Bize en çok gerekli olan, sözüne uyma gücüdür.
Biz söze inandık, değer verdik. Maalesef, en çok bu noktada değer veriyoruz, sözler kandırıcı olmamalıydı. En büyük silahımız söz silahıydı. Onun da işleyebilmesi için, temsil ettiği anlam ne pahasına olursa olsun, yaşama geçirilmeliydi, yaşamsallaştırılmalıydı.
Sözleriyle oynayanlar, diyebilirim ki en büyük tehlikeyi teşkil edenlerdir. Biz mutlaka tutarlı olmak zorundayız. Bu halkın en çok değer verilen bir sözcüsüysem, bu sözcünün sözlerine verdiğiniz sözler temelinde uymanız demek; halka bağlı olmayı başarmak demektir. Başka hiçbir yöntemle, kendimizi kanıtlayamayız ve güçlendiremeyiz. Artık bir yalancılar toplumundan çıkabilmeliyiz. Yalanla yaşamı örülmüş, inanılmaz gaflet, kandırma, sahtekârlıkla kendini yaşatmaya çalışan bir topluluk olmaktan çıkabilmeliyiz. Bu da söze bağlılıkla, söz ve adımları, pratiği veya yaşamın, savaşımın gereklerini birleştirmekle mümkündür.
Yalancılık; sınıflaşmanın ve ona dayalı her türlü kötülüğün en etkili silahıdır. Hâlbuki bir davası olan kişinin, partinin, halkın en üst düzeyde, en basit bir hayat planı olur. Söylenen ve yapılan eğer uyumluysa başarıya gidebilir. İşte biz, burada bunun bir kez daha çelişkisini yaşıyoruz. Kaldı ki, burada kimse kimseyi bilinçli yalancılıkla suçlamıyor. Tam tersine, iyi niyet yalancılığıyla karşı karşıyasınız ve en tehlikelisi de budur. Zayıf, her zaman yalana başvurma ihtiyacı duyar. Başarıyla görevini yapamayanlar mutlaka yalan silahına sarılırlar. Bunu görüyorum. Eğer kendi içlerinde bir gücü yaşasaydılar, gerçek bir güçlenmenin imkânlarını kendilerinde yaratsaydılar, yalan silahına, gaflete, sahtekârlığa düşmez ve başvurmazlardı. Bu bir halkın kaderi olmamalıydı. Partimiz içinde bu tür yalancılığa son verebilmeliyiz.
Yalanlarla beni savunmak istiyorsanız, bu ne kadar hazin bir şey! Hepinizin ister farkında olun, ister olmayın, kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük olur. Siz yaşamı ne sanıyorsunuz? Bu yalanı galiba durduramayacağım. Dediğim gibi en kötüsü de, zayıflığını, güçsüzlüğünü; bu bir devrim ise, devrimin savaş sorunlarını, devrimin parti sorunlarını çözemediğini, gereklerini yerine getiremediğini, girilecek en fırsatçı, en saptırmacı, boşa çıkarıcı tarzda gösterecektir. Dolayısıyla, bunun göstergeleri olan yüzeysellik, ikiyüzlülük, bunalım ve buna benzer bireysellik, tasarrufçuluk, bencillik, bütün bunlar örgüt içindeki en abartılı yalanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Şu anda bakıyorum PKK’nin üst düzeyinde neredeyse yüzde doksan yalanla inşa gerçekleştirilmek isteniyor. Her gün bunu yıkmaya çalışmazsan, kocaman yalanlardan ibaret bir binamız olacak ve en ufacık bir sallantıda gümbür gümbür üzerimize yıkılacak. Ne hazin bir şey!
Size güzel konuşmayı, özlü olabilmeyi, tutarlı olabilmeyi öğretemedik mi? O kadar sözler verdiniz. Bir gün bile olsa bağlı olmanın gereğini neden duymadınız? Gereklerini yerine getirerek, bir gün bile kendinizi aşarak geneli yaşamaya niye gelmediniz? Kendi bencilliğinizi bir gün inkâr etseydiniz ne olurdu? Yalancılıklarınızı, bile bile zarar veren yanlarınızı, yönlerinizi unutsaydınız ne olurdu? Bir gün, “ben değil de hepimiz” diyebilseydiniz kıyamet mi kopardı? İliklerinize kadar işlemiş bencillik ve ondan kaynaklanan her türlü kötülük!
Siz adam olmayı ne sanıyorsunuz?
Öyle yöntemler geliştiriyorsunuz ki, bunun adamlıkla ne alakası var? Güzel, etkili bir sözün ve davranışın sahibi olmak sizde hiç mümkün değil mi? Hep böyle yalan rüzgârları mı esecek? Bu beni bile artık yerinde duramaz hale getirmiş. Çok yönlü yalan rüzgârları! Büyük denge gücüm olmasaydı, her gün yerle bir olurdum. Hâlbuki biz ne güzel ve oldukça da gerçekleşebilecek planlar çizmiştik. Tavır, tarzları, tempoları ayarlamıştık ve bütün bunlarda da anlaşmıştık. Hatta adına ideolojik-siyasi birlik demiştik. Hiç umurunuzda mı? Kös kös dinleyin, bildiğinizi daha sonra okuyun; bununla iflah olmazsınız, lanetli gerçeklik asla yakanızı bırakmaz.
O görkemli dağlarda, o en temiz havalarda ve sularda özgürlük nefesi kadar değerli bir şey var mıydı? Siz bunu yok saydınız ve kendi teneffüs edilemez havanızı egemen kıldınız, yaşanmaz bir durum ortaya çıkardınız. Kaldı ki, o tek bir yaşam olanağıydı, tarihimizde belki de yüreğimizin kendini bağlayabileceği biricik ortamdı. Üzerine insanlığımızı çok yönlü gerçekleştirebileceğimiz süreçti. Tabii umurunda mı yaşamı bir sigara dumanından ibaret sayanlar için! Kendi yalanlarına kendini kaptıranlar için bütün bunların hiçbir anlamı yok!
Ne yapacağım bu yalancılara?
Burayı yalnız tartışmıyorum, ülkedeki yalancılar sürekli birbirlerini taklit ediyorlar. Bir halk adına nasıl böyle olunuyor ve davranılıyor? Hayret! İstese yapabilir, artık yapabilecek durumlar ortaya çıkarılmış, tuhaf bir durum! Sanki arkanızda hazineleriniz mi var? Eminim ki, bir Koç veya Sabancı ailesinden birini getirsek, böyle tutuculuk yapmaz, mutlaka olumlu, doğru şeyleri görür ve bir şeyleri doğru yapmak isteyecektir. Kesin bunu belirtebilirim. Ama bizimkilerin sanki her birisi Firavun kadar, Harun kadar zengindir, arkalarında hazineleri var, bırakmamak için büyük tutuculuğu, saptırmacılığı yaşıyorlar! Hayret ediyoruz! Hazinelerinin altını eşelersen, pis kokularından başka hiçbir şeyleri yok! Garip dediğim olay bu! Bir şey yok “ben bir şey değilim olamam” durumunu yaşıyorlar, oynuyorlar daha doğrusu!
Görüyorsunuz ki, kendiniz en dramatik sözleri veriyorsunuz, bu kadar tersinin ustalığını nasıl geliştiriyorsunuz? Hayır, ben demedim bana söz verin diye. Benim aklımın şaşırdığı diğer bir nokta da budur. İnsan bu kadar ikiyüzlü olabilir mi? Bu neden bu kadar gelişmiş, anlam veremiyorum. Yapamayacağınız bir sözü neden bu kadar sevdalı bir tarzda veriyorsunuz. Gittikçe kuşkulanıyorum artık. Bu büyük saldırı ve düşmanlıkla sözü artık tüketiyorsunuz. Hâlbuki her sözümüzün bir kanun biçiminde değer bulması gerekiyor. Çünkü bunlar en hayati sözler. Anladım, çok zayıfsınız, sermayeniz yok, metelik kadar değer ifade edilmiyor. Ama biz emeğe inanmıştık, emeğin yaratabileceğine de inandık ve yaratıyordu da. Siz buna saldırdınız. Kolektif emek yaratacaktı, kaybettiğimiz her şeyi bize geri verecekti, ama siz kolektif emeğe saldırdınız veya saldıranlara göz yumdunuz. Korkunç bir bencilliğe sığınıldığında, her şey onunla işlemez hale getirildiğinde; kolektif emek gitti, binlerin emeği gitti. Bir savaşta ordu gitti, bir parti ortamında yoldaşlık gitti.
Sanki sizleri kandırmışım gibi bir havada görüyorum sizleri. Sizi ben kandırmadım, sizi düşman kandırmıştı, aileleriniz kandırmıştı; dünyaya getirirken, büyütürken ve ölüme gönderirken kandırmıştı. İnceleyebilirsiniz beni, tartışabilirsiniz de. Sizlerin yüzünü gerçeklere döndürmek, yaşama getirmek istiyorum. Bunda varım, işte sonuna kadar meydan açık!
Düşmanın bir iddiası; gençliğinizi elinizden aldığıma dairdir. Provokatörler de bunu söylüyordu. Ve siz buna inanmışsınız, en kötü inançtır bu! Buna inanmasaydınız, bu kadar düşmanlık yapmazdınız. Bizim doğru çizgimize “ne kadar kopardıysam kârdır” mantığıyla bu kadar yüklenmezdiniz. Çünkü birilerine bu felsefe hakim olursa; “bu örgüt, bu Önderlik benim yaşamımı çalmış, elimden alıyor” demişse, onun yapacağı tek şey var, o da ortada. Bir değere amansız saldırmaktır, intikam almaktır ve bunu yaptınız. O kaybettiğiniz sözde yaşamınızı almak istiyorsunuz, var mı öyle bir yaşam? Yok! Kendisinden çalınan bir yaşam var mı? Yok! Ama aldatıyor, düşmanın yalanlarına kendini inandırıyor, provokatörlere ilgiyle bakıyor, “hakikaten öyle, o zaman bu örgütün, bu Önderliğin ben de canını okurum. Benim en güzel günlerimi, gençliğimi benden çaldığına göre, hatta beni çok zorladığına göre” diyor. İşte o yaptığınız bireyciliğin doğru tanımı budur. Siz intikam alıyorsunuz. Ama bu yanlış! İddia ve ispat ediyorum ki, yaşamınızı çalan ben değilim.
PKK’de yoğunlaşma; varsa bir yaşam gücünüz, gençliğiniz, onun çalınması değildir! Bu büyük bir yanılgı! Çalan başka yerde, kandıran başka yerde! Biz tersini yapıyoruz; çalınanı size vermenin yollarını, yöntemlerini veriyoruz. Örgüt bunun içindir, bu çok öfkelendiğiniz, kendinize tezat teşkil ettirdiğiniz örgüt sizden çalınan her şeyinizi, hatta gençliğinizi de iade etmek içindir. Yaşamaya değer gençliğin öğreticisiydi, onun örgütüydü, onun savaşçısıydı, ordusuydu.
Ben iddia ediyorum, size böyle intikam alacağınıza gelin benimle tartışın diyorum. Gerçekten ayıp değildir tartışmak. İkna olmadıysanız, en azından uzak durun. Çok iyi biliyorsunuz, zorla köleleştirmek bizde yoktur. İsteyen istediği gibi kaçabiliyor da. Bu düşman yönlendirmesi ne kadar etkili olabiliyor. Bin defa tekrarlıyorum, sizi bağlayamıyorum; düşman uzaktan kumandayla mesaj yolluyor, harfiyen alıyorsunuz ve uyguluyorsunuz, hem de dolaylı bir biçimde.
En önemlisi de, oynanan bir diğer oyun “ben adam olamam” oyunudur. “Zorla mı yaptıracaksınız, ben böyleyim” diyor. Neymiş böyle olmak; en silik, en iddiasız, en örgütsüz, en güdülerine, en hafifliklerine, en fakirliğine, en hiçtenliğine, artık yaşıyor mu yaşamıyor mu belli değil. Buna oynayan kişiliğe müdahale ediyorum, kıyamet koparılıyor. İddia ediyorum ki, bu kişiliğin savunulacak bir yanı yok. Her şeyi ile çürük, fakir, her şeyi ile zavallı, elle tutulur bir yanı yok. Burada ortaya çıkan diğer bir iddianız; “sen bu kişiliği diriltemezsin, bu kişilik yan gelmiş, yan gider, battı balık yan gider” demektir. Bu çok kötü bir iddia! En yüzeysel, en gayri ciddi yaklaşımdır bu! Bizim yapabileceğimiz en büyük iyilik, hızla bu laubali, yalan kişiliği aşabilmektir.
Düşmanın özel savaş politikası; ortamı böyle kişiliklerle doldurmaktır. Bütün toplumumuzu etkiliyor, bütün toplumsal süreçlerimizi bu tip insanlar üreterek dolduruyor, boşa çıkarıyor. “Sınıf savaşı, kişilik savaşı” diyorsunuz, bunun en doğru ifadesi bizim tarzımızda dile gelir. Biz bu ülke insanları için değerli yaşam imkânları ortaya çıkarmak için ne kadar nefes nefese çalıştık. İnanılmazı, mucizeyi başardık ve birileri buna yükleniyor, bas bas bağırıyor; “bu bize yakışmaz, bize yakışan sidik yarışıdır”. Bu çok kötü bir yarışçılık!
Ben hep hayalimden geçirdim; etkili bir yön veren olmak, etkili bir başaran olmak, düşmanı görüp değerlendiren olabilmek, etkili bir güzel yaşam parçasını yaratabilen olmak istedim ve her şeyi buna göre ayarladık. Tam da bu noktaya vuruluyor. Şeytanın bile bu kadar başarılı olacağını sanmıyorum. Biz de ortaya çıkanlar, adı geçen şeytanlara taş çıkartacak cinstendirler. Nasıl gelişmişler hayret ediyorum! Hz. Muhammet’in bu yönlü kabiliyetine de hayranım. Şeytan dediği, o devrim sürecinde herhalde çok zorlandığı için, bu tür soyluluğu boşa çıkarmak isteyen her şeye şeytan demiş ve yerinde bir deyim! Bu anlamda çok yakınız birbirimize.
Biz, partiyi suçlardan kurtulmak için inşa etmek istiyoruz.
Parti; suç ortamının, suç toplumunun aşılmasıdır.
Ama tersine dayatılan, “bu toplumdan da daha suçlu olacaktır” yaklaşımıdır. Yaklaşımlarınız bunu çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Bu kötü bir şey! Lanetli olmaya bu kadar gönüllü olmak en tehlikelisi oluyor. Bütün kutsal planlarımız böylece alt-üst edilmiş oluyor. O kadar çaresizleri oynuyorsunuz ki, bu daha da bitirici! Bu halk adına bir tane akıllı ve yerinde adımlar atanı göremiyoruz. Sizin için önemli olan; en iddiasız, en eften-püften günleri doldurmaktır. İnanmışsınız artık, “yaşamınız üzerinde parti oynuyor” diye düşünüyorsunuz. Bu düşman iddiası! Size söylüyorum; bakın halkınıza, ailelerinize, metelik kadar değeri var mı? Bakın ülkenize, nefes alınacak bir ortamı var mı? Neden gerçeklere gözünüzü kapatıyorsunuz?
Düşmanın etkili olacağını düşünüyordum da, bu kadar etkili olacağını düşünmüyordum. En büyük gücü cephede değil, teknikte değil, sayıda değil; bu zihniyette, bu yaklaşımda en büyük düşmanı yaşıyorsunuz. İçinize, beyninize, ruhunuza öyle işlemiş ki, artık hiçbir hekim çare olamıyor. Bunu kanıtlamak istiyorlar “sen de bir hiçsin, asla bizim üzerimizde etkili olamazsın, biz örgüte gelemeyiz, birliğe gelemeyiz, ancak birbirimizi boşa çıkartırız, bunun en iddialı gücüyüz veya elimizden gelen en gelişkin savaş budur” diyorlar. Bravo! Ne kadar başarılısınız! En hazin olanı, bu topraklara metelik kadar değer vermeyen kişiliğin, sanki bu halkı beş para etmez, hiç yüzüne bakılmaması gereken anlamsız bir yığınmış gibi veya yığın da değil, bir hiçmiş gibi yaklaşması, bunun yerine kendi bencilliğini göstermesidir. Ben bunun bütünüyle yalan olduğunu ispatladım. Onu abartarak, onu derinleştirerek, tam bir hastalık haline getirerek yaşam gerçeği olunabilecekmiş gibi sunmanın, en büyük hilekârlık olduğunu gösterdim.
Soru soruyorum; yaşamak mümkün değil mi?
Bazı doğru sözler temelinde, bağlı kalabileceğiniz bir kaç sözünüz olmaz mı? Evrene savurduğum sözleri toplarsak, belki dünya kadar eder. Halen de anlamıyorlar. Bravo düşmana diyorum! Bayağı etkiliymiş, bayağı başarmış! Bunun için zaten beni tek sayıyor. Kendi malları iyi tanıyor. Çok çarpıcıdır! Kimin düşmanı diyeceğim, acaba düşmanı tanıyor musunuz?
Düşman ben miyim, adına şimdi TC diyoruz veya onun tarihi uzantıları mıdır; bunun da adını doğru kavramamız gerekir. Bu kadar düşmanını unutup düşmanca savaş haline getirmek, sanıyorum karşıdaki düşman adına olmak demektir. Artık ben de kendimi yanıltmamak zorundayım. Bu kadar örgütü işlemez duruma getiren, bu kadar düşmanla savaşacak orduyu işlemez duruma getiren, düşmana çalışıyor demektir. Benim bu kadar söz gücümü kıran demek; çok etkili bir biçimde bana karşı düşmanlık yapıyor demektir. Artık bazı gerçeklerin adını doğru koymamız gerekiyor; sınıf savaşı, bireysel iktidar savaşı, yalan savaşı, adını ne koyarsanız koyun; gerçekten benim bir düşmanım var, ben de düşmanımın düşmanıyım ve orta yerde durma olmaz.
Savaşta çok kızgın iki saf vardır, kim ki üçüncü taraftan, orta yolcu saflardan bahsediyorsa, bu kesinlikle sahtekârdır, yalancıdır! Çünkü savaş çok kızgın, bunu benim ispatlamama gerek yok. Karşımızda bazı örgütler vardı eskiden, onlar bile devreden çıktı, ne adı kaldı, ne sanı. Kim bu orta yolculuktan artık bahsedebilir? Hangi orta yolcu kişilik, hangi orta yolcu cephe? Bunu konuşan, orta yolculuk adına anlaşmış, uzlaşmıştır. Kime karşı? Tek bir düşman sözcüğüne yer yok; bizim partimizin anladığı anlamda merkezileşmeye, birlik oluşumuna, savaş taktiklerimize, yoldaşlık anlayışımıza, yaşam tarzımıza karşı bu konuşturuluyor. Bunun adı en tehlikeli iç düşmanlıktır!
“Zemini varmış, bütün yapı zemin olmuş” diyorlar. Yapının bilinen toplumsal özellikleri, düzenin tamamen fethettiği bu kişiler, elbette ki bu blokla uzlaşacaklar. Zaten gücünü bu anlamda daha ötede düşmandan, daha yakında dolaylı olarak sizin teşkil ettiğiniz zeminden alıyorlar. Halk adına etkili bir ses olsaydı, her yönde tek bir kişi bile olsaydı, mümkün müydü bu uzlaşma, mümkün müydü bu bloğun oluşması? Ama yok maalesef!
Yaptırılmak istenen; “terk et bu meydanı, parti ortada yok, ey baş belası!” diyorsunuz bana. “Ne uydurmuşsun, gençliğimizi, yaşam umutlarımızı yerle bir ediyorsun, defol git!” diyorsunuz bana, bunu söylüyorsunuz. Yüzlerinize baktığımda çıkan sonuç bu. Bu kadar sözüne anlam vermeyenin, değer vermeyenin, kanıtlamak istediği, “sen kim oluyorsun, sen kaç para edersin” demesidir. Orduya gelmeyişinizin, partileşmeye bu kadar karşı duruşunuzun biricik anlamı budur. Ben kişiliklerle fazla savaşmak istemem. Benim savaşımım uzun süre kendimleydi. İdeolojik savaşıyorum, orada çözüme giderim. Bazı çok temel kavramlar üzerinde savaşırım. Hele Kürt tarzı söz konusu olduğunda, o asla içinden çıkılamaz savaşına bir saniyemi vermem.
Çok çarpıcı anlatmıştım: Aile bana tek hedef olarak, “büyü de bizim düşman var, karşı koyacaksın, baş edeceksin” dediğinde, buna karşı koymaktı. Daha sonra bizi “namussuzluk”la da suçladılar. Size söylüyorum; dünyaya gözümü açtığımdan beri hiç yapamayacağımı anladım, bana dayatılan bu savaşıma çocuk halimle “yapamam” dedim. Başka şeylerle uğraştım ondan sonra, halen bunu sürdürüyorum.
Sizin dayattığınız savaşı ben kabul edemem, metelik kadar değer veremem. Nenem, anam, babam yıllarca kuşkulu gözlerle bana baktılar, “bunun namus anlayışından, kişiliğinden kuşku duymak gerekir” dediler. Siz de aynı durumdasınız, sizin savaşımınıza ortak olmayacağım. Sizi o zavallılığınızla, o köhne kötürümlüğünüzle baş başa bırakacağım. Beni bu pis kavganıza bulaştıramazsınız. Büyük tecrübem var bu konuda. Kardeş katili, halkın mutlaka birbirini büyütmesi, birleşerek büyütmesi gerekenlerin katilisiniz. Çok yanlış! Bir savaş tarzının ve ondan kaynaklanan her tür entrikacılığın, komploculuğun ustasısınız. Ben buna gelmem.
Ben en erken yaşlarda, en tehlikeli düşman diye bana dayatılan ailenin çocuğunu kendime en yakın yoldaş seçtim. O yaşlarda çocuk sezgim veya çocuk halim bunun daha doğru olduğunu söyletti. Kalkmışlar, aradan kırk yıl geçmiş, bana bu köhne savaşı dayatacaklar, alet edecekler! Kimin karşısındasınız? Tanrılarınız yok, imanınız çoktan kurumuş, ne söylesem yine bildiğinizi okuyacaksınız ama ben de gerçekleri böyle haykırmak zorundayım.
“Ailecilik” diyorsunuz; biz aileciliği de en erken yaşlarda bu temelde çözmedik mi, en büyük savaşı vermedik mi? Öyle bildiğiniz gibi de savaşmadım, onların tarzına tenezzül etmedim. Kendi büyüklüğümü daha o yaşlarda ortaya koydum ve kim tanıyorsa, daha o dönemden beri benim oldukça değerli bir sempatizanımdır, yetmiş yaşındakiler bile öyledir. Bu nettir, gidin görün!
Hiç tahmin etmezdim! Yirmi beş yıl geçtikten sonra bu çizgide, -işte 18. yılını da resmen dolduruyoruz- bu kadar etkili bir biçimde dayatılacağını düşünmezdim. Açık söyleyeyim; ben bu oyuna gelmem! “Sen çok şeyimizi aldın” diyeceksiniz. Şehitler son nefeslerini bizim için verdiklerini söylediler. Siz yaşıyorsunuz, gün gün hesaplayın, bazılarınıza vereyim. Yaşıyorsunuz, daha çaptan düşmemişsiniz. Varsa bazı özlemleriniz, kesinlikle tatmin edebilirsiniz. Borç listesini hazırlayın benim için. Kalkacaksınız, “yok öyle şeyler” diyeceksiniz. Hayır! Siz kesinlikle bir şeyler istiyorsunuz. Yanlış anlamayın, kuruş kuruş borç isteyecek halimiz yok. O anlamda ciddi bir çalışmanız da yok. Başka anlamlarda, size göre anlayışlarınız varsa, size göre bazı özlemleriniz varsa, onlara fırsat verilmediği için bizi kendinize borçlu sayıyorsunuz ve yöneliyorsunuz.
Kimi ağa gibi yaşamak istemiş, ama meteliği yok, “senin bana ağalık borcun var, ben tam ağa olmak istiyordum aslında, sen bunu önledin, bir ağa için çok imkân, çok değer gerekir, hepsini sen engelledin ve bana bunu vereceksin” diyor. Kimisi “sen küçük-burjuvanın hakkını yedin, hayalleri vardı, rüyaları vardı, onu yaşamak istiyordu, bunlar da çok değerliydi. Sen bunları da engelledin, şimdi sen onların borcunu vereceksin” diyor. Kimisi de köle, hem avare, hem de hamal gibi çalışmış, “şimdi onun karşılığını vereceksin” diyor. Gözleriniz o kadar açılmış ki, hayretler içerisindeyim!
Sözde ben hepinize oyun oynamışım! Siz benim oyunumu bozmak istiyorsunuz. Bunu raporlarda açık dile getiriyorlar; “yönetimdekiler özellikle gözlerimizi açtı, ama başvurduğumuz tek mücadele, Önderlikten hesap sorma oldu, birbirimizden ve daha sonra da halktan” diyorlar. Böyle devam ediyor. Güzel öğrenmişsiniz, fakat doğru değil, bunları yanlış öğrenmişsiniz! İddia ve ispat ediyorum ki; bu hayalleriniz koca bir yalandan ibarettir! Ağalığınızla, küçük-burjuvalığınızla, hamallığınızla metelik kadar üretici bir değere sahip değilsiniz. Sadece iddiası var, o kadar!
