Sosyal çizginin gelişmesinde köye boyun eğmedim, aileye boyun eğmedim, hatta Türk dünyasına (ki buna düzen de diyebiliriz) boyun eğmedim.
Köy toplumu yerine burjuva toplumu sınırlarına giriş, son derece yorucudur. İlk şehir toplumuna giriş, benim için hayli zorluklarla dolu bir giriştir. Gerek küçük şehirler olsun, gerek Ankara olsun, girişim hayli zordur. Bu da çok önemli. Girdim, ama kendimi kaybetmedim. Çok tutucu olmama rağmen, şehir içinde herhangi bir erime durumum yoktu. Aylarca, yıllarca bekledim. Şehri anlamanın büyük merakına, çabasına karşın, şehri yaşamanın kenarından bile geçmedim. Arkadaşlarım üç ayda kendilerini daldırıp yaşatıyorlardı, ben beceremedim. Ve bana karşı oldukça alaycı bir yaklaşım içindeydiler. Evet, şehir çocukları önemli oranda alaycı bir yaklaşıma sahiptiler.
Öğretmenlerin ilgisi daha değişikti. Belki gelişebilirim umutları vardı. Fakat akrabalar, yanı başımdakilere göre, alay edilmesi gereken biriydim. Büyük ihtimalle kendi düzenlerinin farklı bir konumunda kalıyordum veya onu da bir tehlike olarak görüyorlardı. Burjuva sosyalitesine karşı az çok bir tehlike olabileceğimi görüyorlardı. Burjuva sosyal yaşamına tepkim vardı. Ve girmedim, enerjimi böyle harcamadım. Ben onları kendi iç dünyamda mahkum ediyordum, onlar beni alaylarıyla mahkum ediyorlardı. Böyle bir sosyal giriş söz konusuydu.
Kemalist ve feodal etkilerin ikisine karşı da çok temkinliydim. Böyle balıklamasına dalmayan ve farkını sürekli koruyan bir konumdaydım.
Arkadaş gruplarının oluşmasında büyük çaba harcadığımı söylemiştim. Temel konulara zaman zaman giriş yaptığım, ama birinden diğerine de sıkça atladığım zamanlar oldu. Din ve felsefe konularına el yordamıyla girişler yapardım. Hepsinde öyle başarılı biri olduğum söylenemez. Fakat bir deneme tarzım var ki, ilginçtir. Yani birileri dalar, yaşamın sonunu getirir; bense sadece yoklarım.
Geleneksel Kürt kişiliğinden kopuşum, bu toplumda kesin bir haksızlık olduğunu sezmem ve hepsine karşı çıkmamla bağlantılıdır.
Nizip'te henüz ortaokuldayken benimle hep dalga geçilirdi. Düşünün, anlattığım türden bir isyanı yapan bir çocukla hep dalga geçiliyor. Belki de okulun en zavallı öğrencisi durumundaydım veya sanırım öğretmenlerime göre de en akıllısıydım. Çünkü dönemine göre hem kadın öğretmenler, hem de erkek öğretmenler bana hayli değer biçiyorlar, giderek bilgilerimi geliştiriyorlardı. Okulda ön sıralardaydım, ama buna rağmen çocukların veya öğrencilerin büyük alayı, şehrin olumsuz etkileri vardı. Bunu daha sonra patlamaya dönüştürmem için yıllar gerekliydi. Halen hatırlıyorum, kimisi subay çocuğu, kimisi köyden gelmiş ağa-eşraf çocuğuydu. Benim biraz böyle Kürtlük özelliğim vardı, sanırım davranışlarım fazla güçlü değildi veya onlara göre kesin davranışlarımda farklılık vardı. Onlar gibi olamıyordum. Onların toplumsal özelliklerine göre erimeyeceğim açık ve bunu tehlike olarak görüyorlardı. İğneleyerek, alay ederek, böyle her gün kendilerine göre beni geriletme durumları vardı.
Benim verdiğim karşılık neydi? Öğretmenlerimle biraz diyalogu iyi geliştirmek. Çıkışı, biraz öğretmenlerle iyi ilişkilerde buluyordum, kitaplarıma iyi bakıyordum; sınıf birinciliğinde sürekli tırmanıyordum ki, bu da sonuçta savaştır.
Çok anlamlı bir savaştır. Öğretmenle ilişkiye hakim olduktan sonra, bir de sınıfın birincisi olmayı sağladıktan sonra, bu burjuva çocukları yenmiş oluyordum. Çok somut, üç sınıfı da böyle geçiyorum. Burjuva ilişki biçimlerine karşı kesin bir tepkim gelişiyor. Belki de çok daha tehlikeli geliyorlardı ve onların dayattığı tarzdan uzak duruyordum. Çünkü biraz yakınlaşsam, beni mahvederlerdi. Onların dayattığı bir tarzla değil de, benim bildiğim doğrultuda mücadeleyi geliştirme, sınıfın birincisi olma ve öğretmenin gözüne girme; bu ikisinde de tamamen başardığımı söyleyebilirim.
Kemalist mantık, biraz da yatılı okul mantığıdır. Kemal'in kendisi zaten yatılı okul öğrencisidir. Ve az çok her aydının da ona benzer tarzda devlete girişi başlar. Normal ölçülere göre işte, Türkçe dersi, matematik, tarih ve birkaç dersi daha başarıyla verdin mi, bir yatılı okula girersin.
Ben onu rahatlıkla başardım. Daha ortaokuldayken ölçülerim fena değildi ve sonuçta yatılı okula girdim. Ankara merkezde bir kadastro okulu öğrencisi oldum. Sanırım şu gelişmeye yol açtı: Hem devlete dayanarak Ankara'da gerçekleri görme (ki bu çok önemli herhalde), hem de Ankara'nın göbeğinde burjuva toplumunu gözleme imkanı edindim. Oraya sıçramayı gerçekleştirmeseydim, bir gözlem imkanı olmayacaktı. Burjuva toplumuna giriş yapıyorum, yine devlete dayanarak, özlemediğim bir okul, fakat işin içine Ankara girince, "denemeye değer" dedim.
Ankara'ya ulaştığımda tesadüfen otobüste tanıştığım bir öğretmen vardı. "Biraz bana yardımcı olur musun" dedim. Onun da eteğinden tutmuştum. Daha önce Birecik'te babamın eteğinden tuttuğum gibi, aynı ortam. Ankara yine dağ gibi üzerime geliyor ve korkunç bakıyorum. Atatürk'ün heykelini gördüm. Adamı dürttüm: "Bak, bak buna!" diyordum. Her şey bana inanılmaz gibi geliyordu. Büyük çelişki. Köydeki ağalık çelişkisi gibi. Hepsi aklımda şimdi.
Tapu Kadastroda benim asker öğretmenlerim vardı. Harp Okuluna gidiyorlardı. Beni el üstünde tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu? Geliyordu böyle, "çocuklar, aldım Abdullah'ın kompozisyonunu, gittim Harp Okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti" diyordu. Ve kendisi yorumluyordu. Yani ona kalsaydı ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi, önemli değil.
Duygu olarak da giderek kendini bastıran, burjuvazi karşısında kendini fazla şanslı görmeyen biriydim. Yine faal birisi olduğum halde, son derece kendimi bastırıyordum. Giderek dine daha çok gömülme gereği duydum. Sanıyorum dayatılan burjuva toplum değerleri karşısında ideolojik bir biçim olarak erkenden, daha köydeyken bulduğum, kendimi içinde daha rahat ifade edebileceğim, dini gerçeklik üzerinde yoğunlaştım.
Köyde de namaz kıldığımı anlatmıştım. Bizim imam "sen bu hızla gidersen uçarsın" diyordu. İşte o uçuş daha sonra gerçekleşti. Uçuş, devrimdir. Demek ki, o hoca biraz kendi dini anlayışında da olsa, tespit etmiş. Ben burjuva toplumuna karşı kendimi son derece korudum. Ve herhalde bu iyi bir şey olmuştur. Çünkü burjuva değer yargıları beni istila etseydi, benim 1970'lerdeki sürece sağlıklı bir giriş yapmam mümkün değildi.
Görünüşte biraz muhafazakardım. Aslında son derece çelişkili bir durumu da yaşıyordum. Haram olmaması için her adımı son derece ölçerek atıyordum. Harama karşı olağanüstü bir hassasiyetim vardı.
İşte o zaman dindarların okudukları büyük bir alim vardı sanıyorum. Seyyid Kutub'un bir kitabını o zaman yakalamıştım: Din Budur. Benim tamamen yol diye, yaşam diye bildiğim budur biçiminde içine girdiğim bir süreç var. Tabii orta öğrenimin kocaman altı yılını da böyle değerlendiriyorum. Ki bunun köyde uzantıları var.
Ankara'da Tapu Kadastro Meslek Lisesi'ndeyken, sanırım son yılında Maltepe Camisi'ne gitmekten geri durmuyordum. Bizim okulun hemen yanındaydı Maltepe Camisi; güzel bir camidir. Sık sık oraya giderdim. Komünizmle Mücadele Derneği'nde verilen konferansları dinliyordum. Hatta Ülkü Ocaklarına gittiğimi de söyleyebilirim. Ama fazla ısınmadım da. Böyle bir atmosfer içindeydim. İşte Hulusi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da can kulağıyla dinliyor, okuyordum. Yani bu yanım da vardı. Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi duyuyordum. Necip Fazıl Kısakürek'i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum. Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta coşturdu beni. Yine Türk Ocağı’nda verilen iki konferansa katıldım. Bunlar sanırım temel çizgiyi kavramakta önemli anılardır. Komünizmle Mücadele Derneği'nin bir sorumlusu vardı. Refik Korkut'tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada Demirel'in bile geldiği bir toplantıya da katılmıştım.
Böyle bir süreçteyken bir gün, hatırlıyorum, Hubermann'ın Sosyalizmin Alfabesi adlı kitabını tesadüfen ele geçirdim. Okumaya çalıştım, öyle planlı değil. Elime alayım da okuyayım diye bir niyetim yoktu. Elime aldım, bir-iki sayfasını okudum, ki tepki duyuyordum. Aziz adlı köylü bir arkadaşım vardı okulda o zaman. Çetin Altan hayranıydı, NATO aleyhine sahte nutuk atıp tutardı, yine solculuk adına nutuk atardı. Şimdi düzenin iyi bir bürokratı herhalde. Ben ona da tepki duymuştum. Böyleyken bir gün işte o kitabı elime aldığımda, satırlar ilerledikçe dilimden düşen şey "Din kaybediyor, Marks kazanıyor" oldu.
Değişimin bir sloganıydı bu. Daha somut olarak ifade edilirse geleneksel ideoloji kaybediyor, sosyalist yaşam kazanıyordu. 1969'da tam böyle bir karara ulaştığımı söyleyebilirim. Çünkü kendi kendime bu sözü söylediğimi de hatırlıyorum.
Ardından bir kadastro memuru olarak Diyarbakır'a uçtum. Diyarbakır'da Kürdistan'ı gözlemlemek biraz daha ufuk açabilirdi.
Devlet memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi karşılaştırma imkanı vardı. Çünkü daha önce buğday tarlalarında, pamuk tarlalarında gözümüzü açamazdık. Ama biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Küçük-burjuvalarla oturup kalkma seni biraz cesaretli kılabilir. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor. Yanına eskiden varamadığımız o büyük demagog yığını küçük-burjuvalarla her gün karşılaşıyorsunuz. Bunlar gözlem gücünü daha da arttırıyor.
Bağlı köylüler, ağa köyü, bir kadastro memuru olmama rağmen, tarlalara çıktığımda "burnumuzdan kan gidiyor" derlerdi ve gerçekten öyleydi. O memur yaşantısında bile köylülere kan kusturuyordum. Tabii bu, tempoyu gösteriyor.
Diyarbakır tapu memurluğunda bir yıl kaldım.
Ana en yakın insandır ve haklı olarak oğlundan birçok şey ister. İnat etmişti, "Sen" dedi "niye bana birkaç metrelik bez almıyorsun?" O gün bugündür ben ona hiçbir şey almadım. Bir oğul, almaz olur mu? Maaş da bulmuştum, ama "almayacağım" dedim. "Sen bir beze göz diktiysen, ben de onu vermemekte kesin tutum sahibiyim." Böyle büyük uzlaşmazlığım da vardır. Neden? Çünkü benim daha büyük işler yaptığımı görmüyor, bu konuda istemlerde bulunmuyor, her şeyi bir bez parçasına indirgemek istiyor. Ne kadar edepli ve yüksek duyarlık içinde bir kişi olarak kalmaya özen gösterdiğim, o zamanki halimden anlaşılıyor. Yoksa anamı düşünmediğim için değil, anama yakışmayan bir oğul olduğum için değil. Böyle basit düşündü, ben de böyle tavır takındım ve almadım. Öyle gözü arkada gitti.
