabilir. Bizim harekette de bu böyledir. Ben bu imkânlarla bakıyorum, sıradan herhangi biriniz bu tanımlara bağlı kalırsa, benden daha fazla iş yapar. Bunu da abartmasız söylüyorum. Artık hepiniz benden daha fazla başarabilirsiniz. Biraz bunun gerçeğine bağlı kalarak, özde ve tarzda, hitapta ve yapış usullerinde inatçı olun, ölçüp biçerek yapmaya çalışın. O zaman başarılar gelir. Bu anlamda aslında zafer elde edilmiştir. Gerisi, herkesin bir tuğlayı kullanılacak yere kadar taşımasıdır. Plan yapılıp temel atıldığı gibi, çatıya kadar da yükseltilmiştir. Gerisi ev işlerinin, ev içinin düzenlenmesidir. Bu da hiç zor değildir. Bu anlamda ülkenin temeli atılmış, binası yükseltilmiş, hatta çatısı da kurulmuştur
Bu temelde bu şanlı, zaferli ve PKK'li 25. Newroz'u siz tüm değerli partili militanlarımıza ve halkımıza kutluyorum. Hepinizi selamlıyorum ve sevgilerimi sunuyorum!
21 Mart 1998
Rêber APO
PKK Militanları ve ARGK Savaşçılarına
Merhaba Yoldaşlar!
Newroz Bayramınız Kutlu Olsun!
Mücadelenin ateşi içinde doğan Newroz’u, günümüzde de adeta yeniden ateşle yoğrularak, özgür bir halkı, onun yaşamını hissederek kutluyoruz.
Yaşam odur ki, insanın varoluşunun temel esaslarına, belki de insanlık tarihinde izah edilemeyecek bir tarzda kastetmiş, sadece yaşam dışı bırakmakla kalmamış, ölümden daha betercesine bir yaşamın içine ittirilmiş bir gerçeklikti. Bu gerçeğin parçası olmak, sadece baskı ve sömürüye de izah edilemeyecek yüzkarası bir konumda tutulmaktı. Sanıldığı kadar, yaşanıldığı kadar acı ve zor olmaktan da öteye, son derece kahredici, yaşamın bir suç haline getirildiği, karşılığını veremezsen her gün ölümden daha beterinin yaşatıldığı, ama karşılığını vermenin de muazzam direniş istediği bu gerçekliğimizin ayrılmaz bir parçasıyken, biz, bu Newroz günlerinde yeni bir yaşam seçeneğine adım attık.
Düşmanın ana karargahında, merkezinde, bireysel anlamda uzun bir hazırlık sürecinden sonra, insan olarak, halk gerçeğimizle bağlantıyı inkar etmeden, ama zorlukları da hep göz önüne getirerek, “acaba bir adım atabilir miyiz, umut olabilir miyiz?” diyerek, umutsuz mu umutsuz, iddiasız mı iddiasız, alacakaranlık bir dönemde, ağzımızdan bir-iki söz çıkararak, ülkemizin, halkımızın adını ve özgürlüğünü düşüncemize getirerek ve dilimize söyleterek, böylesi bir Newroz gününde sadece diriliş veya kurtuluş değil, bütünüyle mutlak yaşam hareketi olarak da değerlendirilecek bu partinin, bu hareketin ilk adımını attık.
Bu bahar bu adımın yirmi dördüncü yılına giriyoruz. Dile kolay diyeceğim, ama halen anlatılması bile çok zor bir yirmi üç yıl geride bırakıldı. Onun öncesi de vardır. Belki daha kahırlıdır ama, biz sadece bu hareket adına, korkunç bir şekilde nefes nefese yaşamı başlattık.
Tarih her zamankinden daha fazla bu süreci değerlendirebilir. Nasıl bir halk tarihi haline geldiğini, nasıl bir savaş tarihi olduğunu da daha iyi açıklayabilir. Ama gerçekten bu başlangıcın ne anlama geldiğini, birey olarak bizim nasıl başladığımızı, ne olduğunu ve kelimelerle niteliğini tam anlatabilmek zordur. Zor olduğu içindir ki, sancılar çekiyorsunuz, halk olarak da halen en ağır tehditler altında bulunuyorsunuz.
Bizim her zaman söylediğimiz bir gerçek var; yeni yaşam tarzının bir söylemi var, bir mücadele ifadesi var, kendini günlük olarak dile getiriş ustalığı vardır. Bunlar kazanılmadan tehlike her zaman üzerinizde sürecek ve düşmanın lanetli tarihi sürdürmesi sürüp gidecektir. Her baharı, halkımız için gerçek bir bahar haline getirmek için büyük çabalar harcadık. Özellikle önce parti şahsında ve savaşan güçleri temelinde yeni günleri, yeni bir yaşamı yakalayabilmek için, bu baharlara yüklendikçe yüklendik. Her şeyimizi verdik, bütün coşkumuzu ve direncimizi bu günlerde daha anlamlı, daha yüceltilmiş olarak gösterdik. Ve biz halen daha hızından hiçbir şey kaybetmeden, yine öyle coşkulu, iddialı, bilinçli ve yaşama da mal ederek yürüyoruz.