Çok daha genel bir iddianız, dolayısıyla bizi borçlu görmeniz şu noktada; “sen ne karışıyordun, bizim kendimize göre bir yaşamımız var, sigara dumanı kadar hafif de olsa, bu yaşamımızdı, sen bunu engelledin” diyorlar. Bu çok genel bir talep! Bir yerde ABD’nin, dünya çapında sosyalizme karşı yürüttüğü insan hakları teorisini, en dar, Amerika’dan bile çok daha geri bir biçimde parti içinde yürütüyorsunuz. Başka yerlerde insan hakları gerçekten çiğneniyor, bunun anlaşılır yanları var. Fakat bizim içimizde insan hakları dediğiniz; hiçbir değeri, niteliği olmayan, avare, tamamen iflas etmiş, hiçbir üretici değeri olmayan, boş saatlerin her birisi sanki yüz dolar değerliymiş gibi üst üste koyuyorsunuz. Bazıları “yirmi yıl geçmiş”, bazıları “on yıl geçmiş” diyor. “Say günleri, say saatleri ve hepsini çarp yüz dolarla, bu kadar bilançoyu öde” diyorsunuz. Yaklaşımlarınızın özünde bu var. Yoksa bu kadar öfkeyi, bu kadar inatlaşmayı niye gösteriyorsunuz? Demek ki alacağınız var, onu ödemediğim için!
Malımız nedir? Partimizdir! Varlığımız-canımız nedir? Partide gizlidir! Buna saldırıyorsunuz, bu çok net! “Ya bize borcunu verirsin, ya da parçalarız, parçalara böler yaşarız” diyorsunuz. Bu da doğru değil! Ben de iddia ve ispat ediyorum ki; sizin bütün bu günlerinizi, saatleri üst üste koyalım, bir on kere daha çarpalım, karşımıza çıkacak olan kocaman eksili bir rakamdır. Yani sıfırdan da öteye, bir iflastır! Dene kendini, git düşman kapısında çalıştır! Bazılarınız yaşıyor! Hem de düşman için en gerekli hizmeti yapsın, karşılığında bulacağı yaşamı ölçsün! Artık bunu görün ve ne iseniz öyle olun. Cimri hesabı mı bu, yüz yıllardan beri kalmış tenekeden ibaret bazı sermayeler mi var, onları artık altın diye bize yutturmayın. Böyle bir hazineniz yok!
Emek hareketi başlangıçtaki iddiası şuydu; ideolojik, siyasi, manevi, moral, estetik bakımından yoksunuz, fakat birleşirsek, doğru esaslar temelinde çalışırsak kazanabiliriz. İddia buydu, programın da ilk maddesi budur. Onun felsefesinin de ilk maddesi budur ve herkes böyle başladı işe. Bu PKK’yi başka nasıl tanımlayabilirsiniz? İlk öncülerini düşünün; Hakiler nasıl çalıştı, Kemaller, Agitler çeşitli aşamalarda nasıl emek kattılar. En son bu kahramanlık şehitleri nasıl çalıştılar? Karşılık istediler mi? Tam tersine, hepsi partiye borçlu hissetmediler mi kendilerini?
Siz Hayri’den daha mı yücesiniz?
Onun bütün ahı, mezara borçlu gittiği için değil midir? Sizin gibi hiç birisi özlemini, ihtirasını dayattı mı? Hiç birisi örgüte başkaldırdı mı? Kolektivizmi işlemezsizliğe tabi tuttu mu? Hiç birisi yoldaşlarını zorladı mı? Hiç birisi en ufak hak talebinde bulundu mu? Tam tersine, veremedikleri için üzülmediler mi? Kendilerini yakmadılar mı, kendilerini bir kuru kemik parçasına döndürmediler mi? Hücrelerine kadar kendilerini havaya savurmadılar mı? Eğer “doğru” diyorsanız, o zaman üzerinize düşen görev nedir?
Onların yaşamından öğreneceğiniz bir kaç kelime varsa, o da örgüt, yoldaşlık, amaca bağlılıktır. Bu kadar vahşice öldürüldüler. Onların anısına bir intikam gerekmez mi? Hem de nefes nefese, başka sonuç çıkarılabilir mi? Haydi bunlar sizin için fazla anlamlı değil diyelim. Yaşam çok çekici, kendinizi yaşamak istiyorsunuz, buna da hakkınız var. Bir kuş bile yuva yaparken, yılanın kolay ulaşamayacağı yerde yapar diyoruz veya herhangi bir yaratık kendi cinsini yok edecek bir ortamdan uzaklaşıp biraz varlığını sürecek ortamı arar. Bunlar doğada ilk göze çarpan, hiç de araştırma, incelemeye gerek duyulmadan fark edeceğiniz hususlar değil mi? Yaşamak için yılanlardan uzak durmak gerekmez mi? Yılan yanı başındayken, alacağın ilk tedbir ona bir taş fırlatmak değil midir? Yaşamın ABC’si bunu söyletmiyor mu?
Eğer biz kendimiz için değil, bir halk için, yalnız kendimizle, kendimize dayanarak savaşmak istemiyorsak, en az beş on kişiyle, bir bölükle savaşmak zorunda değil miyiz? Nerede görülmüş tek kişinin savaştığı? Halk savaşında nerede görülmüş? Halkı yadsıyan savaş başarısı nerede görülmüş? En fedai yoldaşlarını bile bir tarafta bırakanın savaşçılığına inanılır mı? En birleşmesi gerekenleri bir tarafa itip “ben bölük komutanıyım” diyene kim inanabilir? Yaşamak için düşmanı görmek gerekir ve onunla savaşacak araca sahip olmak gerekir. Bunun dışında hiçbir yerde yaşam yöntemi tespit edilememiştir. Beni kandıramazsınız! Söylediğiniz her şey sadece yalanı geliştirmektir. Düşmanın da yaptığı, toplumumuzu propaganda ile muazzam bir yalana boğmaktır.
Yaşamınıza değer veriyoruz, onun imkânlarını iğne ucuyla kazıyarak önünüze sunduk. Siz ise gözü dönmüşlükle -bu konuda bazı özlemleri ağır basanlar için söylüyorum- yüklendiniz. Ben şunu da iddia ettim ki; yaşam umudu görkemlidir, mutlaka yaşayacağız, hem de özgür ve soyluca. Ama kesinlikle onun etle tırnak gibi, hele günümüzde şiddetli bir savaş bağı ile bağlantısı vardır. Onun örgüt bağıyla bağlantısı vardır. Onun inanılmaz bir duygusallıkla, dikkatle, saati değerlendirmekle bağlantısı vardır. Burada ne sizi yerle bir etmek için hitap geliştiriyorum, ne de size yalvarmak için. Burada sizi bir kez daha ciddiyete, tutarlılığa, anlayışa, söze saygılı olmaya çağırıyorum. Beğenmiyorsanız, çekip gideceksiniz. Komploysa birbirinize karşı değil, bana açıkça göstermeye; partiye değil, halka değil, kıza değil, zavallı veya size çok umut bağlamış savaşçıya değil, bana yapacaksınız. Bir ilginiz, bir saygınız veya bir öfkeniz, bir nefesiniz varsa, önce benimle geleceksiniz. Çünkü bu esastır, bunsuz yaşam yürümez. Bunsuz toplumsallıkla, onun siyasal, ulusal ifadesinde bir milim dahi öteye gidilemez.
Kırk yıldır çalışıyorum ve bu halk için inanılmaz bağışları, inanılmaz fedakârlıkları yapıyorum. Hiçbir zaman benim kör nefsim için bu kadarını ayırayım demiyorum. Hepsi sırtımda büyük bir yük, bu halk değerleri bu halkın kendisine tam bırakılsa da, ben kurtulayım diyorum. Gidip tarlada çalışsam da, bu bireysel emeğimle biraz daha kendimi rahat yaşamayı dört gözle bekliyorum. İçtiğim bir tas su, bir pilavı, tarlada çalıştığım dönemleri hatırlıyorum; iş dediğinin hiçbir tadı yok ve kaldı ki ağır bir yük. Çarçur olduğunda koruyamadığım için canım çıkıyor, gerçek budur. Çıkmışlar, “nasıl ele geçirebiliriz?” diyorlar. Ne ele geçirmesi? Size söylüyorum, ağır bir yük! Bu halkın oğul ve kızları sadece başarılı bir savaşçılık istiyorlar. Onu verebilirsen, başında yer alabilirsin. Onu veremezsen, elini bile uzatamazsın, bakamazsın bile. Ancak bu temelde herkes herkese yaklaşım gösterebilir. Aksi halde affedilmez bir suç olur!
Bu suç kişiliğini artık aşacaksınız!
Bütün suçlarınızı benim adıma yapamazsınız. Ben bu kadar suç sorumlusu olamam. Dayanılmaz bir yük haline geliyor, çıldıracağım. Bu kadar suçu nasıl taşıyabilirim. Hepiniz suçlarınızı biriktirin Önderlik adına; Allah bile olsa dayanamaz ve affedici olamaz. En basit bir emekçi insan, sadece insanların birlikte temiz çalışmasından güç alan yaratıcı bir insanım veya böyle emek sahibi olarak yaşamayı oldum olası ilke edinmiş birisiyim. İlk günden günümüze kadar değil suç, en ufak bir çirkinliği kabul etmeyen birisiyim. Nasıl bu kadar çirkinliği bana yığabilirsiniz? Kabul etmiyorum! Bu kadar sağır mısınız veya neden bu kadar saldırgan oluyorsunuz? Kimse sizi zorla yanıma getiriyor mu, ben sizi kandırdım mı? Benim en çok peşinden koştuğum anlayış birliği değil midir, ortak çalışma değil midir, güzel çalışma değil midir? Bunun dışında benim bir ilkem var mı?
Evet, söz tutarlı değil midir? Niye beni tanınmaz hale getiriyorsunuz? Ya çok överek, ya çok dolaylı yerle bir ederek yapıyorsunuz bunu. En basit anlaşılması gereken, doğrulara en yakın insan değil miyim? Öyle değilsem, niye karşıma çıkıp beni sert ithamlarla açığa çıkarmıyorsunuz? Niye bu kadar dolaylı yollarla ben başka türlüymüşüm gibi yaklaşımlar peşindesiniz? İçiniz niye bu kadar rahat değil? Ortada varsa bir rahatsızlığınız, haykırın. Bir fiske bile dokundurduysam, açık duruşma yapalım, açık mahkeme, halk huzurunda yapalım. Korkmayın! Göreceksiniz, hiç böyle durum yok!
Biraz güç birikmiş, onun üzerine tehlikeli hesaplar ve bu hesapları için inanılmaz sözler, davranış türleri geliştirin, bunu bir dolambaçlı yollarla dayatın; kırk yılda uğraşsanız hesabınız başınıza dökülür, altından bile kalkamazsınız. Onun için bir an önce vazgeçin! Her şey sizi yoldaş olmaya zorluyor. Başka hiçbir kaçacak yer yok! İhtiraslarınız ne kadar büyük, iddialarınız, ben merkeziyetçiliğiniz, firavunluğunuz bile olsa, artık o noktadan sonra her şey sizi yoldaşlığa zorluyor. Kararınızı açık, dürüst ve uygulanabilir esaslar dahilinde vereceksiniz. Hiç endişelenmeyin, bizim sorgulamamızda, mahkememizde insanı aşağılayacak tek bir kelime yoktur, ama kandırmaya da yer yoktur!
Neye varsanız, o kadar olun!
Neye olmazsanız onu da açık söyleyin!
Unutmayın ki; burada çözümlenen, yargılanan, sonuca giden bireyin şahsında yeni toplum, ulus esaslarımız kadar, siyasetin, hukukun, hatta ekonominin temelleridir. En önemlisi de anı anına yaşadığınız savaşımın gereklerine bir an önce ulaşmadır, gereklerini yerine getirmedir. Hiç kimse kendiyle sınırlamasın bazı iddiaları ve cevapları. Genel konuşulduğu artık anlaşılmalıdır. Hesaplar halk adına alınmalı, halk adına verilmeli ve onun somut iradeli birliği olarak parti adına olmalıdır.
…
Bu sorgulama süreci, PKK tarihinde 18. yıl gerçeği göz önüne getirildiğinde, büyük çözümsel bir güç haline geliyor. Eğer sonuçlarına bütün partililer dikkat ederse, başta sorgulamayı şu veya bu yönden ister karşınızda, ister başka alanlarda olsun, dürüstçe ve derince yaşarlarsa, bir arkadaşımız şahsında çok iyi dile getirildiği gibi, çoktan ölümcül olan noktaların müthiş bir yaşamsal güce kavuşma anlamına geliyor. Kördüğümlerin İskender kılıcıyla çözülmesi anlamına geliyor. Küçümsemeyelim bu değerlendirmeleri, sonuçlarına titiz bağlı kalınırsa, düşman bu silahla bize ne kadar kaybettirdiyse, biz bunu tersine doğrulttuğumuz için büyük kazanacağız. Onun için yüksek değer biçiyorum ve sonuçları da kesin büyük gelişmelerle, başarılarla dolu geçecektir.
Reber APO
24 Kasım 1996
- Ayrıntılar
Birçok insane Kemal Kılıçdaroğlu’nun neden bir türlü CHP’nin Dersim’de yaptığını alenen, açıkça Kabul etmiyerek Dersim halkından özür dilemediğine şaşıyor. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu Dersimli olan biridir. Yine neden Dersimlilere bu kadar çektiren bir CHP varken neden halen CHP’’den Dersim el etek çekmez diye de soruyorlar. Ve doğrusu bu her iki konu ve başka konularda da hayretle ve belki de esefle bakıyorlar.
Hayretle bakmalarına gerek yoktur, esefle karşılamlarını da gerek yoktur. Kılıçdaroğlu, Kamber Genç, Bürkay, Veziroğlu gibilerine aşılanan başka bir virus vardır. Kışla kültürünün imbiğinde geçen bu kişiler özü itibariyle yeniçeri ocaklarında yetişenler misali Mangurtlaşmış kişiliklerdir. Mangurtlaşmayı tc devleti en çokta da Dersim’de üzerinde durarak başarmayı esas almıştır.
Sözü uzatmadan, bugünlerde çokça Dersim tartışılıyor. 1985 yılında Kürt Halk Önderliğinin yayınlanan Kürdsistan’da Kışla Kültürü ve Darağaçları adlı eserden bir parçayı olduğu gibi buraya alıyoruz.
“Kapitalist sosyoekonomik şekillenme ile birlikte, artık kapitalizmi de arkasına alan Türk egemen sınıflarının Kürdistan üzerinde yeni işgal ve istila dönemi başlar. Bu kez, o yüzyılların feodal egemenlik aygıtım da kendisi için temel alan, dışarıda emperyalizmle kader birliği yaparak onunla aynı sistem içinde yer almayı daha başlangıçta benimseyen ve son derece yoksul maddi temeline rağmen, görülmemiş türden baskıcı yöntemlere dayanarak iktidarım sürdürmeyi kafasına koyan Türk burjuvazisinin egemenlik dönemi gündeme gelir. İttihat ve Terakkicilik ile onun en aşın biçimi olan Kemalizm, halkların yeni boğazlayıcıları olarak ortaya çıkarlar. Ermeni, Rum, vb. halklar üzerinde en vahşi soykırımları geliştirmekten çekinmezler. Birçok halkın ortadan kaldırılması yetmiyormuş gibi, Kürdistan üzerinde de görülmemiş türünden bir işgaller ve istilalar dönemi böylece başlatılır. Kürdistan yeni baştan işgal edilir, Kürt halkı yeniden sürgüne tabi tutulur. Bu kez de bütün bunlar genç TC adına yapılır. Yüzyıllardan beri dikilen darağaçları yetmiyormuş gibi, TC yenilerim diktirir. Cumhuriyetin kuruluşunun daha ilk yıllarında, Palu-Genç-Hani isyanı bahane edilerek korkunç katliamlar geliştirilir. Diyarbakır'da kırkı aşkın darağacı kurulur; ak saçlı, ak sakallı yetmişlik ihtiyarlar ipe tespih taneleri dizilir gibi, darağaçlarına çekilir. TC'nin ve ona temel teşkil eden Türk burjuvazisinin o korkunç gözü doymazlığı ve dizginsiz terörü, genç-ihtiyar, kadın-çocuk ayrımı yapmaksızın bir halkın üzerinde en vahşi bir biçimde estirilir. Yüzyılların o önü alınamaz şovenist ve yayılmacı kürekten Kürdistan'da korkunç bir yıkıma neden olur. Tek tek her köy ve her kent yüzbinlerin toplu imhası üzerinde geliştirilen TC uygarlığı ile tanışır. Kürdistan'da TC'nin temsilcileri jandarma, vergi memuru, zalim validir. Artık bu üçlü el ele vererek halkımızı tam bir cendereye alırlar.
1930'ların ortalarına doğru gelindiğinde, Türk burjuvazisi Dersim hariç tüm Kuzey-Batı Kürdistan üzerinde askeri işgalini tamamlamış, siyasal egemenliğim pekiştirmeye başlamıştır. Kürdistan'da hala ayakta duran tek direniş noktası olarak varlığını sürdüren Dersim, TC için "korkunç bir çıban"dır. 1936'da parlamentonun açılışı sırasında verdiği uzun bir söylevde, Mustafa Kemal bu durumu açıkça dile getirir: "içişlerimizde en önemli bir safha varsa o da Dersim sorunudur. İçte bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun, yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir" der. Artık sıra Dersim'e gelmiştir. Dersim'in katledilmesine ilişkin yasa tasarısı Mecliste ittifaka yakın bir çoğunlukla kabul edilir. .
Dersim, yüzyıllardan ve hatta binlerce yıldan bu yana Kürt halkının en eski, aşiret ve kabile toplulukları biçiminde özgür olarak yaşadığı ve hiç bir zaman teslim alınamamış olan bir alandır. Hiç bir istilacı gücün elinin ulaşamadığı bu alanda sürekli bağımsız ve özgür yaşamış kabile ve aşiret toplulukları ile emperyalizmin tüm baskı ve sömürü yöntemlerini özümsemiş olan ve o büyük imparatorluğu kaybetmenin öfkesi, içinde tir tir titreyen genç Türk burjuvazisi, 1930'ların sonlarında karşı karşıya gelirler. Bir yanda bağımsızlığı kabile ve aşiret bağımsızlığından öteye tanımamış, görmemiş olan Dersim kabile ve aşiretlerinin temsilcisi yetmişlik Seyit Rıza, öte yanda Türk burjuvazisinin azgın temsilcisi Mustafa Kemal; Birisi çağın çok gerisinde kalmış, ama hep özgür yaşamış bir aşiret önderi; öteki, emperyalizm çağının içinde, tüm derslerini ondan almış despot bir imparatorluğun temsilcisi... Ve savaş acımasızdır; tarafların konumlarıyla, ideolojileri ve politikalarıyla, askeri güçleriyle son derece dengesizdir. Savaşı sonuçta TC kazanır ve Dersim katledilir; hem de tarihte eşine ender rastlanır cinsten bir katliamdan geçirilir. Her köşesinde bir soy tüketimi, bir soykırımı geliştirilir. Dersim artık Dersim'likten, Kürdistan'ın "Gümüş Kapı"sı olmaktan çıkarılır. Kendisini kıran elin tunç kadar ağır olduğunu unutturmamak için de yeni adı; Tunç Eli konur. Muazzam bir güç dengesizliği ve sahipsizlik ortamında kendine özgü koşulları bulmuş olan kemalist faşist diktatörlük, genelde Kürdistan'ı olduğu gibi özelde Dersim'i kuşatır. Ordularıyla dört bir yandan çevirerek dağ dağ, köy köy kapana kıstırır, insanlarım teslim alır. "Sel Harekatı" adına uygun olarak korkunç katliamlara girişir. Derin vadileri, Munzur'un yataklarını ve mağaraları sayısız insan cesetleriyle doldurur. Sağ olarak ele geçirdiği insanlardan bir çoğunu idam sehpasına çıkarır. İnsanlar kendilerini uçurumlardan ölümün kucağına atmayı bir kurtuluş yolu olarak görürler, Kemalizm canavarından kurtuluşu böyle anlarlar. Ve Kemalizm burada böyle başarıya ulaşır.
Bu yörenin bir yerinde bir şehir merkezi, bir vilayet kurulur. Dersim Mıntıkası Genel Valisi ve Kumandanı olan Türk generali Apdullah Alpdoğan, "burası Kalan’dır. Kalan Türklerin yeridir" der. Munzur suyu ile Pülümür çayının kesiştikleri noktada bulunan Memeki köyünü kastederek, "Burayı vilayet yapıyoruz" diye açıklar. Böylelikle küçücük Memeki köyü emir ile vilayet olur. Burada iki kışla kurulur ve bu kışlalarda Dersim katliamı geliştirilir. Kışlaların etrafında yeni yeni binalar yaptırılır ve bir sömürge kolonisi oluşturulur. Savcıları ve yargıçlarıyla. polis merkezleri ve jandarma karakollarıyla sömürgeci koloninin bir merkezi yaratılır. Hemen bunun ardından okullar inşa edilir, katliamlar esnasında analarını ve babalarını kaybeden bebeler bu okullara alınır. Mustafa Kemal hepsinin gerçek babası olarak belletilir Büyüyen çocuklar gerçek anaları ve babaları yerine kemalistleri karşılarında bulurlar. Artık ruhlarına ve beyinlerine işlenen tek bir gerçeklik vardır, o da Kemalizm gerçekliğidir. Bebeler, atalarının binlerce yıllık tarihinin biriktirip getirdiği her şeyle artık ilişkilerini kesmişlerdir. Nasıl kesmesinler ki? Bebeler Türklük okulunda yeni baştan yoğrulup yetiştirilir. Yeni adıyla Tunceli'de eğitilmiş bebelerden teşekkül etmiş bir küçük Türk ulusu maketi yaratılır. Dersim somutunda insanlık tarihi Hitler faşizmini bile gölgede bırakan korkunç uygulamalarla karşı karşıyadır: O binyılların kadim halkından geriye kalan yetim yavrular, soykırımlar ve katliamların kurbanlarından arta kalan çocuklar, artık bebek halindeki kemalistlerdir; işgalci ve katliamcı güçlerin Dersim'de yarattığı küçük Türk ulusu maketinin temel malzemeleridir. Evet, Kemalizm denilen şey tam da böyle bir aşağılık uygulamanın kendisidir.
Dersim'de yüzbinleri katleden, sakat bırakan, topraklarından vurup çıkaran Kemalizmdir; ama yine de herkes birer Kemal kesilir. Hem de bu, kemalist vahşetin döktüğü kanlarla Munzur suyu kıpkırmızı akarken yapılır. Yeni kuşağın binlerce yılın tarihiyle ve çağla ilişkisi bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Hatta anasıyla göbek bağı yeni kesilen bebe bile, dünün o korkunç soykırımları ve katliamlarını artık bilmeme durumundadır. Bu kadar yakın bir tarihle bile bütün bağlar koparılır. Yeni neslin insanlarına göre Kemalizm kendilerini katletmemiş, tersine kurtarmıştır. Kemalizmin hışmına uğrayarak imha edilenler ve ezilenler ise, vahşilerdir, gericilerdir. Dersim'de uygarlık Kemalizmin şahsında doğmuştur. Artık bunun dersi verilir, okullar bunun için kurulur, kışlalar bunun savunuculuğunu yapar. Bu arada bebeler de büyür delikanlı olurlar. 1940'lardan itibaren Kemalizm Dersim'e akıtılmaya başlandığı zaman, doğan çocukların çoğunun adı Kemal olarak konur. Bu Kemal’ler yedi yaşına ayak bastıklarında ilk okula başlarlar. Okulların sayısı da giderek arttırılır. 1960'lara gelindiğinde delikanlı çağındaki kemalistler artık ortaokul ve liseyi de bitirmişlerdir. Bu kez üniversiteye kapağı atarlar ve 1965’lere doğru üniversiteyi bitirmenin eşiğine gelirler. Ana-babaları kemalizm tarafından katledilenler, Kürdistan’da ilk defa ve üstelik de yaygın bir biçimde sömürgeci metropollerde üniversiteyi bitirmek üzeredirler. Bunu büyük bir içtenlikle, büyük bir Kemalizm tutkusuyla tepeden tırnağa CHP ve Atatürk tutkusuyla tepeden üniversiteyi bitirler. 1970'lerde bu Kemal’ler arasından çıkan en iyi kemalistlerden biri de Kemal Burkay’dır. 1970'de Emek dergisinde yazdıklarıyla gerçekten de Kemal Burkay çok iyi bir kemalist olduğunu kanıtlamıştır. Bay Burkay gibi daha birçok Kemal vardır ve bunların hemen hepsi "solcu"dur, CHP'lidir. Bir Türkçülük furyasıdır başlar; hem de "ilerici" Türkçülük "sol" Kemalizm biçiminde ortaya çıkan Türkçülük. Öyle ki, bu furyaya kendisini kaptırmamış delikanlı yok gibidir. Dersim sahasında yüzlerce ve binlerce bebe İstiklal Marşı'nı ve Türklük Andını çok güzel okurlar. Dilleri mükemmel Türkçe konuşur. Bir Türkten daha çok Türk kültürüne egemendirler, adeta Türk ulusunun gözbebeği olup çıkarlar. Artık Dersim'de Türk ulusçuluğu çiçek açmıştır. Ve öte yandan Dersim katliamından kurtulmuş ender insanlardan biri olarak Nuri DERSIMI vardır. Sürgün edilmiş, sürgün görmüş, ülkesinden kaçmış ve yalnız kalmış; Türk işgalinin vahşetini bütün dünyaya haykırmak, yıkılan ve katledilen Dersim'in adım duyurmak için çırpınıp duran bir Nuri DERSİMİ... Böyle bir gerçeğin yaşandığını haykırmak için gidip Halep'e yerleşir. Burada kırk yıla yakın yaşar, kitap yazar, bantlara konuşur.
