Savaş ve iktidar bloklarının en çok başvurdukları toplumsal politikalarından biri asimilasyondur. En genel deyimiyle kültürel eritme anlamına gelen asimilasyon politikalarındaki temel amaç, tahakküme tabi tuttuklarının tüm karşı direnç yeteneklerini ellerinden almak için, başta zihniyetin temel kullanım aracı olan yerel dili uygulama dışı tutup, hakim dilin yoğun işlenişini ifade eder. Resmi dil yoluyla yerel dil ve kültür kadükleşip dolaşımda rol oynamayacak kadar daraltılır. Hâkim dil-kültür yükselmenin, okumanın, siyaset ve ekonominin ifade dili olarak kullanana kazanım sağlar. Baskı altına alınan dil ve kültür ise kullanana zarar kaydettirir. Bu ikilem altında yerel dilin iktidar dili karşısında dayanması gün geçtikçe zorlaşır. Hele yazı dili haline gelmemiş, hâkim lehçesini kuramamışsa, bu dil ve lehçelerinin sonu karanlık olur. Asimilasyon yalnız dil alanında değil, iktidarın şekillendirdiği tüm toplumsal kurumlarda uygulanır. Hâkim ulus veya dinin, grubun kurumsal gerçekliğine uyarlanma her düzeyde yaşanır. Siyasal, sosyal, ekonomik, hatta zihniyet alanı resmen tanınıp hukukça korundukça, diğer azınlık ve yenilmişlerin eş kurumları kendilerini hâkim kurumlara göre zoraki veya gönüllü asimilasyona uğratarak, resmiyetinin içinde yer alırlar. Baskı ve ekonomik, siyasi çıkar ne kadar devreye girerse, erime o denli rol oynar.
Kürdistan kültürel varlığı üzerinde en az savaşlar ve terör kadar, zoraki asimilasyon tahripkâr rol oynamıştır. Aynı tarihsel yöntemi uygulayıp ilk çağlara kadar gidebiliriz. Sümercenin belki de ilk ve en büyük asimilasyon dili ve kültürü olduğunu belirtmek mübalağa sayılmamalıdır. Kelime ve cümle düzeninden bu gerçeği anlamaktayız. Sırayla Hurice, Mitanni, Urartu, Mad ve Parsça de önce Sümer dili, sonra sırayla Akadça kaynaklı Babilce ve Asrice, sonraları Aramice Ortadoğu’nun ilk çağlardaki en büyük asimilasyon dilleriydi. Bu gerçeği Hitit, Urartu, Mitanni, Med ve Pers yazıtlarında görmek mümkündür. Bir nevi günümüz İngilizce’si gibi dönemin ‘interetnisite’ dili olan Aramice ortak anlaşma aracıdır. Özellikle aristokrasi ve devlet bürokrasisinin yazı dilinin bir tanesinin Aramice olması yaygın rastlanan bir örnektir. Yerel dil ve Aramice birlikte kullanılmaktadır. Bugün de yaşadığımız gibi hakim iktidar dili nasıl resmi dil olarak devlet ilişkilerde esas ise, o dönemlerde de Aramice -daha önceleri Akadça ve Sümerce- esas dil olup, yerel dil daha çok okuma yazması olmayan halkın sözlü iletişim aracıdır. Aristokrat kesim büyük ihtimalle işbirlikçisi olduğu devletin resmi dili ile konuşmaktadır. Urartu yazılı belgelerinde bu gerçeği görmek mümkündür. Tıpkı bağımlı ülke yöneticilerinin çoğunlukla İngilizce ve Fransızca konuşmaları gibi.
Pers anıtlarında Aramice’nin yeri açıktır. Dönemin hem diplomasi hem ticaret ortak dili olarak tüm Ortadoğu’da dolaşımdadır. Asimilasyonun mimarlıkta, devlet yönetiminde, edebiyatta, hukukta yoğun rol oynadığı bu alanlar ile ilgili tüm belgelerde gözlemlenmektedir. İsa’nın bile Aramice bildiği tahmin edilmektedir. Aramice’nin daha ulusal biçimi olan Süryanice diğer yaygın bir asimilasyon aracıdır. İbranicenin sınırlı bir etki alanı olması nedeniyle, karşı yayılma halindeki Helenizm’in dili Helence de giderek Ortadoğu’ya nüfuz etmektedir. Bugünkü İngilizce ve Fransızca gibi Helence ve Süryanice rekabet halindedir. İkisi de Kürdistan’da, özellikle şehirlerinde etki savaşı vermektedir. Urfa bunun tipik bir örneğidir. Aramice, Ermenice, Süryanice, Arapça ve Kürtçe’ yi, en son Türkçe’ yi yaşamış bir kültür derinliğine sahiptir. Fakat aşırı asimilasyon aşırı bir kozmopolitizme de yol açmaktadır. Urfa’nın bugünkü halinden de bu gerçeği anlamak mümkündür.
