Biz, daha önce de, 12 Eylül rejiminin çeşitli yıldönümleri vesilesiyle ortaya çıkış koşullarını izah etmeye çalıştık. 8. yılını geride bırakırken, daha açıkça ortaya çıkan gerçekler nedir? Halkımızın direniş tarihinde bu yıllar neyi ifade eder? Yakın döneme ilişkin etkileri ne olabilir?
Ortaya çıkan en önemli gerçek, Türk egemenlik sisteminde ordunun rolünün beklendiği gibi, rolünü başarıyla yerine getirip tekrar toplumun koruyucu ve denetleyici rolünü kendine biçtiği bir misyonu, bu sefer de tekrarlanmak istemesidir. Bugün daha iyi açığa çıkan gerçek, Türk egemenlik sisteminde politikasızlığın sorunların halletme gücünde ve yaratıcılığında olmadığıdır. Sosyal sınıflar zorlandıklarında sürekli orduya sığınıyorlar, askeri çözüm yollarına bel bağlıyorlar. Bu sefer de girmek istedikleri çözüm aracı olarak, devreye geçirmek istedikleri ordudur.
Ordu, kendine güvenen ve her ortaya çıktığında toplumun beklentilerine uygun olarak, rolünü icra eden bir konumu, bu seferde sonuna kadar yaşayabileceğini, başarıyla tekrar yerine çekilebileceğini hesaplıyordu. Özellikle karşısındaki direniş ögelerinin tarihsel olarak sürekli rahatlıkla ezilebilme durumları, bu kanıyı daha da pekiştiriyordu. Bu kez daha az donanımlı direniş ögelerinin, rahatlıkla ezilip tasfiye edilebilecekleri bekleniyordu. Bu beklentisine göre bir vuruş tarzı ve istikrar programı düzenlenmişti.Bugün ortaya çıkan diğer bir gerçek, Türk egemenlik sisteminde politikanın güçsüzlüğüdür. Politikadan beklenmesi gereken rolün yerine getirilmesinde, içine düşülen muazzam yetmezlik ve bunun da sorunların çözümüne hizmet eder bir durum olmadığını daha iyi kavrıyorlar. Politikasızlık, cüce politikacılığın toplumsal gelişmede, birlik bütünlük adına "ordumuzun itibarını hiçbir zaman zayıflatmayalım" edebiyatıyla, hiç de gelişmeye hizmet etmediklerini yeni yeni kavrıyorlar. Politikanın rolünün daha iyi sahip çıkılması gerektiğini fark ediyorlar.
Kısaca, Türk kafasındaki siyasal cücelik biraz daha net görülüyor. Fakat çözüm bulmaktan da uzaklar. Her şeyi orduya terk eden zihniyet, yalnız sömürücüsü ve ezeniyle değil, ordu hakkında geliştirilmiş olan imajının bu sefer tam başarıya gitmemiş olmasını ezilenler de bilmiyor, yani direnişimizin karşısındalar. Sonuna kadar orduya güvenerek rahat yaşanamayacağını, sorunların çözülemeyeceğini, dolayısıyla yeni arayışlar geliştirmek gerektiğini, bu konuda kendilerini yorup çözüm üretmeleri, bunun da yolunun politika yapmaktan geçtiğini, bazıları daha iyi görmeye başlıyor. Özellikle aydın gafleti, bu konuda kendine gelmeye başlıyor. Yine egemen sınıflar kadar, ezilen sınıfların da daha iyi yaşam için, kendi programlarını daha iyi yürütmek için, iyi sınıf öncülerine ihtiyaçları olduğunu daha iyi görüyorlar. Bu sonuçlar önemlidir. Bir yandan ordunun geleneksel, tarihsel misyonunu kırılmıştır. Türk egemenlik sisteminin, dünyada ender görülen bir rolü üslendiği ortadadır. Yani "sığınılacak nokta", "her şeyi kurtaracak ocak", "o sağlam kaldıkça her şey istikrar bulur, gerektiğinde güllük gülistanlık ortam sağlar", "ordumuz yaşadıkça bize ölüm yoktur", "ordumuz var oldukça her şey yoluna girer", "ordumuzun itibarıyla oynamayalım", "ordumuz için her şeyimizi feda edelim" gibi anlayışların, istedikleri sonuçları elde etmeye yetmediğini gördüler. Bu, ilk defa herhangi bir dönemden daha fazla bu dönemde ortaya çıkıyor. Ordunun bu geleneksel itibarının aşılmış olması, çözümleyici bir güç olmadığının kavranması önemlidir. Özellikle siyasal mücadelelerin gelişmesi açısından, daha olumlu bir anlayışın gelişimine yol açabilir.
Bu durum böyle olunca, bunun zıddı politikaya yüklenmek gerekiyor. Politikanın gerçek rolünün oynaması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Politik mücadele, sınıfların gerçek kuvvetleriyle, ideolojik siyasal hareketlilik içine girmelerini zorunlu kılar. Bunun da ciddi yapılması gerekiyor. Bu yapıldıkça, Türkiye'nin sorunlarına daha kapsamlı yaklaşmak mümkündür. Daha çaplı politikacılar, örgütler, mücadeleler ortaya çıkabilir. Bunun da, bundan sonra daha sağlıklı gelişmesini söylemek mümkündür.
Türk egemenlik sistemi, ordu örgütlenmesine bir klan ve aşiret örgütlenmesi gibi bağlanmıştır. Çok kutsal görür, kutsal duygularla bağlıdır. Bu duygular her türlü gericiliğin de temelidir. Faşizminden tutalım her türlü şovenist, ulusal ve sınıfsal gerçeklerin reddine kadar bu duygular önemli rol oynar. Bu duyguların bugün yıkılması söz konusudur. En çok da generallerin üzerinde titrediği orduya halel getirmemek, ordunun itibarını düşürmemektir. Kastettikleri de budur. Toplum her zaman orduya güçlü duygularla bağlanmalı, ordunun sınıflar üstü ve hatta devlet üstü bir kurum olduğuna, en ufak bir kuşku ve gölge düşürülmemeli, günü geldiğinde herkes büyük bir kölelik ruhu ile buraya bağlanmayı, bu dünyada Allah'a sığınmak gibi en kutsal erek olarak kabul etmeli, dolayısıyla da ocağın hususiyetine hiç halel gelmemeli, gelmediği oranda da, onların düzenini sağlamalıdır.
Bizim direnişimizin en büyük sonuçlarından birisi de, ordunun bu niteliğini teşhir etmesidir. Ordunun en büyük kurtarıcı umacı gibi olmadığı, orduya tam güvenilmeyeceğinin ortaya çıkarılmasıdır. Türk sisteminin toplumsal düzenlenişinde, ordunun bu biçimde kavranmasının, onun en son sığınılacak kurtarcı güç olarak düşünülmesinin doğru olmadığı veya beklentilerini tam yerine getiremeyeceğinin ortaya çıkartılması, bu nedenle çok önemlidir. Uzun vadeli direnişimiz, bilakis şunu kanıtladı ki, ordu toplumsal sorunların kaynağıdır. Genelde devlet, özelde ordu üzerinde durulmadıkça, üzerine gidilmedikçe, siyasal iktidar ve Türk sisteminde, onun içindeki askeri gerçek yerli yerine oturtulmadıkça, sorunun çözümü için üzerine gidilip bu konuda çıkış yolları aranmadıkça, Türkiye'nin hiçbir ciddi sorununa çözüm bulunamaz. Bu, bugün ortaya çıkıyor ve anlaşılır bir husustur.
Ordu, son tahlilde zor olayından ibarettir. Zorun üretimi geliştirdiği, çelişkileri çözdüğü görülmemiştir. Zor, ancak yaratılmış olana el koyar, yaratılmış olanı bir elden diğer ele devrettirir, bunun için emreder. Ama bizzat kendisi üretim yapamaz, üretimi geliştiremez. Hele hele mevcut üretim ilişkileri, üretim güçlerinin gelişmesi önünde engel bir duruma gelmişse, bir toplumsal sistemde Türkiye'nin kapitalist sistemindeki üretim ilişkileri, üretim güçlerinin gelişmesini muazzam frenliyorlar, bunu iyi biliyoruz.
Nüfusun yarısı işsiz, kaynaklar son derece dar bir tekelciholdingci elde çarçur edilerek, üretim güçleri mahfediliyor. Başta insan emeği olmak üzere, her türlü işsizliğin ve her türlü açlığın kaynağı, üretim ilişkileriyle, üretim güçlerine hakim olanların niteliğinde aranmalıdır. Bugün bunlar en vurguncu üretimle, üretimin geliştirilmesiyle alakası olmayan faizle, sadece milyarlara milyarlar katan, ticarette, özellikle de hayalisinden tutalım hakikisine kadar, sadece ihracatçılıkla palazlanan, sermaye birikimini yapan bir sınıfların aleyhine değiştirilmektedir. Tarihte en çok emekçi sınıfların üretim ve tüketim içindeki paylarını en azami indirgeyerek, 8 yıl içinde yarıdan daha fazla indirme ve bunu daha üst sınıflara aktarma durumu ender görülmüştür. Bu, saydığımız tefeci, faizci, tüccar kesime aktarımda rol oynayan ve bunların arkasında olan güçlerdir. Bu güçler, 12 Eylül rejimi askeri yönetimidir. Böyle olunca da ordu, günümüz Türkiye'sindeki üretim güçlerinin gelişmesinin önünde, geri üretim ilişkileri kurulmasının temel gücü, arkasındaki asıl dayanak oluyor. Bu konumuyla da ordu zoru, Türkiye'de en gerici rollerden birisini bu dönemde oynuyor.
Ordunun böylesi üretim ilişkilerini zorla ayakta tutmaya çalışması, tüm emekçi sınıfların üretici güçlerinin geliştirilmesini engellemek için, sendikalardan tutalım tüm örgütlenişlerine ciddi yasaklar getirmesi, nefes alamaz duruma getirmesi şüphesiz ancak faşizmle izah edilebilinecek bir gericilik dayatmasıdır. Bu noktaya zaten vardırılmıştır. Böyle olunca da her zamankinden daha fazla Türk ordu sistemi, günümüzde gerici rollerinin en büyüğünü oynamaktadır.
Bunun uluslararası emperyalist sistemin içindekilerini göz önüne getirmiyoruz. Uluslararası emperyalist sistemin genelde dünya emekçi halklarına karşı ifa ettikleri rol, bölgemizde Türk ordusuna NATO içinde biçilen rol, bütün bunlar uluslararası alanda gericiliğin çok güçlü bir dayanağı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Türk ordu yapısı, böylece bir yandan kendi halkı, yine egemenliği altındaki halklar üzerinde olsun, uluslararası alanda olsun, günümüzde gericiliğin en güçlü dayanaklarından birisi olmuştur. Bir zamanlar Çarlık Rusyası öyleydi. Yine Almanya'daki Prusya gericiliği ki, o da militarizme dayanıyordu böyleydi. Bugün, bu rolü en iyi bir biçimde ve birinci sırada Türk ordusu oynamaktadır. 12 Eylül rejimi döneminde, Türk ordusunun bu niteliği çok iyi ortaya çıkmıştır.
Eğer herhangi bir gelişmeden, ilerlemeden bahsedilmek isteniyorsa, özellikle yapılması gerekenin bu zor sistemine karşı doğru düşünme, doğru tavır geliştirmeyi bilmekten geçtiğini görmekteyiz. Toplum nefes almak istiyorsa, emekçi sınıflar kaderlerine bir çare ve değişiklik sağlamak istiyorsa, yapmaları gereken iş, genelde iktidar, ama daha çok da ordunun bizzat iktidar olmasına veya siyasal politika üzerindeki büyük ağırlığının görülmesine, buna karşı çıkmayla, bunun çözülmesine dikkat etmeleri gerekmektedir. Onların kurtuluşunun bilimsel ve biricik doğru yolu budur. Buna cesaret edilmediği gibi, 12 Eylül faşist rejimi döneminde ordu meselesine yüreklice girilmediği için, bütün ekonomik, sosyal mevzilerden uzaklaştırıldı. Siyasallaşma onlara yasaklatıldı. Ve sonuçta muazzam bir yoksulluk, düşkünlük vb. durumlar içinde boğuntu ya getirildiler. Çünkü doğru yolda mücadele etmeye cesaret edemediler. Bunun için örgütlenemediler. Sonuç, bugünkü durumun kabullenişidir.
