Her şeyden önce, dönem itibarıyla harekete geçmeye hazır hangi güçler söz konusudur? Bunların düzeyi, durumu nedir? Çizilen amaçlar, perspektifler hangi eylem programımıza hem gereklilik, hem de olanak tanıyor. Hangi örgüt ve eylemlilikle bunlara ulaşacağız? Buraya kadar ki tüm çalışmalarımız değerlendirilecektir. Partinin örgüt düzeyi, kitlelerin uyanışı, ilgi düzeyi önemlidir ve ele alınacaktır. Diğer objektif etkenler, düşmanın durumu, halkın dayandığı objektif şartlardan yola çıkılacaktır. Partinin amaçları, özellikle de belli bir dönem için amaçları nedir? Hangi zeminde ve daha ayrıntılı dönemler göz önüne getirildiğinde nasıl bir uygulamayla gerçekleştireceğiz? Tüm bunları değerlendirmek gerekecektir.
Her şeyden önce devirmek, bunun için adım adım geriletmek durumunda olduğumuz faşist sömürgeci rejimin güncel durumuna bakmak gerekiyor. Bu Parti edebiyatımızda sıkça üzerinde durulan bir husustur.
Gelişme dönemine daha yetkin tahlillerle karşılık vermekteyiz. Bugün sadece kendi değerlendirmelerimizle yetinmemek gerektiğini biliyoruz. Düzenin en sağ partileri bile "her düzeyde derin bir bunalım yaşanıyor. Bunu sadece bir hükümet bunalımı olarak değil, tüm alt ve üst yapıda değerlerin alçalması, yozlaşmasıyla birlikte, maddi alandan bütün manevi alanlara kadar yansıyan bir bunalım olarak görmek gerekir" diyorlar. Şüphesiz buna temel teşkil eden alt yapıdır.
Rejimin alt yapısı, günümüz için her karşıdevrim hükümetinde ve onun yönlendirdiği rejimlerde olduğu gibi, kitleler üzerinde baskı ve sömürüyü görülmemiş biçimlerde artırılmasında ifadesini buluyor. Ekonomiden, devletin en temel politikalarına kadar yansıyan tutumlarında görülüyor. Ekonominin çözmek durumunda olduğu sorunlar daha çok güncel sorunlardır. Tam bir bunalım ekonomisi haline gelmiştir.
12 Eylül faşist rejimi, esas itibarıyla gündemleştirdiği sorunları çözmek için, daha çok Türkiye tarihinde kapitalist gelişmenin emperyalizme bağımlılığı ile, Ortaçağ kalıntılarını iç içe geçirmiştir. Baştan itibaren tekelci bir avuç kapitalistin tekelleşmesi doğrultusunda yoğun çaba vardır. Bunun için yönlendirilen mali sermayenin bir kaç banka etrafında yoğunlaştırılarak, devletin yoğun desteğiyle dış rekabetten ve içten ise diğer sınıfların taleplerinden koruyarak, para politikalarıyla oynayarak ayakta tutma çabaları vardır. Olup biten her şeyi aslında bir avuç kapitalistin gelişmesi uğruna harcanan çabalardan, politikalardan ibarettir. Başlangıçta ticari ve mali olan sermayenin daha sonra sanayi sermayesine dönüşüm vardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuruluş yılları esas itibarıyla Türk tüccar ve milli sermaye sınıfı ortaya çıkarmak, bu temelde yaratılan sınırlı bir birikimle sanayiye yönelmek, bunu da dışa karşı sert bir korumayla gerçekleştirmek için harcanan çabalarla doludur. Bu anlamda M.Kemal dönemi, bir kapitalist gelişmeye sonuna kadar imkan tanıyan dönemdir. Sermaye palazlanır, devletçilik yoluyla sanayileşmenin yolu atılır. Bu tam bir soygundur.
Şunu belirtelim ki, TC'nin kuruluş yılları işçi sınıfının ve daha çok da köylülüğün amansız sömürüsünün gerçekleştiği yıllardır. Tekeller biçiminde üstte bir yoğunlaşma vardır. Kentte her türlü sendikal çalışma, kırsal alanda ise köylülerin toprak ağalarına karşı toprak istemleri sert baskı yöntemleriyle bastırılıyor. Yeni bir sınıf bir kurmayın eliyle geliştiriliyor. II. Dünya Savaşında bunlar daha da palazlanıyor. Soygun ve el koymalar bu dönemde daha da artmıştır. Sermaye büyümüştür ve büyüyen bir burjuvaziye tanık olunuyor.
Eskiden Türk milli burjuva çıkarlarını koruyan devlet, yavaş yavaş büyük burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik bir sınıf temeline kavuşuyor. Bildiğimiz CHPDP ayrışması, bunun üst yapıya yansımasıdır. DP iktidarı yılları, TC'nin emperyalizmle ilişkilerinin daha da artması, ABD bağımlılığının gelişmesi, küçük burjuva ve orta kesimlerin payının azalması yıllarıdır. Halkın emekçi kesimlerinin de daha çok geriletilmesi biçiminde bir dönüşümdür. Bu konuda kırsal alanda olsun, ticari, mali ve giderek de sanayi alanında olsun, burjuvazinin palazlanması sürecinin bir adım daha ileri gitmesidir. Bunun sonucunda uluslararası tekellerle işbirlikçilik gelişiyor, toprak kapitalizmi gelişiyor. 1960'larda ortaya çıkan durum böyleydi. Bu dönemde işbirlikçi tekelci kapitalist gelişme sağlanmış ve buna karşı orta ve küçük burjuvazinin eskiden devlet içinde yer almış olan kesimlerin muhalefetine yol açmıştır. Bu muhalefetin ordu içindeki temsili ve CHP'nin buna kol kanat germesi söz konusudur. Bu 27 Mayıs hareketinde ifadesini bulur.
27 Mayıs daha önce devletten pay alan, orta ve küçük burjuva ile bürokrat burjuva kesimlerin gerilemelerine bir tepkidir. Bunlar 27 Mayıs Anayasasıyla tekrar kendilerine, başta ordu olmak üzere bürokrasi içinde bir yer, bir olanak elde ediyorlardı. Bunun için burjuva anlamda bir demokratik açılımdan bahsedilir. Yani tekelci gelişmenin biraz dizginlenmesi söz konusudur. Fakat kısa bir süre sonra, tekrar AP ve CHP koalisyonları, ardından tek başına iktidar olan AP'nin uluslararası sermayeyle, emperyalizmle ilişkileri geliştirmiştir. Sömürü yoğunlaştırılmış, sınıfsal ayrışım daha da hızlandırılmıştır.
Bu dönemde Kürdistan'daki kapitalist gelişme de açılım kaydeder. Mali sanayi sermayesi toprak kapitalizmine göre daha ileri bir duruma geçer, hatta ticaret burjuvazisinin de önüne geçmeye çalışır. Bu da bir rekabeti doğurur. AP hükümetleri döneminde ortaya çıkan bu durum, üstten bir çekişmedir. Yoğunlaşan sömürü emekçilerde de bir kıpırdanmaya yol açar. Orta kesim bu konuda biraz hareketliliğe geçer. Kendi konumlarını sürdürmek açısından emekçilerin hareketine göz kırpar, onlardan destek arar. Bu bildiğimiz radikal gençlik, devrimci gençlik hareketinin de doğuş zeminidir. Bu zeminde belli bir hareketlilik ve devrimci uyanış başlar.
12 Mart daha çok mali ve sanayi burjuva kesimlerin palazlanmasına olanak vermek amacıyla, gelişen devrimci gençlik hareketini bastırmak için geliştirilir. Daha sonraki süreç, 12 Mart'ın çerçevesinde kısmen gelişir, ama zaman zaman bu onu aşar. Özellikle devrimci gelişmelerin mevcut çatlaklarından yararlanarak geliştirilen bir süreçtir. Bunlar, bir yandan CHP, bir yandan AP ve diğer iki küçük parti arasındaki çelişkilerdir. Bu bir koalisyon dönemidir ve daha sonraki süreçte, daha çok 12 Eylül'ün tepki duyduğu bir dönemdir. Bu koalisyonlar siyasal denetimin zayıflamasına yol açar. Bu temelde birçok grup ortaya çıkar.
Hemen söyleyelim ki bütün bu süreç, TC'nin bünyesinde tüm çelişkilerin açığa çıkması anlamına geldiği gibi, hepside zayıf bir çelişki durumundaydı. Üstten devleti yönetenler önemli oranda yönetemez duruma düşmüşlerdir. Orta kesimler kendi durumundan rahatsızdırlar. Emekçiler rahatsızlıklarını bilinçli örgütlülüğe doğru taşırmaya çalışırlar, ama hepsi de zayıftır. Bu durumda en güçlü, en organize kurum yine ordudur. Türk devletinin temel etkeni olan ordu, bu konuda komünist kollama hareketi için her zaman görev başındadır.