Süryanice’nin Kürdistan kültüründeki yeri daha sonraki Arapça’ dan ileridir. Bir aydınlanma dili olarak rol oynadığı belirtilebilir. Süryanilerin esas olarak kentte oturmaları bu sonucu doğurmaktadır. Kürtler Koma gene halkı olarak göçerliğin, köylülüğün sözlü dili olarak Kürtçe lehçelerini kullanmaktadır. Yazılı kaynakları sınırlıdır. Hiç olmadığı anlamına gelmez. Özellikle Mitannilerin başkenti Waşukkani’de (Hoşpınar, bugünkü Suriye-Türkiye sınırındaki Resulayn ve Amude kentleri) bulunan çok sayıda yazılı belge, M.Ö 1500’lerde proto-Kürtçenin yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir.
Kürdistan’da M.Ö 300-250 Helen krallıkları döneminde Helen kökenli halkın varlığı ve özellikle kentlerdeki ağırlıkları, Helence’nin de uzun süre kullanıldığını göstermektedir. Bir nevi sömürgeci dili rolünü oynuyor. Günümüzdeki gibi Kürdistan kentleri yabancı dil ve kültüre göre yaşarken, kırsaldaki halk yerel dil ve kültürü yaşamaktadır.
İslamiyet ile birlikte öne çıkan dil Arapça’dır. Önceleri bedevilerin dili olan Arapça, kentleşme ve İslamiyet’in doğuşu ile birlikte Ortadoğu’nun en prestijli dil, edebiyat ve bilim dili oldu. Savaş ve iktidarın resmi dili olarak Arapça büyük bir üstünlük kazandı. Zayıf Afrika kökenli diller karşısında tüm Kuzey Afrika’dan ve Zağros,Toros sisteminin güneyine kadar hakim dil oldu. Kültür ve bilim de Arapça ile yaşanmakta ve yapılmaktadır. Ayrıcalıklıdır. Onu kullanan, bürokraside yer alabilir. İlim sınıfına girebilir, bilim yapabilir. Dolayısıyla Arapça yükselmenin, çıkarların etkin dilidir. Bugüne kadar ki önemini bu maddi gerçeklere borçludur. Arapça’dan sonra Farsça’nın etkisi daha sınırlıdır. O da özellikle Selçukluların İran’daki iktidarlarında resmi dil olması nedeniyle yaygınlaştı. Selçukluların Anadolu’yu ele geçirip Konya merkezli bir devlet kurmalarında da resmi dil Farsça’dır. Mevlana Mesnevi’yi Farsça yazmıştır. Türkçe de Kürtçe gibi o dönemde daha çok kırsal alan halkının sözlü dili ve edebiyatının aracıdır.
Arapça’nın hakimiyeti Kürdistan’da çok etkili olmuştur. Özellikle ‘melle-molla’ tabakasının Arapça’yı ibadet dili olarak kullanma gereği bunda temel rol oynar. Ayrıca Arap yaşam tarzına özenti şehirlerde hakim olur. Kılık kıyafetten tutalım, şecere-soy belirlemeye kadar Arap gibi olmak moda değeri kazanır. Herkesin hanedanlık öykülerinde bir Arap kulpu takmak usulden sayılır. Eğitim, öğretim, moda, siyaset, diplomasi, sanat, bilim alanındaki hakimiyet Farsça gibi güçlü bir devlet deneyimi olan dil üzerinde bile etkilidir. Yarı yarıya Arapça’nın istilasına uğrar. Tüm Ortadoğulular Arap isim ve lakaplarını takarlar. Bu üstünlük ulus-devletlerin ve ulus bilincinin gelişmesine kadar yoğunca devam eder.
Kapitalist sistemin yaygınlaşması, ‘ulus-devletin’ biçimlenmesi, Kürt kültürü ve dili üzerindeki asimilasyon sürecini daha da yoğunlaştırdı. Arapça, Farsça baskısına Türkçenin yükselen baskısı da eklendi. İlk ve ortaçağlarda etnisite bünyesinde varlığını koruyan Kürt dili ve kültürü, bilim ve tekniğin artan olanaklarını resmi dil ve kültür olarak kullanan üç hakim dil ve kültürün etkisi altında iyice ezildi, eritildi. Ortaçağda bile birçok edebi eser (Ahmedê Xani, Mem u Zin gibi) veren Kürt dili ve kültüründe siyasi baskının da etkisi ile gittikçe daralma yaşandı. Kürtlük dil ve kültür olarak kuşkulu hale dönüştürüldü. Suç konusu oldu. Giderek Kürt olmak kriminalize edildi. Burjuvazinin suç-hapishane pratiğinin en aşırı bir biçimi ile karşı karşıya kalındı. Kürt olgusu ve ona dayalı sorunsallık en tehlikeli suçlar kategorisine sokuldu. Her üç ulus-devlette -Türk, Fars ve Arap ulus-devletinde dil ve kültürü aşan, tüm varlığı üzerinde bir eritme, uzaklaştırma, hakim dil ve kültüre bağlama kampanyası bütün şiddeti ile yürütüldü. Kürtçe anadil eğitimi dahil, tüm eğitim okullarına kavuşma yasaklandı. Ancak o da imkânları olanlar için hakim ulus okullarında modernizm öğrenilebilirdi. Kürt ve Kürtçe her bakımdan modernim kapsamı dışına çıkarıldı. En basit Kürtçe müzik, gazete, kitap yayını ‘Kürtçülük’ sayılarak siyasi suç kapsamına alındı. Hâlbuki kendileri kendi dillerinde Hitler’i geride bırakan bir milliyetçiliği uyguluyorlardı. ‘En yüce ulus’ teorilerinden geçilmiyordu. ‘Necip millet’ Arapların unvanıydı. Türklük, mutlu olma gerekçesiydi. Farisilik en büyük tarihsel soyluluktu. Kapitalizmin uyandırdığı milliyetçi duygular bütün gerilik durumlarını örtbas eden bir uyuşturucuya dönüştürülmüştü.
Ancak kapitalizmin üçüncü büyük küreselleşme hamlesi, yerelliğin yükselen değer haline gelmesi, teknolojinin –radyo, TV- dil yasaklarını anlamsız kılması, yurtdışı faaliyet imkânları Kürt ve Kürtçe’nin biraz alan bulmasına, kendine gelmesine katkıda bulundu. Tabii bu olgunun temelinde çağdaş direniş gerçeğinin de belirleyici bir etkisi oldu. Ulusal demokratik direniş beraberinde Kürt kimliğini, dil ve kültürünü, kendine güveni getirdi. Asimilasyonu –zoraki- yaratan savaşçı-iktidar zoru karşısında savunmacı direniş, ulusal dil ve kültürün yeniden doğuşuna ebelik ediyordu.
Reber APO
- Ayrıntılar
PKK’yi bu son çeyrek yüzyıl içindeki reel-sosyalizmin aşıldığı, kapitalist-emperyalist egemenliğin en güçlü bir sürecini yaşadığı bu süreçte, PKK’nin sosyalizmde ısrarı ve başarıyı sürdürmüş olması başlı başına bir inceleme konusudur. Kaldı ki, günlük basında da görmekteyiz ki, emperyalizmin başı olan ABD, boşuna ‘dünyanın en tehlikeli terörist örgütü’ olarak değerlendirmiyor. Bundan anlaşılması gereken; sistemin başı olan ABD’nin, sosyalizmi ve onda önemli bir konumu işgal etmesi kaçınılmaz olan PKK’yi daha şimdiden büyük bir tehlike olarak gördüğü ve değerlendirdiğidir. Ve doğrusu da budur.
Bir zamanlar Marks, Engels öyle değerlendirildi. Uluslararası gericilik tarafından Bolşevikler, böyle bir ucube olarak değerlendirilmişlerdi. Şimdi de PKK, uluslararası gerici ittifakın adeta üzerinde ortak yoğunlaştığı, hatta bununla ilgili zirveler yaptığı bir tehlike olarak değerlendirilmek istenmekte ve uluslararası alanda hakkında çok çeşitli kovuşturmalar geliştirilmektedir. Vahşi bir faşizm, uluslararası tüm gericilik tarafından desteklenerek, yürüttüğü soykırım savaşı yetmiyormuş gibi, uluslararası alanda da her gün yeni kovuşturmaların, mahkemelerin açılması, PKK gerçekliğinin bu yönünü oldukça iyi ortaya çıkarmaktadır. Uluslararası emperyalizm, ABD ve sıkı yandaşları Almanya, İngiltere gibi devletler bu konuda eski bir tecrübeye sahiptirler. Onları ilgilendiren dar bir Kürt ulusal kurtuluşçuluğu değildir. Bunu zaten destekliyorlar ve başarısı için de her türlü çabayı gösteriyorlar.
Bunların karşı oldukları önemli bir sorun olan; Kürt sorunundaki PKK öncülüğünün ve onun taşıdığı tehlikeli ideolojik, sosyal yaklaşımların, sistemleri için son derece tehlikeli bir hal almasıdır. Olasıdır ki, PKK’nin sosyalist içeriği, yeni bir Bolşevizm olması işten değildir. Ortadoğu’da; kapitalist- emperyalizmin bu en zayıf halkasında giderek öne çıkan PKK öncülüğü, gerçekten büyük bir tehlikedir.
Çapraşık bazı gelişmelerin 1990’lardan itibaren Ortadoğu’ya getirdiği darboğaz, bloklaşmada PKK’nin varlığını sürdürüp, pekiştirmesi, bunlar için daha da yakıcıdır ve dikkatle değerlendirilmeyi gerektiriyor. ABD’nin ikide bir “Ortadoğu dengelerinde PKK’yi söz sahibi yapmayacağız, etkili kıldırtmayacağız” demesi boşuna değildir. Denge hesaplarında bu beklenmedik gelişmeyi ortadan kaldırmak istiyor. Mümkünse ehlileştirmek, mümkün değilse ortadan kaldırmak, son yılların temel bir politikası olarak karşımıza amansız bir biçimde çıkarılmaktadır. Biz hiç şüphesiz, emperyalizmin bu etkisizleştirme, boğma taktiklerine ağırlık verdik ve PKK Önderliği’nin en çok böyle taktik hususlar üzerinde yoğunlaşmaya ağırlık vermesi boşuna değildir. Çünkü biraz da gizli bir biçimde boğuntuya getirilmek istenen; PKK’nin taktik-stratejik gelişimi olmasaydı, aslında bugün sosyalizmin özü de güçlü bir zemine kavuşamazdı.
Şimdi PKK’lileşme, sosyalistleşme bol stratejik ve taktik gelişmeler temelinde daha da büyük bir anlam kazanmış bulunmaktadır. Hatta Ortadoğu halklarını giderek etkilemesi kadar, uluslararası alanda da iddialı bir sosyalist öncülük olarak etki sağlayacağı, hatta öncülük edeceği anlaşılmaktadır. Kürdistan Devrimi, bu anlamda eğer içeriğini daha da zenginleştirse, özellikle PKK’lileşmeyi kendi içinde insan çözümünü, yeni tip insanı son yıllarda büyük bir yoğunlukla geliştirmesi gibi hakim kılarsa ve stratejik-taktik olarak da devrimci savaş yöntemleri tutarsa ve bu önemli bir devrim zaferiyle sonuçlanırsa, sosyalizm de çok iddialı bir süreci başlatması işten değildir.
Unutmamak gerekir ki, Kürdistan’ın parçalanmışlığı, geliştirilecek bir sosyalist federasyon deneyimi, dört temel ulusun ve bir çok azınlığın da içine gireceği bir modeli hızlandıracaktır. Bu dört büyük ulus ve çok çeşitli azınlık ve kültürlerin PKK etkisiyle sosyalizme doğru, demokrasiye doğru eğilim göstermesi, gerçekten Ekim Devrimi’nin bile etkisinin çok üstünde bir etkiye yol açması kaçınılmazdır. Temel Ortadoğu kaynaklarının ve tarihinin yeniden PKK tarafından ele geçirilişi önemini kat be kat arttırmaktadır. Bu potansiyel gelişme, Ortadoğu’yu uluslararası devrimin en nazik halkası haline getirmiş bulunmaktadır. PKK, tam da bunun en stratejik ve taktik olarak da gün be gün işleyen can alıcı gerçeğidir. Uluslararası gericiliğin giderek PKK üzerinde durması, bu can alıcı özelliğindendir. Bir çok stratejilerini, taktiklerini boşa çıkarması, onları dehşete düşürmüştür.
Son olarak Mısır’da yapılan zirvede, aslında bunun endişesini görmemek mümkün değil. Bu zirve, her ne kadar terör zirvesi olarak ve daha çok da, işte Filistin içerikli bazı sözler, terör olaylarına karşı cevap olarak toplantıya çağrıldıysa da, esas hedefi PKK’nin bu Ortadoğu zikzaklarındaki gelişmesinin durdurulmasının olduğunu, PKK’nin özellikle, hâlâ da oturmamış emperyalizmin yeni nizamındaki çatlaklardan iyi yararlandığını ve hatta sorunları olan devletlerle geliştirdiği ilişkilerin bir bloklaşmaya doğru aktığını gördükçe, bu zirveyle buna bir dur denilmek istendi. Fakat tersi sonuç verdi.
Zirve, bloklaşmayı daha da hızlandırdığı gibi, PKK’nin anlam ve önemini daha çarpıcı kıldı. Hatta işbirlikçileri vasıtasıyla Kürt hareketine dayattıkları çözümler de yerle bir oldu. Etkilerinin zayıflaması kadar, PKK’nin büyük bir güç olarak çıkması kadar, stratejik olduğu kadar, bölgedeki iktidar gelişmelerini de etkileyecek, onların mevcudunu yürütecek iddiaya girebilecek kadar bir konuma yol açtı. Bunlar, hiç şüphesiz stratejik iktidar, siyasi, askeri gelişmelerdir. Ama eğer gerekleri dikkatle değerlendirilir ve sosyalist içerikte bu taktiklerle iç içe, başta PKK Öncülüğü içinde olmak üzere, giderek halkı da bu temelde dönüştürülmeye oynatılırsa ve yine stratejik, taktik ilişkileri giderek Kürdistan Devrimi ile bağlantılı hale getirirse, Kürdistan federasyonlaşmasını da bunun için tam bir kaldıraç gibi kullanırsa, bu giderek Ortadoğu Halklar Federasyonlaşması’na götüreceği gibi, içeriği de “sosyalizm ve halklar demokrasisi” biçiminde büyük gelişme gösterecektir.
PKK, böyle bir gerçekliğe en çok yaraşan ve gereklerini yerine getiren, yeni sosyalizmde ısrarla birlikte, zaferini temsil eden bir parti durumundadır. Ve reel-sosyalizmi çözülüşe götüren bütün hastalıklardan kendini arındırdığı gibi, yeni sosyalizm arayışına iddialı bir zemini kendi içinde geliştiren bir sosyalist parti olarak şekillenmektedir. Hiç şüphesiz bu konuda yoğun sorunlar vardır. Ve tüm gücüyle bir Kürt ulusal kurtuluşçuluğunu, Kürdistan Devrimi’ni geliştirmeye uğraşmaktadır. Bu devrimin komşu ülkelere yayılış işini daha planlayamamıştır. Veya gereklerini sınırlı da olsa yerine getirememektedir. Yine, uluslararası etkilerini düşünce platformlarına taşıramamıştır.
Ama iyi bilmeliyiz ki; bunlar da Kürdistan Devrimi’nin başarısı oranında hızlı gelişecek ve gerekleri yerine getirilecek gelişmeler olarak belirlenebilir. Devrim kurtarılırsa veya ulusal kurtuluşçu biçiminde zafer kazanan bir PKK, Kürdistan Devrimi’nde büyük bir sosyalist aşama olacağı gibi, Kürdistan’ın parçalanışı nedeni ile ve esnek ulusal, bölgesel çözümler, yaklaşımlar ile bunu hızla bölgeselleştirecektir. Bunun yaratıcı taktiklerini gündemden eksik etmeyeceğine göre, bunun gelişmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Bu da şu anlama geliyor; hızla PKK’nin sosyalist içeriği, halkların neredeyse ekmek-su kadar gerekli olan ideolojik boşluğunu dolduracak ve onları muhtaç oldukları sağlıklı gelişme ve kurtuluş yoluna itecektir. Günümüzde bunun potansiyelini PKK sonuna kadar barındırmakta, aktifleşen çabaları da her geçen gün bunu dosta, düşmana göstermektedir. Dolayısıyla, düşmanları üzerinde amansız durdukları gibi, dostları da önemle durmakta ve çoğalmaktadırlar.
Eminim ki, bu yeni bloklaşma döneminde PKK büyük bir bilinçle olduğu kadar, beklenmedik gelişmelerle iyi yorumlayarak yerini sağlamlaştıracaktır. Batı saldırısı karşısında Rusya hâlâ direnmeye çalışıyor; Çin’le yeni bir ittifak geliştirdi. Bu, Asya ittifakıdır. Yine, Ortadoğu’da Batı saldırısı, bölgesel ittifaklar geliştirmektedir. İran ve Suriye’nin geliştirdiği ittifak, giderek en iddialı bir karşı ittifaka dönüşmektedir.
Hele Türkiye ile İsrail’in başını çektiği bölgesel ittifak, karşılarında tüm Arapları ve İran’ı bulan bir ittifaka zemin olmuştur. Ve bu da tabii ki, Kürdistan Devrimi için hangi ittifakta yer alınır ve en önemlisi böyle bir bloklaşmanın gelişmesinin ne anlama geldiğini görüp, değerlendirmesi ve içinde yer alması olacaktır. Asya ittifakının bir Ortadoğu halklar ve devrimle birlikte devletler ittifakına dönüşmesi belki de çok çarpıcı ve bu kapitalist-emperyalist saldırıya karşı da en önemli bir direniş hattını ortaya koyacaktır ve biraz da işler bu yöne doğru evrim göstermektedir. Bunun hız kazanacağı söylenebilir.
Eğer Rusya daha da aşırı bir teslimiyete girmezse ki, gelişmeler tersini gösteriyor, eski komünistlerin parlâmentoda sağladıkları üstünlüğü devlet başkanlığında da gösterecekleri beklenmektedir. Çin, zaten eksiklikleri ne olursa olsun eski sosyalizmde ısrar ediyor. Ve Afganistan olsun, Hindistan olsun, Vietnam olsun, bunlar doğal olarak Asya ittifakı içinde yer alacak ülkeler konumundadır. Ortadoğu ise, adeta Asya’nın öncü savaş kolu durumuna gelmiştir.
Afrika’nın da doğal olarak bu bloğun yedeğinde yer alması, yine Latin Amerika’nın da bu yoksul ülkeler serisinde bunda yer alması, en azından tarafsızlık düzeyinin gelişmesi işten bile değildir. Kuzey-Güney çelişkisi diye tabir edilen durum da bununla bağlantılıdır. Ama esas olarak savaş kolu Ortadoğu’dur. Güçler bir kez daha burada sınanacaktır. Bütün yetersizliğine veya tutucu diye gösterilen yanlarına rağmen, İran devrimi mutlaka emperyalizm açısından dize getirilmesi gereken bir devrimdir ki, bu da kolay kolay olmayacaktır. İsrail’e karşı yine Arap direnişi de, ne kadar da bir uzlaşma sürecine girse -ki bu uzlaşma süreci bile başlı başına büyük bir mücadele dönemi olacaktır. Hele İsrail, Türkiye’nin hem bölge, hem Orta Asya’ya doğru taşan stratejik ittifakı tüm bölge halklarını daha da pür dikkat kesilmeye itmiştir. Ve böyle karşılıklı iki strateji, günlük olarak sıcak savaşım cephelerinde vuruştuğu gibi, bir çok diplomatik, siyasal, ekonomik alanda da dövüşmektedir.
Reber APO
- Ayrıntılar
Hewler Şehitlerinin Anısı, Kuzey ve Güney Devriminin İçi çeliğinde Temel Tarihi Bir Direniş Adımıdır
Değerli Yoldaşlar, Tüm Dostlar ve Yurtsever Halkımız!
Halkımızın ulusal kurtuluşunda, birlik ve dayanışmasında seçkin bir anlamı olan Hewler'de, TC'yle birlikte hainlerin geliştirdikleri beklenmedik alçakça saldırı sonucu verdiğimiz şehitleri ve bir de, Güney devriminde geçen bir yıllık süreç içindeki tüm devrim şehitlerimizi anarken; bir kez daha onların anısına bağlılığın gereği olarak, Güney devriminin en kararlı takipçisi olduğumuzu, başarı için her şeyimizi ortaya koyacağımızı belirtiyor ve bu temelde hepinizi selamlıyorum!
Bizim için Hewler şehitlerinin anısı, Kuzey ve Güney halkımızın devriminin iç içeliğinde en temel, tarihi bir direniş adımı olduğu kadar, Güney halkımızın, özellikle devrimci değerlere sarılışında, ihanet ve işbirlikçiliğe kininin, öfkesinin, devrimci bilinç ve örgütle bütünleşmesinde en belirleyici katkılardan birine sahiptir. Tarihimizde, şehitlerin anısına her zaman büyük değer biçtik. Güney'deki çatışmalarda Mehmet Karasungur arkadaşı şehit verdiğimizde, anısına bağlılığı şöyle değerlendirmeye çalışıyorduk; bu şahadeti, Güney halkımızın devrimci birliğinin gerekçesi yapacağız, Kuzey'le Güney halkımızın birlikteliğinin sembolü haline getireceğiz. Bu arkadaşımızın şahadetinin de bu aydaki yıldönümünü karşılarken, sözümüzün boşa gitmediğini, Güney devriminde birleşen güçlerimizin, birleşen halkımızın tek yürek olmasından anlıyoruz. Hiç şüphesiz bütün Güney şehitlerimizin, PKK şehitlerinin, ki buna Güney halkından yüzlerce şehit de dahildir, genç, kahraman delikanlı ve kızlarımızdan oluşması değerini daha da yüceltmektedir.
Güney halkımız bu şahadetlerle kahramanlığı, özgürlüğü, özgürlüğün ne denli büyük bir kuvvet olduğunu, özellikle bu hainlerin ve düşmanın dayattığı ahlaksızlığı, inançsızlığı, korkaklığı yerle bir ederek açığa çıkarmıştır, önemli bir ayrışmaya yol açmıştır. Bu nedenle diyoruz ki, Hewler şehitlerimiz daha şimdiden hem halkımızın yurtsever birliğinin, hem de devrimci dayanışmasının, direnişinin, savaşımının en büyük gerekçesidir. Bugün, sınırlı da olsa bunun gerçekleşmesi, bu şehitlerimizin katledilmesinden duyduğumuz acıyı biraz hafifletmekte ve bizi, görevlerimize daha fazla sarılmaya zorlamaktadır. Güney halkımızın da onlarca yıldır akıttığı kan vardır, on binlerce şehidi vardır. Bu şehitlerle Hewler şehitlerinin anısı birleşirse, bu büyük bir kuvveti ortaya çıkarır ve hiçbir işbirlikçi hain güç bu şehitlere karşı dayanamaz, düşmanla işbirliği yapıp devrimsel gelişmeyi engelleyemez.
Bu temelde duyarlı tüm yurtsever örgütleri, aydınları, aşiretleri de şehitlerine doğru sahip çıkmaya ve bunu Hewler şehitlerinin anısıyla bütünleştirmeye çağırıyorum. Bu şehitlerin anısı üzerinde ne kadar durursanız, ne kadar düşünürseniz ve saygıyla anarsanız, o kadar onurlu, namuslu, özgür bir yaşamın sahibi olursunuz ve size de ekmek, sudan daha fazla gerekli olan budur, hatta ekmeğiniz, aşınız bu şehitlerin anısına doğru sahip çıkmaktan geçer. Kim ki şehitlerine en birinci sırada doğru yaklaşımı, onların anısına gereken cevabı vermişse, o halk şerefli, onurlu, dolayısıyla kazanmayı hak etmiş bir halktır. Bu temelde Güney halkımızı, öncelikle şehitleriyle tekrar bütünleşmeye ve her parçadaki halkımızın birliğine, dayanışmasına kim, hangi güç karşıysa ona karşı kararlı bir duruşun sahibi olmaya, yine devrimcilerin birliğine bağlı olmaya ve üzerine düşen görevi düşmanın yıldırmasına boyun eğmeden, cesurca yerine getirmeye çağırıyorum.
Savaş birliklerimizi de, özellikle bu şehitlerimize yaraşır olmanın bir gereği olarak, bir daha böyle trajik şahadetler vermemek için doğru tarzı yakalamaya, sürekli tedbirli olmaya, daha fazla da bu şahadetlerden dolayı duyduğumuz öfkeyi, doğru savaş tarzına dönüştürerek yanıt vermeye çağırıyorum. Kaldı ki buna benzer bir çok şahadet vardır. Hainlerin eliyle bu sahada katledilen Doğu Kürdistanlı, Kuzeyli şehitler var, halkımızın her ailesinden, kabilesinden şehitler var; onların anısına Hewler şehitleri şahsında sahip çıkarsak bu, ihanetin bir daha gözü kara bir biçimde saldıramayacağını ve bunun artık son bulacağını göstereceği gibi, birliklerimiz de güvenli bir zeminde hareket ederek, bir daha yıkılmaz yürekle ve savaşla kurulmuş bir birliğe ulaşacaktır. Dolayısıyla bu şehitlerimizin anısı yücedir. Hewler gibi bir merkezde olması, anlamını daha da büyütmektedir. Hewler halkı, ezici bir biçimde bu şehitlerimizledir. Belki şu anda işgal altında, belki yüreğindekini dile getiremiyor, ama inanıyorum ki Hewler halkımız, devrimci mücadelemize en yüksek ilgiyi göstermiştir ve en güçlü katılımları da örnek düzeyde sağlamıştır. Bu, boşa gitmeyecektir. Hewler halkımızın, zafere doğru gidişte belirleyici rolü olacaktır.
Bu temelde Hewler halkımızı da, şehitlerimizin anısına sahip çıkmayı bir şeref, bir onur meselesi saymak kadar, devrimin gerekçesi yapmaya, gereklerini yerine getirmeye çağırıyorum. Bir kez daha gecemize katılan tüm yoldaşlarımızı, dostlarımızı zafere dair olan kesin inancımla birlikte selamlıyorum. Önümüzdeki günlerde gelişecek olan büyük operasyona karşı da en büyük devrimci yanıtı vereceğimize ve başarısını her zamankinden yüksek tutacağımıza dair sözümü de yineliyorum. Selamlıyorum, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
15 Mayıs 1998
Reber APO
- Ayrıntılar
Kapitalist uygarlıkların gelişimiyle birlikte önem kazanan ve içeriğinde önemli değişimler yaşayan kurumların başında ülke, ulus, cumhuriyet, yurttaşlık, laiklik, demokrasi, hukuk ve insan hakları gelmektedir. Bunlardan insan hakları kavramı her gün yeni açılımlar kazanarak genişleme göstermektedir. Tüm bu kavramlar başlangıçta ve gelişim dönemlerinde ifade ettikleri anlamı günümüz koşullarında aşmakta ve yeni anlamlara kavuşmaktadır.
Toplumsal yaşamın bu en temel kavramlarını ve kurumlaşmalarını daha yakından görmek, kapitalist toplumun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır
- Hukukun bireye ve mensubu olduğu dar ama vazgeçilmez toplumsal kimliklere uygulanması demek olan insan hakları hukuku, yeni gelişen ama çok önemli görülen çağdaş uygarlığın diğer temel bir kurumudur. İnsan hakları, kapitalizmin oluşmasıyla birlikte yükselen değerleri, yani özgür düşünce, inanç ve yaşam iradesini tanımayı esas alan hukuklaştırma düzenini ifade etmektedir. Yükselen bireysel değerler, hak ve hukuk olarak daha somut, açıkça belirlenmiş, yasal güvencelere kavuşturulmuş, dolayısıyla güçlendirilmiş olarak bireylere layık görülmektedir.
İnsan hakları denilince; sınıf, ulus, din, cinsiyet, etnik grup ve ırk ayrımı yapılmadan, sadece insan oldukları için herkesin sahip olması gereken özgürlüklerine tanınan güvenceler akla getirilmektedir. Bireyin özgürce gelişmesi için bu haklar temel teşkil etmektedir. Bunlardan düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve gösteri hakkı, anadilde eğitim gibi temel bireysel haklara birinci kuşak haklar, ekonomik ve sosyal içerikli olanlara ikinci kuşak haklar ve halkların kültürel varlıklarını özgürce geliştirme ve yaşamaları biçimindekilere üçüncü ve en son tanınan haklar denilmekte; böylece bu haklar üç bölüme ayrılmaktadır. Evrensel çapta tanınması gereken bu haklara hiçbir gerekçeyle karşı çıkılamaz. Tüm bu hakların başında yaşama hakkı gelmektedir. Devletin savaş halleri dışında öldürme yetkisinin olamayacağı öngörülmektedir.
Gelişme halinde olan insan hakları, çok daha ahtapotlaşan devlet gücüne karşı bireyi korumaya yöneliktir. Devlet denetiminin alabildiğine arttığı bir dönemde, buna karşı gittikçe yalnızlaşan bireyi korumak önem arz etmektedir. Kapitalist toplumdan önceki dönemlerde aşiret, din, vakıf gibi kurumlarda belli bir güvencesi olan bireyler, bu kurumların zayıflamasıyla çok güçsüz durumlara düşmüşlerdir. Tek başına yaşamın güçlükleri, eğitim, sağlık ve iş konularında güvencesizlik bireyi son derece tehdit etmektedir. Aile kuramamakta, kursa da sürdürememekte, doğan çocukların eğitim ve sağlık sorunlarının altından çıkamamaktadır. Aslında tüm bu hususlar kapitalizm karşısında eski toplum biçimlerinin çözülmesi ve yeni toplumun özümsenememesi sonucu sorun haline gelmektedir. Çözülen ilişkiler, bireyi vahşi kapitalizm karşısında çok zor durumlara düşürmektedir. Birey eskiyle yeni arasında çaresizliğe mahkûm edilmektedir. İnsan hakları hukuku daha çok bu boşluğun bir ürünü olarak gelişim göstermektedir. Bireyin hem ulusal hem de uluslarüstü hukuk tarafından yeterince güvenceye kavuşturulduğu söylenemez.
İnsan haklarının bir parçası olarak en son gelişen kavramlardan bazıları da kadın, çocuk ve çevreye ilişkin haklarla ilgilidir.