O zaman paramın hiç olmadığını söylemiyorum. Aslında bankaya on bin lira yatırdığımı biliyorum. Nitekim o köylerden, ağalardan para aldığımda bile "bunlar devrim parası olabilir" diyordum. Bir nevi rüşvetti, ama tek bir şartla kabul ettiğimi hatırlıyorum. Baba parasını nasıl isyan için kullandıysam, onlardan aldığım paraları da "bir gün genel isyana yatıracağım" diyordum. Ve kabul ettim. Bana ilk rüşvet verildiğinde, rüşveti kabul etmek için, "sen nasıl rüşvet yersin" diye terleyip durdum. Düşündüm, tartıştım, en son vicdanıma kabul ettirebildim. Bu para Kürdistan için kullanılabilir ve meşrudur. Bu para buradan geliyor, yine buranın iyiliğine güzelliğine kullanılabilir. Öyle bir bağlılığım vardı.
Arkadaşlarım ise bol bol kafayı çekerlerdi, her türlü pis işlere girip bu parayı harcarlardı. Çok önemlidir, bir rüşveti kabul etmek insanı bozabilir, ahlaksız yapabilir. Hala hatırlıyorum, birdenbire maaşımın iki-üç katı olan üç-dört bin lirayı o koşullarda (yetmişler de) cebimde görmem çok ilginçtir. Bozulmamak için hızlı düşünme ve çareyi bulmak önemlidir. Ve düşünün ki, bir rüşvet beni Kürdistan'a çağırdı. Kürdistan düşüncesi bir rüşvetle bağlantılı hale geldi. Oysa Kürdistan'ı bitiren bu rüşvetçiliktir. Orada tam tersine bu rüşvetçilik beni Kürdistan üzerinde düşünmeye götürdü. Çünkü bu parayı sen alır ve harcarsan, kesin kişiliğini kaybedersin. Ben memurluk yapmaya gelmişim, belki de bol para bulup kendimi zenginleştirebilirim. Fakat parayı alarak hatalı veya yanlış yola girersem (ki, Kürdistan somut değil) kişiliğim çok farklı bir yola girebilir. İlk rüşvetle yitip gidebilir. Ama ben "ilk rüşveti ne yapayım" diyorum. Sabaha kadar terliyorum ve bir çare buluyorum. Ki, o zaman çok sınırlı bir Kürdistan düşüncesi vardı ve neye yöneleceğim belli değildi. Devrime yönelsem bile, çok farklı yöneleceğim, hızlı olmayacağım. İşte rüşvet hızlandırıyor. Cebimde duran bu para sürekli "Kürdistan'ı düşün, çünkü sen bu parayı onun için aldın" diyor. İşte on bin lirayı bulunca, kendimi İstanbul'a attım.
Toplumsal gerçekleşmemizde birçok kayıtlı, mülkiyetli, zaaflı, uzlaşmalı bir yürüyüş yerine; onurlu, kişilikli, kimlikli, iradeli, eşit, moral olarak da kendini ifade etmiş, böyle kararlaşmış ve yaşama geçirilmiş bir yürüyüşün sahibi olabilmek çok önemlidir. Gerçek tutku bu, diye düşünüyorum. Ona göre, birbirini etkileyecek, yaşamı zorlayacak bu güç gösterilmelidir. Ben bugün de böyle olmaya ne kadar özen gösteriyorum? Bu ayıp değil, tam tersine ayıp olan bu köhnemiş, her şeyin bitişi anlamına gelen tarzda yaşamaktır. Esef ediyorum, bu yaşantılar neredeyse ruhumu bozuyordu.
Diyarbakır'da bir yıllık memurluğum sonuçta ilginçtir. Para ile tanışıyorum biraz, rüşvet ile tanışıyorum, "efendim, beyim" deyimleriyle karşılaşıyorum, devlet memuruyum, köylü-devlet ilişkisini anlıyorum. Fakat böyle küçük bir memur olarak kalmaya da niyetim yok. Kesin biraz daha yükselebilmek için bir okul aracı var, onu denemeliyim, diyorum. Bunun için üniversite hazırlık çalışmalarına katıldım.
Diyarbakır surlarında epey dolaştım, kaldım. O zamanlar bir Sur Palas Oteli vardı, o benim karargahımdı. Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk'lerin. Daha sonra Demir Oteli mi, öyle bir şeye dönüşmüş. Yani Kürtlükle ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tutkum, kesin bir üst bürokrat olmaktan ziyade, Türkiye'nin siyasi havasına biraz daha gerçekçi katılmaktı. Amacımda da Siyasal Bilgiler vardı. Bununla siyaset ilişkisi ortaya çıkıyor. Ama bir ara okul olarak da, onu kazanamayınca, İstanbul'da hukuk da olabilir diye düşündüm ve tayinimi oraya aldırdım.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
- Ayrıntılar
1925-1945 yılları arasındaki dönemde Kürt varlığı ve canlılığı kendisinden çok şeyler yitirip âdeta mezar sessizliğine bürünerek, ancak fiziki olarak ayakta kalabilmiştir. Eğer Ermeni tarzı fiziki tasfiye gerçekleştirilememişse,bunun nedeni uygulayıcıların insafı değil, nesneleşmiş olarak Kürtlerden daha fazla kazanç (asker, tarımcı, hayvancı, ırgat ve yarı-işsizler ordusu) temin etme hesaplarıdır. Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar kültürlü halklardır. Sadece fiziki yaşamla yetinmezler. Kürtlerde ise durum farklıdır. Tam nesneleştirilmeleri ve araç haline getirilmeleri söz konusudur. Aradaki farklılık bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Tasfiye dışı kalan diğer azınlıklar, özellikle Balkan ve Kafkas kökenliler, Yahudiler ancak Türk’ten çok daha Türkçü geçinerek varlıklarını koruyabilmişlerdir. Devrimci demokratik mücadelenin yol açtığı sınırlı ve istisnai örnekler dışında, durumlarını halen bu biçimde sürdürmektedirler. Durumları en özgün olan topluluk Yahudilerdir. Anadolu’daki varlıkları, ideolojik güçleri ve sermaye durumları, Siyonist stratejinin gerekleri konumlarını Beyaz Türklükte öncü kılmıştır. Fakat Yahudiler konusunda da genelleme yapmak doğru olmaz. Onların da Ulusal Kurtuluş sürecinde devrimci demokratik mücadeleye katkıları küçümsenemez.
Parçalanmış Kürdistan’ın diğer kısımlarında yaşananlar aşağı yukarı Türk modernite modelinde yaşananlara benzer olmuştur. Dönemin Kürtlük politikasına damgasını vuran ve belirleyici etkiye yol açan, Türk kapitalist modernitesinin anti-Kürt modelidir. Suriye’deki Fransız manda rejiminin İkinci Dünya Savaşına kadar sürmesi, Kürt aydınlar için kısmi bir özgürlük ortamı sağlamıştır. Dergi çıkarma ve örgüt kurmada fazla zorluklarla karşılaşmamışlardır. Fakat yasal bir Kürt statüsü de oluşturulamamıştır. Celadet Ali Bedirhan ve çevresinin dönemin anti-Kürt uygulamalarını izlemesi ve buna karşı silahlı mücadele deneyimlerine girişmesi (Osman Sabri’nin Kâhta dağlarındaki gerilla denemesi), Ağrı İsyanı için Xoybun (‘Kendi kalma’, ‘kendi olma’ anlamında isabetli bir adlandırma oluyor) örgütünü kurması ve Hawar dergisini çıkarması bu dönemin önemli çalışmalarıdır. Birçok diplomatik girişimleri de olmuştur. Fakat istenilen başarı elde edilememiştir. Dönemin hafızayı yok etme girişimleri göz önüne alındığında, bu faaliyetlerin önemli olduğu açıktır. Suriye’deki bir avuç aydın hareketinin öyküsü hazindir. Dönemi kavramak açısından incelenmesi ve ders çıkarılması gereken deneyimlerdir. Bu dönemde Fransa’nın Türkiye ile ilişki geliştirmesinde ve Suriye sınırlarını çizmesinde, İngiltere’nin Irak’a ilişkin yaptıkları kadar olumsuz olmasa da, Kürtleri koz olarak kullandığı önemle belirtilmesi gereken bir husustur. 1921 Ankara Antlaşmasıyla çağdaş dönemde Kürtlerin parçalanmasında Fransa bencil davranmış ve öncü rol oynamıştır.
Bu dönemde Irak Kürdistan’ındaki hareketlilik çok daha önemlidir. Buradaki Kürtler İngiltere hegemonyasını olduğu gibi kabullenmemiş, Arap yanlısı politikalara karşı direnmişlerdir. Süleymaniye bu dönemde de hareketlerin merkezi konumundadır. Şeyh, aşiret lideri ve bey özelliklerini şahsında birleştiren Mahmut Berzenci’nin direnişi önemlidir. İlk defa ve açıkça Kürdistan’a özgü siyasal iktidar için hareket etmiştir. İngiltere’ye kolayca boyun eğmemiş, uzun süre direnmesini bilmiştir. Benzer bir durum daha Birinci Dünya Savaşından itibaren Barzaniler için de geçerlidir. Şeyh Abdülselam Barzani’nin 1914’te idamı Şeyh Ubeydullah deneyimini sürdürmesiyle bağlantılıdır. Kürtlerin haklarını elde etmelerinde ısrarcı olmuştur. Oğul Barzanilerden özellikle Mustafa Barzani önderliği dönemin diğer önemli bir çıkışıdır. Türkiye-İran-Irak üçgeninde hareketli bir yaşamı olmuştur. Her iki önderlik İkinci Dünya Savaşına kadar geleneksel önderliklerin son temsilcileri rolünü oynamıştır.
Çağdaş Kürdistan tarihindeki en olumsuz gelişme, Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere İmparatorluğu arasında Irak-Türkiye sınırının çizilmesidir. Bu, Kürdistan’ın bedeninin parçalanması anlamına gelmektedir. Sınırların çizilmesindeki en önemli unsur, Kürtlerin hızla gündeme giren ulusal demokratik hareketinin önüne geçmedir. Eğer Kürt ulusal hareketi çağdaş nitelikte gelişebilseydi, ne İngiltere’nin Irak petrollerine yönelik talepleri gerçekleşir, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin faşist nitelikli ulus-devlete dönüşmesi mümkün olurdu. Kürt ulusal hareketine İran Kürtlerinin de dahil olması durumunda, bölge üzerindeki İngiltere hegemonyasının gerçekleşmesi çok zorlaşırdı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin hedeflediği Kürtleri tasfiye planı da gerçekleşemezdi. Musul-Kerkük konusunda sağlanan ittifakın her iki kesim açısından mantıki ifadesi budur. Bu ittifakın temeli 1920’deki Kahire Konferansı’na dayanmaktadır. Konferansın önemli bir saptaması, Ortadoğu’da kapitalist hegemonyanın geçerli olabilmesi için Kürt sorununun sürekli gündemde tutulmasıdır. Buna İsrail-Filistin sorunu da dahil edildiğinde, hegemonik güçlerin ülkeler ve halkların parçalanmasında ve kendilerine bağımlı statükoların oluşturulmasında ne denli uzun vadeli düşünüp planlar geliştirdikleri daha sonraki gelişmelerden gayet iyi anlaşılmaktadır. Kürt sorununun çözümüne yaklaşılmamasındaki temel etken bölge üzerindeki hegemonik hesaplardır. Irak Kürdistan’ındaki gelişmeler bu hesapları bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Diğer parçalardaki sorunların daha da ağırlaşmasında aynı hesapların payı küçümsenemez. PKK’ye yaklaşımlarında da aynı hesapların güncel olarak devam ettiği görülmektedir.
Aynı dönemde İran Kürdistan’ında da benzer gelişmeler yaşanmıştır. Türkiye’nin uyguladığı tasfiye modeli Şah Rıza tarafından da örnek alınmıştır. Yine iki hegemonik güç olan İngiltere ve Rusya ile uzlaşmaya varılarak, Kürtlerin varlığına yönelik tasfiye hareketi tüm hızıyla sürdürülmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürdistan üzerinde etkili olan Simko önderliğindeki hareket, Türkiye ve İngiltere’nin İran’la dayanışmaları ve Şahlığı desteklemeleri sonucunda tasfiye edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilan edilen Mahabad Kürt Cumhuriyeti de aynı ittifaka Sovyet Rusya’nın dahil edilmesiyle ortadan kaldırılmıştır.