Karşımızdaki düşmanın da ne kadar inatçı olduğu görülmektedir. Sadece tarih de değil, günümüz de böyledir. Bu sefer bu bayramı, inanılmaz bir ikiyüzlülükle çalarak, daha düne kadar saldırarak, bir halkın şahsında katliamlarla karşılayarak yok etmek istediği bu Newroz’u, kendine mal etmekte ve halkımıza da kahretmektedir. Utanmadan kendisine özgür bit kutlama, bize alabildiğine yasaklama ve kahretme var. Düşman, doğasından gelen bu özelliği sürdükçe böyle yapacaktır. Halkımızın da daha iyi anlayacağına inanıyoruz ki, bu düşman bayram kutlattırmaz. Hele biraz milli ve özgürlük temelinde oldu mu, hiç mi hiç kutlatmaz. Bunu halkımız görmekte ve kendi gerçeğini daha iyi tanımaktadır. Kutlanılan bayramların kendi bayramları olmadığını da artık daha iyi anlamaktadır. Ve biz de oldum olası bu bayramlara ilgi göstermedik. Bizim olması gereken bayramlar ise savaşla, özgür düşünceyle, iradeyle kazanılacak bayramlardır.
Biz bu son yılların bayramlarını, özellikle de Newroz Bayramlarını bu anlamda geliştirirken, düşmanın da uyanışı, saldırışı daha iyi anlaşılmaktadır. İnsan soyunun, bir halkın kendine yapabileceği en büyük kötülük, kendisini yaşam dışı bırakan düşman gerçeğini benimsemesi, onunla düşüp kalması, onunla kendisini özdeşleştirmesi, hatta erimesidir. Bu öyle bir çirkinlik, utancı o kadar büyüktür ki, bizim de gerçekten kişilik yapımızın temelinde bu utanca, bu çirkinliğe bir son vermek vardır. Biz bu hareketin gerekçesini uzun yıllar düşünürken, hazırlarken, hep çirkinlik ve utançtan kurtulmayı esas aldık. birey olarak da bu böyledir. Nasıl söyleyeyim ki, biz gözümüzü kaldırıp kimsenin yüzüne iyi bakamıyorduk. Ben halen bunun izlerini derinliğine taşıyorum. Bir yandan yaşamın bizim de hakkımız olması gerektiğini düşünürken; bir yandan bunun üzerindeki kara iz, düşman hükmü, iradesi ve onun utancı kahrediyor. Bu ikilem, halkımızın da kimliğine, kişiliğine kazınmıştır. Utanır bir halktır; ama bir türlü de yaşamdan umut kesmemektedir. Bazen yılana sarılırcasına yaşamak istemektedir. En inanılmaz yalanlara inanarak da yaşamak istemektedir.
Mantığı duran, iradesi çoktan kaybettirilmiş bir halk, ama buna rağmen garip bir yaşam tarzı var. Çok havada ve temelleri olmayan bir yaşam, çirkin bir yaşam, çok yenilgilerle dolu, savaşı kendisi için olmayan bir yaşam söz konusudur. İşte gel de bu yaşamı çözümle, gel de işin içinden sıyrıl. her düşünen ve bende insanım, bende temel insani özelliklerden vazgeçmeyeceğim diyen bir insan için bu, gerçek bir trajedidir. Utancı ve laneti öyle kolay kolay silkinip atılamaz. kader mahkumu, gerçekten zindandaki prangalardan daha çok prangalara takılmış bir yaşam mahkumudur. Duyamıyorsanız, hissedemiyorsanız, her gün sarsılamıyorsanız, siz biraz da düşmanın silik bir gölgesisiniz de ondan. Şeref onur çoktan yitirilmiş, maskaralık çoktan benimsenmiş ondandır. Ve maalesef insanımız çoktan beri böyledir de ondan.
Ben bu insanların yüzüne baktıkça hiç umutlanamadım. Hep ezikliğin utancını, yaşam dışılığını gördüm. Çarpık, özgür ve cesur olmayan yaşamların sahiplerini gördüm. Sözü çok eğri-büğrü, iradesi ne kadardır belli değil, iddiası belli değildir. Bunu yıllardır sadece toplum gerçeğimizde değil, parti saflarımızda yansıtılışını da gördük. Bunu gerçekleri abartarak söylemiyoruz. Çok açık, günümüzde düşman da “böyle bir kimlik, kişilik yok” diyor. “Bir başkaldırı varsa, savaş tarihinde bile görülmemiş her şey denenecek, oynanacak ve ezilecektir” diyor.
Diğer yandan, sözde direniyoruz. Ben bu direnişi çok eleştirdim. Düşmana göre çok zayıf, başarı için çok zayıf ve yetersiz; ama buna rağmen de, hiç olmamasından daha iyidir dedik. Uzun süredir yaklaşım buydu. Halen tüm gücümüzle gerçek direnişçiyi ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Biz yaşam konusunda hata yapamayız. Hatalar vardır, sıradandır, hiç önemli değildir. Ama hatalar vardır, bütün bir halk için, onun öncü savaşçıları için öldürücüdür. Sizlere bunlar çok basit gelebilir, ama söylemeliyim ki; yaşamın ve savaşın doğru tarzı yakalanmadıkça her şey boştur. Onun için yaşamları ciddiye almıyorum, sizleri de ciddiye almıyorum. Normal bir insani ihtiyacınız var mı, yok mu; bu benim için hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü doğru bir yaşam ve savaş tarzı olmadıkça her şey boştur. Bunu göstermeye çalıştık.