Öyle bir notkaya gelinir ki, normal sivil kurumlarla, parlâmentoyla, partilerle TC'yi yürütmek mümkün değildir. Partiler yetmez duruma düşmüşlerdir. Parlâmento çözüm üretemez durumdadır. Hükümetler hızla kurulup dağılmaktadır. Halk muhalefeti denetimsizdir. Fazla örgütlü olmasa da gelişme göstermektedir. Bu bir dönemin sona erişi anlamına geliyor. Üst yönetimde düşülen zaaf, alt'ın homurtularıyla birleşince bir devrimci durum ortaya çıkıyor, ama bu devrimci durumu değerlendirecek devrimci bir örgüt olmadığı, kırk yamalı bohça gibi olan sol grupların, bırakalım devrimci bir örgütün ihtiyacını giderme, işi daha da çıkmaza sürükledikleri için bir sonuca gidilememiştir.
Sivil kurumlar da bu gelişmeye çare olmadıkları için tek yıpranmamış kuvvet olarak duran ve aynı zamanda güçlü bir siyasi etkisi olan, faşist bir kurumlaşmayı kendi içinde yürüten, disiplinli ve planlı ordu gücü devreye girmiştir. Aynı güç biraz planlı bir çabayla kendini tek alternatif hale getirmiştir. Sivillerin toplumu yönetemez durumda olduklarını kanıtlamak için gelişini biraz geciktirmiştir. Özellikle Demirel başta olmak üzere, sivillerin denetiminde orduyu yıpratmamak için, göz göre göre sivilleri yıpratmaya yönelmişlerdir. 'Ordu yıpranacağına siviller yıpransın, toplum sivillerden nefret etsin' planıyla hareket etmişlerdir. Bunların hepsi işbirliği halindedir.
Sivillerin orduya karşı demokratik bir kurum olma durumu da yoktur. Fakat artık işleri döndüremez hale gelmişlerdir. Toplumun bunlardan kurtulması için veya toplumun orduyu arzu etmesi için, bunların yönetemez, kargaşayı önleyemez bir güç olduğunun kanıtlanması gerekiyordu. Demirel'in çokça yakındığı ve "denetimimiz altında çalışmıyorlar, bizi yıpratmaya çalışıyorlar ki, halk kendilerini kurtarıcı ve müdahale etmesi gereken güç olarak benimsesin" biçimindeki sözleri doğrudur. Sivil kurum, parlâmento kendini üretemez durumda olunca, ordunun bunu daha da körükleyeceği ve onları daha da iş göremez duruma düşüreceği açıktır. Buna bir defa niyetlenmişlerdir ve 78'lerden itibaren programlarında bu vardır.
Buna bir de tabandaki durum ve özellikle de Kürdistan'da gelişme istidattı gösteren Ulusal Kurtuluş Hareketi eklenince, cumhuriyeti yeni temeller üzerinde üretmek, yeni alt ve üst yapı kurumlarına kavuşturmak zaruri bir görev olmuştur. Bunun için, eski sivil kurumlarını önce denetim altına almak, sonra yasaklamak, parlâmentoyu, bütün partileri ve hatta liderliklerini tasfiye etmek, irili faklı bütün devrimci gruplar üzerinde amansız bir terör uygulamak ilk yönelimi olmuştur.
Halk kitlelerinin kendi beklenti ve umutlarına cevap vermeyen burjuva yönetimler dışındaki arayışlara düşmemeleri için, söz konusu hareketler üzerinden adeta silindir gibi geçilmiştir. Kitlelerin "biz de kendi kendimizi yönetebiliriz" düşüncesine kapılmamaları için, önce uyarı, daha sonra da ezme yöntemlerini geliştirmişlerdir. Uygulanan baskının yanı sıra, muazzam bir ideolojik etkilenme altına alma yöntemiyle kendilerine karşı koyabilecek bir kişi bile bırakmamışlardır. Kitlelerin umutları adeta doğduklarına bin pişman ettirilerek başlarına yıkılmıştır. Tek kurtuluş yolu olarak ordu öncülüğü, Kenan Paşa'nın benimsenmesi politikaları ve uygulamaları söz konusudur. Hatırı sayılır bir desteği, bu baskı ortamında, propaganda ve pasifikasyon yöntemleriyle geliştirilmesi söz konusudur.
12 Eylül'ün gelişi, bastırmacılığı ve kendini yeniden kurumlaştırması durumu vardır. Oluşturulan Anayasa, Partiler Yasası ve demokrasiye dönüş taktiklerinin tümü, 12 Eylül'ün kurumlaştırılmasıdır, bunun sivil maskeyle sürdürülmesidir. Demokrasiye geçiş, özellikle de uluslararası emperyalizmin ve NATO'un da desteğini almak için bir maskedir. Alt yapıda, ekonomide tekelleşme ve holdingleşme, gelişmiş uluslararası tekellerden alınan payları yoğun bir biçimde artırmıştır. Buna karşı içte kemerleri sıkma ve iç tüketimin kısıtlanması, ticaretin geliştirilmesi yöntemiyle, dış tekellerin çıkarları da gözetlenerek, sermayenin bir avuç tekelcinin elinde yoğunlaştırılması için politikalar geliştirilmiştir. Bu, daha insafsız bir sömürüyü getiren ve sömürüyü gerçekten bütün sağ partilerin de söylediği gibi, bir talana kadar götüren politikanın adıdır.
Bu dönemde geliştirilen Özal ekonomi politikacılığı, sonuna kadar uluslararası sömürüye açılmış bir Türkiye demektir. Emekçilerin daha önceki ücret düzeylerinde %35'lere varan düşme, köylülüğün ürünlerine biçilen baş fiyattaki düşme, memur maaşlarını dondurma yaşanmıştır. Hatta içte sanayi kesiminin payının bile azaltılması ve tüm bunlardan edinilen payların bir avuç ihracatçı ve mali tekellerin emrine, uluslarasın sermayeye verilmesi durumu vardır. Bu politikayı esas alan ANAP'ın kuruluşu, ANAP'la bu ekonomi politikanın sürdürülmesi ve Milli Güvenlik Konseyi ile ortaklaşa bir iktidarın bunlar tarafından götürülüşü söz konusudur.
Kürt Halk Önderi Abdulan Öcalan
- Ayrıntılar
Birey olarak tek başına ağır tecrit koşullarında bir mahkûmiyeti yaşarken, diğer yandan hukuksal savunmaya devam ediyorum. Altıncı yıldayım. Tarihte bu denli uzun süren başka bir ağır siyasi davaya örnek bulmak kolay değildir. Daha ne kadar süreceği de belli değildir. Ama davaya da, ısrarla bireysel başvuruya dayalı olduğu, toplumsal ve siyasal etkenlere yer verilmeyeceği bir kural olarak işletilmektedir. AİHM’in bu yaklaşımı açık ki büyük eksiklik içermekte ve beraberinde adil olmayan bir yargılanmaya imkân sunmaktadır. Davam özenle AİHM kapsamına alınırken, tüm siyasi ve toplumsal yanları adeta dışlandı. Açık ki, bu yaklaşım gerçeğin önemli bir yanını gizleme gereği duyuyordu. Bireyi toplumdan koparıp “haklar sahibi kılıyorum” yargılamasını da bu temelde yapıyorum demek açığa kavuşturulması gereken en temel konudur. Bu yaklaşım Avrupa uygarlığının özünü teşkil etmektedir. Neredeyse birinci savunmamın tamamını bu gerçekliği açığa çıkarmaya adadım. Tekrar etmeyeceğim. Fakat kısaca bir özetlemeyi yine de gerekli kılmaktadır.
Toplumsallık insan türünün varlık koşuludur. Kendinden önceki primat (insana en yakın familya) türünden kopup insanlaşması, toplumsallaşma düzeyiyle at başı gittiği sosyal bilimin en yakın bir gerçeğidir. Yalnız birey ve toplum halindeki yaşam, birbirinden ne kadar soyutlanırsa soyutlansın, teorik olarak ispatlanamaz bir olgudur. Yalnız birey yoktur. Toplumu yıkılmış birey olabilir, ama en azından bu birey bile yıkılmış toplumunun anılarıyla birlikte ayaktadır. O anılarla yeni toplumsallaşması da anlıktır. İnsan türünün güç kazanması tamamen toplumsal düzeyiyle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Bireyi zayıf kılmanın, köleleştirmenin en vahşi tarzı, ona dayatılan yalnızlık düzeyidir, yaşadığı tecrittir. Sürüler halindeki köleler, köylü serfler, şehirli işçiler yine bir toplumdurlar. Zaman zaman isyan ederek kendilerini hatırlarlar. Diğer yandan yalnızlık en yaman öğreticidir. Tarihte tüm ünlü bilge ve peygamberlerin inziva süreci de bu gerçeği yansıtır.