Dersimli Nuri'nin Kürdistan Tarihinde Dersim adındaki kitabı iyi okunmalıdır. Dersim bir de oradan, bir de Nuri Dersimi'den öğrenilmelidir. Dersim nedir? Madalyonun öteki yüzü, vahşetin ve katliamın akıl almaz boyutları ve o soylu ulusun bir parçasının nasıl imha edildiği bir de bu kitaptan okunmalıdır. İşte bu namuslu aydın, Dersimin celladı Apdullah Alpdoğan'ı nasıl karşılamış, katliam karşısında nasıl tutum takınmış ve TC'ye karşı nasıl tavır almıştır? Bu insanın, "esaret altında yaşayan, her gün, her an damla damla ölen, milliyeti, dili ve mukaddesatı tahkir edilen köle" bir halkın gerçeği karşısındaki üzüntüleri, açılan ve müthiş yalnızlığı iyi anlaşılmalıdır. Yine kendisinin Kürdistan gençliğine bir hitabesi vardır. (Aynı yıllarda Mustafa Kemal'inde gençliğe bir hitabesi söz konusudur). Bu hitabe de iyi okunmalıdır, olduğu gibi alınmalı ve kavranmalıdır. Ama Mustafa Kemal'in izleyicileri. Dersim gençliği içinden binlercesini alıp eğiterek her birini iyi birer kemalist olarak yetiştirirken, Nuri DERSİMİ Halep'te yalnızdır. Bir tek dostu vardır, o da eşidir. Geride mirasçısı olarak yalnızca onu bırakır, ona hitab eder, ona mektup yazar. Yapayalnız kalmıştır. Ama bu da Dersim'in bir gerçeğidir, etle tırnak gibi birbirine bağlı olan tarihsel bir gerçektir. Bu kadar birbirine bağlı olan iki değişik gerçeklik...
Bir gerçekliği tek bir kişinin temsil etmesi, bu gerçeğin gücünü azaltabilir mi? Asla! Bu Kürdistan gerçekliğinin de ta kendisidir. Buna karşılık onbinlerin kemalist gerçekliği temsil etmesi, onu, Kürdistan'ın gerçekliği yapabilir mi? Asla, bu olamaz! Çünkü, hele günümüz koşullarında insanlık tarihi, bir ulusun en vahşi soykırımlar ve katliamlarla ve ardından manevi imha ile rahatça yok edilerek yerine yenisinin oluşmasına kolay kolay çağdaş gerçeklik adını vermiyor, bunu kabul etmiyor. Bunu faşizm olarak damgalıyor, buna sömürgecilik adını veriyor. Böyle bir durumu lanetliyor ve kendisine karşı direniyor. Bütün bu uygulamaları barbarlık ve yıkıcılık olarak değerlendiriyor. Ne pahasına olursa olsun bu durumu asla kabul etmiyor ve en son ferdine kadar direnme yolunu seçiyor.
Bir zaman Hitler'in de bir gerçekliği vardı. Ama bu gerçeklik ne kadar yaşayabildi ya da yaşatılabildi? Hitler faşizmi yeryüzünde otuz milyon insanı katletti; astı, kesti, öldürttü, imha etti. Ama yaşayan gerçeklik yine de halkların gerçekliğidir. Evet; Hitler faşizminin gerçekliği 1940'larda dünya üzerinde ne kadar bir gerçeklikse, Mustafa Kemal'in de aynı yıllarda Dersim başta olmak üzere Kürdistan üzerindeki gerçekliği de o denli faşist bir gerçekliktir.
O zaman bu faşizmi yenemedik, kemalist faşist diktatörlüğü yıkamadık. Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumumuzun geriliği idi; bu toplumun ele başlarının kemalizme işbirlikçilik yapmayı seçmesiydi. Halk olarak zayıftık, gelişmemiştik. Düşmanın koşulları ise son derece elverişliydi. Burada, başka yerde objektif ve sübjektif temelleri çok iyi çözümlenen bu yenilginin nedenlerine inecek değiliz. Ama ezeli gerçekliğimiz olan bu durum, ebedi gerçekliğimiz de olabilir mi? İşte buna inanmıyoruz. Yüzyıllardan beri hep yenildiğimiz, hep ezildiğimiz doğrudur. Ama en az bunun kadar doğru olan bir şey daha vardır ki, o da direnişten asla vazgeçmediğimizdir. Bu direniş Dersim'de de gösterildi. Ardından direniş kırıldı, darağaçları kuruldu, katliamlar yapıldı. Kışla kültürü egemen kılındı ve bu temelde bir de hain bir kuşak yetiştirildi.
Evet. 1940'ların başından itibaren başta Dersim olmak üzere tüm Kürdistan'da kışlalar dikilir. Bu kışlaların çevresinde okullar inşa edilir. Artık bu sefer kalelerin kurulmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Diyarbakır örneğinde olduğu gibi kentlerin etrafına surlar dizilmemiştir. Çünkü artık buna gerek kalmamıştır. Bu kez geliştirilen kapitalist sömürgeciliktir, kalesiz ve sursuz da idare etmesini bilir. O, artık uçakları ve toplarıyla duruma egemendir. Bütün bunlar bir yana, öyle okullar kurulur ki surlardan daha tehlikelidir; öyle kışlalar yaptırılır ki kalelerden daha çok tahkim edilmiştir. Kürdistan oradan idare edilir ve bir halkın mezarı oralarda kazılmak istenir. Bu bir kültürel sömürgeciliktir. Şimdi artık sömürgeci kültürün, Türk sömürgecilerinin, o, yüzyıllardan beri Kürdistan'a özelde de Dersim'e hakim kılamadıkları egemen ulusun kültürünün, başta Dersim olmak üzere tüm Kürdistan'a dayatılması mümkündür. Ne de olsa kabile ve aşiret toplulukları, tüm önderleriyle birlikte ezilmişlerdir. Ne de olsa içlerinden ihaneti seçenler, ihanetin en görülmemiş bir biçimini ortaya koyarak Türklüğü kabul etmişlerdir. Çocuklara gelince, onlar kesinlikle eritilmelidir.
Çocukları egemen ulusun dili ve kültürü içinde eritmek, bu dil ve kültürle yoğurup yetiştirmek zor mudur? Hayır, zor değildir. Çocukların karşısında bir Kemalizm uzmanı olduktan sonra, bu işin zor bir yanı olabilir mi? Hele hele çocuklar bir de Yeniçeri ocağı örneği okullara alınır ve kışla kültürüne tabi tutulursa, bu işin zor bir yanı kalmaz. Ayrıca Türk egemen sınıfları böylesi işlerin yabancısı da değildir. Onlar bu işi sadece Kürdistan'da yapmamışlardır. Mirasını devraldıkları Osmanlılar yüzyıllar boyunca Balkan halklarından çocukları devşirerek kışlalarda eğitmediler mi? Bunları halis muhlis birer Türk ve müslüman olarak yetiştirdikten sonra, kendi öz halklarına, kendi milliyetlerine saldırtmadılar mı? Balkanlar'da bunu az mı yaptılar? Kökeni Hırvat, Sırp, Macar, Bulgar, Leh, Çek vb. olan az mı bu cinsten Türk vardır? Sokullu Mehmet Paşalar ve bunun gibi daha nice Türk devlet adamları Yeniçeri ocağı vb. devşirme uşak takımı içinden çıkmadılar mı? O halde niçin Kürdistan'da 1940'lardan sonra da Dersim bölgesinde böyleleri yaratılmasın? Niçin burada da Mustafa Kemal, tarihi tekerrür ettirmesin? Okullarda yetiştirilen bebeler neden ateşli birer kemalist olmasınlar? Yönetim çarklarını döndürecek en iyi memurlar ve yöneticiler neden buradan çıkmasın? Bir devşirme uşak takımı, Osmanlı imparatorluğunun temellerinin yükseltilmesinde olduğu gibi Türk ulusunun gelişimi ve TC'nin inşasında da neden yeniden görev almasın? Böyleleri Türk ırkının yüceliği için neden savaşmasınlar? Haydar Saltuklar, Aslan Boralar vb. neden çıkmasın? Açıktır ki böyleleri çıkacaktır; hem de en iyi cinsinden...
Ve kışla kültürünün ortaya çıkardığı, dili, kültürü, tarihi ve yaşam tarzıyla Türk olan, ama fiziksel yapısıyla Kürde benzeyen bu türle, çağ arasındaki karmaşık ve çelişkili görüntü, son kırk yılı kötü bir biçimde koşullandırır. Bu olgu sadece Dersim'in merkezinde de yaşanmaz, dalga dalga bütün kasaba ve köylerine yayılır. Okullarda küçük bir kemalist maket oluşturulur. Ardından bir zehir gibi tüm öteki illere, tüm kazalar ve köylere oluk oluk akıtılır: "Türküm, doğruyum, çalışkanım; kahraman ırkım yok olmaz" edebiyatıyla bir tarihsel barbarlık geleneği, Kemalizm bu zehiri ile zihinlere şırınga edilir. Bir halkın öz dili yok edilip yasaklanır. Kısacası, sömürgeciliğin ne siyonizmde ve ne de Hitler'cilikte görülmeyen bir biçimi uygulanır.
Kürt insanı, örgütsüzdür, silahsız ve savunmasızdır. Önderlerinin önemli bir bölümü dağ başlarında can vermiş, kimileri darağacına çekilmiştir; geride kalanlar tutsak edilmiş, insanlar dilsiz bırakılmıştır. Durum böyle olunca elbette kışla kültürü sonuna kadar geliştirilecek ve bu sefer de, Kürdistan'da yeni uygarlık merkezleri şekillenecektir. Diyarbakırlar, Mardinler, Urfalar geliştirilecek, Elazığlar ortaya çıkacaktır. O yüzyılların dağdan inmeyen kavmi Bingöllerde kazığa bağlanacaktır. Bitlislerde İdris-i Bitlisi'ye taş çıkartan en değme uşaklar yeniden yetiştirilecek, yeni sadık bendeler oluşturulacaktır. Bu sefer Kürt toprak ağaları ve aşiret reisleri, TC'nin içerdeki sağlam dayanaktan ve Türk ulusçuluğunun kraldan daha çok kralcı yandaşları olarak gelişmeye başlayacaklardır. Bayar-Menderes kliği döneminde bu gelişme biraz daha hızlandırılacaktır. Artık Kürdistan'da hain ve uşak bir tabaka, bir daha dirilmeyeceğine inandığı halkına ve ülkesine alçakça ihanet etmenin ve görülmemiş bir ulusal inkarcılığın girdabında yüzmektedir. Onlar için artık böyle bir ulus mevcut değildir, ulusal gerçekliğimiz yeryüzünden silinmiştir. "Kahrolsun Kürt dili ve kültürü, her şeyi ile Türk ulusçuluğu yasasın" diye bağırırlar.
Kürt halkı ise güçten düşürülmüştür, cahil ve bilinçsizdir. Çünkü artık uykuya dalmıştır, bir kefene sarılmıştır. Çevresinde olup biten şeyleri seyredebilme gücünden bile yoksundur. Burada gerçeklik artık uykuya yatmış, ölüme terkedilmiştir; gerçeklik mezara konulmuştur. TC, bir daha dirilmemek üzere artık Kürt ulusal sorununu betonladığına inanmaktadır. Direnişlerin ezilmesinin ardından Ağrı dağına, Dersim dağlarına karikatürler yapılır ve altına "Muhayyel Kürdistan Burada Meftundur" , "Aç Gözünü Açarız Gözünü" sözleri yazılır. "Aç Gözünü Açarız Gözünü" ibaresi, Kemalizmin askeri, siyasal ve kültürel alanlardaki zaferinin açık bir ifadesidir. Kürdistan'ın "Gümüş Kapı"sı, Kürdistan'ın ve insanlığın beşiği, Kemalizm adı verilen aşağılık bir cellat tarafından tarihinin en olumsuz bir döneminin içine itilmiştir. Sosyal ve siyasal gelişmesinin en kötü bir evresinde Kemalizm tarafından teslim alınmıştır. Büyük imparatorluğu kaybetmenin verdiği hırçınlıkla. Balkanlardan sürülmenin ve Arabistan'dan kovulmanın kendisinde yarattığı o müthiş öfke ile azgın bir şövenizme sarılan Kemalizm, Türk milliyetçiliğini görülmemiş boyutlarda bir faşist şövenizme dönüştürerek Kürdistan'a saldırır. Sürekli yakıp yıkar. İşte Kürdistan'da Kemalizm eliyle böylesine vahşi bir klasik sömürgecilik uygulatılır.
Bu bizim bir yakıştırmamız değil, bizzat Kemalizmin kendisinin yarattığı, yazdığı, çizdiği gerçekliktir. Bir bütün olarak Kuzey Kürdistan'da artık "Kürdüm" diyene rastlayabilmek bile epeyce zorlaşmıştır. Adı ve soyadı ile herkes Türk oğlu Türk olmuştur. Bir halkın, tarihte belki de bir eşi daha ender görülür bir biçimde bu denli kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmasına dünyanın başka bir yerinde tanık olmak zordur. Öyle ki, değiştirilen şey sadece insanların adları ve soyadları değil, dağlarının ve coğrafyasının tüm adlarıdır da. Artık sadece "Misak-i Milli" ("Ulusal Ant") gerçeği, sınırları kesin olarak çizilmiş olan ve bölünmez bir bütünlük arz eden dili, kültürü, siyaseti ve ekonomisi ile Türk ulusu ve Türk devleti vardır. Kürtlük ise büyük ölçüde ezilmiş ve boğdurulmuştur. Buna Kürt egemen sınıflarının en tehlikeli ve en alçakça bir biçimde Kürtlüğe ihaneti de eklenmiştir. Ulusal-inkarcılık en çok bu kesimler arasında geliştirilmiş; teslimiyetin en alçakça biçimlerine bir hiç karşılığında en aşağılık ihanetlere ve sınıfsal anlamda diğer ülkelerdeki teslimiyetçi çevrelerin yaptıkları ile kıyaslanmayacak kadar en çirkince boyun eğişlere bu kesimlerde tanık olunmuştur. Kürdistan halkı ise uyumaktadır. Her türlü çağdışı ideoloji ve politikaların tahripkar etkileri ve ağır baskılar altında nefes dahi alamaz bir duruma getirilmiştir. Bu da bir gerçekliktir.
Kürdistan'da açılan okullarda filiz süren yeni kültürün yeni çiçekleri zehir-zıkkım çiçekleridir. Her yana zehir saçarlar. Ulusal dillerine ve ulusal kültürlerine artık tepeden bir horlamayla bakarlar. Kemalist kültürün imbiğinden geçirilen ve sözde modernlik iddiasında olan hiç bir genç, baba ocağını ve ata kültürünü beğenmez; Kürtlüğünden nefret eder, utanç duyar. Böyleleri ülkelerinden kaçarlar, en güzel alanlarda da yaşasalar topraklarım terk ederler. Kendi dillerinden ve kültürlerinden hızla kaçıp uzaklaşmak isterler. Evet, bir zehir çiçeği açmıştır, ve her yanı sarmaktadır. Bu yüzden de gerçekliğimizden hızla uzaklaşırlar.
İşte direnişlerin ezilmesiyle birlikte, bir bütün olarak Kürdistan toplumunun geleceğine damgasını vuran olgu budur. 1940'lardan başlayarak 1970'lere gelinceye kadar, halkımızın sosyal, siyasal ve kültürel durumuna yön veren ve onu biçimlendiren güç, darağaçları ve kışla kültürü temelinde geliştirilen Kemalizmdir. Kendisiyle yan yana başka bir gerçekliğin yaşamasına asla tahammül etmeyen Kemalizm, Kürdistan ve Kürtlük gerçeğini yeryüzünden silmek için akıllara durgunluk veren insanlık dışı çabalar içine girmiştir. Öyle ki, yarım yüzyılı bile geçmeyen bir süre içinde ulusal, sosyal ve kültürel yapımızda açılan derin yaralar, yabancı egemenlik altında geçen binyıllık köle yaşamının getirdiği tahribatlardan daha ağır ve yıkıcı olmuştur. Ulusal gerçekliğimizin üstü betonlanmış ve halkımız açısından bir yok oluş süreci başlamış ve kışla kültürü Kürdistan'da egemenlik kurmuştur.”
REBER APO
- Ayrıntılar
Uzak diyardan gelen Dersim grubuyla, dostlar grubuna tekrar hoş geldin diyorum. Bizimle buluştular, şüphesiz anlamlı ve oldukça da gelişmeye hizmet edebilir. Bizim sahamız temel gelişme sahası olmaya devam ediyor. Fakat sizler hazırlıklı değilsiniz ve çok geri kalmışsınız. Biz gerilikten, en az düşmana duyduğumuz nefret kadar nefret ederiz. Yani, düşmüş insanı, geri insanı düşman kadar affetmeyiz. Ama bu demek değildir ki, sizi hiçe sayıyoruz. Hayır, tam tersine değer verdiğimiz için, kesin gelişme temposuna tüm halkımızı çekmek istiyoruz. Bu önemli. Sizler için yaşam o kadar boş geçti ki ve yine o kadar hafif kaldınız ki, belki de bir yaprak kadar etkili olamadınız. Hepiniz bir yerlerde savrulup gittiniz. Biz bunu durdurmak istiyoruz. Ağırlıklı, kendi karar yönünü belirleyen ve yürüme gücü olan insana ulaşmak istiyoruz. Bu önemli. Gerçi bu, yalnız sizin sorununuz değildir.
Bir kaç gün önce halkla bir toplantı daha yaptım. Birisi kalkıp şunu dedi; “siz bu çocukları da eğitseniz, bunlara da ağırlık verseniz olmaz mı?” Ben de şunu dedim; otuz-kırk yaşındaki çocuklar çok daha fazla bizi uğraştırıyor, hatta çocuk da değil, bebek. Bu bebekleri biraz eğitinceye kadar iflahımız geveliyor. Sıra, ancak bundan sonra oldukça rahat oldukça eğitebileceğimiz on yaş civarındaki çocuklara gelebilir. Hatta yaşlılar daha da çocuksu kılınmışlar. Hepsinin eğitime ihtiyacı var, hepsinin gelişmeye, yaşamı yeniden tanımaya ihtiyacı var. İstiyorlar tabii, biz de elimizden geleni vermeye çalışıyoruz.
Sorunlar hayli karmaşık, çözüm gücü olmak çok önemli. Alışmışsınız, gelene ağam, gidene paşam demeye. Bir de her türlü yaşama boyun eğmeye varsınız. Tabii biz bunu yapamayız. Geldiğimiz karar düzeyi, savaşım düzeyi, taktik bazı hususlar da bizi kesin sonuç almaya zorluyor. Örgütlenmek, savaşmak, kesin iş yapabilen insanları ortaya çıkarmak, lafazanlığa yer vermemek, kesin yürütme gücü olan, başarma imkanı olan adımlara sahip olmak; yaşamsaldır, hayati bir noktadır. Lafla kendimizi oyalayamayız, çünkü anında vuruluruz. Fazla hata yapmaya hakkımız yok, yine vuruluruz.
Ama unutmayın ki, hepiniz de laf salatası yapmaktan öteye fazla gidemezsiniz. Yaşamınız kocaman bir kandırmaktan ibaret. Nasıl kandırıldığını bile bilmeyecek kadar saflıkla kör olmuş, buraya kadar gelmişsiniz. Ve yine toplantı da “sen hiç eski usule göre konuşmuyorsun veya eskisi gibi hal-hatır sormuyorsun” dendi. Ben de, “nefret ediyorum, eski usul, hal-hatır sormaktan, öyle hal-hatır sormak çok yalandır, içinde hiçbir değeri yoktur. Hal-hatır sorma tarzının en anlamlısı, en güzeli benim tarzımdır” dedim. Çünkü, bunda bir gerçek var, kendini anlama var, yenilenme var, ruhunu özgürleştirme var. Bunlar çok önemli. Fakat dediğim gibi, anlamaya gücünüz ne kadar yeter? Bu yaştan sonra, yine gençler dahil bebek olmaktan nasıl çıkacaklar? Korkunç!
Hepsi kendini öyle kandırmış ki, savaşa sürsen bir türlü, sürmesen bir türlü veya yaşama gelebilirler mi, önlerinde yaşanacak bir dünyaları var mı? “Evet” demek mümkün değil. Ama yine de yaşadıklarını sanıyorlar. Bütün bunlar bizim üzerimizde ezici baskı yaratır. Ülkesi olmayanlar, özgürlüğü olmayanlar, geleceği olmayanlar kendilerini nasıl yaşatacak, nasıl yürütecekler? Gücü olmayanların hali haraptır, perişandır. Ama siz, dediğim gibi yine de yaşamaya alışmışsınız. Ben yaşamıyorum. Gerçekten şu anda kendime bakıyorum, yaşam benim için nedir diyorum. Nasıl yaşayacağım? Büyük sorun. Tabii sizin gibi yaşayamam. Sizin gibi yaşamaya “evet” desem bittim. Ama istediğim gibi yaşamak için de, kesin başarı üstüne başarı veya eylem üzerine eylemde bulunmak, ona yol açan ne ise, ne gerekiyorsa öyle olmam gerekir.
Bana hakim olan psikolojiye bakıyorum, durumuma bakıyorum; -özellikle sizler gibi- yaşayamam diyorum. Fazla başarı olmadan da yaşayamam, hele sıradan bir gelişmeyi beni doyuramayacak gibi görüyorum. Ama sizin ciddi bir başarınız bile yok. Çok rahatlıkla yaşayabileceğinizi sanıyorsunuz. Halkımızın hiçbir geleceği yok, hiçbir varlığı yok. Ufak bir kırıntıyla bile “bin şükür” deyip yaşamaya çok gafilce yaklaşabiliyor. Tabii bunlar bizim için büyük tehlikedir, biz böyle yaşayamayız. Özellikle önderlik grubu, böyle geleceği olmayan, böyle içeriği, böyle varlığı olmayan bir yaşama kesinlikle olumlu bakmaz. “İşte bu kadarı için de eyvallah, Allah’a bin şükür olsun” demek önderlik için çok tehlikelidir.
Sizin kendinize yakıştırdığınız dualarla, alışkanlıklarla yaşamanız kendinize ve halka yapabileceğiniz en ciddi kötülüktür. Bunun yerine, ne kadar gelişilebilir, işte onun savaş dili, savaş nedir, mücadele nedir, örgüt, parti nedir, bunu kimler yapabilir, nasıl yapmalı; gece-gündüz amaç bu olmalı. Yoksa dediğim gibi, bu kadar insanın sorunları nasıl çözümlenebilir? Kaçan kaçana, kendini yerden yere atan atana, kendini bilmem şu-bu alışkanlığa, bu pisliğe yatıran yatırana! Vicdan gerekir. Nereye? Bu gidişat nereye? Vicdan sahibi olmak lazım. Sana insansın diyen bile yok. Üzerinde her türlü baskı, her türlü sınırsız işkence de uygulanır; hiçe sayılırsın, umurunda bile olmazsa senden hayır gelmez. Kendini ciddi adam yerine koyamazsın. Ben bu adamlara alçak derim, namussuz derim.
Maalesef, toplumumuzun ezici bir kesimi de böyle. Tabii bunlar böyle oldukça, bizim rahat durmamız imkansız. Bana yön veren duygular, düşünceler hep bu temelden, bu halkın durumundan kaynaklanıyor. Tabii, siz kendinize böyle sorular sormazsınız. Ama bunlar benim gece-gündüz balyoz gibi kafama iner ve bir de bunun altından çıkarak yaşamaya çalışırım. Biraz vicdan, duyarlılık, hele “ben de katılım için varım. Benden daha fazla değerler var. Bencillik, çıkarcılık biraz da ikinci plana bırakılsın” dediğin zaman böyle olma gereği duyarsın. Aptal olmamak, biraz iyilikten dem vurmak, yüce olmak bunu şart kılar.
Bu genç arkadaşlara bunu göstermeye çalışıyorum, ama zor anlıyorlar. Halka şunu söyledim; “siz bu çocuklarınızı hiç terbiye etmemişsiniz, ben böyle çocuk istemiyorum”, yani onlarla çok sert konuştum. “Nefret ediyorum, sözüm ona bize genç gönderdiğinizi sanıyorsunuz, ama çoğu başa bela” dedim. Onlar da kabul etti. Çünkü biliyorlar, savaşacak hiçbir yetenekleri yok. Zor bela onları biraz kazandırıyorum. Ne sanıyorsunuz? Yaşam bir anlamda, acımasız savaş demektir. Savaşın kenarından, kendinizi bile örgütlemenin kenarından geçemeyeceksin ondan sonra da yaşadığınızı sanacaksınız. Bu suçtur. Bunu özellikle bu eğitim devreleri boyunca sıkça söylüyorum ve halen de bazıları anlamak istemiyor. Kendinize bir sürü uyduruk şey, böyle dogmalar, yalanlar dizmişsiniz, bunlara kendinizi inandırıyorsunuz. Böylece at gözlükleriyle gerçeklere bakmak istiyorsunuz.
Kişilikte bunlar çok etkili. At gözlüğüyle, yalancı gözlüklerle etrafa, çevreye bakar ve böylece kendini dayatmaya çalışır. Bunlar doğru değil. Çok özlü olmak gerekir, çok dürüst olmak gerekir. Dürüstlük; doğru düşünce, doğru karar, doğru tavırdır. Başka türlü de çareniz yok. Benim bütün yaptığım; biraz kendimi kandırmamak, biraz düşündüğümü hayata geçirmek, bunu tüm gücümle etrafa yaymak ve böylece ısrarlı olmaktır. Buna göre kendimi her gün düzenliyorum, yiyorum, içiyorum, kalkıyorum. Bunun için başka türlü tutarlı olunamaz. Bizim insanımız kendini çok kandırıyor, kendini yerden yere çok atıyor, çok çocuksu ve ondan sonra da “bana hep yardım edilsin” diyor, mümkün değil. Zaten, bizim dünyada bu kadar geri olmamızın nedeni budur. Dünyanın neden ciddiye almadığı, niye bizi adam yerine koymadığı bu nedenledir.