Bunu şunu için göstermeye çalışıyoruz. Muhtemelen yaşamı kazanabilirsiniz. Neden hata yapalım, neden bir reformist gibi gerçeklerle oynayalım? Biz de reformizm bu anlamda, düşman için en kolay başarı yoludur. Düşmana bir savaşta bile en rahat başarıyı gösteren yoldur. Onun için direniş, radikal, çok köklü ve eğer varsa, bir ıslah olmayı özümsetebilir kadar güçlü olmalıdır. Bu temelde bütün yaptıklarımız gerçeklerle bağlantılıdır. Kendinize güveniyorsanız, gerçeklerin gücünü göreceksiniz. Gerçeklerin gücünü görmeden, ister düşman gerçeğinin gücü, ister bizim geliştirmek istediğimiz yaşam gücü, ister bizim geliştirmek istediğimiz yaşam gerçeğinin gücünü görmeden, sizler asla ezilmekten kurtulamazsınız. Büyük başarmak şurada kalsın, hiç de sandığınız gibi olmayan kötü bir sonuç gelir sizi götürür. Diğeri büyük duymayı, büyük yaşam isteğini, ama en çok da amansız mücadele tarzını gerektirir. Bunu göstermek tek çaredir. Bütün yaptıklarımız, bunu anlaşılır kılmaktır. Anlaşılmadan zaten yaşama geçemezsiniz.
İşte görüyorsunuz, doğa ne kadar canlanıyor. Gerçekten olağanüstü yeşeriyor, kusursuz denilecek bir biçimde çiçekleniyor. Ama bize bakın, ne kadar çarpığız, ne kadar yaşamdan uzaklaştırılmışız. Doğaya ters düşmüşsüz. Bunu anlamadan kendine saygıyı nereden bulacaksın, nasıl yaşayacaksın. Hatta ölüm bile başına bir beladır. Ölmek bile sana kolay nasip olmaz.
Bütün bunlar bizim aynı zamanda, yeni gün, yeni yaşam sorunlarımızdır. Hiç küçümsemeye kalkışmayın. Sıradan düşüncelerle veya alışılageldik tarzlarınızla sonuç alacağınızı sanmayın. Olmayacaktır. Çok alışılagelmiş, kopya edercesine katlanan günleri hiç tekrarlamaya gerek yoktur, hiç kıymeti de yoktur. Bu zaten yaşama en kötü saygısız yaklaşım olacaktır. Çok açıkça tekrarlamalıyım ki benim bütün yaptığım, yaşamı elden kolay bırakmamaktır. Ucuz yaşamamak kadar, ona saygısız olmamak, yaşamı büyük bir sorun haline getirmektir. Ve bunu biraz başardık. Şu anda yaşam büyük bir sorundur.
Görüyorsunuz, bugün bile halkımızı nasıl bir yaşam sorunuyla karşı karşıya getirdik. Milyonları ağır bir yaşam sorunuyla savaşır duruma getirdik. Bu yaşama saygıdan ötürüdür.
Şunu çok açıkça söylemeliyim ki, çok değerli yoldaşımız Mazlum Doğan, bugünün akşamı bir ölüm kararını verdi. Şahadetinin on beşinci yılına da giriyoruz. Bu karar önemlidir. İnançlı, yaşama karşı bu cesur yoldaşımız, partimizin ideolojik-siyasi esaslarına oldukça bağlı, sonuna kadar kendini adamış bu yoldaşımız, bu yaşam gününü, diriliş gününü; kışın geçtiği, baharın geldiği bu günü, neden kendisi için bir ölüm günü haline getirdi? Vicdansız mıydı, intihar mı etti, yaşama saygısız mıydı? Asla! En bilinçlisiydi. Yaşama oldukça özlü, özgür bağlı birisiydi. PKK militanlığının en tutarlı örneği olarak çok iddialı bir yaşam tutkusunun sahibiydi. Ama buna rağmen ölüm kararını vermiştir. Biz bu kararı değerlendirmeye çalıştık; bulduğumuz sonuç, orada yaşama tek saygı bu ölüm kararını vermektir. Tarihi bir karardır. Tarihi ve yaşama saygı gösterme kararıdır. Hiçbir ölüm bu kadar yerinde ve anlamlı olamaz.
Tarihine biraz saygılı mı olmak istiyorsun, soylu yaşama bir nebze olsun katkı sahibi olmak mı istiyorsun, artık bu karar kaçınılmazdır. Ve bu karar verilmiş ve uygulanmıştır. Bilinir, o zaman direniş zindanda başka bir hal aldı. Arkasından Ferhat Kurtayların şanlı ölüm kararı geldi. O da çok büyük bir kararıdır. O da bir bahar günün de oldu. Mazlumların Newroz ateşini bedenlerinde, Dörtlerin çırası biçiminde tutuşturarak sürdürdüler. O ölüm kararı da çok büyük bir ölüm kararıdır. Zindanı aydınlatma, o dayatılan müthiş zulmü karanlığı boğma eylemiydi. Mazlumunki yaşama iddiasıyken, yaşama saygılı olmada vazgeçmeme iken, kararın temel gerekçesi bu iken; Dörtlerin yanması, bunu daha da pratikleştirmek, daha da kitleselleştirmek, daha da yaşamsal kılmak kararı idi. Çok büyük bir karardı.
Kararın amacı kadar, içeriği ve gerçekleşme biçimi müthiştir. Mutlaka tüm yönleriyle anlamak ve yaşam gerekçemiz, halk gerekçemiz, militan gerekçemiz haline getirmek, her namusluyum diyenin, bağlıyım diyenin temel görevidir. Ve yakılma kararı bir ulus kararıdır, bir yaşama saygı kararıdır, bunun için çok büyük direnme kararıdır. Ulusal kuruluş için alçaltılmış yaşama karşı insanın büyüklüğünü göstermek için verilmiş çok büyük bir direniş kararıdır. Mutlaka tüm insanlarımıza, hatta insanlığa taşırma gücünü göstermeliyiz. Geride kalan biz militanlara bu büyük vasiyet düşmektedir.