İki Dünya Savaşı arasındaki dönem modern Kürt ulusal hareketinin gelişeceği dönemdi. Kürdistan’ın parçalanması, üzerindeki cılız hareketlerin tasfiyesi ve ardından ağır asimilasyonist politikaların uygulanması, modern ulusal hareket olma şansını ortadan kaldırmıştır. Hamidiye Alayları aynı engelleyici rolü Birinci Dünya Savaşı öncesinde oynamıştır. Her iki dönem yaklaşık yarım asır demektir. Bu yarım asırlık dönemde dünya çapında benzer nitelikteki tüm halklarda ulusal hareketler gelişme ve olgunlaşmaya başlamışlardı. Kürtler Hamidiye Alayları ve parçalama operasyonları sonucunda modern ulusal hareket olma ve başarma şansını kaybetmişlerdi. Günümüze kadar süren çözümsüzlükleri hesaba kattığımızda, yaklaşık yüz yıldır emperyalist sömürgeci oyunlarla nelerin kaybedildiğini daha iyi anlayabilmekteyiz.
Bu yüz yılda burjuva önderlikli Kürt ulusal hareketinin dünya genelinde olduğu gibi gelişmeyişi veya çok cılız kalışının nedenlerini daha köklü araştırmak gerekir. Bu durumu kaba materyalist bir yaklaşımla kapitalizmin, dolayısıyla burjuva sınıfının objektif bir olgu olarak gelişmeyişine bağlamak doyurucu bir açıklama değildir. Benzer birçok ülkede daha başarılı ulusal hareketler gelişmiştir. Örneğin iç içe yaşadığı Türk ulusal hareketi de benzer koşullara dayalı olarak gelişip daha başarılı olmuştur. Kürt ulusal hareketinin gelişmeyişini az çaba harcanmasına ve eylemlerin, hatta savaşların geliştirilmeyişine bağlamak da doğru değildir. Tersine, çok sayıda hareket geliştirilmiş ve çatışma yaşanmış ama başarılı olunamamıştır.
Modern Kürt ulusal hareketinin geliştirilemeyişinin birinci köklü nedeni, Kürt üst tabakasının tarihsel oluşum tarzıyla ilgilidir. Med Konfederasyonu’nun yıkılışından beri bu tabakanın oluşum tarzında bir çarpıklık söz konudur. Heredot Tarihi’nde çöküşle ilgili şöyle bir öykü anlatılır: Medlerin son kralı Astiyag kendisine ihanet eden Harpagos’a şöyle der: “Ey alçak, bana ihanet ettin, krallığımın yıkılışını gerçekleştirdin. Bari kendin yerime geçseydin. Madem bunu yapmadın, hiç olmazsa krallığı Medlerde bıraksaydın. Neden alçakça götürüp Persli uşağımız Kyros’a teslim ettin?” Öykünün gerçek olup olmadığını bilmiyoruz, ama bu öykü Kürt işbirlikçi üst tabakasının oluşumunu gayet iyi dile getirmektedir. Üst tabaka unsurları daima basit şahsi veya ailevi çıkarları uğruna iktidar erkini kendi halkları üzerinde egemenlik kuranlara peşkeş çekmişlerdir. İstisnaları olmakla birlikte, bu zihniyet ve tavır günümüze kadar etkili olmuştur. Bunda kabile ve aileler arasındaki rekabetlerin de rolü olsa gerek. Kürtlük zihniyetinde şahsi ve ailevi özellik, bencillik tarih boyunca hep ön planda olmuştur. Pers ve Sasani İmparatorluğu’ndaki konumları da böyledir. Ortaçağda İslami iktidar döneminde koşullar çok elverişli olmasına rağmen, iktidar erkini önce Emevi ve Abbasi, daha sonra Selçuklu, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı Hanedanlarına peşkeş çekmişlerdir. Rahatlıkla merkezî bir sultanlık kurabilecek güçtedirler. Ehmedê Xanî bunun özlemini mısralarında üzüntüyle yansıtmaktadır. Hatta Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisi’ye, kendilerine bir beylerbeyi seçmelerini tavsiye etmektedir. Ama yirmi sekiz Kürt beyi kendi aralarında anlaşamadıklarını söyler ve Yavuz’dan bizzat bir beylerbeyi atamasını isterler. 19. yüzyılda Bedirhan Bey’e stratejik darbeyi vuran yeğeni Yezdanşêr’dir. Benzer birçok hareketin yaşadığı da aynı öyküdür. En son PKK olayında onlarca kez yaşanan da bu öykünün kendisidir. Tasfiye hareketlerinin tümünde aynı gerçeklik rolünü icra etmektedir.
İkinci köklü neden, birincisiyle bağlantılı olarak, üst tabaka unsurlarının dünya görüşü, program ve örgütleniş tarzıyla ilişkilidir. Bağımsızlık ve özgürlük köklü olarak zihniyetlerinden silinmiştir. Dünyayı katı bağımlılık penceresinden algılamaktadırlar. Bağımsızlık ve özgürlük sanki onlara düşman gibidir. Biraz da böyledir. Çünkü mensubu oldukları tarihsel-toplumsal kültüre ihanet ederek, o kültürün özgür yaşamına değer biçmeyerek ve yabancı kültürler içinde yaşamayı çıkarlarına daha uygun bularak kendilerini oluşturmuşlardır.
Üçüncü köklü neden, yine ilk iki nedenle bağlantılı olarak, alt tabakanın daha da gerilemiş kabile ve aile formları içinde kalması, şahsi ve ailevi sorunlara ve bunlardan kaynaklı çatışmalara iyice boğulmasıdır. Vasat Kürt için namus, kendi bencil çıkarlarını ve ailesini korumaktan öteye gitmez. Büyüklerinden öğrendiği namus anlayışı böyledir. Kendisi ve ailesinin namusunu toplumun namusuna (namus = nomos = toplumsal kural = ahlâk) ve ahlâkına bağlamayı akıl etmez; ahlaki ilke ve tavır edinmez.
e- Kürt hareketi, İkinci Dünya Savaşından sonra Mahabad Cumhuriyeti’nin tasfiye edilmesiyle derin bir sessizliğe gömülmüştür. Kendini sırasıyla beylik, şeyhlik ve ilkel milliyetçi önderliklerle ifade eden hareketlerin ağır yenilgisi bu ölüm sessizliğine yol açmıştır. Umutsuz ve karamsar bir dönem baş göstermiştir. 1945’lerde ilan edilen KDP’ler kendilerini çağdaş partiler olarak tanımlamaya çalıştılar. Doğal olarak yakın geçmişin ağır izlerini taşımaktaydılar. Burjuva sınıf temelleri zayıftı. Aydınları çok azdı. Yenilgilerin yol açtığı umutsuzluk yeni girişimlere karşı oldukça ihtiyatlı yaklaşmalarına yol açıyordu. Dünyadaki örneklerin çok gerisindeydiler. Durumları İkinci Meşrutiyet dönemindeki Kürt aydınlanmasından ve hareketliliğinden daha geriydi. Bu da tasfiyelerin ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Dönemin önder figürü Mustafa Barzani’de temsil edilmektedir. Mahabad’daki rolünden sonra (Mustafa Barzani burada askeri yetkilidir) Sovyetler Birliği’ne maceralı bir yürüyüşle varmayı başarmıştır. 1958’deki Irak İhtilali dönüşün yolunu açmıştır. Kansız bir çözüm şansı vardır. Tarafların karşılıklı beklentilerinin karşılanmaması, 1961’de çatışmalı bir sürecin patlak vermesine yol açmıştır. 1964 yılında özerklik uzlaşmasına varılmasına rağmen, bu anlaşma uygulanmamıştır. 1971’deki uzlaşma daha geniş kapsamlıdır ama o da uygulanmamıştır. 1975 yılında Cezayir’de Irak ve İran devletlerinin karşılıklı tavizler temelinde uzlaşmaları (1926’daki Türkiye-İngiltere uzlaşmasına çok benzemektedir), hareketin bir döneminin daha sonu anlamına gelmiştir. 1964 uzlaşması nedeniyle Mustafa Barzani önderliğine karşı muhalefete geçen İbrahim Ahmet ve Celal Talabani önderliği, geleneksel Süleymaniye temelli yeni bir çıkışa yol açmıştır. 1975 yılında YNK (Yekîtî Nîştîmanî Kurdistan)’nin kuruluşuyla daha çağdaş bir hareketin oluşmasına çalışılmıştır. Radikal sol ve liberal nitelikli bu hareketin dayandığı coğrafi zemin ve kültürel yapı, Kürdistan’ın bütünlüğünü temsil etme ideaları açısından elverişli değildi. Geçmişte olduğu gibi uç bir hareket olarak kalma riskini taşımaktaydı.
Kürdistan’ın diğer parçalarında da önce KDP uzantıları, daha sonra sol alternatifler gelişmeye başladı. Türkiye Kürdistan’ındaki KDP uzantıları kendilerini önce 1959’da 49’lar Davası, sonra 1965’te Türkiye-KDP olarak yansıttı. Çok cılızken ve daha ilk adımlarında Türk kontrgerillasının kontrolüne girmişlerdi. İlk T-KDP Başkanı Faik Bucak’ın aşiret içi kavga süsü verilerek öldürülmesiyle birlikte, mensubu olduğu Siverek-Bucak aşireti kontrgerillanın önemli bir üssü haline getirildi. Türkiye solunun Kürdistan uzantıları sosyal şovenizm denilen hâkim ulus hastalıklarını taşımaktan öteye rol oynamıyorlardı. Kürt ve Kürdistan’ın varlığı en temel tartışma konusuydu. Tabular öncelikle bu kavramlarda kırılmaya çalışılıyordu. Gerçekçi bir program ve örgütlenme söz konusu edilmiyordu. Kürt sorunu slogan olmaktan öteye gidemiyordu. Yapılan sosyolojik çalışmalar pozitivizmin kaba örnekleriydi. 1969’larda kurulan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), İkinci Meşrutiyet dönemindeki Kürt Teali Cemiyeti’nin düzeyini aşamıyordu. 1940’lar sonrası ölüm sessizliği aşılmasına rağmen, henüz çağdaş bir ulusal hareket olmanın çok gerisindeydiler. Bu dönemde temelleri atılan PKK kendi öz gerçekliğini arama çabasındaydı.
Mahabad Cumhuriyeti’nden sonra aynı derin sessizliğe gömülen İran Kürdistan’ında KDP yeni bir deneyim olarak ortaya çıktı. İ-KDP bir aydın olan Abdurrahman Qasimlo önderliğinde modern bir parti olma doğrultusunda gelişiyordu. 1979’daki İran Devrimi’yle başarı fırsatı yakalanmıştı ama değerlendirilemedi. İran komplosuyla öldürülen Abdurrahman Qasimlo ve sonraki önderi olan Sadiq Şerefkendî’nin ardından hareket mültecileşti. 1970’lerde kurulan sol gruplar ve Komala pek etkili olamadılar.
Suriye Kürtlerinde gelişme gösteren edebi çalışmalar, İkinci Dünya Savaşından sonra da devam etti. Cîgerxwîn gibi bir şair yetişti. Osman Sabri’nin benzer çalışmaları oldu. Bedirhanların geleneğini devam ettirmeye çalıştılar. KDP’nin Suriye uzantıları oluştu. Komünist Parti’nin teşkilatları da oldukça etkili oldu. Geleneksel komünist partilerin tüm Kürdistan parçalarında KDP misali uzantıları vardı. Fakat öz kimliğe dayalı olmadıkları ve Kürdistan toplumsal doğasını çözümleyemedikleri için başarı şansları yoktu. Genelde de reel sosyalizmin hastalıklarını yaşıyorlardı.
Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası Kürt hareketleri geçiş aşamasındaydılar. Üst tabakanın geleneksel önderliği yenilip tasfiye olmuştu. Geriye karamsar bir tablo bırakmıştı. Kürtlerin varlığına ve özgür yaşam arzularına ilişkin derin bir güvensizlik oluşmuştu. Belki de tarihte ilk defa yaşanan kendine güvensizlik, inançsızlık söz konusuydu. Bir nevi Kızılderilileşme olgusuna dönüşme korkusu ve endişesi gelişmişti. Zaza ve Alevi Kürtlerde bu olgu kendini daha çok yansıtıyordu. Kürtlük çağdaş anlamda doğmadan ölmüştü. Daha doğrusu, üst tabaka somutunda ‘ölü doğum’ gerçekleşmişti. Ulusal ve toplumsal kimliklerine asıl sahip çıkması gereken modern sınıf ve aydınlar sahnede pek yoktu. Uygulanan katı asimilasyonist politikalar sonuç vermişti. Kürtlükten vebadan kaçar gibi kaçan aydın geçinenler söz konusuydu. Halkın tüm derdi fiziki varlığını sürdürebilmekti. Ortaya çıkan burjuvalaşma, Yahudilerinkinden çok daha dönek bir sınıflaşmaydı. Kürtlükten kaçtıkça para kazandıklarından, Pavlov’un köpekleri gibi bunun şartlanmasını yaşıyorlardı. 1970’lerin Kürdistan’ı ve Kürt toplumu, kendileri hakkında idealleri kalmayan veya çok cılız inanç emareleri gösteren insanların memleketi ve toplumuydu. ‘Kuyruklu Kürt’ iftirası tutmuştu. Bu durumda herkes ya kuyruklu olmadığına kendini inandırabilmek için Kürtlükten çıkmıştı, ya da utangaç bir biçimde kuyruğunun olmadığını söylerken ikide bir arkasına bakmaktan da geri durmuyordu.