Sen kendini çocuktan daha beter edersen, deliden bile daha deli yaşatırsan elbette sana saygı olmaz, sana ilgi olmaz, sana merhaba olmaz. Bunu anlatmaya ve gidermeye çalışıyoruz. Başka çaremiz yok, çünkü bu dünyada sizi kabul eden yok. İşte ülkemiz; yaşamıyorsunuz, kaçıyorsunuz. Harabeye çevrilmiştir, arkanızı dönüp değer bile vermiyorsunuz. Nereye? Dünyanın en geri halkları bazı yerleri kendi toprakları olarak sınırlandırmışlar ve bir karış bile kaptırmazlar. Seni orada yaşatmazlar, ama yaşayabileceğinizi sanıyorsunuz. Bütün bunlar gaflettir. Diyoruz ki; acaba kendimiz için de bu yeryüzünde bir toprak parçası, onun üzerinde özgür bir yaşama fırsatı bulabilir miyiz? Çabamız buna yöneliktir ve çok gereklidir.
“Arkadaşların durumu nasıl?” diye soruyorum. Kimi şöyle sıkılıyor, kimi böyle dayanamıyor... Sormak gerekir, senin başka sığınacak yerin var mı? Yani, mezar kadar bile girecek bir yerin var mı? Hayır! Derdini iyi anlayacaksın, başına getirileni iyi anlayacaksın ki, adam olasın. Laf anlamayan çocuklar gibi sürekli ağla-sızla ve deki, “bana mama gelsin.” Mümkün mü? Çoğunuzun hali öyle ağlamaktan ibarettir. Neden gerçekçi düşünemiyorsunuz? İyi düşünmek demek, ağlamaktan vazgeçmek demektir. İyi yapmak demek, kendini tembelce sağa-sola yatırmaktan uzaklaştırmak demektir. Akıllı olmak, yararlı olmak budur. Hepinize bunu vermeye çalışıyoruz. Çok gerekli. Bunlar olmadan dediğimiz gibi sizi yaşatamayız. Milyonlarcasınız ve şu anda dünyada ciddi bir sorun. Onu çözmek bizim görevimiz.
Yiğit olmak demek, çözüm gücü olmak demektir.
Benim üzerime düşen ne ise yapayım. Siz de anlayışlı olun. Böyle anlamadık, dayanamıyoruz demeyin. Özgürlük isteyen biraz da söylediklerimizi anlamak zorunda.
Evet, bunları tartışıyoruz. Dikkat ederseniz, bunu yeni gelenlere merhaba için söyledim ve başka türlü de nasılsın diyemem. Her gün bu temelde gerillaya nasılsın diyorum, bu gerçekler temelinde dostlara, halkımıza nasılsın diyorum. Başka türlü söylesek, yalan söylemiş oluyoruz ki, bu da tabii bana yakışmaz. Yani sizin yaptığınız gibi yaşamak durumunda olursam çok şey kaybedilir. Yine de gelişmeye inanıyoruz, iş yapabileceğinize inancımız var. Zaten siz de ilgi gösteriyorsunuz. Bu benim eski tarzımdır. Bu tarzda başardım, bu tarzda geldim. Gelişmelerin olduğunu biliyoruz. Hatta söylenen şeylere dikkat edilirse, zaferin de imkan dahilinde olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Dediğim gibi; vicdanınız, anlama gücünüz varsa, bunu zafere kadar zorlamak mümkündür. Buna güvenilebilir.
Başkalarının da düşüncesine saygı gösteriyoruz. Dediğim gibi ilgi var. Benim bütün partililere, gerillaya, tüm dostlara bu son dönemlerde yaptığım çağrılar, talimatlar güven, inanç kazandırdı. Gerçeklerimizin kavratılması ve en önemlisi de artık yaşamda, özellikle de günlük yaşamda nasıl yürümemiz, nasıl yaşamamız gerektiğini bul ve başar. Dolap beygiri gibi kuyunun etrafında dönmemeyi, ileriye doğru yol almayı ısrarla vurguladık. Bu da gelişmeye yol açıyor. Herkes biraz yaptığım gibi yapmalı. İşte benim yerim daracık, bu kadar, bu bile çok fazla ve fazla güvencesi de yok. Ama görüyorsunuz, ne kadar büyük iş çıkarıyorum. Adeta, düşmanın ölüm fermanını biz burada çıkarıyoruz veya onun çöküşünü burada hazırlıyoruz.
Unutmayın ki, sizin çok geniş yerleriniz var, çok geniş sahalarda yaşıyorsunuz. Ama maalesef onu geliştirme, savaşma alanına çeviremiyorsunuz. Bu da sizin büyük eksikliğiniz. Dünyada en çok kuşatılan ve hakkında tedbir alınan benim; ama buna rağmen, şimdiye kadar kesinlikle pratiğimi zorlayacak hiçbir engel tanımadım. Ve en daracık yerler de bile oyunu mükemmel işlettim, oyunun kurallarını mükemmel oynadım. Ve çok köklü başarılara, gelişmelere yol açtık. En önemlisi de bunlar görülmeli diyoruz. Birileri çok darda olduğu halde, imkan-olanakları çok kısıtlandığı halde, bir zindan köşesi gibi daracık yerlerde nasıl bir gelişmeye yol açıyor? Bunu görmeniz çok önemli. Bundan dersler çıkarmanız hakeza o kadar önemli. Ve mümkünse, kendi yaşam felsefeniz, yaşam yönteminiz haline getirmelisiniz. Bizim yaptığımızı biraz örnekleme yoluyla benimsemelisiniz, siz de hayatta böyle bir çalışmanın sahibi olmalısınız. Ve mutlaka bazı başarılarınız olmalı.
Başarısız adamın varlığıyla-yokluğu birdir. Bizim için de hayat demek; başarmak demektir, elinden iş gelmeli demektir. “Şu kadar iyilik istedim, bu kadar bekledim de olsun” demek, sözlerle kendini kandırmak demektir. Ben bile bu kadar yaptıklarımı çok az görüyorum. Ve hemen başka bir çalışmaya fırlarım, bugünü nasıl iyi geçiririm diye. Özellikle sizler gibi çok çeşitli alanlardan gelenleri ve üzerinde hayli çalışılan grubu biraz daha nasıl ilerletebilirim diye tam gücümle yükleniyorum. Kendim için başka türlü yaşama fırsatı vermiyorum. Nefes nefeseyim ve söyledik, başka çaremiz yok. Yeni yeni bizim yaşam tarzımız oluyor. Varsa gücünüz, sabrınız, inadınız, olduğunuz her yerde mümkünse böyle göstermelisiniz. Zaten düşman sana ölüm fermanını dayatmışsa, eğer sen de yırtmak istiyorsan başka türlü yapamazsın, başka türlü nefes alamazsın.
Gerçekten üzerinde ölüm fermanı var, “ya teslim ol, ya öleceksin” diyor, her gün çağrı üzerine çağrı yapıyor. Biz de “ne öleceğiz, ne de teslimiyet olacağız; kurtuluş kesindir” diyoruz. Bunlar üç kelimedir ve üçü de hayatidir. Teslimiyet, ölüm ve kurtuluş üç kelime ve bizim hayatımızın üçgenidir. İki köşesi bitirir, bir köşesi kurtarır. Onda çok ısrarlı olacağız. Kurtuluş köşesini, kurtuluş imkanını öyle kullanacağız ki, düşmanın çok iddialı olup, bizi düşürmeye çalıştığı noktalara düşmeyelim. Bu önemli, teslimiyet de çok korkunç, onun da dayattığı ölüm çok korkunç. O açıdan bir noktada çok yoğunlaşıyorum. Akıllıysam –zaten başka çarem yok, bu sizin için de geçerli- hiç kimse “bu benim için değil, anlayamam, gereklerini oynayamam” diyemez. Benden daha fazla sizin için geçerli.
Bütün bu çarpıcı gerçeklerle yeni gelen yoldaşlara, dostlara hoş geldin demek en doğrusu. Zaten onlar da hayattan bir çok şey öğrendiler, hızla da öğreniyorlar. Herhalde bundan sonra dayanma güçleri, yaşama güçleri doğru temelde olur ve kesin daha iyi yaşarlar, savaşırlar, başarırlar. Başka tür karşılama fazla anlamlı değil. “Ne yedin, ye içtin” demek fazla anlamlı değil. “Az mı, çok mu yedin, içtin, kaldın, gittin, yürüdün” bunlar çok fazla anlamlı değil. Bu temelde gerçekleri iyi gördüysek, bu geliş ve bizimle tanışmalar anlamlıdır. Az da olsa, çok da olsa, bir ders de olsa, çok ders de olsa özü eğer böyle kavranırsa değer diye düşüyorum. Zaten biz de bu temelde kendimizi veriyoruz. Yani yalnızca yeni gelenlere değil, herkes için, tüm halka, bizi sormak isteyen tüm insanlığa diyeceğimiz budur. Kaçmıyoruz veya doğru yolda tüm gücümüzle yürümeye varız, ilk günden son güne kadar böyleyiz. Öyle olmak gerekir.
Önceden de bizi böyle tanıyacaktınız. Bizimle bu temelde ilişkiye geçecektiniz. Ve umarım bundan sonra ilkenizle sağlam görünüş, yürüyüşünüzle sağlam, sözünüzün de adamı olursunuz. Keşke daha büyük savaş meydanlarında sizleri karşılasak da büyük savaş sorunlarını tartışsak, kahredici darbeleri düşmana vursak. Bunu daha çok isterdik. Ama bizler yaban ellerdeyiz, çok az bir imkanla, yine de tarihte kimsenin yapamadığını yapmayı biliyoruz. Boş durmam, gördüğünüz gibi çok büyük çalışıyorum. Kimse bana “yap” demedi, hep kendim yapıyorum. Ben öyle sizin kendinizi kandırdığınız gibi kendimi kandırmam. Yerim aslında sizlerden çok daha dar. Çünkü hep yalnızım ve tek başıma çözüm bulmak zorundayım. Ve ortaya da çıkarıyoruz. Adım adım, an be an başarıyoruz.
Dersim’den gelen yoldaşlarla zaten uzun uzun konuşacağız, onları devre gerçekliğine alıyoruz. Onlarla zaten yoğunlaşırız. Yeni gelen dostlar, halkı gördüler sanırım, inşallah bir şeyler öğrendiler. Sanırım biraz da buradaki arkadaşlarla tanışırlar, epey alış-veriş yaparlar ve bu da kendi hayatlarında bir dönüm noktası olabilir. İnşallah onların da bazı yaratıcı düşünceleri ortaya çıkmıştır. Bazı gelişmeleri ilk defa görüyorlar, ruhlarında bir yenilenme var. Yine düşüncelerinde kesin bir takım yeni kıpırdanmalar var. Gençleşme var ve daha fazla iş yapma isteği, kararı gelişmiştir. Bunu arada tartışırız. Güvensinler kendilerine ve bundan sonra hayatlarını iyi görsünler. Çünkü bizi görmek sıradan olamaz veya bizim ortamımızla tanışmak sıradan bir ziyaret olarak değerlendirilemez, hayatın dönüm noktalarıdır. Böyle olduğunu herhalde şimdiden anlıyorlar. Kısa sürebilir, fakat yaşamları boyunca bunu tamamlayacakları, hep bağlı kalacakları gerçekleri de görürler ve bağlanırlar.
Benim ilkokul deneyimimde çok açıkça ortaya çıkmıştır ki, halka saygılı olan, ona karşı hizmette kusur etmeyen kesin eğitir, örgütler. Ve bu, yıkılmazcasına olur. Dolayısıyla bizim halkla, dostlarla olan bu ilişkilerimizde çıkaracağımız sonuç; en büyük güç kaynağımızın halk olduğu ve bunun da örnek bir yaşamla sağlanabileceğidir. Siz de bu gelişmenin ürünüsünüz. Sizi yaşatan halktır, kendi yaramaz-yetmez davranışlarınızla halkı zorlamamalısınız. Tam tersine halkı eğitme göreviniz vardır. Bunu göz ardı edemezsiniz. Temelde benim rolüm da, halkı biraz eğitmedir, halktan alıp vermeyi bilmedir, buna saygılı olmadır. Bu açığa çıktı. Geri olabilir, geriliğe öfkeliyiz; bu, halkımızı çok sevdiğimiz içindir. Yani geriliğe çok öfkeli olmamız demek, halkı bastırmak, hiçe saymak demek değildir. Onu daha da özgürlük tutkusuna kavuşturmak içindir. Veya halka duyduğumuz bağlılığı özgürlükle kanıtlamak içindir.
Öfkemizin nedeni de budur. Yoksa halkı adam yerine koymamak, bilmem ağzımıza geldiğince küfretmek veya bastırmak düşmancadır, alçakçadır ve affedilmezdir. Bu yakıcı gerçekleri bir kez daha gördünüz. Gördüğünüz gibi, halk önderi olmanın başka yolu da yoktur, söz konusu da değildir. Başka yol-yöntem uygulanamaz. Doğrusu budur, sonuç alan budur, yenilmeyen, yıkılmayan budur. Halkın büyük bağlılığı bu temelde sağlanmıştır. Ve PKK’yi PKK yapan, yenilmez kılan da halka bağlılığıdır, halkla birlikte böyle yaşama gücü göstermesidir. Kesin, hem sonuç almak, hem de gerekeni yerine getirmek zorundasınız.
Sanırım geçen günlerde cephe dersini işlediniz. Cephe dersi, halka bağlanma, halkı örgütleme dersidir. Bu da en başta halka yakışır bir şekilde yaşamakla mümkündür. Gönül köprülerini ağzına kadar halka açan, saygılı, olmayı bilen en iyi cephe çalışanıdır. Ve bu konuda gerilikten nefret etmek kadar; halkın özgürce yürüyüşünü, örgütlenmesini, eylemini yapan kişi halk önderidir. Ve biz de bundan başka bir anlama sahip olamayız.
PKK militanlığı bütünüyle kendini halkı için hazırlayan, yürüten militanlıktır.
Cephe dersinin en belirleyici, sonuç alıcı dersi budur. Görmedik, duymadık demeyin. Bu dersten çıkaracağınız sonuç; halk çizgisini yakalamadır. Halk çizgisini yakalamak demek; halkın içinde halkın hem öğrencisi, hem de öğretmeni olmayı bilmektir. Yine halkın yürüteni, halkla birlikte yürümeyi, birlikte olmayı bilmektir. Devrimcilik halktan kopuk yürütülecek bir eylem olamaz. Bunu deneyenler tarihte hep kaybetti. Duyguda, düşüncede, örgütlenmede kendini halktan ayrı tutmayanlar, halkla birlikte götürenler her zaman kazanmıştır. O açıdan halka bağlılık cephe dersini layıkıyla özümsemek, zaferin en temel bir gereğini karşılamak demektir. Bu tartışılmaz, sadece gerekenleri yerine getirilir. Bunu iki cümleyle böyle değerlendirebilirim. Yani, hepinizden beklenen de budur. PKK’nin kitle çizgisinde yer almak, halk içinde böyle bir çalışan olmakla mümkündür.
Halk içinde böyle bir çalışma çizgisine ve anlayışına sahip olamayanlar asla başarılı olmayacakları, en zarar verecek tutum ve davranışların da bu kişiliklerden geleceği ortadadır. Bu asla kabul görülemez ve hiçbir gerekçeyle de savunulamaz. Bunu size tekrar gösterdik. Bunun gerekleri tüm davranışlarınızda ifade edilmelidir. Biz de halkçı yaşamışız. Gördünüz, siz bizden üstün değilsiniz. Halk üzerinde bizden daha fazla tasarruf hakkınız olamaz. Biz buna nasıl sahip olduğumuzu gösterdiğimize göre, aynı yaklaşımı siz de göstermek zorundasınız. Ağanın, jandarmanın tavrını denerseniz, kesinlikle halkımız içinde, partimiz içinde yeriniz olamaz. Bunu da eğitimsizlikle, “bilmem canım keyfiyet istedi, ağalık istedi, bastırmacılık istedi” tarzında yaparsanız yanarsınız. Ben bunu affetmem, bunu hiçbir zaman unutmayın, sizi de adam kabul etmem.
Bizim anti-ağalığımız, anti-jandarmalığımız ve buna karşı tavrımız da en başta partimiz içinde ağa, jandarma anlayışlarını taklit edenlere karşı partimizi temiz tutmaktan geçer. Bunu da gördünüz. Eminim bundan sonra doğru partileşmeyi, doğru kitleselleşmeyi esas alacaksınız. Düşmanın politikaları sonucu yetişmişsiniz. Kemalizm etkileri, ailede gelenekler sizi bir ağa gibi yetiştirmiş. Bunlar bizi bitiren etkilerdir. Öfkeli olmak demek, Önderlik çizgisine bağlı olmak demek, bunlara karşı olmak demektir. Bu konularda kendinizi yetiştirin. Diğer bir şey var; dostlardaki geriliği ve kendinizdeki geriliği gördünüz. Bu gerilik her ne kadar halk özelliği gibi gelse de, düşmanın halka yakıştırdığı bir özelliktir. Geri özellik, özgür bir halk kimliğinin kabul etmeyeceği bir özelliktir.
Doğru-dürüst konuşup tartışamıyorsunuz. Özgür bir halk adamı kendini bu geriliklerle yaşatamaz. Halk adamı, halktan olan kişi, gerilikten kendini sıyıran kişiliktir. Okuması, tartışması, örgütlenmesi yerinde olan bir kişiliktir. Dolayısıyla “gerilik halkımızın kaderidir” deyip, boyun eğemeyiz. Ve geri halka dayanıp partili komutan olarak da yaşayamazsınız. Çoğu halkın geriliğinden yararlanmak istiyor. Kimdir bunlar? En başta sömürgecilerdir, ağalardır. Halkın geriliği onlar için bir kazanç kaynağı, bir sömürme kaynağı olabilir. Ama bizim için bir öfke kaynağıdır. Geriliğe saldıracağız; sömürgeciliğin, işbirlikçi, lanetli her türlü kişiliğin çıkar ve dolayısıyla insanlıktan alıkoyma imkanlarını elden alalım diye bunu yapacağız. Yoksa, geri halka bir de siz yüklenirseniz, sizin onlardan farkınız kalmaz.
Görüyorsunuz, bütün bunlar yakıcı bir temelde bir kez daha kendini gözler önüne serdi. Kendi geriliğinizden de nefret edeceksiniz, geri özelliklere sevdalanmayacaksınız. Geri özelliğe sevdalanan alçağın tekidir. Bak, sıradan bir dost olsa bile ne kadar nefret ettiğimi ben de ortaya koydum. Ama diğer yandan ne kadar saygılı olduğumu da ortaya koydum. Bunlar son derece yakıcı derslerdir ve kesinlikle dostlar da, bütün partililer de, ARGK ordu bünyesinde varım diyenler de sonuna kadar bu dersi alır. Görmedik, duymadık demeyin, ben karşınızda çok açık ve özlü konuşuyorum. Geldiniz, gördünüz, bütün işleri bir tarafa bıraktık. Ve bu gerçekleri zor düşünen, zor duyan beyninize ve yüreğinize bir kez daha nakşetmek için sizlerle tekrar karşılaştık. Artık anlamanın zamanıdır, duymanın zamanıdır derim. Zaten sizi başka türlü yaşatamayız, hep hor görülürsünüz, ayaklar altında ezilirsiniz ve bu da sizlere yakışmaz.
Özgürlük isteyenler bunun gereklerini yerine getirmeyi bilmelidirler. Bu da lafla olmaz. Biraz doğru yaşamayı esas almak, sonuç almış bazı çalışma esaslarına bağlı kalmakla olur. Bunu sizden beklemek, görevlerinize bağlı olmanız gerektiğini söylemektir ki; bir devrimci için bunlar esastır.
Cephe çalışanlarımız, dostlarımız da herhalde daha bilinçli, geriliklerinden daha sıyrılmış, daha iş bilir, kendi kendine örgütleyip yönetir bir duruma gelmeyi, bu vesileyle çarpıcı bir biçimde bir daha görecekler. En önemlisi de; bundan sonra böyle yapacaklar, yaşayacaklar, savaşacaklar, başaracaklar. İnanıyorum ki, sizlerin de, halkımızdan henüz tam partilileşmemiş, ama partiye oldukça bağlı çalışanlar olarak alış-verişiniz çok güçlüdür. Halk ilişkiniz, cephe ilişkiniz çok güçlüdür. Bunun çok yakıcı olduğunu gördük, başarı için ne kadar gerekli olduğunu gördük. Dolayısıyla savaşan parti ve hatta savaşan bir ordu için zaferin en temel kaynağı bu halk bağıdır. Bu ders, teorik olarak da görüldü, pratik olarak da biz kendi tecrübemizi size yansıttık. Ve bunda dürüstseniz, özlüyseniz, başarınız için çok önemli bir esastır; bir kez daha çarpıcı olarak beyninizde yer edinsin.
Militanlaşmak bu temelde olursa, bütün çalışmalarda kesin başarınız gelişir. Gerisi teknik düzenlemedir, örgütlenmenin şu veya bu tarzı, gizli-açık tarzı, planlamasıdır. Ama esas budur. Bu esas olmadıkça hiçbir teknik, hiçbir örgütlenme fazla sonuç alamaz. Bunu gördünüz. Başarı kesin gereklidir. Her zaman halka bağlı kalmaya çalışacaksınız. Yaşamınız halk içindir, saygı esastır. Onun sorunlarına çözüm bulmak esastır. Bunun dışında bir devrimciliğin tanımı olmaz. Eksiklikleriniz varsa gidereceksiniz, dersinizi bu temelde alacaksınız. Başarılı bir halk militanı olarak görevinizi yapacaksınız. Gün biraz da bunu gerçekten kavrama, uygulama günüdür. Biz elimizden geleni yapıyoruz.
Kendi ihtiyacınız için ne kadar eksikliğiniz varsa, hiç olmazsa onu giderme temelinde bizden almalısınız. Ve bir daha da, “kitleyle ilişkileri uygun değildir, halkın üzerinde despotizm uyguluyor, kuyruğundan çekiyor, halkın kuyruğuna takılmış” yaklaşımlarını terk edeceksiniz. Önderlik sözü, halka bağlılık sözü kesin bu temeldedir. Biz de bağlılığımızı ortaya koyuyoruz. Sözün nasıl yerine getirildiğini görüyorsunuz.
Umarım her zaman olduğu gibi sözlerinizle oynamazsınız. Sözün eri olmayı bileceksiniz. Sözünün eri olmayı bilenler tarihte her zaman anılacak, ona gururla bağlı kalınacaktır. Ve yaraşan da budur. Başarıya götüren her an, her zaman anılacak, ona gururla bağlı kalınacaktır. Ve dolayısıyla sizi de bu çok sıkıldığınız durumlardan çıkaracak tek yaşam tarzı da budur. Hiç kimse bizden başka türlü çıkış beklemekle kurtulacağını sanmasın. Başımıza daha kötüsü gelebilir, gelmemesi için kendi gerçekliğimizin bilincine ve en önemlisi de onun özgürlük tarzına yükleneceğiz.
Ben bu temelde yüklenenlerin başaracağına inanıyorum. Ve bu temelde yürüyenlerle sonuna kadar birlikte olduğumuzu söylüyorum. Kanıtlanan, bunun başarılabileceğidir. Kesin zafer de bu temelde sağlanacaktır.
REBER APO
11 Eylül 1994
- Ayrıntılar
Çözümlemelerimiz, bu görev sahamızda şüphesiz önemli gelişmeleri ortaya çıkardı, açıklığa kavuşturdu ve yaşamda aşama yaptırdı. Düşman bunun ağır etkisi altında, diplomasisinin son atağını Baba İnönü’nün oğlu Erdal İnönü ile, yaşından oldukça beklenmedik bir biçimde, adeta gözlerini bir tek noktaya dikmiş olarak yükleniyor ve görev sahamızı daraltmak için son kozlarını oynamak istiyor.
Hiç şüphesiz, görev sahamızın koşulları oldukça dikkatle değerlendirilmek durumundadır. Kurtarılmış bölge koşulları değildir. Daha çok dostluk esprisine dayanılarak ve biraz da imkanlar zorlanarak görev yürütülmeye çalışılıyor ve bu görevlerin de temeli, geliştirilen ve sürekli bir gruba bizzat taşırılmak istenen çözümleme düzeyimizin gerçeğidir. Biz burada başka bir çalışma yapmıyoruz. Ama bir atomu parçalamayla ortaya çıkan enerji kadar, buradaki çözümlemeler insanı çözdükçe enerji ortaya çıkarıyor ve bu da düşman için son derece bitirici oluyor.
Aslında düşman bizim fiziki silahlarımızla fazla darbelenmiyor. Esas darbeyi çözümlemelerin yüksek gücü, onun açığa çıkardığı insan ilişkileri, gerici ilişkileri paramparça etmesi, yeni ilişkileri kurmaya yöneltmesi, eski yaşamı paramparça ederek yeni yaşama yol açması, dolayısıyla yeni kişiliğe, yeni kimliğe büyük bir güç vermesi ve bunun da düşmanın dayattığı zemini yerle bir ederek devrimin alabildiğine gelişeceği zemini bulması ve asıl düşmanı bitirenin de bu olduğu gerçeği vuruyor. Ortaya çıkan durum bu nedenle önemlidir.