Bugün bunalım daha da yoğunlaşmıştır, sorunlar daha kapsamlı hale gelmiştir. Fakat cesaretle çözüme gidilemediği içindir ki, bugün bu tablo karşısında toplum adeta umutsuz, sahte siyasiler ve demagoglar elinde, biraz da ne yapacağını bilmez durumdadırlar. Gerçek çıkarlarını konuşturan örgütler ortaya çıkaramadığı, mücadele yürütemediği için böyledir. Bu toplumsal çürümeye götürür. Nitekim gelişen de budur ve bireyin bu aşamada Türkiye'de içinde bulunduğu çürümüşlük düzeyi, bu tahlillerin dışında zaten çok daha gerçekleri ortaya çıkarır.
Toplumlar durarak çelişkilerin üzerine gitmeden ilerlemeyezler. Toplumsal sınıflar kendileri için politika üretmeden, sorunlarını bu temelde çözmek için büyük mücadele vermeden ilerleyemezler. Türk gerçekliğinde açık bir biçimde ortaya çıkan gerçek budur. Bu gerçeklerin böyle ortaya çıkmasında şüphesiz bizim çözüm yolumuz önemlidir. Eğer kısa vade de ordu zoruyla istikrar hemen sağlanıp ve emperyalizmin de onayıyla biçilen demokrasi, ekonomi programı rahatlıkla uygulamaya geçirilseydi, örneğin bazı ülkelerde denenenler sınırlı da olsa Türkiye'de de başarı sağlanmış olsaydı, belki bu rejimin ömrü daha uzun olabilir, daha sineye oturtulabilir, daha muhalefet le karşılaşabilir ve tarihinde yine ordunun en iyisini yaptığı, "günü gelirse yine böyle yapar" imajı beklentisi güçlü olarak ayakta kalabilirdi.
Direnişin her düzeyde ard arda gelişerek sürdürülmesi ile toplumun bu beklentilerine çok geniş kapsamlı soru işaretleriyle karşılık verildi. Bu işlerin artık eskisi gibi gidemeyeceği, yine halk çarelerinin geliştirilmesi gerektiği, artık orduyu bir tarafa itmek, ordu dışında, hatta orduyu sınırlıyarak, gemleyerek, toplumsal sınıfların, toplumun kendi çıkış yollarını bulmaları gerektiği gerçekliği gösterildi. Bu temelde biliyoruz ki, eski politikacıların yeniden siyaset sahnesine sürülmesinden tutalım yeni politikacıların ortaya çıkarılmasına kadar bir takım deneylere girişildi. Eskileriyle, yenileriyle politikacılık, Türkiye'de emeklemede diyemeyeceğimiz, ağırşaksak, kör topal bir biçimde geliştirilmek isteniyor. Bunlarda politikaya köklü bir inanç zayıflığı söz konusudur. Ordu, geleneksel iktidar içindeki konumunu zayıflatmak istemediği için, her zaman Demoklesin kılıcı gibi, politikacılar üzerinde sallanarak tehdit etmektedir. Dolayısıyla cesaretle buna göğüs gererek, orduyu kendi denetimleri altına almak için gerçek bir kuvvet, sosyal ve siyasal kuvvet yaratacak bir önderlik, burjuva anlamda da olsa geliştirilemediği için, politikacılar kör topal, yücelik hastalıklarına tutulmuş olarak ortaya çıkmak durumunda kalıyorlar.
Politika, toplumların ortaya çıkarılabileceği en güçlü çözüm aracıdır. Bu çözüm aracına, ordunun gölgesi altında, ordunun korkusuyla yaklaşmak, daha başlangıçta felçli olarak doğmak demektir. Türkiye'de politikanın doğuşu, politikaya yaklaşım böyle olduğu için, kavga sağlıklı olmadığı içindir. Ki, ciddi bir politik önderlik, ciddi bir politik mücadele gelişmiyor.
Reber APO
- Ayrıntılar
Parti içi gelişmelerin yoğun ve aynı zamanda sorunlarla birlikte gelişmesi, bizim açımızdan bir ölüm kalım meselesidir. Tam istediğimiz gibi olmasa da, gelişme vadeden sonuçların olduğu bilinmektedir. Her zaman olduğu gibi, üzerinde çok iyi durup elde olanın anlamı çok iyi düşünülürse, dolayısıyla geleceğe aktarımı her yönüyle planlı ele alınırsa, kaybettiklerimizin yanında kazancımızın çok yüksek olduğu görülecektir.
1988 Yılının ağırlıklı bölümü geride kalıyor. Aslında gelişmelerimizi zirveye doğru çıkardık. Aynı zamanda bir hareketin sağlıklı gelişmesi, eğer bu hareket silahlı mücadele hareketiyse çok şey ifade eder. 15 Ağustos Atılımı'nın gelişme hızından hiçbir şey kaybetmeden dört yılı geride bırakmasıyla beraber küçümsenmeyecek başarılara imza atılmıştır. Bunun gereklerinin yerine getirilmesiyle birlikte geleceğin zaferini yakalamak mümkündür. Bunun yüksek düzeyde ideolojiyle toplumsal ve ulusal kurtuluşa yol açacak biçimde temelleri atılmaktadır.
Son derece iddialı bir durumu yaşıyoruz. Halkımızın bir kördüğümden ibaret olan ulusal ve toplumsal kaderinin çözümünde en iddialı duruma ulaştık. Halkımızı gerek düşünceye ulaştırmada olsun, gerek bunu çok geniş halk yığınlarına meletmede olsun, gerekse de bunu bir halk eylemine dönüştürmede olsun, ülke içi ve dışındaki tartışma platformu çok zengindir. Gündeme hâkim olan gerçek, her türlü güvensizliğin aşıldığı, kendi gerçeğine olanca hızıyla yönelmenin sağlandığı bir durumdur. Bu, fiziki anlamda verilen kayıpların, diğer taraftan düşmana verdirdiğimiz kayıpların da çok ötesinde bir anlam ifade ediyor. Dolayısıyla anlamı çok daha büyüktür. Her iddialı devrimci için, özellikle örgütsel faaliyetin devrimde zafer sağlanmadaki vazgeçilmezliğini iyi bilinler için, dönem gelişmelere açık hale gelmiştir.
Tarihsel sorunları çözme durumunda olan her önemli mücadele ve hareketlerde şüphesiz ki kayıplar kaçınılmazdır. Eğer bu kayıplar daha kötü yenilgileri davet etmiyor ve bilakis önemli gelişmeleri aralıyorsa, ne kadar acı olursa olsun bunlara katlanmak mümkündür. Eğer bunlardan yeterince dersler çıkarılırsa, profesyonel savaşçılık sanatında seyretmek işten bile değildir. Biz, bu noktayı da yakalamış durumdayız.
Şüphesiz bütün bunları, tarihsel gerçeklerimizi ortaya serme, bunu halkımızın en geniş kesimlerine aktarabilme ve öncü hareketin çözümlenmesiyle iç içe ele almak gerekir. Parti çözümlenmeden bu gelişmeleri yaşamanın mümkün olmadığı, kendi pratiğimizde defalarca ortaya çıktı. Parti'yi çözüme götürme, bugün bütün dünyanın ve Türkiye'deki aydın sol muhalif çeşitli güçlerin dikkatini çekme durumundadır. Kürdistan'da PKK önderliği, dikkatlerin yoğunlaşmasına yol açan bir durumdur. Bunun da kıyasıya bir mücadele anlamına geldiği açıktır. Bunu da yaşıyoruz.
Bizim metodumuz, sorunları ve kendini saklamaya, örtbas etmeye mahal vermeyen bir metodudur. Kendini olanca açıklığıyla ortaya seren, yetmezliklerin ve hataların her yönüyle ortaya çıkmasını sağlayan bir yöntem söz konusudur. Bu, kendine güvenen kişiliklerin, hareketlerin cesaret edebileceği bir iştir. Bunu gerçekleştirdik, gerçekleştiriyoruz. Her şey bitmiş anlamına gelmiyor. Önemli gelişmelerin yaşandığını görüyoruz. Bu her şeyin kazanılması; vatanın kazanılması, insanın kazanılması, bireyin kazanılmasıdır. Bunlar olmadan insanlık iddiasında, insanlık davasında fazla iddialı olamayız. Bu konuda kendimizi fazla dürüst ve onur sahibi kılamayız. Bunun günlük yaşam açısından bile ne kadar vazgeçilmez bir önemde olduğu açıktır. Bunları da sıcağı sıcağına sürekli yaşadık. Bütün Parti bu gerçekleri yaşarken, hareketimizin temel eğitim okulunda da bütün yoğunluğuyla yaşamaya ve yaşatmaya çalıştık.
Hepiniz çok değişik alanlardan, değişik sorunlarla geldiniz. Bin yıldan beri paramparça edilmiş, sürülmüş, inkâra uğramış, çarpıklaştırılmış, kısacası ulusal ve toplumsal özellikleri olumsuz yönde derinleştirilmiş, daha da kötüsü her türlü yabancı etkiye alabildiğine açık hale getirilmiş, kendisi için konuşmayan, görmeyen, duymayan bir oluşum iliklerine kadar yaşanmış. Ama çok sınırlı da olsa Parti'nin ışıklı yolunda bir tercih yapılmış ve bu temelde yola çıkarak saflarımıza gelmişsiniz. Her şeyin alacakaranlık olduğu koşullardan, sınırlı bir aydınlanmanın gerçekleştiği böylesine bir ortama gelmek başlı başına büyük bir olaydır. Açık ki burada birçok şey netleşecek, zayıflıklar aşılacak, noksanlıklar giderilecek, gerçeklerimiz gün yüzüne çıkacak ve bunlarla kişilik yeniden inşa edilecektir. Bunlarla yeniden bir ulusun kuruluşunu göreceğiz, özgür bir toplumun gelişmesini kararlaştıracağız. Tüm bunlar ise, Parti ölçülerini kendi şahsında ispatlayacak militanlaşma temelinde olacaktır. Görülüyor ki, bu dev gibi bir çalışmadır, onu da burada yaşamaya çalıştık.
Şunu çok iyi biliyorduk ki, son derece önyargılı, aldatıcı bir yığın beklenti yaklaşımı vardı. Biz bunlara büyük bir sabırla yaklaşma yöntemini esas aldık. Ne gerçekleri örtbas etme, işleri çok olumlu gösterme, ne de hepsini kendi hatasında, yetersizliğinde boğma gibi yollara sapmadık. Devrimleşmeye en yatkın yöntemle yaklaştık. Bu da bizim dünya görüşümüzden kaynaklanıyordu. Bunun sayesinde de bildiğiniz gelişmeleri yaşıyoruz.
Bu anlamda devrenin çok önemli bir aşamayı teşkil ettiğini belirtmek gerekir. Bundan önceki devre de bunu söylemiştik. Bizim bir ilkemiz veya Parti'yi geliştirmede bir özelliğimiz var; her devreyi bir öncekinden daha güçlü, her aşamayı bir önceki aşamadan daha güçlü, her yılı önceki yıldan daha güçlü kılmak bizim temel ilkemizdir. Nitekim bu devrede de gerçekleşen bu oluyor. Bu devre ile, bundan önceki devreyi kıyaslama açısından söylemiyoruz, bu durum bütün mücadele tarihimiz açısından böyledir. Bu aşamada geldiğimiz nokta, ulusal kurtuluşta olsun, Parti gelişiminde olsun bir doruk noktasıdır. Aynı zamanda bizim Parti gerçeğimize karşı tutarlı olmamızın, verdiğimiz söze bağlı olmamızın da bir gereğidir.
Bunun nasıl kazanıldığını ortaya koymaya çalıştık. Kazanan kişiliğin nasıl gelişmesi gerektiğini ve bunun özellikle Kürdistan'da ne ifade ettiğini ortaya koyduk. Bunun dışında bir gelişmenin neden sürekli başarılarla dolu olamayacağını da belirttik. Belki sınırlı bir kavrayışa ulaşmışsınızdır, ama bu kavrayışla bile, yaşananların üstünlüğünü rahatlıkla kabul edecek durumdasınız. Bunu düşman bile kabul edebiliyor. Bu, aynı zamanda gerçeğin kendi lehimize olduğunu, çözümün bizde sağlandığını ortaya koyuyor. Bu basit bir kazanım değildir. Çağa dayatılan bir yaklaşım, kendi kör kaderimize dayatılan yaklaşımdır. Bunun zaferi bir avuç insanla sınırlı kalmayacaktır. Hatta bir halkın kaderini çözmekle de kalmayacak, aynı zamanda uluslararası etkileri de kaçınılmaz olacaktır. Bu durumdan ne böbürleniyoruz, ne de "zorluklar var, bunlar ağır ve sancılı gelişti" diyerek kendimizi yere atıyoruz. Gelişmeler dünya görüşümüzün, yaşantı tarzımızın, planlı çabalarımızın anlamlı bir sonucudur. Bununla da yetinmeyeceğimiz çok açıktır.