Daha sonra büyük ölüm oruçları kararı da vardır. Onlar da bu büyük karar zincirlenin bir halkasıdır. Yine yaşamaya saygı, yaşamanın insansal biçiminden vazgeçmeme, bunun PKK ile başlatılmış ifadesine sahip çıkma, partiden vazgeçmeme, dolayısıyla onurlu yaşamdan vazgeçmeme kararıdır. Güçleri o kadardı. Onlar da bedenini yakarak değil de, kendilerini kemiklerine asarak, dördü yakarak, dördü de kurutarak gerçekten çok büyük bir dokuzu teşkil ederler. Ardı sıra yüzlercesi gelir, ama Dokuzlar, zindanda bitirilmek istenen bir umudun bir parti şahsında ısrarın, vazgeçememenin, o müthiş zulmün, “üstü öyle betonlanmıştır ki asla bir daha dirilemezler” denildiği bir zeminde patlayan bahar çiçekleridirler. Kasıp kavruldular, ama yine de onların böyle bir çiçeklenme olduğu bugün çok açıktır.
Hatırlıyoruz, biz de o günlerde bu büyük karar sahiplerinin anısına bağlılığın bir gereği olarak, ölümün yolu düzlendi dedik. Bu büyük ölüm korkusu aşıldı. Ölüm ile yaşam arasında kurulan köprü oldular, rahatça üzerinden ölümden yaşama, yaşamdan ölüme geçeceğiz; bu köprü öyle bir köprüdür dedik. Bu köprüden onlarca, yüzlerce ve binlerce kişi geçerek şehitler kervanına katıldılar. Bugün bütün halkımız gözünü kırpmadan şehitler kervanından geçmeye hazırdır. Ve ben bugün şunu söylüyorum; başta gerillamız olmak üzere tüm savaşanlarımız, herhangi bir gerilladan da öteye, dağlarda klasik gerillayı oynamaktan da öteye, birer intihar gerillası haline geldiler. Veya kararımız, bugün bir intihar gerillası gibi savaşmaktır.
Nedir intihar gerillası gibi olmak? Önce sınırsız bir fedai gücü haline gelmek, ölümü hiçe saymak ve bu büyük kuvveti arkasına alarak kendini en büyük eylemci haline getirmektir. Dağlarda artık belli bir aşamaya gelen savaşçı, kentlerde de, düşmanın geniş yığınları içinde de büyük bir patlayıcı haline kendimizi getirerek yürütmek demektir. Öyle anlaşılıyor ki, bundan sonra çok sayıda intihar gerillamız, daha bilinçli, daha planlı; ucuz ölmek için değil, dayatılan ölümü yok etmek için, düşmanın bu ölüm seferini yerle bir etmek için, üstün yetenekli savaşçılar olarak yeni savaş alanlarının gücü olacaklar.
PKK gerillası, PKK savaşçısı, militanı, sadece dağdaki gerillası ile değil, sıradan sempatizanı ile artık bu noktaya gelmiştir. Düşman bu noktaya getirmeye zorlamıştır. Her gün sıradan köylüleri alıp kurşuna dizmek, tek bir seçeneği bırakır, intihar gerillası gibi olmak. Böyle haince, zalimce ölümü bekleyeceğine, bin intihar gerillası olarak kendini donatmak ve patlatmak. İşte bu günleri böyle değerlendirmekte ve kararlaştırmaktayız.
Düşman bir kez daha yanıldığını görecektir. Dayattığı savaş tarzının, bizim tarafımızdan daha yaratıcı bir savaş tarzıyla karşılandığını görecektir. Gerekirse tüm bir halkı fedai getirmek de artık işimizdir. O yol açılmıştır, halkımız o yola girmiştir. Nitekim bugün tüm dünya bu cesur halkın tarzından bahsetmektedir. Bir Almanya’ya, Amerika’ya bakın, tırnaklarına kadar silahlanmışlardır. Dünya da emperyalist sömürü tarzlarını en güçlü yürüten güçlerdir. En donanımsız halkımız karşısında, hatta kadınlar karşısında bile dehşete kapılmaktadırlar. “Bunlar gözü kara savaşçılardır” diyebiliyorlar. Bununla anlatılmak istenilen; fedai durumuna gelen bir halk haline gelmiş olmamız, hem yaşamın, hem savaşın sahibi olmamızdır. Bundan korkuyorlar. Yoksa onları tehdit edecek elimizde fazla teknik yok. Çıplak yürekleriyle savaşıyorlar. Ama onun anlamı eğer iyi örgütlendirilirse, iyi yönetilirse bu onların en kahrolacakları bir halk savaşının sahibi olunması anlamına gelmektedir. Bu ona büyük bir görevdir.
Her halk bireyi, hatta sıradan sempatizan, yürüyüşçüsü bile bir intihar gerillası gibi saldırdıktan sonra bu savaşı kazanmamak demek, kendi kendisiyle alay etmek demektir. Hele özellikle öncü gücün derin bir gaflet içinde olması demektir ki, bu da affedilmez bir durumdur.
Halkı böyle cesaretlenmiş ve ölüme yürüyen, bütün militanları böyle fedaileşmiş, ölüme yürüyen, bütün militanları böyle fedaileşmiş, ölümü hiçe sayan bir öncü gücü, yönetim gücü eğer doğru değerlendiremeze tarih ondan en büyük hesabı soracaktır. Bizden soracaktır. Öncü güçlerden, yönetim, komuta güçlerinden soracaktır. Öncü güçlerden, yönetim, komuta güçlerinden soracaktır. Dolayısıyla PKK’de artık komutanlık, halk temelinde savaştırmaktır. Bunu çok iyi görüp, her birisi bir atom bombası haline gelebilecek bu fedaileri bu içerikte, bu yiğitlikte savaştırmaktır. Başka türlü komutanlık, Önderlik olmaz.