Parti çalışmaları ve ordu çalışmaları için yüksek bir kazanç, düşman ve işbirlikçileri için de epey darbe vurucu ve bir çok yönüyle de yıkıcı bir çalışma oluyor. Yine en az düşman kadar, devrime karşı direnen gerici toplumsal yapı, ilişkiler, yine ona dayanan yaşam tarzı, yaşam alışkanlıkları, büyük bir çözülüş durumunda bırakılıyor. Artık bu yaşamın sürdürülemeyeceği dayatılıyor, açığa çıkartılıyor. Bu da en az doğrudan, açıktan cephe kadar, içten bir cephe savaşına, özellikle de parti-ordu safları içinde başka tür muazzam bir savaşa -bir iç savaş da diyebiliriz- yol açıyor.
Çözümlemelerin düzeyi, iç zeminde gerici, orta yolcu ve ölümcül bir yaşam hastalığına tutulmuş kişilikleri, onların yaşam anlayışı ve ilişki tarzlarını darbeledikçe, yıktıkça, giderek daraltıp zeminini elinden aldıkça, onlar da son bir çabayla eski yaşamı kurtarmak için yüklendikçe yükleniyorlar. Çok çarpıcı romana taş çıkartır bir biçimde, bu çözümleme sahamızda bile, neredeyse günlük ve son derece heyecan verici çözümleme düzeyi yüksek, edebi çalışmalar için de hayli malzeme sunan gelişmeler ortaya çıkıyor.
Görülüyor ki, son derece birbiriyle bağlantılı durumlarla karşı karşıya bulunuyoruz. Amansız savaşan ve halkımızın son yetmiş yıllık yaşamına en öldürücü darbeyi vuran, bizzat 1925 isyanıyla birlikte, her türlü yok etmeyi politika haline getiren bir Baba İnönü ve onun oğlunun bugün en büyük direnişe aynı biçimde her türlü yöntemle, hatta babasını aratmayacak bir tarzda yüklendiği, sonuç almak istediği bir düşman gerçeği var.
Örneğin, İngiliz Dışişleri Bakanı geliyor, ona diyor ki “bir televizyon meselesi kalmıştı, niye onu kapatmıyorsunuz?” Tabii İngiliz Dışişleri Bakanı şaşırıyor; “bir kültür organı, Avrupa ölçülerine göre son derece normal yayın aracıdır” diyor. Oğul İnönü, “hayır, en tehlikeli terörist araçlardan birisidir, kapatsanız çok iyi olur” diyor. İngiliz Dışişleri Bakanları kurt gibidirler. Dünyanın en entelektüel ve diplomasi de usta oynayan kişileridir. Şaşırıyor, bu ne demek istiyor diye. Tıpkı Lozan’da babasının Lord Curzon’a yüklendiği gibi, yetmiş yıl sonra İngiltere ile Türkiye’nin dostluğu temelinde bir karşılaşma oluyor. O zamanlar bunlar karşı cephelerde savaşıyorlardı. Lord Curzon “temsil ettiğiniz barbarizmdir ve Anadolu’dan atmak gerekir” diyordu. Kısa bir süre sonra uzlaştılar. Bolşevizme karşı, halkların özgürlüğüne karşı, Kürt isyanlarına saldırırlarken, komünistlere saldırırken anlaştılar, uzlaştılar ve 1925’ten beri bu saldırı devam ediyor. Bugün ise İngiliz Bakan şaşırıyor, “insan hakları göz önüne getirilemez mi” diyor. Sözüm ona sosyal demokrat İnönü, babasından daha katı ve acımasızdır.
Bunu görüşürken bir bakıyorsunuz Tahran’a uçuyor. İngiltere-ABD ve Tahran birbirlerine zıt! Gidip orada Rafsancani’yle koşuyor. İran Dışişleri’ne koşuyor. Orada da “en büyük terörist örgüt PKK’dir” diyor. Tavır nedir? “Seni ülkemize davet ediyoruz” diyor. Tıpkı bir zamanların İran şahı gibi... M. Kemal de bir zamanlar Şahı davet etmişti. Kürtler o zaman da Ağrı dağı çevresinde parçalanmaya tabi tutulmuşlar ve burada iki devlet arasında toprak alışverişi yeniden düzenlenmişti. Şimdi de “gelin bir kez daha aynı oyunu oynayalım. Demirel’den selam var, seni ülkemizde çok daha iyi karşılayacağız” diyor. Görülüyor ki, babası gibi bir de bu cepheden büyük oynamak istiyor.
Bir de Suriye Dışişleri Bakanını çağırıyor, “gel Ankara’ya, seninle görüşelim. Sana öyle belgeler göstereceğiz ki, şoke olacaksın” diyor. Bunlar da PKK belgeleri olacak. Tabii bilemeyiz; Suriye küçük bir ülke, şoke olur mu olmaz mı, dayanır mı dayanmaz mı? Fakat çok açık olarak düşmanın nereden, nasıl yöneleceği belli olmuyor. Fazla ciddiye almadığımız diplomasi alanında atağa geçiyor. Fazla ciddiye almadığımız Hint horozu gibi, oğul İnönü ne tür marifetler sergiliyor, dehşete düşmemek işten bile değildir.
Başarır mı? Bu ayrı bir mesele. Ama önemli olan düşmanın mükemmel ve çok yüksek yoğunluklu çalıştığıdır. Yaş-baş demeden, “insanlık, insan hakları” hiçbir şeyi akla getirmeden, çeşitli maskeler takarak, savaşta ne kadar iddialı olduğunu gösteriyor. Bizim dayandığımız zemin, onun görev sahası, hiç şüphesiz o da kendi koşullarına göre direnmesini, dayanmasını ve çalışmalarını gösterecek ve yürütecektir. Burada önemle göz önüne getirilmesi gereken, düşmanın yüklenimlerine karşı, bizim de kendi mevzilerimizi mükemmel değerlendirmektir. Mücadele hatası yapmamamız, dış diplomatik mevzilerin, dost mevzilerin mükemmel değerlendirilmesi ve verimli geçirilmesi için saati saatine büyük bir duyarlılıkla değerlendirilmesi, çok yüksek kıymet biçerek sonuç almayı bilmek, sorumlu devrimcinin, savaşçının, diplomatik sahada da olsa, en yoğunluklu tarzıyla başarması gereken, bunun için her şeyini ortaya koyarak direnmesi gereken, ve bunu yaptığında savaşı oldukça iyi yürüttüğünü ve bundan başka çarenin de olmadığını değerlendirerek yüklenmek gerekiyor. Başarıya böyle yürüyerek gitmek gerekiyor. Bunu yürütüyoruz.
Diplomatik dış mevzileri mücadele için nasıl kullanmamız gerektiğini şimdiye kadar gerçekten tarihimizde ilk defa böylesine derli-toplu ve son anına kadar çok verimli bir biçimde değerlendirdik. Başta bu mevzimiz olmak üzere, çok sayıda ülkedeki mevziyi, büyük bir başarıyla bundan sonra da değerlendireceğiz. Düşman yüklendikçe bizim de daha fazla kendimize yüklenerek başarmamız gerektiği kuralına bundan sonra da başarı lehinde işlerlik kazandıracağız.
Hiç şüphesiz bu yönlü değerlendirmeleri daha da geliştirmek mümkündür. Yakın günler oldukça hızlı gelişmelere açık görünüyor. Bir kez daha sıkıştırılmaya çalışılacağız. Açıktan diplomatik yöntemlerden tutalım komplo yöntemlerine kadar, her zaman olduğu gibi önümüzdeki günlerde de daha sıkça göreceğiz. Hiçbir zaman eksik olmayan bu yüklenimler bundan sonra da geliştiğinde tabii ki şaşırmayacağız. Her zaman hazırlıklı olmak ve tüm yüklenimlerini karşı bir yüklenmeyle boşa çıkarmak gerekir. Önderlik gerçeğimiz şimdiye kadar bunu böyle ele aldı, böyle başardı ve büyük karşılık verdi. Mühim olan, aynı mevzilerde çalışanların, mücadele edenlerin de böyle yüklenmeyi bilerek başarıyı yakalamalarıdır. Eğer kadro gerçeğimiz, mevzileri temsil eden gerçekliğimiz bunu bütün yönleriyle böyle değerlendirir ve görev anlayışı ile çalışma tarzını yaman kılarsa, sonuç alıcı kılarsa, demek ki yine güçlenen ve başarıyı biraz daha kesinleştiren biz olacağız.
Bu görev sahamız açıktan mevzi çatışmaları yaşanacak bir görev sahası değildir. Hiç şüphesiz sağlam siyasi, ideolojik ve askeri yönleri giderek gelişecek olan militan tipi yetiştirmeyi esas alıyor. Kesin belirleyici katkısı var. Yücelen değerler olarak ideoloji, askerlik, siyaset, kesin gelişme kaydetmiştir. Bu yönlü partimizin, ordumuzun, cephemizin boyutlanması kesin en belirleyici yücelen değerler olarak halk saflarımızda, dostlar nezdinde ve düşmana karşı parlak bir biçimde kendini ifade ediyor ve gelişmesinin kolay kolay durdurulamayacağı, her geçen gün daha da kesinlik kazanıyor.
Farkında olalım ki, ideolojik yücelme, çok büyük bir yücelmedir ve muazzam düşman ideolojisine ve onun iç gericilikle toplumsal yapımızda yine muazzam tutucu ittifaklarına yönelttiğimiz ideolojik hareket, en başta ve belirleyici olan yükselişi temsil ediyor. Özellikle PKK öncülüğü, esas itibarıyla bir ideolojik yücelme öncülüğüdür. Bütün gelişmeleri belirleyen bu ideolojik yücelme oluyor. Bu böyle sağlama alınmadan, tüm gelişmelere hakim olabilecek kadar boyutlandırılmadan, hiçbir gelişmeye yol açmak düşünülemez.
Unutmayalım ki, bu ideolojik yücelme, emperyalist ideolojinin mutlak zaferini ilan ettiği, yine onun beslediği geri toplumların çok gerici ideolojilerinin de ister faşizm biçiminde olsun, ister başka karmaşık biçimler altında olsun dayattığı, muazzam bir direnmeyi ve yaşama alışkanlığını kazandığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Yine reel-sosyalist ülkelerdeki ideolojik çözülüşün ve hatta güncel kapitalist ideolojiye boyun eğmek istemeyen ne kadar tarihten kalma ideolojik birikim varsa, hepsinin yerle bir edilmek istendiği, özellikle globalleşme altında dünya çapında bir ideolojik zafere gidilmek istendiği bir aşamada meydana geliyor. Bu anlamda ideolojik yücelmemiz sadece Kürdistan Devrimi açısından değil, evrensellik açısından da, devrimlerle bağlantısını sürdürmek isteyen tüm dost çevrelere, onların dayanmak istedikleri halklara esin kaynağı oluyor.
Güncel olarak hızlanan bir gelişme olarak, dikkat çekici bir biçimde kapitalist-emperyalist ideolojinin ve ittifak ettiği köhne ideolojilerin, sözüm ona “tam zafere gittik” dedikleri bir aşamada, PKK’nin yüksek bir ideolojik direniş ve giderek boyutlanan bir gerçeğin öncü gücü olması, gerçekten ideolojik savaşı Kürdistan içi olmaktan çıkarıp uluslararası düzeye sıçratmıştır. Bunu çok canlı yaşıyoruz. Gerek sosyalist ideolojinin özüne uygun biçim ve muhtevaya kavuşması, gerek onun ulusal kurtuluşa ve yine ulusal haklara, demokrasiye, ekonomiye, çevre sorunlarına ve benzeri ne kadar sorun varsa çözümleyici yaklaşımlar getirebilmesi, bu mücadelenin belli başlı biçimleri oluyor.
Şüphesiz bu mücadele devam edecektir. Kesinlikle en belirleyici mücadele olarak belirleyip rolünü sonuna kadar oynatmaya çalışacağız. İdeolojik öncülük altında yükselen askeri-siyasi gelişmeler var. Gerek Kürdistan içinde ve gerekse uluslararası alanda siyasal yücelme var. Ulusal kurtuluş denilir buna. Yine sosyalizmin siyaseti denilir, demokrasinin siyaseti denilir. İçeriği hayli zengindir. Fakat özellikle arkasındaki tüm müttefikleriyle birlikte düşmanın dayattığı bir faşist baskıya karşı bu siyasal gelişme son derece çözümleyicidir. Devrim açısından büyük gelişmeler ortaya çıkarıyor ve kolay kolay önü alınacağa da benzemiyor.
Siyasal gelişme milyonların bilincinde bir sıçramaya yol açıyor. Bu milyonların arasında örgütlülük gelişiyor. Sadece Kürdistan içi Kürtlere değil, düşman cephesindeki kitlelerin bilinçlenmelerine, hızla örgütlenmelerine ve hatta diğer ülkelerin emekçilerinin lehine de bir gelişme ufku açıyor. Küçümsenmeyecek bir yücelmedir bu siyasal gelişme. Çok önemli sonuçları olacaktır. Siyasal mücadeleyi doğru yürütürsek her mevzide bu siyasallaşmanın en bariz yükselen biçimleri oluyor. Bunun da özü parti eğitimi ve örgütlenmesi ile eylemliliğidir, yine onun gösterisi, yürüyüşü, her düzeydeki toplantılarıdır.
Tüm bunlara yüksek değer biçmek gerekiyor. Kolay bir kazanım olmadı bu. Altın değerindedir ve ne pahasına olursa olsun geliştirmek, korumak ve tam zaferi için sonuna kadar yüklenmeyi bilmek gerekiyor. Bunun ülke içi ve dışı bağlantılarını, mevzilerini, biçimlerini, amaca bağlılıkla birlikte giderek daha da kapsamlı geliştirerek yürütmek, militanlığın en temel görevidir. Onu da bu sahada oldukça açığa kavuşturduk, güçlendirdik. Ve siyasal temsilcilerinin gelişimine yüksek değer biçtik. Bu okul, siyasal gelişmelerin yüksek temsilini gittikçe, yakalamak durumundadır. Düşmanın yüklenmesinin diğer bir nedeni de budur. Çünkü siyasal temsil ilk defa böyle derli-toplu olarak bizim çalışmalarımızla gelişme kaydediyor.
Askeri yücelme de hakeza, bu görev sahamızla bağlantılı olarak, yine ideolojik-siyasi yücelmeyle sıkı sıkıya iç içe bir biçimde, Kürdistan tarihinde ve hatta günümüzün emperyalizmi açısından halk savaşları döneminin bittiğinin iddia edildiği bir aşamada, en kritik bir bölgede halk savaşı düzeyini yakalayarak başarıyla sürdürebilecek kadar bir konuma yükseltildi. Bu da askeri olarak, hem ülke içi, hem de uluslararası bölge koşullarında büyük bir yücelme oluyor. Bu kadar uzun süreli dayanabilmek, ordulaşmayı hem savaşçı, hem komuta düzeyinde geliştirmek durumuna yol açabilmek, yine sanıldığının aksine çok önemli sonuçlara yol açacak ve eğer devam ettirilirse; açıklığa ve çözümlemeye kavuşturulduğu gibi bir de pratikleşmesi sağlanırsa, bu da gerçekten düşman için en öldürücü bir çalışma olacaktır. Yaşamı en çarpıcı geliştiren bir silah olacaktır.
Askerlik silahı halkların eline bu biçimiyle verildiğinde, onlar için son derece korkutucudur. Zaten bu nedenle daraltmak için en çok ittifak ettikleri, bu çalışmanın önünü almaktır. “Terörizm” diyorlar, “uluslararası alanda terörizme karşı ittifak halindeyiz” deniliyor. Bir numaralı “terörist” de PKK ve başı ilan ediliyor. Dolayısıyla daraltmaya çalışıyorlar. Ama çok açıktır ki, askeri yücelmeyi de bizim şahsımızda durdurmayı en temel olarak üzerinde birleştikleri bir nokta ve görev olarak değerlendiriyorlar. Önemlidir tabii. Çünkü halk savaşının tamamen durdurulduğu, devrimci şiddetin artık rol oynayamayacağına inandıkları, hatta tarihi açıdan da Gorbaçovlarla birlikte Ekim Devrimi’nden yetmiş yıl sonra artık devrimler döneminin sona erdiğinin iddia edildiği, emperyalizm ve her türlü işbirlikçiliğine Türkiye faşizmi gibi uluslararası alanda bir numaralı rol oynamak isteyen burjuvaziye karşı, böylesine bir halk savaşını dayatmak, son derece tarihi, uluslararası ve güncel önemi büyük olan bir faaliyettir.
Bu görev sahamızda bu faaliyete büyük işlerlik kazandırıyoruz. Tabii bu da emperyalizm ve işbirlikçilerini kudurtuyor. Onlara göre gelişmelerin böyle olmaması gerekirdi. Devrimler dönemi, özellikle devrimci şiddet dönemi sona ermişti. Var olan tek tük teröristler de zaten devrimlerin aleyhine malzeme olabilecek kadar kullanılıyor ve tüketiliyorlardı. Ama yükselen PKK askeri şiddeti, bu anlamdaki bütün nazariyeleri bozduğu gibi, olası bütün gelişmelere de çok kötü örnek teşkil ediyor.
Bu nedenle uluslararası alanda ABD’nin başını çektiği bir “PKK’ye karşı terörizm” kampanyası geliştirildi. Olof Palme gibi kişilikler bile, bu terörizm kampanyasında kullanılmak istendiler. Öyle sanıyoruz ki, büyük bir uluslararası komployla da, PKK’nin etkisinin uluslararası alana, özellikle Avrupa halklarına yansımaması ve yine çok kötü bir “terörizm” olduğunun kabul edilmesi için büyük çaba bu nedenle harcandı. Ayrıca Çekiç Gücün devreye konulması ve yine özel savaşın her türlüsünün Türk ordusunca uygulanması ve bunun ABD, Almanya gibi devletler başta olmak üzere, irili-ufaklı suç ortağı olan güçlerce desteklenmesi, soykırıma, bile izin verilmesi, onların bu devrimci şiddetten, direnişten ne kadar korktuklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Eğer askeri yücelme devam ederse, mevzilerini daha iyi korursa, özellikle savaş tarzını zafere doğru kesinleştirirse, kaybeden sadece Türk sömürgeciliği faşizmi değil, her türlü bölgesel gericilik ve onun arkasındaki emperyalist ağababaları olacaktır. Bunun da zincirleme etkisi, bir Fransız Devrimi, bir Ekim Devrimi, bir İslam Devrimi kadar yayılmacı ve oldukça güçlendirici olabilir. Kürdistan Devrimi’nin biraz da böyle bir anlamı var ve bunu düşündükçe histeriye kapılıyorlar. Başarılmaması için hiçbir devrime karşı almamış oldukları tedbirleri alıyorlar. Bütün devrimler ve karşı-devrimler tarihinden aldıkları derslerle, Kürdistan Devrimi’nin bir uluslararası devrim haline gelmemesi, hatta Kürdistan içinde bile bir devrimci çözüme gitmemesi, özellikle de askeri olarak gitmemesi, bastırılması ve hatta onun şahsında “devrim ne kadar kötüdür, şiddet ne kadar lanetlidir” yargısına varılması için, uluslararası ideolojik karalama kampanyalarıyla psikolojik savaş en ileri boyutlarda yürütülüyor. Bu temelde bir devrim mahkûm edilmek isteniliyor.
Yürüttüğümüz saha çalışmaları, ülkeye yansıtılan sınırlı biçimlenişi, bütün bunları boşa çıkarıyor ve olasıdır ki, özellikle son Güney atılımımızla birlikte bu savaşı daha da olanca geniş sahalara yayma ve derinliğine kurumlaştırma imkanını ortaya çıkarıyor. Bu da tam anlamıyla uluslararası bir terörle karşı karşıya gelmemize yol açıyor. Her sahada ideolojik, siyasi ve askeri olarak kuşatmaları yetmiyormuş gibi, büyük bir psikolojik savaşla da bu birleştiriliyor ve devrimimizin askeri cephesi başta olmak üzere, çökertilmesi için ne lazımsa o yapılıyor. Gördüğünüz gibi, Dublin ve Tahran zirveleri, çeşitli diplomatik oyunlar, böylesi gelişmeleri engellemek içindir. Şimdiye kadar hiçbir yücelme alanında başarı sağlamadıklarını söyleyebiliriz.
Tabii bu demek değildir ki her zaman böyle gider. Bir gaflet, bir mevzi görevini sağlam yerine getirememe, bizim Önderlik gerçeğinin gelişimini sürdürememesi, tabii ki olumsuz gelişmeleri zincirleme beraberinde getirebilir. Getirmemesi için Önderlik gerçeği kadar, kadro gerçeği ve onun ideolojik, askeri, siyasal temsili, kurumlaşması ve çok zengin taktiklerle bir iç savaşı yürütmesi zaferi kesinleştirebilir.
Demek ki çözümlemelerimizin bu kapsamlı savaştaki yeri, yüce değerlerin geliştirilmesinde belirleyici olma gibi bir role sahiptir. Dış cepheyi bu yönüyle tanımak zor değil. Dış cephenin saldırılarına karşı dayanmayı da, istediğimiz gibi olmasa da, yürütüyoruz. Dikkat edilirse son zaman çözümlemelerinde en çok kendini ele veren gelişme de, bu iç cephedeki yücelmedir. Anlaşılabildiği, ya da duyumsanabildiği kadarıyla bir başka yücelmeyi yaşıyoruz. Buna ruhsal veya duygusal yücelme de diyebiliriz. Devrimin adeta bir yan ürünü demeyeceğiz de, bir taçlanması, insan ruhunda meyve vermesi gibi de, bu gelişmeyi tarif edebiliriz. Zaman zaman biz ruhsal devrim ya da sevgi devrimi de dedik. Gerçi bunu tam göstermedik. Çünkü bu biraz ideolojinin, siyasetin hesap meselesi değil. Birbirine bağlantılı da olsa böyle değildir. Ama kendi başına da giderek çözümlenmeyi isteyen bir gelişmedir. Bu biraz da devrimci edebiyatın işidir ama, biz de gelişmeler o kadar birbirine bağlı ki, devrimci edebiyatın kendisi de adeta bir savaş oluyor.
Nitekim saha çalışmalarımızdaki gelişmeler, en değme romana bile taş çıkartacak kadar çetrefilli, karmaşık, öfkelendirici olduğu kadar sevindirici gelişmelerle doludur. Oldukça heyecan veriyor. Düşünün, gerçeğin kendisi böyleyken, edebiyat diliyle yüceltildiğinde, bu nasıl bir gelişme olacaktır?
Duygular sahasında yücelen değerler karşısında cüce değerlerin hazin örnekleri, ağlanası örnekleri yanı başımızda ortaya çıkmış ve oldukça üzerine gidildi. Duygu yüklü, giderek heyecanları artan bir sürece kapılmış gidiyorsunuz. Bu da anlaşılır bir gelişmedir. Devrimin ilk çözümlemeleri ruhta, duygularda, manevi dünyada yankısını bulmazsa, o ciddi bir devrim olamaz. Devrimci süreçler, aynı zamanda asırlık duyguların, kin ve sevinçlerin, aşk ve ihanetlerin, bağlılık ve komploların, büyük yücelme kadar cüceleşmelerin amansız bir biçimde birbirleriyle hesaplaştıkları, hele devrim daha da geliştikçe, biraz daha başarıya doğru giderek ete-kemiğe büründükçe, bu savaşın daha da amansızlaşması gerekiyor. Bakıyoruz etrafımıza, gerçekleşen bu oluyor.
Bu da biraz bilinçli, biraz kendiliğinden gelişti ve Önderlik gerçeğiyle bağlantısı çok çarpıcıdır. Başlarken sizlere ilk günleri biraz kendi yaşamımda anlatmaya çalıştım. Halen de öğrenme ve bilme değeri olsun diye anılarımı anlatma gereği duyuyorum. Eskiden bunları anlatmak istemezdim. Şimdi herkes öğrenmek istiyor. Öğrenmek isteyenlere de bizim öğretme görevimiz var, kaçınamayız. Yoksa sıradan anılarımı izah etmemin hiçbir gereği yok. İlgiler çok yüksek olduğu için ve adeta herkes “daha da fazlasını duymalıyız, öğrenmeliyiz” dediği için, ben de anlatıyorum. Yani tabir yerindeyse, umumi istek üzerine oluyor.
Önderlik, çok çarpıcı bir duygular savaşıdır da.
Devrim zaten duygularla başlar. Bende de duygu yönü korkunç güçlü başladı. Kini, retleri kadar istekleri, çirkinliğe karşı olduğu kadar güzellikleri esas alan kendine göre bir gelişmeyle başladı. Önce fazla bilinç yoktu, siyaset yoktu. Duygular vardı. Bir çocukluk gerçeği başka türlü zaten olamaz.
Gençlik, delikanlılık tamamen duygu yüklü bir süreçtir. Ben sizlere bu anıları tekrarlama gereği duymuyorum. İlgilenenler çözümlemelerde bol bol bulabilirler. Çocukluk kaprislerimi, kıskançlıklarımı, yine birlikteliklerimi, arkadaşlıklarımı size hiç çekinmeden, sıkılmadan anlattım. Bir yufka ekmek için nasıl anamla savaş yürüttüğümü anlattım. Bir ekmek savaşıdır, halen anımsıyorum. Darı ekmeğiyle birlikte buğday ekmeği ortaya çıktığında bu bende bir arayıştı ve yufka ekmeğinin bir tanesini bile fazladan almak benim için tam bir amaçtı neredeyse. Onun için büyük bir savaşçılık yapıyordum. Hedef de anamdı tabii, onun sakladığı yerden veya ellerinden almalıydım. Hakkım mıydı, değil miydi, o ayrı bir mesele! Tabii tam istediğim gibi ekmeği koparamayınca dağa çıkardım. Dağda bilinen kök bitkileri vardır, onları toplamak, yine ekilmiş bitkilerden, meyve ağaçlarından değerler toplamak da benim için bir hedefti. Bazılarını hırsızlardık. Bazılarını bizzat büyük çaba harcayarak elde ederdik. Bir dönem böyle geçti.