Dava arkadaşlarımız, Partili yoldaşlarımız ve dürüst olan, kişiliğini mücadeleye katmakta çok özlü bir biçimde kararlı olanlar için bugünler çok önemlidir. Bugünleri yakalamak, bugünleri Parti gerçekliğiyle donatmak büyük anlam ifade ediyor. Eğer gerçek militanlarsa bu böyledir. Basit ve güncel bazı tutkularını kurtarmak istiyorlarsa, çok yüzeysel bazı amaçlar yerine getirildiğinde tatmin oluyorlarsa, bizden fazla alacakları bir şey olamaz. Köklü davaların takipçisi olanlar açısından gelinen nokta eşsizdir. Bizi gerçekçi kıldığı kadar, iyimser kılan, ama aynı zamanda son derece ihtiyatlı ve planlı olmaya da iten nedenler bunlardır.
Yeni gelen bir çok eğitim adayımız var, Partili adaylar var. şüphesiz gerçeklerimizin yeni kavrayışıyla yüzsüzedirler. Eğitim adaylarımıza söyleyeceğimiz şudur; mümkün olduğu kadar önyargılı ve aldatıcı yaklaşımları bir tarafa bırakmalıdırlar. Kendi ulusal, toplumsal ve sınıfsal gerçeklerini bilince çıkararak, insan topluluğu için vazgeçilmez öge olan ileri insana, yücelme durumunda olan insana özgü niteliklerini konuşturarak yaklaşmayı bilmelidirler. Sabırlı olduğu kadar, dürüstlüğü ve açıklığı da esas almalıdırlar. Bu konuda insan yeteneğinin çok şeye kadir olduğunu bilmelidirler. Aynı zamanda bunların ancak eğitimle sağlanabileceğini unutmamalıdırlar. Bu da esas itibarıyla Parti tecrübesinin sağlıklı özümsenmesi anlamına gelir. Sadece burada verdiğimiz bazı bilgilerle yetinilemez. Aslında bu bilgiler, eğitimimizin belki de yüzde beşini bile bulamayacak kısmıdır.
Burada bir halkın gerçekliğini tüm yönleriyle ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bu halk Kürdistan halkıdır ve büyük bir yokluğun içine itilmiştir. Yalnız emperyalist güçler, gerici kuvvetler açısından da değil, sosyalist ilerici güçler açısından da Kürdistan halkının ülke ve tarih gerçekliği inkâr edilmektedir. Hatta bu durum bizzat halkımızın kendisinin de onayladığı bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda halkımızın kendi kaderini çizme konusunda iddiasız olduğu bir durumla karşı karşıya kaldık. Bundan da öte, tehlikeli bir tarzda kendini inkar sürecini yaşanmaktaydı. Kendine güvenin yok edildiği, ayağa kalkmanın çok umutsuz görüldüğü bir ortamda yola çıkan bir hareketiz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, kendi tezlerimizi ortaya koyduk. Halkımız yeniden güvene ulaşarak ulusal ve toplumsal dirilişe katıldı. Bunun için en ileri bilimi kılavuz edindik. Aynı zamanda bunun yol ve yöntemini bulduk. Bununla da yetinmedik, bunun için çok değerli cesaret örneklerini gösteren şehitlerimizle örgütlenmemizi güçlendirdik. Bir dava yarattık ve bu davayı başta halkımıza olmak üzere, çağa ve tüm güçlere kabul ettirdik. Eğitimde alınması gerekenin özü; bunların nasıl yaratıldığı ve bunların bizde nasıl bir daha geri dönmemecesine ve sökülüp atılmamacasına kökleşmesi gerektiği sonucudur. Eğer bu eğitim, bu anlamda sağlanırsa, bizde kişilik son derece güçlenir. Birçok şeye kadir olabilecek noktaya gelebilir. Bunun daha ilk basamaklarını tırmanıyorsunuz. Hepiniz açısından bu böyledir.
Biz bunları ortaya koyarken, bir vatan davasını, insanlık davasını ortaya attık. Bireysel özgürlük davasını da bunlarla iç içe ele aldık. Ancak şunu iyi bilmek gerekir ki, yiğit ve mert insanlar olmak isteniyorsa, bu, vatan ve insanlık davasına her şeyiyle katılmakla olur. Hatta tüm olumlu vasıflara ulaşmanın yolu budur. Biz insanımıza bunu dayattık. Herkes böbürlenerek kendisini büyük görüyor, bir şey sayıyordu, ama hiçbir saygınlığımızın olmadığı, kabul görür yanımızın olmadığı ortaya çıktı. Eğer saygı ve onur istiyorsak, kabul görmek istiyorsak, doğru yola girmeye cesaret edilmelidir. Bizim tutturduğumuz doğrultu budur, cesaretimiz de buradan kaynaklanıyor. Bunun için her türlü fedakârlığa katlanılıyor. PKK'nin büyümesi de tamamen bu nedenledir. Bunlar tüm açıklığıyla gündeminize oturtulmuştur. Vicdanınızın önüne, düşünce yeteneğinizin önüne konulmuştur.
1988
Reber APO
- Ayrıntılar
İnsan toplumu için genel anlamda önderlik demek, gelişme için bir imkân demektir. İlkel klanlardan en gelişkin toplumlara kadar gelişmeye baş olmak, yol göstermek, buyruk olmak, güç olmak, yasa olmak, çekici olmak kudretin ve yeteneğin sahibi olmak demektir. İnsan, toplum haline gelmek istiyorsa ancak bu, önderliğiyle olacaktır. Bir canlı organizma için baş, beyin neyse, bir toplum için de önderlik odur. Kısacası insan-toplum gerçeğinde önderlik’ siz olmaz. Ama tarih boyunca önderlik çok bireyselleşmiştir. Buna da despot, kral, padişah, imparator denir. Bu kavramları bile açtığımızda görülüyor ki, insan toplulukları çok zayıfsa önemli bir gelişme aşamasıyla yüz yüzeyseler, bireysel irade için bir gelişme ortamı ve potansiyeli var demektir. Birey neden çok büyümek zorundadır? Aslında bir toplum büyümek istiyor. Örneğin bir klan, aşiret olmak; bir aşiret daha geniş bir halk topluluğu olmak istiyordur. O zaman bir görev daha ortaya çıkar, bu gelişme potansiyeline cevap vermek gerekir. Birey öngörü, yüksek çaba, ustalığı, bilinç ve örgüt yeteneğiyle o topluluğu gelişmiş bir ortama, seviyeye taşırabilir. Böylesi bir bireye ‘önder birey’ denilir. Bu, aşiret şefi, kral, bey, paşa, padişah olur.
İlkel komünal topluluk aşiret şefleri biçiminde, kölelik dönemi ise imparatorlarla kendini ifade eder, tanrı krallara kadar götürür. Ortaçağ, kral ve padişahlar dönemidir. Bunların nedenleri vardır. Çünkü ilkel komünal toplum çok geri olduğundan köleci topluma yükselme büyük bir olaydır. Bunun için imparatorlar neredeyse tanrı ayarındadır. Yine kölecilikten feodalizme evrim göstermek insanlık için çok önemlidir, buna öncülük edenler de neredeyse yarı tanrıdır. Zaten tanrı kavramı bu aşamalarda ortaya çıkar. Toplum kendi geriliklerine, doğanın zorluklarına bir imajla karşılık vermek iste-mektedir. Bu imaj da tanrı olarak karşısına çıkar. Hem yaratır hem de ondan çekinir ve başına buyruk yapar. Bu böyle bir çelişkidir ve günümüze kadar gelmektedir.
Bu, yalnız siyasi gerçeklikte değil, sanatta, dinde ve ekonomik faaliyette de böyledir. Hemen her faaliyet dalının bir kralı, bir önderi, bir yol göstericisi vardır. Siyaset bunun en gelişmiş biçimidir. Her türlü yol gösterenin, her türlü otoritenin en yüce biçimi siyasi otoritedir. Siyasi önderlik, en gelişkin önderlik oluyor, sanatların en yücesi anlamına geliyor.
Şüphesiz diğer bir önderlik türü, baş aşağı giden dönemlerin önderliğidir. Nasıl ki yükselten önderler varsa, aşağı çeken önderler de vardır veya aşağı doğru yuvarlanan toplulukların, toplumların önderleri de büyük olur. Örneğin Roma çağının düşüş döneminde Neronlar; feodal toplumun düşüşüne denk gelen Osmanlı sultanları; kapitalizmin bunalım dönemlerine denk gelen faşist önderlerin de büyüklüğü o toplumlardaki gericiliğin, tükenişin, zorbalığın ve dayatmanın büyüklüğünü temsil eder. Bunlar da en az diğerleri kadar otoriter, kurnaz, yetenekli olurlar. Yüceltmek kadar düşürmenin de bir sanat olduğunu, hem de aralarında çok az bir farkın bulunduğunu görüyoruz.
Bir de demokratik önderlerden bahsedilebilir. Demokratik önderlikler; halka en yakın, halkın içinden fazla kopmamış; kendini tanrısal özelliklerle değil, halktan gelen özelliklerle dile getiren, açığa vuran bir önderlik türü olarak tarif edilebilir. İlk çağdan günümüze kadar demokratik nitelikli önderlikler ne tanrısal özelliklerinden bahsederler, ne de çok despotik özelliklerden yararlanırlar. Önderliklerini, özel ayrıcalıklarını kullanarak sürdürmezler. Daha çok halkın bağlılığı veya aşiretse aşiretin bağlılığı; ulussa ulusun bağlılığı, hatta daha geniş bir topluluksa onun bağlılığını esas alırlar. Onun için zorbalık gerekmez. Özel yönetim aygıtlarını; istihbarat, emniyet, işkence mahkeme, yargı vb. fazla gerektirmez.
Bu tip önderlikler, demokratik halk iradesi ve halk yöneticisi olarak değerlendirebilirler. Daha çok halkların bağımsızlaştığı, özgürleştiği ortamlarda ortaya çıkarlar. Halkın gücüyle ayakta dururlar; halkın içinden çıktıkları ve halkla bağlantıları güçlü olduğu için halktan kopuk yöntemlere, özel aygıtlara ihtiyaçları yoktur. Bu kadar halk bağlılığı varsa, neden zora başvursun! Gücünü zaten halktan alır ve zora başvurmasına gerek yoktur. Bu tip önderlikler oldukça yaygındır. Her dönemde ve tarihin her aşamasında karşımıza çıkarlar. Günümüzde de hayli demokratik nitelikli önderlikler söz konusudur. Bu tiplemeler göz önüne getirildiğinde, herhangi bir ülkede, bir devletin yöneticisinin demokratik mi olduğu, gerici bir diktatör mü olduğu anlaşılabilir.
Bizim konumuz, hiç şüphesiz siyasi önderlik çözümlemesidir, yine askeri önderlik çözümlemesidir. Sanatın, ekonomik çalışmanın ve hemen her dalın da önderliği olur. Küçümsememek gerekiyor. Ama siyasi önderlik son tahlilde; ekonomik, sanatsal, askeri önderliği de bağlayan, esasta onlara çıkış sağlayan en temel kurum ve otorite kaynağıdır. İyi bir siyasal otorite olan bir önderlik, askeri önderliğe de yol gösterir; sanatsal ve ekonomik faaliyet önderliğine de imkan verir. Bir yerde iyi bir siyasal önderlik yoksa orada sağlam bir askeri önderlik gelişemez. Askeri-siyasi önderlik olmadı mı, başkalarının askeri olunduğunu kendi örneğimizde iyi biliyoruz. Bizde sanat önderliği olmaz, çünkü bizim sanatımız diri değildir, ölüdür. En azından siyasal önderliğin olmadığı dönemlerde bu iyi bilinir. Yine ekonomik önderlik yoktur, düşmanın talanı vardır.
İyi bir siyasi önderlik geliştirilmeye başlandığında peşi sıra sanat, ekonomi, askerlik ve diğer bütün toplumsal etkinlikler gelişmeye başlar. Siyasi önderlik durmaya, gerilemeye, çözülmeye başladığında diğer bütün alanların önderliği de çözülür. Bu nedenle siyasal önderliğin belirleyici olduğu her zaman belirtilir. Siyasi önderlik kilit önderliktir. Siyasal önderlik başat önderliktir ve bütün önderliklerin, etkinliklerin kaynağını teşkil eder.