Anlamayan, anlamamakta isteyenler varsa onların değil öncü saflarımızda, halkımızın içinde bile yeri olmadığı, birer münafık olmaktan, birer sahtekar olmaktan başka bir değeri olmadığı da görülecektir. Kısaca, halkı bu hale gelen, savaşçıları bu hale gelen bir hareketin komutanları da artık, nasıl olması gerektiğini bileceklerdir. Bu günleri yaşıyoruz.
Bunu layık olamamak, hakkını verememek tarihimizde sıkça görülen arkadan hançerlemenin, oyunlara gelmenin ve kaybetmenin klasik bir tekrarı olur, ki günümüzde bize düşen en önemli bir görev de artık bunu, bir daha dirilmemecesine tarihimizden ve kimlik, kişilik gerçeğimizden söküp atmaktır. Bu günler de gelmiştir. Son yıllar çözümlemesi, bir yandan nasıl yaşamalıya cevap ararken, diğer yandan yaşamın nasıl yönetici gücü olunur sorusuna cevap vermektir. Bunu özellikle siz, önde gelen partili ve ordulu militanlar iyi anlayacaksınız. Çok açıkça söyleyeyim, bu görevinizi böyle belirlerken, ne kadar zorlu olduğunu açıkça ortaya koyarken, şimdiye kadar görüldüğü gibi, belki de kendimize yaptığımız en büyük kötülük olan bu doğru yönetememe, doğru komutanlık edememe, Önderliğe cevap verememe gerçeğini en büyük sorun yaptık ve nasıl aşılması gerektiğini de tüm gücümüzle gösterdik. Son yıllar çabamız esas olarak budur.
Bizim sorunumuz halkımızla ilgili değildir. Halktan yana hiçbir sıkıntımız yoktur. İstediğimiz kadar gereken gücü, temeli vermekte, teşkil etmektedir. Sıradan partiliden de, savaşçıdan da bizim hiçbir sıkıntımız sorunumuz yoktur. O da partinin her türlü emirlerine cevap verecek kadar kendini hazır tutmaktadır. Ama komuta, yönetime gelince burada yakamızı bırakmayan, art niyetten bahsetmiyoruz, ama yeteneği kazanamayan, yaratmayı sağlayamayan, gerçekten önderlerin oynayacağı role kendini hazırlayamama sorunudur, ki çok çeşitli gerekçelerle bunu böyle boşa çıkarmak, hakkını verememek, lanetli tarihimizin, düşman yansımalarının en son ifadesi olmaktadır.
Bu günleri bunu aşmak için olağanüstü değerlendirin. Şu son bir kaç Newroz’dur kadın da, erkek de, zindanda, dağda, yurt içinde, yurt dışında artık yönetebilme gücü olabilmek, bunun için sayıca da olsun, nitelikçe de olsun, gereken kapasiteyi göstermek en önemli sorundur dedik. Ve artık bu da hem çözümlenmiştir hem de gerçekleştirme temelinde kullanmalısınız. Ve bu anlamda yaşama doğru ve çok kapsamlı yaklaşım kadar, onun her koşul altındaki mücadelecisi olmayı kesinleştirmelisiniz. Daha güzel bir şans, gereklerinin sıkı sıkıya yerine getirilmesini emreden yeni kimlik, yeni kişiliğimiz oluyor.
Israrla vurguluyorum; burada yalpalamayın, ikiyüzlülük etmeyin, samimi olmayan, anlamı kadar pratik gerçekleşmesi yeterli olmayan gösterilerde, tutumlarda bulunmayın. Önderlik’de zorlama yoktur. Bu iş büyük gönül işidir, büyük tutku işidir, büyük azim işidir. Bireyin kendisini kurtarmasıyla alakası yoktur. Bu hareketin artık şahlı komutanları olmak, böyle maddi teşviklerle, biraz keyfi yaşam tarzlarıyla ancak prangalanabilir, zincire vurulabilir. Tarihin bütün ünlü komutanlarına bakın; onların temelinde basit teşvikler, ucuz, keyfi yaklaşımlar yoktur. Onlar büyük ihtiraslı büyük iradeli, dur durak bilmeyen, yenmekten başka düşünmek istemeyen kişilikler olarak karşımıza çıkarlar. Şimdi böyle insanlar olmaya çalışıyoruz. Bunu mutlaka anlayabilmelisiniz. Partimizin, ordumuzun önde gelen militan gücü, tarihte rol oynamanın artık böyle bir kişilikten geçtiğini anlamalıdır.
Partiden, halktan beklentilerimiz; en başta elinize ne kadar silah verdiği olmak üzere, diğer savaşım olanaklarını ne kadar emrinize verdiği olmalıdır. Büyük savaşmak isteyenin istemleri olmalıdır. Büyük savaşmak isteyenin istemleri olmalıdır. Yiğitliği bunun için istenilmelidir. Komutanlık tamı tamamına ancak böyle istenilmelidir. Bunu çok bönce, çok geri ya düşmandan, ya yenilmiş toplumsal yapımızdan etkilenerek istemek kendi kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüktür, gaflettir ve sonuçta da bu kişi er geç mahkum olmaya, en ağır cezayla cezalandırılmaya götürür.