Bu gerçekliği şahsımda da yaşıyordum. Çıkış bulabilseydim Kürtlük ve Kürdistanlılıktan çoktan vazgeçecektim. Fakat çağdaş bilinçle tanıştıktan sonra gerçeklik üzerime üzerime geliyor, kâbus gibi üstüme çöküyordu. Modernitenin ışıltıları beni çekiyordu. Fakat adı konulmayan veya çoktan terk edilen coğrafyayla adı geçtikçe utanılan halkımdan tam kopamama, bu ışıltılardan beni yüz geri ediyordu. Türk modernite modeli mutlak anlamda Kürtlük ve Kürdistanlılıktan vazgeçmeyi gerektiriyordu. Bazen kendini güzel bir kadın gibi sunduğunda, onunla yaşayabilmek için kendini mutlaka inkâr etmen gerekiyordu. Hatta dost, arkadaş edinmek istediğin erkeği de aynı dayatma peşindeydi. Azıcık kendilik mutlak yalnızlık demekti. Tam Araf’taydım. Ne cennet umudum ne de cehennem korkum kalmıştı. Mecnun gibi dolanıp duruyordum. Kürtlük modernist yaşam karşısında tam bir ayak bağı konumuna indirgenmişti.
Burjuva ulusal hareketi oluşturması gereken sınıf daha doğuşunda kendini Türk olarak tanımlamak zorundaydı. Entelektüelin konumu Kürtlüğün inkârıyla yakından bağlantılıydı: Entelektüel, Kürt olmayandı. 1970’ler Kürdistan’ın ve Kürtlerin çağdaşlık doğrultusunun kökenini belirleyebilmek için karar gerektiren yıllardı. Hâlâ hatırımdadır: “Sömürge Kürdistan” kavramını ilk defa düşünceme ve yüreğime indirdiğimde bayılmıştım. Ev ortağım, büyük insan Haki Karer o halimi gördüğünde, Kürt olmadığı halde, şahadete erişinceye kadar yeni oluşumun gerçek önderi gibi hareket etmekten asla çekinmedi. Yoldaşlığın gerçek timsaliydi. Hareketlerin rüşeym hali rahme düşüşteki halden daha ağır zorluklarla yüklüdür. Biyolojik rüşeym hallerinin cinsel içgüdülerce belirlenmiş kanunları vardır. Kendilik hükmünü icra eder. Sosyal hareketler eğer toplumsal yaşamda iz bırakacak türdense, uzun süre ve çok zorlu geçen mekân koşullarında rahme düşmeyi bekler. Peygamber geleneğindeki dağa çıkma, mağaraya çekilme sahnesi tamamen peygamberlerin yol açacakları sosyal hareketin rahme düşme safhasını teşkil eder. Hz. Muhammed’in melek Cebrail’le ilk görüşmesi ve “Oku!” vahyini alması, sonrasında içine girdiği kendinden geçiş ve titreme nöbetleri bu yüce anı ifade etmektedir.
Kurulu herhangi bir güce dayanmak yeni doğuş anlamına gelmez. Ancak o gücün kurallarınca yaşam döngülerini tekrarlamaya yarar. İnanç güçlerine dogmatik bağlılıklar için de aynı hususlar geçerlidir. Hatta bilimsel düşünce doğrultusunda yol almak dahi yeni toplumsal hareket olmaya değil, olsa olsa inandırıcı bir hatip olmaya götürür. 1970’lerin koşullarında Kürtler için köklü bir özgürlük hareketi olmaya karar vermek, tavuk civcivinden kartal yavrusuna dönüşme misali, hem de etrafı kartalın düşmanlarınca dolu bir ortamda büyümek ve uçmaya yeltenmek demektir. Koşullar öyle bir kartal uçuşu gerektirir ki, hep yükseklerde seyredeceksin. Büyük şehitlerimizden Mazlum Doğan’ın şahsıma ilişkin bir belirlemesini bu satırları yazarken hatırlamak durumunda kaldım. Şöyle dediğini duymuştum: “Arkadaşın yol yürüyüşü kartal uçuşuna benziyor. Hem de sürekli yükseklerde seyrederek uçuyor.”
Abdullah Öcalan
Demokratik Ulus Çözümü
- Ayrıntılar
1993'ün sıcak kışına girdiğimiz bu aşamada, her bakımdan zafer umutları ülkede adım adım yükselen devrimsel yürüyüşümüzün çabalarıyla gerçekleşmeye yüz tutuyor. Öte yandan gerçekten bir gerileme veya başarısızlık ortaya çıkacaksa, bunun da düşmandan değil halen utanılası etkilerini kişiliklerimizde çeşitli düzeylerde sürdüren, ama yerle bir edilmesi, mutlaka aşılması gereken özelliklerden kaynaklanabileceği, tabii ki bu durumun da hiçbir gerekçeyle savunulamayacağı bir tarzda dönemi kavrıyoruz, gereklerinin ne olduğunu çok açık bir biçimde hem bilince çıkarıyor ve hem de bunu kendimize mal ediyoruz.
Denilebilir ki, tarih bizim için hiçbir zaman bu kadar bağımsızlaşmaya ve her sahada özgürleşmeye imkan vaat eden bir durumda değildi. Yine bilinçli, örgütlü ve tek irade haline gelen partimiz önderliğinde ordulaşmamızla halkımızı hiçbir dönem bu kadar kavramış, ayağa kaldırmış ve başarı yoluna sokmuş değildik. Ayrıca parti tarihimizde, hiçbir yıldönümü, bu kadar kendine güvenme, bunu doğrular temelinde yakalama, başarı için ne gerekliyse ona sahip olma ve böylece yürümeye güç kazanma özelliğine sahip değildir. Yine belirtilebilir ki, 15 yıl, bir çocuk da olsa ne olup olmadığını ortaya çıkarabileceği gibi, bir partinin de bir devrime yeterli olup olmayacağını, onun zaferini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini kanıtlayabilecek bir zaman kesitidir. Yani 15 yılda bir parti ya zaferi imkan dahiline sokar ya da bunun tersi olarak aşılır. Çok iyi biliyoruz ki, sadece ülkemizde ve bölgede de değil, dünyanın birçok alanında mevcut partiler başaramaz, hatta dağılırken, özellikle de reel sosyalistlik temelinde kurulan bütün partiler çözülürken, yaratıcı sosyalizmin en yetkin temsilcisi partimizin, bu yıllarda emperyalist kapitalist sisteme böylesine kafa tutması, bu sisteme karşı irade sergilemesi ve yine her türlü iç gericiliğe, tutuculuğa karşı kendini yenileyerek, yaratarak sürdürmesi sadece ulusal kurtuluşun sorumlusu bir parti olarak değil, oldukça enternasyonalist bir parti olmanın da seçkin örneğini sunmuştur.
Partimizin tarihini her bakımdan öğrenmekte, öğretmekte ve özümsetmekte sayısız yarar vardır. Şu çok açıkça söylenebilir ki; aslında bizim için tarih parti tarihidir. Bin yılların kaybedilmiş nesi varsa kazanılmış biçimiyle yeniden yaratılan tarih de bu parti tarihi içinde biriktirilmiş, gizlenmiş ve gün ışığına çıkarılmış bulunmaktadır. Kaybedilen tarih, kaybedilen kimlik, kaybedilen her türlü bağımsızlık ve özgürlük parti tarihimizle başlatılıyor, yüceltiliyor ve zaferin eşiğine kadar getiriliyor. Eğer insanlık diye bir davamız varsa ve eğer bu iddiamızdan vazgeçmemişsek, bileceğiz ki bunu ilk defa yakalıyoruz. İnsan olmak şerefinden asla vazgeçilemeyeceği, bunun ekmek, su ve havadan daha çok gerekli olduğu ve bizim de bu onurdan ne kadar yoksun bırakılıp hayvanlara yaraşır bir sömürge düzeni içinde tutulduğumuzu göz önüne getirirsek, bu parti tarihinin ne kadar diriltici, güçlendirici ve böylelikle başarıya götürücü bir kuvvet, çok kıymetli bir güç olduğunu sadece kavramak da değil, yaşamımızın ta kendisi, partililerle birlikte bütün halkımızın gerçek kimliği olduğunu kavrıyoruz, kabul ediyoruz ve adeta içimize işliyoruz. Ayrıca şu da çok açık ki elimizde aslında halk olarak fazla değer yoktu. Ülke zaten sadece harap olarak değil tanınmış olmaktan da çıkarılmıştı. Neye benzediği, kimin olduğu belli olmaz bir konuma getirilmişti. Kişi olarak her türlü alçaltıcılık, her türlü yoksullaştırıcılık kendine yakıştırılmıştı. Sadece yaşamın en basiti, en yüzeyselini değil, en hor görüleninin utanılası biçimini iliklerine kadar yaşamış bir toplumun içinden gelen bireyler olarak, aslında sadece bir partinin siyasi çizgisinin başarısı değil, bir insan olmanın, insanlığı başarmanın bizim açımızdan ikinci bir doğuş değil de, doğuşun ta kendisi olduğunun bilincine şimdi daha iyi ulaşmış bulunuyoruz. Unutmayalım ki bu doğuş, bu bilinç olmazsa aslında beş paralık değerimiz yoktur.
Hiç kimse yanlış bir yaşam felsefesiyle, "param olsa şöyle yaşarım, apartmanlarım olsa şöyle keyiflenirim, şu ülkede, şu yetkilerde, şu mevkilerde şöyle rahatlık vardır" deyip de kendini aldatmasın. Özellikle "şöyle keyfime göre bir aile yaşamı, cemaat yaşamı tutturursam benden daha iyisi yoktur" deyip de kendi kendini kandırmasın. Bütün bunların bir sahtekarlıktan, kendine ihanet etmekten ve en iyi ifadeyle bir gafletten ibaret olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyoruz. PKK tarihinin süzülmüş bir ifadesi aslında bu gerçeği dile getiriyor ve en doğrusu da bu tanımdır. Kaldı ki, eğer sen ismine bile sahip çıkamayacak, en basit kimlik bilincine bile yaklaşamaz duruma getirildiğini, insanlıktan çıkarılmaktan daha kötü bir duruma düştüğünü görmüşsen buna duyacağın büyük öfkeyle ve bundan kurtulmak için sergileyeceğin çok amansız bir çabayla karşı karşıya olduğunu da anlarsın ve böylelikle PKK denilen yola girersin. Bunu şunun için söylüyoruz: Büyük çabalar harcanıyor, büyük kahramanlıklar sergileniyor, insan soyunun ender görebileceği fedakarlık ve cesaret örnekleri ortaya çıkıyor. Eğer nasıl ve neye dayanılarak bunlar başarılıyor diye soruluyorsa cevap olarak bunun temelinde böyle bir yaklaşımın olduğunu söylüyoruz. Partimizin temelinde esasta böylesine bir amaç gizlidir ve bu çok açıktır.
Tüm bunları şunun için söylüyorum: Ulusal kimliğin kanıtlanması, herkesin meseleye az çok ilgi göstermesi, "ben bu işte varım" diyebilecek noktaya gelmesi ve "başarılı da olabiliriz" diyecek bir yüreğe ve inanca sahip olması yine partinin bu özelliği sayesindedir. Yani şu noktaya geliyoruz: Bu aşamada parti bizim için her şeydir. Teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su kadar yaşamımız için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Eğer başaramayacaksak, bu söz konusu ihtiyacın gereklerini yerine getiremediğimizden ötürüdür.
Parti davasında iddialı olmak demek, bu temelde insanlığı yüceltmede iddialı olmak demektir. Parti gerçeğini yaşamak demek, insan olma durumunu yakalamak veya yaşamak demektir. Hiç kimse bunu sadece bir siyasal, örgütsel olay olarak anlama darlığına düşmesin. Ve özellikle de "partinin dışında da bir yaşam mümkünmüş, partinin özelliklerinden fazla etkilenmemiş bazı bireysel tutumlarla aslında kendimizi yaşatabiliriz" demek gafletine düşmesin. Eğer bu mümkün olsaydı, bin yıllık tarih herhalde böyle gelişmezdi. Ve yine herhalde bu kadar sadece dünyanın gerisinde de değil, altında kalmazdık.