Diyebilirim ki bu konuda da önde gelen, bir öncü savaşı yürütüyordum ki, ilk çocukluk gruplarımı bu koparıcılık temelinde örgütlemeye çalıştım. İşte “gelin sizleri çiğdem toplamaya götüreyim, şurada kavun-karpuz ekilmiş, birkaç tane alabiliriz, üzümler çıkmış, fıstıklar çıkmış” diyerek herkesi peşime takardım. Halen aklımda hangi ağaçtan biraz fıstık topladığım ve sahibi geldiğinde nasıl kaçtığım... Tabii bir dayak yediğim de unutulmaz bir biçimde anılarımdadır. Başka anılar da var. Köy koşullarındaki aile kavgaları, çocuklarla kavgalar; çocuk kavgalarının çetin olmasından ne kadar ürktüğümü, vurma-kırmaların sonuçlarının kötü olacağı, uzun vadeli yaşam istemlerimize darbe teşkil edeceği, mümkünse önlemek, ama mümkün değilse Cimo ile Mıho’nun hikayesinde olduğu gibi çok derli-toplu, planlı bir-iki eylem düzenlemek. En değme gerillacının göstermediği duyarlığı, o çocuk yaşımda gösterdiğimi kanıtladım.
Uzun süre savunmada kaldıktan sonra birden bire saldırıya geçerek çığır açıcı bazı darbeleri gerçekleştirdiğimi sanıyorum bazı anlatımlarda dile getirdik. Yine çok vazgeçemediğim arkadaşlıklarım vardı. Bana göre iyi emek arkadaşlığı, birlikte iyi avcılık, kuş avlamak, yine yılanlarla uğraşmak, derelerden tepelere iyi çıkmak ve bu konuda benimle en iyi yürüyeceklerle birlikte olmak, can attığım şeylerdi. Hasan Bindal gibi çocukluk arkadaşlıklarımı nasıl ele aldığımı ve nereye kadar nasıl getirmek istediğimi de çözümlemelerde biraz dikkatlere sundum.
Aile içi çelişkiler vardı. Ailenin giderek kendisini dayatan normları, gelenekleri vardı. Onlara karşı da, ilk isyan anlatımında olduğu gibi nasıl büyük bir direnme içine girdiğimizi, büyük bir öfke, kavga ve tabii isyan, ardından köye başkaldırıya kadar dayanan bir savaş söz konusuydu kendime göre. Bu da bir öfke savaşıydı. O zaman köyden ayrıldığımda, arkama dönüp de göz yaşlarımı akıttığımı da halen hatırlıyorum. Öfkeden boşalıyordu tabii. Tuhaf! Neden öyle savaşıyorsun ve neden kopuyorsun? Bir kişilik özelliği! Duygu yüklü bir kişilik! Bu hepimizin yaşayabileceği bir durum. Kendinizi daha iyi tanımlayabilesiniz diye ayrıntılandırıyorum.
Oyunlar da oynardım ama, fazla değildi. Tek ayaklı oyun, aşık atma oyunu, biraz da güreş. Güreşe ne kadar zor kalktığımı, çok çekindiğimi, bir beraberliğin bile benim için ne kadar önemli olduğunu bu arada anlattım. Oyunlarda başa güreşmek gerektiğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadık. Yani sıradan, arkada oyun oynamama benim diğer bir tarzımdı. Kızlarla da birlikte oynamak istediğimizi size söyledik. Hatta oynamaya çalıştığımız kızın, çok erken gelin olmasından yedi gün sonra, benim “gel seninle oynamaya devam edelim” deyişim var. Bizzat kadının böyle bir anısı da var. Ben hatırlamıyorum, o söylemiş, olabilir de.
İşte böyle bir çocukluk döneminden sonra burjuva toplumuna girişi anlattım size. Şehir toplumu, ortaokulu, lise, Nizip’te, Ankara’da ilginç bir gelişim. Duygu olarak giderek kendini bastıran, burjuvazi karşısında kendini fazla şanslı görmeyen biriydim. Yine faal birisi olduğum halde, son derece kendimi bastırıyorum. Ezher’den gelen arkadaşlara anlattığım gibi, giderek dine gömülme gereği duydum. Sanıyorum, dayatılan burjuva toplum değerleri karşısında ideolojik bir biçim olarak erkenden daha köydeyken bulduğum, kendimi içinde daha rahat ifade edebileceğim dini gerçeklik üzerine yoğunlaştım. İşte onların da okudukları büyük bir alimleri var sanıyorum. Seyyid Kutub’un bir kitabını o zaman yakalamıştım; din budur, tamamen yol diye, yaşam diye bildiğin budur biçiminde içine girdiğim bir süreç var. Bunun köyde de uzantıları var, çünkü köyde namaz kıldığımı hatırlıyorum.
Bu genç arkadaşlarımız eğer kendilerine güveniyorlarsa, beni biraz anlayıp izlemeleri gerekir. Çünkü bizim imam “sen bu hızla kesin uçarsın” diyordu. İşte uçuş daha sonra gerçekleşti. Uçuş devrimdir. Demek ki o hoca biraz kendi dini anlayışı anlamında da olsa tespit etmiş. Yani biz, burjuva toplumuna karşı kendimizi son derece koruduk. Bu herhalde iyi bir şey olmuştur. Çünkü burjuva değer yargıları beni istila etseydi, benim 1970’lerdeki devrimci sürece sağlıklı bir giriş yapmam mümkün olmayabilirdi. Görünüşte biraz muhafazakardım. Aslında son derece çelişkili bir durumu da yaşıyorum. Haram olmaması için her adımı ölçerek atıyorum. Harama karşı olağanüstü bir hassasiyetim var. Hatta köyümüzün bir imamı vardı. İsmi Ali Hocaydı. Düğün vardı ve düğünde bütün köy toplanmış oynuyorlardı. Ben ona sordum; “değil oynamak, Hoca, bu düğünü seyretmek günah mı, değil mi?” dedim. “Fazla günahı yok” deseydi bakmayacaktım. O kadar helal-haram ayrımını yaşamak istiyordum.
Daha sonraki süreç de biraz öyleydi. Burjuva değer yargılarının saldırılarına karşı kendimizi koruduk. Bazı ilkeler etrafında kendimizi savunmaya çalıştık. Sonuçta hem burada değer yargılarına çözümleme temelinde girişme, hem dini değer yargılarını bırakma demeyeyim de, devrimci aşamaya çok çelişkili bir biçimde de olsa taşırma cesaretini kendimde gördüm. Sene 1969-70’ti. Bu yepyeni bir adım ve içine girilen dönem oluyordu. Kendime göre biraz hazırlıklıydım aslında. Özellikle burjuva toplumu değer yargılarına o dönem devrimcilerinin baktığı temelde bakmamak konusunda kendimi oldukça şartlandırmışım, örgütlüyüm. Dinin artık bana verebileceğini almışım ve gerisini gereksiz buluyorum. Bunu artık yeni bir yaşam temelinde aşmak istiyorum.
Bu ne demektir? Bu yeni bir yaşam için baş kaldırmak ve yol almak demektir. İşte neyi okuyorsak, bu bize gereklidir biçiminde bir yerlere topluyoruz. Gerekli olmayanlarını ayırt ediyoruz. Bu da 1970’lerin başlarından itibaren PKK’nin ideolojik çizgisi oluyor. O zaman sadece birkaç genellemedir. Ancak günümüze doğru gelindiğinde yaşama kavuşacaktır. 1973’lerde biz grubu başlattığımızda birkaç kelimeyle başlatıyoruz. Ve ben beş-altı yıl sadece bu birkaç doğrunun savaşçısıyım. İdeolojik bir savaşçıyım. Başka bir şey düşünmüyorum. Bundan da çıkarmanız gereken sonuçlar var. İdeolojik savaşçı olduğunuz zaman, sadece doğruları söyleyeceksiniz ve örgütleyeceksiniz. Mesela benim o yıllarım hiçbir şeyi görmeyecek kadar bir saflıkla ve keskinlikle, ideolojik doğruları amansız tekrarlamakla ve gruplaştırmakla geçti. Başka hiçbir şey ne aklıma gelebilir, ne de ilgimi çekebilirdi. Çekse de, hep ona hizmet ettirecek bir biçimde yer veriyordum. Devlet de olsa, ağa çocuğu da olsa, kim olursa olsun... Çünkü sosyal-şoven gruplar vardı, sağcı gruplar vardı, her tür insan vardı. Hepsini az-çok ideolojik temel amaçla bağlantılı bir biçimde geliştirdik. Sonuç olarak bizim grup biraz gelişti. İdeolojik ilkelerim biraz gruba bağlı oldu. İşte adına Kürdistan dediğimiz -ki, adı var kendisi yok veya kendisi var adı yok- yere gidelim dedik. Grup çar-naçar indiğinde, ağızlarının döndüğü kadar bir şeyler söylediler ve bu da oldu bir gelişme, adımızı PKK koyalım dedik.
Yine tamamen ideolojik, biraz siyasi ve artık yavaş yavaş tabancaların patladığı bir dönem. Dikkat edilirse bu da ciddi bir hazırlıktan sonra içine girilen yeni bir dönem. Biraz politika yapacaksın, biraz şiddet denilen olayın etkisini duyuracaksın. Zaten Haki gibi grubumuzun en değerli bir elemanını şehit vermişiz. Onun anıları, onun üzüntüsü, korkusu, gereklerinin nasıl yerine getirileceği endişesi, bizi bu 1980’lere doğru taşırıyor. Parti adını kullanalım dedik. Parti adını kullandıktan sonra nasıl partileşeceksin? İğneyle kuyu kazar gibi partileşme!
Tamamen duygu yanı ağır basan bir dönemdi dikkat edilirse. Dayanabilirsen, iradenle götüreceksin. PKK tarihinde bu ideolojik, politik, askeri gelişme süreçlerini iyi dinlediniz. Başlarken de, tanımlamada olduğu gibi, bu yücelme biçimlerinin kendi içlerinde uzun uzun incelenmesi gerekir. Bu dönemlerde duygu itibarıyla yaşadığımız nedir? Dikkat ederseniz burjuva toplumuna girdiğimizde, duygular donmuş, yok. Devrimci sürecin ideolojik-politik, hatta askeri aşamasında da öz duygularımızı artık istediğimiz gibi hayata geçiremeyeceğimizi gördük. Burjuva toplumu hiç fırsat vermiyor. Devrimci dönemin ideoloji ve siyasallaşma dönemi yine fırsat vermiyor. Aslında yaşamak istiyoruz, ama siyasal olacak.
Size 1975’lerdeki durumu anlattım. İşe bir kadınla başlamak istedik. İşte bir Kürt tipi, Kürtlüğe ilgi duyuyor. Kendini sol, sosyalist sayıyor. Yine oldukça tarih içinde anlamlı olan bir ailesel sosyal konum var. Hesap alıp vermek gerektiği açık. İyi bir buluşmadır diyerek başladık. Duygu yanı da hayli gelişkin olacak. Dikkat edilirse mükemmel bir eşleşme oluyor, dönemin ideolojik ve giderek partisel hamlesine uygundur.
Burada tekrar bir savaş yaşadık ki, hiçbir savaşa benzemez. Kendimizi oldukça korumaya çalıştığımız burjuva veya Kemalist egemen yaşam biçimi, onun burjuva öncüleri ve onun Kürdistani işbirlikçileri var. Kendimizi korumamıza rağmen, oldukça da tedbirli diye kendimizi hissetmemize rağmen, yine de karşılaştık. Geçmiş duygularımızın bizi bir kötü durumu düşürmesi miydi acaba? Veya bir duygular savaşına artık kendimizi hazır hissettiğimiz bir dönemin gereği midir? Salt bir siyasal amaç mı var burada? Yine grubu büyütmek için mi düşünüldü veya kendiliğinden mi gerçekleşti? Bütün bu etkenler rol oynayabilir? Burada mühim olan, biz bu işe başlarken böyle başladık.
Bu da çözümlemelerde epey anlatılmıştır. Tekrarlamaya hiç gerek görmüyorum. Bağlantı için vurgu yapıyorum. Özellikle kendilerinde kadın olayı karşısında veya kadınsa erkek olayı karşısında kendini tanımak isteyenlere, savaşı kötü kaybetmek istemeyenlere bunu hatırlatıyorum. Bu anlamda hiç birinizden üstün bir yanım yok. Kesinlikle, “ben melekten sayılırım, bütün ilgilerim, duygularım yücedir” demiyorum. Hayır, bunları söylemek, kendini aldatmaktır, yalandır. Ben sizlerden daha fazla duygu zavallısıydım. Belki siz benden daha yüce olabilirsiniz, ama bir şey var ki, hiç kimse de olmayan ama yalnız bende biraz varlığını sürdüren siyasal amaca biraz bağlı olmayı sürdürmektir. Bunu hiçbir zaman göz ardı etmedim. Şimdi benim bütün arkadaşlarım, o dönem itibarıyla kimisi siyasal amaçla, esasta savaştığı, kimisi ikinci planda bıraktı, kimisi unuttu. Ve delikanlılık duygusudur adı altında oldu bunlar.
Benim büyük farkım bundan sonra açılmaya başlar. Duyguda ben sizden daha basittim diyelim. Ama neden bu delikanlılığınızda siz, temel amacı bir anda çiğneyip güdülere teslim olmaktan tutalım gözü kara bir sevdaya kapılmaya kadar kendinizi kaybediyorsunuz. Ben bunları söylerken kendimi kesinlikle methetmiyorum. Ben de bir karasevdalıydım aslında. Kara sevdalılar zor yaşarlar biliyorsunuz. Fakat yaşadım. Nasıl yaşadığımı artık araştırmak gerekir.
İlginç bir kara sevdalı yaşamdır. Biraz farkı var tabii sizlerin yaşadığı tarzla. Bu epey büyük bir savaştı. Yani duyguların savaşını vermek çok önemli. Onun siyasetle bağlantısı var, giderek parti kuruyoruz, çok tarihi bir hamle içine giriyoruz. Bütün bunları kendi içinde ayarlamak ve esasta da halkın temel amacı olan özgürlük savaşımını ihmal etmemek, hatta ona herkesi, gerekirse duygularını da kurban etmek gerekir. Şimdi bu gücü göstermeye çalışıyorum, tabii müthiş ağırlaşıyor. Tam da bu noktada karşımdaki duygu yoldaşlığı yapması gerekenler, anlayışlı olması gerekenler, yanlış almaktan tutalım o duyguların içinde bitirmeye kadar her türlü gelişme olumsuzluk tarzında kendini gösteriyor.
Ben şimdiki gibi kimseye açıklayamam, çünkü günün deyişiyle “ayıptır” diye karşılanabilir belki. İçinizde böyleleri çok. Büyük bir iç savaş yaşıyorum. Klasik Kürt erkek anlayışı var. Şimdi biliyorsunuz ki, bir şeye bağlandı mı, ya zorla, ya bıçakla halletmek ister duygularının gereklerini. Hele bizim gibi biraz da Önderlik sevdası olan birisi, bu konuda kendini mutlaka halletmek zorunda, kolay boyun eğmemek zorunda. Açık bir savaş, temel amaç karşısında bitirir. Sabır gösterilecek mi? Biliyorsunuz, delikanlılıkta sabır zor iştir. Boyun eğmek de olmaz. Giderek duygu düşkünlüğüne gitmek hiç olamaz. İşte bu sürecin çetinliği böyledir. Sanıyorum çoğunuzun şimdi de yaşadığı durum budur. Benim anlatımıma ve yaşadıklarıma son derece dikkat etmelisiniz, eğer dayanma gücünüz varsa.
Ben çok açık söyleyeyim; çünkü günlük olarak içinizden çok ilginç örnekler çıkıyor. Belki de her tarafta, her savaş mevzimizde böyledir. Örnekler yüzlercedir. Burada bir-iki tane örnek çıktı diye hiç tekildir, istisnadır diye kendinizi aldatmayın. İzlenimlerime göre, hemen her sahada sizin bu yaş ortalamanızda veya süreç içinde şu anda işler son derece sıcak, çetrefilli ve dikkat edilmezse beni bile götürebilir. Burada biraz kendinize gelin yiğitseniz tabii, biraz benim tarzımla yaşama gücünüz varsa tabii.
Bu büyük bir savaş alanı. Öyle her yiğidin dayanabileceği bir savaş değildir. Hele sizin tarzınızla bu savaş hiç verilmez. Ben sizin durumunuza üzülüyorum. Siz nerede, savaşımız nerede? Belki ideolojik, askeri cepheyi ayırmıyorum. Ama kendi içinde bile bu alan savaşımında bana göre siz her türlü darlığı, yüzeyselliği, ikiyüzlülüğü ve her türlü gafleti, ihaneti eksik etmeyen bir yaklaşım içindesiniz. Çözemiyorsunuz, esas amaca bağlama yeteneğini gösteremiyorsunuz. İşte artistik olay dediğimiz yan burasıdır. Bu sanattır biliyorsunuz. Sanat da bir gerçeklikten, bir başka gelişmeyi bizzat yaratma eylemidir, yaratarak ele alma eylemidir. Burada sanatsal özelliği göstermede çok zorlanıyorsunuz. Nedir bu? Klasik Kürt gerçekliği söz konusu olduğunda birbirine girmiş kördüğümden devrimci çözümleniş, onun çok dar, ilkel zemininden çok daha gelişmiş bir zemine geçiş yapabilmektir.
Anlayabilmeniz için biraz açmam gerekiyor. Nedir bu dönemin duygu ilişkisi? Esas itibarıyla toplumumuzun tüm erkekleri, kadınları-kızlarına hakim olan karı-koca ilişkisi zaten en temel namus ilişkisidir. Koca olmazsa karı yaşayamaz, karı olmazsa koca... Yaşamın yüzde doksan gerçeği bu ilişki içindedir. Doğarken bu öğretilir, ölürken bununla baş mezar taşına konur. Bunun aşamaları var tabii. Mesela bir delikanlılık aşaması, genç kızlık aşaması, daha da kendini bitirme aşamaları olmuştur.
Burada özgürlük olayını, özgürlük olayında gelişmeyi anlamak gerekiyor. Zaten benim yaratıcı yanım varsa, sanırım o da biraz burada ortaya çıktı. Belki iyi bir mümin olarak da yaşamımı götürebilirdim. Çok sofu bir sosyalist olarak da kendimi taşırabilirdim. Ama ben bu biçimlere fazla yer vermedim. Özgürlüğün tam olması için, tüm insanları ve bu arada kadını da kapsamına alması için özen gösterdim. İnsanlık anlayışıma göre bütün ezilenler ve bu arada kadınlar da bu işe tam katılabilmeli bunlar da insan, neden bunların ağzı böyle tıkalı kalsın? Neden bunlar hep arkadan gelsinler? Neden erkekler hep önde? Bütün bunlar bende bir çelişki yarattı. Katılmalılar dedim. Ben kendimi sizin gibi fazla aldatmam veya “önce ben, sonra başkaları” demem. Benim yürüyüşüm her zaman yoldaşlık temelindedir. Öncülüğe inanırım, otoriteye inanırım. İster bir çoban gelsin, ister bir kadın, hatta bir çocuk veya yetmiş yaşında bir kişi gelsin, ne kadar otorite gücüm olsa da, onları yoldaşlık esprisi temelinde taşımaya, birlikte yürümeye büyük özen gösteririm.
Kimisi “biz kurumuş ağaç kütükleriyiz” diyordu, kimisi “yürüyemeyiz” diyordu. Kadınlar gülüyordu, beni çok iyi buluyorlardı belki ama, nasıl yürüyecekler, nasıl konuşacaklar, yıllarca kendi kendilerine gülüyorlardı. Çocuklar heyecanlanırlardı, “büyük bir abimiz var” diye. Ben de kendimi onlar için basamak yaptığım zaman, bu son derece etkileyici gelirdi. Yaşlılar içinde öyle. Yeni sözler söylediğimiz zaman, farklı olduğumuzu biraz gördüklerinde onlar da heyecana kapılıyorlardı.
Burada temel güdülerinize geliyorum yine. Namus olayıyla yoğrulmuş Kürt olayında, kendi ifadesini daha da iyi bulmuş güdülerin biçimlenmesi ve onun benim tarafımdan çözümlenmesi nasıl oldu sürekli anlatıyorum. Özellikle çözümlemelerde bu gittikçe daha da öne çıkıyor.
Kadını ele aldık, grup pratiğinde birlikte yer almak da istedik. Ama müthiş çıkıyor. Kendimi sakındığım ne kadar burjuva değer varsa, hepsi bu sefer tepeden kalbimin içinden beni yakalamaya çalışabilir. Etkilenmişim, bunun üstünde bir siyasi amacım var ve onların dayattığı siyasi amaç benimkini yutabilir. Etkileyicilik konusunda o daha fazla tecrübeli, örgütlü, hazırlıklı. Neyle yaşarsın? Fazla para dersen yok, karşı tarafta daha çok var. Güç desen karşı tarafta daha çok. Olduğu gibi boyun eğsen, Önderlik iddiasında olan birine, hatta bir erkeğe yakışmaz. Yalvarsan-yakarsan, bu da doğal olarak olmaz. Eşit olarak yürümek istesen, karşı taraf hakimiyet peşinde. Hem de basit bir köylü parçasını devleti içinde, sınıfı içinde, kendisi içinde mutlak kullanmak istiyor.
Kadındır, zayıf bir erkekte kendisini mutlak egemen kılmak istiyor. Belki de ezilmiş kadından egemen kadına yükselmek isterken benim gibi birisini müthiş kullanmak istiyor. Yani asırlık intikamlarını benim gibi bir fukara köylü kültürlü, yaşamı fazla kestiremeyen birisinde almak istiyor. “Buldum adamı, çok yönlü amaçlarıma alet edebilirim, egemen kadın amaçlarıma çok boyun eğdirilmiş bir erkek, yine siyasi amaçlarım ve devletim için bunu çok mükemmel kullanabilirim, çalıştırabilirim” diyor. Yine bir yaşam tarzı var. Ona da “çok iyi kullanabilirim” diye yaklaşıyor. Yani bende kendine göre epey amacına uygun yan buluyor. Ve hayli ilgi çekici olabileceğini düşünerek, bu temelde o da inceliyor.
Hiçbir kadın aslında böyle yaklaşmaz. Ne böyle bir erkek, böyle bir kadına yaklaşabilir, ne böyle bir kadın bir erkeğe yaklaşabilir. Ama ilginç temelde bir karşılaşma oldu. Başka bir erkek olsa çoktan bitirirdi. Zaten daha sonraki süreçte şu söylendi; merkezimizde, çevrede dört adam vardı, isimlerini söylemeyi gerekli bulmuyorum, onları “çantada keklik” diye tabir etmiş, “her tür özelliği belli, birisini istediğim gibi elde edip kullanmak için bir hafta yeter” diyordu. Bana da “yıllardır seni anlayamadım” diyordu. Durum şu; sizler kadın karşısında sadece birer lokum gibi gelirsiniz. Bir çok erkeğimizi anlıyorum.
Yavaş yavaş yaşadığınız hikayeye geleceğiz. Erkekliği kaba bir cinsellik biçiminde tatmin etmekle gerçekleştiremezsin. Bir öpüşle mi desem, yatakta şu veya bu numarayla da kesinlikle iyi bir erkek olduğunu kanıtlayamazsın veya iyi-güzel yaşadığını ispatlayamazsın. Şimdi bütün bunlar da işin ayrı yanları. Roman olsaydı, bunlar daha iyi işlenebilirdi, işlenmelidir de. Belki burası yeri değil ama, ben yine de söyleyeyim; yatak edebiyatını da iyi geliştirmeliyiz, cinsellik edebiyatını da müthiş anlatabilmeliyiz ki, bazıları gözü yaşlı, haince durumlara girmesinler. Çünkü her delikanlı veya kızımız, bu konularda aslında kendisini ilk eyleminde, ilk aşkında, ilk temasında bitirir. Bir öpme onun başını döndürür. Bir şu veya bu biçimdeki cinsellik onu belki de ya mezara götürür, ya yaşam buldurur diye göklere kaldırır. Bana göre ne odur, ne diğeri.
Bizim yaşadığımız deneyimde, kadın kendini milimi milimine satmaya çalışıyor veya kullanmaya, bizi satın almaya, düşürmeye çalışıyor. Kadın ve cinsiyet açıklamalarımızı biz bu amansız savaşımızda biraz daha iyi anladık. Bu nemenem şeydir ki, yaşamı, özellikle örgütsel yaşamı, korkunç bir biçimde çökertebiliyor. Ben örgütlenme için adeta iğneyle kuyu kazıyorum, o bir çırpıda arkamdan adeta örgütü çökertiyor. Siyasi süreçleri amansız bir biçimde tarihte ilk defa başlatıyorum, o arkadan bir çırpıda bitiriyor. Düşünüyorum, bu neyin karşılığı oluyor? Bunu sözüm ona sunacağı bir kadınlığa karşılık alıyor. Neyin kadınlığı bu? Sözüm ona ağız yapısından tutalım cinsi yapısına kadar, bir çok şeyi gözlüyorsun ki, bütün bunlar onun için birer silah! Kadının kendini örgütleme tarzı! Delikanlılar bunu iyi bilmeli ve tabii kızlar da erkekler de bazı şeyleri iyi bilmeli.