Bugünlerde bunu iyi anlamalısınız. Özellikle bu kapsamlı eğitime alınan, komutanlığa alınan bütün önde gelen yoldaşlar iliklerine kadar hissetmeli, başaracak kadar anlayabilmeli ve yürütme iradesini göstermelidirler. Artık dost, düşmanda biliyor ki bu noktaya gelmişiz. Böyle yürütmek zorunda olan bir hareketiz. Ya bizi kötü yenecekler, ya da biz büyük yeneceğiz. Bunun orta yolu yoktur. Ve her şey bunu açıkça gösteriyor. Biz, bu savaşı bile bu hale getirmeyi büyük bir şans olarak görmeniz gerektiğini söylüyoruz.
Ben her zaman söyledim; en geri yaratıklardan daha geri bir yaşamın sahibi olarak sürdürmek en büyük cezadır ve sizi bu cezadan kurtardık. Doğru bir yaşam tarzının umudu, sahibi olmak için, bu size kazandırdıklarımız hiçbir değerle ölçülemeyecek kadar, karşılığı verilemeyecek kadar, eğer verilecekse bir şanlı zaferdir diyebileceğimiz kadar değerlendirin, değerli bir olanaktır.
Siz, değer istemeyi, değer olmayı böyle anlamak durumundasınız. Anlarsanız belki bu şanlı yürüyüşte bir yeriniz olacaktır. Bunun dışında hiçbir yaşam gerekçesine sarılmayalım. Olsa da tenezzül etmeyelim. Ucuz yaşamakmış, başkalarının emeği üzerine konmakmış, başkalarının emeği üzerine konmakmış, bazılarının başarısına dayanmakmış, bilmem daha büyük koşullarda yemek, içmek, yatmakmış bunlar bir savaşçı için sadece engeldir. Buna kendisini biraz veren, eğer bir yönetici, komutan ise kaybetti demektir. Ben açıkça kendimi de söylemeliyim; benim için bu ülkede herhalde istediği gibi yaşayabilmenin imkanlarına en çok kavuşan kişi de denilebilir. Ama bakıyorum ki, böyle yaşayamıyorum. Yaşamı daha fazla intikam duygularının büyüklüğü kadar, günlük olarak sarsan taktikler nasıl olabilir diye düşünerek geçiriyorum. Diğerleri altın da olsa, şeker şerbet de olsa beni fazla bağlamıyor. Veya savaşa çektiği kadar değer veriyorum; örgüte, yıllara çektiği kadar ilgi gösteriyorum.
Bir Önderlik tarzı var ki, bence artık anlaşılabilir. Çünkü kanıtlanmıştır, başarmıştır ve açıklığa kavuşturulmuştur. Bunu kendiniz için büyük bir güç kaynağı olarak, destek olarak görmeli ve kendi gücünüzle birleştirmelisiniz. Özgürce, yaratıcı bir biçimde taklit ederek de değil, hakkını vererek, bir katkı da benden diyerek başarmalısınız. Eğer bir mutluluk aranacaksa, bu da artık böyle bağlanılan bir yaşam tarzı kadar, onun savaşla gerçekleştirilmesine duyulabilir. Başka bir umut kaynağı olamaz. Başka bir mutluluk kaynağı yoktur. Halkımız bütün umutlarında hayal kırıklığına uğramamış mıdır? Bütün mutlulukların arkasında onu kahredici gelişmeler karşılamamış mıdır? O halde artık doğru umudun ve doğru mutluluğun doğru kaynağını bir şans olarak değerlendirmelisiniz. Bunu süreklileştirme, tam zaferle herkesle paylaşmayı, coşkunun bitmeyecek kaynağı kadar; azmin, iradenin de en keskinleştirici dürtüsü olarak değerlendirmelisiniz.
İnsana güvenmek gerekiyor. Ben kendime bu temelde güvendim. Kendimi bir silah haline getirmeme imkanını buldum. En çaresizler, en yaşamın kenarından geçemeyecek olandan, yine en korkaktan, en ürkekten kudretli bir savaşımın sahibi olmaya kadar çare buldum. Büyük bir çaredir. Bütün güçsüz insanlar için bir çare; yine cemaatler için, kültürler için, halklar için de bir çaredir. Ve düşünüyorum, kendimi şöyle kılmakla insanlık için en iyisini yapmışım.
Size sunulabilecek eğer ciddi bir yardımdan bahsedeceksek işte bu çare olma gücünü göstermenizdir. Başka türlü hiçbir şey sizin için ne çare olabilir, ne destek olabilir. Tabii ki bunun da diğer bir anlamı; hep hayal kırıklığı, hep başarısızlık, çaresizlik içinde boğulup gitmedir. Bunu tüm insanların kaderi olarak görmediğiniz gibi halkımız için de sizler için de bir kader olarak görmüyoruz. Çareyiz. Benim bir nevi kendim için söyleyebileceğim en önemli değerlendirme budur.
Ve insan isterse en zor koşullarda yalnız kendisi için değil, tüm takipçileri için, halkı için, insanlık için, iyi bir umut olabilir. Ve hatta onu büyük gerçekleştirebilir de. İşte yeni gün olan, yeni yaşam olan, bahar olan bu Newroz günlerini, gerçek anlamına kavuşturmuş olarak ve bir daha da elimizden kolay alınamayacak bir tarzda bir mücadele, bir savaş gerçeğiyle karşılıyoruz. Bu en zor kazanılan, ama “tutarlıyım, dürüstüm, gereklerine bağlı kalacağım” diyenin; bir o kadar zorlukla, ne pahasına olursa olsun sürdürmesi ve tam zafere kavuşturması gereken bir gün gerçeğidir, bir yeni yaşam gerçeğidir. İçinde istediğimiz kadar özgürlük vardır. Maddi manevi her türlü zenginlik vardır; yeter ki bu yaşamın bu günün ve emrettiği savaşımın gereklerini yerine getiresiniz. Sonuna kadar azimle ve bir o kadar ustalıkla ölçüp biçerek, özellikle yine savaşımda önderler rolünü oynayarak gereklerini yerine getiresiniz. Bu yaşam büyük kazanılmış, siz yaşamı büyük değerlendirmiş ve kendinize mat etmişsinizdir.