Daha çok kendi tarihimizi gözden geçirebiliriz. Bizim tarihimizin bu konuda bir ihanet, gaflet önderliği veya onu doğurtan bir düşman önderliğiyle tamı tamamına kaplı olduğunu söylemek zor değildir. Bir ülkeyiz, bir halkız, ama hüküm verme, otorite; yani önderlik başkalarının oluyor. Yabancının, işgalcinin, talancının oluyor. Bu tarz bir hüküm veya bir hükümranlık altında gelişen tarihi; halkımızın içinden çıkan hainlerin önderliği, hainlerin tarihi, halkın tarihinde de karanlık, lanetli ve gafil bir durumun tarihi olarak değerlendirebiliriz. Bunun bilinen nedenleri vardır. Nasıl işgal-istila edildik, buna kim yol açtı? Bu, karşı tarafın gücü, bizim gücümüz, coğrafya gibi hemen her türlü etkenle izah edilebilir. Mühim ve geçerli olan önderlik tipi yabancı önderlik tipidir. Halkın içinde otorite kurarak onun siyasal önderi olmaya çalışanların da hain nitelikli, başkaları adına halkı tutsak etmede yardımcı niteliği olan önderler olmasıdır. Ona yardım eden, bilmeyerek de olsa bunu yapan, halkına bağlı olduğunu sanarak düşmanına yardım yapanların yardımı da gaflet türündendir. İyi yaptığını sanır, ama öyle değil, düşmana hizmet ediyordur. İyi niyetlidir, fakat bu onu düşmana hizmet etmekten alıkoymuyor. Bunlar da gafiller kapsamına girer ve bu bizde yaygındır. Büyük bir gaflet kütlesi var. Yaşanan tamamen bir gafil yaşamdır.
Hain nitelikli bu tip önderler halka; “Geriler, alttakiler sürüdür, istediğim gibi çalıştırır, istediğim gibi savaştırırım” mantığıyla yaklaşırlar. Belki de bu tip önderler, “sürü” dediklerinden daha fazla düşmana hizmet eder. “Sürü” dedikleri halk, hiç olmazsa daha değişik bir uygulamaya tabidir. Yabancılar, halkı düşman olarak gördüğü için onu daha kötü bir konumda tutar.
Halk gerçeğimizin bu kadar çarpık ve geri olmasının al-tında böylesi bir tarihi gerçeklik vardır. Düşmanına bu ka-dar hizmet eden, işgalciye bu kadar alet olan bir işbirlikçi önderin neden bütün kişisel maharetine rağmen lanetli olduğu anlaşılıyor. Yine bütün çabalarına, çok çalışmasına rağmen bir halk, neden bir sürüden daha değersiz görülüyor? Bu da anlaşılıyor. Halk gerçeğimiz, hiçbir halkla ve hatta hiçbir tarihi dönemle karşılaştırılamayacak kadar işgalciye boyun eğdirilmiştir. Ve en çok da işbirlikçilik edenlerin dayatmaları ve çıkarları gereği bu duruma getirilmiştir. Bu halkın gafili boldur ve kendisine de çok ağır bir yaşam kabul ettirilmiştir. Bu, öyle bir gerçek olarak ifadesini buluyor ki, kişi olarak da düşürülmüşümüz oldukça derindir. Yeteneksiz, çaresiz, bilinçsiz, cahil, neyin kendisi için olduğunu, neyin düşman için olduğunu kestiremeyen; neyin özgür yaşam, neyin kölelik olduğunu bilemeyen ve hatta çok katmerli haince bir yaşamı özgürlük sayan; haini normal insan sayarak kendini özgür insanlarla bir tutan bir anlayış içinde olmak bizim bir gerçeğimiz olur ki, en tehlikelisi de budur. Özgür olmadığı halde kendisini özgür bilmek, düşmanı başının tacı etmek, gafilini önder saymak ve kendini bu konuda hemen hemen her şeye alet olan birisi durumunda tutmak bizim isyan ettiğimiz, daha ilk günler-den itibaren pek yanaşmadığımız bir yaşamdır. Bu yaşamı teşkil eden topluluklarla, kişiliklerle çelişkimiz buydu ve böyle başladı. Büyük eleştiriyle, büyük isyanla, büyük sa-vaşımla ifadesini buldu ve mücadelemiz böyle yürüyor.
Bu ana çerçevede değerlendirmeyi geliştirirsek göreceğiz ki, kendisine bu kadar kötülük eden, düşman gerçeğini bu kadar yaşayan, ihanet ve gaflet gerçeğine daha da sarılarak yaşayan, sürü psikolojisini tümüyle buna temellik edercesine kendisinde yaşatan kişilik ancak en lanetli, en yaramaz, en sefil bir kişilik olabilir. Neden zorlandığımız, neden bu kadar çözümlemeyi geliştirdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bu kişilik çözümlenmeden yaşanılabilir mi? Bu kişilik, az-çok tartışmaya sunulmadan, sert bir eleştiriye tabi tutulmadan onunla ne yapılır? Ne köy olur, ne kasaba derler. Bu kişilikle bırak köy-kasaba olunmasını, bir kulübe bile kurulamaz. Bunlardan bir çoban kişiliği bile çıkamaz.
1993 Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Kahramanlık dönemi şehitlerine bağlılık, savaşan halk kahramanlığı gerçekliğine ulaşmakla mümkündür. Partimiz ‘in tarihi, aynı zamanda kahramanca direniş ve bu direniş şehitlerini destansı gelişim tarihidir.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde bunun anlamını tüm yönleriyle kavrayabilmek; bugün kitleselleşen kurtuluş savaşımızın gelişimini de daha iyi anlamak, başarıya götürecek militanca tavrın sahibi olmak, yeni toplumsal kurtuluşa yol açacak kişiliği, toplumun her düzeyde yenilenmesini mümkün kılacak tavrı bulmak demektir. Bu ahlakı gerçekleştirmektir. Şehitlik gerçeği kadar bir halkı etkileyecek, onu hayati çıkarları konusunda bilince ulaştıracak, tarihi yaşamında yer edecek, başka bir gerçek yoktur. Bunun kadar değerli bir olguyu düşünmek mümkün değildir. Bir hareket açısından onun ne kadar ciddi olup olmadığını kanıtlayan şey; bir yandan şehitleri olduğu kadar, diğer yandan da ona doğru temelde bağlılığı hayata geçirmektir, onu bütün değer yargılarının temeline oturtmaktır.
Ulusal direniş tarihimizin gelişiminde Parti öncülüğünün rolü belirleyicidir. Parti öncülüğünün oluşumunda da Parti şehitlerinin rolü esastır. Bugün, öncülüğün savaşımında başarıyla çıkmış ve halk savaşımının her yönüyle gelişme dolu bir dönemine girerken, bu gerçeklerimizin derin bilinciyle hareket etmek, geçmişin doğru değerlendirilmesi kadar, geleceğin sağlam inşasının da temel görevlerimizdendir. Sürekli muhtaç olduğumuz, hareketimizi besleyen ana kaynakları kurutamamak, bunu boşa akıtmamak, ulusal kurtuluşun beslenmesine sürekli akıtmaktır. Burada en başta gelen kaynak da şehitlik olgusudur. Belki de hiçbir hareketin tarihinde görülmediği kadar Parti tarihimizde hem uzun bir süreyi kapsaması, hem de yücelik olarak artan sayıda bir şehitler listesine sahibiz.
Çok az hareketin cesaret ettiği bir savaş türünü, öncünün somutunda yürüttük. Bunun neden böyle olduğu Kürdistan tarihinin gerçeklerinden aranmalıdır. Bu tarih eğer zifiri karanlığa gömülmüşse, direnmenin en sıradan emareleri bile köreltilmişse, böylesine bir karanlıkta yaşama kaçınılmaz bir kader olarak benimsetilmişse yapılması gereken bu uğursuz zemini parçalamak ve yaşam gözeneklerini açmaktır. Buna denk gelen mücadele, öncünün savaşımı biçiminde karşımıza çıkar. Tarihi baş aşağı gidişten özgürlüğe yönelmek, toplumu çürümüş ve nefes alamaz duruma getirmiş urlarından temizlemek, ancak bu mücadeleyle mümkündür. Her halkın tarihinde değişik düzeyde benzer bir somut gerçeklik söz konusuysa, orada bazı önderler ortaya çıkar ve bazı halk kahramanları belirir. Bu kahramanlar ilerde bir halkın savaşımıyla gerçekleştirilecek olan başarı yolunu, kendi şahıslarında büyük fedakârlıklarıyla temellendirmeye çalışırlar.
Bu noktada bireyler eylemleriyle bireycilik anlamında değil de, daha çok birey olarak tarihin gerektirdiği rolü üslenme durumundadırlar. Bu noktada bireyler kaçınılmaz olarak rolünü oynamak zorundadır. Eğer bu rolü oynamazsa, daha sonraki kapsamlı harekete ulaşmaları mümkün değildir. Bu rol her zaman böylesi bireylerin ortaya çıkışını zorunlu kılar. Bu durumu, bireyin konumunu örgüt yerine koyan, halkı bireylerin kuyruğuna takan özelliklerden iyi ayırt etmek gerekir. Kendi kendine direnebilen, örgütleyebilen, yine bunu sağlam örgütlerle yürütebilen toplumlar, uluslar söz konusu olduğunda, bireycilikle eleştirilmesi gereken ve çoğunlukla da maceracılık denilebilecek çıkışlardır. Fazla anılmaz durumları da olmaz. Ama tarihin bir döneminde kahramanca çıkışlara ihtiyaç gösterildiğinde ortaya çıkan bireylerin yol açtığı sonuçlar çok büyüktür. Direnişleriyle kendilerinden sonra örgütün ve halkın oynayacağı rolü gösterirler. Bu direnişçilik örgütlerin oluşumunda, halk direnişinin gelişiminde ayrılmaz bir temeli teşkil eder. Böylesi bireylerin şahsında ulusların ve halkların ayağa kalkması mümkündür.
Her halkın tarihi bu tip kahramanlıklarla doludur. Ulusal direnişlerin, halk özgürlük hareketlerinin ön gününde, bu çıkışların hayati bir görevi gerçekleştirdiklerini belirtmek gerekir. Devrimlerin ön günlerinde bunlar yazardırlar, hatiptirler, siyasi düşünür, askeri komutandırlar. Geçmişin ağır yüklerinden kurtulma gücünü, cesaretini gösterip geleceğin fethini her yönüyle temsil eden kişiliklerdir. Bir kaç örnek verirsek; Rus devriminde Narodnikler dönemi vardır. Narodnikler bireysel kahramanlığı en çok uygulayan ve bu temelde ortaya çıkan hareketlerden birisidir. Bu hareket daha sonraki oluşumların buna Bolşevikler ‘de dahil olmak üzere gelişiminde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Daha sonra bireyselliği temel mücadele biçimi olarak seçmesi eleştirilebiliniz, ama halkı özgürlüğe kaldırmada, büyük fedakârlık örnekleri sunmada, daha sonraki bütün devrimci gelişmeleri belirlemede halkı temsil ederler. Köleliğin toplumu her türlü yaratıcılıktan uzak tuttuğu, derin bir sessizliğe ve çürümüşlüğe terk ettiği bir dönemde, böylesine bir ortamı kahramanca eylemlerle sarsmak, yeni güçleri ortaya çıkarmak açısından hayatidir. Bu yeni güçler ortaya çıkmadan da hiçbir hareket düzenlenemez. Daha sonraki gelişmeleri sağlıklı bir biçimde yürütemez. Halk hareketi, halk devrimi gibi büyük bir olguyu başarıya götüremez. Şüphesiz yalnız başına yeterli değildir, ama çok önemli bir sürdürenidir ve gerçekleşen de budur.
Rus pratiğinde görülenin bir benzeri, yakın dönemde Türkiye'nin de yaşadığı bir gerçekliktir. 12 Mart faşizmine karşı tam örgütlenememiş, örgütlenmeyi başaramamış, ama örgütlenme yaratma uğruna kahraman direnişlere kalkışmış şehitlere tanıktır. Mahirler, Denizler ve İbrahimler'in böyle bir direniş geleneği vardır. Az sayıdadırlar, ama kendi kişiliklerinde bir devlete sonuna kadar başkaldırmayı, başkaldırıda da sonuna kadar nasıl gidilmesi gerektiğini, en büyük fedakârlık ve cesaret örneği olarak ortaya koymuşlar, tarihte böylesine bir yere ulaşmışlardır. Ama onların mirası iyi örgütlendirilememiş, bir halk hareketine dönüştürülememiştir. Bu, daha çok onların anlarına bağlı olması gerekenlerin sorunudur. Anılarına bağlı olması gerekenlerin, onların mirasını çarçur etmemek durumunda olanların yerine getirmeleri gereken görevlerdi. Bunun başarılamaması, ne onların bireysel kahramanlar olarak değerlendirilip ucuz suçlamalara konu olmalarına imkan verir, ne de böyle bir görevin yerine getirilmesi halinde kahramanca direnişlerin büyük anlamı olacağını gösterir. Biz şöyle bir tanımlama geliştiriyoruz; bireylerin anısını örgütlemek ve halk hareketine dönüştürmek gereklidir. Eğer bu olmazsa, bu tip kahramanlıklar kaybolup gidebilir, tarihte etki bırakmayabilir.
Hareketimizin hem dünya genelinde, hem Türkiye somutunda ve hem de halkımızın derinliklerinde yatan böylesine yiğitlikleri esas aldığı bilinmektedir. Biz, bu kahramanlıklara bağlılığı devrimci örgütlenmeyi gerçekleştirmede gördük. Nitekim hareketimizin oluşumunda ilk direniş kahramanlarımızın şahadeti tamı tamamına böyledir. Haki Karar ve Halil Çavunlar’dan başlayan bu süreç, daha sonra zincirlemesine gelişti. Bu gelişim aynı zamanda PKK'nin oluşum tarihidir. Hangi oluşum olursa olsun, böylesine değerli şehitleri olmazsa güçlü ve sağlıklı gelişemez. Altında böylesine değerli direniş kahramanlarının kanı yatan, anısı yatan bir hareket, eğer sağlıklı bir biçimde oluşursa, ileride halk hareketinde zaferde dahil her türlü özgürlük gelişimine tanık olması işten bile değildir. Yeter ki kurallarına uygun olarak yürütülsün ve bunu yürütenlerin sorumluklarını sonuna kadar yerine getirmeleri söz konusu olsun. Bu olduğunda gelişmeler olur.
Hareketimizin ilk direniş şehitleri, öncünün oluşumunda hayati bir yere sahiptirler. İlk şehitlerimiz ortaya çıktığında Kürdistan'daki toplumsal zemin, bırakalım hayatını ulusal kurtuluşa veya özgürlüğe adamayı, bir karış toprağına, evcil hayvanına gösterdiği değeri bile feda edemeyecek kadar bencil, kör, çıkara gömülmüş bir toplumla karşı karşıyaydık. Hatta ulusal ve toplumsal kurtuluş duygusundan uzaklaşmış, düşürülmüş bir toplum gerçeği söz konusuydu. Bunu aşmak için yüreklerin gözeneklerini açacak, zihinleri zorlayacak bir hareket gerekiyordu. Bunu gerçekleştirecek olan da, büyük bir direnme ve bu direnmede herkesin saygı duyacağı, kimsenin inkar edemeyeceği büyük kahramanların, şahadetlerin ortaya çıkmasıydı. Doğru ideoloji, ancak uğruna böyle savaşanların varlığı halinde anlam kazanır. Doğru görüşler, eğer uğrunda böyle fedakârlıklar görmezse, halk tarafından benimsemez. Dolayısıyla daha sonra ideolojik politik çizgimiz biçiminde yoğunlaşan mücadelemiz, ancak bu temelde ciddiyet kazanmış ve ancak bu temelde gelişebileceğini kanıtlamıştır. Dolayısıyla öncü sıfatına layık bir gelişmeyi sağlayabilmiştir.
Bir fikir ne kadar doğru olursa olsun, eğer mensupları tarafından gerektiğinde hayatını verecek kadar bir fedakârlığı yaratmamışsa, o fikir sönmeye mahkûm olur. Bu bizde daha da canalıcı bir şekilde böyledir. PKK öncülüğünün sağlıklı gelişmesinde ilk şehitlerimizin yeri bu kadar kesindir. Öncüyü, adına layık bir biçimde oluşturmak, daha sonra onların anısına bağlılığı sağlıklı ve yerinde sürdürenlerin atılımı için de şarttır. Kendi sorumluluğumuz altında şehitlere derinden bağlılığı sürekli devam ettirdik. Onların anılarını bütün gelişmelere hakim kılarak öncüyü daha üst düzeyde bir atılıma götürdük. Biz bir yandan zindan direnişçiliğine giderken, diğer yandan yurt dışında büyük bir hazırlık içinde olduk. Direnişi sürdürmekle yetinmedik, bunu büyük bir kahramanlık dönemi olan 15 Ağustos Atılımı'na yaydık. Bugün bu atılımın üzerinden dört yıl geçti. En kalabalık şehitler listesini bu dönemde verdik. Ve bu döneme başlı başına "kahramanlık dönemi" demeyi layık gördük.
Ulusal direnişi dönülmez kılan kazanımlarıyla, tarihi baş aşağı bir gidişten bir yükselişe tırmandıran, halkın milyonlarcasını daha şimdiden ulusal savaşımın içine çekmekle kalmayan, uluslararası alanda da halkımızın şerefli bir aile olarak yerini alması için ardına kadar yolları açan bir dönemdir. Bu dönemin oluşmasında, şüphesiz en başta şehitlerimizin varlığına borçluyuz. Bu dönemde gerçekleşen şahadetler, her türlü zayıflığı ve olumsuzluğu aşarak yükseldiği ve bin bir yerinden yaralanmış insanımızı güçsüzlük ortamından çıkarıp sağlam direnişçiler haline getirebildiği için kahramanlık dönemini yaratan şehitlerdir. Eğer bu şahadetler her koşul altında direnmeyi mümkün kılarak, halkı her türlü direnmenin içine çekmede bir köprü rolü oynamışlarsa, bu şahadetlerin tarihteki rolü çok daha belirleyici ve kesindir.
Bugün hiç kimse Kürdistan ulusal kurtuluşunun söz konusu olmadığını iddia edemez. Yalnız ülke ve ulus gerçekliğinin benimsenmesi açısından değil, ulusal kurtuluş gerçeğinin halkın bütün diri güçleri tarafından benimsenmesi söz konusudur. Bununla birlikte uluslararası kamuoyunun böylesine bir gerçekle ciddi olarak karşı karşıya olduğu ortaya çıkmaktadır. Şehitlerimiz, her bakımdan bir çok konumu göz önüne getirerek, buna göre tavır geliştirmeye çalışmışlardır. Halkımız için bir damla kan akıtmaya niyeti olmayanların, her türlü çarpıtmayla, basit kişisel çıkarları söz konusu olduğunda kendilerini her bakımdan ortaya çıkararak düşkünlük örnekleri sergiledikleri görülmüştür. Bunu bir de ulusal kurtuluşçuluk, sosyalistlik, demokratlık adına yapmışlardır. Bu tür yaklaşımların bol olduğu bir ortamda, ulusal kurtuluşun gereklerinin nasıl yerine getirilebileceğini, nasıl direnilebileceğini, fedakârlık ve cesaretin ölçütünün ne olduğunu, bunların bir halkın direnişinde nasıl ortaya çıkaracağını gösteren büyük şehitlerimiz ortaya çıkmıştır. Her birisi bir abide olan şehitlerimizin somutunda bunları görmek mümkündür. Bunu görmeyenlerin ne kadar sefil olduklarını tespit etmek çok kolaydır.
Bugün gerçekleşen diğer bir tarihi gelişme de şudur; eski yaşam artık aşılmıştır. Artık yeni bir yaşamın içine, ulusal direnişe bütün sınıf ve tabakalarından katılımın gerçekleştiği bir dönemin içine giriyoruz. Halkımızın yediden yetmişe, kadın erkek içine girdiği, yoğun tartışma ortamını yarattığı, tavır belirlemeyi gerçekleştirdiği bir dönemdir. En çok arzu edeceğimiz, kaybettiğimiz her şeyi kazanabileceğimiz bir dönemdir. Bu kazancın temel kaynağı da şehitlerimiz olmaktadır.
Bu anlamda 15 Ağustos Atılımı şehitleri, bir ulusun yeniden, özgür temellerde yaratılmasında temel kaynağı oluşturmaktadır. Onlar adeta bir direnişten de öteye geçerek, ulusal ve toplumsal kurtuluşun temelini oluşturuyorlar. Daha dün hayalinin bile kurulmasının mümkün olmadığı bir dönemden böylesine büyük bir geçişi sağlamak çok önemlidir. Bu, ileride daha da iyi anlaşılacak, gerekleri yerine getirilecek bir dönemdir.
Bu dönemin nasıl hazırlandığı ve her bir eylemin anlamının ne olduğu, her şehidin bu destandaki, bu kahramanca dönemdeki yerinin ne olduğu, şüphesiz şiirlerle, hikâyelerle, romanlarla, resimlerle, türkülerle dile getirilecektir. Fiiliyatta gerçekleşen bu durumu, en fazla kıvanç duyacağımız, onurlu yaşamın temeli olarak göreceğimiz kesindir. Bunların işlenmesi, başta Partimiz ‘in sanatkarları, askeri komutanları olmak üzere, tüm insanımızın görevidir. Mühim olan temelin sağlam atılmasıdır, doğuşun sağlam gerçekleşmesidir. PKK öncülüğünde doğuş nasıl sağlam gerçekleştirildiyse, halk direnişimizin kendisi de sağlam bir doğuşa tanık olmuştur. Bundan sonrası artık zamandır, zaman içinde büyümedir. Bundan sonrası teknik bir düzenlemedir, yani halk hareketimizin sağlıklı örgütlenmesi, doğru mücadele biçimleriyle gün be gün yürütülmesidir. Bunu da en kahramanca tarzda yürütüyoruz. Cesaret ve fedakârlık adeta bir yarış halinde yerine getiriliyor. Elbette böylesine ayağa kalkan bir hareketin, bir halkın kazanmaması için bir neden yoktur.
Bu temelde Partimiz ‘in somutunda dile gelen ve ulusal direniş tarihimizin en şanlı bir döneminin zaferle kazanılmasında tarihi rollerini yerine getiren şehitlerimizi anmak, halk direnişimizde, savaşan halk kahramanlığını gerçekleştirmek demektir. Bu temelde bütün Partilileri ve ayağa kalkan halkımızı, şehitlerimizi bu temelde anmaya ve kahraman savaşımlarına zafere kadar gerçekleştirerek sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Kahramanlık Dönemi Şehitleri Ölümsüzdür!
Yaşasın Halk Kahramanlarımız ve Şehitlerimiz!
15 Ağustos 4. Yılında Ordumuz ARGK, Halkın Katılımıyla Daha Güçlü, Daha Savaşkan!
Yaşasın 15 Ağustos Atılımının Zafer Dolu 4. Yılı!
Reber APO
- Ayrıntılar
Mustafa Kemal ilk kez Doğu'ya geldiğinde, yanına ilk çağırdığı Hamidiye Alay gelenekli Kürt işbirlikçi çevrelerdir. Çoğu Erzurum'da Sivas'ta ve Ankara'daki heyete ve meclise temsili delegeler olarak girerler. Bunların desteği olmasaydı Mustafa Kemal'in Doğu'ya yönelmesi, orada Kongreler gerçekleştirmesi kesinlikle mümkün olmazdı. Bu kesimler, bu dönemde gelişme halinde olan Dersim, Koçgiri ayaklanmalarını da bastırmada son derece etkili olmuşlardır. Eğer bu beylikler, bu dönemde gelişen Kürt isyanlarına katılmış olsalardı, kesinlikle Türk ulusal kurtuluş savaşı değil, Kürt ulusal kurtuluş savaşı gelişebilirdi. Gezdiği yörelerde, sunniliğe karşı aleviliğe dayanma propagandasını yapıyor. Genelde de bütün İslam halifesini, emperyalizme karşı koruduğunu söylüyor. Aslında ikisine de yabancıdır. İkisinden de İslam çevrelerinin desteğini almak ister. Doğu'da da yüzyıllardan beri baskı altında bulunan alevi halkının desteğini alabilmek için geçici taktikler peşindedir. Bunda kısmen de başarılı olur. Demek ki, bir yandan Hamidiye Alayları'nın artıklarına dayanıyor, diğer yandan da mezhep farklılıklarını esas alıyor. Sonuç olarakta, ilk evreyi başarıyla kapatıyor.
Burada bizim için önemli olan; Mustafa Kemal'in Kürt toplumu içinde mezhep farklılıklarını ve Hamidiye Alayları tipindeki provakatif faaliyeti daha da geliştirmiş olmasıdır. Hatta bazı şeyhlerin elini bile öper ve son derece saygılı davranır. Gavura karşı, Ermeni, Rum zulmüne karşı, müslüman Kürt ve Türk halkını savunduğunu açıkça söyler. Bu arada iki halkın ortak meclisinden bahseder. Fakat demagojiktir, art niyetlidir ve keskin bir şoven milliyetçidir. Mezhep farklılıklarına yaklaşımında da böyledir. Aslında dine değer vermişte değildir. Kesinlikle dini de kullanma durumundadır ve bu anlamda Siyonizmle, Masonlukla da ilişkisi vardır. Masonluğun müslüman halkların birliğini parçalamayı esas aldığı biliniyor. Aynı zamanda Mustafa Kemal'in birinci derecede bir Mason olduğu ve Yahudilikle ilişkisinin olduğu biliniyor. Mustafa Kemal'in İslam dinine, mezheplere düşmanlığı da bu Masonluğu nedeniyledir ve güçlüdür.
Bu dönemde Türk milliyetçiliği yaratılmak isteniliyor. İttihadtı Terakki'nin Selanik kökenliliği biliniyor. Aşırı Türk milliyetçiliği Masonluk temelinde geliştirilir. Bu süreçte Siyonizmin de Filistin'i ele geçirme planları vardır. İşte İttihatı Terakki ve onun bir mümessili olan Mustafa Kemal'de buna hayli hazırlanmış durumdadır. Bu hazırlıklar Mustafa Kemal'e Kürdistan'daki provokasyonların daha da geliştirilmesini sağlar. Mezhepçilikte eski milis güçleri kullanır ve onları teşvik eder. Bu milis güçlerini Parlâmentoya, hükümete alır ve bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşunu gerçekleştirir. Cumhuriyetin kuruluşuyla ticari ve mali vb. bir çok yetki sıkı bir merkeziyetçilik altına alınır. Osmanlı döneminde otonomiye alışan Kürt beylikleri, aşiretleri ve şeyhleri çıkarları zedelenince nufüs ettikleri çevreyle isyana kalkarlar. Çıkan bu isyanların üzerine çok sert gidilir. Bu süreçte Palu merkez ve çevre yörelerde yirmi beş isyan meydana geldi. Aynı dönemde Dersim merkezde ve hatta Güney'de isyanlar gelişir. Bu isyanlara yaklaşımı gerçekten çok ilginçtir. İsyanların ezilmesi için planlarını önceden yapmıştır. Birliğin oluşmaması için, birçok elçi ve casusu bölgeye yollamış ve eski işbirlikçilerini güçlü bir biçimde devreye koymuştur. Özellikle bu dönemde, Hamidiye Okulları’ndaki liselerde Ziya Gökalp tipindeki Türk milliyetçisi olan bazı aydın kesimler de devrededir. Cumhuriyet neden üstündür? İsyancılar neden gericidir? Bunlar sürekli bu temelde propaganda yaparlar. Kaldı ki o dönemde TKP'lilerin de çok güçlü bir biçimde saldırısı söz konusudur. Bunlar hortlayan irticaya karşı, "biz hükümetin yanındayız" derler. Ve bunları Orak Çekiç dergisinde de çok açıkça yazarlar.
1925 isyanının tecrit edilmesinde sunni ve alevi çelişkisi yoğunca kullanılır. Bu arada kendi işbirlikçilerini de devreye koyarak bu isyanları iyice izole ederler. Bizi en çok ilgilendiren, bu isyanların ezilmesinde aracılık ederek rol oynayanlardır. Özellikle bazılarını ihbar ederek, bazılarını hükümetin yanına çekerek ve özellikle bu konuda çıkar sağlamak için rollerini oynarlar. Bu kesimler, isyanların geliştiği sahayla, hükümetin, garnizonların ve yönetimlerin geliştiği saha arasında yer alan kesimlerden oluşur. Kuzey bu konuda önemli bir merkezdir. Elazığ tamamen Kuzey'deki isyanlara karşı gelişmiştir. Bu dönemde peşi sıra meydana gelen Bingöl, Palu daha sonra da Dersim isyanları söz konusudur.
Bu süreçte isyanların bastırılması için, Elazığ'da günümüzdeki özel valiliğe benzer Genel Müfettişlik oluşturulur. Bu Müfettişlikler çok sayıda Kürt işbirlikçiyi devreye koyar ve bu işbirlikçiler her iki isyanın da parçalanıp, ezilmesinde, işbirlikçi hain oluşturmada önemli rol oynarlar. Bu süreçte Ali Şer'in katledilmesinde bir provokatör kullanılmıştır. Ayrıca teslim alınmalarda da devreye koyulan bir yığın işbirlikçi vardır. Bu işbirlikçilerin tamamı hükümet propagandasını yaparlar. İsyanların ve direnişin gereksiz olduğunu dile getirerek, Cumhuriyetin'de misyonerliğine soyunurlar. Bu hain uşak takımı isyanlar döneminde hayli başarıya da ulaşır. Bu durum yalnız Kuzey Kürdistan için değil, Güney Kürdistan'da da aynıdır. Diyarbakır merkezinde de böyle bir ocak kurulur. Yine Ziya Gökalp kökenli, bunlar aşırı Türk milliyetçisidirler Süleyman Nazif benzer bir aydın tabakada söz konusudur. Bunlar, şair gelenekli ve ozan soyludurlar. Bu aydın tabaka Midyat'da Sason'da, Ağrı'da, Zilan'da vb. bir çok yerlerde ortaya çıkan isyanların bastırılmasında güçlü birer propagandacı olarak yola çıkarılırlar. Bunların her biri elçi yapılarak aşiretlerin bünyesine gönderilir. Kürtçe'yi bilen bu hainler, Cumhuriyetin nasıl iyi bir şey olduğu, isyanlardan neden vazgeçilmesi gerektiği konularında çok iyi dil dökerler. Bu takımın faaliyetleri gerçekten büyük olur. Ve şimdi bile Partimiz'in bünyesine kadar gönderilen böyle ilginç elçilikler söz konusudur.
Bu dönemde direnmelerden, ayaklanmalardan vazgeçirme kurumları örgütleniyor. Bunlar aydın nufüs sahibi, iyi dil bilen kişilerin başkanlığında harekete geçirilen kurumlardır. Ve bildiğimiz gibi, tüm isyanlar boyunca görevlerini başarıyla yerine getirirler. Cumhuriyet daha sonra bunlara ileri düzeyde yetkiler tanımıştır. İsyanlar ezildikten sonra, Kürdistan'da yükseltilen kesimler bunlardır. Bu kesimler Cumhuriyet kültürünün meftunu, temsilcileri, misyonerleri ve temel propaganda, örgütlenme araçlarıdırlar.
Bu kuruluş Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Bu kesimler başlangıçta bu parti içerisinde örgütlenirler. Ve hanedanlar aşiretlerin bünyesinde de dar bir aile olarak öne çıkarlar. Öne çıkarılan bu öğeler, tamamen modern yaşamı temsil ederler. Modern yaşam dedikleri burjuva yaşamdır. Diğerleri ise; Ortaçağ karanlıkları içinde kalan halk kesimleridir. Burada yükselmeden bahsetmek gerekir. Yükselme: Cumhuriyete dayalı, Kürdistan gerçeğine karşı bir yükselmedir. Sadece ayaklanmalara karşı olma biçiminde değil, dil, kültür ve yaşama karşıdır. Cumhuriyeti de benimsemeleri sadece siyasal anlamda değil, sosyal, kültürel, ulusal yaşama mutlak anlamda tabi olma, hakim Türk ulusçuluğunu her düzeyde yaşama, azgın bir Türk şovenizmi gibi hareket etme durumlarıdır. Bunlar okumaya son derece yatkındırlar ve okuma imkanları da oldukça geniştir. Büyük kentlere en erkenden giden kesimlerdir. Aydınlanma ve ardından da Kürdistan'a yöneldiklerinde memur, parlâmenter ve diğer önemli bürokratik görevlerde yer almaya yatkın kişiler haline gelirler. Cumhuriyet döneminde bu kesimler kadar, Türk sömürgeciliğini en iyi biçimde icra eden kimseler yoktur.
Batıda yaşayan Türk kökenli memurlar, Kürdistan'ı fazla tercih etmezler ve buna da gerek duymazlar. Çünkü Türkten daha çok Türkçü, kraldan daha çok kralcı, Cumhuriyetçiden daha çok Cumhuriyetçi uydu kişilikler vardır. Bunların Cumhuriyetçilikleri de uyduruktur. Cumhuriyeti fazla anlama durumunları da bile yoktur. Çıkarlarına denk geldiği ve öne çıkarıldıkları için böyle hareket ederler. Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu kesimlerin temelleri Osmanlılar döneminde atılır. 19.yy., Yavuz Sultan Selim zamanında meşrutiyet sürecinde geliştirilir. Cumhuriyet döneminde de daha da öne çıkarılır. Bu seferki uydulukları yalnız ekonomik, siyasi, askeri biçimlerle sınırlı kalmaz. Tamamen kültür ve ulusal imhanın sağlanılması için, önemli bir kurum halinde geliştirilir. Bunlara maket aileler, maket çevreler dedik. Bu çevrelerde Cumhuriyet kültürünün, Türk ulusçuluğunun yoğunlaşmasını benimsetmeye çalışan okullar faaliyettedir. Bu okullarda bir kesimin gelişmesi, aydınlanması, geniş imtiyazlara kavuşması söz konusudur. Özellikle memur olma, Kürdistan'ın ekonomik, ticari olanaklarına erkenden sahip çıkma ve böylelikle de palazlanma durumları söz konusudur.
Feodal aşiretler ve bürokratik kesimlerden işbirlikçilik, günümüze kadar da yoğun bir biçimde devam etmektedir. Bunlar Kürdistan gerçeğinden ortaya çıkarlar. Ulusal kimliklerini reddetmelerine rağmen, biçimsel olarak bu kesimlerin reddi mümkün değildir. Çünkü bunlar, Kürdistan tipini yansıtırlar ve tarihi süreçle birlikte şekillenmiş olarak ortaya çıkan tiplerdir. Bunu kolay kolay reddedemezler. Batılılar tarafından, Doğuluk bunlara her zaman bir leke gibi yapıştırılır. Bunların siyasi, ulusal düzeyde yaşadıkları azgın, uşak bir Türk milliyetçiliği veya Türkçülüktür. Ziya Gökalp tipindekiler incelenirse bu durumlar açıkça ortaya çıkar. Ziya Gökalp'ın nasıl elde edildiği, nasıl İttihatı Terakki'ye kaydedildiği ve daha sonra da nasıl temel bir ideolog olarak çalıştırıldığı bilinir. Talat paşa örgütleyicidir, İttihatı Terakki'ye "bize Doğu'dan birisini bulun veya bir Kürt bulun" diyor. İşte böylesine uydu, uşak bir kişiliği bunun şahsında temsil ediyorlar. Bu kişiyi bu okullarda okutuyorlar ve daha sonra öne çıkarıyorlar. "Sen ideolog oldun" diyorlar. Bir ideolog ve Türk milliyetçiliğinin hamisi, koruyucusudur.
Kürdistan'da ilk ayaklanmanın yüz tuttuğu dönemde, ulusal gerçeklikten, sınıfsal gerçeklikten uzak, gözümüzü Kürdistan'daki Cumhuriyet kurumları içinde açtık. Bizim dönemimizde okullar yaygınlaşmış, kültür daha da hakim kılınmıştır. Bu politikalar bizi hakim ulusa öykünür duruma getirmiştir. Hakim ulus ortamı içinde şekillendik ve ulusal gerçekliğimizden uzaklaştırılmak istendik. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen yasaklamalarla dilimizden koparıldık. Bu koparılma gerçekleştiğinde ortaya çıkacak tip, kendini yitirmiş, tarihi temellerden ve gerçeklerden uzak bir tip olacaktır. Siyasal çıkar nerededir? gelişme nasıl sağlanır? vb. sorulardan son derece uzak bir tiptir. Bu tip neyi düşünür? O her zaman; küçük bir memur olmayı, iyi Türkçe konuşmayı, iyi bir sosyal statü elde etmeyi düşünür. Buna, kendisine yakıştırılan kaba Doğululuktan kurtulma da eklenince daha iyi bir Türk olduğunu kanıtlama akımı başlamış demektir. Modernlik, en çok bu akımın sözcülüğünü yapanlara özgü bir iştir. Ve bu konuda muazzam bir yarışçılık yapılır. Yetmişlere doğru gelindiğinde, TC hakimiyetinin Kürdistan'da da bu biçimde olduğu herkes tarafından azçok bilinir.
1998 TEMUZ
Reber APO
- Ayrıntılar
Yakın dönemde bir provakasyonla karşı karşıya kalındı. Bu konuda her ne kadar bir değerlendirme yapıldıysa da, daha güçlü değinmenin gereği vardır. Yalnız bu olaya ilişkin değil, genelde provakasyonlara daha güçlü yaklaşımla karşılık vermek gerekir. Şimdiye kadar bizde yaşanan ve daha da yaşanacak olan, bu tip olaylara karşı Parti'yi daha iyi silahlandırmak için, tarihi, sosyal, kültürel, siyasal temele dayanan bir tahlil yararlı olacaktır. Özellikle provokasyonun yansıma biçimleri üzerinde durmak gerekecektir. Ve bununla bağlantılı olarak objektif provokasyon, ki, bunlar iç içe oluyor hatta sınıf etkilerine de yeniden değinmenin yararları olabilir.
Biz Baştan beri toplumumuzun provoke edilmiş bir toplum olduğu bilinciyle hareket ediyor ve belirtiyorduk. Bu ne anlama gelir? Bizde, yaygın toplum kesimleri kışkırtılmış, sömürgeciliğin geleneksel böl yönet politikası ayrıntılara dek işlenmiş ve toplumun en ücra köşelerine kadar geliştirilen bir politika haline gelmiştir. Kabile aşiret toplulukları hep birbirlerine karşı kışkırtılmışlardır. Bu durum, Osmanlılardan günümüze kadar yaygın bir biçimde işleniyor. TC'nin Kürdistan politikası, nufüsu birbirlerine karşı kullanma politikasıdır. Bunu, bir kesime ayrıcalık vermek, diğer kesimleri de ezdirmek için yapar. Yine bir kesimi öne çıkarırken, diğer kesimleri de buna özendirmek ister. Kaldı ki ortaya çıkardığı bu kesimler, TC'yi her yönüyle temsil eder. Bu kesimler bu politikayı özümseyen, onun değer yargılarının şampiyonluğunu yapan kesimlerdir. Bunların eliyle bir yandan kuvvet biriktirirken, diğer yandan da güçsüz bırakır. Bu durum çatışmayı doğurur ve düşman da her zaman bu çatışmayı kendisini destekleyecek olanın lehinde neticelendirmek için gücünü kullanır. Geçmişte böyle olan politikaları düşman, günümüzde daha da yoğunlaştırarak uygulamaktadır. Bu TC'nin bir icadı da değil, başta İngiliz sömürgeciliği olmak üzere, tüm sömürgeci yönetimlerin egemenliklerini kolay sürdürmek için baş vurdukları bir yöntemdir. Halkı mezhep, kültür, aşiret ve etnik farklılıklar temelinde birbirine vurdurarak amacına ulaşmak ister.
Güney Afrika zencileri arasında çok yaygınca işletilen bir politika olduğu biliniyor. Bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde buna benzer gelişmeleri görmek zor değildir. Sınıf baskı ve sömürüsünün olduğu her yerde, ucuz iş gücü ve kolay yönetim için belli bir kesimin aşağılanması gerekir. Yalnız bizde diğerlerinden farklı olarak, daha derin ve daha güçlü tarihsel temelleri vardır. Bu politikalar hemen hemen bütün toplumsal kesimlere, ailelere dek genişletilmiştir. Dayatılan yoksulluk, açaltılma çok derin olduğu için, rekabet ve iç içe geçme şiddetlidir. Nitekim bizdeki kan davaları da bu temelde ortaya çıkmaktadır. Bizde cinayetle sonuçlanan çatışmaların, basit çıkarlar uğruna meydana geldiği açıktır. Toplumsal ve ulusal mücadelenin bastırılması, tamamen stablize* edilmesi, toplumun bunun dışında bırakılması, basit toplumsal sorunların bir biçimde ortaya çıkarılmasından ileri gelmektedir. Asıl sorunlarla uğraşma, mücadele etme yerine, sıradan çıkarlar uğruna en kötü durumlar yaşanmaktadır.
Bunlar tasfiye edildikten sonra geriye ne kalacak? Yaygın sömürü ve maddi koşullardan mahrum yaşama, onları muazzam kin, öfke topluluğu haline getirecektir. Bu da, onları en küçük sorunlar karşısında birbirlerine karşı küfür, dayak, kavga ortamına itecektir. Böylece toplum, içinden çıkılamaz bir duruma gelecektir. Sürekli kendisiyle uğraştırılan, sürekli kışkırtılan, hep birbirlerinin gözünü çıkarmaya çalışan, birbirlerini adam yerine koymayan, birbirbirini küçümseyen, fırsat buldu mu komşusunun aleyhine bir çıkar elde etmek isteyen bir yapı ortaya çıkacaktır. Hatta aile içinde bile birbirleriyle kavgalı, küfürlü yaklaşımlar aile bağlarının soysuzlaştırılmasına, çürütülmesine yol açacaktır. Böylelikle toplumu en ince gözeneklerine kadar düzen, uyum ve temel hayati çıkarlardan uzak tutma gerçekleşir. Bu durum da sömürgeci yönetimin işine yarar ve sömürgeci yönetimde bundan daha uygun bir ortam bulamaz.
Böyle koşulların geçerli olduğu bir toplum, her türlü sömürüye ve baskıya açık hale gelmiş demektir. Zaten TC'nin ulusal hakimiyet politikası, onun tek ulus yaratmak istemesi ve buna sınıf karakterinin de eklenmesi, ki, bu sınıf karakteri çapulcu niteliğinde bir sömürüyü zorunlu kılıyor ulusal imha, zoraki asimilasyon ve yaygın tekelci, çapulcu sömürüyle birleşerek bizde, böylesine toplumsal bir şekillenişi meydana getiriyor. Bu şekillenme zemini üzerinde de sömürgecilik kendisini yürütebiliyor. Bütün tarihi ve güncel gelişmeler incelendiğinde, bu durumun kesinlik kazandığı ortaya çıkacaktır.
Bu ana girişten sonra, provakasyonun böylesine yaygın, tarihi ve toplumsal temeli vardır diyeceğiz. Şimdi buradan kalkarak, TC'nin daha özgün geliştirmek istediği politikalara değineceğiz. Bunun bir parçası olarak, Parti içine kadar yansıyan etkilerini kavramaya çalışacağız. Bu bir anlamda Partimiz'in geliştirmek istediği ideolojik politik kitle faaliyetine TC'nin tepkisi ve onun bir yansıması olarak da ortaya çıkacaktır. Mücadelemizin gelişmesi bu tip toplumsal yapıyı karşısında bulacaktır. Partimiz, bu toplumsal yapının üzerine gittiği zaman, kendisine provakasyonlar dayatılacaktır. Bu, maddi zeminin bir sonucudur. Şimdi konunun kısa tarihi temelini biraz daha açalım.
Günümüz Türk egemenliğini şekillendiren koşullar her ne kadar tarihe dayansa da, bugünkü gelişmeleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nun Kürdistan'a girişinden ele almalıyız. O dönemi bir başlangıç olarak almalıyız. Çünkü günümüzdeki politikaları şekillendiren daha çok o dönemde temeli atılan gelişme ve politikalardan aranmalıdır.
Yavuz Sultan Selim zamanında, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu'ya yönelişi kendisine hasım güç olan İran Safavi İmparatorluğu'na karşı genişleme seferi olduğu biliniyor. Bu genişleme seferinde, Kürdistan gerçeği kilit bir rol oynuyor. Kürdistan üzerinde kim denetim sağlarsa ve çok güçlü olan Kürdistan beyliklerini kim yanına çekerse, bu savaşın kaderi onun lehine sonuçlanacaktır. Bu döneme ilişkin somut belgeler vardır. Bu dönemde Kürt Beylikleri'nin yoğun bir hareketliliği söz konusudur. Yavuz Sultan Selim'in yönelişinin öncesinde Kürt Beylikleri'nin çoğu İran saraylarındadır.
İran Şahlığı bu yolla Kürdistan üzerinde çok güçlü bir denetim sağlıyor. Diyarbakır'dan Mardin'e kadar Safaviler' in egemenliği söz konusudur. Hatta Fırat'a kadar İmparatorluğu'nun hakimiyetini sağlamak için yoğun çabası ve savaşımı vardır. Bu konuda bir çok aracıyı devreye koymuştur. Bazen zorla, bazen de iknayla bu beylikleri sarayda misafir ediyor. Bazılarını öne çıkarıyor, bazılarını da büyütüyor. Bu, bağımlılık derecelerine göre yürütülen bir politikadır. Bu arada yirmi üç Kürt beyliğinin İran'da cebelleşme içinde oldukları, kısmen bağlılık, kısmen tepkili bir durumu yaşadıklarını ve bunların başını da Bitlis ailesinin çektiği söyleniyor.
İşte tam da bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu'nun Şahlık üzerine yönelim planları ortaya çıkınca, Şahlığı kendi çıkarları için tehlikeli gören güven beylikleri ve onların temsilcilerinin buraya yönelmeleri söz konusudur. Bu girişimlerin ortaya çıkmasında çok köklü dinsel ve mezhepsel etkiler mevcuttur. Özünde hakimiyet ve paylaşımı amaçlayan bu savaşa, dinsel ve mezhepsel kılıflar biçilmiştir. Çok iyi bildiğimiz gibi, bu dinsel ve mezhepsel kılıflar şimdiye kadar da İran'ın elinde güçlü ideolojik bir araçtır. Şia mezhebine dayalı, dinsel çıkışı, dinsel alışı söz konusudur. Bu noktada Osmanlılar'ın da çok bağnaz bir sunniliği temel aldığını biliyoruz. Osmanlılar'da sınıfların gelişmesi, Osmanlı Türk boylarının ayrışmaya uğramasıyla bu yöneten beylerin sunniliğe doğru kaydığını görüyoruz.
İslamın merkezi olan Şam, daha sonra Konya, İstanbul merkezleri ve hatta, Bağdat merkezinin tüm İslam sultanları, meşru iktidarlarını destekleyecek olan sunni mezhebini geliştirmişlerdir. Bu gelişmelerin temellerini Hz. Muhammed'in ölümünden sonra atmışlardır. Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Mukavviye ile Ali arasında başlayan bir kavga söz konusudur. Bu dönemde, Ali taraftarlarının Aleviliği gelişir, fakat Muaviyenin de iktidara hakim olma durumu söz konusudur. Ve bu gelenek Şam, Bağdat, Konya, Kahire ve İstanbul'da da devam eder. İslam feodalizminin merkezleri olan bu bölgeler, kendi feodal iktidarlarını geliştirir ve meşrulaştırırken; buna tepki biçiminde ortaya çıkan, ezilen ve Arap kökenli olmayan halklarda ise, aleviliğin geliştiğini ki, bu dönemde Ali taraftarlarının gelişimi söz konusudur ve bu gelişmelerin büyük bir kısmının da İran'da ortaya çıktığını biliyoruz. İran İslam devleti kendi ulusal renkleri ve özelliklerini de katarak, değişik bir mezhebe büründüğü, İran'daki İslamlığın bu nedenle eski İran İmparatorluğu'nun büyüklüğünü kurmayı amaçlayan, ondan aşağıya düşmeyen bir biçime dönüşmüştür. Şialığın ulusal direnme ideolojisi haline geldiği bu bölgede, kurulmak istenen her iktidar, bu ideolojik araca baş vurarak iktidar olabilmiştir. Böylesine büyük bir iktidar çekişmesinin, daha 10. yy' lara gelmeden yaygın bir biçimde sürdürüldüğünü biliyoruz. Her ezilen kendisini suni merkezli, feodal iktidara karşı böylesine mezhep sapkınlığıyla bayraklandırıyor ve açığa çıkarıyor. Bildiğimiz gibi bu durumlar Ortadoğu ülkelerinde çok yaygın bir biçimde ortaya çıkıyor. Hepsinin arkasında da İran bulunmaktadır. Bu konuda çok güçlü bir direnişçi yapı geliştirmekte ve giderek kendi devletini geliştirmeye kadar götürmektedir.
İran merkezi devletlerin kuruluşlarını böylesine tarihsel gelişmelere bağlıyoruz. Feodal Sünni merkezli iktidarlara karşı ne kadar muhalefet varsa, başkaldırı varsa hepsi böylesine bir mezhebe yöneliyor. Bunların bazıları ya devlet kuruyor, ya ayaklanıyor, ya da acımasız bir biçimde eziliyorlar. Sonuç olarak bazıları da başarıya ulaşıyor. Şah İsmail önderliğinde kurulan İran Safavi devleti Şia doktrinini uyguladığı bir devlettir.
İşte o dönemde Anadolu'da sınıflaşmaya uğrayan Türk boylarının aşağı kesimleri ve ezilen, sömürülen yığınlar İran'a yöneliyorlar. Sert sınıf karekteri, üst sunni iktidarın yanında yer almaya götürürken, gerek Selçuklularda ve gerekse de Osmanlılarda bu durum böyledir. Bu baskılar, ezilenlerde İran'a yönelik bir akımın başlamasına yol açmıştır. İran iktidarı bu dönemde Anadolu'da çok geniş bir casus ağı oluşturmuş, misyonerler propagandacılar göndermiştir. Bugün bile bu yönlü faaliyetleri var. Ortaya çıkan bu durumlar, bu sanatta ne kadar gelişkin olduklarını gösteriyor. Mevcut iktidardan zarar gören kesimleri yaygınca Doğu'ya yöneltiyor. Bildiğimiz "Şaha gidelim" meselesi de böyle ortaya çıkıyor. Ortaçağ'da; Toroslar'dan, Karadeniz dağlarına kadar isyanlar biçiminde böylesine yaygın bir hareketlilik söz konusudur.
Bu dönemde isyanları ezmek için, kuyucu Murat paşanın kırk bin kişiyi diri diri kuyulara doldurduğu söylenir. İşte tam da bu dönemde, Yavuz Sultan Selim için büyük tehlike oluşturan ve iktidarını Anadolu içlerine kadar tehdit bu isyanlara son vermek için, acımasız bir biçimde katliamlara başvurur Katliamlardan kaçan kesimler bu dağlara kadar gelirler. Bu dağlara sığınmış dürzi ve alevi kesiminden çeşitli halklar, bu dönemin teröründen kaçarak Kürdistan'daki dağlık alanlara ve Toroslar'a yerleşirler. Bütün bunlar böylesine bir terörün kurbanı olmamak için yapılır.
Böylesine yaygın bir isyan katliamının yürütüldüğü bir ortamda, Kürt Beylikleri'nin durumu önem kazanır. Kürt Beylikleri sunni kökenli olmaları nedeniyle, Şia safavi Şahlığı'nın egemenliğini kolay kabul etmek istemezler. Her ne kadar sınıfsal çıkar ön plana çıkıyorsada, mezhepsel kılıfta burada rolünü oynuyor. Yavuz Sultan Selim'in böylesine bir yönelimi söz konusu olduğunda, sunni ideolojisinin köklü ve güçlü bir temsilcisi olan Bitlis Beyliği'nin ideololuğu hatta, Kürt Beylikleri'nin iyi bir ideolojik propaganda temsilcisi diyebileceğimiz İdrisi Bitlis'i Yavuz Sultan Selim için tam bir casusluk faaliyetini yürütür. Tarih bu olayı kaydetmiştir. İdrisi Bitlis'i yükler dolusu altın karşılığında, çok geniş bir ajanlık faaliyetini yürütür. Osmanlılar'ın bir casusu olarak, Beylikler arasında gizli çalıştığını tarihi belgeler göstermektedir. İdrisi Bitlisi'nin bu faaliyeti sayesinde, Kürt Beylikleri'nin büyükbir kesimi Osmanlılar'dan yana tercihlerini kullanırlar. 23 Kürt Beyliği İran'dan koparak Yavuz Sultan Selim'in yanında yer alır. Bu birleşmeden sonra, Çaldıran'da Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim'in birbirlerine karşı giriştikleri savaşta, Kürt Beylikleri'nin büyük askeri kuvvetleriyle Van'ın doğusunda savaşa girerler. Bu savaşta yenilen İran devleti geri çekilir. Yavuz Sultan Selim Tebriz'e kadar gider ve o günden bu güne kadar, Kürdistan'ın bölünmesini de sağlayacak bir sınır saptanır.
Bu sınırın Osmanlılar'dan kalan tarafı, Osmanlılar'dan yana tavır alır. Tabii ki bu, birden bire olmaz. 1639'da Kasrı Şirin Anlaşması'na kadar el değiştirmeler sürekli devam eder. Beylikler kâh o tarafın, kâh bu tarafın yanında yer alırlar. Tabiki burada çıkarlar esas alınır. Hangi taraf çıkarlarına en iyi karşılığı veriyorsa ondan yana tavır alıyorlar. Kürt Beylikleri böyle bir denge politikası içinde hareket ederler ama, bu el değişmeler bu tarihte belli bir dengeliliğe kavuşur. Böylelikle sınırlar gittikçe kesinlik kazanır. İki güçlü İmparatorluk arasındaki çekişmeler 19. yy'la kadar devam eder.
Burada önemli olan, Kürt Beylikleri'nin mezhepsel kökenleri, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan yana bir dönüş yapmalarına yol açmasıdır. 1500'lerin ortalarına doğru Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir müttefiki ve eyaleti durumundadır. Eyalette diyemeyeceğimiz bir durum söz konusudur. Çünkü burada, bağımsızlığa yakın Kürt Beylikleri vardır. Osmanlılar yalnızca Diyarbakır'da, Erzurum'da ve son olarakta Van'da bir kaç beyler beyini idare etmektedir. Kürdistan'ın genelinde Osmanlı askeri memurları yoktur. Bugün gördüğümüz gibi, hükümet sancakları, kaymakamlıklar, valilikler, garnizonlar söz konusu değildir. Sultanlığı temsil eden bir kaç beyler beyi vardır. Kürt Beylikleri tamamen hükümet halindedirler. Kaldı ki o zaman beş hükümet ve bağımsız sancakların olduğu söylenir. Bağımsızlığa böylesine yakın beylikler, hükümet ve yarı hükümet konumunu yaşarlar. Tarihi süreç içerisinde, giderek Kürt Beylikleri'ni daraltarak ki, buna otonominin daraltılması denilir güçten düşürürler. En son olarakta vergiye ve askerliğe bağlamak isterler. Tüm ekonomik ve siyasi güçlerini önemli oranda yitirdiklerinden dolayı isyanlar patlak vermeye başlar. 19.yy'daki isyanların özü budur.
İmparatorluğun Kürdistan'ı tümüyle kendi topraklarına katması, bağımsız hükümetlere ve mahalli özerkliklere son vermesi ve en son olarakta vergiye bağlama girişimi vardır. Öte yandan İmparatorluk çok sıkışık durumdadır. Eskisi gibi Balkanlar'dan getirdiği Hristiyanlardan Yeniçeri Ordusu'nu derleyememektedir. Çünkü Sultan Mahmut Yeniçeri Ordusu'nu ortadan kaldırmıştır. Müslüman nufüstan askere ve paraya ihtiyaç vardır. Onun için de Kürdistan'a yüklenecektir. İşte bu durum, isyanlara ve isyanların da ezilmesine yol açacaktır. İsyanların ezilmesiyle birlikte, Osmanlı orduları yaygın bir biçimde Kürdistan'a yerleşir. Ardından da sivil yönetimin peşi sıra gelmesi söz konusudur. Bunları anlatmamızın nedeni; Osmanlı birliklerinin Kürdistan'a yerleşmeye başlamasıyla, bu birliklere hizmet amacıyla çevrelerine bazı kentler oluşturmaya başlaması vardır. Bu süreçte kentlerle işbirliği içinde olacak bazı uydu aşiretler ve beylikler ortaya çıkar. Şüphesiz eskiden de beylerbeyi vardı, fakat bu beylerbeyleri hatta, daha düşük düzeyde olanları bile fazla bir şeye ihtiyaç duymazlar. Kaldı ki bu dönemde Osmanlı dili ve kültürü Kürdistan üzerinde etkili değildir. Kürt toplumunun kültürü ve dili tümüyle hakimdir. Bu dönemde Kürdistan üzerinde sömürgeciliğin bu yönü gelişmemiştir. 19. yüzyıla kadar da yalnızca vergi alınıyor. Vergiyi kendileri gelip toplayarak da değil, bizzat beyler tarafından toplanılarak verilir. Asker verme de beylerin izni dahilinde olur. İşte bu statü bozulmak istenir. Merkezi İmparatorluk bu statüyü bozmak için beylikleri devreden çıkararak, vergiyi ve askerleri kendisi toplamak ister. Bu durum ise, yeni bir sürece yol açar ve Kürdistan'a orduların yerleştirilme zeminini ortaya çıkarır.
İşte bu dönemde Kürdistan'da garnizonlar, hükümet sancakları, kaymakamlıklar örgütlendirilir. Bu örgütlenmelerin etrafında da yönetim merkezleri ve beylikler oluşur. Askeri garnizonların oluştuğu yerlerde kadılık, kaymakamlık gibi sivil idareler de kurulur. Birbirlerine sıkı bağlarla bağlı olan bu kurumların, yaygın bir biçimde gelişmeleri söz konusudur. Bu gelişmeler yeni işbirlikçi dönemin de başlangıcıdır. Ortaya çıkan bu gelişmeler bir yandan yaygın isyanları, bir yandan da yeni bir işbirliği ortamının doğmasına neden olur. İşte bazı yerli aşiretlerin, beylerin bu kentlere gitme dönemi başlar. Bunlar Kürdistan'a yerleşen merkezi otoriteyle, isyan halindeki kesimler arasında tampon bir bölge yaratmaya soyunurlar. Nasıl ki, eskiden İranlılarla Osmanlılar arasında böyle bir tampon bölgede rol oynamış işbirlikçi beylikler oluşmuşsa, bu dönemde de Osmanlı devletinin kuruluşlarına karşı isyan halindeki kabilebeylik, aşiret bunlara halk da diyebiliriz vb. kurumlarda ortaya çıkan ayaklanmalar arasında bir uzlaşma noktası bulmak isteyenler işbirlikçilerdir. Dayatılan bu yaklaşımlara boyun eğdirme, ya da yeni casusluk faaliyetleri de diyebiliriz. Bu temelde yeni rollerine soyunan kesimlerdir. Bunlar, kesinlikle isyancılardan yana tavır almazlar. Fakat, merkezi otorite kurumlarıyla ve hükümetle ilişkileri vardır. Ne de olsa yerlidirler. Yeni işbirlikçi kesimin türemesi, dar mahalli koşullarda böyle ortaya çıkıyor. Bu kesimler üstün iktidarın sahibi olarak, Osmanlı kurumlarının işbirlikçileridirler. Bunlar, her bakımdan kabule yatkındırlar. İsyancılar ile devlet arasında uzlaştırıcılık rolü oynarlar. Bu durum bir yandan bunların devlet nezdinde statükolarını arttırırken, diğer yandan da isyancılarla "sizi idamdan kurtarırız, devletle barıştırırız, işolanak veririz" gibi vaadlerle onları da etkileri altına alırlar. Ve böylelikle palazlanan bir işbirlikçi kesim ortaya çıkıyor. Bu durum 19.yy'dan itibaren gelişme gösteren bir işbirlikçi eğilimdir. Bunlar, bu süreçte farklı özellikler edinirler. Sultan Abdulhamit döneminde de bu politikalara daha da ivme kazandırılır ve bunlara daha resmi bir statü biçilir.
Hamidiye Alayları dediğimiz kurum ortaya çıktığında, bu beylikler oldukları bölgede bir yandan Ermeni isyanına, ulusal kurtuluş hareketine yönelik devlet politikası yanında yer alırken, diğer yandan ise Kürt ayaklanmalarına karşı da yer alırlar. Bu beylerin çocukları İstanbul'da sıkı bir aşiret eğitiminden geçirilir ve bu çocukların hepsini de subay yapmak için bu okullara aşiret çocuklarının alındığı okuldur alırlar. Çoğunluğu paşa olarak çıkan bu çocuklar, çok ince bir İstanbul kütürüyle yetiştirilir. Diğer yandan kaba aşiret güçleri ise, Hamidiye Alayları biçiminde teşkilatlandırılır. Kürdistan'ın bir çok bölgelerinde oluşturulan bu alayların, paşalık düzeyinde değeri vardır. Aşiret ve kabile bünyesinde binlere ulaşan silahlı kuvvetler oluşturulur. Bunlar Sultan Hamit'in son derece tehlikeli, provakatif politikalarıdır. Ve gerçekten de çok bilinçli hazırlanmış politikalardır. Günümüzde bile geliştirilen benzer politikalar bu yöntemleri esas almıştır. Bunlar gazetelere de yansımıştır. Bu provakatif faaliyetlerle Ermenilerin hareketi bastırılmıştır. 1880'lerden sonra gittikçe alevlenen bir harekettir. Kürt ayaklanmaları da bu dönemde gündemdedir. İşte bu tip milis alaylarının devreye koyulması tam bir provakasyon karakterindedir. Halk hareketlerine, ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir kıyım makinası gibi çalışılır. Çapul, talan bunlar tarafından gerçekleştirilir. Bu süreçte de ince bir tabaka eğitimle aydın hale getirilir ki, bunlar vali, paşa vb. yönetici yapılırlar. Örneğin Bedirhan ailesinden vali, paşa gibi yöneticiler çıkarırlar. Kaldı ki bunlar daha önce isyan halinde olan bir kesimdir. Ezildikten sonra bu sürece dahil edilirler. 1850'lere doğru bu tip örnekler çoğalır. Her bölgede tampon bir kesim olarak bunlara başvurulur. Cumhuriyet döneminde de bu politika devam ettirilir.
Temmuz 1988
Reber APO
- Ayrıntılar