Çok iyi biliniyor ki, PKK var ediyor. Şimdi dostun da düşmanın da çok iyi gördüğü ve bizim için de tam bir yaşam tarzı olan bu gerçeği böyle kavrayıp anarken, hiç şüphesiz geçmiş başarılarımızla övünemeyeceğimizi, böyle bir partimiz var diye kendi kendimizi yeterli görmek durumunda olmadığımızı biliyoruz. Daha çok da kazanılması gerekenin bir gelecek olduğunu, önümüzde başarılması gereken görevlerin yaman olduğunu, bu temelde parti tarihinin bir anlam ifade ettiğini bunun da doğru bir parti militanlığı olarak anlaşılması gerektiğini unutmuyoruz.
Sorunlar ağır, büyük çaba istiyor. Ulusal düzeyden tutalım uluslararası düzeye, ideolojik sorunlardan tutalım askeri sorunlara ve hatta pratikte yaşadığımız küçük maddi sorunlardan tutalım ruhi sorunları aşmaya kadar, bütün bu sahalarda çok kapsamlı sorunlar kendini dayatıyor. Ama burada bir şansımız vardır, o da, bütün bu sorunlara çözüm gücü olabilecek olanaklara sahip olmamızdır. Tarihimizde hiçbir zaman sahip olamadığımız bu olanakları sorunları çözecek tarzda elde etmiş bulunuyoruz. Bu büyük farkı görmek çok önemli, görüp de gereklerini yerine getirmek daha da önemlidir.
KÜRT HALK ÖNDERİ ABDULAH ÖCALAN
- Ayrıntılar
Sömürgeci faşist rejim, aile kurumunu devrime karşı kullanmak için, bugün çok daha özenli çalışıyor. Köy koruculuk yasasından tutalım içimizdeki unsurların ailelerine yaklaşıma, bu ailelerden bazılarını rehin alarak, bazılarını para ile karşımıza çıkarmaya kadar, üzerinde uzmanlaştığı çeşitli yollarla devrime insan sızdırıp ögeleri geri çekmeye kadar, çok çeşitli yöntemleri kullanıyor. Ama hepsinde de aileyi ve aileci ki, bunlar feodal klan özellikleridir özellikleri temel alıyor. Bireyin aileye bağlılığından doğan özlemi, düşman tahrik ediyor ve sonuç bir çok ögemizin yarı yolda kalmasına yol açıyor.
Kendi pratiğimden bu konuda bazı örnekler verdim. Uzun yıllar aile içi çelişkiler yüzünden başımızı kaldıramadık. Bu çelişkilerin etkisinden kurtulabilmenin yolu olarak dışa açıldık ve ama ancak devrim temelinde kurtulunabileceği sonucuna vardık. Tutuculaşan bir çok ögede gördüğümüz ise, aileye hizmet ve aileyi kurtarma adı altında, muazzam bir gerilemenin yaşanmasıdır. "Ailem beni büyüttü, okuttu, ben de mutlaka ona bir şeyler vermeliyim" düşüncesi büyük bir yanılgıdır. Bu düşüncede bir çok öge ve arkadaş çevremiz vardı. Tersinden bir dönüş yaptılar. Sözde ailenin iyi evladı olma adı altında, bütün yeteneklerini ki, uzun yıllar içinde ancak kazanılabilir aileye hasrettiler. Yeni bir aile kuralım derken, battıkça battılar. Buna ne yıllar yetiyor, ne de maddi koşullar elveriyor. Faşizm aileyi dağıtıyor, onu sağlıklı yaşatma imkanını yok ediyor. Buna rağmen aile kurumunu yaratmak isteyenler ise, hem kendileri gidiyor, hem de aile batıyor. Bu durumda zafer tabii ki karşı devrimin oluyor. Demek ki, bizim bu konuda son derece devrimci bir çıkışımız söz konusudur.
Biz devrimci gençleri bu ocağın olumsuz etkilerinden kurtarmak, sahte namus ve bağlılık duygularını kırmak için çok büyük çabalar harcadık. Bu çabaların devrimci mücadelemizdeki yeri çok önemlidir. Bu konularda yeterince çaba göstermeyen ve mücadele etmeyenlerin, aslında kendilerini geçmişe bağlayan zincirleri, halen yaşadıklarını belirtmek gerekir. Devrime hizmet edecek konuma getirmedikçe, düşman etkisine açık olan aile üzerinde düşman her türlü oyunu oynamış, hatta düşman aile işbirliği sonucu devrime önemli zararlar verdirilmiştir. Kürdistan'da kabile aşiret özelliklerini yaşayan aile, küçük burjuva veya burjuva ailesi bile olmadığından, dallı budaklı aşiretsel bağlara gitmesi nedeniyle tehlikeyi çok artırıyor. Örneğin, Hakkari'de bir aşiretin bir ögesini almak istediğimizde, bütün aşiret ya hepimiz, ya hiçbirimiz diyor. Daha doğrusu ya birini almışsın, ya hepsini. Dolayısıyla bu durum çok muazzam zorluklar çıkarıyor.
Genel de devrimci hareketimizin kendini örgütlenmesinde bu düşünce tarzının ve kurumun üzerine gitmek ve onu devrime son derece ustaca bağlamak, ancak aile gerçeğinin iyi kavranmasına bağlı. Bu konuda maddi yetersizlikleri ve gerçekleri dikkate alarak, adım adım ve tavizler vererek yaklaşmayı bilmek gerekiyor. Zaten yoksul olan ailelerden bir ferdini alınca o aile çöker. Bir de son derecede sakat bir namus anlayışı vardır. Bir kız aile dışına çıkınca dünyası yıkılır. Bir oğulları yansımaz geldi mi, derin bir acı içine düşerler. Bunları telafi etmek, devrimin yüceliğini kavratmakla mümkündür. Bu konuda kesinlikle fedakârlık duygusunu doğru namus anlayışını geliştirmek gerekir. Bu konuda yapılacak çok iş vardır.
Ucuz yaklaşımların karşı devrime hizmet ettiğini unutmamalıyız.
Bu konuda özellikle büyük hatalar yapılmıştır. Ailelerin içine gidilip, onu yıkıma götürecek ilişkilere yöneliniyor. Kaldıramadığında ise, "bizim gibi militanlara şöyle davrandılar" deniliyor. Oysa en çok hassas olunması gereken bir kurumun karşısındayız. Dikkatsiz, duyarsız yaklaşımlardan ötürü bir çok ilişki aleyhimize olmuştur. İlk yola çıktığımızda düşman; her aileden bir genci çekerek birliğe doğru gideceğimizi söylediğimizi yayıyordu. Sözde o da bu taktikten hareketle, her çevreden ve aileden birisini kendine bağlayarak onu şişirip besleyerek bize karşı kullanmak istemiştir. Kürdistan'ın somut yapısını düşman da çok iyi tahlil ediyor ve bizim birlik anlayışımızı sabote etmek için, her aile ocağına bir kışkırtıcı eleman sokuyor. Bunu da ya dışardan bir ögeyi ihraç ederek, ya da ondan bir ögeyi alarak yapıyorlar. Bu ögeyi kendilerine bağlamaları sonucunda, aile üzerinde bir çok didişme başlıyor. Zaten kurum bunalım içindedir. Devrimin olanakları az, karşı devrimin olanakları ise daha fazladır. Kadın zaten düşmüş ve bitmiştir. Erkek ise, zorbela vaziyetini kurtarmayla çalışır durumdadır. Sonuç; altından çıkılmaz bir durumdur.
Demek ki, olay o kadar kolay değildir. Nice kadromuz çeşitli bahaneler ileri sürerek dayanamadım, "gittim, gördüm, aç kalmıştım, gittim aileme sahip çıktım" vb. aile kültürü çok güçlü olduğu için, en canalıcı bir aşamadayken o gerici değer yargılarına teslim olabiliyor. Şüphesiz kurtulmuyor, ya da kurtarmıyor, tersine çok şey yitiriyor. Ama adamda tutku var, duygu var, bağ var. Bu konudaki namus anlayışı biraz böyle. Hatta bazı bölgelerde bu durum çok daha tehlikelidir. Öge, iliklerine kadar dar ilişkilerin içine batmıştır, yine aile de onu koparmak için her türlü tehlikeyi göze alıyor ve olan Parti'ye oluyor. Genelde bu konular bilincimizdedir. Daha önceki değerlendirmelerde açmaya çalıştığımız bu konu, öneminden bir şey yitirmiş değildir.
Çok söylendiği gibi, devrimde bir köy bir kaledir, bir fabrika bir kaledir. Bizde de aileler biraz böyledir. Bunları fethetmemiz demek, bir köyü ele geçirmek demektir. Bir fabrika üs kurmak gibidir. Özelliği böyle olan bu kuruma yaklaşımda hem sekter ve hem de teslimiyetçi tutumlara girmemek önem taşıyor. Ustaca yaklaşmasını bilirsek, kazanamayacağımız aile yoktur. Aile, kabile ve aşiret bağlarını biz devrime hizmet eder bağlar haline getirebiliriz. Tercih edeceğimiz bir örgütlenme biçimi değildir, ama başlangıç olarak doğal örgüt niteliğindeki bu kurumun önemini dikkate alarak devrime bağlamamız halinde, bu kurum artık düşmana değil, sana çalışacaktır.
Tüm Kürdistan toplumsal yapısında bu kurumun etkileri çok net ve kesindir. Dolayısıyla ne kadar aileyi bağlamışsak, o kadar örgüt geliştirmiş oluruz. Eğer bir aileyle ufak bir ilişki sağladınızda peşi sıra bir kaç aileyi getiriyorsa, o zaman ona değer verin, politik yaklaşım gerektiğinde taviz verin. Çünkü bir kişinin Parti saflarına çekilmesi, belki de bir köyün çekilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla kazanılan o ögeyi geliştirmeli, tekrar gönderip bütün köyün alanının örgütlenmesini sağlamalıyız. Bu yöntemler çok kolaylıkla geliştirilebilir. Böyle etkinliği olan aile, çevre ve kabilelerin bazı ihtiyaçları olabilir. Tabii onların da Parti'ye vermek istedikleri vardır. Sizin göreviniz bütün bunları gerçekçi değerlendirerek devrime imkan açmaktır. En azından bin gencin saflara katılması sağlanarak, köyler devrime açılmalıdır. Zaten Parti'nin otoritesi yüksek ve her an yeni ögeler vermeye aile çevrelerini Parti'ye açmaya hazırlar. Bu durumlar daha şimdiden ezici bir biçimde gelişmiştir. Devrime bu kadar atılan bir kitle temeli, başka herhangi bir devrimde söz konusu değildir. Biz de son derece olgun, elverişli bir durum yaratılmıştır. Neredeyse hemen her çevre ve her belli başlı aileden Parti saflarında bir kişi veya şehit vardır. Bunlar büyük kazanımlardır. Bizde bu konudaki bağlar uzun sürelidir. Kolay kolay unutmazlar. Bir şehidi olan aile, yıllarca davanın peşinden gelir. Bir tutkusu olan, bunu temel bir aile meselesi yapar. Yeter ki biz bunları örgütlü hale getirebilelim. Bu konuda görevlerimizi tam yapamadığımızda, son derece politikasız yaklaştığımızda, bir çok hazır ilişkiye bile sahip çıkamadığımızda, düşmanın bunu kullanarak başımıza ne belalar getirdiği biliniyor.
O halde, devrimci faaliyetlerimizde bu ocağa yaklaşımı yetkin hale getirme, yanlışlıklarından arındırma, örgütlenmede mutlaka göz önüne getirme, gekirse taviz politikası, gerekirse siyasal otoriteyi konuşturarak olgun hale gelmiş olan bu kurumu, artık Parti'ye temelde bağlama dönemindeyiz. Bu durum, cephe faaliyetlerimizde ihmal edilmemesi gereken bir alandır. Burası kitle örgütlenmesi ihmal edildiğinde, gerilla dağda bir gün bile yaşayamaz. Düşman bunu çok iyi biliyor. Bugün ayakta olan gruplarımız kitle ve aile bağlarının geliştiği yerdedir. Dolayısıyla bütün faaliyetlerimizde kitle, öncüyü saklama, gerilla birliğini koruma açısından hayatidir. Ama bu böyledir diye bu kez de aileye sığıntı olmamak, aileyi deşifre etmemek, bu işe fazla bulaştırmamak çok önemlidir. Bu konuda daha fazla hassasiyet gerekiyor.
