Bütün direniş şehitlerinin anısı,14 Temmuz direniş kararlılığı, zafere ulaşacaktır! Bu zaferin çalışma tarzı, bütün çalışmalarımıza yön verecek ve mutlaka başaracağız!
14 Temmuz, Parti tarihimizde Parti kimliği uğruna, denilebilinir ki en kahredici işkenceli bir ortamda varlığını adama ve bu temelde ülkesine, halkına, insanlığına sahip çıkma adına, en büyük direniş kararının verildiği bir gündür. Partimiz'de şimdi de en çok ihtiyaç duyulan, Parti kimliği ile insan olmak, Parti kimliği ile ordulaşmak, Parti kimliği ile yaşamsal olmak. Belki de sadece başarıların değil, onun olumlu bütün adımlarının esasını teşkil ediyor dersek, bu büyük direniş kahramanlarımızın şahsında en yalın gerçeği dile getirmiş oluruz. Bundan 15 yıl önce Partinin temelini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlar direniş kararını verdiğinde bir kez daha Partinin büyüklüğünü göstermiştir. “Ne teslimiyet ne düşüş, sonuna kadar direniş”.
Bizzat büyük şehidimiz M.Hayri Durmuş, el yazısıyla çok açık bir biçimde yazdığı yazıda, "Bizim kadar yaşama bağlı insan yok, ama bu yaşam ancak Parti kimliği ile olduğunda kabul edilebilinir. Siz bize bu kimliği çok görüyor, onu yok etmek istiyorsunuz. Bunun dışında herhangi bir yaşamı kabul etmemiz mümkün değildir. Çok sınırlı Parti kimliği ile birlikte bir yaşamı tanırsanız, yaşama kararlılığımız büyük bir coşkuyla devam edecektir. Yok, bunu tanımazsanız; bu noktadan itibaren, dayattığınız bu kimlik inkârına dayalı yaşamı asla kabul etmeyeceğiz ve ne mutlu ki bize, büyük direniş kararına da ulaşmış bulunuyoruz" der ve o kararı o şekilde bugün gerçekleştirirler.
Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara vararak daha doğru, birlikte büyük yürüyebilmeliyiz. PKK'nin saflığı, PKK'nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir. Yine doğru yaklaşacak olursak; Partinin adını yükseltmek istediler, Parti amacından uzaklaşmamak için büyük bir vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkânı bularak direndiler. Bu amaç içindi bu direniş. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların başında, silahlı, gruplar halindesiniz, yine de düşmana karşı bir kaç doğru adım atamıyorsunuz. Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir? Bundan uzaklaşma var. Bu uzaklaşmayı kendinize nasıl layık gördünüz ben de şaşıyorum.
Neydi 14 Temmuz direniş? Zindanda ihanet büyük olunca Şahinler tamamen düşürmek istediler; "PKK adına kimse kalmamalı", hatta "hepsi PKK'ye karşı çıksın", tabi ki "PKK'de vatanı inkâr etsin, halkı inkâr etsin". Bunun karşısında arkadaşlar da "biz canımızı vereceğiz, bu kararı vereceğiz" dediler. 14 Temmuz kararı; Partinin adının ortadan kalkmaması için halk ve Kürdistan adının, insanlık adının ortadan kalkmaması içindi. İşte bu Partinin kararıdır: İhanete karşıydı, büyük zulme karşıydı, düşkün yaşama karşıydı. Hemen hemen hepsi sizin gibi zayıftılar, imha olmayla karşı karşıyaydılar. O zaman bu kahraman arkadaşlar "gün direnme günüdür" diyerek zayıflıkların önünü aldılar. Şimdi de düşman çok şiddetlice üstümüze geliyor. Şimdi de Kürdistan'da ihanet büyüktür, ihanet çok büyümüştür. Direniş de büyümüştür. Ülkenin dört bir yanında ne kadar direniş varsa o kadar teslimiyet ve düşkün bir yaşam var. Eğer 14 Temmuz'a bağlıyız diyorsanız bu günde de kahramanca bazı adımlar isteniyor. Zindandaki gibi değil; savaşın her yönünde, çalışmanın her yönünde 14 Temmuz ruhuna bağlı adımlar atılması gerekiyor. Büyük değerlerle ucuz yaşamınızı sürdürmek istiyorsunuz, tabi ki bizimde bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Bu yoldaşları; Mazlum'u, Kemal'i, Hayri'yi, Akif'i iyi tanıyorduk. Yoldaş olmayı bildikleri kesindir. Bu karar, bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Fakat buna rağmen Hayri son sözlerinde borçlu gittiklerinden söz ediyor. Öyle fazla bir şey yaptıklarına bile emin değiller. Kemal'in benzer türden bir yaklaşımı vardır. "Bu halk savaşı başarıya ulaşacak" diyor, ama çaba yetersizliğine olan derin öfkesi de söz konusu.
Demek ki kararın en önemli bir yanı, karşı koymadan vazgeçmeme ve bunun can bedelini ödeme oluyor. Olumlu yanı budur ve gereken de budur. Diğer ve daha çok da olumsuz diye niteleyebileceğimiz, onlara yalnız mâl edilemeyecek olan yönü de; büyük bir yetmezliğin sonucu olmasıdır. Ülke halkı zayıf ve faşistler buradan cesaret alıyor. Uluslararası kamuoyu zayıf, parti zayıf, zindan kitlesi zayıf, direniş biçimleri o gün için çok çok zayıf. İnsanlar kendilerini bu biçimde adamamalıydı bizce. Bu, zayıflıkların kefareti oluyor. İşte görmek gerekir dediğimiz, yetersiz dediğimiz ve yalnız onlara bağlanmayacak olan yön budur.
Onlar bunu, canlarını, kendilerini ortaya koyarak ödemeye çalışır ve yine de kendilerini borçlu ilan ederken, bunun giderilmesi gerektiğini de böylece kanıtlamış oluyorlar. "Biz böyle gittik, ama gereken tamamlanmalı" diyorlar. Kararın diğer yönü budur. Bu yetersizliği kim kapatacak? Aksi halde bu bir intihar olur ve devrimciler de intihar etmezler. Yetersizlik giderilemezse bu gidişler intihar olacak, buna gereken karşılığı vermek de kalanların işi oluyor, kalanların namusluluk meselesi oluyor.
Şehitlerimiz, bu direnişleriyle bizi de böyle ağır bir yükün altına soktular. Bu bir nevi bize de tepkidir. Bir halk, bir örgüt ve insanlık, bizi böyle dayanılmaz koşullar içinde zayıf bırakmışsa, biz de böyle bir protestoyla buna karşılık veririz demişlerdir eylemleriyle. Kalanlara bir diğer mesaj veya mesajın bir diğer yönü de bu oluyor.
Bu mesajdan, bu hatırlatmadan çıkan sonuç; bıraktıklarını tamamlamaktır. Peki, neyi tamamlayacağız? Bu dayanılmaz koşullardaki yaşamı, yaşanılır hale getirin, faşist baskıya karşı koyun, azaltın veya ortadan kaldırın demektir. Bilgisizlik var, giderin demektir. Parti zayıf, güçlendirin demektir. Faşizmin tek yönlü, korkusuz yürüyüşünü durdurun demektir. İşte çıkarılacak önemli sonuçlar budur.
Bir yerde direnmekten başka, canımızı ortaya koymaktan başka bir çözüm kalmamıştır deniliyorsa, bu çok tehlikeli bir durumun varlığını gösterir. Direnişin önderleri eğer bir yerde intiharvari bir direnişi seçmişlerse, orada iyi düşünmek gerekir. Bir dönemeç noktasıdır, fakat ölüme gidiliyor. Halk adına önderlik yapması gerekenler şehit düşüyor. Geriye kalanlar, belki onların köprü teşkil eden cesaretlerinin üzerine basarak ileri bir adımla yola çıkacaklar. Büyük imhanın, yok etmenin karanlığından aydınlığa doğru bir köprü oldu onların cenazeleri, kurumuş vücutları... Ve bu biz oluyoruz aynı zamanda.
Birileri öyle gider, diğerleri de biraz ağlar, sızlar, ondan sonra unutur giderse bu olmaz! Bu duruma düşüldüğünde, söylediğimiz gibi tarihin gafili, tarihin haini ortaya çıkar. İstediğiniz kadar süslü sözcüklerle durumu örtbas etmeye çalışın, doğru bir anma değildir bu. Onlar öyle giderken, bizim de soluk alışlarımızın çok sınırlandırıldığını biliyoruz. Tek şansımız olarak özgür koşullarda savaş imkânı vardır elimizde. Onlar öyle savaştılar, biz ise daha değişik savaşabilecektik. Bunu değerlendirmek kalıyordu geriye.
Tarihi halklar demek; tarihini olduğu gibi yaşayan halklar demektir. Bakın Avrupa'nın gelişmiş halklarına; yaşadıkları önemli oranda kendi tarihleridir. Bir de bizim tarihimize bakalım; kişinin burnunu ötesini göremeyeceği kadar inkârla yüklüdür. Ve en kötüsü de bireylerine kendisinin olmayan tarihi, onun tarihiymiş gibi mal etmektir. Bir halka kendisinin olmayan bir tarihi mal ettin mi, tarihini unutmaktan da daha kötü bir duruma düşmüş demektir. Kendi egemenlerinin tarihi ile aldatılan bir halk, belli ölçüde baskı düzeni altındadır. Buna egemenlerin kendi tarihlerini, bilinçli olarak genel tarih haline getirmesi diyebiliriz. Ancak tamamen yabancı bir tarihi, hem de katliamla yazılmış bir tarihi, kendi öz tarihiymiş gibi yaşamak ve kabul etmek bir halk açısından, hele onun temsilcileri açısından içine girilebilecek en derin alçaklık, ihanet ve gaflet durumunu ifade eder. Bizim gerçeğimiz söz konusu olduğunda maalesef yaşamının bu olduğunu görürüz.
Somut görevimiz, partiye bilinç kazandırmak ve onun kanalıyla halka uzanmaktır. Bırakalım bir halkın tarihsizliğine çare olmak, katliam tarihinin onun tarihi olmadığını kendisine anlatmak; en yakın etle-tırnak gibi bağlı olmamız gereken tarihi bile özümsetmekte, onun anlamını ve çıkarılması gereken sonucu belirlemekte bile zorluk çekiyoruz. Bu, katliam tarihi ile kendisini aldatmış olan halkın izdüşümünü saflarımızda yaşamak demektir. Gelişmeyen kişilik, parti tarihinde gafil kişilik böyledir.
Tüm dost güçlere de, PKK'yi bu temelde bir güç olarak değerlendirmeleri gerektiğini söylüyoruz. Özellikle birlikte kurtulmaya mahkûm olduğumuz Türkiye halkı ve onun öncü güçleriyle birlikte, savaşımımızı bundan sonra doğru temellerde geliştirmeye de özen gösteririz. PKK pratiği kendini biraz kanıtlamıştır. Halklar için ne söylerse onu yapar. Buna Türkiye devrimciliği de, hiç olmazsa bundan sonra biraz karşılık vererek iyi bir yoldaş müttefik, olmazsa iyi bir dost müttefik olmayı bilmelidir. Her düzeyde ortaklaşa savaşım doğru bulduğumuz ve istediğimiz bir tarzdır. İnanıyoruz ki, bundan sonra Türkiye cephesinde de gelişmeler daha farklı ve istenilen doğrultuda olacaktır.
Çok yüksek değer biçtiğimiz Türkiye direniş şehitlerine, çıkışımızı, en az kendi direniş şehitlerimiz kadar onların anısına da bağlayabileceğimiz bu şehitlere de, vereceğimiz en büyük karşılık; PKK'yi böyle savaşan öncü güç haline getirmektir. Dolayısıyla onların da anısına verilen söze bağlı kalındığı gibi, geçerlilik de kazandırılmıştır.
Bu temelde diyoruz ki,
Bütün Türkiyeli ve Kürdistanlı Direniş Şehitlerinin Anısı Ölümsüzdür!
Yine 14 Temmuz Direniş Kararlılığı, Başarımızın Temelidir!
Bu temelde verdiğimiz söz, artık zaferi esas alan, ondan başka hiçbir gidişata şans vermeyen, halkımızın da, artık bu dönemde mutlaka öncülüğü doğru yaklaşımda isteyebileceği ve kabul edebileceği bir devrimciliğe yol almadır. Biz bundan sonra bu temelde yeni bir dönemeci yakalayabildiğimize eminiz.
Bu temelde de, bütün direniş şehitlerinin anısı,14 Temmuz direniş kararlılığı, zafere ulaşacaktır!
Bu zaferin çalışma tarzı, bütün çalışmalarımıza yön verecek ve mutlaka başaracağız!
Önder APO
- Ayrıntılar
İliklerine kadar düşmanın sürüklediği, kendine göre her türlü şekle soktuğu yaşanılamaz, kabul edilemez toplumsal-ulusal veya ondan uzaklaşmış özellikler toplamını ifade eden kişiliklerinizi doğru yola sokabilmek devrimci tavırdır. O halde bu çabalara rağmen öz ve ona dayalı şekillenmenizin kolay yıkılacağı anlaşılıyor. Fakat verilen sözler ve alınan kararların gereklerine ulaşma çok zayıf kalıyor. En kötüsü de şu; biz ağzınızı açtık, az-çok sizleri hareketlendirecek ortama çektik, fakat bunu kötüye kullanıyorsunuz. Tabii ki işin amansızlığını, iğne ucu kadar bir açıklık bırakmadan yürüme üslubunu esas almadıkça böylesine hareketli ortam da en sorumsuz davranışlara, başıboşluğa giden bir sonucu doğurur. Bu da eski dönemden daha kötü bir karmaşa dönemini ortaya çıkarır. Bunun tehlikeleri de az değildir. Bizde iç eğitim ve vicdana karşı sorumluluk zayıf.
Günümüzde çok kapsamlı olan emperyalist-sömürgeci ayartma ve baştan çıkarma çok etkili. Özellikle insanın atomuna dek çözülmesi söz konusu. Tabii bizimkilerin durumu bundan da beter. Sorun buradan kaynaklanıyor. Bir molekül bile olamayacak durumdasınız. Nasıl yeni bir maddi şekil alacaksınız? Molekül olma kuvvetini bile oluşturamazsanız, ulusal şekillenmeye, toplumsal yapılanmaya ne kadar katılacaksınız? Durumunuz biraz böyle, atomunuza dek parçalanmışsınız, düşman parçalamış. Devrim sizi moleküle, molekülden yeni bir maddi toplumsal şekillenişe dönüştürmek istiyor. Devrim bunun adıdır. Burası bir laboratuar gibidir. Yeni oluşumlara imkân hazırlıyor. Çok reaksiyoner olmanız yani bileşime girme yerine çok tepkisel olmanız gelişmeniz önünde engel teşkil ediyor. Bileşime girmeniz zayıf. Yeni sentezlere ulaşmayı bu tepkiselliğiniz yüzünden zorluyorsunuz. En tuhaf olanı da bu kişilikte ısrar etmenizdir. Yani herhangi olumlu bir bileşime giremiyorsunuz. Bu durumun mutlak aşılması gerekiyor. Bunun için her türlü çabanın sergilenmesi gerekiyor. Bunun böyle değerlendirileceği yerde tepkisellik sergileniyor. Bu da bozgunculuk anlamına geliyor, örgütlenmeme, bileşime girmeme demektir bu.
Düşmanın sert yönelimi ile yıllardan beri toplumu parçalayışı sizleri bu duruma getiriyor. Derdiniz büyük fakat üzerinde düşünmeye bile üşeniyorsunuz. Bağırır, çağırır, ilkel toplumlar, tanrılar icat ederlerdi, medet umarlardı, bağırıp-çağırıp kıyameti koparırlardı, sesi nereye ulaştıysa... Yarattığınız durum biraz böyle. Ya tanrılaştırır, ya bağırır, ya da birilerini imdada çağırır. Bu açıkça bir ilkelliği ifade ediyor. Hatalar yığını halinde kalmak, beceriksiz kalmak kolaydır. Yaşadığınız gerçeğin derin anlamı da budur. Eskiden "ne sap çıkar, ne saman" derlerdi. Çoğunuzun yaşadığı gerçek bu. Dert büyük fakat çoğu anlamak bile istemiyor. Çocukluk dururken, ağlamak sızlamak dururken, olgunluk rolüne ne gerek var değil mi? Bu alıştırılmış bir durumdur. Ölmekten başka elinizden ne gelir!
Ben kendi şahsımda kendimde başlayarak en sağlıksız bir öğeden yararlı bir öğe nasıl yapılır sorusuna cevap vermek istedim. Bununla belli bir yararlılık arz edebileceğimiz ortaya çıkmıştır. Düşmanın müthiş dayatmalarına rağmen yararlı olabileceğimiz anlaşılmıştır. Herkes kendini gerçekten yararlı kılmakla mükelleftir. Yıllarca uğraşacaksınız, kendinizi mutlaka yararlı öğe haline getireceksiniz. Bunu bilmeniz lazım. Bu sizin vicdan borcunuz, insanlık borcunuz, vatan borcunuzdur. Bunun dışındakiler sahte yaşam biçimleridir. Hiç kimsenin bile kabul etmeyeceği bir sömürgecilik durumunu yaşıyoruz.
Tarihte, günümüzde bu kadar baskı ve sömürü düzeni altında olan insan görülmemiştir; biz hariç. Yiğitlik bu işin içinden çıkabilmektir. Yoksa ağlayıp-sızlayıp, daha da bozulup-bozmak değildir. PKK adına eline yetki alıp, ucuzca silah alıp işi soytarılığa kadar götürenler var. Adam hiç oluşumumuzun farkında bile değil. Bin bir emekle, çabayla, sabırla onur adına, insanlık adına bir değere ulaşmışız. Fakat bu tiplerin belası düşmanın belasından daha az tehlikeli değildir. Düşmanın yarattığı belayı ben anlayışla karşılarım ama bizim adımıza oluşan bu belalara ne diyeyim! Bunlar daha lanetli, iğrenç, utanmazdırlar. Bir türlü bu yapıyı, bu insanları kendi kaderi üzerine derin düşünmeye ve akıllı olmaya kendini kurtarabilecek çaba sahibi kılmaya yetemiyoruz veya bu çabalarımız kendilerinden kaynaklanan nedenlerle etkisizleştiriliyor. Sonuçta daha da dağılıp toz-duman oluyorlar. Bunu önlemeye çalışıyoruz. Kendini yerden yere atmakla, sigara tüttürmekle bunun altından çıkılmaz. Gerekirse bir alim gibi düşüneceksin, bir mümin gibi kendini adayacaksın. En zor emek sürecini yaşayanlar kadar çaba sahibi olacaksın. Bu durumdan kurtulmanın başka çaresi yok. Gerçek bu olduğu halde ısrarla bundan kaçmaya çalışıyor. Bu yöntemlerle hiçbir yere varılamaz. Şimdi sizleri böyle çözümlemeye çalışıyoruz. Kendimi bile bu konuda çözümlemeye çalışıyorum. Anlık hal edilmesi gereken bu çözümlemeleri zamana yayarsak, bu da bir hata olur. Ve bizim çabalarımız boşa gidebilir. Bu dönemde bu endişenin rolü büyüktür. Ve bu dönemde bir şeylerin çözümlenmesi gerekiyor. Bu sizin için de geçerlidir. Bu gücü göstermelisiniz. Acaba içinizde bu gücü gösterebilecek kaç yiğit adam var? Sizin kadar savaşa hevesli olsaydım, şimdi yeri alt-üst etmiş olurdum.
Savaşçılık en yaman sanattır.
Siz en basit sanatın değerini bile bilemezken savaş sanatını ne kadar bileceksiniz, yapacaksınız? Bırak başkalarına yaptırmayı, kendinizi ne kadar bu sanatın gereklerine göre işlemişsiniz, yenilir, yutulur bir lokma haline getirmişsiniz?
Bizim toplum dilencilik durumuna alıştırılmıştır. Devlete karşı dilenci gibidir, ağaya karşı dilenci gibidir, şimdi de partiye karşı dilenci gibi durmaya çalışıyor ve bu parti içinde de var. Tabi ki bu yaklaşım yanlış. Dilencilik, çaresizlerin benimsediği bir meslektir. Gençsiniz, belki dilenci olmayacağınıza dair kendinize verilmiş sözleriniz olabilir diye söylüyorum. Belki şerefli, onurlu olmakta iddianızı sürdürebilirsiniz. Unutmayın ki, benim en büyük savaşçılığım bu dilenciler grubundan kurtulmaktır, başkalarına yalvarıp yakarmamaktır. Bizim toplumumuz bu konuda çok acınasıdır. Herkesten, her şeyden nefret ettim, attım, uzaklaştım. Böyle yalvarıp yakarmak kişinin kendisine karşı saygısızlığıdır. O açıdan da kesinlikle kimseden bir şey istemiyorum. Kimseden bir şey isteyebilmek için kişinin güçlü olması gerekir, verecek bir şeyinin olması gerekir. Fakat o güçte, o zenginlikte bir kişilik yok.
Bütün bunlar yakıcı sorunlardır, fakat kavrayışınızda bile yakalama durumu bir hayli eksik, anlayışa bile ulaşamıyorsunuz. Yeniden yapılanmaya gitmeniz, bütün çabama rağmen yetersiz kalıyor. Bazıları senin başına her şeyi getirdiğinde, senin yapacağın hiç olmazsa başına geleni derin düşünüp, anlamaktır. Ve mümkünse karşı koyabilmek, yapabilecek bir şey varsa elini-kolunu titretip "bu kadar da olmaz" deyip bir şeyler yapabilmektir. Bu tavrı da gösteremiyorsunuz. Öfkeleriniz var, tepkileriniz var, neye karşı ve neden kaynaklandığını anlamaktan bile uzaksınız. Düşman sizi dar bir yere kapatmış, kovanına çomak sokulmuş arılar gibi kaynıyorsunuz. Neden kendinizi böyle görmüyorsunuz? Neden sağlıklı bir birlik düzenleyemiyorsunuz? Vietnamlılara bakın, bir zamanların Çinlilerine bakın, nasıl bir dönemde bir devrimi yapmak için nasıl kafa kafaya verdiler... Hiç birisinde bizim gibi kafa karışıklığı, anlamama durumu var mıydı?
Bir araya gelemeyecek kadar parçalanmıştınız. Hiç olmazsa biz birlik, uyum, güvenlik imkânı verdik. Belki bu daha da birleştirilebilir. Ama şu sonuca gitmek gerekir: Eğer oldum, oluştum, yapılandım deniliyorsa gidilen yerde eskiyi hortlatmak, düzene gelmemek, bileşime gelmemek, uyuma gelmemek, sağlam vuruş tarzına gelmemek affedilemez. Madem kararlaştırıldı, düzenlendi, o halde bununla oynama! Güçlen, yönel, yürü, yürüt... Ordulaşma buydu aslında. Ama en ileri düzeyde bunu yürütmek isteyenler başka şeylerle uğraşıyor, tersini uyguluyor. Tarihi örnekler verdiğimizde, bildiğiniz gibi kölelerde bile çok değerli önderler ortaya çıkıyor. Spartaküs'ten başlayalım, en son köle önderlere kadar, ne yaman yetişmişler... Siz bir köle yetişme tarzından bile nasibinizi almıyorsunuz. Bir köle kendisini nasıl yetiştirir, nasıl önder yapar? Bu gücü gösterebilecek kaç arkadaş var?
Ben bütün çabamla -düzen ne derse desin, nasıl yüklenirse yüklensin, ne düşünürse düşünsün- ezilen insan adına, sınıf, ulus adına bir tutum takınmanın gerekli olduğuna inananlardanım. Tabii bu yalnız lafla, inatla olmaz. Ne mutlu o kişiye ki, hiç olmazsa bir savunma durumu tutabilmiş. Vuruşumuz da bir anlamda böyleydi. Çok zorlu bir vuruştu tabii. Düzen karşısında toz olup gitmek de vardı işin ucunda. Bu düzeni zorladığımızı basın yazıyor. Bizim için "büyük tehdit" diyorlar. Emperyalizmin ve tüm gerici güçlerin desteklenmesine rağmen bizim yutulmamamızı bir de eleştiriyorlar, "neden yutulmadınız" diyorlar ve öfkeleniyorlar. Bizim yaptığımız basit bir insan savunucusu. Tabii sizler de buna hazırsınız ama bu büyük çabanızın sonunda duymuyorsunuz. Basit nedenler, genel değerlendirmeler üzerinde çalışıyorsunuz. Biz kendimizi bir komutan gibi dayatıp, "emir demiri keser" misali sizi yontmak istemiyoruz. Fakat hiç olmazsa saygı duyulacak bir çaba olarak incelemeyi bilin, ders çıkarın. Madem "ilgiliyiz" diyorsunuz, hiç olmazsa inceleme düzeyinde karşılık verin. Galiba bizi fazla anlamıyorsunuz, incelemiyorsunuz. İnceleme kabiliyetinizin fazla gelişmeyişi kötü. Ben içinizde bırakalım takip etmek, emir-komutaya gelecek tek bir kişi göremiyorum. İmkânsız mıdır bu? Emir-komuta düzenine geçmeniz çok mu zor?
(...)
İyi bir zekâyla olayı incelemek de mi çok zor? PKK okulundaki öğrencilik de biraz tuhaf geçiyor. Biz mi değişik bir okul ve öğretmen türü olduk acaba? Şüphesiz Ortaçağ öğretmenleri okulları gibi değiliz, Türk okulları, öğretmenleri gibi de değiliz. Ama yine de okul değeri var. Tabii okul deyip geçmemek lazım. Kesin öğrenilmek içindir, öğretmek içindir. Sizinki bir ziyaretçiyi andırıyor. Biz öyle değiliz. Ben hâlâ çok iyi öğrenmeye çalışıyorum. Öğrenci olursanız ve hatta bir de mezun olursanız ne mutlu size denir, ama başarabilecek misiniz?
Bugün bu sahadaki faaliyetlerimizin 14. yılına giriyoruz. Tıpkı Ocak ayında havalar nasıl soğuksa, şimdi de çok sıcak, neredeyse kaynıyor. Ülkeden ilk çıktığımız gün de böyle kaynar gibiydi. Çıkacağımız günlerde umut bile ölümcül tehlike altındaydı. Yine de o Urfa'nın sıcağında son bir umutla bir yerlere ulaşacak mıyız, yaşayabilecek miyiz diye yola çıktık. Zaten hazırlık diye bir şey yoktu. Yüzmeyi bilmeyenlerin bir göle atlaması gibi, eğer fazla derin değilse belki geçilebilirdi. Biraz sıradanlığı aşan böyle bir durum vardı. Yaşam bizim için her zaman böyle gidiyor. Tabii böyle durumlarda olanların yapacağı ilk işlerden birisi de ölçmek, biçmek, el yordamıyla da olsa bazı çabalara girişmektir. O günlerimiz çok duyarlıydı. Yalancının sözüne bile büyük önem vererek yaşamaya çalışıyorduk. Bizi kandırmaya çalışanlara bile en ufacık bir rahatsızlık vermeden, "sen yalancısın demeden" bizden rahatsız olmasın diye sabrettik. Büyük bir adım için ne gerekiyorsa o yapılıyordu. Şimdi sizlere bakıyorum, altın gibi bir ortamı da size versek, alt-üst etmekten başka bir yaklaşım sahibi olabilir misiniz? Ölçme, biçme, deneme, sınama yok, değer biçme yok. Ne yapılır, ne yapılmaz farkında bile değilsiniz. Öyleleri ne komutan olur, ne asker olur, "ne sap olur, ne saman". Haydan gelir huya gider. Halen bu tutumumuzdan en ufacık bir sapmaya dahi fırsat vermedik, hem de bütün serbestliğimize rağmen... Bunu düşünmekten bile acizsiniz.
Binlerce kişilik güç verdiklerimize bakıyorum, adam bol bol sigara tüttürüyor. Bu güya komutandır. Zaman zaman hesaplıyorlar, üç takım bir bölük eder, bu bölük komutanlığıdır, bölük komutanlığı da yüzbaşıya denktir. Üç bölük bir taburdur, bu da yarbaylığa denk düşüyor. Daha da genelleştirirsek, filan bölgede bir kaç taburluk gücümüz var, bu da generalliğe kadar gider. İki keçi güdemeyecek adam şimdi böyle düşünüyor. Yandık ki ne yandık! Barzani bile bu kadar ileri gitmiyor! Haddimizi bilelim! Bizimkilerin önünü almasak, uyarı yapmasak nereye toslayacakları belli değil. Nitekim bunun örnekleri de çıktı. İşsiz-güçsüz, ipsiz-sapsız adamın biri gelmişti buraya. Aldık eğittik. Daha sonra gitti ülkeye, korkunçlaştı. Partinin değerlerine vurdu, halka vurdu, canavar oldu çıktı. Bu Kürt kişiliğinden beklenebilir. Yediriyorsun, içiriyorsun ikinci gün başına getirmedik şey bırakmıyor. Değer veriyorsun, saygı duyuyorsun, sevgi duyuyorsun ikinci gün deli oluyor. "Ben senden şu kadar büyüğüm" diyor. Ufak bir yönelme yapıyorsun düşmana dayanıyor, gidiyor. Yani son derece hastalıklı durumlar söz konusu. Bütün bunlar bizim sorunlarımız. Varız, yiğitçe varız diyorsanız, çözüm gücü olmayı bilmeniz gerekir. Ağlayıp-sızlamakla, şikâyet etmekle bu işler olmaz. Sizin durumunuz biraz hava atmaya benziyor. Nasıl ve hangi cesaretle yaşamayı yediriyorsunuz kendinize? Yaşam karşısında bu kadar zayıfsanız, yaşamınızın onur ve özgürlüğü yoksa onu özgürleştirmek yerine, düşmana hizmet etmekten bile alıkoyamıyorsanız, nedir bu haliniz? Neden iyi bir tartışmacı olamıyorsunuz, neden iyi bir toparlayıcı olamıyorsunuz, özellikle emir-komuta düzenine neden gelemiyorsunuz? Bütün bunlar bu anlatımda gizlidir.
Bozmak kolay, moralle oynamak kolay, bunu herkes yapar. Fakat bize tersi gerek. Yani bize düzen lazım, moral lazım, doğru yolda yürüme çabası lazım, bunu sağlayacaksınız! Evet, doğrusu bu. Ağlamaya-sızlamaya ne gerek var, kendini başka kılıflara büründürmeye, yetkisini kötü kullanmaya ne gerek var, alçakgönüllülüğü elden bırakmaya ne gerek var. Tarihte baskıcı, zulümcü tipler hep bu yüzden gelirler, böyle anlamsızlıklara veya haklı olmayan durumlara bürünerek ortaya çıkarlar. Adaletsizler, zalimler, işkenceciler, sömürücüler böyle ortaya çıkarlar. Saflarımızda da düzene gelmeyen, uyuma gelmeyen, işleyişe gelmeyen tipler serbest kalmışsa, fırsat bulmuşsa böyle olurlar. Her hareketin böyle bir adaletsizlikle, zulümle, sömürüyle, baskıyla ilişkisi vardır. Hiç kimse benim hareketim nötrdür ne yararlıdır, ne zararlıdır demesin. Her hareketin, her davranışın böyle ikili bir anlamı vardır ya birine denk gelir, ya da diğerine... Arayı yaşamak küçük-burjuvazinin tarzıdır. Zalimi de oynarım, mazlumu da; eşitliliği de oynarım, eşitsizliği de; emekten de yanayım, sömürgeden de yanayım demek tipik bir küçük-burjuvazi tarzıdır ve sizde oldukça yaygındır. Bu da tam bir baş belası durumunu ifade eder ve kendiniz bu durumlardan kurtaramıyorsunuz.
Bütün bunları şunun için söylüyorum: Bu hareket giderek daha da gelişiyor. Fakat öncü kadrosu aynı hızı gösteremiyor. Zaten Kürt tarihinde de öncülük adı altında hataların en kötüsü yapılmıştır. Bizim de başımıza böyle bir bela gelebilir, onu önlemeye çalışıyoruz. Tabii vurarak, ezerek değil, biraz insani temelde, anlayışına çağrı yaparak, davranışına hiç olmazsa eğitimle biraz düzen vererek yapmak istiyoruz. Yoksa sopayı indirmek bize alçaltıcı geliyor. Sizi dayakla yola getirmek fazla onurlu bir yöntem değil, bu eski bir yöntem. En büyük eğitim insanın kendini ikna ile en zorba eğitim türünden daha fazla eğitmeye ikna etmeyle kendini eğitebilmesidir. Bunu böyle kavramak gerekir.
Şimdi de Ankara'ya bakalım. Ankara kaynıyor. Bu da hiç şüphesiz mücadelenin yol açtığı bir sonuçtur. Yani sadece yaz sıcaklığı değildir. Hükümet sağa çark etti. Demirel, Türkeş'le görüşüyor. İnönü-Demirel ittifakı zorlanıyor, generaller veya kontr-gerilla uzmanları bütün devleti ele geçiriyorlar. Devlet tamamen kontr-gerillalaşıyor. Ankara cephesi böyle bir durumu yaşıyor, daha da yaşayacak. Tepede bunalım varmış, Demirel, Özal'ı kaçırtmış, Özal yeni planlar geliştirmiş... Bütün bunlar düzenin mantığı gereğidir. Ankara'yı zorlamak iyi bir şeydir, kaynatmak iyi bir şeydir. Fakat o kazanda kaynamamayı bilmemiz gerekir. O kazan kaynarken bizi de kendi içinde diri diri kaynatmak ister. Onu önlemeye çalışıyorum.
Sizi böyle bu yaz sıcaklığında, onları daha da kaynatmak için özgürlük ateşini daha da alevlendirecek duruma getirmek gerekiyor. Kendinizi değil özgürlük ateşini alevlendireceksiniz. Ateşin soğutucuları değil körükleyicileri olacaksınız. Demirci Kawa da ateşi körükleyerek, demiri tav ediyordu. Bunun için bizim sorumluluğumuz tırnakla bile koparıcıdır. Bunlar en doğrusu. Peki, başka nasıl yapacağız? Kaybedilenleri nasıl kazanacağız? Dondurulmuşluk nasıl yakıcı hale getirilir? Ve yaşam için ne isteyebilirsiniz? Belki bazıları bu disiplinden sıkılıyordur. Adam olana şunu söyleyelim; yaşayacak neyiniz var, bir parça toprak bile yok ki üzerinde yatasınız, veya mezarınız olsun. Bildiğiniz gibi şehitlerimiz bile çukurlara dolduruluyor.
Şu anda özgürlük şehidi için bir parça özgür vatan toprağı yoktur, sağlayamamışız. Acı duyuyorum, ama bir gerçek! Bazıları yaşamak isterler, ama nerede, bu dünyada sana yer yok ki, haram edilmiş. Tabii yaşam diye kendinizi yere atarsanız bu batak da olur, pislik de. İşte herkesin yaşadığına benzer bir şekilde olur. Onu da kendine layık görenin fazla söyleyecek bir şeyi yok. Zaten böyle yaşayanları da şimdi perişan, rezil. Yaşamak için bir karış yer, bir soluk, özgür bir nefes elde etmek o kadar zor mu? Yani bizim hareketimiz yürek hareketidir, büyük bir tutku, büyük bir insanlık hareketidir. Henüz kendini yeryüzünde bir ada haline daha getirememiştir. Hâlâ havada bir bulut kümesi gibi dolaşıyor. Güçlü bir yağmur bile dökememiştir. Hiçbir yeri yeşertmemiştir.
Bazılarına şöyle bir eleştiri de yaptık: Bulut kümelerisiniz ve ortalıkta dolaşıyorsunuz, yoğunlaşıp yağmur bile olamıyorsunuz dedik. Yere düşme, sel olma, göl olma nerede? Bütün bunlar gerçek. Arkadaşların da sahteliğe girmelerine gerek yok. Zor bela bir araya getirdiğimiz bulut kümelerini yağmur damlalarını bozarak "ne de güzel önderlik ediyoruz" diyerek bizi aldatmasınlar. O kişi bunları paramparça ediyorsa, son rahmeti de bizden kesiyor demektir. Kolay kaybediyorsunuz. Durum bunu gösteriyor. Ben bunları söylerken siz ne kadar anlıyorsunuz, ne kadar sonuç çıkarıyorsunuz? Söylenilenler doğruluğu ne kadar ifade ediyor, bu hareketin özgürlükçü değerini ne kadar açıklıyor? Artık anlayışınıza kalmış!
Zorlama yok, fakat en soylu eğitim kendini bilme eylemidir.
Hiçbir gücün koparamayacağı şekilde değerlere bağlanın. PKK böyle bir olayın adıdır aynı zamanda. Zaman geçiyor, ne kadar başarmışım diye kendi kendime soruyorum. Sorumlu insanım, ben işi kaçışa bağlayamam, intiharvari çıkışlara da müsaade etmem. Umulmadık, kimsenin beklemediği bir biçimde ve bir yerde mevzilendim. Bu mevzide mücadeleye devam edişim 14. yılına girdi. Biliyorsunuz en çok aranan, düzenin en çok yüklendiği, bütün gücünü kullanıp yeryüzünde silip süpürmek istediği bir konuma sahibim. Bu mevzi de yaşayabilir miyiz? Daha fazla zorlamak da olmaz. Bizim de yaptığımız budur, elimizden gelen budur. Yani siz kendinizi yaşadınız da ne oldu? Zindandakiler, dağdakiler ve sözüm ona düzendekiler ve o kadar mevzileri olanlar ne yaptı, hesap vermeleri gerekir. Zaten bizim en büyük iddiamız da iyi hesap vermektir. Düşmana da hesap veririz, ona karşı yaptığımız budur diye, dosta da hesap veririz, yaptığımız bu diye herkese de. Nefes alıp-vermek, kendini toparlayıp buraya kadar getirmek bunun içindir! Herkes yaşamını sık sık sorgudan geçirip iyi değerlendirip hesabını vermelidir. Soylu eylemi yoksa hesap verecek şeyi yoksa kaç para eder? Eskiden toplum öyle serserilerle doluydu ki, soysuzlukta, düşmekte, lümpenlikte sınırın hesabı yoktu. Öyleleri neye yararlar, kaç para ederler?
Evet, biz de her şeyi başarmadık ama silah istersen silah, bıçak istersen bıçak, söz istersen söz gücü, örgüt isteyene örgüt... Böylesi bir yaşama yaşam denilebilir, sizin de böyle bir yaşamınızın olması gerekir. Bizimkiler beni değişik bir biçimde oyalamak istiyorlar. Sanki başka türlü yaşamak mümkünmüş gibi! Ağlayabilir misiniz, zıplayabilir misiniz, oflayabilir misiniz, delileşebilir misiniz, kaçabilir misiniz, hatta güçlü eylemler düzenleyebilir misiniz? Bunları da tartışabiliriz. Ben çocuk değilim, ben kolay aldanmam, o kadar düşmedim! Yani bizden bir şeyler öğrenmek için gelmişsiniz, bir şeyler öğrenmek istiyorsunuz, işte yaptıklarınız budur! Fakat yapamayacağınızdan, zorlanacağınızdan korkuyorum. Sizde o soluk yok. Soluk olsa da o esneklik yok, o derinlik yok, kendine hakim olma durumu yok; ne yürek gücü, ne de beyin gücü var. Çok batırmışsınız, güçten düşürmüşsünüz, planlayamamışsınız, örgütleyememişsiniz, kendinize tecrübe kazandıramamışsınız. Tabii o zaman hesap verme durumunda değil misiniz? Karşımızda güçsüzlüğü oynarsanız, bu hiç iyi değil. Hangi arkadaş güçlülüğü oynayabilir? Hepiniz ancak zavallıları oynayabilirsiniz.
Mesela tiyatro yapıyorsunuz, bir kısmınız Türk subayı, jandarması oluyor. Bir kısmınız da topal falan oluyor. Bundan başka bir şey çizebiliyor musunuz? Ağlama-sızlama, küfür... Bunu değiştirmek gerekiyor. Bu tabloyu, bu tiyatroyu değiştirmek gerekiyor. Fakat bunu değiştirmek için de büyük güç ister, güçlüyü oynamak ister. Sizi korkutmak istemiyoruz. Neden hemen önder olmadın demiyoruz, ama şunu söylüyoruz; bazı sözler veriyorsunuz, antlar içiyorsunuz ve iyi niyetlisiniz de. Fakat bunu yoluna-yordamına göre yürütmesini bilmiyorsunuz. Hepinizden yaşlıyım. Öldüm mü yani böyle yürümekten? Çok mu kötü oldum, çok mu zavallıyım? Kesinlikle hayır! Herhangi biriniz kadar kendimdeyim. İnsan kendini büyük davalar için adarsa kendini çok fazlasıyla mı vermiştir? Hayır! Zaten verecek başka neyiniz var? Adayacaksanız kendiniz, başka türlü adayın. Bir tarla parçasına, bir aileye bir kaç çocuğa ve bir maaşa sahip olmanın karşılığı nedir ki!
Bütün bunların karşılığı sefaletten başka bir şey değildir. Büyük değerler vardır ve adandığında kazanılır. Ben istediğim kadar güç, para, silah bulabiliyorum. Oluyor demek ki, büyük davaya kendini yatırdın mı en büyüğüne ulaşmak zor değil. Siz yaşamınızı küçük şeylere adadınız. Sonuç sıfırdır, boşluktur, cebinde beş kuruşu bile olmama durumudur. Ne onu savunacak bir-iki yoldaşı, ne de akrabaları var. Hepsi bir anda ondan kaçar gider. Benim durumum böyle değil. Şu andan her şeyim var. İstediğim kadar birlik yaratabilirim. İstesem bütün halkı ayağa kaldırabilirim. Ve ben yaşadıkça bu böyle olur. Şimdi bir de kendinize bakın! Yine "bunda bizim de payımız var" diyeceksiniz. Fakat bu ayrı bir meseledir.
Pay meselesi, önderlik tarzında yürümekle mümkündür.
Ancak böyle hak etmiş olursunuz. Tabii bu sizin için geçerlidir. Her gün çevrende bu kadar eleştiri ye, onsan sonra da "ben de hak sahibiyim" de. Kesinlikle böyle bir yaklaşım mümkün değildir. Kendinizi verirken, kendinizi adarken ve fırsat da eldeyken hata yapıyorsunuz.
On dört yıl önce buraya gelirken o kadar çaresiz, o kadar ilişkisiz, o kadar karanlıkta el yordamıyla yürüyordum ki, yanımızdakiler bile "her şeye inanırız da, bu gidişattan sonuç alınacağına inanmayız" diyorlardı. Bugün en büyük inanç ve yürütme kabiliyeti aynı kişide somutlaşıyor. Ve en inanılmaz bir durumda böyle bir ortamın oluşmasına yol açmak... Size en büyük destek-güç işte bu örneğin kendisi oluyor. Bu örneği inceleyin, anlayın! Gençsiniz, çoğunuzun yaşı 25'in altındadır. Ben buraya gelirken 31 yaşındaydım. Arkanıza partinin aydınlatıcı çizgisini ve olanaklarını alarak yürüyorsunuz. Mutlaka benden daha fazlasını başarmalısınız. Eğer sözünüzün adamıysanız, sahtekâr değilseniz, düzenin alıştırdığı gibi her gün kendinizle oynamıyorsanız bu sonucu mutlaka göstermeniz gerekir. Gerekir çünkü biz başarmışız, akla-hayale gelmedik yerden, ortamdan buraya getirdik. Ankara'yı kaynattığımızı burjuva basını yazıyor. Demek ki oluyor!
Zindana düşmek, erkenden biçilmek kader mi? Önlenebilir! Hele hele bundan sonra... Bazıları heveslerini, dürtülerini, güdülerini yaşarken ben, soluk soluğa sadece ve sadece davayı düşünüyordum. Herkesi nasıl davanın emrine sokacağız? Sadece ve sadece onun için nefes almak ve çare olmak... Kendini aşmak, iğne ucu kadar da olsa zemin yoklamak, eğer bir şey elde edemiyorsam zaman kazanmak. Tabii ki, siz bunların farkında bile değilsiniz. Ama bu hikâye böyle yazılmış veya bu hikâyenin kendisi böyledir. Kaçanlar oldu, ağlayanlar oldu, delirenler oldu, renk renk komplocular, tasfiyeciler, grup grup hainler ortaya çıktı ki, bunlar sayılmakla bitmez. Bütün bunlara rağmen bugün ülkenin büyük bir kısmında silahın sesi, kimsenin aklına bile getirmeyeceği kadar var.
Şu anda diyebilirim ki, bu ülkedeki halk hiçbir zaman kendisi adına düşünemeyecek, konuşamayacak bir durumdayken, şimdi her tarafta özgürlük silahları konuşuyor, özgürlük tartışmaları sürüyor. Düşman gittikçe daralıyor. Ve bunu biz düşmanın bütün bir dünyayı arkasına aldığı bir dönemde buradan yürütüyoruz, her şeyi ile buradan yürütüyoruz. Ve halen de bu böyle. Bunu anlayacaksınız. Bu temelde bu kavrayışa, ruha ulaşacaksınız. İnkâr edemezsiniz. Etmemelisiniz de. Yürek derinliğine, ruh büyüklüğüne düşünce gücüne ulaşmalısınız. Anlatabiliyor muyum? Geçmiş süreci ve bu süreci hiç olmazsa biraz daha doğruya yakın sonuç alıcı değerlendirmelisiniz. Ben insana güvenirim, belki içinizden bundan sonra sağlam yürüyüşçüler çıkabilir.
14. yıla da sağlam yürüme kararlılığıyla başlayalım. Ve bugün aynı zamanda Manifestonun kaleme alınışının 15. yılına giriş günüdür. 15 Temmuz'a kadar Diyarbakır cehenneminde Manifestoya hazırlanış... Ve yine Temmuz'un başında o yurt dışı cehennemine çıkış... Tabii halk da cehennemdeydi. Fakat şimdi gidişat cehennemlik olmaktan çıkıyor. Tabii öyle cennete ulaştık, selamete ulaştık demek için de gafil olmak gerekir. Öyle bir durum yok. Fakat gidişat doğruya, cennette doğru. O din kitaplarında cennet diye tabir edilen yerlerin hepsine biz ulaştırdık, özgürlük düşüncesi ve silahıyla bunu yaptık. Maalesef kıymetini halen tam idrak edemiyorlar. Xabur vadileri, Hezil vadileri, Botan vadileri, Murat vadileri, Zap vadileri, Dicle-Fırat vadileri böyle çok sayıda özgürlük savaşçısına kavuşturuluyor. Halen eski cehennemi yaşamın kalıntılarıyla yaşıyorlar. Bu da yüz yılların körleştirdiği, cehennemlik yaptığı kişiliklerin çok güçlü kalıntılar biçiminde devam etmesine neden oluyor. Halen böyle kalıntı kişilikler var. Fakat her şey onların dediği gibi olmayacak, daha çok, bu doğru yolun hükmü biraz daha etkili olur bundan sonra. Aslında keşke oralarda olsaydık da, daha yakinen yürütme durumunda olsaydık. Yolun büyüklüğünü, orada yaratılan değerlerin büyüklüğünü bilmiyorlar. Kötü yetişmişler, çoğunun yaşamı düzenin cehennemlik yaşamıdır. Halen onu yaşamaya devam ediyorlar.
Tarihte birçok komutan burada devlet kurmuş, seferler düzenlemiş. İskender burada savaş verdi, Darius burada savaş verdi, Asur İmparatorlarının hepsi savaş verdiler. Persler, Romalılar buraya birçok seferler yaptılar. Daha dün Osmanlılar, İranlılar, Araplar birçok seferler düzenlediler. Bizde hiç olmazsa özgürlük için seferler düzenleyelim.
Adam küçük; ne tarihi görüyor, ne günü, ne de günceli. Yüreği küçük, kolu küçük, bacağı küçük, basit bir köylü aşmak gerekir bunu. Günler özgürlük gerçeğine ilişkin biraz böyle dile gelebilir, güncellik böyle yakalanabilir. Özgürlük ideali büyük olanlar için iyi bir dönem oluyor, özlemini duyup da onu gerçekleştirmeye doğru götürmek için bir fırsat oluyor. Tabii yerine getirilmesi gereken bu çabanın da büyüklüğü, güncelliği gün gibi açık. Bunun için başınızı bile kaşıyacak vaktiniz yok. Yolun sağlam bir yürüyüşçüsü olmak istiyorsanız, bu işin esas yolu-yordamı üzerinde düşünmekle işe başlayacaksınız. Bizim yaptıklarımızı kendiniz için sıradan şeyler olarak görmeniz durumunda kaybedecek olan kendiniz olacaksınız. Bunu da bana yaptıramazsınız. Benim rolüm başka, benim işim başka. Kendi işiniz kendinize, benim işim bana... Zaten diğer bir hastalık türü de, "değerli önderimiz nasıl yapmışsa öyledir, bravo, kabul görmüştür" biçimindedir. Bu yaklaşım doğru değil. Önder bir şey yapmışsa bir dönem içindir; koşullar zinciri içinde bir çıkış yaptırmak içindir. Bu sizin için her şey demek değil veya sizin de kendinizi aynen öyle sanmanız için değil. Size bir çıkış yaptırmak oldukça zordur. Sizin işiniz ise, zor olan işe kendinizi vermenizdir. Ancak siz büyüklüğü böyle çizebilirsiniz. Diğer yanlış yaklaşımları da tasfiye etmeniz gerekir ki, rolünüzü oynayacak durumdasınız. Onun da hazırlıkları oldukça gelişmiştir. Ve en iyisi bu yaşamda tercih edilecek en soylusu, en şanslısı ve en eşsizidir. Bundan sonra hiç olmazsa sağlam bir hesapla işi götürmeye çalışın.
Görüyorsunuz ki tekrar işin özüne ilişkin değerlendirmeleri esas aldık. Günler böyle geçip giderken galiba işin iyisini yapmışız. 'Galiba' kelimesini sizler için söylüyorum. Ama benim için bir tutkuydu. Herkese biz yer verdik, herkese güven verdik, herkese ekmek verdik diyorum. Çünkü kimse evinden bir şey buraya getirmedi. Beyninde fikirlerle de buraya gelmedi. Bunları abartmak için söylemiyorum. Gerçeği yalın vurgulamak için söylüyorum. Bir insan nasıl birleşme etkeni olur, imkân-olanak etkeni olur? Bundan biraz ders alasınız diye söylüyorum. Mesele hazır olana konma değildir. Ben gittiğim yerlerde hiçbir zaman hazıra konmadım. Yapılanlar tamamen öz çabaların sonucudur. Şimdi niye sizler de böyle yapmayasınız? Doğrusu bu değil mi? Soruyorum!
Uluslar için, halklar için hayırlı bir iş yapmak ancak bu tutumla mümkün değil mi? PKK okulunun esas görevi de böyle insanlar yaratmaktır. Terbiyesi bu temeldedir, ruhu bu temeldedir, düşüncesi hep bunu işler. Kendi kendisiyle bu temelde tutarlıdır, azim-irade sahibidir. Niye siz başka türlü tutum ve davranışlar içinde olasınız, anlamı var mı? Hayır! Eğer zorlanma olmasaydı, ben bu konuları ısrarla bu kadar işlemezdim. Birçoğu küçük-burjuva veya köylü kurnazlığıyla beni aldatabileceğini sandı. Olmayacak duaya amin ettirmek istediler. Kabul edemezdik tabii. Fakat tekrar bu noktaya geldik. Bu iş böyle yapılır, kişilikler kendini böyle adar, sergiler, sonuca gider. Uyumlu insanlarla, dengeli ve anlayışlı insanlarla bu işler böyle yürür. "Küçük-burjuvalık yaparım, ağalık yaparım, gücüm oranında bir şeyler karıştırırım..." Karıştır! Ne yapalım yani. Elinden ne gelir? Elinden bir şey gelmediği ortaya çıkmıştır. Öyleleri anlayışlı olsa, "nefsim, güdülerim" demese, biraz yoldaşlıktan, anlayıştan nasibini alsa biz bu işin üstesinden geliriz, rahatlıkla geliriz.
Savaşı çok iyi noktalara götürebilirdik. Ve hatta zaferi elde edebilirdik. "Şuram ağrıyor, gevezeliğim var, güdülerim var" derken, kendilerini de, bizi de zora sokuyorlar. Ama işlerin böyle ele alınacağının iddia ve ispatı budur. Kişiler kendini böyle kanıtlamalı. Haddini-hududunu, terbiyesini-edebini böyle bilmeli. Sonuca gitmek için kendini işe yatırmalı. Böylesi bir durumda sonuç başarıdır. Bütün bunları söylerken, bazıları tekrar anlamazlık etmesinler. PKK'nin yetkilerine, olanaklarına dayanarak kendilerini başka türlü göstermesinler. Ben alçakgönüllü olduğuma inanıyorum. Halen hizmet ettiğime inanıyorum. Kendimden yana bir yetmezliği göremiyorum. Tam tersine, habire sıfırlardan, zor koşullardan katkı sunuluyor. İşin özü bu iken, başkalarının kalkıp bizden pay istemesi, hak-hukuk iddia etmesi saçmadır. Hele önderlik adına, komuta yetkileri adına böyle yapmak daha da saçmadır.
Bu adamların bu kişiliklerle iflah olacakları yok. Vazgeçsinler, doğru tutuma gelsinler, PKK'nin önderlik gerçeğine gelsinler, çok açık yaşam özelliklerine, tarzına kendilerini ulaştırsınlar. Kendilerini sonuca götürecek, başarıya götürecek, zafere götürecek olan bu tarzdır. Ve hiçbir zaman bu tarzı ne unutsunlar, ne de saptırsınlar. Nefes nefese bütün yaşama, bütün çalışmaya bu tarzın özelliklerini egemen kılsınlar. Bu temelde görecekleri, alacakları sonuç zaferden başka bir şey değildir. Bu temelde başarılı yürüyüşten, bir zafer yürüyüşünden başka ne bir çare ve ne de başka bir yol vardır. İnanıyorum ki, yaşamınıza bu büyük tecrübenin ışığında daha iyi anlam verip, daha iyi bir çalışmaya, vuruş tarzına ulaşmanız mümkündür. Bu tarzı egemen kılın. Eğer bu tarzı egemen kılarsanız oldukça muhtaç olduğunuz üstün başarılara doğru yol alırsınız.
REBER APO
4 Temmuz 1992
- Ayrıntılar
Zilan'da daha teorik, daha ilkeli iken, Sema'da daha sorunlarla boğuşma ve pratikleşmeye doğru bir tamamlama olayı var. Fikri'de de bir tutarlı erkek kişiliğinin nasıl yeniden şekillenmesi gerektiğine dair çok duyarlı, anlamlı yanıt var.
Eskiden kitabi olmak derlerdi. Biz, buna anlama gücüne saygı göstermek ve ona göre bir işin, bir amelin sahibi olmak diyoruz. Kürt olayında en çok öğrenilmesi gereken kitapsız bir halk gerçeği olmasıdır. Çok değerli sözlerin kitabileşmesiyle birlikte yürüyen, gelişen insanlık yarışında kitapsız olmamız, anlayışsız olmamız ve yaptığımız işlerin, amelin değerinin neredeyse olmaması, kendisine karşı olması gibi bir gerçeğiniz vardır. Şimdi hemen belirtelim ki, ameliniz, pratiğiniz kitaplardaki doğrulara olduğu kadar bizimde yazmaya çalıştığımız kitaplara göre olamıyor. Başı boş, tüm kitapların yazdığı doğrulara ters, en temel sorunumuz budur.
Şehitler gününde, büyük direnç ve ona kendi bedeninde kızıl köprüler kurarak ulaşmaya çalışan Sema Yüce kişiliğinde en çok söylenmesi gereken; onlar kitaba göreydiler veya bizim durumumuza bakıldığında, bir türlü yanıt veremeyenler kitapsız idiler; doğrusuz, anlayışsız idiler. Bundan sonrası ne yapıp edip kendimizi bu kitaba kavuşturmaktır. Haydi hayatın kitabını da okumayı bilmiyorsunuz, o yetenekle gelmemişsiniz, dolayısıyla bütün direniş değerleri unutulup gidiliyor. Böyle yargılanma günlerinde hesap vermeniz gerçekten çok zor. Ulusal değerler karşısında hesap vermesini bilmeyenler de, ancak lanetliler sınıfına girer; ikiyüzlüler, münafıklar, sefiller grubuna girer. İlkeli olmanız için çok büyük güç harcadık. Fakat isyan pratiğiniz, bunu en az düşman kadar zorluyor.
Ulusal değerlere karşı her sahada çalışma hususlarındaki bu duruş, yaklaşım tarzınız kesinlikle varsa bir gücünüz, bir samimi sözünüz, artık zarar vermeyecek kadar biraz da yararlı olabilecek bir yeterliliği yakalamalıdır. Tarihte Kürtler gerçekten de insanın yarış ettiği ve kazandığı konularda en anlayışsız duruma düşürülmüş -bu tabii doğal karakter değil, düşmanları tarafından bu duruma düşürülmüş bir halk olarak da değerlendirilebilinir- daha çok bu gerçeği yansıtıyorsunuz. Ama yanlış bir gerçektir. Düşmandan kalmış, lanetli, belleği yitirilmiş, tam da düşmanına göre oluşturulmuş sahte bir gerçekliktir.
Parti savaşımımız ilk elden kendimizdeki sahteliğe karşı savaştır. Burada iyiniyet o kadar önemli değil. Gereklidir, ama iyiniyetin içi yüksek anlayışla doldurulmazsa belki de kötü niyetliden daha çok zarar verebilir de. Doğrusuz, savaşsız, aşksız bir yalan yaşam gerçeği; işte bir cümleyle tarifi ve-ya tersinden söylersek; yanlışlarla, yenilgilerle anlamlı olmayan bir savaş ve güdülerin sınırlarına takılmış çirkinli yaşam. Bu büyük ayıbı biraz olsun aşmak için Partileşelim. Hani ça-ğımızın modasıyla, eskiden "dinimizi kuralım, mezhebimizi kuralım" derlerdi; şimdi de "Partimizi kuralım" deriz. Öyle yapmak isteriz.
Bu büyük bir savaştır. Bize çok gerekli olan ve esasta da doğru bir çizgisi vardır bu savaşın. Ama halen gerçekliğimizle birleştirmeye çalıştığımız bir çizgiye karşı büyük bir homurtu var. Körce bir bağlılık kadar, çoğunlukla düşmana hizmet eden, yine kör bir çabayla savrulmalar var. Burada en büyük savunma gerekçeleriniz; "beynim, yüreğim fazlasını kaldıramıyor" oluyor. İşte bu da yenik düşmenin diğer bir ifadesidir. Fazlasını kaldıramıyorsan neden geliştirmiyorsun? Neden günleri böyle harcıyorsun? Burada tarih karşısında, insanlık karşısında savunma olamaz. Hatta sınıf tanınmaz bir duruma geldiği için de, en başta kendini kandırmadan tutalım, ipe sapa gelmez her türlü dili, her türlü dayatmayı, herkese, her yerde çekinmeksizin, düşman olmaksızın, hatta iki gözü karalıkla sergilemekten geri durmuyorsunuz. Ama hayat da size hep bu temelde vurdukça vuruyor. Yararlı olmaması yüksek anlayışsızlığınızla izah edilebilinir.
Bugünlerde demek ki bir anlayış geleneği, özellikle pratik yaşam, savaş pratiğine damgasını vurmadıkça kendinizi affetmeniz asla mümkün değildir. Cezai anlamda affetmekten bahsediyorum. Yaşamın her yürüyüşünde bizi kahredecek engellerle karşılaşmaktan kurtulamazsınız. Buna gerek duyuyorum ve öyle de oluyor. Başınızı nereye çeviririseniz dikenler batar, nereye atarsanız oraya yapışıp kalır. Bu gerçeğinizi oluyor.
Hangi özgür yaşam ilkesine, savaş ilkesine başarıyla bir yürüyüş gerçekleştiriyorsunuz? Nerede, yaşamınızın hangi döneminde? Bugünlerde bunları sorgulamak gerekiyor. Burada sizde çokca gördüğümüz diğer bir husus da, böyle günleri, ağlama günlerine ve ucuz tersinden dinsel, duygu günlerine dönüştürmeniz yetmez, kurtarmaz. Önceleri halkımız bazen zoraki çok ağlar, zoraki çok sahte gülerdi. İkisinin de değeri yoktur. Halbuki bu şehitler belki de insanoğlunun en zor denediği kahrolma ve kahretme biçimini gerçekleştirdiler. Haydi birilerinin, düşmanın eliyle insan ateşlere atılır, -ta İbrahim Halil peygamberinden tutalım, Hallacı Mansurlar'a kadar ama- onlar sadece düşmanları tarafından atılmıştır. Ben hatırlamıyorum kendi özgür iradesiyle ateşlenmeyi, hem de en genç yaşta, hayatın baharında ve çok rahatlıkla başka mü-cadele biçimlerini de deneyebileceği imkanları olduğu halde. İlktir, öyle tahmin ediyorum ve bu bizi çok büyük düşünmeye zorluyor, zorlamak zorunda.
Benim özellikle PKK şahadet gerçekliğinde, diğer bir çok hususta çalışmalardan geri durmamakla birlikte anlamından kopmamaya çalıştığım esas gerçekliktir; şahadet gerçek-liği. Anlayış ve uygulama esaslarında ciddi bir yetersizliği yaşamamak için diyebilirim ki, en büyük özeni gösterdim ve istenildiği kadar olmasa da, bağlı kalmayı ucuz bir söz olmaktan çıkardım. Savaşsallaştırmada da bir iki adım attım. Daha fazla güç olsaydı kişilikte, şüphesiz daha fazla bir gerçekleştirmeyi de sağlamaktan çekinmezdim. Ama bizde böyleyken, sizde nasıl oldu? Baktığımızda durumlarınız iç açıcı değil. İşte burada, bu büyük boğuşmayı yaşadık sizlerle, yaşamak zorundayız. Çünkü bu değerler öyle kolay çiğnenecek değerler olamaz. Körce bir kavgayla da anlamı yerine getirilecek değerler olamaz. Kürt çeyrek asrı geçen sürede kendini tanıdı tanıyalı, kendi canlarını halklar uğruna gözünü kırpmadan feda eden insanlar gibi olmayı belki başaramadım, ama onların anısının sağlam bir takipçisi olmada da nefes nefese bir yürüyüşü gerçekleştirmekten kendimi geri tutmadım. Dara ağaçlarında, ölüm kusan mermilerin delik deşik ettiği vucutlara saygılı olmak için gücümü çok iyi kullanmaya çalıştım ve gelinen noktada sözümde, eylemim de ciddiye alınan bir konuma geldim. Herhalde bunda en belirleyici etki bu şehitler gerçeğinin ta kendisidir.
Şüphesiz şehitler gerçeği için bunları belirtmek kendi başına yetmiyor. Şehitler bundan ibaret değil, bir dava takipçiliği ve hatta savaşımlarına bir yere kadar da mesafe aldırmak tam bunları ifade etmez. İçini sorgulamak daha büyük önem taşıyor. Bunlar genelde özgürlük kavramıyla açıklanmak isteniyor. Gerçekten çok genel bir kavram. Onun nasılı çok daha yakıcıdır ve gerçekleştirmesi de bir o kadar zordur. Şehitlerin bir çok takipçisi var. Benden daha fazla kendini adıyanlar var. Ama dikkat edilirse bunlar bile onları unutturmaktan ve hatta anlamsız bulmaktan öteye bazen ileriye gidemiyorlar. Demek ki takip etmek uğruna ölmek yetmiyor. Daha başka şeyler gerekiyor. Bu, başka şeylerle içini doldurmak. Çünkü hiçbir şahadet çok büyük bir yaşam gayesi, gerekçesi olmadan gerçekleştirilemez. Biraz da zor olan bunu çözmeye, noksanlığı varsa gidermeye, en ağır bir savaşla da olsa ya-şamsallaştırmaya çaba göstermemiz bizim genelde bir çok kişiyle olan farkımızı ortaya koyuyor. Bunu başarmasaydık, şe-hit değerlerine bağlılık ağırlıklı olarak laf olmaktan öteye gidemeyebilirdi.
En zor hesap verilmesi gereken nokta böylesine kendi kendini sorgulayıp yanıt olmayı sağlama noktasıdır. Şehidin seni fiili olarak denetleyebilecek bir sözü, bir iradesi yoktur. Ama bunun yolaçtığı yanılgı; "onlar adına istediğim keyfi sözü, işi yaparım" yanılgısıdır. Bu ağırlıklı olarak bizim gerçekliğimizde tersliğe götürür. Hele kişilerin çok keyfiliği, onların neredeyse ihanetini bile iyiniyetle geliştirir. Bunun için iç sorgulama şehitlik gerçeğinde çok önemlidir. İç sorgulamayı tek kaldığında da geliştirmek ve bunu başarı düzeyine taşırmak en zor olanıdır. Ve bunun gücünü gösterenler değerlidir; en azındandır, fakat en değerli olanıdır. Arsız insanlar üzerinde şehidin dili yoktur ve fazla etkili olamaz.
Herhalde insanların en fazla güç aldıkları da; güç yitirdikleri noktada bu dili olmayan şehit gerçeği karşısındaki duruşlarıdır. Bizde o kadar çok ki bunlar, sayılamayacak kadar, fakat bir o kadar da üzerinde durulması gereken büyüklükleri var. Şehitlerdir, sözü alıp gidiyor, ama acaba kaç kişinin hakkını vermek istediği çok kuşkuludur. Burada da iyi niyetten ziyade, bitik kişilik yanıt olamıyor, gücü yok. Beyinde, yürekte kendini çoktan vurmuş. Bununla neyi yapabilir ki? Ken-disine güveni, terbiyesi, bir iradesi kalmamış ki şehidi anla-sın. Bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyoruz. Bizim bu konudaki sloganımız; şehitlerin komutası altında bu son yıllardaki savaşı götürmektir. Eğer "neden keyfimizce değerlendirilemiyoruz" diyorsanız, benim de size söylediğim; şehitlerin komuta gerçeğinin ne olduğunu anlamaktır. Tanımayacaksınız böyle bir komutayı, o zaman benim size söyleyeceğim fazla bir şey yok.
Bu rezil yaşama karşı bir darbe olan şehitliği, yeni yaşamınızın düzeltilmesinde etkili bir silah olarak kullanamazsanız, hiç kimsenin sizi ciddiye alması, hayatın kendisinin sizi bağışlaması mümkün değildir. Burada kara cehalet örneği, alabildiğine tıkanmış duygularla çok sözde kalan, dediğim gibi ucuz gözyaşları veya yaşam duygularıyla yanıt olamazsınız. Çünkü şehit gerçeği kadar kesin, yalansız-dolansız olan bir başka gerçek yoktur. Israrla bu gerçeğe göre kendinizi gerçekleştiremezseniz, gerçekten kabulünüz mümkün değildir. Onlar ki yaşamın yeniliğini, kendi bedenlerindeki ateşi, küllerinden yaratmayı söz olarak veriyorlar. O zaman acaba sizin için bu ne anlama geliyor? Bu çünkü katı bir gerçek. Onun için şu bireysel hevesler, keyfi duruşlar bu gerçekle tezat, terslik teşkil ediyor diyorum. Birileri bu kadar büyük fedakarlık eylemi koyacak; sen bunun tersiyle onun mirası üzerinde yaşayacağını iddia edeceksin. Buna kargalar bile güler.
PKK ve onun askeri savaş birliklerinde ortaya çıkan laf anlamazlık, bildiğini kuralsız ve fazlasıyla bencillik temelinde dayatmalar bir başkaldırıdır. Ama daha çok da bu kutsal değerlere bir başkaldırıdır. Çoğunlukla zarar verdiler. Anlayışı kıt olanlar kendilerini kaybettiler ve büyük kazanmadık-ları da doğru. Bunun anlaşılır kılınması için biz çok çaba harcadık. Dağları-taşları kitaplarla, çözümlemelerle doldurduk. Ama siz bir kaç tane ilkeye göre yürümeyi yine beceremediniz, yahut dağların dizginlerinden kopardığı, güdülerin biraz kendini serbest gördüğü bu dağ havasında, çok aşırı ileri gittiniz bencillikte, keyfilikte işte burada da şehit gerçekliğimiz dur hareketi oluyor. Doğruya da gel hareketi oluyor. Umarım eğer illa böyle günlerde bir değerlendirme gücü yaratmak istiyorsanız kendinizi dürüstçe bir affetme, islah etme kararlılığını da yaratmak istiyorsanız, bütün yüce dinlerde olduğu gibi, halkımızın da gerçeğinde, hatta toplumsal insani birimlerde bile bu bağışlanma siyaseti doğru olabilir. Bunu da aşırı zorlamamak gerekir. İşi-gücü kötülük olanların bağışlanması herhalde doğru olamaz. İncir çekirdeği kabilinde değersiz şeyler yüce yaşamı onun araçlarını birileri bozuyorsa, bir tutum davranış varsa, kesinlikle ona yer vermemek, bağışlanmak kurumunu da anlamak açısından çok gereklidir. Ama illa birileri güzel bir iş yapmak istiyorsa da, ona bir affetme olanağı sunmak, böyle günlerde anlamlı olabilir. Kişinin kendini affetmesi, bağışlatması, islah etmeye yönelmesi mümkün olabilir. Değerlendirmek gerekir. Eskiden tanrılar, muhabıtlar karşısında bunu yaparlardı. Biz şimdilik şehitler karşısında yaparsak bu bizim için fazlasıyla yeterlidir.
Şehitlik gerçeğinde bir kaç hususu daha da belirtmek gerekebilir. Özellikle bizim için çok trajik olan bu şehitliklerde bir derin zayıflık var. Hele böylesine şahadetlerden kaçamamak, kendini mahkum görmek tam bir trajik zemine da-yalıdır. Büyüklüktür, fakat trajiktir. Bu nasıl bir nokta, zemindir ki, böylesine insanlık tarihinin en ender olabilecek bir eylemine zorluyor. Bunu mutlaka anlamak gerekiyor. Bu zemini bir de kurutmak gerekiyor. Bunu çok düşünmek gerekiyor. Bu büyük zayıflık zeminin kişiyi böyle en kahramanca trajik bir eyleme zorlayan gerekçelerini, nedenlerini ortadan kaldırmak gerekiyor. Benim biraz yapmaya çalıştığım buydu. Be-nim böyle bir eylemi göze almam mümkün değil. Ama bu zemini kurutmak için de benim kadar bu işin ustası olmak, hem de amlansız savaşçısı olmak, belki de yine tarihte hiç görülmeyecek gibidir. Ve kaldı ki, bu ikisi de birleşti. Benim bu bir yerde büyük duruşu, büyük trajik eylemi zorlayan gerçeğin, tarzın ve bir de bunu ortadan kaldırma çabam korkunç bir bu-luşmayla kendini ifade ediyor. Önlemek için çok büyük bir çaba harcadım, ama esasta sadece bu sembol eylemler değil, yoğunca yaşanan şahadetlerde de bu vardır.
Bir ana ilkeye bağlılığın götürdüğü bir eylem iken diğer yandan orada ilkenin uygulanmasında kişilikteki yetersizliği, olmadık yerdeki şahadeti gerçekleştiriyor. İlkeye bağlı bizim şehit adayı, müthiş bağlı, benden daha fazla. Onun gereklerini büyük bir savaş ustalığıyla gidermek sözkonusu olduğunda yapamıyor, çok trajik düşüyor. Şimdi benim yaptığım biraz daha farklı ilkeye bağlılık, ama o zeminde yakılmamak için korkunç bir politik sezgi, askeri olmanın o gün için gerekleri, inanılmaz bir tarz ve tempoyla birleştirilerek, en zor anda en önemli çıkışı yapmak, başarmayı sağlamak gibi duruma yol-açma budur. Bizim sanatımız bu.
İlkeye bütün insanları uyarlamak birinci en temel işim. Ama bu ilke yakan ilkedir. Bu ilke, kesinlikle eğer ciddi bir hazırlığı, ciddi bir irade eğitimini askeri, siyasi, örgütsel, ya-şamsal yoksa feci olacağı açık. Bunu çok erkenden biliyo-rum. Benim bütün yürüyüşüme, tarzıma, tempoma damgasını vuran aslında bu gerçekliğin ta kendisidir. Hayret ediyorum bu gerçekliği neden siz bu kadar göremiyorsunuz. Korkunç bir şey! Haydi şehit gerçeğiyle bunu ödedi, ya siz nasıl öde-yeceksiniz? En büyük soru benim için budur. Neyinize güveniyorsunuz da öyle yaşıyorsunuz?
İlkeleri zorlayarak yaşamak, savaşmak; ilke egemen oldu da mı tutuşup feci düşmek. Bu nasıl gerçeğinizdir, halen dehşetle etkisi altında kaldığım bir husustur. Neden aşma gücünü gösteremiyorsunuz. Bunun için bu gördüğünüz, yaşadığınız gibi dağları taşları ilkelerle doldurduk. İmdadınıza ye-tişmek için. Ama oralı bile olmayışınız, hatta tersinde ısrar nasıl izah edilecek? Neyle sonuçlandıracaksınız. Trajik ihanetler de çıkıyor, trajik değil de çok aşağılık ihanetler. O da bununla bağlantılı. Burada ihanet ve hain gerçeği nedir? Şehit gerçeği nedir? Şehit; ilkeden taviz vermemek ise, hain ve ihanette tam bu noktada en zorlu zeminde ilkeyi amansız çiğnemedir. Hain; en çok gerekli olduğu yerde ilkeye bağlılığı en gözükara çiğneme kişiliğidir. Ve tarihimizde bunlar da ger-çekten bol, şehitlerimiz ne kadar bolsa. Ki, sanıyorum burda da bir diyalektik bütünlük var. İhaneti bol olan, bir acımasız, utanç verici gerçeklikten büyük şahadeti bol olan bir gerçek-liğe ulaşmamız, Partileşmemiz sanıyorum bir bütünlüktür, ge-rekli olandır.
Hiçbir ihanet bizdeki kadar ilkeye ters düşmez. Ve böylesine aşağılık bir biçimde gerçekleştirilemez; ama hiçbir şa-hadet de bu kadar cesur ve fedakarlık temelinde gerçekleştirilemez. Bizim görevimiz; bu ikisinin de hakkından doğru ge-lebilmek. Hainin ve ihanetin üstesinden doğru gelebilmek kadar, bu şahadetin de üstesinden gelebilmek. Bunu düşünme-niz gerekir. Çünkü sizin gerçeğiniz de bu iki ilke arasında veya bir ilkeye sınırsız bağlılıkla birlikte, sınırsız ona karşıtlık temelinde düğümlenmiştir. Gerçeğinizin bu ikilemden kurtulması imkansızdır. Tanrısal ilkeleşme dediğimiz artık bu noktaya gelip dayanmıştır. Ruh kadar, düşünme gücünü göstermeniz gerekiyor. Gerisi nedir? Bu ilke arasında savrulma; boş laflar, boş yaşam, çirkinlikler ve her gün birbirinizi yıpratmalar, yormalar oluyor. Ama esas olarak sonuçta belirleyici olacak ya ihanet, ya direniş zaferidir. Hesabı kesin doğru yeterli yapmak. Herhalde bugünlerde en çok gerekli olanlardır.
Bu çerçeve temelinde biraz da eğer sözkonusu olan Zilan kişiliğiyse ve onun en güçlü ardılı Sema Yüce ve kısmen de Fikri Baygeldi yoldaşsa, daha özgü olanı da dile getirmekte gereklilik vardır. Genel ilkeye bu yoldaşların bağlılığı tartışmazsızdır ve yüce değerdedir. Yüce kuvvette, cesarette, fedakarlıktadır. Özgü olan yanını da bizim aşmamız gerekir. Özellikle benim için kendilerini adamaktan bahsediyorlar. En büyük güvenceleri olarak bizzat ismen bizi zikrediyorlar. Bir yerde bu eylemlerini bize vasiyet ediyorlar. Esasta bu eylemin büyüklüğünü benim halka insanlığa ve Partiye taşırabileceğime çok büyük bir güven duyuyorlar. Daha da önemlisi çözebileceğim, gereken sonuçları çıkarabileceğimi bana yük-lüyorlar. Bunlar yazılmış, hepsi belgeli. Özlü mektuplar, söylenmesi gereken tüm doğruları yalın bir şekilde yazmışlardır. Her cümlesi çok değerlidir. En güzel cümleler var.
"1995'te Dersim'de ordu saflarına katıldım. Ordu safları içerisinde olduğum süre içerisinde geçmişe oranla kendi kişiliğimi tüm yönleriyle tanıyarak belli bir gelişmeyi sağladım. İddia, kararlılık, moral, netleşme gibi konularda güçlendiğimi belirtebilirim.
Partimiz PKK öncülüğünde gelişerek tüm insanlığa malolan ve giderek ezilen halkların yüce sosyalizm yolundaki tek umudu haline gelen mücadelemiz bir bütünen u-lusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilen bir halkı tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği ye-re getirmiştir. Böylesi ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halkı yeniden diriltmenin ağır görev, sorumluluk, tarihi bilinç ve üstün öngörü, büyük cesaret ve fedakarlık, yüce azim gerektirdiği açıktır. Yurtseverlik rolünden uzak, düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından gerçek aydınlarını ve önderlerini istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği karşısında PKK ve onu var eden Başkan APO, aleyhte gelişen bu gelişmeyi tersyüz ederek sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşan ve giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan Kürt halkını ölüm uykusundan uyandıran, dirilten, kendi özgürlüğü için savaşan, savaştıran bir konuma getirmiştir. Büyük Kürt şairi Ahmede Xani 'Eğer bizim de dü-rüst, namuslu önderimiz olsaydı, Araplar'ın, Acemler'in ve Türkler'in kölesi olmazdık‘ diyor. Kendi bireysel, ailesel, aşiretsel çıkarlarını esas alan, ulusal gerçeklikten kopuk, Kürdistan tarihindeki sahte önderlerin varlığı bu la-netli gerçeğin uzun bir süre devam etmesine neden olmuştur.
Her halkın tarihine bakıldığında, özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderleri vardır. Tarih öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yeni insan, yeni toplum düşüncesine denk, bütün yaşamını bir halkın yaşamına göre düzenleyen, kendi kaderini halkın kaderinde bulan ve o halkın acılarını, duygu ve taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.
Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş, hiçbir halkla kıyaslanmayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal, siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında PKK Önderliği kuşkusuz çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği bir çok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin yaşamıyla yaşatan ve kendi yaşamını adeta ko-koca bir insanlığın yaşamına adayan bir durumdadır. Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır.
Dünya devrim tarihine baktığımızda gerek ulusal, gerekse sınıfsal kurtuluş mücadelesini veren halkların, devrimin gerçekleşme olanağını yaratan tarihi, sosyal, sınıfsal, kültürel bir zemin ve birikimi vardır. Ulusal inkar yoktur. Kişilik sorunları bizdeki kadar derin değildir. Tarihleri bizdeki çarpıtılmamıştır. Kadın cinsi bu kadar sömürülmemiştir. Dini olgular bizdeki kadar kesinlikli, kötü tarzda işlenmemiştir. O halkların mevcut konumlarına tepkileri vardır. Özgürlük, eşitlik vardır. Önderlerinin güç aldıkları az çok aydınları vardır. Kürdistan devriminde ise bu belirtilen hususların tümü bitmiş bir durumdaydı.
Parti Önderliği çok zayıf bir gerçeklikten yola çıkmıştır. Din sorununa, kişilik sorununa, kadın ve aile sorununa yaklaşımı oldukça özgün ve bilimseldir. Rus devriminin önderi Lenin bile kadın sorununun çözümünde oldukça yüzeysel kalmıştır. Kadının ordulaşması, gerçekleşen Kadın Konferansı ve Kadın Kongresi dünya devrim tarihinde ilk kez bizde gerçekleştirilmiştir. Parti Önderliği'nin yaşam tarzı, fedakarlık, cesaret, derinlik, duyarlılık, zeka, öngörü, yorumlama gücü, bağlılık, bilimsellik, tecrübe, birikim düzeyleri hiçbir önderlikle kıyaslanmayacak boyuttadır. Olayı ele alış tarzı doğmatik değildir. Parti Önderliği Kürdistan gerçeğini, dünya devrimlerini çok iyi tahlil edip sonuç çıkarmış ve Kürdistan devriminin özgünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Taklitçi, kalıpçı, doğmatik bir tarzda değil, oldukça yaratıcı bir tarzda ele almıştır. Gerçekleşen sosyalizmi çok iyi tahlil etmiş ve kendi halk gerçekliğine uygun bir tarzda uyarlamıştır. PKK, Parti Önderliği'nin şahsında ifadesini bulmuştur.
Kürdistan tarihinde sağlanan bu gelişme, onun emeği, onun gelişmesidir. Kendisi sevgi kaynağı, birleştirici ve bütünleştiricidir. Kendi şahsında yeni insan tipini-profilini çizmiştir. Bir insanın ne kadar gelişebileceğini kanıtlamıştır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesinin bu-günkü düzeyi ‘Partileşelim, Ordulaşalım, Cepheleşelim, Zaferi Kazanalım‘ şiarına denk düşen, bütün tali sorunları bir kenara bırakarak bütün Kürt halkıyla düşman gerçeğine doğru yaklaşma temelindedir. Gelinen noktada hemen hemen bütün Kürt halkıyla beraber milyonlarca insanı sıcaklığıyla saran, Ulusal Kurtuluş devrimine ve sosyalizmin hizmetine sokmuş, faşist TC'yi askeri, siyasal, kültürel, ekonomik her konuda geriletmiş, çözümsüz bırakılmıştır.
Zaferin öngünlerini yaşadığımız yeni süreçte halkın kurtuluş umutları olan bizlerin, Parti Önderliğimiz'in yaşamı, düşünceleri ve mücadelesine yakışır bir biçimde dönemsel bütün görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirmemiz gerekiyor. Sıkça tekrarlanan küçük burjuva, köylülük, feodal anlayışların kişiliklerimizdeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak çeşitli özeleştirilerin bizleri ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi bir özeleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Düşman topyekün üzerimize geliyor. Bizim de olanca gücümüzle düşmana yüklenmemiz, özgürlüğün bedelini en kararlıca ödeyeceğimizi düşmana hissettirmemiz gerekiyor. Mücadele tarihine baktığımızda PKK, akıl sınırlarının anlamakta zorlandığı büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş, PKK'nin temel karekteri olmuştur.
Bizlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor. Süreç, intihar eylemlerini gerekli kılıyor. Bu hem bir taktiksel çıkış olacak, hem de bizim açımızdan büyük moral etkileri olan bir eylemlilik olacaktır. Düşmanın Önderliğimiz'e suikast girişiminde bulunarak sonuç almaya çalıştığı bu süreçte düşmana verilecek en iyi bir cevap olacaktır. Bu tür bir eylemlilik moralmen bozguna uğrayan düşmanı çıldırtmak, düşmanı bulunduğu her alanda çepeçevre kuşatmak, ülkeyi ona zindan etmek anlamına geliyor. Bizim açımızdan ise başta halkımıza, bütün savaş güçlerimize moral vermek, cesaret ve direnişi güçlendirmek, dost-düşman herkese davamızda ne kadar kararlı olduğumuzu ve bu uğurda özgürlüğün bedelini bombaları kendimizde patlatarak gerçekleştireceğimiz mesajını bir kez daha vermek, halkımızın özgürlük istemini bütün dünyaya duyurmak ve ileriki süreçte halkımızın bu yönlü direnişler geliştirmesinin öncülüğünü yapmak savaşın her yerinde ivme kazandırmak anlamına gelmektedir.
Başkanım!
Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan halkının ve dünya insanlığının gelece-ğinin teminatısınız. Yaşamınız bize onur veriyor, sevgi, cesaret, inanç, onur veriyor. Tüm Kürdistan halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır. Sizin bu çekiciliğiniz bizi de oldukça etkilemektedir. En zorlandığımız an-larda sizin bizlere olan sevginizi düşünüyor ve manevi güç alıyoruz. Şehide en çok bağlı olan sizsiniz. Bu temelde gözümüz kesinlikle arkada kalmayacaktır. Bu eylemi, gerçekleştirmem gereken bir görev olarak görüyor ve kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut geriliklerimi aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşın da gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum. Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat, Bese, Beritan, Berivan ve Ronahi yoldaşların direnişlerine sahip çıkmak ve onların takipçisi olmak istiyorum. Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyalizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı, bombayı kendimde patlatarak hıncımın ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt kadınının dirilişinin sembolü olmak istiyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Başkan APO önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş mücadelemiz çok yakında zafere ulaşacak ve mazlum halkım dünya insanlık ailesi içerisinde hak ettiği yerini alacaktır.
Bu temelde Başkan APO'ya, tüm Kürdistan şehitlerine, tüm savaş ve cephe güçlerimize, zindandaki yoldaş-larımıza, Kürdistan halkına ve insanlığa bağlılığımızı bir kez daha ifade ediyor ve onlara layık olmaya çalışacağıma dair söz veriyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum", ikinci sefer tekrarladığı cümle. Mükemmel söylenmesi gereken bütün doğruları söylemiş. Onun ardılı Sema Yüce'den bir iki alıntı almak istiyorum.
"Mevcut durumda, düşman bu politikalarında so-nuca ulaşmak için son bir hamle hazırlığındadır. Türk Genelkurmaylığının son hareketliliği bunu ifade ediyor. Açık ki, yine kirli politikaların merkezinde Başkan APO'-yu etkisiz kılma sınırlandırma bunun politik çizgisini, ona rağmen işlevsiz kılma yaklaşımı vardır. Bu politikalarındaki ısrarın nedeni, yine Parti içindeki bir türlü özgür ya-şam seçeneğine doğru bir merkezileşme ve kurumlaşmaya gelmeyen erkek ve kadın kişiliklerine duyulan güven vardır." Son iki yılda açığa çıkan bu gerçekliği vurgulaması anlamlıdır yoldaşın. "Ancak Kürt kadını Başkan APO'nun emrini almıştır. Kendini düşmana, onun kirli emellerine alet etmeyeceğini göstermiştir. Başkan APO'nun 8 Mar'ta tüm kadınlara seslendiği konuşmasında ifade ettiği kadın eksenli bir kurtuluş ideolojisinin geliştirilmesi gerektiği böylesi bir öğretinin savaş sorunlarında kalıcı bir barışa, özgür insana kadar bir çok soruna çözüm olacağı temelindeki açıklamalarını Kürt kadını kavramıştır. 8 Mart'tan başlayıp 21 Mart'ta doruğa çıkan eylem yürüyüşünde bunu ispatlamıştır.
Başkanım,
Bu temelde beynimi, yüreğimi ve bedenimi 8 Mart-'tan 21 Mart'a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyo-rum. Çağdaş Kawa Mazlum Doğan'ın ve diğer tüm şehitlerimizin iyi bir öğrencisi olabilmek için Zekiye gibi yanmak, Rahşan gibi Newrozlaşmak istiyorum. Diğer Newrozlaşan Berivan, Ronahi, Mirza Mehmet, Eser yoldaşların izinde kararlıca yürümek istiyorum. Kadının yaşam gücünün, zafer gücünün olduğuna, kadının da yoldaş olabileceğine olan inancımı soylu bir eylemle taçlandırmak istediğimin nedeni soyluluğun bilinen tüm tanımlarından arındırarak kendisini basit düşleri, büyük insanın erdemi olduğunu haykırmak isteğimdir. Öğrencisi olmaya çalış-tığım şehitlerimizin eylemleri üzerinde çok düşündüm. Her gün, her an devrim ateşinde yürüyerek yanmayı bunun sırrını kavramayı çok istedim. Gördüm ki, bu kendini aşan insanın eylemidir. Bu kararı verdikten sonra, tekrar tekrar büyük bir iç savaşı yaşadım. Kendimde bütün beşeri zaafların ayartıcı gücünü son bir kez daha gördüm ve yendim." İşte sizin yenemediğiniz gerçekliğiniz, burada bu büyük insan yeniyor. "Özgür yaşam, özgür kadın tutkum bana bunu emrediyor. Başkan APO'ya bağlılık andımın bu tutkumun ateşinde kül olmak ve küllerden kendimi yeniden yaratmak olduğunu, şimdi daha iyi anlıyorum. Kendimde yaşamı yaratma kararında en önemli güç kaynaklarından biri de kadının Partileşme silahı olan YAJK'tır. YAJK hem Başkan APO'nun kadının yoldaş olabileceğine inancının eseridir, hem de inanıyorum ki, Başkan APO'nun öğretisinin kurumlaşmasının yayılmasının ve derinleşmesinin önemli silahlarından biri olacaktır. Bu yüzden YAJK'ı daha da büyütmek, her Kürt kadı-nının, hatta bölge halklarının kadınlarının asli görevidir.
Başkanım,
Zafer tanrıçamız Zilan yoldaşın vasiyetine bağlılığımla bunun görkemli eylemine sadece özüyle değil, biçim itibarıyla da cevap olmak isterdim." Biçim derken pratik yaşam, savaşım noktasında diyor. Fakat zindan koşullarında bu mümkün değil. Yani "zindanda olmasaydı, taktikte savaşta zafer, yaşamda özgürlük bunu denerdim" diyor. Yani "böyle bir eylemim olmadan da ben bunun gereklerini özgür savaş, yaşam koşulunda yapmayı da çok isterdim" diyor.
"Bu Newroz'da ayağa kalkan binlerce çocuk yüreğinin mahsumiyetiyle buluşmak bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Bu büyük savaş istemi özgürlük istemiyle birlitkte zindanın tutsakladığı koşullarda çocuk yüreğinini masumiyetiyle buluşmak. Bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Özgürlük tutkum çok büyük, bu tutkuyu yaşam gücüne dönüştürebilmek için tek varlığımı kendimi Başkan APO'ya adıyorum." Dönüştürebilmek için, yani bir yerde bu özgürlük tutkusunu yaşamsallaştırılmasının, buna dönüştürülmesinin bir gereği olarak kendini adamaktan bahsediyor. Buna güveniyor.
"Kadınlar küllenen Kürt ateşinin kıvılcımlarıdırlar. Küllerinden yeniden doğmayı başaran, bunun kıvılcımı olabilen her kadın, özgür Kürdistan'ın dokuyucusu olacaktır. Ancak bu bile Başkan APO'ya cevap olmaya yetmez. Cevap olabilmek için karartılan her yürieğin ateşte arınması gerekir. Ancak kendimi, kendi yüreğimi verebilecek güçteyim. Kendimi Newrozlaştırırken, beynimi ve yüreğimi, bedenimin her hücresini bu öğretinin yoluna adadığımı bir kez daha belirtiyorum. Bağlılık andımı yineliyorum."
Halka hitabı var, emekçi Anadolu halklarına hitabı var. Hepsi çok değerli ve bir manifesto gibi. İnsanlığa da var, herkese var. En son kadın yoldaşlara
"Başkan APO'nun öğretisi ve Zilan yoldaşın vasiyeti bizlere yürümemiz gereken yolu göstermiştir. Bize düşen görev anlamak, kavramak ve uygulamaktır. Bunun yolu günlük Parti içi sınıf mücadelesini yürütmek, kadın savaşçılar olarak bu mücadelenin öznesi haline gelmektir.Bu savaşta temel silahımız YAJK'tır. YAJK'ı büyütmek, kurumlaştırmak için her kadın savaşçı bugüne kadar gelişen deneyimleri iyi özümsemeli, şehitlerin öğrencisi olmalı, günlük yaşam içinde kendini her an yaratmanın savaşımını vermelidir. Kadının öncüleşmesi cins kurtuluşunun basit bir gerçekleşmesi değildir. Sistem bunun binlerce dükünleştirici seçeneğini sunmaktadır. Başkan APO herşeyden önce kadının ve erkeğin hareket ettiği zemini değiştirmek iddiasındadır. Bunun pratik öncülüğünü her an Parti Önderliği'nin şahsında görmek mümkündür. Bu anlamda her YAJK üyesi, Parti zeminini farklı yaşam anlayışlarını ideolojik politik örgütlenmenin fırsatı olarak gören ve değerlendiren tüm anlayışlar karşısında mücadele etmektir. Yoğunca bir kesimlerin yaşadığı çok sahte, keyfi yaşam zeminleri olmaktan çıkarmalı diyorum." Kadın savaşçılara bunu vasiyet ediyor. "Kadın şehit yoldaşlarımız bunun mümkün olduğunu soylu eylemleriyle ispatlamışlardır. Onlardan öğrenmeyi bilelim. Büyük tutkuların savaşçısı olalım."
Aslında sıradan bir duyarlılığı olan, sıradan bir yüreği olan için bile hayli -sadece sarsıtıcı değil- bir kutsal kitap kadar öğretici değerlendirmeler yapıyor. En güzel anlamayı bilen bir yoldaş olarak Fikri Baygeldi'den bir iki alıntıda büyük yarar vardır. İşte bu da;
"Amed'in Lice ilçesinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünylaya geldim" diyor. "Sakarya cezaevinde kaldım, Sakarya'dan İstanbul'a getirildim, 94'de örgüt üyeliğinden ceza aldım ve Çanakkale cezaevinde yaklaşık olarak 4 yıldır da bu cezaevideyim.
Başkanım, seni çok seviyorum. Sana karşı duyduğum sevgiyi ancak senin çerçevesini belirttiğin aşk kavramlarıyla açıklayabilirim. Bu yüce ve kutsal bir aşktır. Senin şahsında insanlığa, halka ve şehitlere aşık olma olayıdır. Çünkü sen hepsinin toplamısın. Hepsini yaşatan ve üst düzeyde yaşayan bilge bir kişiliksin. Sen bir birey değil, bir toplumsun, bir sınıfsın, bir toplum, bir sınıf olduğun içindir ki emperyalizm bu kadar pervasızca sana yöneliyor. Emperyalizm ve onun uzantılarının en çok korktuğu şey Kürt'ün iktidar gücü olmasıdır. Bugün Kürt'ün bu aşamaya gelmesinde en temel şeyi senin büyük çabaların seni kararlı ve inançlı bir biçimde köle Kürdistan üzerine gitmendir. Senin bu büyük çabaların büyük meyvelerini tek tek veriyor.
Partiye dayatılan marjinalleştirme olayı boşa çıkarılmıştır. Senin uyguladığın tarz UNİTA'cılığı ölü doğurmuştur. Şemdin unsuru şahsında boşa çıkarmıştır. Hiçbir güç artık PKK'yi durduramaz. Çünkü PKK insanlığa malolmuştur. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşunu hedefliyor." Doğanın kurtuluşunu da eklemesi önemlidir
"Ve bunu pratiğinde kanıtlayan bir harekettir.
Başkanım,
Ben kişiliğimde bir çok Parti dışı anlayışlar taşıyorum. Bu taşıdığım anlayışlar genelde eski Kürt gerçekli-ğinden farklı değildir. Yani Amed kişiliği içinde belirttik-leriniz en çok benim için geçerlidir -ki bunları çeşitli süreçlerde yaptığın çözümlemelerde dile getirmiş, geniş ge-niş çözümlemesini yapmışsındır- Bu nedenle sorunları tekrar dile getirmek istemiyorum. Konferansa sunduğum raporumda bunların hepsini açmışımdır. Artık bilinen sorunları tekrar tekrar dile getirmekten ziyade bunun pratiğini gerçekleştirmemiz gerekiyor. Biz ancak ve ancak bu yöntemle yaşamda gerçek özgürlüğü ve savaşta zaferi yakalayabiliriz. Şehitlerimiz bizden birer demogog olmamızı istemiyorlar. Bizden sözüyle kişiliğine kavuşmuş erdemli kişilikler olmamızı istiyorlar." Yani söz ve eylemin birleştiği kişilikler.
"Ki, Sema yoldaş son bıraktığı mektupta bu sorunlara özellikle dikkati çekiyor. Sema yoldaş benim komuta-nımdır ve bu eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sadece askeriyim. Asker komutanının talimatı doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Ve ben bu zorunluluğun bilincindeyim. Gerçekleştireceğim eylem bilincine vardığım şeyi hayata geçirmektir. Sana ve kahraman şehitlerimize layık olmanın yolunun da buradan geçtiğine inanıyorum. Bu eylemimle Sema yoldaşın eylemini daha da görkemli kılacağım ve düşmanın beyninde bir B-7 roketinin patladığı gibi patlayacağım" Buradaki fark, derinlik varolan bazı eksiklikleri tamamlamak. Erkek kişiliğindeki eksikliği, hem de çok diyor; "Çözümlediğimiz Amed kişiliği temelinde böyle kahramanlık eylemiyle tamamlamayı" hem düşünmesi, hem onu muazzam hazırlıkla pratikleştirmesi gerçekten destansıdır.
Bir de eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sade bir askeri olmak. Şimdi burada tabi anlam derinliği var. Büyüklük burada. Bu arkadaşımızın çok okuduğunu ve bu eylemi için yıllarca düşündüğünü bir yazı da biliyorum. Öyle hemen bir günde hisse kapılarak eyleme geçmemiş. Yıllardır bütün kahramanlık eylemlerini okumuş. Türkiye'de de kendini yakan, ölüm orucuyla şahadete giden bir değerli kadın militanı oldukça özümsemiş, etkilenmiş ve bizim bütün diğer şehitleri özümsemiş, aydın bir kişilik. Fazla sınıf sorunu, yani maddi zorluklardan ötürü de katılmamış. Son derece inancın ve bilimsel ilkenin bir gereği olarak katılmış ve bu Partileşmeyi gerçekleştirmiş. Hayli farklı biri ve daha çok da bizim çözmeye çalıştığımız insan olmayı bilmiş. Eminim ki yaşasaydı bu büyük irade, büyük düşünce gücüyle en sevilen bir yoldaş olacaktı. Keşke yaşayabilseydi, onları yetiştirebilseydik. Veya en azından biraz katkımız bile olabilseydi veya sizin fazla değerini taktir edemediğiniz nokta bu. Bu da çok çarpıcı.
Halen eğer etkilenmezseniz, onun için diyorum yaklaşmayın gerçeğimize, saygısızlık olur. Gücünüz oranında, bakın diyorlar ki, "biz dışarıda olsaydık". Sanıyorum en iyi bir komuta kişiliğinin gereklerini, her savaşta, her çalışmada sergilerlerdi. Bu temelde büyük bir gerçekleştirmedir. Biz bunu esas almak zorundayız. Bunların geresinde olan için işte yazılıyor; "sahte özeliştirilerle, hele hele bir de düşmanın bel bağladığı kadın ve erkek kişilik ilişki tarzlarıyla olamayız" diyor. Bu şahadetlerin ikisinin de anlamı burada. Size çok sert bir eleştiri vardır. Kesin dikkate almanız gerekiyor. Ben de tabii ki oportünistlik yapmayacağım. Bunun gereklerini yerine getireceğim.
Daha ilginç bir paragrafı da alalım. Bunu şunun için almakta yarar var; kendi içinde yoğun bir hem kadın cins savaşını, hem sınıf savaşını yaşatmış bir yoldaş. Sanırım halen yanıbaşındakiler bu savaşımın derinliğini anlamamışlardır. Onu açmakta yarar görüyorum. Cezaevindeki sorumlu C. Yüce yazıyor;
"Önderliğin 8 Mart'ta yaptığı konuşma Sema arkadaşı çok heyecanlandırmış ve etkilemiştir. Bunun üzerine düşünce ve duygularını 9 Mart 98 tarihinde günlüğüne şu şekilde ya-zıyor; 'Başkanın değerlendirmesi bir eylem klavuzu, yeni bir yaşam manifestosuydu. Önderlik bugüne kadar yaptı-ğı kadın çözümlemelerini ve sosyalizm, ulusal kurtuluşçuluk, özgür yaşam tespitlerini bu gece oldukça cesaretli tes-pitlerle taçlandırarak bir kez daha hepimizin özlemlerinin tutkularının dili ve yüreği oldu. Bu kim ne derse desin APO öğretisinin olgunlaşmış ifadesidir. Kadın eksenli kurtuluş ideolojisi tanımı, sözcükler yeni gelse de bizlerin kavrayamadığı önderlik çizgisinin kısa ve net bir özetidir. Özgürlük arayıcısı olan her insanın, her Kürt'ün ve her kadının kölelikten büyük arınma yolunun müjdesi ve çağ-rısıdır. Bu 8 Mart'ta atılan bu şiarı, verilen müjdeyi, ya-pılan çağrıyı, Newrozlar'a taşımak 8 Mart'tan 21 Mart'ta insan bedenleriyle kurulmuş kızıl köprülerle bağlamak insanlığa, Kürtler'e ve kadınlara taşımak gerekiyor."
Burada günlükten yaptığım alıntıya ara vererek hemen hemen aynı ifadenin son mektubuna da geçtiğini tekrarlamak gerekiyor. Son mektubunda da şunlar yazılı;
"Başkanım bu temelde beynimi, yüreğimi, bedenimi 8 Mart'tan 21 Mart'a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyorum." Arkadaş 9 Mart tarihli günlüğüne düştüğü notta şöyle devam ediyor; "milyonlarca insanın, kadının ve erkeğin basit ve uçuz yaşam alışkanlıkları içinde tükenmekte olan özlerinin bir zerrecik olsun sağ, canlı ve temiz kalan yönüne yapılan yeniden dirilirken kendini zaferin teminatı yapma ve bu erdemli yolda büyüme çağrısıdır. Ben bu çağrıda kendimi, kendi arayışımı, Bese'nin arayışını, Delal'ın arayışını, bizi Lübnan sahasında bir araya çeken arayışı gördüm. Bu gece hep şehitlerimizle olacağım. Benim için oldukça güç veren kadın şehitlerimizden Mine, Delal ve Beseler'i anma cesaretini kazandıran bir güç oldu. Biraz anısından uzak düşmüş bu konuşmayla "bu cesaretini bana kazandıran güç oldu" diyor.
"Nasıl ki gökyüzünde iki güneş olmayacaksa, bizler için de iki kurtuluş çizgisi, iki ideolojik merkez, iki politik güç olamaz. Kendimize her türden gelenekselliği aşarak tek merkeze bağlanmak zorundayız. Ufkumuzda tek gü-neş Parti Önderliği olmalıdır." Belli ki Sema arkadaş eylemine karar vermeden önce, düşünsel ve ruhsal hazırlığını ön-ceden yapmış ve tamamlamıştır.
Bu biçimde bahsediyor. Çok daha güçlü örgütlüyor kendisini ve başarıyla tamamlıyor. Diğer özeleştiri raporu, 19 Mart raporu var, orada yaşadığı cins ve sınıf savaşımı kırgınlıklarını anlatıyor. Bulamadığı yanıtları onun yarattığı acı üzüntüleri dile getiriyor. Bir kez daha son cümle; "Partinin her türlü kararını saygıyla karşılayarak irademi katacağımı belirtiyorum, bağlılık andımı tekrarlıyorum"
Burada sadece bu eylem değil, Partinin belirteceği her tür kararı diyor. Her tür kararın içinde, orada Partiyi temsil edenler eğer deseler ki, "senin böyle bir eyleme hazırlandığın belli oluyor. Biz daha faydalı olması açısından bundan sonra bir Partili gibi yapabileceğin işlerin daha da başarılı olacağına inanıyoruz" deseler, bu eylemi gerçekleştirmeyebilir. Ama derinlikten yoksun oldukları için, onunla bu hususu tartışamıyorlar. Buna uzun süreden beri güç getirememişler.
Dikkat edilirse çoğunuzun tarzında intiharvari yan ağır basıyor. Ama bizim burada sürekli yaptığımız çözümlemeler, bu intihar eyleminizi durduruyor ve uzun vadedeki bir savaşa dönüştürüyor. Bunu bilen bir arkadaş "dışarda olsam, uzun süreli savaş militanlığını tercih ederim" diyor. Ama orada da mutlaka bir büyüklük yapmak istiyor. Onu da çok büyük biriki seçenek de var. Yani bir seçeneğe kendini mahkum etmiyor. Bir büyüklük de burada. Tercihini daha zor olandan yapması, büyüklüğünü bir kat daha artırıyor. Ama çok daha çarpıcı. Eğer sizin konumunuzda olsaydı, bunu da başarıyla yürütecek. Bu dönemin en çok yapıya, kadro adayalarımıza ulaştırmaya çalıştığımız bir sonuçtu. Burada en iyi anlayan ve ona yanıt olan kişiliktir diyebilirim. Bir düşünce derinliği kadar, bir dürüst Partili olmanın çarpıcı ifadesi sözkonusu. Kendisi ile boğuşmuş sonuçta çok güçlü bir karar ve kendini terbiye etme gücüne ulaşmıştır.
8 Mart konuşmaları önemliydi. Bakın sizin çıkarmadığınız bütün sonuçları, o zor koşullarda çıkarmış bulunuyor. "Kim ne derse desin" diyor. Oradaki "kadın kurtuluş ideolojisi, özgür yaşam manifestosudur" derken, en iyi anlayanlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Orada oldukça çarpıcı ve yenilik içeren bir çok değerlendirmeler yapmıştım. Hepsini çok büyük şeyle özümsüyor. Ve ideolojik-politik merkez, bunu da Parti Önderliği'nin temsilini tarzında dile getirmesi çok büyük karar ve değerlendirme gücüdür.
Görüldüğü üzere, bu şahadetler gerçekten hem de çok büyük, hem de büyük güçlendiren şahadetlerdir. En önemlisi de burada böyle bir umutsuzluğun değil de muazzam bir yaşam tutkusunun, bir zafer tarzının şehitleri olmasıdır. Burasını çok iyi açığa çıkarmamız gerekiyor. En ufacık bir yetersizliğin şahadetleri değil, kendilerini en çok tamamladıkları, en çok kendilerini kusursuz kıldıkları noktanın şahadetleridir. Gerçekten bu Partinin, bu ordunun en üst düzeyde gerçek komuta ve savaşçı kişilikleri oluyor. Gözlerinizin önünde bunu savsaklamak, bunu başka kılıflara büründürmek kesinlikle mümkün olamaz. Hiçbirinizin gücü de kurnazlığı da buna yetmez. Ama gereklerini yerine getirmeye de hepinizi çağırıyorlar.
Benim için söyledikleri daha anlamlı ve daha ağır görevler oluyor. Başımızı her zaman büyük sorunlarla uğraştırdık, burada çok daha büyük tabii. Unutmayın, sizin çözüm diye dayattıklarınızın hepsi yerle bir edilmiştir. Sevgi, kadın-erkek ilişkisi boyutunda yapılanlara büyük eleştiri de var. Ama diğer yandan çok büyük bir aşka çağrı da var. Nasıl altından çıkacaksınız? İnkara gelmez çok net! Öyle uyduruk duygular burada yok. Fikirsiz, ucuz yaşamalar burada yok. Savaşsız aşk yok! İlkesiz ucuz güdülere dayalı hiçbir şey yok. Çok büyük sevgi var, çok büyük yaşam tutkuları var. Bunların hepsine yanıt olamazsanız, ben sizi bu değerlerle kıyasladığımda tabii hükmümü vereceğim o büyük bir vasiyete karşı. İsterseniz kırk takla atın, numaradan numaraya girişin, çok açık ve doğru gücünü geliştirmenizde bize de rehberdir.
Sema Yüce'nin mücadelesinde, özellikle Parti içi savaşımında, kısmen Zilan'da da vardır gereken yeterli yaklaşımları bulamıyor. Yani o etrafındakiler de Partili ve doğruları söylüyorlar, ama biraz da ideolojik kuruluk temelinde ve çok somut, gerekli olduğu kadar yerine getiremiyorlar. Bu çok genel bir durumdur ve bu saflarımızı da zoruluyor, ama çok zor bir gerçekleştirme biçimidir. Benim tarzımda bu cevabı iyi yakalıyor. Özgürlükte buluşma olarak değerlendiriliyor. Yalnız bunu taklit etmeniz bir çok çarpıklığa yolaçmıştır. Bence bu uyarıdan da yola çıkarak bu taklitçiliğe son vermek gerekiyor.
Nereden bakılırsa bakılısın, erkekte Fikri Baygeldi'deki hem çok değer veriyor, çok seviyor. Dikkat edilirse sevgi, aşk sözcüklerini çok değerli anlamda kullanmıştır. Ve bu kadın yoldaşları da çok iyi incelemiş ve onları özümsemiştir. Öyle cahil birisi değildir. Ulusallık derecesinde görüyor ve bağla-nıyor. İşte bizim özlediğimiz bağlılık bu temeldedir. Bunu saflarımızda acaba ne kadar uyguluyorlar. Bir sürü kadın mi-litan var aslında. Onları ne kadar inceliyorlar, somutta olduğu gibi değerlendiriyorlar. Erkek kişiliklerinin de bu yönlü çok önemli görevleri var.
Burada Zilan ve Sema -Serhıldan- kişiliğinde ucuz bir kadın olmak istemiyorlar. Diyor ki; "başlangıçta 'kadın düşürücüdür' sözünü büyük bir rahatsızlıkla karşıladım ve asla böyle bir kadın olmayacağıma o zaman karar vermiştim. Ne düşen, ne de düşürülen bir kadın olmamaya çok büyük bir çaba harcadım" diyor ve sonuna kadar bu-nunu savaşımıyla yürüyor. Aslında şeyden de vazgeçmiyor. Oradaki yoldaşlarla bir sevgi paylaşımını doğru temelde, biraz sanırım bizim gerçekleştirmek istediğimiz temelde gerçekleştirmek istiyor. Yanıt alamayınca iki duygu arasında eziliyor; bir doğru sevgiye ulaşamama, bir de yanlış anlaşılma. Bu şiddetli kırılmalara, acılara yol acıyor ve karşı taraf bunu anlamıyor. Hep ideolojik doğruları dayatma adı altında, kuru, anlama derinliği olmayan bir yönetim, bir merkez dayatıyor. Onun için diyor; orada iki merkez olmaz. Sanırım bunu kas-tetmek isitiyor. Merkez tektir, güneş tektir. Sonuca buradan gidiyor ve biraz da hatasının telafisi sözkonusu burada. Neden bölme kişilik şahsında bir merkez gördü ona özeleştiridir. Son şehidin bunu dile getirmesi ve zaten bir iki cümle sonra kökten kopuştan bahsediliyor. Bu anlayışta onu belirtmesi önemlidir. Bireysel, keyfi kişiler seçme, merkezler seçme, Par-tiyi kişilerin şahsında tanıma, burada şiddetle onu mahkum ediyor ve kendisine de son bir noktayı koyuyor. Bu çok çarpıcı.
Önderlik olayındaki gerçekleşen özgürlük, bütünüyle ilkesi ve uygulamalarıyla güneş kadardır. Katılmamız gerekir gibi bir kesin sonuç var. Zilan'da daha teorik, daha ilkeli iken, Sema'da daha sorunlarla boğuşma ve pratikleşmeye doğru bir tamamlama olayı var. Fikri'de de bir tutarlı erkek kişiliğinin nasıl yeniden şekillenmesi gerektiğine dair çok duyarlı, anlamlı yanıt var. Zaten kendisi de söylüyor. Bunlar büyük gerçekleşmelerdir. Sadece büyük sözler değil, büyük eylemlerdir.
Bize düşen bunun ne kadar gerçekleştirilebileceği sorunudur. Sizlere de bir halk olarak, bir Partili olarak, bir kadın olarak vasiyetleri var. Ama en çok da bana. Kendilerini adamaktan bahsediyor, o zaman ben kendi gücümü bunun için kullanacağım. Sınırsız adamaya karşı, sınırsız bir yanıt olabiliyor, oluyor da. Yani hem erkekten, hem kadından kendi devrimcilerinle kendi savaş ustalığında yaşamda özgürlük düzeyini gerçekleştirme ustalığında neler yapabilirim? Bu da biraz bana kalıyor. Dogmatik bağlanmamak gerekir. Zaten bu vasiyetlerin içinde var. Çok somut olmak gerektiği yine dile getiriliyor. Çok sahte özeleştiri dilinin kullanılmaması gerektiğini söylüyorlar. Bu da çok çarpıcı.
Çok büyük yaşam isteği, çok büyük eylem isteği var ve gerçekleşiyor. Çok büyük yaşam isteği, yaşamı çok büyük sevmekten, aşk düzeyinde ve ondan bahsediyorlar. Ama o da işte olmuyor. İlkesi olmadan, örgütsel çabaları olmadan bu büyük yaşam gerçekleşemez. Ben o halde deli değilim. Neden bu kadar örgütsel olabiliyorum. Milyonları bile şahsında her tür fedakarlığa yatırabilecek kadar uygulayabiliyorum. İş-te örgütsel gücümle. Çok küçümsediğimiz, hep sıkıldığınız örgüt ilişkileriyle oluyor. Büyük yaşamın başka bir yöntemi yoktur. Sizin bütün yaptıklarınız örgüt gücünü dağıtarak bir yaşama ulaşmak, bu düşmanın ezeli uyguladığı "sen köle kalmaya mahkumsun" ilkesine göre yaşamak. Çünkü güçsüzleşenin, güçlü büyük yaşamı olamaz. Hanginiz burada kalksanız, burada ağır bir cezayla çarptırılsanız birisinin yüreği "ah" bile demez. Çünkü örgütsüzsünüz.
Örgütlülük; yoldaşlarınızla kurduğunuz ilkeli bir bağlılıktır. Buna sevgiyi de, duyguyu da katmalıyız. Ama ilkeli ol-mak esastır. İlkelilik nedir? İlkelilik; bir savaş için gerekli olan bütün örgütsel bağları, yani köprüleri kurmaktır. Yok! Hazır örgütü bile dağıtmak en çok hoşlandığımız işlerdir. Demek ki, büyük özgür yaşam için en çok gerekli olan önderlikte kendini ifade eder. Örgütselliğin, yani yoldaşlarla halkla bağlaşmasının, ilkeli çok örgütlü biçimini kişide yakalamak. Herkesin biraz değer verebileceği, aslında güneş parlıyor, bizi sonuna kadar temsil eder, akıllıdır, yaptığı işin bilinci, gücündedir. Bunun dışında birey seviyeli, saygılı, sevgili bir yaşamın başka yolu yoktur. Örgüt yetkilerini gasp ederek, örgütün kuru tüzük esaslarına dayanarak, hatta hatta biraz da gözükara kendi köhnemiş güdülerini dayatarak, bırakalım büyük bir yaşamın sahibi olmayı, büyük emekle hazırladığımız özgür yaşam olanaklarını yerle bir eder. Hele bir de buna hammalvari veya güdüler sınırına inmiş böyle ne verirsen ona razı, yaşam adına bir kırıntı da bulsa razı bir kimlikle büyük yaşam talebine asla ulaşılamaz, layık olunamaz. Bunlar da yetmiyor.
Bunlar işin asgari olması veya olmaması gereken hususları iken, büyük yaşam aynı zamanda güzel geliştirilmesi gereken yaşamdır. Güzel yaşamın büyük, kutsal ilkeleri kadar onun gergef işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla herşeyin estetik, yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgütse, örgütlülük düzeyiyse, bunun elbisesi de güzel nakışlardır veya böyle bir dokumayı gerektirir. Nedir bunlar da? Dildir, davranış güzelliği. Böyle olunmadan büyük sayılır, sevilir bir yaşamın sahibi olunamaz. Hayret ettiğim nokta; neden bugüne kadar düşünemediniz? Ve çok sevmek ve sevilmek istiyorsunuz, ama gereklerine de bu kadar ters davranıyorsunuz. Neden? Bugünde en çok sorgulamanız gereken yönünüz budur. Bu yoldaşların bana kendilerini büyük adaması acaba boşuna mı dersiniz. Değil! Ben onlardan daha fazla, eskiden beri adamıştım. Onların ki bir yanıttır. Nasıl adadım kendimi? Bunu açtım da herhalde, bugün dolayısıyla biraz daha açmakta yarar var.
Genel geçer ölçülerle ne beğenirim, ne de kendimi beğendirtirim. Ama çok eskiden beri hem bana hakim olan bir duygu, hem de giderek kişilik pratiği olarak geliştirdiğim husus, özgür veya özgürleşmesi gereken bir kadın kişiliğine göre nasıl kendimi anlamsız müthiş yaparım? Bu yoldaşların aslında biraz dile getirdikleri benim bu çabalarımla olmuştur. Daha ben çocukken bizim erkeklerimizin kendilerini beğendirme ölçülerini halen hatırlıyorum. İsim düzeyinde bile bazıları aklımda. Ceplerinde o yuvarlak küçük bir aynaları vardı, bir de tarakları vardı, ikide bir açar, böyle saçlarını tararlardı. Bunun pek fazla bir çekicilik yaratacağına o zamandan beri inanmadım. Ama o güne göre ölçüler bunlardı. Kadının da bundan farklı değil.
Şüphesiz kendini bir insan olarak, yalnız kadına değil, halka da beğendirmek için akıl almaz bir savaşım yürüttüğüm biliniyor. Ve her düzeydeki bir savaştır. Her boyutta, tek boyut da değil. Çok yönlü ustalıkla işlenmiş bir yaşamdı. Bazıları halen benim bir sırrım olarak değerlendirmek istiyorlar, ama öyle değil. Emekle kendimi hazırladım. En büyük eleştirilen benim Kürt halk gerçeğinde, genelde de, ama giderek en maruzlarımızın bile bize öykünmekten geri durmadıkları, hatta düşmanımızın da oldukça saygılı olmaya çalıştığını biliyorum. Ve halkımızın da derinden bir bağlılığı, onun büyük bir boşluğunu, zihinsel-ruhsal açlığını büyük gidermenin büyük ustalığını göstermekle bağlı.
Şimdi kadın sözkonusu olduğunda bu biraz daha derinleştirilmiş. Özgün bir kişiliği gerektiriyor. Çok değişik bir kadın kazanım dilim vardır. Hem kültürü, hem pratiği aslında oldukça kapsamlıdır. Sanmıyorum içinizde bu konuda biraz araştırmak isteyenler olsun. Bu yoldaşlar, -bunu biraz Partiyle olan yoldaşlar olduğu için söylüyorum- bu çok kendi içinde eleştirisel, savaşsaldır. Halen de sürdürüyorum. Benim için beğenmek ve beğenilmek bitmiş bir savaş değildir. Bunun için de ilkeler giderek tanrısal sınırlara kadar da dayanır. Tarihin ilk dönemlerine kadar, geleceği de kuşatır. Hoşlandığım bir savaş türü.
Erkek tarih boyunca bir silahı iyi kullanır, onun hoşuna da gider. Erkek egemenlikli çirkin anlayış dediğimiz de bu. Kadının zayıflıklarını kadına karşı bir silah olarak kullanır. Ben bunda hep çirkinlik gördüm. Hep böyle başından beri herhangi bir öğretiyi okumadan önce derinlikte bile böyle kadının zayıflıklarını, erkeklerin tek yönünü değerlendirmelerini, kendilerine avantaj çıkarmalarını kesinlikle kendi gururuma yakıştırmadım. Farklı olma gerektiği kararını o zaman verdim. Kadınların alıştırılmış olduğunu erkek olmamayı daha o günlerde kafama koydum. Bu nedenle anam, bana göre ve benim kadına göre fazla bir kişilik olamayacağımı dile getiriyordu. Yani ne bu kadına göredir, ne de kadın buna göredir. "Bizim oğlan akranları gibi olamayacak. Yani evelek oğ-lum aile sahibi olamayacak" anlamında endişeleri vardı. Aslında çok ahım-şahım bir kişilik olduğumu söyleyemem, ama toplumun bütün bireylerinin, kadın ve erkeklerinin rahatlıkla içine girdikleri yaşam benim için Kaf dağına, Ağrı dağına çıkmak kadar zor geliyor. Ben sizi esas alamam. Ben böyle olamam diyordum. Ve bu beni hep arayışlara itti.
Hemen şunu da belirteyim ki kadından uzak durmak kadar ilgi yüksekliği de atbaşıydı. Feodal, dini ideolojiye göre Fatma'nın günahkarlığını halen çok iyi hatırlıyorum. Gerektiğinde 300 metre mesafeden bakmak, ama diğer yandan da daha gizli duygularla da. Neden böyle oluyor? Neden şu kızı şu erkek istiyor? Şu adam şu kızı şöyle oldu, bunlar böyle olmamalı gibi değişik duygular altında da kalıyordu. O günün düzeyi böyleydi. Bunlar devam etti. Bu ortaokulda, liselerde değişik aile ve sınıflardan gelen kızlar benim için ulaşılması da çok zor, benim de onlara ulaşmayı kabul etmem çok zordu. Başkaları için çok rahat olan bir-iki sözcük konuşmayı bile benim gerçekleştirdiğimi düşünemiyorum. Bu üniversiteye kadar da devam etti, son sınıfa kadar. Ankara gibi bir merkezde bu gücü ne gösterdi? Kendimi de oldukça iyi sakladım. Kadına bu düzeyde verdiğim şey vardı, değer var. Bu daha doğrusudur. Yanıbaşımdakileri çok gözükara, çok rahat kendilerini herhalde düşürdükleri de desem doğru olur, benim için yine umutlarımı yitirmeden bir yaklaşımı elde ediyordum. Daha bu Partiye başlamadan önce kadın gerçeği şahsında bir yurtseverlik duygusunu yakaladığımı veya bir yurtseverlik duygusunun gerekli olduğunun sonuç olarak kendime belirttim. Yani sevebilmenin bir şartının yurtseverlikle bağlantılı olması gerekir. O kadar.
Daha sonra böyle Partileşmeyle birlikte kadınla işe baş-lamam da var. Biraz güçlendiğim bir süreçtir. Ama gerçekten en zorlandığımız bir süreç. Bunun hikayesi çok işlenmişti açmayacağım. Halen o ilişkiye yönelmemin içinde yurtseverlik var, sosyalizm var, hesaplaşma var. Büyük bir cesaret, fakat böyle kapsanamaz. Sonuçları biliniyor. Devletle savaşa kadar götürdü. Öyle kadın savaşı nedir derseniz her attığım bir ilişki beni TC ile en büyük bir savaşa kadar sürükledi. Bu savaşın sonuçları özellikle 76'dan 86'ya kadar çok içiçe, adeta cephe savaşı gibi, daha sonraki yıllarda cephe gerisinde yürütülen savaşlardır. Sizin bu savaşları sıradan basit vermenize şaşırıyorum. Herhalde diğer savaşları da büyük vermeyişinizin bir nedeni de budur.
İncelemenize açmıştım bu süreçleri, bu yoldaşlarımız sanırım biraz incelemişlerdir. Ve gerçekten bu özellikle ruhsal iradeyi ayakta tutma, özgürlük ruhunu satmama, kadın konusunda genel geçer ölçülerle yetinmeme, ne kendini kullanma, ne de kullandırtma gibi bir duruma yer vermeme. İçinde bambaşka bir sürü şey var. En önemlisi de devletin kendisi var. Şunu da hiçbir zaman unutmayın. Kadın erkek ilişkilerinde, bu ilişkilerin merkezinde, kalbinde devlet vardır. Şahadetlerimiz dolayısıyla bu büyük gerçeği ifade etmem gerekir. Devlet sızmıştır, yani düşman sızmıştır. Bunun bilinçli bir ajanlıkla alakası yok. Objektif olarak devletin en iyi sindiği, sızdığı noktadır. Buradaki devleti göremeyen -hem de görülmesi gerçekten büyük bir anlayış ve duygu gücü istiyor- bu savaşta herhangi tutarlı bir başarıya gidemez. Ben biraz el yordamıyla, biraz daha baskın çıkan yurtseverlik, Partisellik görevlerimle kendimi yenilmekten alıkoydum. Farkımız burada. Yenilmekten alıkoyduğum gibi biraz da devleti yenmeye çalıştım.
Şimdi devleti yenmek sadece kaba istihbaratını, polisini, JİTEM'ini bilmem MİT'ini, Özel savaş birliklerini atlatmak değildir. Daha fazla güç istiyor. Duygu yükü, ilişki tarzı onu yenmekten daha zor. Bir alışkanlığı yenmek kurulmuş bir savaş düzenini yenmekten bildiğiniz gibi çok daha zor. Einstein bile "Bir alışkanlığı yenmek atomu parçalamaktan daha zordur" diyor. Burada bunlar var. Kendi alışkanlıklarımı yenmek. Herhalde en zor savaşlardan biridir. Kendi erkekliğini yenme en ilginci de bu! Ve bende genelde bir Kürt erkeği olduğuma göre bazı özelliklerini mutlaka kapmışım, o erkeği yenmek herhalde gerçekten atomu parçalamaktan daha zor. Nasıl yendim? Kendimi sorgulamam gerekiyor. Sorardım; eğer sizin böyle bir kadınla ilişkiniz olsaydı ne yapardınız? En zavallı çoban erkeğimiz bile diyor ben anında şöyle bellerdim. Oysa giderek ünü, adı yayılan bir örgüt, bir hareket önderliği. Bir çoban kadar bile düşürülmedi. Burada büyük bir farklılaşma var, ayrışma var. Hakim erkeklik dünyasından ko-puyorum. Büyük oranda darbelerle, vura vura, vurula vurula duyguda, düşüncede, örgütlenmede, ama yenik düşmüyorum. Ve daha sonra bir özgürlük alanı kazanıyorum. Gerçekten bu savaş belli bir aşamaya geldikten sonra, büyük oranda TC ö-lümcül bir darbe almıştı. Köleleştirici bir çok ilişki öldürücü bir darbe yemişti. Savaşmayan erkek öldürücü bir darbe yemişti. Tıkanan PKK merkezi bir darbe yemişti. Herşey kaçışla sonuçlandırılmak isteniyordu, kaçış eğilimi büyük bir darbe yemişti. Müthiş! Bunun için kullanılan kadın, en gelişkin ajan tipi olarak hem objektif, hem subjektif anlamda bir kadın kişiliği, ölümcül bir darbe almıştı. Benim de halim çok zayıftı, ama yine de ayaktaydım.
Bundan sonra kadın çözümlemelerine, 87 Mart'ında başladım. O büyük savaşımın etkisiyle yakından bağlantılıdır. Her çözümlemede bir kadın çözümlemesini birlikte geliştirdim. Ve bu güne kadar da devam etti bu. Herhalde iyi olmuştur. Çünkü büyük kadın kahramanlıklarının ortaya cıkışı, uzun vadeli savaş gerçeğinin yine gerçekleştirilmesi bu savaşımla da yine oldukça bağlantılı. Bunu çözemeseydim ondan sonraki süreci çözemezdim.
Unutmayın ki, halen merkezimiz kadrolarımızın ezici bir çoğunluğu bu çözüm gücüne ulaşmaktan uzaktır. Tam tersine merkezimiz ya kof güdülerine düşmüş, bir liberalizm de demiyorum. Düşkün düzenin gerisinde bile bir yaşam, ilişki alışkanlığı. Böyle çok dogmatik, hatta Sema arkadaşımızın öfkesine yolaçan kof bir ideolojik dogmatik sınırda takılmış kalmışlardır. Birileri süper ihanete gidiyor, diğerleri örgütü içinden çıkılmaz, pratiksiz, kurutucu bir konumda bırakıyorlar. Ve bundan istifade, yeni yetme kadrolar savaşçılar olarak da sizler akıl almaz hatalar, düşmanın veremeyeceği zararları başta da kendinize vererek çok tehlikeli bir konuma kadar ge-lebiliyorsunuz. Bu büyük çözümleme gücümüz kazandığımız irade, sabır çoktan belki de bin defa PKK'yi, onun savaşım ordusunu yerle bir edebilecek bu tutum ve davranışınızı en üstten en alta kadar her düzeyde yıkıcı, etkisini önlememi sağlamıştır. Yani kendimi hazırlama gücüm, gerçekten herkesin "sırdır, nasıl yaşatılıyor, nasıl bunu yürütüyorsun" dediği noktayı, bu sabır mücadelesinin öğrettiklerinin ışığında yürütüyorum.
Gelelim bunun bir parçası olarak kadın yoldaşların adanma gerçeğine; burada özgürlük olayını netleştirdim. Hatta bir çok yoldaşın kişiliğinde en kahraman kişiliğe, kadında özellikle sembol olabilecek özelliklere doğru da kavuşturduk. Siz belki buna biraz çarpılarak, sersemliyerek bakıyorsunuz. Ama bana göre buna "ilmi, öğretisi" diyor Sema Yüce yoldaş. "Öğretisi" diyor, kadın kurtuluş öğretisini kastediyor önemlidir aslında. Bu öğretiye başvurmadan kadınla herhangi bir alış verişiniz olmaz. Özellikle YAJK somutundaki kadınla mümkün değil ilişkilenmeniz. Fikri Baygeldi kadar bir yiğitlikle, mütevazilikle bu öğretinin erkek boyutunda bir öğrencisi olmazsanız sizin için kadın yok. Kadın için de ateşin küllerinden kendini yaratma deniliyor. Bu çok büyük Parti kişiliği, başta örgütlülük düzeni, bu da yetmiyor. Büyük yaşam tutkuları, -arzular da dahil- herşeyde büyük bir yenilenme var. Ona ulaşmadıkça da adının önderlik gerçeğinde, dolayısıyla tüm insan ilişkilerinde kendini yenilemesi mümkün değildir. Böylesine çok çarpıcı bir noktaya gelinmiştir.
Özgürlük tanrıçası adeta bağlılık istiyor, sadakat istiyor. İşte yurtseverlik sadakati, eşitlik sadakati, güzellik sadakati. Bu sadakati, bu bağlılığı göstermeyenin kadınlığı da beş para etmez, erkekliği de. Bu, soylu yaşamın gerçekleştirilmesidir. Ben tam ulaşamadım diye üzülmüyorum. Ben dediğim gibi bunun bir savaşçısıyım. Kendimi sembolize etmiyorum. Gerçekten bundan da hoşlanmıyorum. Ama savaşçı kurnazlığı benim daha çok bayıldığım bir nokta. Böyle sembolleşen veya özgürleşen yaşam taçlanmasına karşı durumunuza çok üzülüyorum. Yetersizlikleriyle savaşmak benim için en gizliden yürüttüğüm bir savaştır. Çok kıskanç, çok ilkeli, çok yenilikli bir savaştır. İşte bu adanmışlığı biraz bu izah ediyor. Güzel kadınlarla düşüp kalkmaktan ziyade, güzelleşen kadınla, güzelleşen insanla bir bütün olarak olabilmek benim bir tutkumdur. Öyle çürümüş geleneklerin yaşamı çoktan rezil olmuş bilmem şu ahlaki kuralın ne mal olduğunu ben çözmüş durumdayım. İster tanrı kaynaklı olsun, ister toplumumuzun kendine göre olmazsa olmaz kabilinden gördüğü ne olursa olsun, onun önderlik gerçeğinde aşmışız. Daha çok tercih edilen yön bu işin zaferini sağlamak.
Hiç ayıp değil söylemek, ben bir özgür kadın olsam, öldürseler beni, biraz da güzelleşen bir kadın isem, mevcut erkekliği paylaşmam imkansız. Hatta bende yine bu konuda bir duygu vardır. Nasıl oluyor da özellikle tutsak edilmemiş kızlar bu erkeklerle olabiliyor? Henüz olur diyebildiğim veya yanıtını olumlu verdiğim bir sorgu değildir. Olamaz gibi bir yaklaşımım var, olamaz da ve bu dikkat edilirse bu ideolojinin ayrılmaz bir parçasıdır. Erkek için de benzer bir sonuç çıkarırım. O kocaman erkekliği nasıl böyle köleleşme yolunda bir kadında tüketiyor? Hemen herşeyinin odak noktasına alıyor. En çok yadırgadığım, utanç duyduğum bir yaklaşımdır. İdeolojimizde buna da çok etkili bir yer verilmiştir.
Katiyen geliştirmeye çalıştığım bir husus, yarışı geliştirmeye devam et. Bunda da bence bir vahşilik veya insanı belki çok zorlar ama, bana göre halen geliştirilmesi gereken bir yarış türüdür. En güzeli kim, bunun içinde de en yiğidi, en güçlüsü başta olmak üzere, söz, davranış en güzel heykelleri bile aratmayacak kadar kimde ne kadar gerçekleşiyor. Böyle bir çabam da var. Herhalde güzel bir çabadır bu. Zorlar sizi tabii. Çünkü bu aynada kendinizi seyrettiğiniz de ah-vah de-mekten başka bir çareniz kalmıyor. Ama güzellik tanrıçası, tanrısı yolunda da olmaktan biz vazgeçmiyoruz. Ah-vah edeceğinize bir çare bulun, doğru yola girin.
Ben özellikle bu yoldaşların söylediği kadar adanmış, adanması gereken bir kişi olmayabilirim, ama öyle olmaya çalışıyorum. Bu Fikri'de kendini çarpıcı adıyor. Değerlilik adına yarışı sürdürmek gerekiyor. Zaten mevcut haliyle beğenilecek hiçbir yanımız yok. Ve bu vesileyle şunu da açıkça belirtmekten geri durmayacağım. Bir çok beklentileriniz sizi hayal kırıklığına uğratacak. Çünkü önderlik öğretisinde bunların gerçekleşmesi çok zor. Kızları çok büyük bir yarışa zorladığımız kesin. Zorlamak zorundayım. Çünkü bu büyük utancı bu büyük zayıflığı ve bu büyük yaşam dışılığı aşmanın başka bir yolu yoktur. Çok sınırlı aşma gücünü göstermeniz, bu adanmışlığa yol açtığı gibi herhalde en büyük kazanımlarından birisidir dememiz doğrudur, yerindedir ve buna artık dayanarak yarışı sürdürürseniz bu değerli yaşam, hep uğruna bu kadar adanılan yaşam kazanılabilinir.
Kendime çekmek zorundayım. Sanırım bu da çok soru işareti yaratıyor. Neden bana hep adam diyor? Bütün kadınların çekim merkezi haline geliyorum. Şu nedenle; bu biraz gerekiyor, ben ne yapayım? Kadının bağlanacağı doğru erkek gerçekleşmiyor. Bu konuda kesinlikle kıskanç değilim. Büyük bir sorumluluk ağır bir görev olarak görüyorum. Bu aşamada kadın cehenneminden kadın cennetine yol almak için yapmam gereken bir iş. Zaten bu yoldaşlar bunu bildiği için "kendimizi feda etsek de bu yetmez" diyorlar. Bu noktayı sanırım bir vefa bir bağlılık olarak dile getirmek istiyorlar. Siz erkeklerin yarattığı ağırlığı durdurmak insan üstü bir çaba is-ter. Ben bunun ustalığını göstermişim. Siz her gün delmek istiyorsunuz bunu. Haksız, çirkin, anlayışsızlık ve zoraki irade dayatmalarını özgür kadın yükselişine karşı durduruyorum. Bu çok büyük çabadır ve gereklidir. Zaten bu yoldaşlar bana bunu vasiyet ediyorlar.
Kendilerini böyle adayarak, kadında da şunu durdurmaya çalışıyorlar. O da çok dile getiriyor. Düşürücülük rolünüzü oynamayacaksınız. Cinsel açlık en azından diğer açlık kadar gözükaralığa yolaçar. Bunu biliyorum. Bizim soyumuzda, genelde de günümüz dünyasında bütün sınıf mücadelelerinin emperyalizmin lehinde halledilmesinde en etkili faktör olarak kullanılmıştır. Kadın sermayenin herhalde emperyalizmin bulduğu ve hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar topyekün sınıf savaşımına karşı en tehlikeli araç durumuna getirilmiştir. Zilan yoldaş bunu da dile getiriyor. Emperyalizmin kadını kullanması, buna çok daha ilkel dönemlerden kalma, bu son model baştan çıkarılma yollarıyla birleştirirsek, tutarlı bir sosyalizm savaşçısı bu sorunu çözmeden milim kadar adım atamaz. Zaten Lenin'de üstesinden gelememişti. Mao bir küçük burjuva ilişkiye sahip olmaktan kendini alıkoyamamıştı demesi de bundan ileri geliyor. Çok zor!
Kadını düşüren ve düşürülen bir nesne olmaktan çıkarmak bizim savaşımımızın en önemli bir yönünü teşkil ediyor. Kadını biz böyle terbiye etmek zorundayız. Başka türlüsünü hiç kimse bizden beklememeli. Kendimi bu konuda işte cins savaşımının da en yoğunlaşmış ifadesi haline getirmiş, tıpkı ulusal savaşın yoğunlaşan, tıpkı sosyalizm savaşımının diğer yönü eşitlik, işte özgürlük noktalarındaki o dağ gibi cins savaşımının gerçekten bir odağı durumunda. Ne yapayım? Sosyalizmi ilerleteceksek, ulusal kurtuluşta çok ciddi engelleri ortadan kaldıracaksak, örgütleşmede bir yıkılma, çözülme nedeni olmaktan çıkarıp bir sürükleme nedeni haline getireceksek, cins savaşımının yoğunlaşmış ifadesi olmaktan başka çarem yok. Önderlik öğretsinin kadın boyutuyla anlaşılması gereken bir yanı da budur. Sema yoldaşın bahsettiği noktada yine budur. Bu gücü göstermek gerekir. Çok büyük değerlendiriliyor bu metktuplarda.
Bu, yalnız İsa'nın havarilerinde, rahibelerinde görüldüğü gibi ne cinsel perhizle halledilebilinir, ne bilmem tutkuları uğruna dağları delen Ferhatlar'la, bilmem nelerle halledilebilir. Bu, daha fazla olmayı istiyor. Daha büyük bir aşama, işte orada da bu dile getiriliyor. İnsanüstü olma gibi birşey. Ne yapayım? Böyle bir görevde başa düştüğüne göre, elden ge-len yapılmak durumunda. Nereye götürdü bu? YAJK'ın olu-şumuna, önderlikle buluşmasına götürdü. Bunu çok mu istiyordum önce. Yok! Ama özgürleşme adımları geliştikçe çare olmaktan vazgeçemediğimiz için bu noktaya gelindi. Bu sizleri zorluyor. Zaten her sorun zorlamadıkça çözüme yaklaştıramaz. Dolayısıyla kötü bir şey değil, ama çözümsüz bırakırsanız bu çok kötü olur. Zorlanma çözüme işarettir. Çözümü yakalamaktır. Ayrıca bir uğraş ister.
Bu iş gördüğünüz gibi insanlıkta ender rastlanan böylesine büyük eylemlerle yanıtını bulurken bu yoldaşların şahsında bizimki de daha değişik kendini yakma demeyeceğim de, eritme, ilkenin giderek en ustalıklı güce dönüşmesine yol açma. Kadın gücüne dönüşümü çarpıcıdır. Şüphesiz kadın gücü elimizde bir silahtır. Zaten vasiyet ediliyor. Bu silahı çok etkili kullanacağız. Niçin? Bu köhnemiş erkeği vatanına, öz-gürlüğüne, gücüne sahip çıkmak şurda kalsın, gücünü en kaba bir cins -ki, o da ne kadar güçlüdür belli değil- en kaba bir cins gücüne kadar düşüren bir erkeği yenmek bizim şeref borcumuzdur. Bunu biraz YAJK'la sürdüreceğiz. Bir de düşen, düşüren kadın var. Bunu da yenmeyi bu YAJK'la yürüteceğim. Belli bir dönem bunlar çok gerekli. Gerektiğinde bir tanrı, tanrıça gibi kadar bu gerçekleştirmeyi sağlayacağız.
Toplumun hafızası almıyor. Almıyorsa ben ne yapayım? Bu toplum sonuna kadar vatansız, sonuna kadar güçsüz, sonuna kadar çirkin. Bu yönleriyle değer verilecek hiçbir yanı yok. Mevcut erkek onun bir parçası olarak, mevcut düzen, statüko, kadın da öyle. Ne yapacağız bunu? Ağlamaktan sızlamaktan çirkinleştirmekten başka hiçbir yanları yok. İşte tanrı, tanrıçanın hükmü bundan sonra başlar. Sen kaybetmiş, sen çok alçaklardasın. Buraya yücelikler gerekir. Biz onun bayrağını kaldırıyoruz. Büyüklükleri burada. Çekim güçleri burada. Biz böyle olacağız. Biz köhnemiş değer yargılarına göre hareket etmeyeceğiz. Sema yoldaş şunu da söyledi; "Başkan APO hakkında ne denirse denilsin, o ne derse desin" şeylerinde şu var, yazmış çizmişlerde kadınlara şöyle yapmaktan tutalım -ki bazıları böyle erkek mi olur diye eleştiriliyor- her tür eleştiri saldırı var. Ne denirse denilsin biz kendi yolumuzda yürümeye devam edeceğiz.
Bu yol, gerçekten oldukça farklı inişlerle çıkışlarla dolu bir yüceleşme yolu. İşte kadın için dediğim gibi çekim gücü olma bir öğreti kadar üzerinde duracağız. Yeni bir ahlakı oluşturacak kadar herşeyin üzerinde duracağız. Cinsi yönden çekici organlarından tutalım, onun beynine, duygularına kadar herşeyine yeni bir terbiye, yeni bir ahlak, yeni bir ideolojik öğreti olarak yaklaşabiliriz. Neden? Çünkü ortadakinin yanına yaklaşılacak tarafı yok. İşkence! Bana belki de yaptırılacak en derinden işkence nedir? Böylesine bir kadınla bir kaç saatini geçirmek; bundan daha ruhumu baskı altına alabilecek bir başka işkence türü görmüyorum. Ama tersi de biraz doğru. Sınırsız beni yaşama çekecek ve savaşta dahil her tür işe koşturacak en güçlü itim nedeni nedir? Özgürleşen, güzelleşen kadın boyutuyla bu yaşam ve savaşta yol alır. Buna da varım, bunu yaratıyorum daha doğrusu. Hayallerimi gerçekleştirerek savaş gücümü gerçekleştiriyorum. Zor bir iş! Herkesin belki gücü yetmez, ama bu büyük savaşı başka türlü götürmenin de yolu yok.
Üzüldüğüm nokta, siz bunu çok geri, küçük amaçlı biraz da bizi taklit mi etmek istiyorsunuz ne, Başkanın yanında da kızlar var, "gel sicil amiri ol, mutfak memuru ol, büyük komutana bir şeyler hazırla kız!" diyorsunuz. Çok ayıp! Ben de bu yok. Hiçbir kadına kendi hizmetimde, daha kendi istemimde çalıştırma amacım, ilişkim olamaz. Hatta güdülerimi tatmin etmede dahi olamaz olamaz olamaz! Ben yokum bu işte. Ama bir güzelliği geliştirmeye sıra geldi mi, sözkonusu oldu mu, hiçbir ahlaki genel geçer ilkeyi dinlemeden ona sızar ve onunla yol almaya da çalışırım büyük bir savaş ustalığıyla. Sonuçları görüldüğü gibi fena değildir. Bu bizi halen bu savaşın en başında tutuyor. Ne kinimizde azalma vardır, ne çalışma aşkımızda, aynı zamanda düşünce derinliğimizde ve güzel davranışların sahibi olmakta sanıyorum durum fena değildir. En karşıtlarımız bile uzattıkları dili artık geriye çekiyorlar. Bir güzelliği çekiciliği kabul ediyorlar. Burası da o kadar önemli değil. Bir çağ sonra anlaşılsa da, anlaşılmasa da o kadar önemli değil. Önemli olan bizim kendimizi tatmin etmemiz. Doğruluğuna ortaya çıkarana kadar bu çok ileri seviyeli bir savaştır. Gücünüzün bunu kaldıramayacağını biliyorum. Ama bize gerçekten tanrı hükmü kadar, yücelik hükmü de gerekli.
O çok büyük yaşama saygı denilen noktada tam böyle olmak gerekiyor. Büyük yaşam tutkusunda öğretisinden benim vazgeçmem olamaz. Hepinizden, hatta toplum, halkın kendisinden de vazgeçebilirim, ama benim bu büyük yaşam tutkum, öğretisinden vazgeçmem beklenmemelidir. Zaten bunu esas alarak, bu büyük savaşı göze almışlar. Geriye söylenecek fazla bir söz yok. Bunu daha da kesinleştirecek zaferlerle götürmek isteyeceğiz. Bu yoldaşlarınızın büyük bir soğukkanlılıkla, seve seve ilgi duydukları ve gerçekleşmesi için herşeyini koydukları yaşam savaşımına, ben tabii ki ister bir önderlik, ister bir sıradan askerlik, militanlık olarak gereklerini yerine getireceğim, hem de çok boyutlu şimdiye kadar yaptıklarımız sözlerimize bağlılığın sınırlı bir örneğidir. Daha fazlasını da daha sonra yapacağız. Kesinlikle sizlerin herhangi bir baskı altına almadan, zorlayıcılığın da içine çekmeden eğer bu savaşta siz de yeralmak istiyorsanız ne kadar sorunlarınız -güdüsel olanından tutalım düşünsel olanına kadar- ağır olursa olsun, sıcak savaşımdan tutalım, ruhunuzun derinliğindeki bir acının savaşımına kadar.
Bunların hepsini hal yoluna girmesinin de bir yolu, bu önderlik tarzındaki savaşla bütünleşmekten geçiyor. Bunlar eğer en büyük eylemse düşmanı da en çok korkutansa sınırsız güç fedakarlık, cesaret kaynağıysa, bununla bu düşman vurulup bu savaş kazanılacak. Eğer biz de savaşçıysak bunun kazanım tarzından başkasına biz yer vermeyeceğiz. Yaşamın güzelleşmesi de bunun zaten taçlanmasıdır. Güzellik tacımız çoktan başımızdan alınmış, yere çalınmış. Bu savaşla bu tacı tekrar başa geçireceğiz. Başka türlüsü zaten yaşam iğrenilecek, yanına bile varılamayacak kadar ayaklar altında çürütülmüştür. O halde aşkı da, onun savaşımını da bu kadar müthiş olan asıl doğru olmak kadar, olağanüstü irade keskinliği, tarz ustalığı örgütlülük, güzellikle yürütülen bu savaşıma yüce şehitlerimizin huzurunda hiç olmazsa bundan sonra onların ma-dem emriyse, biraz da bu önderlik tarzıyla benim de biraz kendimi zorlayarak biraz daha layık olmaya çalışmak, sizlerinde buna layık çalışmanız için mutlaka gücünüzü kusursuz giderek gücünüzü de iyi ölçe-biçe şimdiye kadar verdiğiniz zararları telafi etmek kadar biraz daha borçlarınızı ödemeyi bilerek yüklenmenizi dileyeceğim bu şehitlerimizin huzurunda.
Bundan sonra sizlere şüphesiz güç vermeye çalışacağım gibi, sizin de yaklaşımlarınızın güce güç katma temelinde olmasına da özen göstermeniz gerektiğini vurgulayacağım. Ve eminimki bu yoldaşlarımızın şahsında aldığımız güçle her tür zorluğu aşacağız, özgür yaşamın savaşımını başarıyla vereceğiz ve mutlaka kazanacağız. Bu şehitlerimiz güzel yaşamın gerçek sahipleridir ve ölümsüzleridir.
Parti Önderliği
30 Haziran 1998
- Ayrıntılar
PKK tarihinde, şahadet değerlendirmemizde gerek dönemlere göre ve gerekse de kişiliklerin özgünlüğüne anlam vermeye çalışırken, bugün; en az O'nu yaşayanlar kadar bir irade, düşünce yoğunluğu olduğunu, öyle anlaşılması gerektiğini; bu konuda unutkanlık, gaflet gibi durumların asla kabul göremeyeceğini, asıl yaşayan değerlerin bu kişiliklerin şahsında temsil edildiğini, manevi komutası altında işlerin ağırlıklı olarak yürütüldüğünü vurgulamaya çalıştık. Eylemimizin en az sesli, itici nedenlerinden birisi bu olduğu kadar, moral değerinin de ağırlıklı bu olduğu, esas alındığı kesinlikle bilinmek ve ona göre yaşayanların yaşamı ve savaşı düzenlemeleri tutarlılık gereği, dürüstlük gereği verilen söz kadar esastır. Şahadet çizgisine ters düşmüşse, onun gereklerine, tüm anlam ve önemlerine göre bir yaklaşım içinde değilse, onun fazla iflah olmayacağını, layık olmayacağını, başaramayacağını da belirtmek gerekir.
Şahadetlerin çizgisinde yürümesini bilmeyenlerin eylemleri, zaferleri fazla anlamlı olamaz ve hatta tehlike içerir. Şahadet en ağır konulardan birisidir, şahadetin yükünü kaldırmak en ağır yüklerden birisidir. Şahadetin gereklerine göre yaşayabilmek, yaşamların en zorudur.
Halen hatırlarım; Haki Karer'in şahadetinin yakıcılığının o ilk yılında tüm sorun buna anlam verebilmek ve gerekeni yapmak idi. Manevi etkisi altında nasıl kalkabiliriz diye gecemizi gündüzümüze katıyorduk. Yanılsaydık, gereklerinden uzak düşmüş olsaydık, ortada PKK diye bir gelişme olamazdı. Bu anlamda en zayıf olduğumuz bir dönemde ve hatta Haki'nin katledilmesiyle, o oldukça zayıf şekillenişin şekillenemeyeceği, belli olmayan gruplaşmamızın tamamen dağılacağını düşünen düşmana, bu şahadet dolayısıyla yaşadığımız yoğunlaşma, gereklerine ulaşma, mümkünse eyleme geçirme denilebilir ki, en büyük işlerimizdendi ve asıl PKK'yi de yaratan bu yaklaşımdı. Onun anısına bağlılığın en tipik bir ifadesi olarak partileşme kararı, program taslağı ve ilk yılının bunun hazırlıklarıyla geçmesi ve hatta resmen partinin ilanına gidişimiz, şahadet gerçeğinin doğru değerlendirilmesi halinde neye yol açacağının da en büyük göstergelerinden birisidir.
Düşman onda dağılmayı beklerken, biz onda en büyük tarihi adımlardan birisini gerçekleştirdik. Eminim ki Haki'nin şahadeti olmasaydı biz belki PKK'lileşemezdik, o kararı veremezdik. Tarihin seyri böylece değişti. Buna benzer önemli şahadetlere hep anlam vermeye çalıştım. Bir Mazlum'ların şahadetini ülkeye kesin inançlı ve başarılı yürüyüşün emredici ifadesi olarak değerlendirdik:
Giriş kati olacak, sonuna kadar gerekenler yapılacak! Ve bilindiği üzere 15 Ağustos Atılımının bununla da bağlantısı vardır. Diyarbakır zindanlarındaki baskılar ve ona karşı şahadetler olmasaydı belki de biz bu çarpıcılıkta ülkeye yönelemezdik. Yöneliş bu kadar kati olamazdı. Başlı başına bu da tarihin seyrini değiştirdi ve en ciddi tarihi adımlardan birisi olduğu kadar en büyük eyleme de bu temelde ulaşıldı. Yine bir Mahsum Korkmaz(Agit) arkadaşın şahadetinde, gerillanın zayıflığı ve tasfiye tehlikesi vardı ve bu amaçlanmış-tı. Ülkede kalıcı bir gerilla gücü olup olmamanın bir anı idi. Nitekim ardılları da dahil, bizzat bu pratikte yer alanlar da dahil kendilerini iflasın içine iterken umudu da, pratiğe de anlamsız kılarken, bizim zor da olsa buna cevap vermemiz yani gerillanın daha kalıcılaşması ve kendilerini en azından bölükler düzeyinde yürütmesi, verilmesi gereken bir cevaptı. Ve de böyle seçildikten sonra kararlı çalışmaya yol açtı Sonuçta ‘87'nin yaratılması, yeni bir tarihi sürecin başlayacağı, gerillanın söküleceği, Kürdistan'ın eylemsiz, silahsız kalamayacağı kesinleştirildi. Bu da aslında Agit'in şahadetinden beklenen tamamen bir çözülüştü ve gerillanın tasfiyesiydi. Tıpkı Mazlum'un şahadetinde olduğu gibi, Diyarbakır Zindanı'nın çözülüşü, teslimiyetiydi. Ama bunlara karşı zamanında ve yerinde verilen karşılıklar, tarihin seyrini çarpıcı bir biçimde değiştirebildi.
Demek ki şu ortaya çıkıyor; şahadetlere doğru anlam vermek ve en önemlisi de ne kadar zor da olsa kat be kat eylemi geliştererek cevap olabilmek en doğrusudur.
Ve başka türlü şahadetlerin gereklerine ulaşılamaz.
Buna benzer şüphesiz etkileyici binlerce şahadet olayı vardır. Ne kadarına layık olundu? Özellikle kendi görev anlayışımız neydi, onların en yakın yoldaşları olarak nasıl cevap olunabildi? Kendinizi sorgulamanız gereken bir husustur bu. Ben kendi eylemimde ana hatlarıyla şahadetlere bağlı kalmayı dönemsel olarak ve özgünlükleri olanlara daha özgü biçtiğim değerler halinde yürüye-rek, sonuçta halkın da kabul edebileceği, şehitlerin ruhunun da rahatlıkla kabul edebileceği bir konuma ulaşıldı. Bunu şüphesiz kendiniz için kişiselleştirmeniz gerekiyor. "Biz ne kadarına anlam verebildik, nasıl cevap olabilmeliydik", sizin en önemli işlerinizden birisidir. Kesinlikle ve şiddetle kendinizi sorgulamalısınız ve yapılmayanı yapmanız gerekir. Şahadetlere karşı görevlerinizin farkında olduğunuzu -tabii bunu art niyetlilik anlamında, dürüst değilsiniz biçiminde söylemiyorum- kendi kişiliğini katlayarak, onların kayıplarını kendi kişiliğinde kat be kat yeniden üreterek ve buna kesinlikle kısa bir süre içinde başarıya dönüştürerek karşılık verirseniz, şehitlerin anısından bir şeyler anlıyorsunuz demektir. Aksi halde fazla değerli olacağınız düşünülemez. Bu bir ilke meselesidir. Yaşama hükmedilmesi gereken an be an yaşamsal sorundur. İkide bir hatırlama meselesi değildir. Bugün birinci yıldönümünde Zilan şahadetinde, çok şeyler söylenebilinir. Genelde gerilla üzerinde, özelde kadın ordulaşması üzerinde eyleminin etkileri oldukça ortaya konulabilinir. Yine Dersim özgülünde olup bitenler üzerindeki anlamı dile getirebilinir. İdeolojik, siyasi, askeri boyutlar da rahatlıkla dile getirilebilinir.
Ben bu hususlarda oldukça alışageldik bir değerlendirmeyi yapmayı fazla anlamlı bulmuyorum. Gerektikçe zaten yapılıyor ve yapılmalıdır da. Dersim'de örneğin bu eleştirilen kişilik bizzat mektubunda, "küçük burjuva bilmem kemalist etkiler deyip duruyorsunuz, yakışmaz, bu şeyleri niye ısrarla yaşıyorsunuz, yaşatıyorsunuz" derken aslında bir yıl geçmeden o verdikleri kayıplarla kendini ortaya koyuyor. Eminim ki yani bu eleştirilerden bazı sonuçlar çıkarılsaydı, bu büyüklüğe cevap olabilen bir gerilla sergilenseydi, Dersim düşmanın en çok korktuğu ve asla sonuç alamayacağı, belki de Güney'den daha fazla etkili bir Kuzey direniş kalesi olacağı açıktı. Ama, o kişilik kendine layık gördüğü yaşam fazla yaratıcı olmayan, derinliği yakalamayan, tedbiri geliştiremeyen aslında nasıl savaştığı, nasıl yaşamak istediği de fazla kestirilemeyen, nereden bakılırsa bakılsın, çeşitli yönleriyle zaafları olan bu kişiliğin savaşa yansıması, düşmanın bir ağır operasyonunu önceden görememek kadar ona etkili bir savaşla karşılık verme gücü ortaya çıkaramaması en önemli kayıp nedenidir ve Zilan kişiliğinde aslında buna cevap verilmişti.
Kendi başına örgütlenmesi, planlaması, eylemini başarıyla ortaya koyması hepsi için uyarıcı olabilirdi ve eminim ki bir kişinin kendi düzeyinde sağladığı bu gelişmeyi onlar kendi kişiliklerinde sağlamış olsalardı; düşmanın bu sahaya böyle rahat girmesi, sonuç alması asla mümkün olmazdı. Demek ki şehitlerin anısına layık olunamamıştır. O kadar kızlar, erkekler vardı; hepsi kendi kendilerini adeta tüketirken demek ki önemli yanlışlıklar yapmışlardır. En azından kendilerini örgütleyememişlerdir. Yaşama ve savaşa verdikleri anlamlar dar olmuştur. Düşmanı esas alan bir yaşam tarzına girememişlerdir. O yaşamın savunulması için kendilerini örgütleyip, her an kendini savaşta patlayan dinamit deposu haline kendilerini getirememişlerdir. Kayıpları da budur. Aslında Dersim'de gösterilmesi gereken kişilik Zilan kişiliğidir. Ayakta kalacak olan, yaşayacak olan da buydu. Bu ülke geneli içinde söylenebilir ki; biz bunu vurgulamıştık, bu ciddi bir işarettir dedik. Gerilla zor bir sürece girmiştir, düşman oldukça derli-toplu geliyor. Eğer ayakta kalmak istiyorsanız kendinizi şiddetlendirmeniz lazım ve hatta her gerilla kendini Zilan kişiliğinde bir sembol haline getirip böyle bir anda değil, sürekli patlatacak bir bomba halinde yürüyebilmelidir. Kürdistan üzerindeki bu büyük belanın, bu büyük afetin kaldırılması gerilla kişiliğinin bu düzeye gelmesiyle mümkündür. Bu çok açıktır bizim için, ama Kuzey'den Güney'e doğru gelişlere baktığımızda, kayıplara özellikle sığ geçildi, anlamı derinliğe kazılmadı ve hatta partinin bazı savaş değerleri üzerinde ucuz bir yaşam tutturuldu. Yaratıcılık, katı bir direniş kişiliği ortaya konulmadı. Sonuç; en anlamsız kayıplar! Hele bu yılda bunun böyle olması bizi çok öfkelendirdi. Bu da neyle ilgili? Duyarlılıklarınız zayıf, olup bitenleri anlama; ne şahadetlerin gerçeğinde, ne düşmanın yönelimlerinde fazla sökemiyorsunuz. Tam tersine büzülüyorsunuz, anlamsızlaştırılıyor ve sonuçta darbe yeniliyor. Halbuki bu eylem düşmanı çok korkutmuştu ve her gerilla da rahatlıkla bu sürece girmişti. Karar vardı, uygulama da sağlanabilirdi. Saflarımızda yaygın gözüken bir durum; birisi çok iyi yapmışsa diğerlerinin ona dayanarak ucuz yaşaması bir kez daha etkili oluyor ve böylece de gafilin kaybı ortaya çıkıyor. Kim ne derse desin bu yılı gerillada da çok daha büyük kazanmak kesinlikle mümkündür. Bir anlam verilebilseydi, gereklerine vicdanen kendini yatırmış olsaydı, bu büyük bir gelişme anlamına gelecekti. Diğer boyutlarda da böyledir. İdeolojik boyut; özellikle moral, cesaret olayında, kesinlikle, herkesi de kat be kat büyütecek bir anlama sahipti. Çağrı da bilindiği üzere büyük yaşam tutkusu, cesaret çok nettir. Bunun büyük bir şans olarak da görülmesi gerektiği vurgulanıyor. Ama bir çoğu kişiliğinde maalesef bu düzeyi yakalayamadı. İdeolojik moral düzeyinin savaşta ne kadar belirleyici olabileceğini anlayamadı, gerekeni yapamadı ve kayıpların en önemli bir nedeni de bu oldu. Tedbir almasaydık belki de bunu çok kötü bir yenilgiye kadar da götürebilirdi.
Ufuk olmuştur; insanımızın beynini, yüreğini açmıştır, bencilliği yıkmıştır. İdeolojik etkileri böyle çok çarpıcıdır, ulusal düzeydedir. Siyasi olarak da güçlü olmanın nasıl olduğunu ortaya koymuştur. Küçük amaçlar için yaşamamak, büyük amaçlar için yaşamanın nasıl olduğunu kanıtlamıştır.
Örgütsel anlamda da iki de bir örgüt bozgunculuğunun anlamlı olmadığı, değerli bir yoldaş olmanın örneği sergilenmiştir. Son derece yapıcı, örgütlü bir kişiliğin nasıl olması gerektiğini çarpıcı olarak ortaya konmuştuk. Bütün bunlar tabi ki partililere bir mektup biçiminde sunuldu. Çağrıydı! Etkisi hiç olmadı demiyorum, ama oldukça sınırlı bırakıldığı, genelde şahadet çizgisine yaklaşımın duyarlı olmadığı, sonuçta çok büyük bir gelişmeye neden olabilirken bunun geçiştirilmesi yaşandı. Tabii bizim her zaman şahadetlere karşı aldığımız tedbirleri genelde aldığımız için anlamını yitirtmedik. Bu şahadetin temelinde bütün şahadetlere yüksek değer biçtik. Çok şiddetli bir yoğunlaşmayı esas aldık. Örgüt içi savaşımımız çok yoğundu, çok kesindi. Hiçbir yenilgiye fırsat vermeyecek kadar biz kendimize anlam vermiştik. Herkes gitse de, biz kalışımızla, kesin yenilgiye geçit vermeyeceğiz ve bugün bu gerçekleştirilmiştir. Bugün, düşmanın Kuzey'den başlatıp tarihin bu en büyük operasyonlarını Güney'de tamamlamak istediği çok net. Bu da büyük taaruzdu. Belki de, Türk kurtuluş savaşının ve hatta Osmanlıların son ikiyüz yılındaki en büyük operasyonlarındandı. Özellikle Kürdistan'ın son iki yüzyılda düzenlenen sefelerin en kapsamlısıydı. Belki de tarihte böyle seferleri İskender, Romalılar, Persler bilmem İslam orduları veya Cengiz Han, Timur orduları düzenlemiştir. Biz bunları bir tarafa bırakalım, son ikiyüz yılın Kürdistan seferlerinin içinde bu yılın operasyonları en büyüğüdür. Ve Dersim'den başlatılması da bence anlamlıdır. Çünkü "Zilan" şahadetinde genelkurmay sarsılmıştı ve bunun intikamını almak için oranın üzerine korkunç yöneldi. Türk askeri literatüründe böyle anlamlar vardır, bu da kendine göre intikam veya imha süreçlerini düzenlemedi. İşte tüm partiye bunu ödetmek için Güney'e kadar böyle büyük bir çapul seferi düzenlendi.
Açık söyleyeyim; yani hepinizin pratiğine baktığımda, tedbirleriniz bunları aşmaya yeterli değildir. Dersim gerillamıza bakalım, cevap vermeyi beceremedi. Güney'e kadar bütün alanlarımıza bakalım, yıl için etkili bir karşı koyuşu planlayıp, hayata geçiremedi. Güney'de bile esasta buradaki savaş duruşumuz olmasaydı belki de ardına kadar bir yenilginin kapısına açık bir yönetim yoğunca yaşanıyordu. Ama dediğim gibi, bizim çok katı kararlılık ve hazırlık düzeyimiz, bütün alanlarda bir gerileme olsa da, sonuçta bizde duracaktır. Nitekim operasyon durdurulmuştur. Durdurulmasından da öteye çok ağır ve son sefer olma konumuna da indirgenmiştir ve aynı zamanda işbirlikçiler içinde bir son ihanet seferine dönüştürülmüştür. Bu da bizim savaş tarzımızın bir ifadesidir. İster yaşayın ister ölün, ister kaybedin, ister kazandırın, ne olursanız olun. Önderlik gerçeğinde verilen söz önemlidir ve söze kati bağlılık vardır. Bunu da öyle sizin söylediğiniz gibi değil, günlük-anlık pratik hazırlıklarıyla, kendini kanıtlar. Böyle bir tarzı var. Ve çok açık ortaya çıkmıştır. Bana göre, bu operasyonlar bir anlamda "yenilgimizdir." Zihniyet olarak, ideolojik, siyasal, örgütsel düzeydeki güçlenme olarak aslında fazla başkaldırı, başarma noktanız yakalanmamıştır. Biraz daha değerlendirmeleri yoğunlaştırın, göreceksiniz ki, sizlere kalsa, ne kadar savaşsanız da yenilgi bir yerde kaçınılmaz oluyor. Bunun "Zilan" kişiliğiyle bağlantısı nedir? Bu eyleme kalkan bir kişilikten anlam çıkarılsa, bir yıl ona göre şiddetle değerlendirilse yenilgi olmayacak. Neydi o?
Şiddetle kendini bomba olarak patlatırken, sen onu düşüncede şiddetlendireceksin, politikada, örgütlenmede, bizzat askeri yoğunlaşmada aynı şiddeti göstereceksin ki yenilmeyesin. O, bunun işaretiydi! O, bunun çağrısıydı. O, bunun gerçeğiydi. Ya böyle savaşçı bir kişiliğe ulaşırsınız ya yenileceksiniz!
Bugünkü gerçekleştirilen eylem Dersim için olduğu kadar, bütün ülke için, halk için "ya böyle kendinizi bombalar halinde patlatırsınız- her anlamda bomba- ya da yenilgi kaçınılmazdır." Bu çok önemli ve bu anlamda değeri büyüktür diyorum. Ben anladım. Kendi kendi payıma bazı sonuçlar çıkardım. Çok zorda olsa dedim, gereken cevabı vermeye çalışırız. Ve bunu da öyle ağlayarak, sızlayarak bilmem imkanlarla oynayarak değil, bilindiği üzere kendi tarzımızdaki derinliği, çok yönlülüğü, yaratıcılığı eksik etmeden kazanımlar kadar, yeni kazanımları da buna ilave ederek cevap vereceğiz. Bizim için artık önüne geçilemez bir emirdir ve başarı yürüyüşü gerekirse zafere kadar sürdürülecektir. Evet, kendi payıma diyorum ki; biz de böyle bir yılı değerlendirdiğimizde ciddi bir yetmezliği kendi payımıza göstermedik ve tehlikeli bir başarısızlığa neden olmadık. Başarı içinde günlük pratik olarak hemen herşey vardır. İşte bu doğru kaşılık verme oluyor. Siz acaba böyle karşılık verme gücüne ulaşabilir misiniz? Kendinizi sorgulama, buna göre yaratma yiğitliğidir artık. Onun gücünü göstermedir. Sizin kişiliğinizi ölçülendirecektir. Kim olup olmadığınız, ne kadar yapıp yapmayacağınızı ortaya koyacaktır. Ve önderlik kendi payına düşeni yaptı diye düşünüyorum. Ama tabii bütün partililer yapmalıydı. Çünkü çağrı onlaraydı, hatta halka da çağrı vardı. İnsanlığa hatta vardı. Kısmen cevap olunabilirdi, bundan sonra cevap olunabilinir. Birinci yılında yapamadıysanız, ikinci yılında yapabilirsiniz. Bağlılık gücünüz varsa hatta tüm ömrünüzde bunun tedbirlerini alabilirsiniz. Dediğim gibi tüm şahadetlerden sonuç çıkarabiliyorsanız, bunun yolu ardına kadar hepiniz için açıktır. Umarım ihmal etmezsiniz, gafilce böyle alışageldiğiniz sığlıkla bu şahadetleri geçiştirmezsiniz. Mutlaka kendinizi katlayarak bir cevabı vereceksiniz. Vermedikçe fazla yüzünüzün ağaramayacağı açık. Yaşamı kazanamayacağınız yine o denli açıktır. Şehitlerini unutan, onlara gereken anlamı veremeyenler, lafta geçiştirenler fazla iflah olamazlar.
Parti Önderliği
Haziran 1997
- Ayrıntılar
Zavallı durumda gözüküyorsunuz. Aldıklarınıza bakıyorum, çaresizliklerinize bakıyorum, her şeyden önce duygularınıza ve tutkularınıza bakıyorum; çok yetersiz görüyorum. Siz bu kişiliklerle bir çorbayı bile kurtaramazsınız. Halbuki devrim çok kudretli görme, kudretli vurma, yıkma ve yeniden kurma hareketidir. Dikkatli olmuyorsunuz, kendi ellerinizi, kollarınızı vuruyorsunuz. Düşman nerede, siz nerede? En kötüsü de gelişmek istemiyorsunuz. Hep zavallıları ve çaresizleri oynuyorsunuz.
Devrim çok ciddi bir olaydır; siyaset ve askerlik çok ciddi olaylardır. Bunların kenarından bile geçmiyorsunuz. Tutkunuz yok. Önemli bir aşkınız yok. Bir sigaradan aldığınız keyfi, bir laklaktan aldığınız keyfi, altın değerinde olan askeri bir dersten, bir kişilikten alamıyorsunuz. Sizin çürümüşlüğünüz buradadır. O kadar küçük şeylerle uğraşıyorsunuz ki, kendinizi o kadar basit yaşam alışkanlıklarıyla meşgul ediyorsunuz ki, ben size altın değerinde kahramanca bir yaşam sunsam bile, bu size sıkıntı veriyor.
Neden böylesiniz? Nasıl büyük işleri amaçlayan, kendisine büyük bir iradeyi yakıştıran kişiler haline gelebilirsiniz diye çok düşünüyorum. Yaşamı ve dolayısıyla savaşı kendi içinizde bu kadar kilitlemişsiniz. Büyük tutkular o kadar dumura uğramış, yine kin ve intikam duygularınız o kadar çarpıtılmış ki, bakış gücünüz o kadar çarpıtılmış ki, size acımamak elde değil. Gerçekten benim işlerim çok zor. Ama bana acımıyorsunuz sanıyorum. Çünkü ben kendimi gerçekten yaşatabiliyorum. Öyle ahım-şahım olmasa da, doğru yaşama tarzım ileri. Sorun ben değilim; sorun ben olsaydım, kendimi lime lime edip yeniden yapardım. Zaten bunu çoktan yapıyorum.
Nereden bakılırsa bakılsın, biz önümüzdeki savaşı ya vereceğiz, ya vereceğiz! Ucuz ölümü kim kabul edebilir artık? Size acıyorum! Siz görünüşte genç, delikanlı insanlarsınız. Sizi nasıl ucuz kaybedelim? Buna inanıyor musunuz? Bu halinizle gücünüz neye yeter? Aslında ben çok konuşmak da istemiyorum. Ancak şu anda dünyanın en çok konuşan Önderi biçimine gelmişim. Çünkü anlama kabiliyetiniz çok sınırlı. Pratik yapmak isterdim, ama buna imkan yok. Çünkü pratik yapabilmek için öğrenmek gerekiyor. Benim pratik yapma imkanımı adeta durdurmuşsunuz. Her zaman söylediğim gibi, içinizde komutanlıkta iddialı olan herhangi biri var mı? Çoğu zavallı oğlu zavallı. Aslında mesele mevzilerin, imkanların kıtlığı değil. Çok ihtiraslı, davasının gereklerine göre büyük ihtirasları olan biri olsaydı, durum farklı olurdu. Çok imkan var, çokları bunu göremiyor bana göre.
Güney üzerine konuştum. Güneyde ordulaşma, düşmanı oldukça yenilgiye götürebilecek işleri planlama üzerinde çok durdum. Bütün bunların imkanları var. Ama en değme arkadaşlarımız bunları yaz-boz tahtasına çeviriyorlar. O kabiliyetleri yok. Aylar geçecek, eğer bizim müdahalelerimiz olmazsa, sonunu iyice getirecekler. Öyle sanıyorum ki, gönüllerinde bir fethetme durumları yok, tutkuları yok. Devrime inanıp inanmadıkları da aslında belli değil. Belki de devrim başlarına bela olmuş. Halbuki bu doğru değil.
Kişiliklerinize bakıyorum; gerçekten yırtıcı bir devrimci yok içinizde. Bize şu anda gerekli olan sayının çokluğu, kaba anlamda hamalvari çabalar değil. Bize gerekli olan; işini bilen, işlerinin üzerine amansızca yürüyen, işleri çok iyi yürüten, hem sonuç alan ve hem de düşmanı ödünü kopartan yürüyüşçüler ve yürüyüşün komutanlarıdır. Bu yok! Ben sorunu artık objektif şartlar, subjektif şartlar bağlamında görmüyorum. Devrim şu anda çok hazır olsa da, kişilikleriniz onu sonuca götürmeye yetmez. Çünkü çok aşırı hata yapılıyor, aşırı yetersizlik gösteriyorlar. Sanki hepsi benim babamın çiftliği için çalışıyor. Böyle başa bela olmuş bir devrimcilik tarzı!
Halbuki devrimcilik yaşamımızın biçimidir, kabul edeceğimiz tek yaşam tarzıdır. Hatta serbest bıraksak, çoğunun çok az şeyle yetinerek, “bu beladan kurtulalım” diyecekleri açık. Kafalarında sonuna kadar gitme fikri yok. Niçin sonuna kadar gidilmiyor? Çünkü aslında onu keskinleştirememişsiniz. Devrimcilik yaptığınızı veya devrimcilikten fazla anladığınızı da sanmıyorum. Çoğu kendi yanlışlıklarının, çoğu adeta düşmanın deyişiyle oyuna gelmişliğin kurbanı! Bu kişilikler büyüyemez, çok büyük ve kararlı bir yürüyüşün sahibi olamaz.
Yine de yaşamak istiyorsunuz. Benim de her zaman size verdiğim bir söz var: Ben dünyanın neresine gidersem gideyim, hangi ortama gidersem gideyim, kendi işlerim için yaşayabilirim. Şundan eminsiniz ki, nereye, hangi ortama gidersem gideyim, devrim için yaşarım. Ama siz aynı sözü bize veremiyorsunuz. En elverişli devrimci alanlara gidiyorsunuz, orada bile işlerin suyunu çıkarıyorsunuz, işlerin sonunu getiriyorsunuz ve kendinizi bitiriyorsunuz. Bahane de çok, “şu engel çıktı, şu benimle oynadı” diyorsunuz. Bunlar yanlış! Ben bu grubunuzun bile devrim işleri için yeterli olması gerektiğini düşünüyorum. Zaten böyle olmasa sizinle ilgilenmem. Bu grubun bir fetih grubu olmaması için hiçbir neden yok diye düşünüyorum. Böyle düşünmek zorundayım. Sizin buna karşılığınız ne oluyor? Aldığımız raporlar, büyük bir kesiminin yarı yolda çakılacağı biçimindedir. Öyle kudretli militanların çıkacağına dair işaretler az. Yazık! Böyle olmamalıydı.
Biz yaşamı fethediyoruz.
Düşmanı günlük olarak izliyorum. Sizin düşmanı izleme gücünüz de yok. Düşman kendinde öyle bir yaşam hakkı görüyor ki, benim her şeyimi elimden alıyor. Mutlak yaşama haklarımı, yaşama onurumu, yaşamamın bütün maddi ve manevi gerekçelerini elimden alıyor. Düşman tutkulu, akıllı ve vurucu. Sıra yaşamını kurtarması gerekenlere gelince ölgün, iddiasız, vurgusuz ve zavallı kalıyorsunuz. Ağzında bir lokma varsa, düşman bir yumruk indirir, ağzından alır. Ağzından lokmasını da çıkaracak kadar gevşemiş. Biz bu insana ne yapalım? Bunlar sizlersiniz, ben değilim. Şimdiye kadar kimse benim elimden değer kopartamadı. Dünya tanıktır ki, ben değer yaratıcısıyım. Benim elimden silah çıkmadı, ben silah biriktirdim; elimden boşa para çıkmadı, müthiş ilişkiler topladım. Bu ilişkileri parçalayıp dağıtan kim? Bu soruları kendinize hiç sormuyorsunuz. Çoğu arkadaşımıza göre bu sorunlarla hiç uğraşmamaları gerek. Mühim olan onların beylik keyfidir, ağalığıdır. Ağalık olur da böyle olmaz! Yanlış!
Aslında ben buna bir ideoloji bulmaya çalışıyorum. Bu neyin ideolojisidir, neyin kişiliğidir? Ben kendimi de çok akıllı sanmıyorum ama, en azından kaybetmeyen bir kişilik tarzı hakimdir. Herkes şahit, kolay kaybetmediğimi herkes biliyor. İmkanlarımız sınırlı diyemem. Hayır, şu anda geniş imkanlar verelim, yetkiler tanıyalım. Yine kaybedecek, beki daha da kötü olacak. Demek ki bu kişilik devrim yapamaz. Yani içindeki düşmanı mı desem, içindeki lümpen kişiliği mi desem aşamamış. Kendimize “biz işe yaramayız, fazla başarılı olmaya gelmeyiz, bize komutanlık lazım değil” desek, bu olmaz! Biraz bunu demeye getiriyorlar. O zaman işiniz bitmiştir. Bu alışkanlık yüzünden devrim yapamazsınız. Size yazık!
Bu, aslında iki yaşam tarzının çarpışmasıdır: Biri, kendiliğindenci, çoktan ölmüş-bitmiş, teslim olmuş veya sürüklenen bir yaşam tarzı; diğeri, bunun tam tersini bir yaşam olarak değerlendiren, en yeni düşünen, en yeni kopartan, en yeni kararlaştıran tarz! Budur aslında aramızdaki ilişki. Ben şunu kesinlikle normal göremiyorum; bunca silahı ve imkanı ortaya çıkardıktan sonra bu savaşın kaybedilmesini, bu savaşı ucuzca çarçur edecek tacizden öteye gitmeyen bir tarzla sınırlandırılmasını kabul edemem. İstediğiniz kadar gerekçe uydurun, benim hassasiyetlerim var. Benim hassasiyetim buna inanamaz, bunu kaldıramaz. İstediğiniz kadar kılıf uydurun, beni inandıramazsınız.
Artık şunu da anlamak gerekiyor; ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin! Yani ya bu savaşı doğru kavrar ve bu kişiliğe doğru gelirsiniz, ya da yok olup gidersiniz! Bu diyardan mı gidersiniz, bu ülkeden mi gidersiniz, adınızı mı silersiniz bu halkın içinden; bu sizin bileceğiniz iş! Ama bizimle yürümeye geliyorsanız, bu işin söylendiği ve yapıldığı gibi olması kaçınılmazdır. Ben imkansız da görmüyorum. Sizi zora sokan ve özellikle bu keyfiliğe götüren şey nedir bunu anlamak istiyorum. Niye iyi bir asker haline gelemiyorsunuz, niye hep zavallıları oynuyorsunuz?
İnsanoğlu hakkında şu yargıyı oluşturabilmek doğru olabilir mi; insanların büyük bir kısmı kölelik için yaratılmıştır, sömürülmek için vardır ve yücelemez. Hayır! Bu egemen sınıfların görüşüdür. Yıllardan beri sömürücü egemen sınıflar yalan-dolanla bunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Biz bunu aşmak için ilk adımları attık; ideoloji aslında bunun içindi, bütün eylemlerimiz bunun boşa çıkarılması içindi. Siz ise davranışlarınızla bunu doğrulamak istiyorsunuz. Ben dürüstlüğünüzden, kaba anlamda hamalvari çalışmanızdan dem vurmuyorum. Onlarda yamansınız, benden daha iyisiniz. Ama yalnız bununla zafere ulaşılmıyor, bununla kazanılmıyor. Neden şimdiye kadar bizi anlamadınız? Neden anlamaya yanaşmıyorsunuz? Anlamaya ihtiyacınız yoksa söyleyin. Çok iyi biliyor ve anlıyorsanız, o zaman bu pratik neyin nesi? Neden kusurlarınızı bu kadar ortaya döküyorsunuz? Anlamışsanız neden yapamıyorsunuz? O zaman kendinizi eğitin. Yalnız burada değil, gece-gündüz eğitin kendinizi. Yapmak için bu gerekiyor.
Ben şunu hiçbir zaman kabul edemem; “sen öyle yaşa, biz böyle yaşayalım”. Bu, düşmanın istediği önderliksiz yaşamdır. Keyfi yaşamın bu biçimi kölelere özgüdür. Düşman iradelidir, düşman merkezidir, düşman tek otorite ve kararlıdır. Ona karşı ancak tek idare ve tek kararla yaşayabilirsin. Keyfilik dediğiniz; kararsızlıktır. Herkesin kendine göre üslubu dediğiniz; dağınıklıktır, disiplinsizliktir, iradesizliktir ve sonuçta bir güce ulaşamaz.
Bunlar temel askeri yaklaşımlardır. Belki bunlar neyin nesi diyorsunuz ama, bunlar asker olmanın ABC’sidir. Siz asker olmak istiyorsunuz. Siz kesinlikle kendinizi bana asker diye dayattınız. Silahtan hoşlanıyorsunuz, ben daha askerliğin kenarından geçemiyorum. Ancak uzaktan, yani cephe gerisinden askerliğin bazı işleriyle uğraşıyorum. Askeri pozisyon bende size göre bin kat daha güçlü. Yine askeri tarza göre kendimi yaşama biraz hazırlamışım. Hassas mı hassas, uyanık mı uyanık, ölçülü mü ölçülü; çok az hata yapar. Taktikte çok az düşmanın oyununa gelir. Ama savaşın içinden gelen sizlere bakıyorum; her davranışınız kusurlu, her adımda bir kaybetme var. O zaman neden kendinizi beğeniyorsunuz?
Biliyorsunuz, düşman beni bir kişi olarak görüyor. Bunu ben abartmıyorum. Her gün reklam yapıyor; “o bela olmasa bu gençlerimiz iyi çocuklar” diyor. Hatta benim için “o şeytan” diyor. Bunları ben değil, faşist partinin başı size söylüyor. Demek ki burada kendi üzerinde düşünmesi gerekenler sizlersiniz. Ben düşmana karşı güçlülüğümü kanıtlamışım. Madem düşman benden bu kadar rahatsızdır veya düşmana zarar veriyorum, o zaman iyi savaşçıyım. Peki neden düşman sizden bu kadar razı? Hatta neden ucuz imhalarınızı kendi zaferi yapıyor? Ucuz ölmek, düşmana zafer imkanı hazırlamaktır. Can sizin de olsa ucuz ölmeyeceksiniz. Dikkat edin, içinizde ucuz ölmeyecek olan kaç kişi var? Yaşamını düşmana pahalıya ödettirecek kaç kişi var? Benim bütün marifetim ucuz ölmemektir. Aslında sizin gibi pek savaşmıyorum da. Ama ucuz ölmemenin yollarını buluyorum. Ömrümü her uzatışım düşmanı kahrediyor. Siz de biraz böyle olmalıydınız. Bazı şeyleri niye anlamıyorsunuz? Hani askeri olacaktınız? Asker olmak; düşmanı kahretmek demektir.
Düşman bir çırpıda nasıl kahredilir? Bir, günlük olarak düşmana müthiş vurmakla; iki, düşmana daha fazla vurabilmek için, halk savaşı esprisine göre uzun vadeli savaşçı kişilikler edinmekle. Bu ikisi de siz de yok. Kendinizi ne uzun vadeli olmaya ayarlayabiliyorsunuz, ne de günlük olarak vurabiliyorsunuz. Boşa çıkıyor kişiliğiniz. Bizde meşhur bir halk deyimi vardır; “adam olmak için öcünü alacaksın” derler. Yani birisi sana küfretmişse sen de edersin; biri sana tokat vurmuşsa sen de vurursun. Düşman insanlığımıza yönelmiş, varlığımıza yönelmiş; siz bu büyük darbeyi böyle sineye çektikten sonra, öç almak için gereken gücü ortaya çıkarmadıktan sonra, tersyüz edilmiş namus kavramını düzelterek söyleyeyim; siz bir namussuzsunuz! O zaman kaç para edersiniz? Böyle bir düşmana vurmasını bilmeyen namussuzdur! Kocakarı gibi dırdır edeceğinize vurmasını öğreneceksiniz. Vurmasını öğrenmek askerliğin özüdür.
Askerliğin en temel tanımı şudur; temel amaçlarda, bir halkın, bir sınıfın ve hatta cemaatin hayati tehlikeye düşmesi karşısında ve hayati değerleri elinden alınmak istendiği zaman, kendisine uzanan tehlike arz eden elin sahibinin elini kırmaktır. İşte askerlik, işte asker! Çoğunuzun gerçeğine bakalım; askerlik, en hayati amaçların ucuzca elinden alınması, dağıtılması ve parçalanması için bir bahanedir veya askerlik düzeyiniz adeta düşmana fırsat sunuyor. Komutanlık çizgisi, vuruş tarzı ve yaşam tarzı düşmanı yüreklendiriyor. Düşman, “ülkesine sahip çıkan bu hareketin militanlarının zayıflıklarını iyi vuracağım ve mutlaka sahip çıkacağım. Bu halkın ülkesine ve hayati çıkarlarına sahip çıkacağım, onları hayvanlar gibi kendim için kullanacağım” diyor. Bundan kim sorumludur? Bundan askeri durumunuz, askeri kişiliğinizin gelişmemesi sorumludur.
Siz bazı şeyleri derinliğine anlamamak için sarhoşları oynuyorsunuz. “Ben sarhoşum, fazla anlamaya gelmem” diyorsunuz. Anlamaya gelmezseniz asker olamazsınız. Kimdir size her gün ucuz kaybettirenler? Kaybetme, sarhoşluk tarzından ötürüdür. Her gün gelen haberlere, askeri faaliyeti yürütenlere bakın; ciddi bir görev belirlemesi yoktur, ciddi bir üslup ve tarzı yoktur. Gruplar kaybediliyor. Bu kararı siz de verebilirsiniz, yürüyenler siz de olabilirsiniz. Bizim gibi hem karar konusu, hem de kararı veren kişilersiniz. İkisi de birbirinden ağır sonuçlara yol açıyor. Öyle sanıyorum ki, aslında siz askerliğin temelde hangi anlama geldiğini hâlâ anlamış değilsiniz. Temel askeri kişilik sorunu kavranmış değil. Kendinizi aldatıyorsunuz. Lafta bilseniz de pratik yaşamınız, kişilik olarak kendinizi disipline etmeniz zayıftır. Karar ve irade olarak askeri çizgiyi tutturmada inanılmaz çelişkileriniz var. Kendinizi müthiş aldatıyorsunuz. Hemen ardından kendinizi partiye taşıtıyorsunuz. Buna fırsat vermemek gerekir. Ordulaşmanın ilk dersi budur.
Size söyleyeyim; içinizde oldukça iyi niyetli arkadaşlar çok. Bunlar gerçekten bir şeyler yapmak istiyorlar. Anlayın! Düzeltmeniz gereken öyle çok kişi ve ilişki var ki, öyle büyük mücadele vermeniz gereken konu var ki, bilmezseniz size yazık olur. Açık söyleyeyim; ben size acıyorum. Çünkü yapmayı bilmiyorsunuz. Aylar geçti, yüzde doksanı bile bu devreyi anlamadı. Sizin için başka ne yapayım? Büyümeyi amaçlamış bir insan ya fırtına gibi bir militan, ya da başa bela olur. Orta yol yok. Çoğunuz bana hayat sınavında başarısız kalmış ve iflas etmiş kişiliklerin çaresizliği içindesiniz gibi geliyorsunuz. Militan bunu kesinlikle kendisine yakıştıramaz. Militana yazık olur. Eğer siz askerleşmez ve bunca derslerimize rağmen anlamazsanız, size çok yazık olur.
Ayakta gezişiniz mezardaki halinizden daha kötüdür. Neden iyi bir asker olamadınız, neden iyi bir ordu kurmayı olamadınız? Buna üzülüp durmamak elde değil. Halk sizden kurtuluş bekliyor. Halk gerçekten “ordumuz” demek istiyor size, komutanlığınıza gerçekten pirim vermek istiyor. Bu kutsal beklentiyi boşa çıkarmamalısınız. Beni bile beğenmeyin. Ben bile sadece ahırları temizleyen birisiyim. Yoldaşlarımıza da söyledim; önderlik bazında olsun, militanlıkta olsun benden ne istiyorsanız, her an her şeyimi size katmaya hazırım. Ben bunun için burada yaşıyorum. Acaba siz ne istediğinizi biliyor musunuz?
Bana gerçekten düşmanın üzerine yürümesini bilen militanlar lazım. Lütfen bunu böyle bilin! Gece-gündüz sizinle tartışabilirim. Ama ikide bir ülkede yürüttüğünüz pratiği bana dayatmayın. Bu pratikten nefret ediyorum, büyük öfke duyuyorum. Ben sizi zorla pratiğe yürütmek istemiyorum. Ben, devrimcilerin büyük tutkusuna, iradelerine, görkemine inanan biriyim. Benim için askerlik çok şerefli bir çalışmadır. Benim için Önderlik yaşamın en sonuç alan kısmıdır. Bunlara bir yük gibi anlam veremezsiniz. Bunlara bu tarzda daraltıcı ve boşa çıkartıcı yaklaşamazsınız. Siz bu tanınmaz tarzınızı, bu kişiliklerinizi bana dayatmaya nasıl cesaret edebiliyorsunuz? Aylardır bu saflardasınız. Kendinizi nasıl bu kadar ucuz bıraktınız? Üslubunuzdan şikayet akıyor, zavallılık akıyor. Bunlar ayıptır! Benim dünya kadar işim var. Ben hiçbir gün hayıflanmadım, şikayet etmedim. Sizin ise, şikayet akmayan tek bir sözcüğünüz, tek bir cümleniz yok. Rahatlıkla da bunlar düşmana hizmettir diyorsunuz. Askerlikte buna yer yoktur.
Genç kızlar olarak askerlik istiyorsunuz. Askerlik eşittir; eşitlik ve özgürlüktür. Siz bununla çelişiyorsunuz. Belki bazı güzel şeyler istiyorsunuz ama, hangi kişilikle, hangi düşünce ve karar gücüyle? Saflarımızı ardına kadar kadın ordulaşmasına da açtık. Halbuki siz kadın köleliğinin etkilerini öyle yaşıyorsunuz ki, hazır orduyu bile boşa çıkarabilirsiniz. Bundan kim sorumlu? Bundan kendini iyi eğitemeyen, geleneksel kadın köleliğinin bütün özelliklerini yansıtan sizler sorumlusunuz. Sorumluluğu kendinizde göreceksiniz. İyi bir asker olmanın, işini bilen bir komutan olmanın gücünü, parti sayesinde, biraz da bizim sayemizde siz göstereceksiniz. Ama siz bir aile kızı gibi veya geleneksel bir kadın gibi yürüyüşle gidelim istiyorsunuz. Bu yakışmaz!
Sizlerle el sıkışmanın temel koşulu; katı özgürlük kararlısı, katı özgürlük eylemcisi olmaktır. Bunun dışında sizlerle konuşmak bile haramdır. Benim şartım budur. Kim bu özgürlük kararcısı ve eylemcisi değilse, kesinlikle bize yaklaşmamalıdır. Ayıptır! başkalarının malı-mülkü bir genç kızı veya kadını biz ne yapalım? Onun sahibi vardır, o başkalarının malıdır, mülkiyetidir. Düşünün; acaba bunu aşmış mısınız? Çok kısa süre içinde kendinizi ele veriyorsunuz.
Bunun için savaş gerekiyor, özgürlük iradesi savaşı! Bu olmadan hangi özgür yaşam ve kişilikten söz edilebilir? Bu savaşı ne kadar verdiniz? Bu savaşı kime karşı ve nasıl verdiniz? Bunu ne kadar başardınız? O zaman neden kendinizi kandırıyorsunuz? Aşiret usulü Kürt namus anlayışına göre sizlerle yaşamalıyız, sizlere sahip çıkmalıyız. Bu işin kendisi her türlü geriliği, bağımlılığı ve kaybedişi barındırır. Yürekleri bizimle büyük savaşa kalkamayanların, yüreklerimize katılmaya da hakları yoktur. Kendinizi aldatıyorsunuz. Yazık oluyor, neden kendinizi bu kadar kandırdınız? Neden kendinizi biraz ayağa kaldıramadınız?
Dikkat ederseniz, çok zavallısınız veya basit bir çok şeyle yetiniyorsunuz. Gerçekleriniz belki militanlık ölçülerinin yüzde beşini bile karşılayamaz. Bunun için eğitim gerekli, bunun için savaşçılık gerekli. Size karşı eşitliği ve özgürlüğü uyguluyoruz, ama bu gücü gösterecek misiniz? Ben cinsiyetler arasına fark koymuyorum ama, onun muazzam özgürlük sorunları var. Çözüm yolları bilince çıkarılmak durumunda ve yapılmak durumunda. Ona göre kendinizi mutlaka bir yerlere taşımak zorundasınız. “Parti beni böyle taşısın” veya “hamalca çalışırım, bir kadın da zaten bunu yapar, böyle yaşar” diyorsunuz. Alışkanlığınız hep böyledir. Bu özgürlük değildir. Bununla yaşam özgürleştirilemez, güzelleştirilemez. Zavallısınız ve zavallı da gidersiniz. Zaten çoğunuz da öylesiniz.
Ben size doğruları söylemek zorundayım. Artık bazı doğruları anlamalısınız. Birbirimize başka ne yapalım? Biz “deli” insanlarız, sizin gibi kimseler bize hiç yaklaşmamalı. Yırtıcı bir savaşçı olmayan, hele bu bir genç kızsa, bizim saflarımıza hiç yaklaşmamalı. Biz belki denetimi sürdürüyoruz, ama sizi yiyip yutarlar. Bana bakıp aldanmayın. Bizi fetişleştirmeyin, manevi değer gibi görmeyin. Biz günlük çabalarımızla idare ediyoruz sizleri. Başka özgür yaşamın yolu yok. Ağlamakla da bu iş halledilmez, geleneksel kadınlık olgularına baş vurmakla da halledilmez. Sizin de özgürlük savaşçısı olmanız gerekir. İnsan halinize bakıyor; yarınızı neredeyse evine göndermek istiyor. Bu da yakışmaz. Mesela o şikayet edenler, hal ve hareketlerine baktığımızda son derece zavallılık arz edenler nereye gönderilebilir? Göndersek bile ağırınıza gitmez mi?
Bize bağlısınız, öl desek belki ölürsünüz, ama bu bizim için hiçbir şey ifade etmez. Biz savaşmasını bilenler topluluğuyuz. Hem anlayan, hem hızlı yapanlar topluluğu, engel tanımayanlar topluluğu. Böyleyseniz birbirimizi götürebiliriz, yaşatabiliriz. Şunu demeye getiriyorum; sizin durumunuz da kadınlardan pek farklı değil. Ayrı ayrı hitap etmeye de gerek yok. Onlar sizden, siz onlardan betersiniz. Ben bunları söylemek zorunda değilim, ama pratiğiniz bunları söyletiyor. Bir asker, önderini böyle bir değerlendirmeye götürmez. Ben kendi Önderliğimden bile esef ediyorum. Neden? Ciddi bir Önderliğin böyle askerleri olur mu? Demek ki yetersizlik bendedir diyorum, onun için her gün kendimle dövüşüyorum. Halbuki beni de neredeyse son derece kutsal bir varlık gibi görüyorsunuz. Ama ben kendimi öyle görmüyorum. Bana kalsa, bu tutumunuz anlamadığı ve bilmediği Tanrıya yalvaran, onu kutsallaştıran köylünün tutumuna benziyor. Tutumunuz bu ideolojinin yansımasıdır.
Tüm bunları niçin söylüyorum? Dersiniz ordu dersi ve kurumlaşma. Sorumlu veya komutan arkadaşlarımız bunu söylediler. Kurumlaşma nedir diye düşünmeye başladım. Savaşı anlamışlar da sıra kurumlaşmaya mı gelmiş? Ordulaşma, yani örgüt düzeni; korkak adımlarla yürüme gücünü gösterme, uygun adımlar, örgütlü savaşçılık, keyfiyetin durduğu, iradelerin resmi askerleştiği, bu gücün gösterildiği noktaya gelmek demektir. Hemen hallerinize bakıyorum; kurumlaşmayı acaba ne kadar kaldırabilirler diye düşünüyorum? Ben kurumlaşmaktan zevk alırım. Görkemli bir ordu gibi yürümek bizim için altın değerindedir. En değme kurumlaşmalarımız, karargahlarımız var. Hepsine gidip bakın, düşmanın onda biri kadar disiplin yoktur, düzen yoktur, biçim yoktur. Gördünüz ve geldiniz. Niye bazı dersleri anlamaya çalışmıyoruz, neden iyi bir asker olmayı kendimize yakıştırmıyoruz?
İyi bir kurumlaşmayı oturtmak için doğru görüş, doğru görüşte inat, doğru görüşün uygulama ustalığı, onun sabrı, onun denetimi, gereklerinin sonuna kadar yerine getirilmesi, kendini sonuna kadar bunun için ayakta tutma olmalıdır. Bunu kim gösteriyor? Yok! Hepsi kaytarmacı! En değme karargahlar, yani kurumlarımız olması gereken yerde, kurum başlarının yaptığı, en temel işlerini nefere yaptırmak oluyor. Kurmay işini nefere devretmek; “yetkiyi al, o köyü hallet, git o eylemi yap” deniyor. Kurmay bu işte!.. Bir aşiret başkanı bile kendi aşiret üyelerini böyle kurumlaştırıp savaştırmamıştır. Ama bizde var. Karargahların hepsi sorumsuzluk merkezleridir. İçinizde böyle yapanlar da var.
Askerini kurumlaştıran, askerini kendi çizdiği plana göre yürüten tek bir komutan gösterin bana. Hepsi kaytarmacı, baştan savmacı! Ben burada sizi ciddi olarak kurumlaştırma gereği duymuyorum. Çünkü burada köklü bir kurumlaştırma imkanı yoktur. Kurumlaşmanın zemini burası değildir. Ama yine de dikkat edin, buradaki kurumlaşma düzeyi ülkenin sıcak savaşım alanlarındakinden daha disiplinli ve güçlüdür. Karargahlarımızın veya onların komutanlarının keyfiliği dillere destan olmuştur. Kaç tane karargah keyfilikten ötürü yüzlerce şahadete yol açmıştır? Kurum olsaydı, “bu dağda şöyle değil de böyle üslenilir, bir birlik şöyle değil de böyle mevzilenir, bu hazırlık şöyle değil de böyle yapılır” diyebilseydi, birkaç kişi bunu namusluca tartışabilseydi, aslında hiçbir sıkıntımız olmazdı. O zaman mükemmel kurumlaşır ve ordulaşırdık.
Sözüm ona komutan olan kişi, kurumlaşma gerçeğini iyi bir keyfilik alanı olarak düşünüyor. İşte ne oldum delisi, erken iktidar olma sevdalısı, bir günde paşalık heveslisi bu adam, muazzam bela kesiliyor, “keyfim ha keyfim” diyor. Bizim için bir takım, bir manga çok önemlidir. Biz bir mangayı ancak beş yüz düşmanı götürerek kaybedebiliriz. Örneğin, benim askeri tarzımda bir manganın feda edilmesi, ancak beş yüz düşmanın imha edilmesiyle ödeştirilirse kabul edilebilir. Ama bizimkinin ufku ve tarzında şu var; eline yetki geçirmiş, etrafındaki bütün kuvvet dağılır, ama düşman gitmiş mi, gitmemiş mi umurunda bile değil. Böyle sözüm ona kurum başları bizde çok.
Sizde böylesiniz, sizde böyle yaşadınız. Peki ben ciddiyetinize nasıl inanacağım? Kurum dersini, ordu dersini görüyorsunuz. Böyle yaşayan kim, ben mi böyle yaşıyorum? Kaldı ki yaşamayı bilmeyen kimdir? Size göre ne de olsa siz alışmışsınız. Böyle yaşamak kurum gerçeğine aykırıdır. Böyle yaşamayacaksınız, kurumlaşma burada başlar. Acaba size bunu anlatabiliyor muyum? Siz bir işe doğru başlayabilecek misiniz? Acaba taviz vermeden yürütebilecek misiniz? Alanlar var, bir yığın karargahımız var, başlatabilir miyiz? İçinizden iddialı bazı kurucular çıkabilir mi? Onun için nefes nefese buradasınız.
Bütün bunların da ötesinde, kanımca sizlerde başka şeyler de yok. Sizin ruhunuzu bile sorgulamak gerekiyor. Belki ruhunuz askerlikle terstir. Duygularınız ne? İçinizde büyük hissetme yok, büyük duyma, fırsatçılık, başarma tutkusu yok. Bunlar da olmadan ne kurumu, ne ordusundan söz edilebilir? Ben sorunu yanlış ele almamak için kendimi iyi değerlendirmeye çalışıyorum. Sizde bence daha başka bazı şeyler yok. Çünkü bu gerçeğinize baktığımızda, bir çok yanlarınız ordulaşmayı ve askerliği inkardır. Hatta bir tane iyi duygunuz olsaydı, belki bu bile başarıya götürebilirdi. Bu da yok.
Sık sık kendime soruyorum; bunlara ne gerekli diyorum. Beni sürükleyen temel duygu neydi? Acaba bunu paylaşan kaç kişi var? Raporlarınıza bakıyoruz; hemen söyleyeyim, dehşete düşüyorum. Bir insanı sürükleyen tek bir cümle bile yok raporlarınızda. Ama boşa çıkaracak ne kadar durum varsa hepsi sıralanmış. Bu bir protestoculuktur, bu bir tasfiyeciliktir. Yöntem baştan yanlış, kendiniz yanlışsınız veya yanlışa, boşa gidersiniz. Acı duyuyorum.
Ben size biraz kendi yaşamımı açtım. Beni sürükleyen şey neydi? Benim taktik yürüyüşüme yol açan nedir? Nasıl siyaset yapıyorum, iç ve dış dengelerim nedir, kritik durumlar karşısında nasıl tavır takınıyorum? Zorluklar ve kolaylıklar karşısında neye nasıl yöneliyorum? Aslında bunlar çok önemliydi ve bunları anlattım, ama siz bundan sonuç çıkaramadınız. Ruhunuz sarsılmadı bile. İşte Hz. Musa’nın lanetli kavmi buna denilebilir. Bu kaç yıl sürdü biliyor musunuz; birkaç bin yıl!
Lanetli bir sürece girdiğimizi biliyorsunuz. Binlerce yıllık ana topraklarından böyle kopartılanlar lanetli bir yürüyüşe başlamış demektir. Eğer ben bunun önünü alamazsam, belki de Afrika’nın zencisinden Yahudilerden daha utanmaz ve lanetlice savrulup gideceksiniz. Benim kıyamet koparmamın nedeni bunun önünü almak içindir. Ülkesini kolay bırakan, savaşı kolay kaybeder, hatta savaşmadan kaybeder. Gençliğinizi böyle kolay elden çıkarmanız gerçekten bize büyük acı veriyor. Ben bile kendimi iyi savaştırmadığıma hayıflanıyorum. Ve suç bende değil diyorum. Keşke birileri bana daha fazla savaşma imkanı verselerdi! Günlük olarak bu imkanları kendim elde ediyorum. Neden kafam böyle çalışıyor? Daha fazla savaşma imkanı elde edebilmek için. Boğazımı yırtıyorum, neden? Bu belki olanakları biraz daha artırır diye. Kendinize bakın; hazır olan elden gidiyor, fırsat gözlerine mertek olmuş giriyor, umurunda değil. Böyle asker olunamaz!
Dikkat ederseniz, temel askeri kişilik, duygu itibarıyla bile gelişmemiş. Taktik düzenlenişini, kurumlaşmasını bırakın, duygusunda ciddi eksiklikler var. Ben bir örgütsel imkanın peşinden amansız yürüyorum. Mesela kolay kaybetmemek için korkunç yürüyorum. Bana bunu dayatan duygular var. Nedir bu: Düşman karşısında kolay yenilgi alınmamalı, bir halk böyle kolay kaybetmemeli, bir halk böyle sürünmemeli. Sizde bu duygular fazla yok. Olsaydı böyle çaresiz kalır mıydınız, böyle subjektif niyetler ve keyfiyetlerle hareket eder miydiniz? Kesinlikle hayır! Böyle temel halk gerçekliğini gece-gündüz doğru yakalar ve onunla yaşarsanız, yine düşmanın acımasız gerçekliğini gece-gündüz yakalar ve onunla yaşarsanız, kolay hata yapmazsınız. İğne ucu kadar fırsatı görürseniz değerlendirirsiniz. Benim pratiğim bunu söylüyor.
İşte kurumlaşma söz konusu olduğunda, kurumlaşmayı bilmeyen kimdir? Kimdir engel teşkil eden? Kimdir ordulaşmaya, onun her türlü örgütlenmesine ve disiplin esaslarına gelmeyen? Bu bir çırpıda anlaşılır ve kimse de kolay kolay gereklerini yerine getirmezlik yapmaz. Niye kendimizi kandıralım? Bu iş büyük bir tutku işi, bu iş ya olur, ya olur işidir. Engel de ne demek, “saptırıldım, oyuna geldim” demek de ne demek! Bu kelimelerin kullanılması bile suçtur! Gerilla tarzını kavramamak da ne demek! Özellikle hayatını ortaya koyanlar için bunu söylüyorum. Belki benim gücüm buna yetmiyor? Zaten kendimi sizinki gibi bir komutanlığa yakıştırmıyorum. Ama madem ölümü bu kadar göze aldınız, madem silah da patlattınız, nerede kaldı bunun taktik esasları? Nasıl oldu bu kadar yanlışlık?
Devam edeceğiz; bu tartışmayı bıkmadan, usanmadan sürdürebilirim. Benim sizden tek istediğim şu: Acaba bu sefer anlayabilecek misiniz? Ama doğru anlamak, adam gibi anlamak! Hiç de birbirimizi idare etme sözlerine gerek yok. Kesinlikle yenmek için bize çok gerekli olduğu kadar anlamaktır. Başarılı yapmak için gerekli olduğu kadar anlamaktır. Bu kadar eksiğiniz ve yanlışınız varsa, onları ortadan kaldırmak için, gerektiği kadar anlamak, anlamak, anlamaktır!
REBER APO
16 Haziran 1995
- Ayrıntılar
Nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı? Doğumumuzdan ölümümüze kadar peşimizi bırakmayacak olan soru iki tanedir. Cevabını verirseniz; yaşamdan savaşa, savaştan da yeni bir yaşama çıkış yapabilirsiniz. Tabii sizleri anlayabilmek için, anlatabilmek için kendimizi anlamak gerekiyor. Onu yapıyoruz, yaptık biraz. Teorik konuşuyorsunuz savaş üzerine, bol bol halkların savaş devrimlerinden yine bahsettiniz. Ama bir soru var ki, çok eksik. Siz yaşıyor musunuz, savaşıyor musunuz veya yaşam ve savaş gerçeğinin neresindesiniz? Tabii öyle anlaşılıyor ki, benim şu anda böyle iddialı bir konumda olmam, yaşam ve savaş arasındaki bağı az-çok çözmemle gerçekleşebilmiştir. Nasıl yaşamalı ve savaşmalı sorusuna yönelirken, soruya cevap önem kazandıkça, bunun en ağır sorumluluğunu yaşayan kişiliğin üzerinde müthiş durmanız yöntem olarak en doğrusu oluyor. Çünkü siz gerçekten benim deyimlerime göre, yaşamın da, savaşımın da çok dışındasınız. Ve durumlarınız yürekler acısı. Çok üzülüyoruz size ve şahadetlere.
Bana göre hiçbir zaman savaşçı böyle kolay düşmemeli. Tabii bunun da nedenini araştırıyorum. Gelip yaşamınızda düğümleniyor. Yaşam büyük bir arayıştır. Siz ise düşman ne kadar hazırlop, yani balığı tutmak için oltaya yem taksa hemen ona takılıp gidiyorsunuz. Yaşam karşısındaki pozisyonunuz bu. Düşmanın uzattığı olta yemine takılan balıklar ne kadar yaşıyorsa, siz de o kadar yaşıyorsunuz. Bu, çok kötü bir yaşam biçimi oluyor. Size belki gücüm yetmez ama, nasıl oltalık olmadığımı çeşitli yönleriyle anlatmaya devam edeyim. Daha ilgi çekici ve örgütleyici oluyor bu yöntem; çok açık tabi! Benim hatırlayabildiğim kadarıyla, çocukluk öfkelerim, hayallerim, istemlerim, arzularım, yani kendimi duyumsadığım her şeyimle; adı da gitmiş, kendisi de gitmiş bir ülke ve halk içinde çıkış yaptık, buraya kadar geldik. Bunun hikayesi müthiş!
Siz bu hikayeyi henüz öğrenememişsiniz. Hayret! Halbuki gerçekten büyük bir merakla öğrenmeyi bilmeliydiniz. Çünkü bu hikaye hepinizin hikayesidir. Direnmek isteyen bir halkın yaşam ve savaş hikayesidir bu. Ne yazık ki, halktan gelmenize rağmen, kavrayamamışsınız. Neden? Tabi düzen halkı nasıl etkisizleştiriyor ve kendi dayattığı, adına kader-yazgı denilen düzene mahkûm yaşam içinde nasıl tutuyorsa, sizi de öyle tutmuş. Siz düzenin hikayesini yaşıyorsunuz. Ben ise düzene isyanın hikayesini yaşıyorum. Fark burada, büyük bir fark tabi.
Biz önceki devrede ‘İlk İsyandan Halk Savaşına’ adı altında düzenlenen değerlendirmelerde biraz açmaya çalışmıştık, ama hâlâ çok açımlanması gerekiyor. Dediğim gibi, siz ciddi ve saygılı yaklaşmıyorsunuz; yoksa bir çok yönüyle hikayeye açıklığa kavuşturdum. Kendinizi çok seviyorsunuz, beğeniyorsunuz. Ama içinde bir şey yok. Özellikle başarıya götüren ciddi, sevdalanacak hiçbir şey yok. Kendinizi sevecek, beğenecek çok az şeyleriniz var. Ben de kendimi sevmiş ve beğenmiş olsaydım, bu duruma yol açamazdım. İşe sahte düzen ölçülerine göre dayatılan sevgi ve beğeniyi reddetmekle başladım. Duyguların inkarı, anlamsızlığını veya hiç yaşamama gibi durumunu görerek başladım.
Halk savaşı, aslında çok basit bir sorunun çözümüyle anlaşılabilir. Öyle çok kitap okuyarak ve -yıllardır işte sözüm ona savaşın içinden geliyorsunuz- deneyimle de fazla anlayamıyorsunuz. Daha sade anlatmak gerekir veya çok basit bir sorunun temelinde anlamanız belki daha da mümkün olabilir. İşte o da, “ben nasıl yaşıyorum ve savaşa nasıl sıçrama yaptım?” sorusunu cevaplandırmakla mümkündür. Kendimi 1980’lerde anlatmayı istemezdim, 1985’lerde, hatta 1990’larda bile kendimi anlatmıyordum. Veya daha değişik anlatıyordum. Şimdi ise, böyle anlatma gereği duyuyorum. Neden? Çünkü büyük bir inatla yaşamı ve savaşımı öğrenmemeyi, çok tehlikeli bir biçimde ve neredeyse bir kadermiş gibi, yani yenilgi anlamında normal görüyorsunuz. Bu bizi çok sıktı. Bütün beklentilerimize rağmen, büyük yaşayan ve savaşan kişi çıkmadı. Çok uzun süre bekledim dikkat ederseniz.
Bu kadar anlamsız kayıp verdikten, yaşam ve savaşı böyle kördüğüme çektikten sonra kendime yönelme gereği duydum. Yani ben nasıl savaşsallaştım? Bunu anlatma gereği, sizden ötürü yoğunlaşıyor. Yoksa sizin gibi ana kuzularını bu ateşe niye atalım? Sizin en temel sorununuz; benimle nasıl arkadaş olmaya da fazla anlam veremeyişinizdir. Arkadaşlığa gelmeme, arkadaş olmayı bilememe de herhalde en temel sorunlarınızdan birisidir. Tabi halkı bir yandan birliğe çağırırken, sizi de ihmal etmeyiz. Hatta sizin öncü birliğinizi kesinlikle geliştirmek gerekir. Başka türlü zaten savaş yürütülemez. Ama neyin arkadaşısınız? Niçin arkadaşsınız? Bugün bile, bu sorulara cevap verdiğinizi sanmıyorum; doğru biçimde tabi.
İçinizde birbiriyle doğru-dürüst arkadaşlık, yoldaşlık edecek adam yok. Diken gibi batıyorsunuz, itiyorsunuz, daraltıyorsunuz, öfkelendiriyorsunuz, kaçırtıyorsunuz. Bu pratiğinizde çokça ortaya çıkmıştır. Aranızda arkadaşlığı çekici olan kaç kişi var? Şöyle yüce savaşçılığa çeken, anlamlı bir yaşama çeken kaç kişi var? Niye kendinizi aldatıyorsunuz ki? Halbuki benim halen ne kadar arkadaş canlısı olduğumu görüyorsunuz. Çok doğal olduğu kadar, çok iddialı, çok çabalı, kusursuz denebilecek bir arkadaş arayıcısı oluyorum. Bunu da tabi pratikte milyon kere kanıtladık. Sözüm ona savaş birliklerimizin, halkımızın örgütsel görevleri başındaki sözde militana bakalım; arkadaş olmayı bile bilmiyor. Farkında bile değil. Neyi konuşturduğu belli değil ve çoğu düşmana göredir. Çok azı halkın temel ihtiyacına göredir, kurtuluşa göredir.
Niye böyle oldunuz? Lanetli halk gerçeğine bağlayacaksınız; düşmanın ayartmasına, çok kötü terbiyeye bağlayacaksınız. Ama bu sizi kurtarmaya yetmez. Sadece neden saf olduğunuzu kanıtlamaya yeter. Böyle anlatmakla saflığınızın gerekçelerini ortaya koymuş olursunuz, kendisini değil. Mesela bana göre hanginiz çıkıp da “ben şekillendim”, “baştan böyleydim, çok istekliydim ve aslında başarıyordum da” diyebilir? Dikkat ederseniz pek yok. Güç getiremiyorsunuz. İyi niyetinizden kuşku duyulmaz, benden daha fazla fedakârsınız veya arkadaş canlısısınız. Ama amacı yok işte, savaşa giden yolda değil. Ahbap-çavuşçadır, kandırmaca tarza çok açıktır. Kolay bağlanıp kolay sökülür cinstendir. Yıkılmaz değildir bağlarınız, ilişkileriniz. Her an ters düşebilirsiniz, ihanet edebilirsiniz, belki de farkında olmayarak.
Mesela benim arkadaşlığım öyle değil. Ben, gerçekten düşmanımda bile büyük saygıyı yaratmayı bilen kişiyim. Dağlarımla, kurtlarımla, kuşlarımla, yılanlarımla, çıyanlarımla, otlarımla, her türlü bitkilerimle, her türlü yine hayvanlarımla aslında çok candan arkadaşım. Öncelikle ülkemle arkadaştım diyebilirim. Daha sonra insanlarla arkadaş olmaya sıra geldi. Halen hatırlıyorum, bazı ağaçlarım vardı, nasıl onlarla arkadaş olmaya çalışıyordum. Hepsi aklımda. Yılanlarla bile uğraşmam, tam bir alışkanlık biçimindeydi. O başını çıkarıyordu ben üzerine gidiyordum, aylarca böyle süren hikayeler var. Hiç birinizin aklına böyle şeyler gelmez. Kuş yuvalarım vardı, günde on defa ziyaret ederdim. Yollar vardı, sicim gibi akıp giderdim ve hep aklımda. Hangi ağacın neresine bakıyordum, hala hepsi zihnimde.
Sizin beyninizde sürekli böyle duran hatıralarınız var mı? Yani bu bir yerde yurtseverlik oluyor. Toprağa bağlılık. Bütün bunlar yürektedir ve günü geldiğinde biz bunları tarihe bağladık, teoriye bağladık. Siz ise hikaye. “Haydi bir çırpıda salla ayağını, koyuver gitsin” dediniz. Tabana kuvvet dediniz, kaçtınız gittiniz. Ben de ayrıldım ama, size ilk isyanda belirttim. Köye, aileye büyük tepki duydum, kopuşun ne kadar zor olduğunu ortaya koydum. Ama şu şartla kopmuştum, bir kez daha döneceğim ve her köye döndükçe devrimle döndüğümü iyi hatırlıyorum. Kesinlikle dönüşlerimde tekrar yoktu, devrim vardı. Bunu daha sonra ülkeyi de dolaştığımda, bir kez daha “döneceğim” dedim ve her dönüşüm bir devrim atılımıydı. Tabii bunu önce kendi içimde kararlaştırıyorum, yaşıyorum. Hiç ortada PKK, savaş diye bir şey yok. Yıllarca kendi içimde yaşamışım. Tabii ne kadar sadıkane bir yaşam olduğu açık.
Ben bunu “çocukluk anılarıma, hayallerime ihanet etmeme” biçiminde bir cümleyle tanımladım. Ama acaba sizin ihanet etmediğiniz, bir hayaliniz ve hatıranız kalmış mıdır? Belki de anlam veremiyorsunuz. Yaşamdan, savaşa geçiş kişiliğini anlatmaya çalışıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, siz çok yönlü kopuşlar yaşadığınız için, yurtseverliğe dönüş yapamıyorsunuz. Yapamadığınız için de, yüksek savaşçı özellikler gelişmiyor. Bir önemli neden bu olabilir. Çünkü, en görkemli dağ doruklarındasınız, orada bile yaşamayı bilmiyorsunuz. Tahmin ediyorum bakmasını bile bilmiyorsunuz. O bakışlar sizde yok. Yürek duyarlılığı da yok. Yüreği derinden etkilenen, herhangi bir gelişmeden, havadan, sudan, kurttan, kuştan, çiçekten, her şeyden sanmıyorum olsun. Bakmaz bile. Yani yaşamasını bilmiyor veya bilse de hayaline dalıp, savaşla bağını hiç aklına getirmez.
Dikkat ederseniz benim ilk isyanımdaki bir özellik çok önemlidir. Dün gibi hatırlıyorum; bir bağdayım, bağı güzelleştirmekte veya en azından bir bakımla uğraşıyorum. İyi bir iş yaptığıma eminim, bozmuyorum velhasıl. Aileden gelen kişi ise haksız veya fazla emek harcamadan belki de o düzeni bozmaya çalışıyordu. Kesin öfke ve karşı koyuş böyle başladı. Başka bir nedeni olduğunu sanmıyorum. Yani böyle bin bir tane hikayem var. Tabii üzerinde çokça durduğumuz için, belki de kafanızda canlı yaşadığı için söylüyorum. Hemen her günüm böyleydi. Bir işi doğru yaparken, birilerinin bozması anında öfke ve öfkenin artık kavga gücüne veya kavga duygusuna, kavga kinine dönüşmesi. Mesela gücüm oranında da, neydi ilk eylemim? Etrafımdaki taşlar. Hemen öfkelendiğimi hatırlıyorum. Önce bağırdım, biliyorsunuz hitap, yani propaganda. O ilkin öyleydi. Baktım bağırmayla gitmiyor, laftan anlamıyor, işte hemen etraftaki taşlara saldırma ve taş gücüyle adımı geriletme, kaçırtma. Ondan sonra adamın klasik gerici ilişkilere sığınması söz konusu. Ona da karşı çıkma gücünü gösterme. Yine büyük bir karşı koyuş.
Devrimi burada kesintiye uğratmıyorum. Kişiden aileye hevesle çatıyorum ve küçükten büyüğe, köye kadar da bulaştırıyorum. Köyün içinde de daha böyle gürültülü bir hal almasına yol açıyor, ondan da çekinmiyorum; bir adım daha. Köyü de gerektiğinde hiçe sayıyorum. Bunlar köyün gelenekleriymiş, pek umurumda değil. Yine büyük, taşlı kavgaya devam. Büyükmüş, babaymış yine de mühim olan devrimdir ve onu ona karşı da yürütüyoruz. Tabi köy güçlü, aile güçlü, sonuna kadar karşı koyamazsın; çünkü teksin ve çok çocukça bir konumdasın, sıradan bir geri çekilmeyi yaşadık. Sabahleyin kavgaya başladık. Öğleye doğru geri çekilme yaptık.
Tabii bizim bu şanlı gerillacılarımıza ithaf olunur. Bir çok köye giriyorlar, bir sigara, bir çay uğruna birimlerini imha ettiriyorlar. Hangi amaçla girişleri belli olmadığı gibi, niçin, nasıl çıkmaları gerektiğini de hiç anlamıyorlar bile. Ama bu çocuk havamda bile benim görebildiğim; sabahleyin başladık, şiddetlendirdik. Yine dün gibi hatırlıyorum; daha güneş tam öğleye doğru dikilmeden, ben o bilinen parayı da aldım, yani adamın hazinesine de ulaştım. Orda on lirayı çıkarabilme gücünü gösterdim. Yani adamın yalnız fiziki varlığına değil, maliyesine kadar biraz yöneldik. Ardından yine hiç kimse duymadan, süzülüp çıktık köyün karşısına. Hatırlıyorum yani, inkar mı edeceksiniz? Bir kavga biçimi. Neden böyle çok seri bir biçimde başladık, çok hızlı ve giderek sürekli yoğunlaşarak yaptık. İşte o eylemi, o ağacın altında gözden geçirdiğimizde, büyük bir öfkeyle “köye böyle dönmeyeceğim” dediğimizde, onun şu anlamı vardı: Daha sonra döndüm, belki de bir hafta sonra, ama ben değişik döndüm, direndim döndüm. Bir mesafe aldık. Boyun eğmedik.
Sizin ucuzca kullandığınız “uzlaşma” hayır, uzlaşmayı yapmadım. Kendimi kanıtladım. Tabii ardını da getirdim. Mesela gittiğimiz yer var. Hatta giderken yolda takındığımız tavırlar var. Birliklerimiz şimdi bile, bir yol yürüyüşünde “top düştü” diyorlar, bilmem “pusu kuruldu”. Her gün kayıp haberleri. Yine o zamanki tek halimle çok büyük bir öfke, isyan seli halinde olduğum halde birinci köyü geçerken, dükkanın önünden geçtiğimi hatırlıyorum. Son derece normal, okullu bir çocuğun bütün yeteneklerini takınırken, böyle süzüldüm geçtim. Ve hiç isyan ettiğimi görmediler, anlamadılar bile. Aynı şeyi arabaya binerken de, –posta arabasıydı- yani resmi araba, onu orada da gösterdim. Ve oradan işte Birecik’e ulaşabildik. Yine oradan ilk defa yol yürüdük ve köprüye kadar çıktık. Saat biri bulmuş ya da bulmamıştı. Birecik köprüsünün başında yine araba tuttuk ve sanırım öğle üzeri de kendimizi Nizip’e attık. İlginç bir hikaye fakat, son derece anlamı olan bir hikaye. Ve hemen orada işe koyulduk, yine çalışma sürecine girdik. O iki gün pale eylemimiz vardı. O gün, o palede sabah, akşam, öğle ayran içerdik. Ve yine şişen bileklerimiz, oradan yürüyüşle, apar topar tekrar ilçeye dönüş yapmamız söz konusu.
Bütün bunları şunun için anlatıyorum: Böyle bin bir hikaye var. Bir kişinin öfkesi, uğraşısı, öfkesiyle birlikte eylemi, eylemin sonuçları. Bunların hepsine yürekte yer olursa ve kendi içinde tutarlı olursa, savaş kişiliği için bir adım atılmış olur. Mesela sizin yaşamınızda böyle hikayeler var mı? Böyle kendinize ilişkin kaç tane hikaye anlatabilirsiniz? Hepsi ya teslimiyettir, ya uzlaşmadır. Yoksa böyle teorik anlamı olabilecek tek bir hikaye yaşadığınızı sanmıyorum. Var da, ama ana kucağında, aşiretine sığınma, aileye sığınma, babaya sığınma, şuraya sığınma, buraya sığınma, yalvarma, yakarma... Sanıyorum benim bu hikayemde böyle durumlar yok. Son derece bağımsız, özgür olmayı esas almışım. Kendi yaşam ilkesi var, yaşam ilkesine aykırı davranana hemen tavır koymuş ve bunları sürdürmüş. Bu bir yaşam biçimi, yaşamda bir tarz.
Aslında başka hikayeler da anlatılabilir. Pamuk tarlalarına da gittik. Halen hatırlıyorum; ilaç gözlerimizi yakıyordu, boynumuzu yakıyordu. Ve ondan önce de kamyonlara ırgat gibi doluyorduk. Onun utancını da duydum. Ben bir şehirden geçerken yanımdaki kişilerin arasına gizlendim; bizim millet görmesin diye. Ondan sonra çuvala yüz kilo doldurmak için, nasıl bir yarış içinde olduğumuz. Pamuk çuvalı yüz kilogram olduğunda büyük sevinç duyardık. O zaman kilosu on kuruştu. O da bir kanıtlamaydı. O işte okula geliyoruz, yine okula yetişeceğiz. Ama okula gelmek ve öğrenmek için büyük bir tutku var. Bu da bir yaşam biçimi sanıyorum. Biz çok dikkate değer bir şey çizmişiz. Öğretmenlerimin hepsi iyiydi, bizi nasıl değerlendiriyor idiyseler bilmem, ama onların gözdesiydim. Bayan olsun, erkek olsun bayağı böyle ilgi duyarlardı, özel ilgilerini hiçbir zaman eksik etmemişlerdi. Bunlar da bir yaşam biçimi. Daha bunun gibi bir sürü anı.
Mesela, bu ilk oyunlar meselesi var. Aslında ben oyunlarda fazla güçlü değilim. Ama bir tarz var ki, hepinizinkinden çok farklı. Yani siz yalancı pehlivanlar gibi, elli defa yenilseniz de, aynı oyunu rahatlıkla oynayıp gidiyorsunuz. Çok zordu oyunlara girmek. Zaten hiç oyun bilmem de. Mesela ben halen hayret ederim, bu halk oyunlarında nasıl beceriklisiniz diye. Ben aslında öyle fazla oyun bilmem. Hayret ediyorum bu becerilerinize. Kolay öğreniyorsunuz ama, sanıyorum anlamını bilmiyorsunuz. İyi bir oyuncunun, iyi bir savaşçı olması gereği arasında bağlantı kuramıyorsunuz. Onun için herhalde oyun size kolay geliyor. Benim için oynamak bir yaşam biçimi veya oyunda başarılı oldum mu, her şeyde başarılı olmam gerekiyor.
Sizde ise yaşamdan, başarılı olmaktan kaçınmak için oyunda başarılı olmayı bir yanıltma, kendini tatmin etme aracı gibi değerlendiriyorsunuz. Oyun tekniğinizle, oyuna yaklaşımınızla kişiliğinizi boşa çıkarmada, yaşamı örtbas etmede veya yaşamı ilerletmemede bir rol oynuyorsunuz. Ama oyunların gerçek tanımı, gerçekten sosyal anlamı, siyasal anlamı itibarıyla bir ön savaş adımı olarak değerlendirilmeli. Ama bizde çarpıklık çok gelişkin olduğu için, yücelmekten, savaşmaktan alıkoymak için oyunda tatmin var. İşte bugün spor böyle kullanılıyor, folklor da böyle kullanılıyor. Tabii benim için öyle değil. Oyunla yaşamı, oyunla savaşı birleştirerek yürütüyorum. Oyunla savaş arasında gayrı-ciddi bir bağ kurmuyorum. Savaşır gibi oynuyorum. Evet, oyunla savaş arasında çok ufak bir ayrıntı vardır. Ama bakın, sizin savaşçılığınız da, oyunbazlığınız da çok kopuk, çok karikatürize edilmiş oluyor. Aslında gerçekten bu anlamda, kesinlikle siz iyi oyuncularsınız. Daha doğrusu oyuna kolay geliyorsunuz. Zaten sık sık “oyuna geldim” demek de bu yüzdendir.
Doğrudur yani, kolay oyun öğrenmiyorsunuz, kolay başkalarına oyun oynuyorsunuz, kolay da oyuna geliyorsunuz. Benim en çok zorlandığım bir konu bu. Kolay oyuna gelmemek, kolay oynayamamak ama, oyunla savaş arasındaki bağı, yine savaşla, mücadele ile bağını inkar etmemek bende çok etkilidir. Her ikisine karşı da çok ciddiyim. Sizin gibi değil. Sizin yaşamınızın büyük bir kısmı oyunbazlık, bu konuda herhalde köyün en yeteneksiz çocuğu bendim diyebilirim. Neden acaba? Ailede biraz böyleydim. Olumlu bir özellik midir acaba? Bir geri düzey midir veya artık faydası mı oldu bana? Yaşamı basit bir oyundan ibaret görmemek, oyunlara dalıp kendimi kaybetmemek gibi bir sonucu olabilir. Hatta hatırladığım kadarıyla en iyi oynayanlar, en hafifmeşrep de olabiliyorlardı, fazla ciddi olamıyorlardı veya ben onlardan ciddiyet bekliyordum.
Reber APO
5 Haziran 1995
- Ayrıntılar