Halkımız bu temelde yaşamaya karar vermiştir. Parti öncülüğümüz bu temelde kabul görmüştür. Hiçbir gerekçeyle ne halkımız, ne partimiz artık bu yaşamdan vazgeçmeyecektir. Bu büyük özgürlük tutkuları bir daha içimizden eksik olmayacaktır. Her zaman özgür, tutkulu, yaşama böyle günlerde selama duracağız. Ve bir yıl, onun tüm gereklerini gerektiğinde en şiddetli savaşla kahramanca şahadetlerle karşılık vererek değerlendireceğiz. Ve bu da mutlak başarı oluyor. Bu toprakların bu insanlık beşiğinin, insanlık adına eski bulduğu kadar, yeni dönemin kararmış insan ufkunda da, tek umudu olarak yerini bulacaktır.
Daha şimdiden Kürdistan dağlarının eteklerindeki yaşam sevinci en benim diyen, en zenginim diyen emperyalist dünyanın yaşam sevincinden bin kat daha güçlüdür, yaşam çağrılarıyla doludur. Orada bitmiş tükenmiş bir insanlık durumu varken, bizde her bakımdan gelişen, yeni yaşama göz açan bir insanlık durumu vardır. Orada insanlar enkaz haline gelirken, monotonlaşıp robotlaşırken; bizde insanlar bütün güzellikleriyle yaşama yeniden göz açıyorlar. Duygularıyla, özgürlük tutkularıyla, bilinçleriyle nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı gerçeğinde kendilerini, yaşamını örgütleyenler ve savaşımını verenler olarak toplumsallaştırılmakta, ulusallaştırılmakta, yeni insan haline getirilmektedirler.
Bu büyük umudu, en başta bu kahraman şehitlerimize borçlu olduğumuzu söylemeliyiz. Yine en başta da bizde yaşam kadın adıyla da özdeşleştirilmiştir. Bugünlerde dört tane Kürdistanlı kızın kendini yakması da vardır. Zekiyeler, Rahşanlar, Berivanlar, Ronahiler, “jin”i “jiyan” haline getirmenin de en büyük adıdırlar. Kadın her zamankinden daha fazla yaşamın güçlü bir tarafı olarak bu savaşta yerini bulmaktadırlar. Ve bu kahraman kadın şehitlerimizi, bu büyük Newroz şehitlerini, yaşamın bu güçlü kararlarını selamlamadan yaşamı anlamak, hakkını vermek de mümkün değildir.
İşte bu kadar yaşamın gerçeğine ulaşmış, kararını vermiş, her türlü savaşımını göze alan bir halk olarak sadece kendimiz için değil, bütün insanlık için iddialıyız diyoruz. Yine bu temelde öncülüğe soyunmuş bir parti, yalnız dar bir ulusal kurtuluşun partisi değil, tüm Ortadoğu halklarının önemli umut kaynağı haline gelen bir parti olarak, her zamankinden daha fazla rolünü oynayacaktır. Halkımız da her zamankinden daha fazla bu lanetli tarihe düşmeyecek kadar, o tarihi kat be kat ödettirecek kadar bir özgür yaşam tarihinin içine girecektir. Bu en kapsamlı zafere kadar da bütün insanlığa mal oluncaya kadar da sürüp gidecektir.
Bu temelde tekrar oldukça anlamlı, başarılı kazanılmış ve kesinleşmiş Newroz günleri temelinde siz tüm partilileri, ARGK savaşçılarını selamlıyor; üstün başarıların sahibi haline gelinceye kadar sözünüzün amansız takipçileri olmanızı diliyor, sevgilerimi sunuyorum.
21 Mart 1996
Rêber APO
NOT: Değerlendirmenin tamamı olmayıp, bir kısım olarak düzenlenmiş halleridir.
- Ayrıntılar
12 Mart darbesinin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970'lerin ilk defa düzenle kopuş temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklerine sert bir karşılık olan ve esas itibariyle o dönemlerin geliştirilen ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan kurtuluş mücadelesine yönelik de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade eden, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklik nedeniyle birçok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme karşı planlanan bir özel savaş darbesidir. Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiğini, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığını ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böyle bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlarda olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar, önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar. Kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaştılar ve devrimci ideolojik-politik temellerden koptular. Böylece düzenin oldukça etkisine giren ve birçok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen bir konuma düştüler. Lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler. Sonuçta bilindiği gibi 12 Eylül'le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emaresinin bile gösterilemediği, gösterenlerin de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart'ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor.
O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan kemalizme karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz. Yine Kürt hareketindeki ilkel milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, darbenin aslında bu gelişmeleri tohumlama halindeyken önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını, bu darbenin günümüze kadarki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik-askeri savaşımı göz önüne getirirsek, bir anlamda 1970'li yılların, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Diğer yandan bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek, sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek, çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak, adeta yalnız Kürdistan'ın değil, Türkiye'nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi hareketimizin somutunda böyle önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek, o dönemin önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye karşı direnilmiştir ve sonuçta buraya kadar gelinebilmiştir. Biz, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine (bu anlamda) aynı zamanda Türkiye'nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir. Biçimde Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve PKK, özünde Türkiye'nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye'nin devrimci partisi anlamındadır; bu işlevi de görüyor.