Parti, aile kurumuna bilimsel bir yaklaşım içindedir. Bu konuda yapılan hataları gidermek, yetersizlikleri aşmak istiyoruz. Biz 15 yıldır, aynı zamanda bu ocağın olumsuz etkilerini tasfiye etmek için de mücadele ettik. PKK'nin kadro mücadelesi, aynı zamanda bu kurumun gerici özelliklerine, değer yargılarına ve dayatmalarına karşı bir isyandır. Biz, en azından feodalizm, faşizm ve sömürgecilik kadar zararlı olan bu kuruma ve onun çağdışı değer yargılarına karşı, sahte namus anlayışına karşı bir başkaldırıyız. Bu başkaldırıda büyük çabalar gösterilmiştir ve bu çabalar bugün başarıya doğru gitmektedir. Yani mücadele biraz sonuç veriyor. Çünkü aile kültürü, aile kutsallığı yerini biraz yurtseverliğe ve özgürlüğe bırakıyor. Her aile, "artık evlat yetiştirmek istiyorsak vatan ve özgürlük için" diyor. "En azından ailemizden bir kişi bu faaliyete katılmalıdır" diyor. Bu öyle basit bir gelişme değildir.
Sizle belki mücadele saflarına kolay geldiğinizi sanıyorsunuz. Ama ben kendi pratiğimde ne büyük mücadelelerden birisini bu kuruma karşı verdim. Hem kendi aileme karşı ve hem de arkadaşları bu kurumun etkisinden kurtarmak için çok çaba sarfettim. Çoğunuzun durumunu araştırıp ortaya koyduğumuzda göreceksiniz ki, Parti en büyük emeklerden birini bu konuda harcamıştır. Fakat halen sizi geriye, sağa çekmek isteyen bir yığın gerici aile bağı var. Onları düzeltmekle, bazılarını ise kırmakla uğraşıyoruz. Lütfen bu konuda da görevlerimize iyi sahip çıkalım. Bu yalnız Parti Önderliği'nin görevi değildir. Parti Önderliği'nin aileler üzerinde bir etkinliği var, ailelere güveniyorlar ve güvendikleri için de sizlerin serbestçe faaliyetlere katılmanıza izin gösteriyorlar.
Güvenilir bir önderlik demek, sağlam bir Parti kurumlaşması demektir.
"PKK'ye katılanlar yüceliyor, kahramanlaşıyor, şehit olsalar sağlam değerler uğrunadır" deniyor. Bu duygu ve fedakârlık anlayışını ailelerimizde gelişmesi, başlı başına bir devrim olayıdır. Biz bunu, yıllarca çok büyük ustalık göstererek, direnerek sağladık. O halde, Parti'nin sağladığı bu gelişmeyi esas alalım, onu bütün faaliyetlerimizin bir kazanımı olarak görelim ve aileleri bugün çok rahat kazanabilecek durumda olduğumuzu bilerek ürün derleyelim. Aileyi, devrimin sağlam bir ocağı haline getirelim. Yani yılların bitmez tükenmez emeklerinin ürünlerini şimdi toplayalım. Çoğu arkadaşın bildiği gibi, bu konudaki gelişme kendiliğinden sağlanamamıştır. Biz, tek bir ilişkiyi yaratmak için büyük çaba harcadık. Sizler şimdi rahatlıkla her eve girebiliyor, sofraya oturuyor ve emir veriyorsunuz. Hiç kimse bunun kendi büyüklüğü ve otoritesiyle sağlandığını sanmasın. Bu, çok ciddi bir politik yanılgı olur. Bu konuda değer bilmeme, kesinlikle özgücü ölçüp biçmemedir.
Bu durumda olanların ise, kolay harcayacakları, kazanmaya fazla önem vermeyecekleri, bir çok değeri çiğneyecekleri açıktır. Bunun kabul edilir bir yanı yoktur. Fakat bu konuda önemli yanılgılar yaşanıyor. Arkasından rahatlıkla yüz ilişki getirebilecek bir ilişkiye bile ilgi göstermiyorlar. Ufak bir taviz vermemiz, ufak bir ihtiyacı gidermemiz ki, bunlar günümüzde artık kolaydır bir çok örgüt olanaklarını bize açacak iken, ilgi bile gösterilmiyor. Hatta bizden uzaklaştırmak için, ne mükünse onu yapıyoruz. Bu büyük hatalı tutumdur ve terkedilmesi gerekir. Çok sayıda tavizler verebiliriz. Örneğin yoksuldur, biraz para verirsin, ilgiye muhtaçtır, ilgi gösterirsin, kaldıramayacağı bir yükün altındadır, yükünü biraz hafifletirsen, merhaba dersen o bile ona büyük bir mutluluktur. Bütün bunlara onlar çok olumlu karşılık verirler. Zaten devrime açık hale gelmişlerdir. İçlerinden bir ögeyi ustaca çekip, bir başka ögeyle destekleyerek çalışmalarını sağlamak, hepsinin tümden kazanılmasını rahatlıkla getirecektir. Bu ise, devrim için hayati bir ilişkinin sağlanması demektir. Demek ki, bu konu da şimdiye kadar pek duyarlı olmadığımız, ama mutlaka özen göstermemiz gereken bir sahadır.
İlişkiyi biz açtık. Bu ilişkinin faaliyetlerimizde ne kadar önemli olduğunu ortaya koyduk. Biz, en kolay gerçekleşen ve azami sonuç alacak olanı ailelerle kurulan ilişkidir. Bizde bir ilişki bir kişiyle değil, aileyle kurulur, aileyi kapsar. Ailelerin de birbirleriyle bağları vardır. Hepsi birbirine bakar. Bir aileden bir öge geldiğinde, diğeri de ona bakarak hareket eder. Bir yarıştır başlar. Bir de bakarsınız, bu yarış bir bölgeyi olduğu gibi bize katmıştır. Bunun ne kadar önemli olduğu ortada. O halde, tek bir ögeye bile "ihtiyardır, kadındır, gençtir, geridir, militan olamaz" gibi değerlendirmelerle yaklaşamaz, değer vermemezlik edemeyiz. Ailede büyük küçük veya iyi kötü yoktur. Yeter ki bir tanesini kazan, gerisini kolay getirirsin. Maalesef her bakımdan sığlığı, darlığı, sekterliği yaşayan ögelerimiz, bu konuda da emeklerimizin boşa gitmesine yol açmışlardır. Tabii ki daha sonra tecrit olduklarında, kendilerini mahvetmeye götürdü. Bu, çok zararlı olmuştur.
Çıkarmamız gereken biricik sonuç; bugün son derece olgun hale gelen, doğru yaklaşımın gösterilmesi halinde büyük güç kaynağına dönüşecek olan, bu ocağı artık devrimin temel bir kurumu haline getiriyoruz. Bu konuda her türlü fedakârlığı yapıyoruz. Gerektiğinde siyasal otoritemizi de konuşturuyoruz. Kaldı ki, bugün Parti otoritesi çok büyüktür. Her ailenin değer biçtiği bir durumdayız. Dolayısıyla herkesin ilgi göstermekte teredüt etmeyeceği bir noktaya gelmişiz. Bunu da çok iyi kullanarak bu konudaki büyük eksikliği gidermekle, Parti'nin kitleselleşmesinin önü ardına kadar açılmış olacaktır. Bu ise, devrimde zaferin en önemli koşulunun yerine getirilmesi demektir.
KÜRT HALK ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
1988 HAZİRAN
- Ayrıntılar
1993'ün sıcak kışına girdiğimiz bu aşamada, her bakımdan zafer umutları ülkede adım adım yükselen devrimsel yürüyüşümüzün çabalarıyla gerçekleşmeye yüz tutuyor. Öte yandan gerçekten bir gerileme veya başarısızlık ortaya çıkacaksa, bunun da düşmandan değil halen utanılası etkilerini kişiliklerimizde çeşitli düzeylerde sürdüren, ama yerle bir edilmesi, mutlaka aşılması gereken özelliklerden kaynaklanabileceği, tabii ki bu durumun da hiçbir gerekçeyle savunulamayacağı bir tarzda dönemi kavrıyoruz, gereklerinin ne olduğunu çok açık bir biçimde hem bilince çıkarıyor ve hem de bunu kendimize mal ediyoruz.
Denilebilir ki, tarih bizim için hiçbir zaman bu kadar bağımsızlaşmaya ve her sahada özgürleşmeye imkan vaat eden bir durumda değildi. Yine bilinçli, örgütlü ve tek irade haline gelen partimiz önderliğinde ordulaşmamızla halkımızı hiçbir dönem bu kadar kavramış, ayağa kaldırmış ve başarı yoluna sokmuş değildik. Ayrıca parti tarihimizde, hiçbir yıldönümü, bu kadar kendine güvenme, bunu doğrular temelinde yakalama, başarı için ne gerekliyse ona sahip olma ve böylece yürümeye güç kazanma özelliğine sahip değildir. Yine belirtilebilir ki, 15 yıl, bir çocuk da olsa ne olup olmadığını ortaya çıkarabileceği gibi, bir partinin de bir devrime yeterli olup olmayacağını, onun zaferini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini kanıtlayabilecek bir zaman kesitidir. Yani 15 yılda bir parti ya zaferi imkan dahiline sokar ya da bunun tersi olarak aşılır. Çok iyi biliyoruz ki, sadece ülkemizde ve bölgede de değil, dünyanın birçok alanında mevcut partiler başaramaz, hatta dağılırken, özellikle de reel sosyalistlik temelinde kurulan bütün partiler çözülürken, yaratıcı sosyalizmin en yetkin temsilcisi partimizin, bu yıllarda emperyalist-kapitalist sisteme böylesine kafa tutması, bu sisteme karşı irade sergilemesi ve yine her türlü iç gericiliğe, tutuculuğa karşı kendini yenileyerek, yaratarak sürdürmesi sadece ulusal kurtuluşun sorumlusu bir parti olarak değil, oldukça enternasyonalist bir parti olmanın da seçkin örneğini sunmuştur.
Partimizin tarihini her bakımdan öğrenmekte, öğretmekte ve özümsetmekte sayısız yarar vardır. Şu çok açıkça söylenebilir ki; aslında bizim için tarih parti tarihidir. Bin yılların kaybedilmiş nesi varsa kazanılmış biçimiyle yeniden yaratılan tarih de bu parti tarihi içinde biriktirilmiş, gizlenmiş ve gün ışığına çıkarılmış bulunmaktadır. Kaybedilen tarih, kaybedilen kimlik, kaybedilen her türlü bağımsızlık ve özgürlük parti tarihimizle başlatılıyor, yüceltiliyor ve zaferin eşiğine kadar getiriliyor. Eğer insanlık diye bir davamız varsa ve eğer bu iddiamızdan vazgeçmemişsek, bileceğiz ki bunu ilk defa yakalıyoruz. İnsan olmak şerefinden asla vazgeçilemeyeceği, bunun ekmek, su ve havadan daha çok gerekli olduğu ve bizim de bu onurdan ne kadar yoksun bırakılıp hayvanlara yaraşır bir sömürge düzeni içinde tutulduğumuzu göz önüne getirirsek, bu parti tarihinin ne kadar diriltici, güçlendirici ve böylelikle başarıya götürücü bir kuvvet, çok kıymetli bir güç olduğunu sadece kavramak da değil, yaşamımızın ta kendisi, partililerle birlikte bütün halkımızın gerçek kimliği olduğunu kavrıyoruz, kabul ediyoruz ve adeta içimize işliyoruz. Ayrıca şu da çok açık ki elimizde aslında halk olarak fazla değer yoktu. Ülke zaten sadece harap olarak değil tanınmış olmaktan da çıkarılmıştı. Neye benzediği, kimin olduğu belli olmaz bir konuma getirilmişti. Kişi olarak her türlü alçaltıcılık, her türlü yoksullaştırıcılık kendine yakıştırılmıştı. Sadece yaşamın en basiti, en yüzeyselini değil, en hor görüleninin utanılası biçimini iliklerine kadar yaşamış bir toplumun içinden gelen bireyler olarak, aslında sadece bir partinin siyasi çizgisinin başarısı değil, bir insan olmanın, insanlığı başarmanın bizim açımızdan ikinci bir doğuş değil de, doğuşun ta kendisi olduğunun bilincine şimdi daha iyi ulaşmış bulunuyoruz. Unutmayalım ki bu doğuş, bu bilinç olmazsa aslında beş paralık değerimiz yoktur.