İşte benim buradaki durumum biraz da sizin gibi provokasyona gelmemektir. Kemal Pir ile Cu. arkadaşımız, “buna nasıl tahammül ediyor bizim yoldaşımız” diyorlar, “biz bunu hemen öldürelim, bu büyük hakarete hiçbir erkek dayanamaz” diyorlar. Bu, bir dönemin yargısıdır. Ama sonuçta “arkadaşımızın bir bildiği vardır, karışmayalım” diyorlar. Kendi aralarında tartışmışlar ve Kemal o büyük direnişinden sonra şehit düşerken, o kadının unutulmaması ve gerçeğinin mutlaka bilinmesi gerektiğini ve gerekirse cezalandırmaya gidilmesini istiyor. Ayrıntıları bilmiyorum, ama vasiyetinin önemli bir özelliği budur. Aslında sanıyor ki, o kanaldan muhtemelen yenileceğim. Ben tabii kendine göre çok değer verdiği bir yoldaşıyım. Kemal iyi savaşçıydı ve müthiş direndi, tabii benim de direneceğime ve başarabileceğime inancı çok yüksek, fakat o kadın yoluyla muhtemelen benim düşürüleceğimi veya o tehlike yüzünden benim başıma bir sorunun gelebileceğini düşünüyor ve orada onun unutulmaması gerektiğini söylüyor. Yerinde bir görüş, fakat ben de o kadar kolay yenilebilecek durumda değildim. Gerçi o da “bilir” diyor ama, yine de bunları belirtmekten geri kalmıyor.
Sanıyorum hikayeyi biraz daha iyi anlamaya başlıyorsunuz. Eğer varsa gücünüz inceleyin. Benim bu süreci aşağı-yukarı on yılı aşkın fiili olarak savaşla geçirmem var. Daha sonra da sürdü bu ve şimdiye kadar da devam ediyor. Tansu onun ikinci aşamasıdır. Hepsi birbiriyle bağlantılıdır. O da müthiş savaşıyor ve belki de direktifleri oradan alıyor. Zaten ikisini de esasta yürüten MİT’tir, kontr-gerilladır. Kontr gerilla için aynı tezgahta tümü dokunuyor. Zaman zaman birini öne sürüyor, diğerini bekletiyor. Ama temsil ettikleri değerler aynı. O da tüm Türkiye halkını sözüm ona “sarışın güzel” adı altında etkiliyor. Bu da parti içinde “esmer güzeli” adı altında etkilemek istiyordu. Birisi tüm Türkiye’yi ve birisi de tüm PKK’yi. Epey de tahribat birikiyordu. O açıdan görüyorsunuz, ikisi de bana karşı önderlik anlamında savaşıyorlar. Kimse bunu inkar edemez.
Şimdi gelelim parti içine. Dıştaki savaş sürüp gidecektir. Daha da iyi açıklanması için sanıyorum bu yaşadığınız örneklere müracaat edelim. Herhalde çoğunuzun da buna benzer yaşadıkları veya en azından gözlemledikleri gelişmeler olmuştur. Nedir o kadar etkilendiğiniz, heyecana kapıldığınız ve ciddi bir tehlike olarak gördüğünüz? Dediğim gibi, biraz tecrübeliyim ben ve bu tecrübeye dayanarak halen güçlüyüm. Ama partimizin, özellikle militanlarımızın yaşamları, bu duygu çözümlemelerinde tehlike altında. Dönüşmeyi tam bilemiyorlar. Dikkat edin, en yakın dönemde benim de etrafımda, yıllarca kendilerini biraz eğitmeye çalıştığımız iki şoför ve bazı bayanlar vardı. Çok hazin durumlara düştüler ve halen de ağlama-sızlamalar devam ediyor. İşin bu noktasında hayli karmaşıklık var.
Benim ilk yaşadığım örnek TC’yi patlatmaya götürdü. Parti ilanı oldu, gerilla gerçekleşti. Buna rağmen başarmak zorunda bıraktı bizi. Hikayesi dediğim gibi çok uzun. Duyguların siyasetle, örgütle bağlantısını iyi kurma, amaca bağlı kılma, varsa gücünüz dönüştürme kaçınılmaz olmalıdır. Dediğim gibi acılarınız, hakarete uğramışlığınız, duygularınız ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, ne kadar zorda kalırsanız kalın, kin, öfkeye provokasyona gelmeden, siyasi amaca ve askeri amaca, onun tarzına, temposuna, onun üslubuna hiçbir halel getirmeden, yağ gibi işletirseniz, aslında oyunu kazanırsınız. Ama sizde bu var mı? Bunu ben sizde göremiyorum. Dönüştüremiyorsunuz. Ve bir de içinizde duygu yok. Duygunuz olmalı. Ben tam da bu noktada bir gerçekliği hatırlatmalıyım. Büyük sevme, büyük duyma olabilmeli. Mesela ben hep böyleyim.
Ayıp değil söylemesi; ben daha çocukken köyümüzün tüm bana göre böyle kolay şu veya bu kişiye verilmemesi gereken veya bana göre benimle yürümesi gereken kızları, hep benimle olmalıydı. Hatta birkaç tanesinin silueti halen aklımda. Yani onlar sanki benimdiler ve zorla alındılar. Hakaret olarak değerlendiriyorum. Diyebilirsiniz ki, “sana ne şu ailenin kızı şu tarihte istedikleri kocaya verilmiş veya verdirilmiş, her şey tarihte olmuş bitmiş veya unutulmuş. Sen neden halen böyle düşünüyorsun?” Tabii, ben düşünürüm. Hatta bir de bacım vardı. Hiç tanımadığı bir adam geldi, kaba bir biçimde birkaç çuval buğday ve birkaç keçiyi babama verdi ve kızı alıp götürdüler. Bu da aklımda. Bu ne biçim ilişki oluyor? Bütün bunlar sorun tabii. Şu kızın gitmiş olduğu koca, çok iyi biliyorum ki, cinsel düşkündü. Kız aslında oldukça gelişebilirdi. İsimleri bile halen aklımda. Hepsi de yanlışlığın veya köy gericiliğinin kurbanı oldular.
Zaten daha sonra, kızları ele alış tarzımızın, köyde gerçekleştiremediklerimizle kesinlikle bağlantılı olduğu açıktır. Ortaokulda ve daha sonraki süreçlerde de vardı. Mesela üniversitede vardı.
Sanıyorum sizin güzellikler karşısındaki etkilenmeleriniz zayıftır. Çok yerinde bir cümleyi sanıyorum şimdi söyleyebilirim. Bazen devrim güzellikleri güzel bir ses de olabilir. Ben Aram’ın türkülerine ilişkin değerlendirmelerimi size söyledim. İlk defa Kürtçe bir uzun havayı dinlediğimde, bu sesin kurtarılması gerektiğini söyledim ve siyasette bir adım attım. Öyle güzellikler de vardı. “Şu kız, böyle bir düzen altında veya bir güzellik tasavvuru böyle gitmemeli” diyordum ve bu da bende bir öfke yaratıyordu. Şimdi dikkat edilirse, fazla yaşama şansım yok bu güzellikle birlikte. Fakat bir sorun bu, uğruna devrim yapılması gerekiyor.
Hatırlıyorum, benim Diyarbakırlı bir arkadaşım bıçağı eline aldı, bir kızı Siyasalda öyle kazanmak istedi. Bir Kürt tarzı! Başka türlü yapamıyordu, deli oluyordu. Tutamıyordum ve yerin dibine giriyordum. Ben de belki sevmek istedim, ama bana göre zordu o koşullarda. Çünkü bir güç meselesi. Benim itibarım vardı okulda. İsteseydim belki istediklerimle istediğim gibi de yaşayabilirdim ama, bana göre burjuva toplumunun değer yargılarına göre ben henüz güçlü değilim. Zaten daha sonraki süreçte içine girdiğimde de, durumu size gösterdiğim gibi oldu. Yani burada önemli olan, bir güzellik için savaşı göze alacaksın. Yani kadın güzelliği, kadın özgürlüğü, kadının özgür yaşamı...
Tabii bütün bunlar beni son derece etkiliyor ve o dönemin devrimci çalışmalarına yöneliyorum. Ortaokulda, lisede ve hayatın hemen hemen her döneminde benim çıkardığım sonuçlar var. Bir çirkin var bir güzel, bir yanlış var bir doğru. O beni etkiler ve ben onu yürüyüşümün amacı haline getiririm. Tabii bu konuda da taktik geliştirmek zorundayım. Çünkü istiyorum; olmazsa ya bıçağa sarılırım, ya gözü yaşlı kudururum. Hayır! Ne onu yap, ne diğerini, ama esastan da vazgeçme! İşte devrim denilen olay, eğer geliştirebileceksen burada tek çözüm silahı olarak kendini eline verirse sonuca gidebilirsin.
Görüyorsunuz ki, yaşadığımız durum hem genel anlamda, hem özel ilişkiler anlamında, son derece çelişkili ve hareketlendirici. Çünkü çelişkiyi yakalamak, eyleme geçmek demektir. Ve çelişkiler de bu kadar kapsamlı olduğuna göre, harekete geçmek büyük düzenlenmek zorunda. Bu da olsa olsa bir devrim olabilir. Dikkat edin, anamın elinden o yufka ekmeği almak için nasıl büyük bir savaşa giriyorum ve üniversite sıralarında bir güzellik olayı karşısında nasıl etkileniyorum. Bunların hepsini ve bu arada milyonlarcasını birleştirin, hepsi oluyor bir devrimci yoğunlaşma, amaç ve harekete geçirici tarzı! Buna Allah’ı da ekleyeceksin, buna bilimi de ekleyeceksin, buna her türlü güzel yapıları da, tarihi kalıntıları da ekleyeceksin.
Mesela bir Kabe gibi ziyaret ettiğim bir Palmira vardır. Orada bazı sütunlar var ve yine mezarlar var. En çok hüzünlendiğim ve kendimi adeta boşlukta bulduğum şey; o büyük mezarlardaki kemiklerin öylesine kir pas içinde kalması, yine o sütunları diken ellerin ve o sütunlar arasında dolaşanların kim olduklarına dair bir tek somut bilginin bile olmayışı. Bunlar beni müthiş hüzünlendirir. Buna benzer daha bir çok anı sıralanabilir. Demek istediğim, yaşam bu kadar kapsamlı, zengin ele alınmak durumundadır. Sizin yaşam galiba büyük boşluklar içeriyor ve rastladığınızda da göremiyorsunuz. Görseniz de yerli yerine oturtamıyorsunuz, oturttuğunuzda da kaşını-gözünü çıkarıyorsunuz.
Reber APO
10 Eylül 1995
- Ayrıntılar
Düşman gerçeği üzerinde çok durulmuştur. Hemen bütün planlama çalışmalarına bir doğru düşman değerlendirmesiyle giriş yapılmıştır. Yine yaparız, yapacağız da. Düşmanın tarihini, güncel olarak dayandığı ulusal düzeyi; ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, hatta askeri durumu; bununla birlikte uluslararası ilişki ve çelişkileri hususlarında değerlendirmeler fazlasıyla yapılmıştır.
Temelde savaştığımız baş çelişki Türk sömürgeciliğidir. Sömürgecilikten de öteye, ulusal imha siyasetidir ve onun tarih boyunca her türlü uygulamasıdır. Baş çelişki budur. Düşman bu çelişkiye her dönemde belli bir içerik ve biçimle gerçeklik kazandırmış ve üzerimize kusturmuştur. Büyük Türk egemen boylarının Kürdistan’a ve Anadolu’ya vuruş biçimlerinden tutalım en son 12 Eylül rejiminin ve onun günümüzdeki uzantılarının vuruş biçimlerine kadar hepsini az çok anlattım. Bu düşman nedir, kimdir? Nereden geldi, amacı nedir? Bütün bunlar gösterilmiştir. Partinin en kapsamlı çözümlemeleri bu konularla ilgilidir.
Türk egemenlik sisteminin ekonomik, sosyal, ulusal içeriği, ahlaki yanı kadar, yine onun sahipleri nasıl biçimlenmiş, nasıl bir vuruş tarzına sahip, bütün bunlar gösterilmiştir. Tarih boyunca barbarca yaklaşımlarının, uygulamalarının nasıl olduğu gösterilmiştir. İslamiyet ile bağlantısından tutalım bugün emperyalizm ile bağlantısına kadar veya kapitalist-emperyalist sistemle bağlantısından tutalım insan görünümlü emperyalistliğine kadar değinilmiştir. Bunlar Manifestomuzdan tutalım en son çözümlemelerimize kadar hepsinde yer almıştır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. Daha yakın günlerde incelediğimiz cumhuriyetin kuruluşu, dönemeçleri de değerlendirilmiştir. Yine 12 Eylül de çok kapsamlı değerlendirilmiştir.
Mevcut duruma, güncel duruma bir-iki değinmede bulunursak ne belirtilebilir? İkinci cumhuriyetten bahsediyorlar. Bu ikinci cumhuriyet 27 Mayıs ile mi başladı, 12 Mart ile mi, 12 Eylül ile mi başladı belli değil. Belli olan nedir? Cumhuriyetin tıkanması gerçeğini dile getiriyorlar. Gerçekten cumhuriyetin politik sistemi bütün alt yapısıyla, üst yapısıyla toplumu tıkamış, bunalıma sevk etmiştir. Bunalım derindir, ancak özel savaş yöntemleriyle ayakta durabilmektedir. Ekonomik konularda da tam bir vurgun, soygun politikası takip edilmektedir. Enflasyon en üst boyuttadır. Yine onun doğal bir sonucu olarak sosyal bunalım, ahlaki bunalım içinden çıkılamaz, tarihte eşine rastlanmaz bir durumdadır. Uluslararası alandaki büyük alt üst oluşu anlamaktan uzaktır. Bundan etkilenmemek için en çağ dışı politikalara dayanmıştır.
Şunu her zaman belirttik; gerek iki sistem arasındaki dengeyi kollayarak TC’yi şekillendirmeler, gerekse bu sistemin günümüzde aşılmasıyla içine girdiği statüko ancak çok ileri düzeyde bir şovenizm ile mümkündür. Türk şovenizminin hiçbir ulusta görülemeyecek kadar topluma egemen kılınmak istenmesiyle mümkündür. Bu da bir aşiret şovenizminden daha şovence oluyor. Bunun çağdaş ulusçulukla hiçbir ilgisi yok. Fakat halen eski dengeleri kullanarak, özellikle Sovyet çözülüşünden sonra “Türki” söylemini geliştirerek, Avrupa’nın, Amerika’nın nezdinde puan toplamak istiyor. Ne kadar olmayacak bir dua, gerçekleşmeyecek bir amaçsa da, bununla oyalamaya çalışıyor. Buna pragmatik politika diyorlar, fakat günü birliktir ve günü ne kadar kurtaracağı da belli değildir. Hükümetler dış güçlere yamandıkça yamanıyorlar. Bu anlamda çok açıkça belirtebiliriz ki, bu hükümetler tipik özel savaş hükümetleridir. Bu politikalarla şekillenen hükümetler, ancak özel savaş hükümetleri olabilir. Kesinlikle yarını kurtarma diye bir sorunu yoktur. Hatta geçmişi gözden geçirme diye bir sorunları da yoktur. Mevcut hükümetin başı olan Demirel’e bakalım; bütün hüneri birkaç ayı, o da olmadıysa, birkaç günü kurtarmaktır. Bir “beş yüz gün” sözünü ağzına almıştır. Bırakalım bu beş yüz günü kurtarmayı; muhalefetin bile söylediği gibi, daha da fazla batırmaktan öteye gidememiştir.
Gerek 12 Eylül’ün bütün hükümetleri olsun, gerekse onunla biraz çelişerek başa gelen Demirel-İnönü hükümeti olsun, önlerine koydukları temel hedef; “terörü” birinci plana alıp ezme hedefiydi. Yani ulusal kurtuluş mücadelesini ezmeyi hedefliyorlardı. Ana hedef bu olunca, hükümetin bütün olanakları buna göre seferber edildi. Bu ne anlama gelir? Kendileri buna Olağanüstü Hal Yönetimi dediler, sıkıyönetim dediler, Özel Savaş Dairesi’nin işe karışması dediler. Eyleme de özel savaş dediler.
Özel savaş hükümetlerini, normal hükümetlerden ayırt etmek gerekir. Kapsamlı politik ve ekonomik hedefleri olmaz. Lafı çok iyi bilir, ebediyete kadar yaşarız denir, ama tersi söz konusudur. Günü kurtardıysa ne mutlu ona. Bir de geçmişle çok övünür. Fakat geçmişi kendisine bela olmuştur. Ağır bir yük teşkil eden tek bir konumuna bile gerçekçi yaklaşamaz. Aslında geçmişi de, geleceği de tükenmiş bir anı ifade ediyorlar. Özel savaşımın dayandığı siyasi durum, geçmişten de, gelecekten de umudu kesmiş; günü kurtarmayla uğraşan bir durumdur. Bu, her şeyin savaşla belirlenmesi anlamına gelir. Bu özel savaşı kazanmadan, hiçbir şeye el atamayız derler. Nitekim bakanlarının da her gün söyledikleri budur. Örneğin, Sağlık Bakanı, daha dün, “Terör kesilmezse, sağlık sorununa hiçbir çözüm getiremeyiz” dedi. Sanayicisi de, tarımcısı da bunu söyler ki, bunlar anlaşılır sözlerdir. Başbakanı da gelir, “Terörü önleyin, devletinize sahip çıkın, size daha sonra ilgi gösteririz” der. Dikkat edilirse, bu yaklaşımla da her şeyi mevcut özel savaş hedefine bağlama var. Özel savaşı başarma istemi var. Eğer başarmazlarsa, bu hükümet kısa bir dönem içinde yıkılır.
Mevcut hükümetlerin yıkılış mantığına bakalım. Evren-Özal direniyor. Çünkü bunlar halen özel savaşın yönetimini devretmiş değiller. 1980’lerden itibaren ağırlıklı olarak bunlar yönetiyor. Özal’ı indirmeyi istediler. İndirmek şurada kalsın, tehdit etmesini dahi bilmiyorlar. Evren gerçek bir cumhurbaşkanı gibi perde arkasındadır. Emekli generaller, ordunun doğal sahipleri gibiler. Günümüzde bu daha çok böyledir. Çünkü özel savaşın ağırlıklı sorumluluğu bunlardadır. Hatta Demirel-İnönü’yü de özel savaş kullanıyor. Bunlar biraz popülist; birisi sosyal demokrat görünerek, diğeri de köylü kasaba üslubunu kullanarak, ANAP’tan, 12 Eylül’den soğumuş halk kitlelerini özel savaşın dayanağı haline getirmek istiyorlar. Nitekim sözümona “teröristlere” karşı eylem yapın dediklerinde, “En Büyük Türkiye, Kahrolsun PKK! Kahrolsun APO, Yaşasın Polis, Yaşasın Atatürk!” diye slogan attırıyorlar. Aslında kimse bu sözcüklere anlam vermiyor.
Türkiye’deki özel savaşı biraz yakından inceleyenler görecekler ki, Demirel ve İnönü’den beklenen, mevcut kitleyi özel savaşın emrine sokmaktır. Nitekim onlar da hükümeti bu temelde kullanıyorlar. Özel savaşın verdiği görevlerin gereklerini yerine getiriyorlar. Demirel-İnönü hükümetinin bir tanımı yapılacaksa, şu belirtilebilir; generallerin, ANAP-Özal sivil klik öğesinin yetmezliğe düştüğü yerde, artık götüremiyorum dediği, kitlelerin de artık meşru kabul edemeyiz dediği yerde, devreye sokulan hükümettir. DYP ve SHP’den meydana gelen bu oluşuma da koalisyon deniliyor. Daha çok da kitlenin devletten kopuşmaya doğru gittiği, özel savaşın karşısında dikilmeye başladığı anda, yasaklı olmalarına rağmen yasakları da kaldırıldı. Çünkü kullanılmak durumundadırlar. Gelin hükümet kurun dediler. Kitleyi ne kadar aldatırlarsa veya özel savaşa ne kadar gerekli olurlarsa o kadar tutacaklar. Nitekim bunu Demirel de, İnönü de çok iyi görüyor ve bunu benimsiyorlar. Demokrasi maskesi altında “terörü yeneceğiz, terörü ezeceğiz” diyorlar.
Piyasaya verdikleri para da az değildir. Bununla köylüleri, işçileri aldatıyorlar. Uluslararası politikada yaptıkları da şovenizmi körüklemektir; Kıbrıs sorunuyla, Bosna-Hersek, Türki Cumhuriyetler sorunlarıyla tümüyle şovenizmi körüklemektir. Burada da özel savaşa hizmet esastır. İçerde halkın ağzına bir parmak bal çalmak esastır. Ertesi gün halk yine zorlanacak, fakat bir parça bal daha verirler. Fakat toplum da çok iyi bilir ki, yarını bile güvence altında değildir.
Esas itibarıyla iktidarı yöneten kuvvet askeri güçlerdir, onun özel bölümleridir, istihbaratıdır. Asker ve sivil emniyet güçleridir ve bunun birçok başka özel savaş kolları var. Korucular, aşiretler, Hizbullah vb. çeşitli kolları sürekli geliştirirler. Ne bulabilirlerse onu devreye sokarlar. Ve her zaman “terör zayıflıyor, önlendi, bitmek üzere” laflarını ağızlarından düşürmüyorlar. Temel beklentileri budur. Bu da bu hükümetin “büyük” ufkunu gösteriyor ya da kendisine biçimlenen rolün ne olduğunu gösteriyor. Bunun propagandasını yapacaklar; bunun kitleleri aldatma rolünü oynayacaklar, diplomasi yönünü oynayacaklar; ekonomik ihtiyaçlarını giderecekler. Hükümetten beklenen budur. Gerisi özel savaşın vurucu aygıtlarının işidir. Komploculuktan tutalım uşaklarına kadar, katliamından tutalım sahte sol, reformist işbirlikçi Kürtçü yaratmaya kadar özel savaşın işidir. Hükümetler sadece birer figürandır.
Somuta baktığımızda Türkiye’de gerçekleşen budur. Kürdistan’da gerçekleşen özel savaşın bir biçimidir. Bir diğer yönünü daha iyi anlamak gerekir. Özel savaş, mantığı gereği kısa sürede sonuç almakla, ancak ayakta tutunabilecektir. Süresi uzadı mı, bu onun için yenilgi demektir. Bir özel savaşa verilecek en iyi karşılık, onu uzun vadede gittikçe yıpratan bir tarzda ele almaktır. Özel savaş eğer yıpratılmaz, biraz başarı kazanırsa çok tehlikeli bir durum alır. Fakat durakladı, gelişim kaydetmedi mi bilin ki o özel savaş çürür. Ve karşı taraf, devrimci cephe, devrimci savaş eğer gerçekten zafer çizgisinde yürüyorsa başarısı kaçınılmazdır.
Bizim karşımızdaki savaş, herhangi bir savaş değil, özel savaştır. Veya çerçevesi belli, biçimlenişi belli bir savaştır. Diğer biçimlerle, Vietnam ile, Çin ile karıştırmamak gerekir, Latin Amerika ile, Afrika ile karıştırmamak gerekir. Kendine özgü yanları var. Bu özel savaş başlangıçta gizliydi. Türk sisteminin her zaman bir özel savaş yanı vardır ve her zaman gizli bir yanı vardır. Ama bu, günümüzde oldukça açığa çıkarıldı. Açığa çıkartılması, savaşımızın gelişim düzeyinin bir ifadesidir.
Mevcut haliyle özel savaş, hükümetin de, meclisin de, muhalefetin de emrinde olduğu, işbirlikçi Kürtlerin, Barzani-Talabanilerin de emrinde olduğu bir savaştır. Bu çok önemlidir. Yani sivil hükümet emrinde, sivil muhalefet emrinde, işbirlikçi Kürtçü emrinde, önemli oranda tasfiye olmuş sol emrinde... Özel savaşın mantığı gereği, işbirlikçi Kürtçünün, solcunun her zaman devletin emrine girmesine gerek yoktur. Ama özel savaş döneminde irtibatları gelişir. Nitekim TKP geldi, emirlerine girdi; Barzani-Talabani geldi, onlar da emirlerine girdiler. Bunlar değişik politikalardır. Ancak özel savaşla izah edilebilir.
Özel savaş sık sık yöntem değiştiriyor, ilişki değiştiriyor, şantaj yapıyor, taviz veriyor. Diplomasiye bakın; yalnız Suriye sahasına uygulanan diplomasiye bakın. “Sana su veririm, para veririm, sen de PKK’ye şöyle tavır al” diyor. Hatta Dışişleri Bakanı bunu söylerken, belki de bu gerçeği fark etmeden söylüyor. Karşı taraf da “Bizim sahamızda PKK’yi, APO’yu böyle değerlendirmeniz anormal bir durum. Bizim sahamızı böyle değerlendirmeniz gerçekçi değildir” diyor. Doğru da. Karşı tarafın özel savaşı yaşadığını dahi idrak edemiyor, normal bir hükümet sanıyor. Karşısındakinin özel savaşın Dışişleri Bakanı olduğunu kavrayamamıştır.