Bireysellik son derece çelişkili bir kavramdır. Diğer bir yüzü toplum aleyhine adeta zincirinden boşalmışçasına serbest kılınmasıdır. Toplumun zora dayanmayan kurallı yaşamına ahlak diyoruz. Bireysellik bu ahlakı zorlar. Daha doğrusu Avrupa uygarlığındaki bireycilik ahlakın zayıf kılınmasıyla birlikte gelişir. Doğu uygarlığında toplumun başatlığı esas iken, Batı uygarlığında başat olan bireydir. Bireyin bu tanımından iki farklı sonuç çıkar: Hakim sömürücü birey imparatorluk katına yükselirken, sömürülen mahkûm birey en derin köleliği yaşar. Kapitalist sistemin tüm toplum düzeyinde yaydığı genelleşmiş, derinleşmiş köleliğinden 20. yüzyılın vahşi yüzünün çıkması tesadüf değildir. Temel moral değerlerini yitirmiş, bu kadar yaygın efendilik bir düzenin kâr, kazanç hırsından ötürü yapamayacağı çılgınlık yoktur.
Yaşadığım yalnızlık, mahkûmiyet ve tecrit sistemin bu genel yapısıyla bağlantılıdır. Toplumun, halkın ‘kendisi’ olmaktan çıkarılmışsa, bunun anlamı en zayıf kılınmış bir yalnızlığın doğarken mahkûmusun. Kendin olmaktan çıktığın oranda başka bir toplumla bütünleşirsin. Ama o zaman da artık kendin değilsin.Ya müthiş yalnızlık ya da başka gerçekliğe teslim olmak. Kürt kapanı da dediğim müthiş ikilem buydu. Adeta ölümden, ölüm beğen. Günümüzde farklılık ve ‘ötekinin paylaşımı çok tartışılıyor. Gönüllü oldukça toplumsal zenginliğin farklılıkları yaratmak, ötekiyle paylaşmakla gelişeceği doğru bir yaklaşımdır. Fakat sistemin planlı tek tipleştirme, homojenleştirme politikası farklıdır. Bu, etnik temizliktir, soykırımdır, asimilasyondur, kendinden olmaktan çıkmadır. Kürt olgusunda yoğun yaşanan politikanın bu türüdür. Bunun kaynağı da 19. ve 20. yüzyılın biyo-iktidarı, ırkçılığı ve faşizmidir; her tür total iktidar anlayışlarıdır. Güçlü ulus ve ırk yaratmayı amaçlarken, sonuç saldırganlık ve savaş olmaktadır. Şüphesiz bunun kökeni hiyerarşik toplumun ilk kuruluş dönemine kadar gitmektedir. Ama sistemli ve yaygın bir devlet politikası olması 20. yüzyıla özgüdür.
İki büyük dünya savaşı, çok sayıda bölgesel ve yerel savaşlar ancak Batı uygarlığını, özellikle AB normları denilen ilkeler üzerinde olmazsa olmaz bir birliğe zorladı. Avrupa’nın günümüzde yaşadığı, bir nevi insanlığa karşı özeleştiridir. Zincirinden kopmuş bireyin, moral değerlerin zıddı olarak gelişen bir devlet iktidarının yapamayacağı kötülük yoktur. Hele arkasında sermaye birikiminin kâr hırsı yattıktan sonra.
Bu koşullar altında yargılanmam, altındaki komplo bir yana bırakılsa bile iddiasını yitirmiş bir toplumu talepli kılmaktan ötürü, güç ve kâr hırsına kapılmış sisteme karşı köklü bir eylem olduğundan ötürü en ağır bir cezayı gerekli kılmaktadır. Bu dayatılıyor. Nerede toplumum, nerede kültürüm, nerede anadilim, özgürlüğüm der demez bu isyan, bölücülük, vatana ihanet oluyor. Osmanlı uygarlığında bu tür bir suç yoktu. Genelde Türk kavim sisteminde de bu tür bir suç yoktur. Bu suç Avrupa uygarlığının biyo-iktidar, ırkçılık, faşizm ve diğer total iktidar rejimlerinin bir icadı olup, Türk devlet sistemine de 20. yüzyılda ihraç edilmiştir. Bundan dünyanın her tarafı da gereken nasibini almıştır.
Eğer bir suçum varsa, bu iktidar ve savaş kültüründen benim de biraz mikrobunu kapmamdır. Özgürlük için devlet iktidarı ve bunun için de savaş adeta müminler için bir Kuran emri gibi anlaşılınca bu oyuna dâhil olacaktım. Hemen hemen tüm ezilenler adına yola çıkanların kurtulamadıkları bir hastalıktır bu. Bu temelde sadece hakim sisteme karşı değil, adına her şeyimi ortaya koyduğum Özgürlük Mücadelesi ’ne karşı da suçluyum. Bunun özeleştirisini sadece teoride değil, yalnızlığımın soylu pratiğinde de sonuna kadar götüreceğim. Fakat ya bir toplumu, halkı kendisi olmaktan zorla ve hileyle çıkarma suçunu sistem nasıl ödeyecek? Yargılama adil olacaksa, tarafların iddiaları dengeli dinlenmeli ve ona göre bir karara gidilmelidir. Bilimle bağını yitirmiş bir yargı asla adil olamaz. Açık ki, toplumsal (sosyal) bilim başvuracağım temel silahım olacaktır. Onunla aydınlandığım oranda doğru yolda yürümek onurlu insan olmanın bir gereğidir.
Topluma bu denli hükmeden bir sistemin doğaya karşı getirdiği yıkım asla göz ardı edilemez. Ekolojik ve feminist bir yaklaşım, kaybedilen doğal toplumsal yaşamla bizi tanıştıracak güce sahiptir. Halkların politik seçeneği olan demokrasiyi doğru tanımlayıp çözüm gücünü ortaya koymak en yakıcı konuların başında gelmektedir. Küreselleşmenin yeni dalgası tam bir fetişizm haline getirdiği metaların serbest piyasasını tek seçenek olarak allayıp pullayarak sunarken, aslında en eski hırsızı, gaspçıyı sunduğunu bilerek, ekolojik ve demokratik seçeneğimizi daha da açımlayıp yeni yaşam bayrağımız olarak dalgalandıracağız. Böylece tarihte özgürlük ve eşitlik ideallerini daha güncel ve yaşanır kılarken, bu uğurda atılmış tek bir adımın boşa gitmediğini kanıtlamış olacağız. Nasıl ki doğada var olan bir şey hiç yok olmazsa, toplum için varoluş bir değer de yok olup gitmez.
Savunmada toplumsal gerçekliğe tekrar yaklaşmam, sağlanan felsefi derinlikle bağlantılıdır. Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz bir aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir. Bunu önlemenin yolu bir yanı etik, bir yanı bilim olan ve ayrılmaz bir bütün olan gelenekle politik mücadeleyi yürütmektir. Sistemin krizinden bu sorumlulukla daha özgür ve eşitliğe dayalı bir yaşam yürüyüşünü, onun dünyasını yaratabiliriz.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Demokratikleşmenin özünü teşkil etmekle birlikte, kendi başına ele alınması gereken olguların başında kadın ve etrafında oluşan ilişki ve çelişkiler düzeni gelmektedir. Komünal ve demokratik duruş dengeleri sosyal bilimlerin alanına ne kadar geç ve yetersiz girmişse, ondan daha fazlasını kadın olgusuna yaklaşımda görmekteyiz. Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul görür. Daha hazin olanı, kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye alışmıştır. Binlerce yıllık halklara dayatılan statülerin doğallığı, kutsallığı, birkaç kat fazlalığıyla kadının tüm zihniyet ve davranışlarına da adeta kazınmıştır. Halklar kadınlaştırıldığı oranda, kadın da halklaştırılmıştır. Hitler “Halklar kadın gibidir” derken bu gerçeği kast eder. Kadın olgusuna daha derinlikli yaklaşıldığında, biyolojik bir cins olmanın ötesinde adeta bir soy, sınıf, ulus muamelesi gördüğü anlaşılacaktır. Ama en çok ezilen soy, sınıf veya ulus olarak. Hiçbir soy, sınıf veya ulusun kadınlık kadar sistemli bir köleliğe tabi tutulmadığını iyi bilmek gerekir.
Kadınlığın kölelik tarihi daha yazılmamıştır. Özgürlük tarihi ise yazılmayı bekliyor. Kadın köleliğinin derinliği kadar karanlıkta bırakılması, toplumda yükselen hiyerarşik ve devletçi iktidarla yakından bağlantılıdır. Kadının köleliğe alıştırılmasıyla hiyerarşiler -ayrıcalıklı kutsal yönetimler- kurulmuş, toplumun diğer kesimlerinin kölelik yolu açılmıştır. Erkeklerin köle olması kadının köleliğinden sonradır. Cins köleliğinin sınıf ve ulus köleliğinden farklı yönleri de vardır. Meşrulaştırılması ince ve yoğun baskılarla birlikte duygu yüklü yalanlarla sağlanır. Biyolojik farklılığı sanki köleliği için gerekçeymiş gibi kullanılır. Yaptığı tüm işler değeri olmayan ‘kadınca işler’ diye hafife alınır. Toplumun kamusal alanında bulunması dince yasak, ahlaken ayıp olarak sunulur. Giderek tüm önemli toplumsal etkinliklerden uzaklaştırılır. Siyasal, toplumsal, ekonomik etkinliklerin hakim gücü erkeğin eline geçtikçe kadının zayıflığı daha da kurumlaşır. ‘Zayıf cins’ bir inanç olarak paylaştırılır.