Hiç kimse yanlış bir yaşam felsefesiyle, "param olsa şöyle yaşarım, apartmanlarım olsa şöyle keyiflenirim, şu ülkede, şu yetkilerde, şu mevkilerde şöyle rahatlık vardır" deyip de kendini aldatmasın. Özellikle "şöyle keyfime göre bir aile yaşamı, cemaat yaşamı tutturursam benden daha iyisi yoktur" deyip de kendi kendini kandırmasın. Bütün bunların bir sahtekarlıktan, kendine ihanet etmekten ve en iyi ifadeyle bir gafletten ibaret olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyoruz. PKK tarihinin süzülmüş bir ifadesi aslında bu gerçeği dile getiriyor ve en doğrusu da bu tanımdır. Kaldı ki, eğer sen ismine bile sahip çıkamayacak, en basit kimlik bilincine bile yaklaşamaz duruma getirildiğini, insanlıktan çıkarılmaktan daha kötü bir duruma düştüğünü görmüşsen buna duyacağın büyük öfkeyle ve bundan kurtulmak için sergileyeceğin çok amansız bir çabayla karşı karşıya olduğunu da anlarsın ve böylelikle PKK denilen yola girersin. Bunu şunun için söylüyoruz: Büyük çabalar harcanıyor, büyük kahramanlıklar sergileniyor, insan soyunun ender görebileceği fedakarlık ve cesaret örnekleri ortaya çıkıyor. Eğer nasıl ve neye dayanılarak bunlar başarılıyor diye soruluyorsa cevap olarak bunun temelinde böyle bir yaklaşımın olduğunu söylüyoruz. Partimizin temelinde esasta böylesine bir amaç gizlidir ve bu çok açıktır.
Tüm bunları şunun için söylüyorum: Ulusal kimliğin kanıtlanması, herkesin meseleye az çok ilgi göstermesi, "ben bu işte varım" diyebilecek noktaya gelmesi ve "başarılı da olabiliriz" diyecek bir yüreğe ve inanca sahip olması yine partinin bu özelliği sayesindedir. Yani şu noktaya geliyoruz: Bu aşamada parti bizim için her şeydir. Teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su kadar yaşamımız için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Eğer başaramayacaksak, bu söz konusu ihtiyacın gereklerini yerine getiremediğimizden ötürüdür.
Parti davasında iddialı olmak demek, bu temelde insanlığı yüceltmede iddialı olmak demektir. Parti gerçeğini yaşamak demek, insan olma durumunu yakalamak veya yaşamak demektir. Hiç kimse bunu sadece bir siyasal, örgütsel olay olarak anlama darlığına düşmesin. Ve özellikle de "partinin dışında da bir yaşam mümkünmüş, partinin özelliklerinden fazla etkilenmemiş bazı bireysel tutumlarla aslında kendimizi yaşatabiliriz" demek gafletine düşmesin. Eğer bu mümkün olsaydı, bin yıllık tarih herhalde böyle gelişmezdi. Ve yine herhalde bu kadar sadece dünyanın gerisinde de değil, altında kalmazdık.
Çok iyi biliniyor ki, PKK var ediyor. Şimdi dostun da düşmanın da çok iyi gördüğü ve bizim için de tam bir yaşam tarzı olan bu gerçeği böyle kavrayıp anarken, hiç şüphesiz geçmiş başarılarımızla övünemeyeceğimizi, böyle bir partimiz var diye kendi kendimizi yeterli görmek durumunda olmadığımızı biliyoruz. Daha çok da kazanılması gerekenin bir gelecek olduğunu, önümüzde başarılması gereken görevlerin yaman olduğunu, bu temelde parti tarihinin bir anlam ifade ettiğini bunun da doğru bir parti militanlığı olarak anlaşılması gerektiğini unutmuyoruz.
Sorunlar ağır, büyük çaba istiyor. Ulusal düzeyden tutalım uluslararası düzeye, ideolojik sorunlardan tutalım askeri sorunlara ve hatta pratikte yaşadığımız küçük maddi sorunlardan tutalım ruhi sorunları aşmaya kadar, bütün bu sahalarda çok kapsamlı sorunlar kendini dayatıyor. Ama burada bir şansımız vardır, o da, bütün bu sorunlara çözüm gücü olabilecek olanaklara sahip olmamızdır. Tarihimizde hiçbir zaman sahip olamadığımız bu olanakları sorunları çözecek tarzda elde etmiş bulunuyoruz. Bu büyük farkı görmek çok önemli, görüp de gereklerini yerine getirmek daha da önemlidir.
KÜRT HALK ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
- Ayrıntılar
PKK’lileşme, sosyalistleşme bol stratejik ve taktik gelişmeler temelinde daha da büyük bir anlam kazanmış bulunmaktadır. Hatta Ortadoğu halklarını giderek etkilemesi kadar, uluslararası alanda da iddialı bir sosyalist öncülük olarak etki sağlayacağı, hatta öncülük edeceği anlaşılmaktadır. Kürdistan Devrimi, bu anlamda eğer içeriğini daha da zenginleştirse, özellikle PKK’lileşmeyi kendi içinde insan çözümünü, yeni tip insanı son yıllarda büyük bir yoğunlukla geliştirmesi gibi hakim kılarsa ve stratejik-taktik olarak da devrimci savaş yöntemleri tutarsa ve bu önemli bir devrim zaferiyle sonuçlanırsa, sosyalizm de çok iddialı bir süreci başlatması işten değildir.
Unutmamak gerekir ki, Kürdistan’ın parçalanmışlığı, geliştirilecek bir sosyalist federasyon deneyimi, dört temel ulusun ve bir çok azınlığın da içine gireceği bir modeli hızlandıracaktır. Bu dört büyük ulus ve çok çeşitli azınlık ve kültürlerin PKK etkisiyle sosyalizme doğru, demokrasiye doğru eğilim göstermesi, gerçekten Ekim Devrimi’nin bile etkisinin çok üstünde bir etkiye yol açması kaçınılmazdır. Temel Ortadoğu kaynaklarının ve tarihinin yeniden PKK tarafından ele geçirilişi önemini kat be kat arttırmaktadır. Bu potansiyel gelişme, Ortadoğu’yu uluslararası devrimin en nazik halkası haline getirmiş bulunmaktadır. PKK, tam da bunun en stratejik ve taktik olarak da gün be gün işleyen can alıcı gerçeğidir. Uluslararası gericiliğin giderek PKK üzerinde durması, bu can alıcı özelliğindendir. Bir çok stratejilerini, taktiklerini boşa çıkarması, onları dehşete düşürmüştür.
Son olarak Mısır’da yapılan zirvede, aslında bunun endişesini görmemek mümkün değil. Bu zirve, her ne kadar terör zirvesi olarak ve daha çok da, işte Filistin içerikli bazı sözler, terör olaylarına karşı cevap olarak toplantıya çağrıldıysa da, esas hedefi PKK’nin bu Ortadoğu zikzaklarındaki gelişmesinin durdurulmasının olduğunu, PKK’nin özellikle, hâlâ da oturmamış emperyalizmin yeni nizamındaki çatlaklardan iyi yararlandığını ve hatta sorunları olan devletlerle geliştirdiği ilişkilerin bir bloklaşmaya doğru aktığını gördükçe, bu zirveyle buna bir dur denilmek istendi. Fakat tersi sonuç verdi.
Zirve, bloklaşmayı daha da hızlandırdığı gibi, PKK’nin anlam ve önemini daha çarpıcı kıldı. Hatta işbirlikçileri vasıtasıyla Kürt hareketine dayattıkları çözümler de yerle bir oldu. Etkilerinin zayıflaması kadar, PKK’nin büyük bir güç olarak çıkması kadar, stratejik olduğu kadar, bölgedeki iktidar gelişmelerini de etkileyecek, onların mevcudunu yürütecek iddiaya girebilecek kadar bir konuma yol açtı. Bunlar, hiç şüphesiz stratejik iktidar, siyasi, askeri gelişmelerdir. Ama eğer gerekleri dikkatle değerlendirilir ve sosyalist içerikte bu taktiklerle iç içe, başta PKK Öncülüğü içinde olmak üzere, giderek halkı da bu temelde dönüştürülmeye oynatılırsa ve yine stratejik, taktik ilişkileri giderek Kürdistan Devrimi ile bağlantılı hale getirirse, Kürdistan federasyonlaşmasını da bunun için tam bir kaldıraç gibi kullanırsa, bu giderek Ortadoğu Halklar Federasyonlaşması’na götüreceği gibi, içeriği de “sosyalizm ve halklar demokrasisi” biçiminde büyük gelişme gösterecektir.
PKK, böyle bir gerçekliğe en çok yaraşan ve gereklerini yerine getiren, yeni sosyalizmde ısrarla birlikte, zaferini temsil eden bir parti durumundadır. Ve reel-sosyalizmi çözülüşe götüren bütün hastalıklardan kendini arındırdığı gibi, yeni sosyalizm arayışına iddialı bir zemini kendi içinde geliştiren bir sosyalist parti olarak şekillenmektedir. Hiç şüphesiz bu konuda yoğun sorunlar vardır. Ve tüm gücüyle bir Kürt ulusal kurtuluşçuluğunu, Kürdistan Devrimi’ni geliştirmeye uğraşmaktadır. Bu devrimin komşu ülkelere yayılış işini daha planlayamamıştır. Veya gereklerini sınırlı da olsa yerine getirememektedir. Yine, uluslararası etkilerini düşünce platformlarına taşıramamıştır.
Ama iyi bilmeliyiz ki; bunlar da Kürdistan Devrimi’nin başarısı oranında hızlı gelişecek ve gerekleri yerine getirilecek gelişmeler olarak belirlenebilir. Devrim kurtarılırsa veya ulusal kurtuluşçu biçiminde zafer kazanan bir PKK, Kürdistan Devrimi’nde büyük bir sosyalist aşama olacağı gibi, Kürdistan’ın parçalanışı nedeni ile ve esnek ulusal, bölgesel çözümler, yaklaşımlar ile bunu hızla bölgeselleştirecektir. Bunun yaratıcı taktiklerini gündemden eksik etmeyeceğine göre, bunun gelişmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Bu da şu anlama geliyor; hızla PKK’nin sosyalist içeriği, halkların neredeyse ekmek-su kadar gerekli olan ideolojik boşluğunu dolduracak ve onları muhtaç oldukları sağlıklı gelişme ve kurtuluş yoluna itecektir. Günümüzde bunun potansiyelini PKK sonuna kadar barındırmakta, aktifleşen çabaları da her geçen gün bunu dosta, düşmana göstermektedir. Dolayısıyla, düşmanları üzerinde amansız durdukları gibi, dostları da önemle durmakta ve çoğalmaktadırlar.
Eminim ki, bu yeni bloklaşma döneminde PKK büyük bir bilinçle olduğu kadar, beklenmedik gelişmelerle iyi yorumlayarak yerini sağlamlaştıracaktır. Batı saldırısı karşısında Rusya hâlâ direnmeye çalışıyor; Çin’le yeni bir ittifak geliştirdi. Bu, Asya ittifakıdır. Yine, Ortadoğu’da Batı saldırısı, bölgesel ittifaklar geliştirmektedir. İran ve Suriye’nin geliştirdiği ittifak, giderek en iddialı bir karşı ittifaka dönüşmektedir.
Hele Türkiye ile İsrail’in başını çektiği bölgesel ittifak, karşılarında tüm Arapları ve İran’ı bulan bir ittifaka zemin olmuştur. Ve bu da tabii ki, Kürdistan Devrimi için hangi ittifakta yer alınır ve en önemlisi böyle bir bloklaşmanın gelişmesinin ne anlama geldiğini görüp, değerlendirmesi ve içinde yer alması olacaktır. Asya ittifakının bir Ortadoğu halklar ve devrimle birlikte devletler ittifakına dönüşmesi belki de çok çarpıcı ve bu kapitalist-emperyalist saldırıya karşı da en önemli bir direniş hattını ortaya koyacaktır ve biraz da işler bu yöne doğru evrim göstermektedir. Bunun hız kazanacağı söylenebilir.
Eğer Rusya daha da aşırı bir teslimiyete girmezse ki, gelişmeler tersini gösteriyor, eski komünistlerin parlâmentoda sağladıkları üstünlüğü devlet başkanlığında da gösterecekleri beklenmektedir. Çin, zaten eksiklikleri ne olursa olsun eski sosyalizmde ısrar ediyor. Ve Afganistan olsun, Hindistan olsun, Vietnam olsun, bunlar doğal olarak Asya ittifakı içinde yer alacak ülkeler konumundadır. Ortadoğu ise, adeta Asya’nın öncü savaş kolu durumuna gelmiştir.
Afrika’nın da doğal olarak bu bloğun yedeğinde yer alması, yine Latin Amerika’nın da bu yoksul ülkeler serisinde bunda yer alması, en azından tarafsızlık düzeyinin gelişmesi işten bile değildir. Kuzey-Güney çelişkisi diye tabir edilen durum da bununla bağlantılıdır. Ama esas olarak savaş kolu Ortadoğu’dur. Güçler bir kez daha burada sınanacaktır. Bütün yetersizliğine veya tutucu diye gösterilen yanlarına rağmen, İran devrimi mutlaka emperyalizm açısından dize getirilmesi gereken bir devrimdir ki, bu da kolay kolay olmayacaktır. İsrail’e karşı yine Arap direnişi de, ne kadar da bir uzlaşma sürecine girse -ki bu uzlaşma süreci bile başlı başına büyük bir mücadele dönemi olacaktır sürecektir. Hele İsrail, Türkiye’nin hem bölge, hem Orta Asya’ya doğru taşan stratejik ittifakı tüm bölge halklarını daha da pür dikkat kesilmeye itmiştir. Ve böyle karşılıklı iki strateji, günlük olarak sıcak savaşım cephelerinde vuruştuğu gibi, birçok diplomatik, siyasal, ekonomik alanda da dövüşmektedir.
İşte böylesine bir dünya bloklaşması, kamplaşması çerçevesinde PKK de, eskiden olduğu gibi sadece ideolojik ve çok cılız bir politik etkiye sahip olmakla kalmıyor, stratejik ve güncel taktik bir kuvvet olarak bloklaşmadaki yerini alıyor, hatta bu NATO stratejisine karşı Asya’nın ve Ortadoğu’nun, giderek gelişmesi kaçınılmaz olan stratejisinde temel bir halka rolünü oynamak, devrim halkası rolünü, özellikle sosyalizm halkasının güçlü, iddialı temsilcisi olarak yer almaktadır. Kürdistan Devrimi de bunun en canlı, üretken toprağı olmalıdır. Bu anlamda; Kürdistan toprakları devrimin -bu insanın şafak vaktinde oynadığı role benzer- bir rolünü oynamaya doğru hızla çevrilmektedir. Ona doğru yol almaktadır.
Hiç şüphesiz PKK’nin ideolojik dağarcığında gelişmeler öngörülmekte, ama kendi dışındaki İran-Irak savaşı, Körfez savaşı, Arap-İsrail çelişkisi, giderek Balkanlardaki, Kafkaslardaki ulusal boğazlaşmalar bu süreci hızlandırmıştır, etkilemiştir ve yanıltıcı taktik yaklaşımlarla da iddialı bir çözüm aşamasına gelmiştir. Yapılması gereken çok iş vardır. Şüphesiz en önemlisi günlük taktik işlerdir.
PKK stratejisinde bir gelişme var ve devam edecektir. Pek stratejik sorunları yoktur. Stratejide doğal müttefikler yakalanmıştır ve daha bilinçli halkalarla korunacaktır. Günlük taktikler yine daha büyük bir önlemle geliştirilmek durumunda. Güney Kürdistan’daki devrimci savaş taktikleri önemle inşa edilmek zorunda. Bu konuda yaşanan sığlıklar, darlıklar ve yerine getirilmeyen görevler hızla görülmek durumunda ve taktik yaratıcılık Güney devriminde, halkın da ve giderek Irak’ı bile etkileyecek bir aşamaya, yeni bir düzeye kavuşmakla yüz yüzedir. En can alıcı bir taktik süreç şimdi burada yaşanmakta ve öngörülü biçimde son yıllarda yoğunlaştırdığımız çabalar Güney devrimindeki ısrarın hiç de boşuna olmadığını hem uluslararası, hem ulusal düzeyde büyük bir anlam ifade ettiğini artık günümüzde de herkese göstermiştir. Burada hem askeri, hem siyasi, hem ekonomik olarak yerine getirilmesi gereken önemli güncel görevler vardır. PKK’nin bunları sağlam bir askeri üsse dönüştürmesi çok önemli ve amansız bir biçimde gerekleri yerine getirilmelidir.
Güney halkının bir siyasi gelişmeye, diğer adıyla demokratik bir federasyonlaşmaya doğru evrim göstermesi gerekiyor. O yönlü görevleri de amansız bir biçimde yerine getirilmelidir. Güney halkı ile doğru iletişim, doğru cephe, doğru mücadele taktikleri günlük olarak son derece örgütlü, dayanışmalı bir biçimde somut duruma uygun olarak yerine getirilmelidir. Çok yoğun ekonomik sorunlar var. Devrimle birlikte ekonomik sorunların da, savaş ekonomisinin doğru örgütlendirilerek yerine getirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Özellikle TC faşizminin ‘Çekiç Gücü’ de arkasına alarak oynamak istediği olumsuz role tamamen son vermek durumuyla yüz yüzeyiz. Çekiç Güç, yani NATO gücü bazen önemli oranda boşa çıkarıldığı gibi, tam bir yenilgiye dönüştürmek de önemli bir görev olarak karşımızdadır. Ve bu fırsatı da sonuna kadar değerlendirmek gerekiyor. İşbirlikçi kalıntıların geleneksel yaklaşımları zayıflatılmıştır. Onu bu çerçevede daha da takviye etmek işten bile değildir.
Bu Güney devrimi, Ortadoğu ittifaklaşmasında çok önemli bir yere sahiptir. Ortadoğu’da hem İran’la, hem Arap ülkeleriyle Kürt ittifakının çarpıcı bir biçimde zemin bulacağı yerdir. Gerek Irak’ın demokratikleştirilmesinde halkların eşit ve özgürlüğe yakın yeni ittifakında, gerek bunun hızla İran üzeri ve diğer Arap ülkeleri üzerindeki olumlu etkilenmesi de artık imkan dahiline girmiştir. Ama hiç şüphesiz en önemli yanı da, Kuzey devrimine yapacağı büyük etkidir. Buranın devrimin üssü olması, an be an etkilerini Kuzey’e taşıracak, hem askeri, hem siyasi olarak büyük gelişmelere zorlayacaktır. Zaten daha şimdiden oynanan bu rol, önümüzdeki kısa zaman süreci içinde ya hızla ilerletilecektir, ya da faşist TC savaşı, mutlaka sonuç almak isteyecektir.
Arkasında emperyalizmi bulduğu gibi, biz de arkamızda her zamankinden daha fazla, demin söylediğimiz Asya ittifakı kadar bölgesel ittifakı da bulabiliriz. Ve ilk defa böyle kapsamlı bir hal alma söz konusudur. Bu savaşımda yine geleneksel işbirlikçilerin TC’den kopuşu ve bölgesel ittifaka bağlanışı hız kazanacaktır. Bu da önemli bir gelişmedir. Tüm bunların böyle hızlı yaşandığı bu süreçte Kuzey devriminin alacağı büyük mesafeyi görmek, özellikle onun gerilla aşamasını sağlıklı değerlendirmek, gereklerini yerine getirmek büyük önem taşımaktadır. Halkın siyasal gelişimini, birliğini, cephesini geliştirmek çok çarpıcı bir görevdir ve sıcak ortamda bunu örgütlemek büyük önem taşımaktadır.
En önemlisi de, Türkiye’ye devrimi taşırmak büyük bir imkan haline gelmiştir. Türkiye halkının da artık devrimsiz yaşayamayacağı bir döneme girilmiştir. Hiç bir dönem, Türk egemen sınıfları bu kadar bunalım içinde olmadıkları gibi, Türk halkının da artık sorunlarının çözümünü devrimde aramak zorunda olacağı ortaya çıkmıştır. Son stratejik ittifakın da, yani Batı’ya en bağımlı İsrail’e teslim olmanın da bu Türk egemen bloğunu kurtaramayacağı, giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Mevcut yaşanan hükümet krizi, devlet bunalımı da bununla yakından bağlantılıdır.
Devrimi Türkiye’ye taşırmak, artık artan imkanlara sahip olduğu gibi, Kürdistan Devrimi’nin zaferinin kesinleştirilmesi buna bağlıdır. Güney’de alacağı, yararlanacağı zemini almıştır, alanı tutmuştur. Görevleri başarıyla burası yerine getirebilir. Kuzey Kürdistan’da da, yine gerilla sağlam bir devrim zemini yakalamıştır, bunu da geliştirebilir. Geliştirmesi için imkanlar fazlasıyla vardır, ama bir Türkiye’ye de taşırılsa inanıyoruz ki, bu tüm Kürdistan’da, diğer parçalarda devrimin zaferini kesinleştireceği gibi; Türkiye’yi de giderek zafere giden bir devrim yoluna sokacaktır. Böylesine stratejik bir öneme doğru tekrar evrimlenmektedir. Türkiye’deki sosyal mücadele; ya bu rolünü layıkıyla yerine getirecek, sosyal kurtuluşu sağlayacaktır, ya da artan bunalım altında bu emekçilerin, işçi sınıfının, memurların, yoksul köylünün nefes alamaz durumu daha da yaşanılmaz bir hal alacaktır.
Kısaca, Türkiye ortamında da ya devrim, ya sosyalizm, ya demokrasi, ya da faşizmin artık maymunlaştırdığı bir topluma katlanmak zorunda kalınacaktır.
Görüyoruz ki, bu, emekçilerin uluslararası mücadele ve dayanışma gününde bir kez daha gerek tüm insanlık açısından, gerekse bölgemizdeki halklar ve en önemlisi de Kürdistan’daki devrim önemli gelişmelerle, sorun ve çözüm yollarıyla karşı karşıyadır. PKK bu anlamda çok ağır sorunları da yaşasa, esasta çözümü ifade etmektedir. Hiç kimse PKK’yi kendi bireysel, basit heveslerini konuşturacağı bir parti olarak değil; insanlık çözümü, halklar çözümü ve yine çok aranılan, en dipte olan Kürt sorununda kendini bir çözüm olarak değerlendirmelidir. Son yıllarda partileşme içinde yaşadığımız normal sosyal, siyasal savaşımda demeyeceğimiz yoğunlukta bir büyük insanı yeniden yaratma çabası söz konusudur. Hiç şüphesiz eski toplumsal etkilerle, çok geri siyasal düzeyde savaşılarak bu sağlanıyor ama, aynı zamanda yeni, yaratıcı özellikler de bu arada ediniliyor.
PKK’lileşme hiç şüphesiz sosyalleşmedir, siyasallaşmadır, askerleşmedir. Aynı zamanda yeni insan yaratmadır. Özellikle kendi içinde yeni dönem insanını, sosyalist insanı yaratma, PKK’nin en temel ideolojik görevi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten reel-sosyalizmin de başaramadığı, kendi partisi içinde yeni insanı yaratma işini bir görev olarak göz önüne getirmemesi, genel bazı belirlemeleriyle yetinmesi, bu sosyalist insanı, sosyalizmin kuruluşundan sonrasına bırakmasıydı.
Bize göre, PKK deneyimine göre sosyalist insan ilk günde yetiştirilmek zorundadır. Kendi içinde sosyalist insanı yetiştiremeyen bir parti asla sosyalizmin kuruluşuna gidemeyeceği gibi, sosyalizm sonrası sosyalist insan değil, bir baş belası, kapitalist insandan daha tehlikeli bir insan tipi ortaya çıkar ki, reel-sosyalizmin de kanıtladığı budur. Demek ki, sosyalist parti, bırakalım savaş sonrasında, sosyalizmin sözde zaferinden sonrasına, daha onun ilk grup döneminde bile başarması gereken işi, sosyalist insanı, öncüyü yaratmasıdır. Onun varlığını öncelikli kılmasıdır.
Bir sosyalist parti, sosyalist olmayan insanların eline terk edilirse, o parti belki de faşist partisinden daha tehlikeli olur. Nitekim, bunun da belirtileri reel-sosyalist partilerde ortaya çıkmıştır. Çünkü, sosyalist partilerde sosyalistleşmeyen üye, birey eski toplumda olduğu kadar, yozlaştırıcı, kapitalist saldırıya karşı da orta yolda duramaz. Belli bir süre orta yolu dener, ama parti içinde hızla gerek eskinin, gerek yeni kuşatan sistemin objektif ajanı olur ki, kendi başına en büyük yıkıcı, gerici, komplocu tehlikesi, onun temsilcisi olacaktır. Ki PKK’nin mücadelesi bu gerçeği de çarpıcı, en açık ortaya çıkarma zenginliğine sahiptir. Şimdi her zamankinden daha iyi anlamalıyız ki, PKK içinde yürütülen sınıf savaşımının da çok ötesinde, hatta salt sosyal, siyasal da değil, temel bir insan savaşımıdır. Ondaki ısrarınız, başarınızın da kesin teminatıdır. Kendi deneyimlerimize dayanarak söylüyorum.
Bu ısrarlı sosyalist insanı yaratma savaşımını biz sürdürmeseydik, bırakalım bu savaşı bu aşamaya getirmek, daha ilk günlerinde çakılıp kalması işten bile değildi. Hele hele Sovyet deneyimi gibi yetmiş yılı yaşadıktan sonra bile çözülmesi, bu kadar gelişmişliğine rağmen bizim en geri toplumsal koşullarımıza dayanan devrimimizin çözülmemesi işten bile değildir. Peki ne önledi bunu? Bunu, sosyalist insan kavgamızı şiddetlendirmemiz önledi.
KÜRT HALK ÖNDERİ ABDULAH ÖCALAN
- Ayrıntılar