Bütün bunların yanı sıra şovenizmi körüklemek isteyen TC, Bosna-Hersek’e sarılacak. Kıbrıs artık işine gelmiyor, yeni bir kahramanlık biçimi gerek. Bosna-Hersek, Azerbaycan kahramanlığına ihtiyacı var. Bütün bunlar özel savaş politikalarının göstergeleridir. Ekonomi de öyledir, tipik bir ekonomik yönetim var. Her gün skandal üstüne skandal yaşanıyor. Hepsi de skandal yaratmış; eskileri de, yenileri de. Birbirlerinin skandallarını, birbirlerine karşı koz olarak kullanıyorlar. Yaşamdaki diğer bütün uygulamalar da böyledir.
Demek ki fazla geleceği olmayan, tarihe en gerici bir tarzda yaklaşan ve günü kurtarmak için yapmadığı demagoji, baskı, satılmadık yanı kalmayan bir hükümet biçimiyle karşı karşıyayız. Veya hükümet biçimi de demeyelim, bir özel savaş gerçeğiyle karşı karşıyayız. Meclise de özel savaş meclisi; hükümete de özel savaş hükümeti diyeceğiz. Doğru değerlendirme budur. Niteliklerini sıralarken, değindiğimiz bir konu da şuydu; bu tip savaşım hükümetlerinin veya savaşım güçlerinin kısa sürede başarılı olmaması halinde, tersi sonuçlara yol açmaları söz konusudur. Bu tip yönelimlerini, politikalarını kısa sürede başarıya götüremezlerse, başarısızlığa uğrarlar. Her ne kadar bu özel savaş hükümeti veya özel savaş rejimi tam başarısızlığa uğramamışsa da, tam başarılı değilse de, tam başarısızlığa uğradığını da belirtemeyiz. Başarılı değil, fakat başarıdan umudu kesmiş de değil.
Özel savaş halen başarılı olacağına dair inatçıdır. Özellikle generaller çok inatçıdır. Çünkü generaller şunu iyi biliyorlar; özel savaşın başarısız olması, bin yıllık egemenliklerinin yerle bir olması demektir. O anlı şanlı generaller, paşalar edebiyatının bir daha dirilmemecesine sönmesi demektir. Mevcut siyasi parti sisteminin felç olması demektir. Bu hükümetlerin dayandığı bütün parti sistemleri, anayasası yok olur gider. Onun holdingcileri, tekelcileri var. Onların da iktidarlarının, çıkarlarının yerle bir olması demektir. Yine Kürt işbirlikçileri var; onların da tarihin en lanetli kesimleri olarak her şeyini en acı bir biçimde kaybetmeleri demektir. Bu nedenle hepsi birleşiyor. Hem birbirleriyle dalaşıyorlar, hem birleşiyorlar. Savaşı kaybetmenin, herkesin kaybetmesi olduğunu söylüyorlar. Bir özel savaş yetkilisi şunu söyledi; “Birbirimize girmemize hiç gerek yok. Bu gemi batarsa hepimiz yerin dibine gideriz.” Bu doğru bir değerlendirmeydi. Onun için kimse kimseyle fazla dalaşmadı. Sözümona gemiyi kıyıya sağlam vardırmak istiyorlar. Dolayısıyla özel savaşın kendisini çok iyi korumak isteyeceği anlaşılırdır. Tam başarılı olmasa da, başarıdan umut kesmediği anlaşılmalıdır. Fakat kendini rahatlıkla yürütebilecek, götürebilecek bir rejim olmadığı da kavranılmalıdır. Çok çelişkili, çöküş emareleri taşıyan, kitlelerin aldatılmasına ve bastırılmasına dayanan, hatta müttefiklerinin bile aldatılmasına dayanan, demagoji yönü büyük, saptırma yönü gelişkin tersyüz etme bu nedenledir. Rüşveti, torpili çoktur. Toplumsal ahlakla sonuna kadar oynanması bu nedenledir. Ve bu şekilde götürülmek isteniyor.
Reber APO
6 Ağustos 1992
- Ayrıntılar
Planlamada diğer bir husus da; daha çok vuruş tarzına, çalışma ve yaşam tarzına ilişkindir. Devrimci savaşın dayanaklarını iyi göz önüne getirdik, düşmanı da, hedefleri de daha ayrıntılı değerlendirdik. O halde gerisi nedir? Gerisi, çok yoğun günlük çalışma tarzıdır. Eğer hedeflere eylemle ulaşmak söz konusuysa, burada vuruş tarzı önem kazanır. Tabii ikisi de, günlük olarak militan bir yaşam tarzını gerektirir.
Devrimci yaşam üzerine çok durduk. Devrimci yaşamın günlük olarak nasıl icra edilmesi gerektiği konusu üzerine yapılmış değerlendirmeleri tekrarlamak istemiyorum. Bunlar her zaman planlamaya almanız gereken hususlardır. Devrimci yaşam herhangi bir yaşam değildir; olağanüstü bir yaşamdır, özellikleri vardır, bunları sıralamaya gerek görmüyorum. Dikkatlilik, duyarlılık, bilinçlilik, örgütlülük, sağlam bir düşman kavrayışı, devrimci dayanaklar, hedefler kavrayışı kesinlikle gereklidir. Bunlarla devrimci tarzda yaşanılır. Kişilik hep böyle olmalıdır. Hayali, tembel ve kaytarmacı olan kişilik asla kabul edilemez. Bir devrimci “canım sıkılıyor, bıkmışım” demez. Devrimci kişilikte bunlar suçtur.
Siz, devrimci bir yaşam tarzınız olmadığı için kaybediyorsunuz. Yaşam söz konusu olduğunda, sağa sola yıkılıyorsunuz, tembel, istismarcı, kaytarmacı, kariyerist, düşkün, havai yaklaşıyorsunuz. Böyle birçok özellik sayabiliriz. Eğer sizde bunların zerresi bile varsa, kişiliğinizin sağlam bir yaşamı yoktur. Sağlam bir yaşam, sağlam bir kişilik olmadan da sağlam bir çalışma tarzına ulaşamayız. Sağlam çalışma tarzı, sağlam kişiliğe ve sağlam yaşam tarzına bağlıdır. Demek ki iyi bir planlayıcı olmak için çok sağlam bir yaşama sahip olmak gerekir.
Köylü kurnazlığı veya küçük burjuva kendini bilmezi yalnız kendisiyle değil, yaşamla da oynuyor. Beni bile saptırmaya çalışıyor. Yaşam tarzıyla tam bir ağa, tam bir küçük burjuva kurnazlığı; kendini aldatmış, yanındakileri aldatmış, devrimci yaşamla bağdaşmayan ne varsa gün be gün yaşıyor. Köylü kurnazlığı, küçük burjuva yüzsüzlüğüyle hareket edenler, partinin sapmaz değerleri var, parası var, onu nasıl alıp harcarım, kadroları nasıl yedeğime alıp kullanırım, halkı nasıl hizmetine koştururum diyor. Tarzı böyle olan biri tabii ki suçludur. Ağalık dediğimiz, küçük burjuva dediğimiz, hatta kölelik dediğimiz olay burada düğümleniyor.
Bu yaşam tarzıyla, bırakın hedefler üzerine gitmeyi, devrimciliği kurtarmayı, ancak objektif ajan olunur. Böyle birçok objektif ajan var. Bunların işi gücü, bana şunu bunu şikâyet etmektir. Bırakın şunu bunu da, sen ne durumdasın, senin yaşamın nasıl diyorum. O, o kadar kurnazlaşmış ki, kendi görevini bana yaptırtmaya çalışıyor. Ne yazık ki, çoğunuz bilmeyerek bu pozisyonu yaşıyorsunuz. Sıkıntılarınız, önünüzde engelleriniz var. Onu devrimci yaşamla aşacağınıza, mevcut yaşamınızla aşmaya çalışıyorsunuz. Bu da mümkün değildir.
Doğru yaşama ulaşmada kişilik savaşımı çok önemlidir. Devrimci yaşamda ısrar çok önemlidir, olmazsa olmaz kabilindedir. Belirttiğim hususlarda ısrar etmek, ihanetten daha tehlikelidir. Ama bütün raporlar bunlarla dolu. Hepsi ayak kaydırmacı, hepsi çevresini suçlayıcı, hepsi kariyerini artırıcı, tasfiyeci... Bu kişilik, hedefler konusunda belirttiğim gibi, derhal tutuklanması gereken bir kişiliktir. İçinizde iyi niyetliler, dürüstler var. Bastırıcı kişiliğin yaşam tarzı felakettir. Bunu yaşayanları derhal tutuklayın. Devrimci değerlere biraz saygınız varsa, “yetkin ne olursa olsun senin buradaki yaşamın dürüst değildir. Zengin evinde kalıyorsun, parayı çok harcıyorsun, yoldaşların üzerinde kötü tasarrufta bulunuyorsun. Savaş imkânlarını, silahlarını düşmana kaptırıyorsun, tembelsin” demelisiniz. Eğer eski tutumunda ısrar ederse, örgüte bilgi verirsiniz. Bilgi verme imkanınız yoksa, çok tehlikeliyse hayatınızı ortaya koyup onunla mücadele etmelisiniz.
Devrimci yaşamın kendisi olmadan, hiçbir devrimci görev başarıyla yerine getirilemez. Devrimci yaşam derken olağanüstü bir yaşamdan bahsetmiyorum. Asgari dürüstlük ölçülerinde bir devrimci yaşam mümkündür, bunu göstereceksiniz. Gösteremezseniz, bu PKK’de er veya geç sizi bulacak olan feci bir sondur. Kesin dürüst yaşayacaksınız. İstismarcı, kariyerist, tembel, değerleri bastıran, tasarrufuna çeken biri olmayacaksınız. Başkaları yapsa da, siz alet olmayın, ne de kendiniz yapın. Saflarda iyi bir yaşam savaşçısı olun. Bununla bağlantılı olarak ortaya çalışma tarzı çıkar. Tabii ki kişiliği sağlam olan, yaşamı sağlam olan sağlam çalışabilir. Nedir çalışma tarzı? Günlük olarak ne kadar eğitim, ne kadar örgütlenme, ne kadar eylemlilik akla gelir. Günlük olarak benim propaganda gücüm ne kadardır? Örgütlenme gücüm ne kadardır? Hedeflerim eylemliliğe ne kadar ulaşır? Bu işler için sınır yoktur.
İnceleme, araştırma görevi de çalışma tarzına eklenmelidir. Baktın propaganda yapabileceğin kimse yok, kitle yok; hemen inceleme yap. Çünkü sizin incelemeye, araştırmaya, kendinizi eğitmeye şiddetle ihtiyacınız var. Baktın teksin, bunu yapabilirsin. Çalışma tarzın budur. Baktın ki çevrende eğitimsiz insanlar var, onlara propagandanı yap, eğitimini ver; baktın ki daha kalabalık bir alandasın, ajitasyon çek. Baktın ki, eylem fırsatı doğuyor, eylem görevlerini hemen yerine getir. Gücün oranında eylem yap. Birinci gün yapamıyorsan, ikinci gün yap veya haftada bir yap. Her gün kendini de bir saat eğit.
Demek ki bir devrimci hiçbir zaman, hiçbir yerde benim çalışma tarzım oluşamaz diyemez. “Uğraşacak ne örgütlenme ne de eğitim vardı, sırtüstü uzanıp yattım. Çalışma tarzım, tembel tembel günleri harcamaktı, imkanları harcamaktı” gibi tutumlara girmek suçtur. Görüyorsunuz ki görevler diz boyudur. Hiçbir devrimci, bir tek gününü bile doğru çalışma tarzı olmadan geçiremez. Bir güne sığdırılacak işler dev boyutludur. Sen de tüm kişiliğini, yaşamını devrime, devrimin çalışma tarzına adamışsın. O halde gününü en verimli tarzda geçirmelisin. En verimli tarz; eylemse eylem, örgütse örgüt, eğitimse eğitim, artık onu sen tayin edeceksin.
Çalışma tarzında verimlilik şarttır. Süreklidir, yoğundur ve verimlidir. Kitlelerin örgütlenmesi çok acilse, hemen örgütlersin. Bir komiteyi örgütlemek çok önemliyse, hemen komiteyi örgütlersin. Demek ki çalışma tarzına, yoğunluk itibarıyla, verimlilik itibarıyla en doğru karşılığı vermeden devrimci militanlık yapılamaz. Günü çalışmasız, verimsiz geçirme, hatta çalışma tarzı diye bir sorunu var mı, yok mu hiç oralı bile olmama en tehlikeli tarzdır, devrimcilik de değildir. Görüldüğü yerde hesap sorulmalıdır. Doğru devrimcilik; çalışma tarzı mükemmel olan, gücünü mükemmel planlayan ve en verimli bir biçimde bu planı hayata geçirendir.
Örgüt için nasıl bir plan çiziyorsak, çalışma tarzı için de, aynen bir örgüt gibi, parti gibi günlük plan gerekir. Bunun için gününüzü iyi planlayın. Planlarınıza iyi hedefler koyun ve hedeflerinize iyi bir yaşamla, yoğun bir çabayla ulaşın. Çalışma tarzında başarılı olan bir militanın tarzı budur. Kişilikte aranması gereken, özellikle eylem adamlarının, hareket komutanlarının koparma tarzı budur. Bu serhıldan ve ideolojik mücadele için de geçerlidir.
Yaşama tarzı, çalışma tarzı günü birliktir. Eğer bir kişi çok daha ileri bir komutayı yakalamak istiyorsa, yaşama tarzıyla çalışma tarzını birleştirmelidir. Mesela benim yaşama tarzım, çalışma tarzım hemen hemen iç içedir ve aynıdır. Tabii bu güç ister, çaba yoğunluğu ister. Herkesten aynı derecede istenmeyebilir, fakat hedef aynıdır. Yaşam, çalışma ve savaş tarzını veya koparma tarzını birleştirmektir. Eylemde koparma tarzı dediğimiz olay nedir? Özellikle yaşamı, çalışmayı iyi düzenlemişse, son öldürücü darbeyi vurarak veya koparıcı adımı atarak bütün devrimci görevler yerine getirilir.
Düşman iyi tanınmış, halkın durumu iyi değerlendirilmiş, hedefler iyi belirlenmiş, devrimci yaşama, çalışmaya da dört dörtlük bir hak verilmişse, o noktada saldırılır. Nasıl hedeflerde olumluluk, olumsuzluk varsa; burada da aynı durum söz konusudur. Tam yöneliş anındayken bazıları ikircikliğe düştük, çok taciz edildik, kenarından geçtik, teğet geçtik diyor; bu durumlar vuruş tarzına en kötü yaklaşımı içerir. Halk içinde on ikiden vurma denilir, vuruş tarzı biraz da böyle izah edilir. An, vurma anı, vurulma anıdır. Sen vurmazsan, o seni vurur. Düşman pusuda veya savunmada, sen ise saldırıdasın, pusudasın. Kim bir dakika gecikirse, o gider. Pür dikkat olunmalı. An, yaşamın bir noktaya, bir dakikaya sığdırılma anıdır.
Vuruş tarzına ulaşan kişilik; en yoğunlaşmış askeri kişiliktir. Komutanlar, delidolu adamlardır, dopdoludur. Askeri okullarda da en temel ders, aslında bu özelliklerdir veya yoğunluk dersidir. Siyasette, askeri teoride, kültürde, ahlakta en yoğunlaşmış ifade komutan kişiliğidir. Komutan deyince akla ne gelir? Emreden ve vuran kişi gelir. Koparıcı kişilik nedir? Bütün bu konularda en yoğunlaşmış, yani bir yumruk haline gelmiş kişiliktir. Komutanın dili çok serttir, yüreği de, iradesi de buna yeterlidir. Fakat çok hazırlanmıştır, yoğunlaşmıştır. Çoğunuzun yaptığı gibi, sahte komutan değildir; bütün koşullarını hazırlamıştır, koşullarını değerlendirmiştir, hedeflerini belirlemiştir, örgütünü kurmuştur ve kararı doğrudur. O zaman vurur, vurdurur. Yani koparış tarzı da, vuruş tarzına yaklaşmış demektir. Bu da komutanlık halkasını tam yakalamak demektir.
Türk sistemine bakın, bütün dünya sistemine bakın; komutanlar dili ve eylemiyle çok yetkindir. Yani vuruş tarzına ulaşmış demektir. Bir de kendinize bakın; çoğunuzun dili yetişmiyor, emredemiyorsunuz bile. Hazırlık yapmamışsınız ki emredesiniz. Güç oluşturmamışsınız ki, hazır gücü bile değerlendiremiyorsunuz. Benim bin bir emekle emrinize verdiğim bir gücü, emirle ayağa kaldıramıyorsunuz. Zaten komutanın zavallılığı burada. Komuta sorunlarının ağırlaşması burada. Hazır gücü seferber edemiyor, emre koşturamıyor. Çoğunuzun diline bakın; sağlam bir emretme kabiliyeti yok.
Bunları belirtirken, asalım, keselim demiyorum. Sağlam bir komuta kişiliği, gerekirse yılanı tatlı dille deliğinden çıkarmaktan tutalım düşmanı farkına vardırmadan yenmeye kadar bu tarzı konuşturan kişiliktir. Çoğunuza bakıyoruz; “tam vuracakken ikircikliğe, kararsızlığa düştüm, biçildim, kurşunu sıktım, ama kenarından sekti, teğet geçti” diyorsunuz. Bütün bunlar sizin tarzınızdır. Düşmana gider böyledir, halka gider böyledir. “Üslenemedim, halkla ilişki kuramadım, örgütü hazırlamadım” der. Silahı varsa morali yok, morali varsa silahı yok, ikisi varsa örgütü yok; hepsi darmadağınık. Böyle komutan olmaz, böyle vuruculuk olmaz. Bu kişilikler koparıcı olamaz.
Askeri an; her an eylem durumunu yaşamak demektir. Bu anı yaşayamazsan biçilirsin. Nitekim arkadaşlar umulmadık yerde biçilmiştir. Şu deniliyor; “hiçbir grubumuz, bilinçli bir biçimde savaşı nasıl verdiğini, kaybettiğini veya kazandığını bilmiyor.” Bu doğru bir tespit ve çok egemen bir yandır. Beklenmedik yerde vuruluyor, beklenmedik bir biçimde vuruluyor. Bunu biz kabul edemeyiz. Böyle vurup kaybetmesi de, kazanması da kabul edilemez. Doğrusu tamamen planlanmıştır, her şey önceden düşünülmüştür. İkirciksiz yaklaşılmış ve düşmanın ruhu bile duymadan vurulup koparılmıştır. Halka gidilmiştir, halkın canı, ruhu olunmuştur, kazanılmıştır. Örgüte bakılmıştır, noksanlığı görülmüştür. Morali zayıfsa üstün moral, örgütü zayıfsa üstün örgüt sağlanmıştır. Vuruş tarzı, koparış tarzı böyledir. Kendinize bakın, durumunuzu yorumlayın. Çok yetersiz, sağa sola yalpalayan, tereddütlü; düşmana karşı tereddütlü, kendine karşı tereddütlü... Bu felaket bir kişiliktir. Bu kişiliği terk edeceksiniz. Koparıcı kişiliğe, vuruş tarzına ulaşmış kişiliğe tam ulaşmazsanız bütün çabalarınız boşa gider.
Mevcut planlamanızın bütün hususları tam olsa bile, vuruş tarzınız, vuruş stiliniz, üslubunuz ciddi noksanlıklar içeriyorsa; bir saatin elli dokuz dakikası sağlam işlense bile, son bir dakikayı iyi işleyemezseniz, altmışıncı dakikada kaybettiniz demektir. Veya bunu bir futbol maçına benzetirsek; seksen dokuz dakika iyi oynamışsınız, iyi götürmüşsünüz. Doksanıncı dakikada gol yediğinizde, elenmişsiniz demektir. Yani vuruş tarzının kendisi gol atma dakikasıdır, vurma dakikasıdır, sonuç alma dakikasıdır. Düşünün; o an gol atacağız, o an hemen koparıp alacağız. Bir an olarak değerlendiriyorsunuz ve kişiliğiniz buna hep hazır. İşte komuta kişiliği, gol kişiliği, hücum kişiliği... Bu da taktik önderlikte en sonuç alıcı özelliktir. Ve ne yazık ki bu, saflarımızda en az gelişen özelliktir. Biz aslında elli dokuzuncu dakikaya veya seksen dokuzuncu dakikaya kadar iyi gidiyoruz, ama sonuncu dakikayı kötü tamamlıyoruz. En temel taktik önderliksel sorununuz da budur.
Elli dokuz dakikaya ne girer; uzun süre eğitim, sabır, sıkıntılara, acılara katlanma girer, bilinçlenme girer. Her türlü inceleme, araştırma, diğer hazırlıklar girer. Bütün bunlar elli dokuz dakika eder. Ama bütün bunları niçin yaptınız? Aslında sonuncu dakikayı tamamlamak için, yani iyi vurmak için, koparmak için. Bir meyve ağacını düşünelim; yetişip meyve vermesi için ne kadar süre gerekir? Gübre, sulama, zaman ne kadar gerekli? Meyve olgunlaşmak üzere ve düşme anı var, söz konusu an, o anı yakalamaya benzer. Bir yıl beklediğiniz o ağacın bir dakikada meyvesini koparacaksınız, emeğinizin sonucunu bir dakikada alacaksınız. İşte vuruş tarzı da, olgun meyveyi koparma tarzıdır. Bu olmadan da bir yıl boşa gider, harcadığınız zaman boşa gider. Böyle bir planlama en başarılı bir vuruş tarzıyla tamamlanır. Bunun adı başarıdır. Eğer çok ciddi bir hedefin üzerine gitmekse zaferdir.
Parti saflarımızda, ordulaşma, savaş sürecimizde emek harcamamıza rağmen, vuruş tarzına ulaşmamış kişiliği mahkum edelim. Onun yaşam ve çalışma tarzını mahkum edelim. Bunun yerine vuruş tarzını başarıyla gerçekleştirecek yaşama gücünü, çalışma tarzını kendimizde egemen kılalım. Ve mutlaka sonuncu anı veya hedefi düşürmeyi mümkün kılan bir militan tarzı egemen kılalım. Buna ulaşmadan devrimciliğinize asla tamamlanmış gözüyle bakmayın. Yaşamaya, çalışmaya yeterlilik anlayışıyla yaklaşmayın. O halde, hepinizin en temel bir özelliği de vuruş, koparış tarzında ikirciksiz olduğu kadar keskin, usta olduğu kadar yaratıcı, sonuçlarını derleyici, bütün örgüte, savaşa mal edici olmalıdır. Örgütçümüzün, savaşçımızın, onun ordusunun en zayıf olduğu bu yönünü giderebilirsek -buna devrimci savaşımın geliştirilme sorunları diyoruz, özel savaşımın çöktürülmesi diyoruz- bunun böylesine bir vuruş tarzı ile bağlantılı olabileceğini göz ardı etmeden, militan tarzı tamamlayabilir ve ancak bu tarzda savaşarak başarabiliriz.
Bir kez daha ana hatlarıyla hatırlatırsak; bütün savaşan birimler, ideolojik cepheden tutalım kültür cephesine, en acımasız devrimci katılım cephesinden tutalım serhıldan cephesine kadar, böyle bir plan anlayışıyla yaklaşmaktan vazgeçilmez. Parti tecrübesinin getirdiği en önemli sonuç budur. Bütün savaşan birlikler ve ona hazırlanılmakta olan eskiler ve yeniler, küçükler ve büyükler, niteliği, çapı ne olursa olsun, nerede olurlarsa olsunlar; devrimci savaşın geliştirilme sorunlarına, bu sorunların başarılı bir planlama ile aşılmasına, böyle yaklaşmaya kesinlikle başarı şansı verilmeli, verdirilmeli. Başarıdan uzaklaştıran her şeye bununla karşı koysunlar. Gerekirse kendileriyle savaşarak böyle bir yaklaşımı gerçekleştirsinler.
Böyle bir önderlik tarzına sahip olduğumuzda, savaşımız gelişmenin her türlü sorunlarına çözüm getirebileceği gibi, ucunda nihai zafer de varsa, en sağlam ölçülerine kavuşmuş demektir. İçinden geçilen dönem için bu böyledir. Böyle bir yaklaşımla başarıyı garantiye almış demektir. Karşımızdaki özel savaşa bakalım; yenilgisini, tıkanıklığını önlemek için tepeden tırnağa kadar her şeyi ile tam gücünü seferber etmişken ve bunun için tetikteyken; onun açısından ölmek, Türk ulusunun veya halkının imha olmasını beraberinde getirmez -zaten bu da bizim amacımız değil- ama emperyalizmin işbirlikçilerinin, bir avuç vurguncunun sonu gelebilir. Bizim içinse asla böyle değildir. Bizim devrimci savaşımımızın gelişmemesi, bir yenilgiyi yaşaması halinde, sadece savaş cephesinin yitirilmesi değil, hatta partinin darbelenmesi de değil, bir halkın, ulusun ve ilerici insanlığın en önemli bir yaşam şansını kaybetmesi demektir.
Dolayısıyla düşmandan daha fazla her şeyimizi ortaya koyarak, yaşamı kazanma savaşımımızın dışında başka seçeneğimiz olmadığını bilelim. Başarıya ulaşmak, sonuca gitmek zorunda olmamız emredicidir. Ondan da öteye, en gönüllü, coşkuyla hücum ederek üzerine yürüyüp kazanacağımız tek seçenektir. Bir kez daha bu imkanı sağlam bir biçimde kazanma ile yüz yüzeyiz. O halde, bu eşsiz kazanma şansımızı mükemmel bir yaşam, çalışma ve vuruş tarzıyla değerlendirelim. Başarıdan ve zaferden başka hiçbir şeye imkan vermeyen yürüyüşümüze, savaşımıza yüklenelim ve mutlaka kazanalım.
Reber APO
6 Ağustos 1992
- Ayrıntılar