Tüm maddi ve manevi güç olanakları erkeğin elinde biriktikten sonra kadın artık erkek eline bakan, bazen yalvaran, bazen tüm onurunu çiğneyerek kaderine razı olan ve sıkça yaşama küserek derin bir sessizliğe bürünen bir varlık haline gelir. Bir anlamda yaşayan ölü demek de mümkündür. Birkaç benzetmeyle olguyu daha da belirgin kılabiliriz. Birinci benzetme kafeste kuştur. Kuş bazen kanarya gibi süslü kılınır. Bazen bülbül gibi güzel sesli kılınır. Herkes kendine göre bir kuşa benzetir. Çokça serçe denilir. Diğer benzetme, dipsiz bir kuyuya bırakılan kedi gibi sürekli miyavlatıldığıdır. Yiyecek artıklarıyla beslenerek sahibi için iyice ehlileştirilebilir. Belki biraz kaba görülebilir, ama köleliğin derinliğini yakalamak için bilimsel, edebi çok yönlü çabaların gereği açıktır. Muazzam cinsiyetçi bir toplum oluşturulmuştur. Gerçek kabalık şuradadır ki, erkeğin tek taraflı kadın tecavüzü bir kahramanlık gibi görülürken, erkek bundan son derece keyif ve gurur alırken, kadın taşlanarak öldürülmekten geneleve kapatılmaya, toplum içine bir daha çıkmamaya kadar her tür acımasızlıklarla karşı karşıyadır. Yine en kabasından erkek cinsel organıyla gururlanırken, kadın için cinsiyet organları bir utanç kaynağıdır. En basit fiziki farklılıkları bile kadın aleyhine kullanılmaktan çekinilmemiştir. Kadın olmanın kendisi bir utanç konusu haline getirilmiştir. Sözde kutsal bir duygu olan aşkta bile kadının yaşadığı gözü kara bir erkek dayatmasıdır. Kız çocuklar her zaman hor görülmüştür.
Sorulması gereken soru, neden bu kadar derin bir kölelik? Cevabı kesinlikle iktidar olgusu ile bağlantılıdır. İktidarın doğası kölelik ister. Eğer iktidar sistemi erkeğin elindeyse, sadece insan türünün bir kısmı değil, bir cinsin tümü bu iktidara göre şekillenmelidir. İktidar sahipleri devlet sınırlarını nasıl hane sınırları gibi görüp her uygulamayı bu sınırlar dahilinde bir hak olarak görürlerse, onun mikro modeli olan ailede de erkek iktidarının sahibi olarak her uygulamaya –gerekli görürse öldürme dahil- kendini hak sahibi görür. Evdeki kadın o kadar eski ve derinlikli bir mülktür ki, sınırsız bir mülkiyet duygusuyla erkek ‘kadın benimdir’ der. Kadın için -evlilik bağı adı altında bağlı bulunulan- erkek üzerinde en ufak bir hak iddiasında bulunulamaz. Ama erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hak sahipliği sınırsızdır. Mülkiyetin en temel kaynağı yine ailede, kadın üzerindeki kölece tasarrufta aranmalıdır. Mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın yatar. Kadın üzerine yayılmış kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu ve düşünceyi yerleştirir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesi demektir. Böylece kaybeden sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum oluyor.
Kadın için özel kriz dönemleri pek önemli değildir. Zaten sürekli bir krizi yaşamaktadır. Kadın demek krizli bir kimlik demektir. Günümüzde yaşanan kapitalist sistem kaosunda tek umut vaat eden, kadın olgusunun sınırlı da olsa aydınlatılmış olmasıdır. Feminizm yetersiz de olsa kadınlık gerçeğini son çeyrek yüzyılda oldukça görünür kılmıştır. Kaosta her olgunun değişme şansı yüksek bir aydınlanmayla daha da arttığı için, özgürlük lehinde atılacak adımlar niteliksel sıçramalara yol açabilir. Güncel krizden kadın özgürlüğü büyük kazanarak çıkabilir.
Kadın özgürlüğü olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir. Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle ihtiyaç vardır. Kapitalist sistemin muazzam vizyon geliştirme ve sanallığı gerçeğin yerine koyma gücü o denli gelişmiştir ki, kadını en çok alçaltan bir etkinliği (örneğin pornografi) bile özgürlükle özdeşleştirebilir.
Feministlerin çabalarında birçok önemli öğe varsa da, hala Batı merkezli demokrasilerin ufkunu aşmaktan uzaktır. Temelinde kapitalizmin oluşturduğu yaşam biçimini değil aşma, tam kavramasını bile sağladığı söylenemez. Durum Lenin’in sosyalist devrim anlayışını çağrıştırıyor. Onca büyük çabaya rağmen ve kazanılan birçok mevzi savaşına karşılık, sonuçta kapitalizme soldan en değerli katkıyı sunmaktan kurtulamamıştır. Feminizmin başına da benzer sonuçlar gelebilir. Güçlü örgütsel temelden yoksunluk, felsefesini tam geliştirememe, kadın militanlığına ilişkin zorluklar iddiasını zayıflatmaktadır. Kadınlar cephesinin ‘reel sosyalizmini’ bile sağlamayabilir. Fakat soruna dikkat çekmek açısından ciddi bir adım olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Şüphesiz her cinsiyet türünün olduğu gibi kadının da bir doğası vardır. Toplumsallıktan öte biyolojik cins olarak kadının daha merkezi öğe olduğunu, biyoloji bilimi her geçen gün artan kanıtlarla desteklemektedir. Özcesi kadın fiziği erkeği kapsamakla birlikte, erkek fiziği kadını kapsayamamaktadır. Kutsal kitapların tersine, kadının erkekten değil, erkeğin kadından türediği anlaşılmaktadır. Kadının kromozomları erkekten fazladır. Kadın için dezavantaj olarak düşünülen aylık kanamalar bile kadının doğayla daha nazik bağının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Rahim kanaması bitmemiş, devam eden doğal bir yaşam akıntısı olarak görülmelidir. Yaşamın kök damarı bitmemiştir, devam etmesi iradesinin bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Kadın hastalıkları denilen hususlar aslında yaşam olgularıdır. Kadının yaşam merkezini temsil etmesinden kaynaklanmaktadır. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kendinden doğan çocuk ve göbek bağı yaşam zincirinin son halkası gibidir. Bu gerçeklik karşısında erkek sanki kadının bir eki, bir uzantısı gibi görünmektedir. Bu olguyu doğrulayan bir husus da erkekteki aşırı ve anlamsız kıskançlık duygusudur. Kadın doğası kendine karşı daha güvenli dururken, erkek adeta yerinde duramaz. Kadın etrafında dönen bir bela gibidir. Tüm bu gözlemler kadın fiziğinin zaaf yüklü değil, daha merkezi olduğunu kanıtlıyor. Bu nedenle kadın öncelikle erkek egemen kültürün dayattığı ‘eksikli, hastalıklı’ tanımını derhal reddetmelidir. Tersinin doğru olabileceğini erkeğe hissettirebilmelidir. Kadın fiziğine ilişkin kendine güvenmeli derken bu önemli gerçeği kast ediyoruz.
Bu fiziksel oluşumun doğal sonucu kadındaki duygusal zekânın daha güçlü olmasıdır. Duygusal zekâ yaşamdan kop-mayan zekâdır. Empati ve sempatiyi güçlü taşıyan zekâdır. Kadında analitik zekâ geliştiğinde bile güçlü duygusal zekâsından dolayı daha dengeli, yaşamla bağlantılı ve tahripkâr olmaktan uzak durmaya daha yeteneklidir. Erkek kadın kadar yaşamın ne olduğunu anlamaz. Yaşamın kendisi olan (Aryen dil grubundan olan Kürtçe’de Jîn, yaşam demektir. Aynı zamanda kadın anlamına gelir) kadın, yaşamın bütün yönlerini riyakârlıktan uzak, saf ve yalın haliyle görme yeteneğidir. Bu yeteneği güçlüdür. Bunu şahsi yaşamımızda da çok iyi bilmekteyiz.
Entrikacı, yozlaştırıcı, fahişe vs. sıfatlı kadın gerçeğinin acımasız sorumlusu erkektir. Hiçbir kadın kendi halinde kal-dıkça entrikacılık, fahişelik yapma gereği duymaz. Fiziği, biyolojik varlığı buna uygun da değildir. Entrikacılığın ve fahişeliğin gerçek yaratıcısı erkektir. Bilinen ilk genelevi Sümer başkenti Nippur’da M.Ö 2.500’lerde ‘musakkatin’ adıyla açanın erkek iktidarı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen utanmadan sanki fahişelik kadın yaratımıymış gibi bir yaklaşımı sürekli canlı tutar. Kendi eserini, doğurduğu suçluluğu kadına mal ederek, sahte bir namus anlayışı geliştirerek olmadık lanetlenme ve dayağı, katliamı kadından eksik etmez. Bu ilave tanımlamadan çıkarabileceğimiz sonuç, erkeğin öncelikle ideolojik saldırısına karşı yetkin durmadır. Erkek egemen ideolojiye karşı kadın özgürlük ideolojisiyle, feminizmi ve kaynaklandığı kapitalizmi aşarak silahlanıp mücadele edilmelidir. Erkek egemen iktidarcı zihniyete karşı kadının özgürlükçü doğasal zihniyetini yetkin kılıp öncelikle ideolojik alanda kazanmayı iyi bilmek, tam sağlamak gerekir. Unutmamak gerekir ki, geleneksel kadınsı teslimiyet fiziki değil toplumsaldır. İçerilmiş kölelikten gelir. O halde öncelikle ideolojik alanda teslimiyet düşünce ve duygularını yenmek gerekir.
Kadın özgürlüğü politik alana yönelirken, savaşımın en çetin yanıyla karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Politik alanda kazanmayı bilmeden, hiçbir kazanım kalıcı olamaz. Politik alanda kazanmak demek, kadının devletleşmesi hareketi değildir. Tersine, devletçi ve hiyerarşik yapılarla mücadele, devlet odaklı olmayan, demokratik, cins özgürlüğünü ve ekolojik toplumu hedef alan siyasal oluşumları yaratmak demektir. Hiyerarşi ve devletçilik en çok kadın doğasıyla uyuşmazdır. Dolayısıyla anti-hiyerarşik ve devlet dışı siyasal oluşumlar uğruna kadın özgürlük hareketi öncü rol oynamak durumundadır. Köleliğinin politik alanda yıkılması özünde bu alanda kazanmayı bilmesiyle mümkündür. Bu alan mücadelesi kapsamlı demokratik kadın örgütlenmesini ve mücadelesini gerektirir. Her tür sivil toplum, insan hakları, yerel yönetimler demokratik mücadelenin örgütlenip geliştirileceği alanlardır. Tıpkı sosyalizmde olduğu gibi, kadın özgürlüğü ve eşitliğine giden yol en kapsamlı ve başarılı demokratik mücadeleden geçer. Demokrasiyi kazanmayan kadın hareketi özgürlüğü ve eşitliği kazanamaz.
Sosyal alanda özgürlük açısından en önemli sorun aile ve evlilik gerçeğidir. Bunlar dipsiz bir kuyu gibi durum arz eder-ler. Kadın için kurtuluş gibi gelen bu kurumlar, mevcut toplum zihniyetiyle bir kafesten diğerine geçmekten başka anlam içermez. Üstelik diri gençliğini de bir kasap zihniyetine terk etmek zorunda kalarak. Aileyi üst toplumun -iktidar toplumu- halk içindeki yansıması, ajan kurumu olarak görmek gerekir. Erkek toplumdaki iktidarın aile içindeki temsilcisi, yoğunlaşmış ifadesidir. Kadın evlenirken aslında köleleşiyor. Evlilik kadar köleleştiren başka kurum tasavvur etmek zordur. Gerçek anlamda en kapsamlı kölelikler bu kurumla kurulur ve ailede kökleşerek sürer. Genel anlamda eş olarak beraberliklerden, ortak yaşamdan bahsetmiyoruz. Bu herkesin özgür ve eşitlik anlayışına göre anlam kazanabilecek bir husustur. Yerleşmiş klasik anlamıyla evlilik ve aileden bahsediyoruz. Kadın aleyhine kesin mülkleşme, tüm siyasal, zihni, sosyal, ekonomik alandan çekilme, bir daha kolay kolay kendine gelememe anlamını taşır. Radikal bir sorgulamadan geçirilerek demokratik, özgür, cins eşitliğini hedefleyen ortak yaşama esasları sağlanmadan bireysel, güdüsel sıkıntılardan ve geleneksel aile anlayışından kaynaklanan evlilikler, ilişkiler özgür yaşam yolunda en tehlikeli sapmalar olarak rol oynayabilir. İhtiyaç bu tür birliklerde değil, zihniyet, demokratik ve politik alanı çözerek cinsiyet özgürlüğünü tam sağlamak ve buna uygun ortak yaşam iradelerini gerçekleştirmektir.
Günümüz dünyasının en çok ağızlarda sakız edilen aşk konusu tarihin en rezil, içeriksiz dönemini yaşamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde aşk bu denli ayağa düşmedi. Anlık aşklardan tutalım, açık cinayet yaklaşımlarına kadar en yavan ve tehlikeli ilişki tarzlarına bile aşk deniliyor. Bundan daha iyi kapitalist sistemin yaşam anlayışını sergileyecek ilişki düşünülemez. Dönemimizin aşkları hakim sistemin insan ve topluma dayattığı zihniyetin en kutsal alanda bile ne hallere düştüğünün açık bir itirafıdır. Aşkı canlandırmak en zor devrimci görevlerden biridir. Büyük emek, zihniyet aydınlığı, insanlık sevgisi ister. Aşkın en önemli şartlarından biri, çağın bilgeliği sınırlarında seyretmeyi gerektirir. İkincisi, sistemin çılgınlıklarına karşı büyük duruşu dayatır. Üçüncüsü, kurtuluşsuz, özgürlüksüz birbirlerinin yüzüne bile bakılamayacağını bir ahlaki tutum olarak benimsemeyi gerektirir. Dördüncüsü, cinsel güdüyü üç hususun gereklerine tutsak etmeyi gerektirir. Yani cinsel güdü bilgeliğe, özgürlük ahlakına ve politik-askeri mücadele gerçekliğine bağlanmadan, atılacak her adımın aşkın inkârı olduğunu bilmeyi gerektirir. Bir kuş kadar bile özgür yuva kurma olanağı olamayanların aşktan, ilişkiden, evliliklerden bahsetmeleri, aslında sosyal düzen köleliğine teslimiyeti ve özgürlük mücadelesinin soylulaştırıcı değerini bilmediklerini gösterir.
Eğer çağımızın aşk gerçeğinden bahsedilecekse, bu her-halde Leyla ile Mecnun’ları çok geride bırakan, nice tasavvuf ehlini aşan, bilim adamı titizliğini gerektiren, güncel kaostan toplumsal özgürlüğe yol açan, yiğitliği, fedakârlığı, başarıyı yakalamakla kanıtlayan kişilikleri kazanmakla mümkündür.
Kadının ekonomik, sosyal eşitlik sorunları da öncelikle politik iktidarın çözümlenmesiyle, demokratikleşmede başarıyla cevap bulabilir. Demokratik siyaset yapılmadan, özgürlükte ilerleme olmadan, kuru hukuki bir eşitliğin fazla anlam kazanamayacağı açıktır.
Kadına yaklaşımı bir kültürel devrim gibi ele almak en doğrusudur. Mevcut kültürle ne kadar iyi niyetli de olunsa, çaba da harcansa, olgudaki sorun ve ilişki yapısından ötürü anlamlı özgürlükçü bir çözüm sağlanamaz. En radikal özgürlükçü kimlik, kadına yaklaşımla veya bir bütün olarak kadın-erkek ilişkilerindeki düzeni kavrayıp aşmakla mümkündür. Bir yandan baş bağlamayı gelenekle, pornoyu çağdaşlıkla karıştırarak zırnık kadar yol alınamayacağını iyi bilmek gerekir. Alandaki kölelik derinliği kadar özgürlük derinliğini de kavrayıp iradeleştirmek gereği vardır. Kadın özgürlüğünde, dolayısıyla kendini özgürleştirmede mesafe alamayanların hiçbir toplumsal ve siyasal özgürlük alanında çözümleyici ve dönüştürücü olamayacaklarını anlamaları gerekir. Erkek egemen-köle kadın ikilemini aşamayan hiçbir özgürlük çabasının gerçek bir özgür kimlik sağlamayacağını da en temel özgürlük kriteri olarak almak gerekir. Kadın üzerindeki mülkiyet ve iktidar ilişkisi yıkılmadan, özgür kadın-erkek ilişkisi gerçekleştirilemez.
Yüzyılımızı da özgür kadın iradesinin yükseleceği bir toplumsal zaman olarak görmek gerçekçidir. Kadınlar için belki de yüzyıl gerekebilecek kalıcı kurumlar düşünüp oluşturmak gerekir. Kadın Özgürlük Partilerine ihtiyaç olabilir. Özgürlüğün temel ideolojik ve politik ilkelerini sağlayıp pratikleşmesini yürütmek, denetlemek, bu partilerin hem gerekçeleri hem temel görevleri olmalıdır.
Kadın kitleleri için özellikle kentlerde düşünülen sığınma evleri değil özgürlük alanları oluşturmak gerekir. En uygun bir biçim de özgür Kadın Kültür Parkları olabilir. Ailelerin kız çocuklarını eğitemedikleri, düzen okullarının da bilinen yapıları nedeniyle Özgür Kadın Kültür parkları ihtiyaç duyulan, uygun kız çocuklar ve kadınlar için temelinde eğitim, üretim ve hizmet birimlerini kapsayacak alanlar olarak çağdaş kadın tapınakları rolünü de oynayabilir.
Kadınsız yaşanamaz denilir. Ama mevcut kadınla da yaşanamaz. Gırtlağına kadar köleliğe batmış bir kadınlı-erkekli ilişki herhalde en çok batıran ilişkidir. O halde kapitalist sistemin sonul kaos ’undan gerçek aşklardan beklenen büyük gücü özgür kadın etrafında yaratarak çıkış yapmak, aşka gönül vermiş ve baş koymuş gerçek kahramanların en soylu ve kutsal işlerinden olsa gerek!
Rêber APO
- Ayrıntılar
Siyasal gelişmelerde hızlanma, mevcut değişimin netleşmeye doğru gitmesi söz konusudur. Diğer yandan Kürdistan üzerinde ağırlaşan etkileri, devrimci hareketin yeniden örgütlenmesi ve eylem hattına bu temelde yüklenme gündemimizdedir.
Uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan son gelişmeler ve değişimlerde kendini en çok ele veren, hatta bir aynası durumuna gelen; Basra Körfezi, iki süper askeri yoğunlaşma ve gerginliktir. Her ne kadar bir yanda Araplar arası iç sorun olarak görülüyorsa da, özellikle Arap milliyetçiliği bu temelde yaklaşmak istiyorsa da, buna güç getiremediği ortadadır. Başta ABD olmak üzere, ortaya çıkan son gelişmelerde kendini en kazanımlı gören güçlerin çıkarları söz konusu olduğunda, eşine rastlanmadık ölçülerde gücünü ortaya çıkarıp bu anlamda uluslararası en önemli bir mesele haline getirme söz konusudur. Uluslararası kuruluşlarda en önemli kararları alabilme, buna öncülük etme ve aynı hızda uygulamaya dönüştürme bir film makinası gibi kendini göstermektedir
Bu gelişmelerle birlikte, özellikle sosyalist ülkelerde reel sosyalizmdeki değişimleri de göz önünde bulundurursak, emperyalizmin nasıl güç sarf ettiğini anlamak, nasıl bir dünyaya yol açtığını ortaya çıkarmak açısından önemli gelişmeler vardır. Bu, şekillenen yenidünyayı ele vermektedir. Gelişmeler, daha düne kadar yerleşmiş bütün politik ölçülerin sistemlere dayalı, sistemlerle bağlantılı birçok küçük devletin ve hatta iç politikaların bile yetmediği, bu anlamda muazzam bir gerginlik kadar yeni politik yaklaşımlar oluşturulmak istendiği, bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmekte ve duyurmaktadır.
A Değişen Dünya Düzeni İçinde Kapitalist Emperyalist Sistem ve Reel Sosyalizmin Son Durumu, Sosyalizm Kavramına Yeni Bakış Açısı. Sovyetler Birliği politikasındaki tıkanmanın, sosyalizme yaklaşımın bir çok yönüyle başarısızlığının net olarak ortaya çıktığı 1980'ler ortasında, yeni politika arayışları, geçtiğimiz yıl çeşitli patlamalarda en zayıf kalelerin yıkıldığı, bir yandan yeniden yapılanma derken, daha da ağırlaşan durumların ortaya çıkması, bundan başta Almanya olmak üzere, Batı Avrupa'nın ve Amerika'nın kendi çıkarlarına yönelik hızlı sonuçlar çıkarmak istemeleri, gelişmelerin derinliğinin kavranmasına fazla imkan bırakmıyor. Sovyetler Birliği'nde bizzat gelişmelere öncülük eden partinin, en azından Gorbaçov yönetiminin niteliği üzerinde çok durulmasına ve yine çok şeyler söylenmesine rağmen, halen bunun kesin bir sonuca vardırıldığını söylemek zordur. Gelişmelerin nerede duracağı kestirilememektedir.
Klasik Sovyet politikacılığındaki emperyalizme karşı ortaya çıkan her harekete destek olma şimdi söz konusu değildir. Tamamen değişik bir politika, daha çok da eski politikadan vazgeçme, yeni politikayı oluşturamama, ya da çok gönülsüz, adına "politika" diyemeyeceğimiz, hatta ABD'nin yaklaşımlarına destek olmaktan öteye gidememe, bir tutum olarak kendini ele vermektedir. Bununla kurtarılmak istenen hiç şüphesiz bazı özel durumlar var. Özellikle ekonomideki tıkanma giderilmek isteniliyor. "Yeniden yapılanma" dedikleri, siyasal demokrasi oturtulmak isteniliyor. Fakat bundaki samimiyet tatmin edici olmaktan uzak kalıyor. Bu durum emperyalist ülkelerin geleneksel politikalarında da bir yandan açgözlüce yaklaşım, diğer yandan "acaba gerçekten böyle midir" endişesiyle birlikte yürümektedir. En önemlisi de, tamamen reel sosyalizmin tıkanıklığına dayalı bir NATO sisteminin mevcut gelişmeler karşısında işleyememesi, anlamını yitirmesi de kendini hissettirmekte ve gittikçe açıklığa kavuşturmaktadır. Özellikle bu anlamda Sovyetler ‘in konumu, sadece kendi politikalarında değil, emperyalizmin temel politikalarında bir açmazı ifade etmektedir.
NATO'nun yeni roller bulma durumu ortaya çıkmaktadır.
"NATO neye karşı olmalıdır, hangi değer yeniden gündemleştirilmelidir" soruları gündemdedir. ABD ve Avrupa'nın yakıcı bir biçimde yaşadığı sorunlar bunlar oluyor. Bu durum bir yandan emperyalizme "acaba eskisi gibi tek başına yönlendirilen bir dünya konumuna ulaşabilir miyiz" sorusunu düşündürmekte ve biraz da umut vermektedir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, bu yönlü bir uluslararası politikaya işlerlik kazandırma hayali, başta çeşitli devletlere tavır aldırmaya götürüyor. Örneğin Türkiye, mevcut gelişmelerden önemli bir güç olarak ortaya çıkacak. Almanya'yı tekrar kendileriyle uyumlu olmaya ikna etme, zorlama, artan bir etkinlikte sürdürülen çabalarındandır. Daha büyük bir anlam kazanan az gelişmiş ülkeler, bu süreçten kendilerini, özellikle Sovyetler Birliği tarafından yalnız bırakılmış olarak hissederken, ağırlaşan sorunlarının patlamalara ulaşabileceğini göstermekte, eskimiş siyasal dengeler bozulmakta, yeni güçlerin kendini duyuracağı, bu anlamda Doğu Batı diye tabir edilen veya ABD Sovyet yumuşamasının buradaki etkilerinin pek gelişemeyeceğini ve hatta çelişkinin bu mevcut uzlaşmaya karşı gelişebileceğini göstermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, dünyadaki gelişmelerin yönü bir yandan ABD Sovyet uzlaşmasıyla ve bunun yol açtığı Doğu ve Batı Avrupa'nın iç içe geçmesiyle, bir anlamda bir Kuzey zenginler topluluğunun doğmasıyla ki, bunlara Kanada ve Japonya da dahil bunların dışında geniş bir yoksul dünya topluluğu da oluşmaktadır. Daha da somutlaştırılırsa, Batı uygarlığıyla çıkarları geniş ölçüde zedelenen dünya halkları ikilemi yaşamaktadır. Ve bu çelişkinin kendini açığa vuracağı eskiye kıyasla daha fazla gözükmektedir. Bu yönlü gelişmeler, doğal sonuçlarına daha henüz varmamış da olsalar, eskiden yaptığımız değerlendirmeleri yaptırmamıza imkan vermeyen gelişmelerin de olduğu açıkça bilinmektedir.
Eskiden değerlendirmelerin temelinde, kapitalizm ve emperyalizm; ona karşı sosyalist sistem, ulusal kurtuluş hareketleri ve Batı ülkelerinin işçi sınıfı hareketi cephesinden bahsedilirdi. Şimdi bu cephe yaklaşımı değişmek durumundadır. Artık bu tip klasik yaklaşımın geçerli olamayacağı vurgulanmalıdır. Ona dayalı düşünce yapısı, politika tespiti ve tutum belirlemeler aşılmalıdır. Bunun temelinde yer alması gereken Sovyetler Birliği bile, artık çoktan modası geçmiş düşünce ve politikalar demekte ve hatta hemen hemen bütün dünyayı şaşırtan ilgilenmeme, bilakis güçlerini özellikle ulusal kurtuluş güçlerinden çekme, onların yıkılışına göz yumma ve hatta gerekirse ABD'yi onaylama çok açıkça görülen bir tutum oluyor. Eskiden var olan işçi sınıfı hareketi, hatta komünist hareketi destekleme tutumu da tamamen değişmiş bulunmaktadır. Artık bu hareketlerin adını bile ağızına almamakta, destek verme şurada kalsın, tasfiye olmalarına bizzat önayak olmaktadır. Böyle olunca, bu temelde bir kutuplaşmayı ileri sürmek "dünya bu temelde değişiyor, herkes bu temelde safını belirlemelidir" tezine sarılmak boşunadır, fazla gerçekçi sonuçlara da götürmez.
Peki yerine konulan yeni değerlendirmelerin temel özellikleri nedir?
Fazla açığa çıkmış yaklaşımlardan burada bahsedemeyiz. Özellikle Sovyetler ‘in deyimlendirdiği gibi, "bundan sonra Frank Sinatra doktrini geçerlidir" diyorlar, yani adı geçen bir şarkıcının söylediği gibi herkes kendi yolunda mı yürümelidir? Bu anlama gelen bir tutumdan bahsediliyorsa da, buna da dar milliyetçiliğe düşen Sovyetler'in durumuna bakılarak belki bir açıklık getirebilir. Ama karmaşık durumları yaşayan, çok çeşitli konumları bulunan ülkelere, halklara, onların siyasal yaklaşımlarına yardımcı olamaz. Bütün bunlar için "acaba taktik midir" diye bir değerlendirmede bulunulabilir mi? Yani gelişmelerin bu yönlü olması, bir taktik midir, yoksa uzun vadeli süreçleri bütünüyle etkileyecek bir stratejik gelişme midir? Bunları da hemen cevaplandırmak zor olmaktadır. Taktik yanı ağır basan gelişmeler demek mümkün olduğu kadar, buna yol açan kültürel gelişmelerin ip uçlarının bol olduğu ve stratejik yönlü olabileceğine dair ipuçlarının da o denli fazla olduğu açıktır. Dolayısıyla yapılması gereken, esasta ne kadar özlü rol oynayacak, süreklilik kazanacak gelişme olduğunu görmek ve buna artan bir ilgiyle yaklaşmak büyük önem kazanmaktadır. Diğer yandan geçicidir de, karakter değiştirebilir de. Buna göre yer vermek, tutum belirlemek, bu konuda en az diğeri kadar doğru yaklaşım ve fazla yanılgıya yer vermeyen tutuma ihtiyaç göstermektedir. Yapılması gereken hiç şüphesiz çoklarının içine düştüğü klasik sol şartlanma ve hatta ulusal kurtuluşçuluk saplantısı içinde bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı olamaz.
Baştan beri sosyalizme ve ulusal kurtuluş uçuğa, reel sosyalizmin ölçüleri dışında yaklaşamayanlar, onun bürokratik aygıtlanmasını çeşitli düzeylerde yaşamaktan ve memuru olmaktan öteye gidemeyenler, bizim çoktan açığa çıkarttığımız ve hiçbir zaman bu tutuma inanmadığımız gibi, bırakalım devrimci gelişmelere yol açmalarını, ciddi bir engel olduklarını çok genç bir Parti olmamıza rağmen biliyorduk. Denilebilinir ki, sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinde kaynağını Sovyetler Birliği'ndieki bürokratik yapılanmada bulan, ordaki sağcı gelişmeleri daha tehlikeli bir biçimde Türkiye somutuna yansıtan ve bu anlamda da sosyalizm adına, sosyalizmi en gerici ve tutucu ideolojik tutum haline getiren, yine buna dayalı olarak ulusal kurtuluşçuluğu Türk Solu nezdinde asla Kemalizm'i aşmayan, onun sol kuyrukçusu olmaktan kurtulamayan bir tutuma geldiği; Kürdistan söz konusu olduğunda da reformist bile diyemeyeceğimiz, son derece pasif ve gerçek bir ulusal kurtuluşçuluğun önündeki en ciddi engel olma tutuma indirgendiği ve reelsosyalizmin yansımasının bu zeminlerde bu tarzda ortaya çıktığını açıkça belirttik. Biz, buna karşı mücadele ediyorduk. Bizi bugünkü duruma getiren de bu mücadeledir ve bizim için çok önemlidir.
Mevcut tüm sosyalist grupların tasfiyesi edilmesi Türkiye'de ilkesel bir yaklaşımla bağlantılıdır. Bu, 1920'lerde Türkiye'de, özellikle de dünya çapında kendini ele veren ilkedir. Sosyalizmin deformasyonunun daha sonra bir çok ülkede görüleceği, sağ tasfiyeyi yaşaması, Kürt hareketi söz konusu olduğunda da Kemalizm'den daha saldırgan olması, yine Türkiye'de demokrasi söz konusu olduğunda da buna en ufak bir katkısının olmayışı ve bu anlamda da Kemalist devletin ideolojik örtüsü olmaktan öteye işlev görmemesi büyük anlam taşır. Bu mahalli bir gelişme değildir. Daha sonraki Sovyet politikalarının gelişimini anlamak ve onun ulusal kurtuluş sürecindeki ülkelere nasıl yansıdığını görmek açısından, bu Türk örneği hayli ibret vericidir. Etkili olan da bu Türk örneğindeki gelişmedir.
Denilebilir ki 1920'lerdeki Türk örneği, günümüzde çok ilginçtir ve aslında anlaşılırdır. Evren, Özal faşizminin bile, Sovyetler ‘de yansıma bulması söz konusudur. Sovyetler ‘in Evren'le çok ilgilendiği, onun için diploman ter bir film hazırladıklarını öğreniyoruz. Burjuva basının da ilgi çekici bir lider olduğu, 1920'lerdeki Atatürk'ü hatırlattığı ve ülkesinde çok sevildiği, aynı biçimde Atatürk dönemi ile kıyaslanacak ölçülerde ve hatta mevcut son siyasal gelişmelerden en çok yarar gören ilişkilerin Türk. Sovyet ilişkileri olduğu, eşi görülmemiş bir ekonomik ilişkinin ardından iyi komşuluk ilişkilerinin ancak 1925'lerdeki durumla kıyaslanabilin ir bir dostluğa doğru yol aldığını izleyebilmekteyiz. Öyle ki, Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi, Türkler'le çok samimi görüşmeler yapmakta, Karadeniz'de bir ortak pazar kurma girişimlerinde bulunmaktadır. Yine Sovyet Türkler'ine karşı benzer yaklaşımlar içerisinde olma ve birbirlerinden oldukça memnun olduklarını söyleyebilecek kadar sözüm ona yeniliklerden bahsetmektedirler. Bütün bunlar taktik olabilir, bunun yanında mevcut siyasal gelişmelerin yönlerini de kestirmeye bu örnekte ipucu bulunmaktadır. Nereye gidilebileceği sorusuna cevabı bu ipuçlarından çıkarmak mümkün olabilir. Mühim olan burada eskiden yaptığımız klasik değerlendirmeleri yapamayacağımızdır. "Sosyalizme dayalı ulusal kurtuluş hareketinin ittifakları" belirlemeleri de, gerçek dışı bir anlama büründüğü kadar tehlikelidir. Böylesine değerlendirmelere yönelmek, kendini kandırmak kadar aleyhine işleyebilecek ve çoktan tutum alınması gereken bir tavıra kendini mahkûm etmek, dolayısıyla tehlikeli bir gelişmeye kendisini itmek demek oluyor.
Biz bunun biraz daha anlaşılır kılınması için, 1920'lerde nasıl bir hastalık olduğunu gösterdik. Kemalizm, 1920'lerin başında çok sınırlı olarak bir taktik ittifak konusu olabilirdi. Daha Cumhuriyet'in kuruluşuna varmadan, bununla sınırlı bir taktik uzlaşma olabilirdi. Lenin'in yaklaşımının bu olduğunu, bu konuda hem bilinçli olduğu, hem de ilişkiye bu temelde geçtiğini söyledik. 1925'lerdeki ittifakın bazı haklı yönleri olsa bile, daha sonra uzatılması ve hatta benzer ittifakın neredeyse dünyanın her tarafında sınır tanımaksızın, "faşizm midir, ilerici midir" demeksizin geliştirilmesi ki, buna Hitler'le yapılan ittifak da dahildir ve tümüyle dış politakayı buna dayandırmasının, bir anlamda devrimci politika yerine, "Sovyetler'e ne kadar yarıyor, ne kadar ayakta tutabilir" tutumuna hızla yönelmesinin, günümüze doğru reelsosyalizmin bu duruma düşmesinin en önemli bir nedeni olarak gösterdik. Baştaki tespitimiz günümüzde oldukça doğurlanmışa benzemektedir. Stalin'in bugünkü mahkûmiyeti bile daha çok da bu noktadan yola çıkılarak sağlanabilmektedir. Ortaya çıkardığı DoğuAvrupa ve Sovyetler Birliği, kendini burada açığa vurabilmektedir. Gerçek bir sosyalist enternasyonalin uygulanmadığını, bunun devletçi ve milliyetçi bir politika olduğunu, bunun da ürününün, mevcut sosyalizmin olumlu yanlarının bile tasfiyesinden kaçınamayacakları bir noktaya gelindiğini göstererek anlamaktayız. Lenin'de göstermesi gerekenin bir taktik olduğu, ama daha sonraki gelişmelerin, bu taktiği bir stratejik ilkeye dönüştürdüğü, bunun en son gelişmesini Gorbaçov örneğinde tümüyle bir teslimiyet politikasına dönüştürerek sergilendiğini görerek anlam verebilmekteyiz.