Buna karşılık Türkiye solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizgi temelinde partileştirememesi, eyleme-gerillaya kavuşturamaması, birçok nedeniyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi, ama bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, kemalizmin etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye'de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, bunun derinleştirilememesi, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamaması ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma ve çarpıtma esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur. En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor.
O dönemin gerek THKP-C, gerek TİKKO, gerekse THKO önderlikleri tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir. Ulusal soruna, Kürt sorununa cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Biz de bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir. Daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama kuşkusuz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. Demek ki o günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimiz, parti tarihimiz biliniyor ve gerçekten buna bir de böylesi bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğunu ve 12 Eylül'ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu ve yine öyle sadece bir günle veya birkaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci (geçen 20-25 yıllık zamanı) etkilediğini, esasta politikanın da, ekonominin de, her türlü yaşamın da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendiğini göz önüne getirdiğimizde, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya (ki buna 1920'leri de eklemek gerekir) TC'nin bu askeri niteliğine karşıdır, başka türlü değerlendirilemez. Aslında dayatılan bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey bir demokratizmdir, bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1970'lerden günümüze kadar devam eden aslında budur.
Bunu iyi görmek gerekiyor. TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmelerde rol oynayan kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır. Tüm isyanların, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyet rejiminin diğer bir sonucudur. Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi. Sonuçta çok sahte bir ucube kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozayiğini bozdu. Bozmakla da kalmadı, asimile etti ve en şoven bir yaklaşımla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki, bu, Hitler'i (ki o yalnızca bir Alman için ulusçudur), yine tanıdık birçok diktatörü bile geride bırakan amansız bir diktatörlük anlayışıyla yapıldı. Nitekim Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart da bunun bir aşamasıdır; 12 Eylül ise bunun daha derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır. Kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirebileceği özel savaşın her türlü biçimidir.
Hiç şüphesiz bunun arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal-aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar birkaç yüzyıldan beri egemenliklerini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve tabii bazılarını tarihten sildiler. Çok sayıda halkın tarihten silinmesinin yanısıra en gelişkin kültürlere sahip olan halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün, hatta İran kültürünün geriletilmesi (ki hepsi geri bir temelde oluşmuştur), bunun yerine birkaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunularak, özellikle Tanzimat'tan beri daha da geliştirilerek, kemalizmle birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak, işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılmaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı ve işkenceli, çok sömürülü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getirerek bu rejim ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, kısaca değerlendirdiğimiz böyle bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir; bunu iyi görmek gerekiyor. "Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum" diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. "Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, intikamımı almak istiyorum" diyen herkesin, halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir. Yani her ne kadar ideolojik, politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa da, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık olsa da, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşamı temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir.
Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böyle kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya bu tarihi anı anına yaşadıkları söylenemez; fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan Türk barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Bu mücadele başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlik yönünden çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomilerini, kendi kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, böyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böyle temel özellikleri olan bir harekettir. Ona düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacakları, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, yine böyle bir azılı rejimi tutan, bundan çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özellikleriyle, TC'nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böyle derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyeceklerini veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegane bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla inanıyoruz ki bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricisi olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmesi salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere-darbelere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23 yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. "Gerçek PKK'liyim" iddiasında olanlar, bir anlamda bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı, böyle kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK'nin özünü bu kadar tartışırken, öncülüğünü değerlendirirken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK'nin gerçeklerini göz ardı edemez. Bizi yaşayamayanların bizi temsil edemeyecekleri, bunun için PKK'nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır.
Kimsenin PKK'yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçilerin umudu olan bir örgütü hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez. PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir. Siz, o devrimcilerin tarihini, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan anılarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve bunlar, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz.
Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu görmemek, bu tarihten habersiz olmaktır. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Birçokları belki onların anısına (yoldaşları adına) ihanet ettiler, ama biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generallerinin her birisi, şimdi bize karşı özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan'da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zapt edenler, gerçekten şimdi Kürdistan'daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar.
Bunları bileceksiniz ve özellikle 12 Eylül pisliklerini, ortaçağ geriliklerinin pisliklerini taşıyanlar, PKK'nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar. Biz, ilkel milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık; onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz.
PKK'lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben, ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim. Devrimcilerin (Türkiyeli devrimciler de dahil) anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini, Kürdistan'da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi ve izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem. Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelenmediğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz hala kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz. Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Biz, tıpkı ilk çıkışımız gibi şevkliyiz, umutluyuz, canlıyız, yiğidiz. Bununla oynamayacaksınız. Tam tersine böyle olacaksınız. Devrimci ruhu bu kadar düşürmek, devrimci ruhun yiğitliğini, dürüstlüğünü bu kadar bulanıklaştırmak kimin haddine? Karşıma çıkmayın, diyorum, böyle hakaret etmek istemiyorum, ama nasıl olduğumuzu da bilerek bize yaklaşacaksınız. Yumuşak, esnek olduk diye tavizkar olduğumuzu sanmayın. Size büyük saygı-sevgiyle yaklaştık diye bizi çok ılımlı sanmayın. Bu kadar yapılana karşı bizim de yapacaklarımızın olduğuna inanıyorum. Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık. Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara, eğer biz tutarlı halk devrimcisiysek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra bireysel bunalım teorileriyle, anlayış ve anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu, kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır.
Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları olmak, ya defolup gitmek vardır. Ortayolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o darağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün hala çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır.
Rêber APO
12 Mart 1994
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar