Her alanda gelişiyorlar değil mi? Onlara mesaj vereceğim. Kendi yapılarında erkeği eğitiyorlar öyle mi? Derinleşme durumları gelişmiş galiba. Akademi çalışmalarının derinleştiğini belirtiyorlar, sivil toplum örgütlenmelerine ağırlık vermişler. Türkiye’de de Özgürlük Akademisi olabilir aslında. Son dönemlerde herkes aşk şairi kesilmiş; bu konulara kalem atmayan yazar kalmamış gibi. Bazıları bu süreci saptırmaya çalışıyor, kadın olayının demokratik hamlesi çok saptırılıyor, aşk adı altında düşürülüyor.
Bizim kadın hareketinin binlerce kadrosu var. Bunun önünü almak için aşk şairliği türetildi. (Erkeklerin eğitimi üzerine) Erkek üzerine bu çalışmanın yapılması anlamlıdır. Birlik önemli. Eski yapay ayrılıklar aşılmış mı?
Savunmalarımı kendi problemlerine olduğu gibi uygulamadılar. Savunmamın tarih, felsefe ve yöntem anlayışını kendi gerçekliklerine uyarlasınlar. Kadın tarihini yazsınlar. Savunmalarımda kadın boyutuyla büyük bir derinlik var. Savunmaların en iyi kadınlar değerlendiriyor. Kadın sorunu Avrupa’da da var; yalnız Kürt kadınında değil. Bu boyut evrenseldir. İnanna olgusu Kürdistan gerçekliğidir. Mitolojik yeri vardır. Kutsal kitapta yerlerini bulurlar. Size de okumanızı tavsiye ederim. İnanna kültürü Zağros’tan Mezopotamya’ya inmiştir. Kırk yıllık birikimle bunları söylüyorum. On bin yıllık kadın egemenliği tahılı bulan, öğüten, evi kuran kadındır; meyve ağaçları, evcilleştirme kadın emeğinin sonucudur. Erkekler sağda solda isimsiz avcılar gibi tutuluyorlardı. Arkadaşlar arkeolojiye, mitolojiye ilişkin bol bol kitap okumalılar. Babil’in tanrısı Marduk erkek egemenliğinin ilk temsilcisidir. Babil kültürü daha sonra İbrahim yoluyla Yahudilere geçiyor. Kitabı Mukkadesi okumanızı tavsiye ediyorum. Burada kadının düşürülüşü çok ilginçtir. Babil destanındaki erkek egemenliğini de okuyabilirsiniz. Kadın dördüncü buzul çağının sona ermesi ile Neolitik toplumun doğuşuna dayanır. Neolitik toplum birikimleri Sümer’e yansır. Eğitimlerini mitoloji, felsefe, bilim tarihi ve sanat tarihi alanında yapmalı; bu bilinçle günümüzde sivil toplum örgütlerini yaratmalılar.
Size yüksek değer biçiyorum. Güzel doğru bir yoldalar. Açılıp kendilerini egemen kılmalarını istiyorum. Soylu bir yoldasınız, kendilerine güvensinler; kaygılanmaya, ne olacağız demeye gerek yok. Eski dünya anlayışlarını bitirsinler. Bana ilişkin çok güzel tanımlamaları var. Benim onlara bağlılık şeyim şöyledir; 5000 yıllık kirli tarihe rağmen, giderek daha iyi olmanızı, erkeğin kararttığı dünyaya karşı arınarak kendi gerçekliklerinizi yaratmanızı diliyorum. Hem ana saygısı, hem de aşka dair söyleyeceğim bunu. Çünkü kadın sürecin en büyük teminatı, değeridir. Görünüşte herkes aşık oluyor, anasını seviyor görünüyor. Bunu ikiyüzlü buluyorum; benim için hiçbir önemi yok. Seni çok seviyorum diyor, hançeri vuruyor. Gazetelerden okuyorum, fotoğraflarını görüyorum, o kadar güzel insanlar aşk adına katliama uğratılıyor. Kültür katliamından, halk katliamından daha tehlikelidir kadın katliamı. Kadında namus olmalı; ama bu bıçakla öldürmekle olmaz. Böyle yaşanılmaz. Ben ahım şahım bir erkek değilim. Annem bana sen aile reisi bile olamazsın diyordu. Bu benim umurumda değil. Başka bir erkek olmam çok önemli. Erkeği öldürmek derken bunları belirtiyorum. Bu konuda cesaretli olmak en büyük cesarettir. Kadın yaşamın, toprakların sahibi. Aşk adına kadının ruhunun, fiziğinin katliamını önlemeliyiz. Bir erkek olarak kendimdeki erkeği iyi öldürdüm; bu cesaretlerin en büyüğüdür. Türkiye’de kadın şeyi iyi bir noktaya geliyor. Mesela Nazım Hikmet deniyor; küçümsemiyorum ama kadın sorununu çok derinden ele almamıştır. Saygılıyım ama yetmiyor. Reel sosyalizmin kadına bakışı, egemen erkek bakışıdır. Eşitliği, özgürlüğü ve saygıyı ifade etmez. Bunu ben yaptım. Bu eksikliğin giderilmesini önemli buluyorum.
Aslında kadın konusunda bir roman yazmak istiyorum. Fırsat bulursam yazacağım. Onlarla en güçlü arkadaşlık olacak şeyim de vardır.
Sahte aşk teorisyenlerini ciddiye almıyorum. Bu eksikliğin kapatılması gerekiyor. Bu söylediklerimi reel sosyalizm yapamadığı için çözüldü. En güzel dünyayı, en renkli dünyayı, barışı kadın yaratacaktır.
Anadil hakkı doğal bir haktır, temel bir insan hakkıdır. Kendi olanaklarımızla dili geliştirme, devletin de buna engel olmaması. İşte Bulgaristan’daki “Türkçe’nin lehçesi” diyorlar. Azerice Türkçe’nin lehçesi değil mi? Lehçe de olsa, eğitim hakkımı istiyorum. Türkçe’nin lehçesi de olsa, çocukların okulda kendi diliyle abece öğrenmesi siyasi bir şey olamaz. 7-10 yaşındaki çocukların dilinin olmasına nasıl siyasallaşmadır denebilir. Olayı siyasallaştıranlar yasaklayanlardır. Bu tehlikeli bir politika, bu “biz sizi imha etmek istiyoruz” demektir. İsyana teşvik budur, ayrılıkçılık budur. Ben ılımlı bir insanım, herkes beni doğru anlamalı. Türkler de, Kürtler de beni doğru anlamalı. Ben mütevazı bir insanım, çok olumlu yönlerim vardır, ama ben anneme on yaşında “anne sen öğretemeyeceksen niye dünyaya getirdin” dedim. Beni bekleyen tehlikenin farkındaydım. Eğer dilini bile öğretemeyeceksen niye dünyaya getiriyorsun? Çocuğuna dilini öğretmeyen ana olamaz. Namus ananın çocuğunu iyi yetiştirmesi kültürlü yetiştirmesidir. Evlilik yapılmasın, onlara çocuk doğurmasınlar demiyorum. Anam benden namus için düşman bir aileye tavır almamı istiyordu. Ben onlarla arkadaşlık ettim. İşte biliyorsunuz, Hasan Bindal savunmamda da yazdım. Asıl namus, ananın çocuğunu iyi yetiştirmesi, kültürlü yetiştirmesidir, dilini öğretmesidir. Kuşların bile dili var, insafsızlık etmesinler, bu bende isyan başlattı. Bu noktaya kadar geldik. Bu konularda ordu daha anlayışlı olmalı, mektup da yazdım. Taraflar sağduyuya gelmeli.
Vakit kalmadı ama 8 Marta ilişkin bazı şeyleri vermek istiyorum. Uygarlığın karanlık çağlarında kadın derin bir yokluğu yaşamıştır. Ben aslında bu uygarlığı karanlık buzlu karlı bir çağ olarak görüyorum. Fakat 2000’li yılların başından itibaren kadın baharlaşması başlamıştır. Uygarlık tarihi boyunca kadın cinsine yönelik yalancılığa, zorbalığa dayalı egemenliğe sert kışına ve sert karına karşı karı ve buzu delen kardelenler gibi kadın özgürleşmeleri gerçekleşmektedir, bunu kadın baharlaşması, kadın baharına doğru sert kışa ve kara karşı çiçeklenme, kadının özgürlük hareketinin çiçeklenmesi bu deyim önemli olarak görüyorum. Ben kadınla yüreğim ve aklımla ilişkilendim. Kadınla benim bütünlüğüm alnımdan beynimden bir bütünlüktür, alnımdan yaratılmak denir ya hani, 2000’li yıllarda kadını baharlaşma, özgürlük çiçekleşmesine bin selim diyorum. Kimliğim budur formasyonum budur, kadına bakışım budur. Bu topraklar nasıl ana tanrıçayı yaratmışsa şimdi de özgür kadını yaratacaktır. Cesur ve güzel bir çabadır. Başaracaklarına inanıyorum bu temelde onları kutluyorum.
Annemin de ölüm yıldönümü yarın, bu vesileyle kısa birkaç şey söylemek istiyorum. Anaları anmayı çok önemli görüyorum. Çok boğuştum o kadınla. Savunmamda da belirtmiştim bu konuyu. Anamın vasiyetini tutuyorum. Sosyal işlerle uğraştığım da sen tek kalırsın derdi Sen çok çalışıyorsun çok fedakârsın tek kalacaksın derdi. Doğru çıktı aslında bu sözü. Ben de ona tavuk ve civ civ örneğini veriyordum. Senden iyi bakıyor derdim. Anaların çocuklarına dillerini öğretmesi, dil tartışmalarına da bağlantılı olarak şunu söyleyeyim; dil konusu da çok tartışılıyor, MGK’nın da açıklaması vardı. Anaların çocuklarına dillerini öğretememesi vahşi bir uygulamadır. Kendi anadilini öğrenemeyen çocuk annesini sevemez saygı da duyamaz. Ana ve çocuk arasında yabancılaşma yaşanır. Bir yabancılaşma yaşanır. Bu en temel hakkın inkârını protesto ediyorum. Analar trajedisini doğru bir çözüme kavuşturmak gerekir. Arka kültür cephesini açmak lazım. Bütün analara saygılarımı sunuyorum. Gerçi annem daha sonra anladı beni. DEP Kongresine de katılmıştı. Bir aralar Subaylardan biri de onunla özel olarak ilgilenmiş sanırım bu bizdeki ana ve aile kültürüne yönelik korumacı yaklaşımdan dolayı kaynaklanıyor. Devlet Siyasetle ilgilenenlerin aileleriyle böyle ilişkiler geliştiriyordu. İyi bir ananın iyi bir oğlu olmayı ben özgürlük mücadelesi ile cevap verdim. Saygıyı da bu temelde geliştirdim. İyi bir ananın iyi bir oğlu böyle olur dedim. Bütün analara saygılarımı iletebilirsiniz. Kısa bir mesaj haline getirirsiniz.
Biz sadece halkımızın hukuka dayalı haklarını istiyoruz. Bu insan olmanın gereğidir, aydın olmanın, siyaset yapmanın, hukukçu olmanın gereğidir. Bunları yapmadan siz bir gün nasıl yaşayabiliyorsunuz anlayamadım. Ben halkımın insanca yaşamasını aradım, ben bunun delisiyim. Ben yıllarca bunu aradım, bunu annemle başlattım anneme tavuk ve civciv örneğini verdim. Bak tavuk civcivlerine nasıl bakıyor dedim. Bir ananın üç beş yaşındaki çocuğuna bir kelime bile öğretmemesi korkunç bir şey, ben bunun için babama, aşirete, köye başkaldırdım. O günden bu güne geldim. Bu halk nasıl yaşayacak, hep bu arayış içerisinde oldum. Biz bin yıldır Türk kavmini sırtımızda taşıdık bunu ben söylemiyorum, tarihi bir tespittir bu ama dil yasaklanıyor. TV yayını yasaklanıyor, o zaman nasıl birlikte yaşayacağız. Ama bütün bunlardan yalnız Türkiye sorumlu değildir. AB, ABD Türkiye’ye sınırsız destek veriyorlar, sorumluluk onlardadır. Rumlarla Ermenilere hangi hakları verdiyseniz onları istiyoruz.
Kadının özgürlüğü, bakirelik sadece cinsellik anlamında değildir. Bende kendimi bakire sayıyorum. Önemli olan ruhun, yüreğin temizliğidir. Özgür olmasıdır. Ruhunu temiz tutarsan fiziğinde güzelleşir. Böyle bir kadın yüceleşir. İşte Nucan üç kardeşi şehit. benim yanımdayken bana tapıyorlardı. Daha sonra ayrılıyor. Yunanistan’la şeyi olabilir. Ayfer de öyle. Bu ajan şeylerini ilk İngilizler bize gönderdi. Kadınların zayıf yönlerini kullandılar, düşürdüler. Ben onları eğittim ama ne yapabilirim farklı yöne kayıyorsa. Annen baban seni yetiştirir bir düzeye getirir ondan sonra beynin varsa doğruyu seçersin. Zorlu bir mücadele sürecine giriyoruz. Solun yeniden yapılanması demokratik tarihi bir aşamada. Türkiye dönüşmek zorunda. Bu Ortadoğu’yu da etkiler. Ortadoğu bünyesinde İran, Türkiye, Suriye, Irak tarihi bir sürece giriyor. Burada kadın kritik bir noktada. İkide bir kadından bahsetmemin anlamı budur. Marksın kadının özgürlük düzeye toplumun özgürlük düzeyini belirler sözü doğrudur. Özgür kadın kongresine giderken değerlendirmeleri sunacağım.
Kadında biraz uyanma var değil mi, kadın özgürleşmesinde ben ısrarlıyım, bilim adamları bile söylüyor 21. yüzyıl için kadın yüzyılı olacak diyorlar, kadın meselesi sosyal bir meseledir. Sadece cins meselesi değil bana göre de bir erkek meselesidir. Uygarlık 5 bin yılık erkek yaratmasıdır, kirlidir, erkek bu kirlilikte parça parça dökülüyor, buna yoğunlaşacağım, şimdi erkek meselesi üzerindeyim bunu açacağım heyecanla beklesinler. Kadın biraz özgürlük düzeyi yakaladı, kadınla onurlu bir yaşam, kadın onurlu yaşamı yakalamalı. Bana nasıl yaşıyorsun diyorlar. Bende kudretliyim, peygamberlerin bir dili vardır bende peygamberlerin diliyle konuşuyorum, dindar değilim ama tanrı diliyle konuşur öyle yaşarım Tanrıların diliyle konuşmak öyle kolay değil. Kadın meselesini de iyi kavramak lazım, kadını biz insan yerine koyacağız, onurlu bir biçimde yaşanacak, o zaman kadınla onurlu yaşanacak, ben tüm gücümü nereden alıyorum gelecek hafta ilkeleştireceğim. Böyle büyük kadının ortaya çıkarılabilmesi, dünyayı ve toplumu kurtarır. Bu temelde ben güçlüyüm onlarda güçlü olsunlar. Ben ne genel nede özel ev peşinde koşmasınlar diyorum, daha öncede özgür evlerden demiştim, özgür evlerden Sümer devleti döneminde genel eve geldi. Musakkadim gelişti, özgür evlerde buluşsunlar. Başlangıçta aile iyi bir kurumdu sonra köleleştirildi, kadın tarihi, kadın özgür toplum sözleşmesi bunlar ile kongreye gitsinler. Biraz paraları da evleri de olmalı. Ben demiyorum rahip ya da rahibe olsunlar, rahiplerin nasıl yaşadığını anlasınlar, tanrıça kültürü Stardan, İştar’a, İnana’ya, Afrodit’e kadar gelir bu kültürünü yaşatmaya çalışacağız, bu bizim kültürümüzdür, selamlarımı söylersiniz.
Belli konularda güçlü hazırlıklar yapıp Kongrelerini öyle yapsınlar sanıyorum güçleri gelişiyor. Kadın mücadelesi çok önemli bir mücadeledir. Ben boşuna 21. yüzyıl kadın yüzyılı olacak dememiştim. Kadının dönüştürülmesi yalnız yetmez erkeğin dönüştürme sorunlarını ele almalılar. Partilerine erkekte üye alma da olabilir, ancak bazı ölçüleri olmalı ve onu kendileri koymalı. Onlarında kendi öz güçlerine dayalı meşru savunma güçleri olmalı. Onlar için üç temel çalışma öneriyorum; birincisi kadın tarihi, ikincisi kadın devrimi, yani özgürleşmesi, üçüncü kadının toplumsal sözleşmesi. Bunu daha da derinleştirsinler. Bu üç konuda yoğun bir çalışma dönemi geçirdikten sonra Kongrelerini bu hazırlık çerçevesinde yapmaları daha iyi olur, acele etmelerine gerek yok. İsim düzeyinde kimler var.
Benim diyalektiğimi iyi anlamanız gerekiyor. Felsefi terimlerle ifade etmek yerine halk diliyle ifade etmek istiyorum. Bizimkiler maalesef felsefi dili fazla anlamıyorlar, o yüzden konuşma diliyle anlatmaya çalışacağım. Bize oynanan oyun şu; Kürt toplumu, halkı ve Kürdistan anamızdır diyelim. Komplocular, bunların içinde ABD, Batı, Ortadoğu despotları, hatta Kürt işbirlikçileri de var. Bunlar zorla entrika ile kendi malı gördükleri anamızın bizim tarafımızdan özgürleştirilme istemini hazmedemediler. Çünkü bunlara göre anamız hepsi tarafından ortaklaşa kullanılan bir maldı. Benim bu kafa tutan yanımı daha öncede anlatmıştım anam keşfetmişti. Benim böyle bir yanım hep oldu. Anam benim özgürlük arayışıma katı kurallar getirmek istedi, bendeki özellikleri gördü, kendince tedbirlerini alıyordu. Kendi arkadaşlarımı kendim seçiyordum. Hem kız hem erkek. Hasan Bindal meselesini çok anlattım, değinmeyeceğim. Köyün içinde böyleyim, onların kurallarına göre, yedi yaşında arkadaşını seçemezsin. Ama ben dost-düşman ayrımı yapmadan, istediğim gibi arkadaşımı seçebilmeliydim. Oysa o, düşmanla arkadaşlık istemiyordu. İlk çatışmamız böyle başladı. Birincisi bu, ikincisi ise; onların istediği gibi değil, kendi istediğim gibi dolaşmak istiyordum. Dağlara, bayırlara çıkıyordum. Bana “istediğin gibi dolaşamazsın” diyordu, ben de yok diyordum. Evimiz tek katlıydı, karanlık bir yeri vardı, ahırdı, beni oraya götürüp idam eder gibi adeta nefessiz bırakacak şekilde üç defa boğazımı sıkıp sıkıp bırakmıştı. “Bir daha yapmazsın değil mi?” diyordu. Ama bende bir yolunu bulup fişek gibi elinden kaçıyordum. İlk idam hikâyem böyle başladı. 45 yıllık bir idam öyküsüdür. Sonradan da bana, “sen çok çalışıyorsun çevrendekiler senden yararlanır sonuçta sen yalnız kalırsın” diyordu.
Şimdi örneğimize devam edelim ana oldu Kürt, genelleşti, fenomen bir olgu durumuna geldi. Benim konumum anayı özgürleştirmekti, ne oldu? Komplo oldu. Biz anayla, kadınla değiştirmek istedik. Erkek yabancılaşmış ihanet etmiş -hem politik hem kültürel açıdan- ana ise ne kadar yetersiz olsa da kültürü korumuş, kültürü temsil ediyor. Bağı daha güçlü.
Ama önce bu namus meselesini iyi çözmek lazım. Ben bu yüzden biraz Kürt kadınını ayağa kaldırmak istedim. Adam hem seni öldürüyor, hem karını, kardeşini, kızını bilmem ne yapıyor sonra ben senin ağanım diyor. Kızlarla konuşurken, kimse yanlış anlamasın diye anamdan örnekler veriyordum. Adam hem benim canımı malımı her şeyimi elimden alıyor, sonra anamla evleniyor. Mademki her şeyimi elimden alıyorsun, öldürüyorsun anamdan ne istiyorsun. Bunu şöyle açayım ben anamın iyi evladıyım iyi oğluyum sen hem beni öldürüyorsun hem de anamla evleniyorsun ağa oluyorsun anamın etrafında olan mirasa konuyorsun bizde namus meselesi budur, önce bunu çözmek lazım, bunu iyi çözemezseniz emekleriniz boşa gider sen ne kadar çabalasan da birileri gelir üzerine oturur. Peşmergeler işte gidelim PKK’deki bayanları alalım diye yaklaşıyorlar, yaklaşımları ortada bunlarla neyi koruyacaksın. Bir kız vardı. Beritan, Kürt gericiliğine teslim olmamak için kendini kayalardan attı. Karakoçan’a yakın bir köydeydi. Peşmergeler yalvarıyorlar, teslim ol bir şey yapmayacağız diye. İşte esas aldığım özgürlük çizgisi budur. Ama o Kürt gericiliğine teslim olmam diyor, özgürlüğü esas alıyor. O kızın özgürlük onurunu korumak boynumuzun borcudur. Bu benim ilkemdir. Ben Beritan’ı böyle değerlendiriyorum. Bunu iyi aktarın bu belirlemeyi ilk kez yapıyorum daha sonra yine mektup benzeri kısa bir şeylerle açarız. Ben kadınları üç guruba ayırıyorum.
Ben kadınları üç gruba ayırıyorum.
1-Özgürlük seçeneğinden yana olanlar. Onları Tanrıça İştar’ın torunları olarak değerlendiriyorum. Tanrıca İştar aslında Kürt’tür. İşte ‘Ya Star’ deyimi oradan geliyor. Hitit kralları bile ona bağlıydı, onun adına krallık yapıyorlardı. Sümerlerde zigurratlar var. Her ne kadar kadın orada düşürülmüşse de, diğer kadınlara göre daha ayrıcalıklı, daha özgür konumdalar. Ben elbette bunu önermiyorum. Ama kadının oradaki özgürlüğünü iyi görmek gerekiyor. Onlar Tanrıçanın kadınlarıdır. Bir özgürlük olgusu da var. Biliyorsunuz, özel ev-genelev oradan gelmektedir. Bir de Hıristiyanlıkta rahibeler örgütü var. Rahibelik olayını iyi değerlendirmek gerekir. Bugün Avrupa toplumlarının gelişmesinde kadının bu rolü önemlidir. İslam toplumlarında kadının bu biçimde aydınlanması yaşanmadığından, çok geri bir konumdalar. Ben rahip ya da rahibe olsunlar demiyorum; onlara rahibe yaşamını da dayatmıyorum. Burada önemli olan tanrıçalaşmayı, rahibeliği, kadının mutlak özgürlüğünü anlamak. İsteyenler özgür iradeleriyle bunu yapabilirler. Buna mutlak özgürlükten yana olanlar girebilirler. Mutlak özgürlüğü esas alırlar. Bunlar kendi özgür iradeleriyle geliyorlar. Mutlak özgürlükten yana olanlarıdır. Kendi özgür iradeleri ve özgür seçimleriyle çalışacaklar. Bu büyük irade, bilinç, güç gerektirir. Bunlar İştar’ın torunlarıdır.
2-Eğitimci gruptur. Bunların işi sadece eğitim vermektir. Okuyacaklar, araştıracaklar, eğitim verecekler. Teorik ve pratik olarak gelişecekler. Buna talup da diyebiliriz; öğrenci demektir.
3-Üçüncü grup Zerdüşt mirasına göre evlenebilirler. Biliyorsunuz, Zerdüşt geleneğinde özgür iradeye dayalı evlilik vardır. Zerdüşt iyi bir eş olmayı kadın için de, erkek için de koyuyor. Zerdüşt peygamber tarzını, karşılıklı sevgiyi ve saygıyı esas almalılar. Şimdi yapılan evliliklere karşıyım. Onlar Arap tarzı. Arap tarzı evliliğine karşıyım. Ama Zerdüşt geleneğindeki özgür evliliğe karşı değilim. Bu karşılıklı özgürlük anlayışıyla olur. Evlilik olacaksa özgürlük temelinde olur. Şimdilik bunları belirtiyorum. Hepsine bol bol selamlarımı söyleyin. Bazı isimler getirirsiniz bana. Kim nerede, kim ne yapıyor, bilsem iyi olur. Değerlendiririm.
Kavramları açmak istiyordum. Ordaki kavramları tartışmaları gerekir. Özgür kadın evleri özgür kadın tapınakları demiştim bu kavramlar üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyor. Zerdüşti evlilik demiştim. Bunun üzerine beş on kitap incelenmesi lazım. Zerdüşt’ün evlilik üzerine düşünceleri aslında kitaplaştırılmalı. Sınırlıda olsa kadının köleliğine karşı çıkış var. Sami kökenli evlilik tipi kadını tamamen köleleştirdi. Ben savunmalarımda da açmıştım. Aslında kadının özgürleşmesi sınıflardan bile daha eskidir, ilk sınıf kadındır. Samiler biliyorsunuz Araplar ve Yahudiler de içindedir. İsa’da biraz kadına değer verme var. Rahibeler demiştim. Onlar iki bin yıldır kendilerini eğitmek için çalışıyorlar, kadınları eğitiyorlar. Beş bin yıllık kadının kölelik tarihini açtım, bizimkilerin kendilerini muazzam eğitmesi gerekiyor, tepeden tırnağa yeniden eğitim diyorum. 5000 yıllık tarihte erkeği açamıyorum bile, dinozor gibi olmuşlar. Daha sonra bu kavramları açarız, tartışırız bu temelde selam ve saygılarımı söyleyin. Aslında sanat üzerine konuşmak istiyordum ama yetişmedi.
Televizyon programlarına sık katılıyorlarmış, güçlü konuşuyorlarmış, halk üzerinde olumlu bir etki yaratıyorlarmış.
Bence de çok güçlenmiş olmalılar. Daha öncede söylemiştim İngiliz yazarın Ninova Kalıntıları kitabında “Kürt kadının zor bir anda pencereden atlayarak zor durumdakileri kurtarmasını gördükten sonra Kürt kadının her şeyi yapabileceğine inandım” diyor. Kadının özgürleşmesi için büyük çaba sarf ettim. Roma’da söylemiştim Özgür Kadın Projesi yarım kaldı diye ama buradaki yoğunlaşmalarımla daha da derinleştirdim ve bunu savunmalara yansıttım. Benim kadının özgürlük mücadelesindeki çabam inceleniyor mu? Bu konuda araştırması olan var mı? Kadın ve acı, kadın ve adalet, kadın ve özgürlük, kadın ve sanat, kadın ve güzellik konularında araştırmalar yapılmalı, kitaplaştırılmalı. Toplum sözleşmesi demiştim sanırım onu yapmışlar, kitaplaştırmışlar. Güzel olan, cesur olan, iradeli olan kadın dünyayı fetheder.
5000 yıllık geleneksel kültürü yıkıyorsunuz. Hem dışta, hem içte egemen kültürü yıkıyorsunuz. İçte ve dışta size karşı çıkanlar olabilir, bu tehlikelere karşı meşru savunma gücünüzü yaratın. Zannediyorum meşru savunma temelinde konferansları da olacakmış. Kendinizi sonuna kadar yetkinleştirin. Geleneksel ölçülerle yaşam korkunçtur, beladır. Böyle yaşam olmaz. Kendi savunmalarınızı da kendiniz de yapmak isteyebilirsiniz. Onları anlayabilecek erkekler de vardır. Onlarla çalışabilirler. Kadın hareketi, bir insanlaşma hareketidir. Bununla insanlık kazanacak. Bayanların listede olmasını çok olumlu buluyorum. Kadınların olması önemli bir hamledir. Kadınlar kendilerine güvensinler, ilkeli olsunlar, demokrasi bilincini açığa çıkarsınlar, beş bin yıllık topluma egemen olan erkek egemenlikli kültüre karşı mücadele ediyorlar, bunun bilincinde olsunlar, demokrasi bilinci kadınla gelişecektir. Ben bunları daha öncede açmıştım. Bunu uzun uzun açarak mektup haline getirebilirsiniz, bir seçim bildirgesi biçiminde verebilirsiniz.
Televizyondaki programlarda kadını ağırlıklı olarak verseler iyi olur. Kadının kimlik savaşında bir gelişme her yerde var sanırım. Kadın olayı çok önemlidir. Artık kadın gün yüzüne çıkabilir. Belli bir iradeleşme yaşandı. Bunu demokratik temellerde açığa çıkarsınlar. Bahsettiğim Özgürlüğün Ekolojisi kitabında benzer tezler var ancak bir yönüyle verilmiş, ben daha tarihsel ve sosyal bir bakış açısıyla koydum. Çevre hareketi, kadın hareketi dünyada da güçleniyor. Bizim öngördüğümüz şekilde gidiyor. Genel anlamdaki teorik gelişmeler bizim ortaya koyduğumuz düşüncelerin doğruluğunu kanıtlıyor.
Sivil toplum konusunda çalışmalar yapmalısınız. Dicle-Fırat Havzası Tarih ve Ekoloji vakfı demiştim. Sağlık, tüketim, üreticiler için, çevre için sivil toplum örgütlenmeleri, Türkiye’de var. Bir sürü vakıf üniversitesi var, Vakıf üniversitesi olabilir. Dil-kültür diyorsunuz. Dili kim öğretecek, binlerce çocuk var. Bunlara kendi dilini öğretmek için bile alt yapı çalışması yok, devlete bırakmak olmaz. Bu konuda projeler yapmalısınız. Eğer sahte çalışırsanız halk bunu anlar, gerçekten çalışmalısınız. Sivil Toplum Kuruluşları politika için esastır. Politika yapmak istiyorsanız, Sivil Toplum Kurumları olmalı, yoksa siyaset yapamazsınız. Yaptığınız siyaset ağa, şeyh siyaseti olur. Ben sorguda bütün bunları tartıştım. Burada yoğun tartıştım, onlara da söyledim. Sivil toplum gelişmeli dedim, aslında onlarda olumlu baktı. Ciddi Sivil Toplum Kurumları olursa halkı aydınlatırsınız, halkın feodalitesini de çözersiniz, böyle siyaset yapmazsanız kazanmasınız. Daha öncede söyledim dört binden fazla avukat var binlerce aydın var her biri bir köye gitse her biriniz sivil toplum alanında ciddi çalışsa şimdiye dev gibi sonuçlar elde etmiştik. Demokrasi ancak böyle gelişir, kürtlere şimdi devletten çok demokrasi lazım, toplumu demokratikleştirmelisiniz. Zaten demokrasi ve hukuk iç içedir, ben burada sizinle asla basit hukuk diliyle konuşmadım. Basit hukuk diliyle konuşursam halka hakaret olur, Kürt halkının siyasi iradesi benim için her şeyden önemlidir. Halkın siyasi önderi olmam bununla bağlantılı halk bu yüzden bana güveniyor. Bunları savunmamda ortaya koydum, hukuk kavramını açtım, hukukun tanımı koydum, size de cesaret sahibi olun diyorum, öyle kelle koltukta cesaretini de kastetmiyorum zaten bundan sonra böyle tehlikeler fazla gelişmez ben medeni cesaret sahibi olun diyorum. Hukuk, demokrasi, insan hakları temelinde çalışmalar yapmalıydınız bu konularda beş on kitap yazılmalıydı. Ben hukuka bağlıyım burada gelen savcıya da söyledim, Türkiye Cumhuriyetinin hukuku var, benimde bir takım haklarım var, beni hukuktan kopartamazlar, beni hukuk dışına itemezsiniz dedim. İşte anayasa mahkemesi başkanı Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, onlarda hukuk çizgisine gelmeye çalışıyor, özel savaş çiller ve benzerlerinin çizgisini sınırlamaya çalışıyorlar. Son dönem tartışmaları görüyorsunuz Türkiye savaş çizgisinden medet umanlar var bunlar demokrasiyi, Atatürkçülüğü ve hukuku bulandırmasınlar.
Kürtlerin iç demokrasisi önemli. İç demokratik imarı geliştirmelisiniz. Taş taş üstüne döşemesi gibi tek tek işlenmeli. Sizi uyarmıştım, aksi halde siz imhayla karşı karşıya kalırsınız. Demokratik hamleyi yapmalısınız. İç demokrasi diyorum, burada ağır kelimeler kullanmak istemiyorum.
Güneyde’ki çalışmalarda PJA tarihi rol oynayabilir. PJA buradaki demokratik çözüm sürecine öncülük edebilir. Orada Saddam diktatörlüğü yerine, feodal aşiretler düzeni yerleşmemeli. Bunu önleyecek temel güç PJAdır. PJA Irak’ta, demokratik dönüşümün öncülüğünü yapmalıdır. Irak’ın demokratikleşme sürecine yoğun katılmalılar. PJA nın Türkiye’ye girişten çok, Irak’taki demokratik dönüşümü, siyasal çalışmalara ağırlık vermeliler. Ortadoğu devrimi kadın devrimi olacaktır. Irak’ta ekonomik ve sosyal alanda öncülük yapabilirler.
Onlara deyin ki kadınlar ile ilgili aslında yarım kalmış bir projem var. İleride fırsatını bulursam onu yapmaya çalışacağım. Kadın özgürlük sorunu çok önemlidir. Buna çok değer veriyorum. bu temelde selamları iletirsiniz. Savunmalarımdan bolca yararlansınlar. Bu savunmalarımı onlara adıyorum.
PARTİ ÖNDERLİĞİ
- Ayrıntılar
Her türlü sorunlarına çözüm getirebilir, kendi büyük görevlerini kesinlikle ortaya çıkarabilir. Bu inancımı zayıflatayım mı? Aksi halde kendinize en büyük saygısızlık olmaz mı? Bizden devrimci çıkmaz, bizden ordu kurucuları gelişmez, bizden zafer yaratıcıları gelişmez desek kendimize en büyük kötülüğü yapmış olmuyor muyuz? Buna hakkımız var mı? Hatta ben bile bunca olup bitenden sonra yıpranmış, yorgun düşmüş olabilir veya elimde olmayan ki, buralarda irade her yönüyle özgürce konuşturulamaz. Dışındaki birçok etken seni bitirişin eşiğine getirebilir, ama sizin gibi iradeyi tam özgür koşullarda konuşturabilecek konuma ulaşıldıktan sonra gerisi başarılır, gerisi bana kaldı deyin ve görün, işte adam seyretsin, neler, nasıl oluyor diyeceksiniz.
Hiç olmazsa şimdiye kadar binlerce müdahalemizden sonra tam bu müdahalemizle, yıla böyle yüklenmemizle, bu döneme kendimizi böyle vermekle işte “aklımız başımıza tam geldi, fırsatı bu sefer tam yakaladık” deyip sonuca gitmekten bahsediyorum veya tarzımızın bunu kesinlikle sağlamasından bahsediyorum. Bütün tecrübeme dayanarak söylüyorum, bütün yıllar için, neden kendinizi tam veremediniz, başaramadınız biçiminde savunabilirdiniz ama bu yıl kendinizi savunma gerekçeniz olmaz. Düşman bu hale geldikten sonra ordulaşma bu düzeyi yakaladıktan sonra, biz sizleri bu yıla böyle taşırdıktan sonra, neden gerekleri yerine tam getirilemedi, neden tam istenilen başarıya ulaşılamadı biçiminde bir değerlendirmeye hiç biriniz sahip olamazsınız, onu dayatamazsınız. Tam tersine her şey yeterli, sadece ihtiyaç duyulan önemli görev alanlarına fiziki anlamda ulaşmadır. Yolda bir kaza, bir talihsizlik oldu ben buna bir şey demiyorum. Çok iradeniz dışında ki onu da dikkatle değerlendirmeli irade dışı olan nedir, irade dâhilinde olan nedir diye şimdiden iradeyi konuşturabilirsiniz. Birçok talihsizliği önleyebilirsiniz, şimdiden tedbir üstüne tedbir geliştirerek bunu yapabilirsiniz. Talihsizliği talihe çevirmek, kazayı engellemek şimdiden mümkündür, hiç olmazsa asgariye indirilir.
Bütün bunlar, bizim pratiğimizde gizlidir. Her şey tesadüflerle yüklüydü, ama biz neredeyse şimdi savaşı kesin kazandık mantığına sahip oluyoruz, halk bile bu noktaya gelmiş. Umudun, imkânın hiç olmadığı konumdan buraya ben nasıl geldim? Bu önemlidir. Hiçbir şeyden eser yok iken, eğer bu konuma gelmeyi biliyorsak, herhalde sizler tabii kolay kaybetmenin gerekçelerini sıralayacak durumda olamazsınız. Benim yaptığımı bir alt yapı kabul edin, hiç olmazsa buna dayanarak onur, şan kazanma, “böyle yaşanılır” biçiminde onurlanmayı kendiniz için elde edin diyorum. Herhalde buna da muhtaçsınız.
Diğer dönemlerdeki gibi “elim birbirine dolaştı, kaybettim, engellendim, rolümü oynayamadım, şöyle oynandım, oynatıldım da sonuca gitmedim” demek yakışır mı? Nereden, nasıl oyuna getirilmede iç-dış engeller sebep oldu denilmemeli. Yaman bir önder bütün bunları sıfırlayan, kendi iradesini, zafer iradesini konuşturan kişidir. Bu dönem bunu artık olgun hale getirmiştir deniliyor. Bunu anlamanızı tekrar önemle vurguluyorum. Biraz daha derin düşünülerek, özümsenerek ve en önemlisi de pratik yürüyüşümüzün nasıl olması sorununa, savaş ve ordulaşmaya katılımınıza nasıl yerinde tam başarı kesindir iddianıza işlerlik kazandırmak için anlayışınızı yetişkin kılın, ona kaybettirecek en ufak bir olasılığa bile mümkünse yer bırakmayın. Kapsamlı yaklaşmanız her türlü olasılığı göz önüne getirerek, bunun için tekrar tekrar gözden geçirerek, bu derslerden azami sonuçları çıkararak bir yaklaşımı geliştirsin ve ne mutlu bize diyelim ki tekrar böyle bir fırsatı yakaladık. Herhalde kazanılması kesindir, aldığım tedbirler, göz önüne getirdiğim tüm olasılıklar bunun böyle gelişmesini engelleme şurada kalsın, ancak sonuca götürebilir.
Şimdi ben kendim de bütün bu olup bitenlere rağmen böyle ele alıyorum. Olasılıklar hesabı, buna dayalı tedbir çok anormal bir durum olmazsa, bir kaza olmazsa ki onu da kabul edilebilir sınırlar dâhilinde söylüyorum. Bu şartım önemli. Düşman ne kadar iddia ederse etsin, özel savaşımı ne kadar çılgınlaştırırsa çılgınlaştırsın, her gün ne kadar kelle keserse kessin, bilmem ne kadar bombardıman yaparsa yapsın bu yılı kaybetmekten kurtulamaz ve biz de kazanmaktan vazgeçemeyiz. Kazanma bu temelde kesindir diyoruz.
Önder APO
- Ayrıntılar
Devrimde yoğun bir savaş gelişmesine yol açmak, hele önemli siyasi sonuçları doğurabilecek bir aşamada çözüm gücü olarak yüklenmek, insan yaşamını yaşamaya ne kadar elverişli, güç getirebilir ve bununla en büyük umutları, özlemleri gerçekleştirebilir, ulusal, sınıfsal düzey kadar uluslararası gerçekleri de etkileyebilir sorularına çarpıcı cevabı verme şansını sunar. Bu, irade gösterisi, iradenin kendini amaç bellenilen, gerçekleştirilmek istenilen doğrultuda en büyük güçle gösterime sokmasıdır. Sanıldığından daha fazla savaşa güç getirebilmek, onun sorunlarını yakından görmek kişilik çözümlemesini mümkün kılar, kişilik gerçekleştirilmesine çarpıcı, çok yoğun, hızlı bir tempoda cevap vermeye götürür.
Savaş sorunlarına bütün yönleriyle güç getirenler, oldukça güçlü kişiliklerdir.
Savaşın dayandığı siyasi, hatta felsefi dayanağı inkâr etmezse, yaşama en yetkin yaklaşmayı ve bu anlamda da önderlik gerçeğini sağlam yakalamayı en açık ifade eder. Şu anlama geliyor; gerek parti olarak, gerek öncülük ettiği halk savaşımı içindeki halk olarak yaşamaya ne kadar yatkınız, düşman ne kadar ölüme mahkûm? Bunu biraz daha çok çarpıcı göstereceğiz. Ölmeye mi yatkınız, yaşamaya mı? Ölmesi gerekenler kimlerdir, yaşaması gerekenler kimlerdir? Sorularına hiçbir dönem bu kadar açık bir cevap imkânı vermedi. Halk gerçeğimizin elle tutulur, onun özellikle umut, rüya, hayal gibi değerlendirilecek özellikleri şimdi biraz gerçekleşmeye yüz tutabilir ve bu anlamda sağlıklı kişiliklerle doğrulara sahip insanlardan bahsedebiliriz, kaç paralık olduğumuzu ortaya koyabiliriz. Köklü yanılgılardan sıyrılmak kadar, gerçek gücümüzü gösterme şansını kullanabiliriz. Ve sanıldığından daha fazla bunlar hayati gelişmelerdir. Bunun dışında yaşama fazla değer biçilemeyeceği, birçok kişilik beklentilerinizin, hayal, tasavvurlarınızın, olanaklarınızın, hatta fazla kıymetli olamayacağını görüyoruz. Ve şu anda genel bir umut, herkesi saran bir rüya olarak işte bu savaş yılına nasıl bir başarı şansı verdirebiliriz? Büyük umut yılı, büyük kazanım yılı haline nasıl getirebiliriz? Halk iktidarını hangi oranda geliştirebiliriz, her düzeyde öncülük sorunlarımıza layıkıyla nasıl cevap verebiliriz hususları, hiçbir dönemde bu kadar yakıcı çözüm şansı vermedi denilebilir.
Bizim ne kadar doğru hareket ettiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor. En geri topluluklara uygulanamayacak her türlü yaklaşım altında yaşamayı kabul etmek demek, bütün insani yeteneklerinden başından itibaren vazgeçmek demektir. Şimdi bunun da ne kadar vahim bir suç olduğunu, aşağılık, utanılacak bir durum yarattığını bilmek lazım. Zaten sizin temel çelişkiniz, bu utanmazlığınızın farkına varmamanız, bu utanılası statüyü normal adam statüsü olarak kabul etmeniz oluyor. Öyle bir boy atmışsınız ki sanki şerefli, onurlu ve hatta özgür bir kişiymişsiniz gibi yaşamaya cesaret etmişsiniz. Bu bir yanılgıdır. Esasta öyle bir durum yok, ama kabul etmişsiniz veya size kabul ettirilmiş. Tabii bu hastalıklı kişiliği ifade eder ve hastalıklı kişiliklerin de fazla yaşam şansı olmadığını, kendi ülke, halk gerçeğimizden iyi biliyoruz.
Boşa giden yaşamlar, çabalar, her türlü acılar, sıkıntılar, kendini yerden yere vurmaların büyük bir isyan nedeni olduğu ve bizim esas itibarıyla yaşamımızı bu kabul edilmezliğe göre ayarladığımızı ve halen gece-gündüz bunu bir an önce aşıp yaşayacaksan, biraz kendin için zorlanacaksan, bunun bir amaçla bağlantısı olursa kabul edilebilir. Sıkıntıya da düşeceksen bir şeylere değmeli, öleceksen de bu doğru yolda olmalı. Yoksa yaşama en büyük hakareti yapanlara biz nasıl tahammül edebiliriz, sizlere nasıl tahammül edebiliriz? Şimdi siz bu soruları hiçbir zaman sorma gereği bile duymadınız, ama kendi gerçeğini yakalama, kendi yürüyüş tarzını belirleme, yolunu bile belirleme, her şeyiyle ihanete koyul, suça koyul ondan sonra da “gel birbirimizi normal kardeş, yoldaş, eş, dost, ahbap-çavuş olarak selamlayalım” de! Şimdiye kadar benim aklım bunu almadı. Her şeye kuşkuyla, öfkeyle ve şüpheyle baktım ve bu dediğim gibi biraz doğrulara yaklaşma imkânına yol açtı.
Şimdi savaş bunun en gelişmiş, en yoğunlaşmış ifadesi oluyor. Savaş gerçeğine böyle çarpıcı yaklaşma durumu en kestirmeden cevabı verme şansını ortaya çıkarıyor ve bu açıdan eğer gerekleri yerine getirilirse, yasalarına uygun hareket edilirse gerçekten kişiye kendini yeniden ve kesinlikle doğru temellerde gerçekleştirme, çelişkilerini en temel yöntemle çözme ve böylece amaç olarak belleme, yolda fazla itiraz, tepki doğurmayacak imkanı değerlendiren bir kişi olarak kabul görme şansı oluyor. Aynı zamanda halk olarak, birey olarak kabul edilebilir bir yaşam tarzı oluyor diyoruz. Hiç şüphesiz bu yaklaşım savaş doğasını, onun neyin çözümü peşinde olduğunu çünkü en şiddetli bir mücadele biçimidir. bütün yönleriyle kavramlarda bir açıklık olmazsa, çok kötü ve nitekim anlamsız kayıplarda görüldüğü gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar.
Yıllardır savaşıyoruz, ama halen savaş felsefesini, savaş doğasını izah etmeye çalışıyoruz. Hâlâ sağlam bir savaş doktrinini, kurumlaşmasını sağlayamamışız. Bu nedenle oyuna geliyorsunuz. Önümüze koyduğunuz savaş amacına bünyeniz ne kadar uygun, bu konuda parti ne söyler, gerçekler neyi söyler, bunu yüzeysel ele alırsanız felaket getirir, bu nedenle habire eğitici çabaları çok yönlü verme gereği duyuyoruz. Ciddi bir kurumdan geçmemişsiniz, savaş kurumundan geçmemişsiniz, yine teorik birikiminiz yok, kavga sanatında tecrübe sahibi değilsiniz, siyasi bir mücadeleyi, ideolojik bir mücadeleyi bile fazla anlamlı verememişsiniz. Dolayısıyla yapmak istediklerinize güç getirememeden tutalım, birçok gerçeklerine ulaşmadan kaybetmeniz işten bile değil. Bütün bunları önlemek için bu çabalar ardı arkasına sıralanıyor. Tarihte hiç eşi görülmemiş bir çalışma olarak biz, on bini aşkın kişiye bu sahalarda, kutsal bir savaş üzerine dersler verdik ve tüm yaşamımızı buna adadık. Ama yine ortaya çıktı ki çok azı gereklerini kavramış ve üzerine düşeni yapıyor.
Dediğim gibi sorumlu, “haydan gelmiş, huya gider” dercesine, kolay kazanılmış gibi gözüken veya çok yaşamı çok ucuz ele alarak çabalarımıza karşılık vermeyebilirsiniz, bu sizin için ciddi bir sorun da olmaz, ama gerçekten bir kutsal savaş, mutlaka verilmesi gereken bir savaş görevi var. Buna ucuz yaklaşmakla, kendini erkenden tasfiye ettirmekle sorumluluktan kurtulma olmuyor. Bu, sadece kaybetme, düşme oluyor. Şimdi bunun insafa sığdırılacak bir yönü yok, buna kendinizi ikna etmelisiniz. Bu, eğer ciddi bir savaşsa, bütünüyle kutsal ve hatta tek yaşam seçeneğimizse o zaman bunu nasıl yapacağız, görevler, roller nasıl başa düşer? Bahane mi buluyorsunuz, kendinize dikkat edin, şimdiye kadar yaramaz çocuklar gibi bahaneler uydurmaktan başka elinizde gerekçe yok. “Neden başaramadık, neden geliştiremedik, neden kolay kaybettirdik? ciddi bir savaşçının kabul edeceği gerekçeler değildir, kendine yedireceği gerekçeler değildir. Ama hepsi böyle söylüyor.
Bu yalnız benim meselem değildir. Tamam, biz baştan bugüne kadar böyle getirdik ama benden daha fazla bu şimdi sizin meselenizdir. Ben yapacağımı biraz yaptım, tarihsel olarak da, güncellik olarak da bir şeyler kurtarıldı, fakat bunu sizin için, yeni başlayanlar için aynen böyle belirtmek mümkün değil. Mutlaka yapmanız, başarmanız gereken işler var. Vicdan rahatlığı, tarihe biraz hesap verme, değer bellediğiniz bazı gerçeklerin önünde sorumluluklarınızı yerine getirmenizle, bunu yapmanızla, başarmanızla mümkündür. Belki “çok geç” diyebilirsiniz veya çok yeniyiz diyebilirsiniz ama yaklaşım, görev, yeterlilik ister. Hele savaş olayına yaklaşım kesinlikle çözümlenmiş kişilik, kendini en üst düzeyde kararlaştırmış, çok disipline etmiş kişilik ister.
Bunun artık anlamayla da fazla ilgisi yok. Pratik hazır cevap dışında hiçbir seçeneğin olmadığını kendine yedireceksin. Yıllara tekrar bakarak cevap arıyorsan, sırf bu soruya biraz daha özlü yaklaşmak içindir, yoksa başarısızlıklarına, yetersizliklerine kılıf uydurmak için değil. Düşman gerçeğidir, güncel her şeye bakışının da seni hızlı bir çekişe imkân vermesi içindir. Yoksa bu düşman yenilmez, baş edilecek birisi değil veya “çok ucuz yaşarız, geçeriz” anlamında değildir. Yine, kendi gerçeklerini görmeden bir şövalye gibi veya çok temelsiz bir yaklaşımla “ben her şeyi yapabilirim” anlayışı temelinde savaş gerçeğine yaklaşımların olumsuz doğurduğunu biliyoruz. Ve ne yazık ki bizde de çoğunun yaklaşımlarında bu hususlar etkilidir. Tarih boyunca savaş ve ordu, yine bir olgu olarak savaş ve ordunun ne olduğunu gördünüz, onu anlamanız zor değil. Genel kavramları biliyorsunuz. Bizim sorunumuz bu değil. İsteyen istediği kadar da öğrenebilir. Bu ana kavramlardan bizim çıkardığımız sonuçlar, kendi gerçekliğimize ne kadar uygulayabildiğimizdir.
Eğer bir ordu ve savaş kavramı varsa, insanlık tarihi kadar eskiyse ve bu yöntemle uygarlıklar kurulup uygarlıklar yıkılmışsa, uluslar devrilip uluslar kazanmışsa ve hatta insan gelişiminde en temel bir mücadele aracı olarak en büyük sonuçlara bu kavramlar, olgular kurumlarla ulaşılmışsa haklı olarak şunu soracağız: “Biz bunlarla ne yaptık? Tarihimizde savaş gerçeği, ordulaşma gerçeği ne kadar var? Hatta kendimiz için bir savaş yaptık mı, bir ordu kurduk mu? Hangi ordulara kaydolduk? Kimlerin savaşını kime karşı verdik?” Çok acı ve utanılası bir tarihimizin olduğunu hemen anlayacağız ve en acısı da kendimize karşı savaştığımızı ortaya çıkaracağız. Ve bütün bunlar yüz kızartıcıdır. Yine, halk olarak düşkünlüğümüzün onunla bağlantılı olduğunu şimdi bir çırpıda söyleyebileceğiz.
Bunlar bizim savaş gerçeğine kısa bir tarihi bakışla verebileceğimiz cevaplardır. Yine savaş-ordu kurumlarını gerçekleştirmemekle neleri kaybettiğimizi bir çırpıda anlayabilecek durumdayız ve nedenlerini anlatmaya koyuldukça “kimler sorumlu?” diyerek bunun işgal, istila, sömürgecilikle ve onun her türlü işbirlikçileriyle ilişkisini koymaya çalışacağız. Daha da yakın günlere gelirsek, daha da somut Türk egemenliği, sömürgeciliği bize ne yaptı? Savaşlarla, kendi ordularıyla bize ne yaptı ve bizi nasıl kullandı? İslamiyet adı altında işgal, istilalar nasıldı, bizi nasıl kullandı, ne verdi, ne götürdü? Köleci Roma’dan tutalım Roma, Bizans, Sasaniler, Persler... Hepsi tarihimizde halk tarihimizde veya ulusal gelişmemizde az çok nasıl bir role sahip?
Tarihin en kördüğüm olmuş ve mutlak çözüm isteyen davaları ancak bizi savaşa kaldırabilir. Bunun dışında hiçbir gerekçeyle savaşa yaklaşım gösteremeyiz. Ama bir de yaklaştın mı, gerekçe tam da mutlak savaşı dayatıyorsa, o zaman buna öyle hazırlanacak, öyle tanıyacaksın ki çünkü doğuracağı acılar büyüktür, sıkıntılar çok ileri düzeydedir. Hazırlıksız kişinin savaş yaklaşımı, onu bütün yönleriyle değerlendirmeden katılımı başa beladır ve sonraki pişmanlık da fayda etmez, çünkü geri bir adım ölümdür, affedilmez bir suçtur. Savaş kavramına hâlâ ne kadar çarpık, yetersiz yaklaştığınızı göz önüne getirerek söylüyorum. “İstersem girerim, istersem bırakırım, istersem sağ yaklaşırım, istersem sol yaklaşırım, istersem en önünde, istersem en kuyruğunda giderim” demek felakettir ve zaten kişiliklerinizin gayri-ciddiliği de böylesine bir kavrama oldukça duygusal, her türlü niyet düzeyinde yaklaşımla bağlantılıdır.
Ben sizin için yaşamı zora sokmam, sokuyor muyum? Tam tersine. Sizi kandırıyor muyum? Tam tersine. O zaman sözle pratiğiniz, bizimle benzer bir yaklaşım sahibi olduğunuzu gösterecek ki birbirimizin yakasını bırakalım, düşmanın yakasına yapışalım. Bunu vurgulamanın nedeni var, “oynarım, benim yanımda kâr kalır, gereklerini yerine getirmem, unutulur, gidilir” sandılar. Düşünler düştü, ben bunlara artık fazla bir şey söylemeyeceğim. Ya düşmeyenler kendini nasıl savunacak? Büyük bir zaferden başka kimse kendini savunamaz. PKK’nin savaş çizgisi budur. Büyük bir başarıdan başka hiç kimsenin kendisini metelik kadar savunma değeri yoktur ve hele bu aşamaya geldikten sonra, bu kadar gerekçeyi sıraladıktan sonra, ölmek bile mahkûm edildiğine göre başarı tek savunma gerekçenizdir. Hiçbir yere sığınmadan bu aşamada biraz başardıysanız eskiden biraz başarı ama bu yıl tam başarı ve saygı diye bir şeyden bahsediyorsanız, ben kolay ölmeyeceğim veya ölsem bile bir başarı temelinde öleceğim diyorsanız, kabul etmeleriniz bu temelde olabilir, saygının kaynağı budur. Bu aşamanın bundan sonra hiçbir affedici tarzı olamaz. Başarmak mümkündür de.
Önder APO
- Ayrıntılar
Cephe; bir halkın devrime kalkmış gerilla dışındaki her şeyi demektir. Ulusal kurtuluş, toplumsal özgürlük yolunda ilk uyanış adımlarından tutalım en yoğun eylemliliklere kadar, onun örgütlü çalışmalarına, genel olarak cephe adı verildiğini biliyoruz. Hiç şüphesiz buna bir öncü güç öncülük eder ve parti-cephe birlikteliğinden bahsedilebilir. Kölelik derecesi ne kadar yoğun yaşanıyorsa, öncü gücün de ihtiyacı, vazgeçilmezliği ve köklü gelişmesi gereği o oranda ortaya çıkar. Bir anlamda hareket bu toplumlarda, uluslarda parti-cephe iç içeliği biçiminde ortaya çıkar ve parti-cephe iç içeliği, ulusal kurtuluş cepheleri veya halk cepheleri biçiminde biçimlenir. Ağır ulusal kurtuluş sorunları varsa cephenin adı, Ulusal Cephe olur. Kendi hakimlerine karşı esas alınan yönü varsa da Halk Cephesi olur. Örneğin Türkiye’de daha çok bir halk cephesi, Kürdistan’da ise bir Ulusal Cephe diyoruz. Neden? Çünkü Türk hakim sınıfları Türk halkının başındaki beladır, onların iktidarı söz konusudur. Ona karşı bir hareket, halk hareketidir. Bizde ise çok zorbaca bir sömürgecilik var, ona karşı cepheleşme, ulusal yönü ağır basan cepheleşmedir Tabii ki halkçı yönü de vardır, Türkiye’de de ulusal yönde vardır. Bunlar aynı zamanda emperyalizme bağlı güçlerdir, yine Kürdistan’daki işbirlikçiler sömürgecilere bağlı güçlerdir.
Bu genel kavramları biliyorsunuz, bunları hiç şüphesiz burada tartışma gereği duymuyoruz. Ama PKK’nin, başından itibaren bir parti-cephe çekirdeği biçiminde geliştiği, net sınıf-parti ölçülerinden ziyade, bir çok sınıfın ve cephesel özelliklerin iç içe gelişmesi biçiminde bir özelliği taşıdığını da belirtelim. Evet, bir partidir, tamamen emeğin ölçülerini esas alır. Sosyalist ölçüye sıkı sıkıya bağlı olan bir partidir, fakat toplumsal gerçeğe, ulusal soruna uygulandığında, keskin sınırlar yerine iç içe geçmiş, netleşmemiş sınırlarla hareket ettiği ve sürekli bir ayrışmayı, sınırları, netleşmeleri sağlamak zorunda olduğunu bilen bir tarzda ortaya çıkıyor. Bu halen bu yönüyle kendini gösteriyor. Grup döneminde iken de adı, bir sosyalist hareket gibi gelişse de mensuplarının, üyelerinin büyük bir kısmı çok çeşitli toplumsal özellikleri olan ve henüz sosyalistleşmemiş kişiliklerdir.
Sembolik olarak sosyalistiz ama, pratik olarak bir çok sınıfın özellikleriyle birlikte yaşayan bir hareketiz. Resmen parti ilanı döneminde de bu böyledir. Ve partileşme sorunlarının bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı gerilla döneminde de bu böyledir. Neredeyse diğer sınıf etkileri ele geçirmek istediğinde bunun bir cephe karakterinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Ve hatta günümüzde partileşme dersini işlerken, karşıt-faaliyetler dediğimiz kısımdakiler aynı zamanda PKK'nin sosyalist özelliğini, emeğe dayalı özelliğini, küçük-burjuva özellikleriyle, ağalık özellikleriyle ve hatta bir Kemalist özellikle ele geçirmek istiyorlar. Düşmanla irtibatlarının olması şart değil. Bize katılırken düzen kişiliğiyle katılmış, Ortaçağ kişiliğiyle katılmış, geliştirilen kişilik bu kişiliklerdir.
Hiç şüphesiz cephe partisiz olmaz, PKK olmadan Ulusal Kurtuluş Cephesi olmaz. Olmadığını bu reformist çevrelerin denemelerinden gördük. Ama cephesel olabilecek her şeye de PKK’liliktir dememiz, kendimizi mahvetmemiz demektir. Partililik çok önemli bir husustur, onu uzun süredir işliyoruz. Parti ölçüleri diye tabir ettiğimiz ölçüler gittikçe netleşiyor ama, onun dışında da geniş yurtseverlik mücadelesine çekilecek kesimler vardır. Hatta yüzde doksan beşi cepheli kesimlerdir, dolayısıyla cephe içinde çalışma başlı başına büyük bir parti görevidir ve parti politikasının temelinde cephe politikası vardır. PKK’nin halk politikası cephe politikasıdır veya halk politikasıyla kast ettiğimiz bütün sınıf ve tabakaları, grupları ulusal kurtuluş savaşımına çekme politikasıdır.
Bu konuda sekter olmama, dar olmama, çok geniş, esnek olmak kadar işbirlikçilerin, hainlerin bol olduğu bir ülkede yol açabilecekleri zararları, reformistlerin egemenlik çabalarını göz önüne getirmek de o kadar önemlidir. Yani esneklik, ihtiyatlılığı veya denetimi iç içe götürmek büyük önem taşır. Cephe politikasına esnek yaklaşmadan olmaz. Ama işbirlikçi reformistlerin bunu çok kısa sürede ele geçirme ve hatta bozma, savaşın aracı olmaktan çıkarma ki, reformistlerin hep bunu bize dayattıklarını son dönemlerdeki bütün cephe girişimlerine çağırdığımız halde onların cepheden anladıkları işte “siyasal yöntem” diyorlar. Siyasi yöntemden kast ettikleri aslında sömürgeciliği zorla gerileterek ve bazı işte reformları da bu temelde sağlayarak değil, savaşımı dışlayarak, sadece görüşmeler yoluyla düşmandan bir şeyler alacağını sanıyorlar. Bu da tam bir reformizmdir ve teslimiyettir.
Son bir kaç yılda orta kesim de katıldı, kentsel kesim başta olmak üzere orta sınıf kesimi yoğun bir biçimde katıldı. Bu anlamda da cephe genişledi ve direk PKK sempatizanlığı biçiminde gelişti. Reformistler bu kesime oynamak istiyorlardı ama, başaramadılar. Bunlar da PKK’ye kayınca PKK’nin gövdesi, öncülük ettiği cephe gövdesi az-çok ortaya çıktı. Buna rağmen son dönemlerde bir adım daha atmak istiyoruz. O da çeşitli sınıfların sözcüleri biçiminde ortaya çıkar, ama bir türlü o sınıfları da örgütleyememiş ilkel-milliyetçiler, küçük-burjuva reformist gruplar -ki, bunlarla uzun süre ideolojik, siyasi mücadelemiz var- bir anlamda mücadeleyi kaybettiler ama, yurtseverlikte ısrar eden kesimleri, düşmanla birleşmek istemeyen kesimleri, her zaman düşündüğümüz gibi yine cepheye almak, bunlara da Ulusal Cephe içinde yer vermenin doğru olabileceğini düşünmek ve zaman zaman bunlara çağrı yapmak yerinde idi.
Biz son zamanlarda yeniden böyle bir çağrı yaptık ve işte cepheyi genişletme biçiminde bir tavırla bu örgütlenmeye, görüşmeye de girdik. Fakat halen bunların cepheyi tamamen bir savaşım cephesi görme yerine, yine halka dayanan, geniş yığınlara, işçi, köylü, gençlik başta olmak üzere onlara dayanan bir cephe olarak görme yerine, sözüm ona ortada örgütler var, -ki nemenem örgütler oldukların ayrıca değerlendirmek gerekir- fakat güçleri, hatta böyle tutarlı kadroları olmadığı da çok açık. Bir tekke biçiminde, bir dergi çevresi, bir aile çevresi biçiminde varlıklarını sürdürmeye çalışan gruplardır. Bunlar, kitleye dayanarak, onların savaşımına dayanarak herhangi bir sonuç alamayacaklarını biliyorlar. Dış güçlerin, -sömürgecilerde girer- onlara dayanarak direkt veya dolaylı özellikle Avrupa’nın, ABD’nin bölgesel hatta sömürgeci devletlerin gücüne dayanarak bir koz elde etmek istiyorlar. Ve bunu PKK’ye dayatıyorlar. “Diplomaside gelişmek istiyorsanız bize ağırlık vereceksiniz, yer vereceksiniz, hatta öncülük vereceksiniz, aksi halde biz sizi asla dışta geliştirmeyiz, sömürgeci TC’ye karşı işte sizi geliştirmeyiz veya mücadelenizi frenleriz”. Şu anda böyle bir dayatmaları var.
Güney işbirlikçiliği bu işin başını çekiyor ve Kuzeyli reformist örgütleri de onları bu temelde bize karşı kullanmak istiyor, tabii ki esnek yaklaşacağız, onlar da çok sıkışmış, PKK’nin artan siyasal gücü, emperyalistleri bile ilişki aramaya zorluyor. Sömürgecileri bu konuda zorluyor. TC’yi bile neredeyse siyasi çözüm yoluna zorluyor, bunun belirtileri ortaya çıkıyor. Bu nedenle bunlar “artık PKK ile bu işi ancak yapabiliriz, PKK’den ayrı oluşturulan cephe fazla yaşama şansına sahip değildir” diyorlar ve eskiye göre daha ılımlı davranmaya ve PKK ile boğuşarak değil anlaşarak, uzlaşarak kendi varlıklarını korumaya çalışıyorlar, böylesine bir zorlayıcı dönem var. Dolayısıyla bunları düşmana fazla alet etmeden, emperyalizme alet etmeden ulusal çerçeveye çekmek ama, ihtiyatı da elden bırakmadan çekmek bir cephe dönemi olarak önümüze çıkıyor. Cepheyi genişletmeyi de bu çerçevede anlamak gerekiyor.
Bunu daha çok Kürdistan genelinde bir Ulusal Kongre biçiminde sağlayabiliriz dedik. Bu konuda bazı adımlar atılmaya çalışılıyor. Kuzey Kürdistan için de yine Ulusal Kurtuluş Cephesi veya Kongresini geliştirerek karşılık verebiliriz diyoruz. Bunları bu çerçevede bağlamak mümkün olabilir. Olmasa da yine Ulusal Kongre olur. Kuzey Ulusal Cephe Kongresi de olur. İkinci bir husus, cepheyi genişletme ve legal düzeyde ortaya çıkan gelişmeler var. Yine genel seçimler meselesi, Ulusal Meclis seçimi meselesi var. Legalite ile seçimler iç içedir. Dikkat edilirse, daha başlangıçtan itibaren legalite ve seçimler meselesi, 1990’lardan itibaren artan kitle gücümüzün saptırılması için düşmanın devreye bazı işbirlikçi Kürtleri sokma girişiminde olduğu veya burjuva partilerin kitlemizin potansiyelini çekmek istediği görüldü. Bizim bunu rahatlıkla karşılamayacağımız, bazı tedbirleri geliştirmemiz gerektiğini dolayısıyla halk politikamızda açılımlara başvurduk.
Biz bu temelde hepinizi bir kez daha parti-cephe-önderlik gerçeğinin iç içeliğini derinden kavramaya ve mutlaka üzerinize düşeni eksiksiz olmasa da asgari ölçülere bağlı olarak geliştirmenizi, bu gücü, bunun disiplin gücünü, yaklaşım gücünü, üslup gücünü, yeterli çabayı, hemen her koşulda somut olabilmeyi göstermenizin önemini bir kez daha vurguluyoruz. Yerine getirilmesi gereken çok önemli görevler var, onlara ulaşmayı bilmenizi söylüyoruz. Cephe söz konusu olduğunda en az gerilla kadar önemli görevlerin var olduğunu söylüyoruz. Bunun için her şeyin ortaya konulup başarılmasının göz ardı edilemeyeceğini söylüyoruz. Nitekim Önderlik çalışması da bir anlamda cephe çalışmasıdır. Gereklerini bütünüyle görmeli, yerine getirmeli ve mutlaka başarmalısınız.
Parti Önderliği
29 Ocak 1994
- Ayrıntılar
“Tüm Partililer, Savaşçılar, Yiğit Kürdistan Halkı!
En Şanlı Olduğumuz Bir Yılda Büyük Özgürlük Hamlesine
Hazırlanalım ve 1992 Yılını Mutlaka Ezici bir Zafer Yılına Dönüştürelim”
Bizim için yeni yıldan bahsetmenin fazla anlamı yoktur. Her geçen gün bizim açımızdan sürekli bir oluşumu ifade eder. Düzene kavuşmuş toplumsal süreçler için, yıldönümlerinin bir anlamı olabilir. Bizim için bütün hızıyla oluşum devam ettiğine göre, bir anlamda yapay başlangıçlar fazla anlamlı olmasa da, bir mantık çerçevesi dahilinde, biz de yeni yıl için biraz daha fazla kendimizi görmeye ve değerlendirmeye çalışırız.
Esas itibariyle bizim için yeni yıl, bahara çıkıştır. Coğrafi ve toplumsal koşullar gereği, kışın ortasında derlenip-toparlanma açısından yeni yıl bir anlam ifade edebilir. Ondan da öteye, özgür yaşam konusunda çabaları yoğunlaştırmaya devam ediyoruz. Dikkate değer bir deneyim sürüp gitmektedir. Olanakların dışına çıkmış, doğal olarak kendine fazla bağlı kılmayan, ama insanlık kadar eski, bazı ilkeleri de göz ardı etmeyen bir doğrultuda mücadeleyi, savaşçı bir yaşamı her geçen gün daha da hamleci ve inisiyatifli bir biçimde götürmeye çalışıyoruz. Sanırım biraz şaşkınlıkla izliyorsunuz. Daha doğru-dürüst kendinizi halletmeden, böyle bir olayın içine girmek sizi boğuyor. İlkenin büyüklüğü de bu noktada ortaya çıkar. Herkesin kendisini yaşaması değil de, genel bir ilkeyi yaşaması, ciddi hareketlerin esaslarından sayılır. Size veya kişilerin keyfine kalsa, buna ilkesel bir hareket demek zor olur; daha çok bireysel hareket denilebilir ki, bunun da pratikte hiçbir işe yaramadığı, düzen yaşamının hiçbir değerinin olmadığı, sonuç alamadığı iyi biliniyor. Parti topluluğumuz, kendisini bir olgu olarak daha da yetkinleştiriyor.
Varlığını kalıcı kılmak, kurumlaştırmak, hatta yenilmez kılmak için çabaları eksiksiz yapmaya çalışıyor. Öyle anlaşılıyor ki, hareketimiz bu konuda günümüzde yıkım ve tahribatı karşılaşmaya çalışıyor. Dolayısıyla çok önemli değerlerin kaybolmasına doğru olumsuz yönde sürüp giden karşı-devrimin bütün çökertici, cüceleştirici, hatta tiksindirici etkilerine karşı, hareketimizin bu denli varlığını sürdürmesi, adına devrim değerleri dediğimiz, özgürlük değerleri, kahramanlık değerleri dediğimiz yüce değerleri esas alması, büyük bir inatla savunması, günün genel ölçülerine veya gelişmelerine baktığımızda, evrensel düzeyde bir anlama da bürünebiliyor. Veya böylesi bir anlama gelmesi gerektiği anlaşılıyor.
İçte ve dışta, dolayısıyla parti hareketine yönelik dayatmaların anlamı hayli kapsamlı olduğu gibi, değerlerin savunulmasının anlamı da o denli büyük olmaktadır. Salt bir ulusal kurtuluş öncüsü olmaktan da öteye, evrensel değerlerin öncüsü olmanın da gereği ve dolaylı olarak bu değerlerin de kurtuluşunda ileri düzeyde bir rol oynamaktan kendini kurtaramayacağı da iyi anlaşılıyor. Dolayısıyla bu çalışmalarımızda siyasi çerçeveler, hatta basmakalıp yaklaşımlar, yine gerek bilinçli hazırladığımız ve gerekse dolaylı olarak bizi içten ve dıştan etkileyen her olguya daha bir derinliğine anlam verme, sürekli bilimsel bir temelde de olsa çıkış yolları aramaya daha zengince bakacağız. İnsanlık kadar eski, ama bir o kadar da kendini dogmalardan, günümüzün gerek ulusal ve geleneksel çerçeveleri olsun, gerekse uluslararası hukuki, siyasi, hatta askeri, ahlaki ve kültürel çerçeveleri olsun, tüm bu etkenlerden gelebilecek zincirlemeleri de tanımayarak, bir özgürlük hareketi olmak büyük önem taşıyor. Bu temelde düşünceyi geliştirmek, davranışa kadar götürmek, sanıldığından daha fazla zordur. Bu, görev ve savaştan da öteye anlamlı çabalar istiyor.
Karşı-devrim çok yönlü sonuç almaya çalışırken, tüm insanlık değerleri üzerinde bir yıkım veya kendine göre bir düzen tutturmaya çalışırken; adına devrim denilen olayın sürekli koruyup geliştirdiği değerleri de yaman savunması gerektiği açıktır. Karşı-devrim karşısında bu denli zayıf kalınıyor veya değerler tahrip edilebiliyor ve çoğunuz güçsüz kalabiliyorsa; bunun anlamı üzerinde çok iyi durmak gerekir. Devrim adına kurtarılacak, geliştirilecek ne varsa geliştirebilmek, devrimci sorumluluk taşıyan her sorumlu militanın, en başta yerine getirmesi gereken bir görev olmaktadır. Aksi halde, kendiyle oynama, devrim içinde bir kendini bilmez olma ve dolayısıyla kendi başına bela olmaktan öteye gidememe durumu çok açık gözükür.
Savaş en yüksek eylem biçimidir
Tam bir savaş eylemi içinde yaşanıldığı biliniyor. Dolayısıyla savaşımın çok yönlü sorunlarına, böylesine kapsamlı bir teorik gelişmeyle bağlantılı ele alacağımızı hiç unutmamalıyız veya göz ardı etmemeliyiz. Eylemin kendisi en yüksek düşüncedir veya hayat bulmuş düşünceler sistemidir. Savaşı geliştiren beyin ve yürek, düşüncede de, moralde de o denli bir gelişmeyi ifade eder. Kesinlikle kendiliğinden savaş, kendiliğinden eylem diye bir olgudan bahsedemeyiz. Savaş, en soylu düşüncelerin ürünüdür. Günümüzde devrimci savaşa karşı faşist çığlıkların atıldığı biliniyor. Hele bu savaş Kürdistan gibi kendi başına yaprağın bile kıpırdamayacağı kadar terörle susturulmuş bir ülkede gelişiyorsa, bileceğiz ki, böylesine bir ülkede, böylesine bir uluslararası gerçeklik içinde devam etmekte olan devrimci savaş, en yoğunlaşmış düşünce ve beyin gücü kadar, yürek gücünün de ifadesidir. Dolayısıyla ona rasgele yaklaşmak, basit bir teknik mesele gibi ele almak içine girilecek en yetmez yaklaşımlardan birisidir. Bunu kendi pratiğimde de çok yoğun yaşıyor, düşünce ve moral açıdan olduğu kadar, eylemsel açıdan da en üst sorumluluk düzeyinin de ifadesi olmaya, amansız kılmaya çalışıyorum. Eylemin kendisine düşünceyle, vazgeçilmez moralle ve büyük bir bağlılık temelinde yaklaşacağız. Hatta eylemimizi bundan daha ağırlıklı olarak değerlendireceğiz. İşin özü böyledir.
Buna ne kadar varsınız? Ne kadar buna güç getiriyorsunuz? Eğer kendinizi bir eğitim adayı olarak veya bir sorumlu olarak görüyorsanız; sorunları halletmeyi bilmek için, kendinizi biraz harekete geçirme, gerekirse ayaklandırarak bunlara ulaşabilmeyi bileceksiniz. Bu işin kuralı gereğidir. Rollerinizi oynamanız gerekiyor. Kişiler, kendilerini ancak role uygun hale getirirlerse bir anlam ifade ederler. Yoksa rolleri kendilerine uydururlarsa en kötüsünü yaparlar. Kesinlikle gerçekler konusunda birbirimizi yanıltmamaya büyük özen göstereceğiz. Bazı ayrıntılar üzerinde durduğumuzda göreceğiz ki, kendini kandırmacı anlayışlar hayli etkilidir. En kendini kandırmacı, dolayısıyla "kazanıyorum, iyi yürüyorum" diyenin, en hızlı kaybedenin kendisi olduğunu çok daha iyi göstereceğiz. Bu tutumda olanların ince kurnazlıklarına rağmen, fazla gelişmeye ve yaymaya güç getiremeyeceklerini örnekleyeceğiz.
Çıkarılması gereken tek sonuç; PKK'deki özgürlük hamlesinin başarılmasıdır.
Burada belirgin olarak dikkate alınması gereken bir husustur; PKK'de sosyalizmin ne dogmatik bir temelde alınarak sakatlanması söz konusudur, ne de ulusal ve geleneksel çerçeveyle kendisini sağlaması söz konusudur. PKK, bunları dikkate almamakla birlikte, özgürlüğün özünü yakalayabilmiş ve onu varlık haline getirebilmiştir. Güncellik içinde özgürlüğün özünü ayakta tutmak büyük önem taşıyor. Bizim için bir gün, bir ay, bir yıl çok anlamlıdır. Esasta bunu yakalamalısınız. Bu güçle özgürlüğe böyle yaklaşmayı becermelisiniz. Sizler gençsiniz ve yapabilirsiniz. İşin esas özü budur. Özlem ve umutlarınızın, düşünce ve inançlarınızın esas yoğunlaşması, bir öze kavuşması gereken yanı burasıdır. Buna ulaşırsanız, adadığınız yaşamın bir anlamı olur. Eğer olmazsa, gerçekten iflas etmiş, yenilmiş olmaktan kurtulamazsınız.
Biz bu temelde değerlere sadakatle bağlı olmaya devam edeceğiz. Başta şehitlerimiz olmak üzere, işkenceyle yaşamı yoğrulanların özlem, inanç ve düşünce değerlerine bağlılığı esas alacağız. Yalnız ulusal çerçevede değil, bütün uluslararası çerçeve için bu temelde olacaktır diyoruz. Tabii ki bu gücümüz oranında olacaktır ve dolayısıyla yürütmekte olduğumuz hareketin hiçbir yanlış anlamaya yer vermeden, nerede ve nasıl icra edilmesi gerektiğini daha somut olarak göstereceğiz. Hem de daha iddialı, daha güçlü olarak bunu yapacağız. Bu temelde diyoruz ki, bu önümüzdeki yıl, süreci daha inisiyatifli ve hamleli karşılamaya çalışacağız. Adına ne dersek diyelim, özünde ne birikmiş olursa olsun, başlangıçtan inanılmaz ve kimsenin de asla değer vermediği veya iyi bakmadığı vuruş tarzımızı şimdi daha iyi görme, görmeden de öteye etkilenmiş, karşı koyma veya katılma biçiminde bir konuma geçtiği çok açıktır.
- Türkiye şu anda tam bir kördüğümdür. Özellikle egemen sınıfın sınır tanımaz anlayış ve uygulamaları var. Belki de dünyada eşine ender rastlanan sorumsuz bir tutum içindedir. Özellikle halkın çıkarlarını savunmayı esas alan sözcüsünün, gücünün olmayışı, egemen sınıfların çılgınlıklarına daha fazla ortam veriyor. Türk gerçeğindeki o yüzyıllardan beri süre gelen ve aslında tarihte vahşetiyle, barbarlığıyla ün salan egemen sınıf tarzı, hakim ulus tarzı bu hızından hiçbir şey kaybetmeden, hatta günümüzde Sovyetlerdeki çözülüşten sonra kendine yeni umutlar edinerek kendisini yaşatma çabası içerisindedir. Aslında başta devrilmesi, aşılması gereken bu egemen sınıf karşısında, halkın kimliğini, gücünü, çıkarlarını elde etmeye çalışmasından ötürü kendini yalnız hissetmektir, görmektedir. Partinin savaştığı bir gerçek olarak, sömürgeciliğe "dur" demeyi artık salt bir taktik olmanın da ötesinde, Türkiye halkının da hayati bir sorunu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bizim de yakından tanıdığımız ve güvendiğimiz Türkiye devrimci ortamının bir türlü bu yönlü görevlerine sahip çıkamayışı durumu vardır. Kaldı ki, yirmi yıldır çok can alıcı devrimci görevler vardı, örgütlenme ve eylem görevleri söz konusuydu. Anlamlı bir tarzda, sonuç alıcı bir biçimde bu görevlere başarı şansı verdiremeyişi, bizi yirmi yıldan sonra da olsa, bir kez daha dönüş yapılması gereken nedir, nasıl yapılmalıdır sorusuna cevap vermeye zorluyor. Çünkü çok kan döküldü, işkenceler yaşandı. Halen iddia ve umutları var. Kimdir bunlar, ne yapılabilirdi? Güvendiklerimiz, dayanmak ve desteklemek istediklerimizin sorumsuz çıkmaları, başarısız çıkmaları; bizim açımızdan da durumları aslında kabul edilmezliği ifade eder. Aynı zamanda dayatılması gerekenin ne olduğunu da ortaya çıkarır. Bu çalışmaya yüksek bir değer biçerek hakkını vereceğiz. Türk egemen ulus ve sınıf gerçeğinin hesabını iyi vermek gerekir. Bu, çok yaman ve aynı zamanda yapılması gereken bir görevdir; zor olduğu kadar en iyi devrimci görevdir.
PKK Genel Sekreterliği
15 Ocak 1992
- Ayrıntılar
Baharın Nisan ayı, canlanmanın alabildiğine hızlandığı ve yaşamak isteyenlerin büyük bir tutkuyla kendini aştığı ve anlam bulduğu birçok canlının yaşam günleri oluyor. Yıllardır bizde böyle Newroz günleri, Nisan günleri, ulusal çözümlenmeyi, onunla birlikte diriliş, yaşamı geliştirmeyi temel görev bellediğimiz günler oldu ve halen üzerinde duruyoruz.
Direnme tarihimizde önemli bir aşamayı teşkil eden 1987 Mart ve Nisan çözümlemelerinde de benzer bir başlangıcımız vardı. Değişik biçimlerde, onun 1985-86 karşılanışı anlamlıdır. Daha da geriye gidebiliriz. 30 Mart Kızıldere şehitlerinin anısına bağlılık ve protestomuz, 7 Nisan’da tutuklanmamız vardı. Daha o zamandan beri baharın, çok önemli, anlamlı karşılandığını gösteriyor. 1974-75 baharları yaşama özgürce ve iddialı yaklaşmayı denedik. Başkentte imhamızın planlanıp hayata geçirildiği, Ankara’da tam bir Kürdistan bilinciyle ayrılışımız ve özgürlük tohumlarını bu aylarda serpmemiz söz konusudur. Hem düşüncede, hem pratikte 1976 ve 77 bahar ve Nisan ayları epey anlamlıdır ve çok önemlidir.
1977 ve 1978 partiyi ilan etme ve onu yaşatmanın çarelerini oldukça düşündüğümüz Mart-Nisan ayları söz konusudur. 7 Nisan 1979’da Ferhat Kurtay’la Mardin’e geldik. Bizi yepyeni bir süreçle karşılayan bir bahardı. Onun verdiği canlanma, iyimserlik duygu ve düşünceleriyle çıkış yapmamız söz konusudur. Yine 1980-81’i bu sahada karşıladık, düşmanın büyük imha yönelimini, 1980’in o ilk anlamlı eğitim birliğimizi hazırlayıp Kemal Pirlerin komutası altında yola koyduk. 1982-83’te kapsamlı bir biçimde tekrar ülkeye yönelmemizin baharını yaşadık ve Botan’a yöneliş, 1984-85’le bilindiği üzere, 15 Ağustos Atılımı’nın ertelenemez, anlamlı baharıydı. Hem de 1985’in sonuçlarını mutlaka başarıyla getirmenin ağır sorumluluğuyla karşılanması söz konusuydu. Agit arkadaşla yakın ilişkimiz altında 1985 Newroz’unu karşılamamız söz konusuydu ve bizzat kaleme aldığı Newroz umuduyla başlamıştık.
Böyle anlamlı bulunan Nisan karşılamamız var. Kimler ne kadar anlayıp hakkını verdiler? Herkesin kendine soracağı bir sorudur. Biz yaşamaya saygılıyız, yaşama saygısı olmayanların herhangi bir yaratıcılığından, üreticiliğinden bahsetmek zordur. Bizim için yaşamın neredeyse başına yıkıldığı bir halk gerçekliğiyle, bahar müjdesi gibi yaşamı müjdelemek çok önemlidir ve böyle olduğunu göstermeye çalıştık.
Halen gerçeğimize bireysel tutkularınız, egoizminiz korkunç çaresizliğiniz, yaşama ters düşmüşlüğünüz yansıyor. Sözüm ona bayramlara hazırlanıyorsunuz ama bayramların hiçbir anlamını bilmeden bir katılımınız oluyor. Kendine saygıyı yitirmemek çok önemli! Her yetersizlik bir saygısızlıktır, her yaşamaya hakkını vermemek tüm kötülüklerin kaynaklandığı durumu yaşamaktır, durumu böyle olanların da yaşamına saygı gösterilmez. Onlar istedikleri kadar demagojik davranışlar sergilesinler, istedikleri kadar çalıp-çırpsınlar, siyaset dilinde, yiğitlik, mertlik gerçeğinde onlar beş para etmezler. Hiç bir kurnazlık, sahtekarlık bu gerçeği değiştirmez, lafazanlık, körce pratik bunu başka türlü göstermeye yetmez.
Bütün çabalarımıza rağmen, yiğitlik yaklaşımları çok sınılırdır, kurnazlık, ölüm kokan davranışlar, ucuz yaşama göz dikenler veya en önemlisi de yaşama ilgi duymayan, yaşama karşı saygısızlıklar çok fazla. Tabii sizin umurunuzda değil, mühim olan sizin alışkanlıklarınızdır, bir sigaradan aldığınız zevki, bir dedikodudan aldığınız zevki sanmıyorum yüce bir değerlendirmeden alasınız; ikili bir diyalogdan aldığınız zevki sanmıyorum bir yüce yoldaşlar topluluğunun tartışmasından alasınız. Bütün bunlar sizin düşkünlük düzeyinizi belirliyor.
Bir komutaya hakkını vermenin tutkusunu, onun coşkusunu görmeyi çok istiyorum. Mumla arasan ya bir tane bulursun ya bulamazsın, ama onunla oynayanlar hem de en anlaşılmaz, en anlamsız biçimiyle sayısız görebilirsin. Bunlar gerçeğimizi ifade eder. Biz böyle olmamanın kavgasın veriyoruz. Ben halen bu noktada, bu direniş kahramanlarının çok anlamlı olduğunu görüyorum en özlü davranışların böyle gösterildiğine inanıyorum. Özlü olanların büyük eylemleri oluyor, fakat böyle değil de daha anlamlı, daha uzun vadeli bir savaşımla gösterselerdi diye hayıflanıyorum.
Bu insanları biraz anlamlı kılmak için, biraz saygılı-sevgili kılmak için çok büyük uğraşı verdik, ama layık olan nerede? Kendilerini pislik kuyusunda çoktan kirletmişler, temizlemeye güç mü yeter. Yetersizlikler girdabında boğulmuşlar, yeterliliğe nasıl getireceksin, eylem yeterliliği, söz yeterliliği, örgüt yeterliliği nerede kişiliklerinizde?
Övünmek gibi olmasın ama bildim bileli kendimi çok zorlamama rağmen, yeterlilik sınırlarını tutturmaya büyük tutkuluyduk, yeterli iş yapmak, yeterli okumak, yeterli koşmak yeterli bilmek ve gerçekten bu tam da insana saygının kendisi oluyor. Çok az ağladığım oldu, ağladığım yerlerde de bir yetersizliğimin olduğunu gördüğümde onu gidermeye, büyük bir öfkeye dönüştürerek karşılık verdiğimde hatırlıyorum. Ağlamam kocakarıca değildi, yetersizliğimi gidermenin öfkesiydi. Böylesi daha doğru oluyor ama çoktan yetersizliklerle kendinizi büyüttüyseniz, gerçekleştirmeniz zor oluyor. Neden kendi işini en güzel, en doğru yapmıyorsun. En hayati konularda bile niye en güzel söz ve eylemi tutturamayacaksın? Çok mu zenginsin, çok mu iş yapmışsın? Yok! Hepiniz Allah’ın fukarasısınız!
Yaşamaya büyük saygı duyuyorum, fazla yaşamasak da yaşama saygı gerektiğini, saygı göstermek için de hemen her düzeyde büyük yeterliliği yakalamak şartı olduğunu biliyorum. Onun için bu şartlara sahip değilseniz, saygı ve sevginin şartlarına fazla talepte bulunmayın. Öncelikle gerekli olan saygıdır, ondan sonra bir şeyler isteyin. Ben halen çok sınırlı bir saygı durumuyla uğraştığım için, kendim için hiçbir şey istemiyorum. Bütün ulaşmak istediğim biraz saygılı olabilmeyi, etrafıma, dostuma, düşmanıma gösterebilmektir. Kolay değil, bu kadar alay konusu olmak, bu kadar inkar konusu olmak, bu kadar insanlık yoksulu olmak kolay değil.
Siz iyi çocuklarsınız veya bir çırpıda ölürsünüz de, ama bütün bunlar saygı yaratmıyor, düzey tutturulamıyor, sadece ölünüyor. Çok çaba harcıyorsunuz, bu çabalar yüksek değer ifade etmediği için, onunla birlikte sizi götürüyor. Yetersiz çabalar, anlamsız çabalar! Benim çabalarımın anlamı sizi saygılı bir duruma getirebilmektir. Ama ne kadar başarıyoruz ayrı bir mesele. Benden mi kaynaklanıyor, sizde mi kaynaklıyor tartışılabilir.
Nasıl da bu yaşamı kendinize yakıştırdınız? Hep kendime sorduğum bir soru da budur; nasıl da sıkılmadınız, böyle yaşamaya güç getirebildiniz. Halen ben, yaşam utancını tam üzerimden kaldırmış değilim. Ele-güne rezil olmamak için ancak kendimi biraz ayarlayabilmişim. Halkımızın dengelerini yitirmemeye çalışıyorum veya onun çok yitirilmiş olan saygı durumunu oluşturmaya çalışıyorum. Fakat burada da bütün bu çabalara rağmen veya başarı gibi gösterilmeye rağmen kendimizi şiddetli sorguluyoruz. Bu kadar diri tutmaya çalışmamızın nedeni; kendimizi halkımızın saygılı yaşamına ilişkin durumunu, dengesini acaba bulabilecek miyiz sorusundan ötürüdür.
Bazı büyük şehitler de bize hep bu baharda güç veriyor. Ben onlara büyük minnettarlık duyduğumu belirtmeliyim. Özellikle en son Newroz şehitlerine şükranlarımızı belirtmeliyiz. Şüphesiz onlar güç veriyorlar. Fakat esas olan kendi gücümüzü de ortaya çıkarmaktır, biz hiçbir zaman başkaları “şöyle adam olursun, böyle yapmalısın” derken kendi halimizi görmezlikten gelmedik, “iyi söylüyorsun, tam da öyledir” deyip kendimizi dogmalara boğmadık. Büyüklerin sözünü her zaman can kulağıyla dinledik, ilgi duyduk, fakat “doğru olmayabilir” sorusuna da açıklık getirdik. “Dediklerine doğru olmayan yönler olabilir, ona da dikkat et” diye kendimize yaklaştık ve halen de öyledir.
Bahara yaklaşırken, çok büyük bir anlayış olarak gördüğüm bu son iki direniş şehidimiz, “çözümlemeler bitmiştir, sıra eylemdedir” der. Tabii bunu çok anlamlı söylüyor ve en büyük örneğini de kendi kişiliklerinde sergiliyorlar. Doğru bir söz aslında! Çözümlemeler bitmiştir, sıra eylemdedir! Ama nasıl bir eylem? Onlar kendi eylemlerini öyle ortaya koydular. Bu herkes için böyledir denilemez, belki de onlar için bile bu fazlaydı. Eylemin bin bir biçimi var. Onlar kendileri için en anlamlı biçimi buldular diyelim, uyguladılar, başkası yapsa belki de zarar verebilir. Mühim olan eylemin yerinde ve zamanında olmasıdır. Ne mutlu onu yakalayana!
Çözümlemeler bir anlamıyla bitmiştir, birçok anlamıyla da yeni başlar. Bu bir yaşamdır bizde. Tatmin oluncaya kadar ister. Biz ona saygısızlık yapmayacağız. Gerekirse büyük savaşarak saygısızlık etmeyeceğiz, gerekirse çok büyük düşünerek saygısızlık etmeyeceğiz. İlla “böylesi de bizim için kabul edilir, yenilsek de layığımızdır” diyorsanız, biz burada büyük sorun çıkarırız. İşlerin tehlikede olduğunu gördüğümüz de kıyamet koparırız, sorun burada. Düşünün; yenilgiden başka, ölümden başka ve yaşam söz konusu olduğunda da alçaklıktan başka hiçbir şeyin olmadığını; o zaman soralım kendimize ne kadar saygılıyız? Yaşama, onun bizdeki dirilişine, canlanışına, serpilmesine ne kadar saygılıyız?
Her şeyin altından çıktığımızı söyleyemem, fakat bütün dayatmalara rağmen halen kolay boyun eğmediğimiz söyleyebilirim. Dostluk adına, yoldaşlık adına dayatmaları, şöyle-böyle adına karşı koymaları yapın bakalım kim düşüyor? Serbestsiniz, ben de serbestim. Siz sizinkileri dayatın, ben de benimkilerini. El mi yaman, bey mi yaman gösteririz. Biz kimsenin hukukunu elinden alacak veya onu çirkinleştirecek tutum içinde olmadık. Ama bazılarının bizi de böyle kullanmalarına fırsat vermedik. Bizi büyük bir hukuksuzlukla, çirkinlikle bağlamalarına fırsat veremem.
Bu bir savaş ve çok amansız olmuştur. Madem bazıları bize bu kadar dayatmış, biz de dayanabildiğimiz kadar dayanacağız. Yoksa kendimi çirkinleştirerek, kendimi anlayışsız kılarak, ağlayarak, sızlayarak mı karşılayacağım? Sizin gibi kolay ölerek, kolay zincirleyerek mi kendimi bırakmayacağım. Ben “mutlak özgürüm, mutlak sağlamım, yürütüyorum işleri” diyemem ama bütün bu darlığa rağmen bu sahada biraz yürütüyorum. Kaldı ki, bu fazla mekansal bir anlamda da değildir. Biz savaşın en büyüğünü ruhta, ilişkide, düşünsel tarzda veriyoruz. Sonuçlarının büyük olduğunu da görüyoruz.
Umarım bir şeyler anlıyorsunuz, o büyük anlayışsızlık duvarları biraz deliniyor. Çok kalın duvarları biraz deldik. Büyük işlere gelmezseniz sürekli dövülürsünüz, delinirsiniz, paramparça edilirsiniz. Ölmemeye çalışmalısınız, yaşama güç getirmelisiniz. Ben bazen halkımız ve dostlarımız için esin kaynağı olduğumu söyleyebilirim, hepsinin taze umudu olduğumu ve bu anlamda da sözümün sahibi olduğumu belirtebilirim. Kimse de bunu inkar edemez. Ama bunun da böyle bir kişilik savaşımıyla, böylesine büyük bir yoğunlukla sağlanabildiğini de çok iyi biliyorum.
Siz bu gerçeğin neresindesiniz, ne kadar umutsuzsunuz veya umut yıkıcıları kimlere denir? Halkların umudu olabilmek çok önemli. Bütün bunlar anlatılmakla bitmeyeceği gibi, biz yine de siyaset yaptığımızı unutmamalıyız. Fazla edebiyata da kaçmamalıyız, siz askeri adaylarsınız bunu unutmayalım, gerillalar oluyorsunuz. Bazılarınız öyle istedi ama ne kadar hizmet ettik, sonuçları sınırlı. Benim bütün yaptığım, bazıları bir şey istediğinde “onun doğrusu şöyle yapılır”dır. Yoksa ben iyi silahşörsünüz diye karşılamadım, siz istem belirttiniz, herhangi birisi bir istemde bulunuyor, ben de nasıl yapılacağını gösteriyorum. Onu da hizmetle sunuyorum, “al sana bu kadar hizmet ve yürü yolunda” diyorum.
Önder APO
- Ayrıntılar