Uygulanan, bu anlamda sosyalizm veya enternasyonalizm değil, devlet çıkarıdır. Bu da tekelci devlet çıkarıdır. Uygulanan tekelci devlet kapitalizmi, onun dış politikası da Sovyet milliyetçiliği olmaktadır. Bu günümüzde Yeltsinler ‘de uç noktaya varmıştır. Fakat kaynağını kesinlikle bu tarihsel gelişmelerde bulduğu da çok açıktır. Bu tutum bugün Lenin'e saldıracak kadar ilerliyorsa, nedeninin milliyetçilik olduğunu, bunu sosyalizm sananlara ne kadar inanmak istemeseler de kulakları tırmalaya tırmalaya, o eski düşmüş beyinlerine vura vura anlatmak istemektedir. Çin örneği bile, bu dönemlerde bu politikayla uyuşmuyordu. Mao, 1925'lerden sonra hemen tutum aldı ve bu tutum doğruydu. Mao, aynı tutumu 1960'larda da aldı, bu tutum da doğruydu. Mao'da yaşanan saplantılar, Sovyet saplantılarının bir örneğiydi. Bu ortaya çıktı.
Bütün bunlara rağmen, sosyalist kazanımların tümü yıkıldı mı?
Hayır! Dolayısıyla tahlillerimizde "sosyalizm" kelimesi geçmeyecek mi? Tabii ki geçecektir. Günümüz içinde yapılan değerlendirmelerde, sosyalizm, önemli bir güç ve kuvvet dengesi olarak yer alabilmelidir. Ama nasıl bir sosyalizm? Yaşayan sosyalizm nedir, ne değildir? Hiç şüphesiz buna doğru yaklaşım büyük önem taşır. Adına reelsosyalizm dediğimiz ve hatta sosyalist sistem dediğimizin, gerçekten geliştirmek durumunda olduğumuz türden olmadığını bilerek, biraz da Batı sosyalizm türleri olduğunu belirleyerek geçmişte yaptığımız gibi değerlendireceğiz.
Ayrıca "sosyalizmin toprak parçası, yani I. Dünya Savaşı'nda altıda bir, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da üçte bire yükseldi" şeklindeki yaklaşım çok tehlikelidir. Dünyayı böyle parçalara ayırma temelindeki bir gelişme son derece şematiktir. Bugün çok daha yanlı ortaya çıkıyor ki, sosyalizmi dünya çapında böyle görmek yerine, bireye indirgemek, bireyin ne kadar sosyalistleştiğine bakmak ve bunu da sayılarla ifade etmek değil de, daha çok ahlaki anlamda, bireyin sosyalizmi yaşayıp yaşamaması konusunda değerlendirmek gerekecektir. Sosyalizmin de daha çok bir ahlaki değer taşıması gerektiğini, bu anlamda bir moral değer, bir dünya bakış açısı, tümüyle kapitalist değer yargılarından farklı gelişmesi gerektiği ayırımını yapacaksak; kapitalizmin yarattığı tipten farklı olması gerektiği açık olur. "Kapitalizme ekonomik bakımdan ne kadar ulaştık? Dünyanın kaçta kaçını etkileyebilecek güç dengesine ulaştık?" gibi tartışmaların sosyalist tartışma olmaması gerektiği ortaya çıkıyor. Başlangıçta bize de fazla inandırıcı gelmiyordu. Biz genel tabirleri söylüyorduk. "Dünyanın bu kadarında sosyalizm var, bu kadarını etkiliyor, kapitalist ekonomi ile bu kadar yarışıyor, hatta dengeyi bozuyor ve yöntemleriyle aşmıştır" diyorduk. Artık iyi anlamalıyız ki, bu tip yaklaşımların sosyalist tartışmaya herhangi bir katkısı olamayacağı gibi, gerçeğinin anlaşılmasına da fazla hizmet etmeyecektir.
Yeni sosyalist tartışmaların özü, kapitalizmin hangi ölçülerinden farklıdır? Kapitalizmin uygarlığını aşacak sosyalist ilişkiler sistematiği, adım adım nasıl geliştirilmek isteniliyor? Bugün kapitalizmin harap ettiği bir dünya ve bunu tasfiyeye kadar indirgemesi vardır. Eğer sosyalizmden bahsedeceksek, ki bizim sosyalizme katkımız budur "kapitalizmin tarihi, bireyi ve dünyayı, yine toplum ve hatta devletini nasıl ele alacağız" sorularına cevap verebilirsek ve özellikle bireyden başlayıp giderek çevre sorunlarına kadar götürebilen bir yaklaşımın sahibi olursak, sosyalizm kavramına da bir yenilik getirebiliriz. Hatta salt sınıf temeline, "işçi sınıfı, proleter sınıf" deyip tahliller geliştirmek de fazla gerçekçi değil. Çünkü bu kavramlar, 19. yüzyılın kavramlarıdır. Yine sınıflar vardır, fakat özellikle Türkiye'de sınıf diye tabir edilen, ayağa düşmüş, nefes alamaz halde, en zor işlerde çalışabilen ve bir anlamda da ekonomik düzeye indirgenmişliği ele vermektedir. Türkiye insanı bu biçimde değerlendirmeye konu edilemeyecek kadar kapsamlıdır ve çok farklıdır. Dünyada da bu böyledir.
Rêber APO
- Ayrıntılar
- Ayrıntılar
Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki İslamiyet’in her işe başlarken bir ‘Bismillah’ı varsa, kapitalizmin de benzer kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği ‘bilim yöntemi’ gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu var oldukça onsuz olmayacağı ‘özgürlük ahlakı’ ve etiği değildir. Tersine, onu yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en gelişmiş köleci yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür.
Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı. Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç Evren’in olduğunu biliyoruz. Sümer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim peygamberin derin tanrıcı şüpheleri (sonuncu örneği Hz. Muhammed’in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi (şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme, tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar. Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir) uç veren yeni bir yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir.
16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus’un müthiş yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır.
Yaşam tarihim 1950’lerde başlayan bir zamana denk gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik (tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal’in en mümbit toprağı Mezopotamya’nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar.
Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik biçimde, adeta Zeus’un Prometheus’u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendiliğin sistem zıtlığını çözmeyi zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’ne takılmamın, olsa olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol kesilmiştir. Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam gerçekleriyle tanımlamaktır.
Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks’ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.
Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri.
Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu risk ve kolaylıkları.
Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşa-dığımı veya Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücünün ve içindeki anlamının her saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum.
Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallacı Mansur, Sühreverdi bir yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri, yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu.
Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse, nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın yaşamla alakası vardır. Simülasyo’nun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir.
Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlarda-yım. Kapitalizmin meşruiyet sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi; simülasyon, sahtekâr, cüce, aldanıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos’un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum. Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da, yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz.
Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi, derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum, tiksiniyorum da.
Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme başlar.
Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi “PKK’yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz” derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim gereğidir.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir; her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik sistemin kulluğunda adeta mekânik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır.
Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistikmodernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir.
Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılar da diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir heğomonik sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, ‘güçlü adam’ veya ‘hegemonya karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır.
Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: ‘Yepyeni toplum’, art arda gelen benzemez ‘toplum biçimleri’ en içi boş kavramlardır. İnsan türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler; ama benzer olarak. Aşk eğer gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir. Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü olduğunda ise aşk bir ‘Nirvana’ değerindedir. Fenafillâhtır; gerçeğin içinde erimek oluyor; Enelhaktır; adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani tam demokrasi olma halidir.
Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden eminim. Yanlış olan, kapitalistikmoderniteyi ışık sanmaktı. Geç çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi. Bilgece söylüyordu. “Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin” sözü hala hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum.
Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848’ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul, emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarsalayıcı, yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalist hegemonyacılığı o kadar güçlüyse, bunun en temel nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir.
Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep karı-koca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.
Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçi-memur arasında gerçekleşmektedir.
Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu, çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur. En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir. Tersine, uygarlaşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka anlama gelmez.
Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak sıkça ileri sürülür. Ama şunu iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.
Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist hegemonyacılığın eritme değirmeninde sayısız halk kültürü yok edildi. Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir anlamda kültürlerin intikamıdır.
Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir. Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca tekrarlama olur.
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa’nın sahil kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlendiği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le Üçüncü Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender’se, AhimeydiNecat da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır.
Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestraysan stilinde icra etmedikçe, ya ‘Agade’ye Lanet’ ya da ‘Nippur’aAğıt ’tan öteye gidilemez.
Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı, biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış anlamayın. O ölüm yılında, 1976’da ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl sonuçlanacak?
İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler özgürlük değil, kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine kendimi iktidar zaferine karşı savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile, ordularımın zaferlerine karşı savunmayı en büyük cihat sayardım.
Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da biraz bağlantılıdır.
Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.
Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya çalışırken, toplumsallık inşalarında ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi, Sokrates’i, Buda’yı, Zerdüşt’ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız. Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına yanıt olmadan; tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan; ihanete uğramış aşk var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz?
Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır.
Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.
Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos ’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve heğomonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.
Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşima’ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam, simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilicilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum.
Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek mutçuluğunun dinidir.
Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna düştüm. Bu bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi -Leviathan- yükselen kapitalist modernizminerişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu. Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum. Şüphesiz bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus, bir toplumum olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve inançlı buluyordu. Bir nevi yarı-deli yarı da olmadığıma emindim. Fakat geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır.
Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik ortamdan korkma yerine, anlam yükleme ve çıkış sağlamada ideali kıldı. Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu.
Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da kapasitem dâhilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması, insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
Önder APO
- Ayrıntılar