Kadın en eski ve en alttaki sınıf olarak katmerli bir baskı ve sömürü konusudur. Yeni yeni önü açılan kadın sorunu, kapitalist toplum çerçevesine sığdırılamayacak kadar kapsamlı bir konudur. Kadın özgürlüğü tüm özgürlüklerin genel ölçüsü olarak henüz ilk adımlarını atmaya hazırlanmaktadır. Kadın çağından erkek çağına geçiş, kadın aleyhine büyük kayıplarla yol açmıştır. Beş bin yıllık sınıflı toplum tarihi en çok kadına kaybettirmiştir. Çok yönlü baskı, hakaret, cinsiyet ayrımcılığı, her çeşit eşitsizlik kadına layık görülmüştür. Adeta yanmış, yakılmış olan kadın, küllerinin altından yeni yeni temizlenerek çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bireysel tüm hakların hiçbir koşula bağlanmadan kadına tanınması en başta gelen bir husus olması gerekirken, en sondan ve o da sınırlı olarak gündemleştirilmesi, haksızlığın derin ve tarihsel boyutlarıyla ilişkilidir. Konu sosyolojinin bir bilim dalı olabilecek kadar kapsamlı ve kendi başına programlı, planlı, örgütlü demokratik siyasal ve hukuk mücadelesine uzun vadeli girişmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Ulusal ve sınıfsal mücadeleden hem öz hem de biçim olarak daha özgün olup hayatiyet arz etmektedir.
Günümüzde ancak sorunun adı konmuş, içeriğiyle tam belirlenmemiştir. Programı, stratejisi, örgüt ve eylem biçimleri gündeme tam anlamıyla oturmuş olmaktan uzaktır. Tarih nasıl sınıflı toplum uygarlığına kadının cins köleliği temelinde bir zorbalık, savaş, sömürü ve yalancılık tarihi olarak başladıysa, kadının özgürlük mücadelesi ve onun başarısıyla da bir özgürlük, barış, eşitlik ve doğruluk tarihi olarak yeniden yaratılacak ve yazılacaktır. Bütün göstergeler yeni uygarlığın şafak vaktinde kadın özgürlüğünün belirleyici rol oynayacağını ve tekrar ama daha üst düzeyde bir özgür kadın çağının yaşanabileceğini göstermektedir.
Çocuk hakları da ana, baba ve devlete bırakılamayacak kadar önemli bir konu olduğunu her geçen gün daha açıkça ortaya koymaktadır. Tüm hayvan yavruları arasında en zor gelişeni olan insan çocuğu, çok özel ve bilime dayalı bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Vahşi erkek egemenliğine dayalı düzen; köle, kadın ve emekçiden sonra en çok çocuğu mahvetmiştir. Erkek düzeni çocuğu asla tanımayacak kadar kör, vicdansız ve zalimdir. Sınıflı toplumun ilk dönemlerinde tanrılara sürekli çocuklar kurban edilirdi. Belki şimdi fiziki kurban verilmemekte, ama manevi kurbanlık hızından hiç kaybetmeden devam etmektedir. Yavru psikolojisini erkeğe göre daha iyi tanıyan ve vicdanlı olan kadın, bilgisizliği ve olanaksızlığı nedeniyle anne olarak rolünü tam oynayamayacak durumdadır. Devletin tepeden buyurgan yöntemleri de zaten çocuk dünyası için tümüyle yabancıdır. Bu çok genel çerçeve bile, çocuk haklarının mutlaka kapsamlı bir düzenlemeye tabi tutulmasını gerektirmektedir. Eğitim, sağlık ve oyun başta olmak üzere, anne şefkatini, barışı esas alan bir çocuk hakları bildirgesi ertelenemez bir görev olarak yerine getirilmeyi beklemektedir.
Çevre hakkı, daha çok artan nüfus ve teknolojik kirlenme nedeniyle temelinde kapitalizmin kâr zihniyetinin rol oynadığı, yerin üstünü ve altını, hatta atmosferini ve iklimini gittikçe yaşanılmaz durumlara götürecek kadar tehlikeye sokan durumlara karşı alınması gereken hukuki tedbirleri içermektedir. Çelişki artık sadece toplumun içini asalak bir sınıfın sömürüsüne terk etmekle yetinmeyen, şahane yaşam gezegenini de hedef alan daha büyük bir toplum-doğa çelişkisine dönüştürülmüştür. Evrensel çapta tüm toplumun bir çevre hakları mücadelesine girişmesi kaçınılmazdır. Başta bir çevre hakları manifestosu ve ona dayalı bir enternasyonalist çevre örgütünün seferber edilmesi, genel insan hakları, demokratik siyaset ve hukuk mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak, iç içe ve birlikte verilmeyi zorunlu kılmaktadır.
İnsan hakları kavramı dar hukuk çerçevesini aşarak, siyasallaşma ve felsefenin ele alması gereken temel ahlâki ve politik olgu ve kurumlaşma olarak yeniden değerlendirilmeyi zorunlu kılmaktadır. Baştan beri vurgulamaya çalıştığımız toplumsallıkla bireysellik arasındaki çelişkinin üst düzeyde yeniden ve yeniden çözümlenmesine ve kurumlaşmasına ulaşmadıkça, derinleşen uygarlık bunalımı aşılamaz. Neolitik çağın bunalımı nasıl Sümer sınıflı toplum senteziyle, yani devlet ve uygarlık çağına geçişle aşıldıysa, sınıflı toplum ve devletin tüm alt ve üstyapı kurumlarının sistematik ifadesi olarak uygarlık çağının yaşadığı büyük sorun ve bunalımları da ancak birey-toplum dengesini, özgürlük ve eşitliğini tüm insanlık açısından kabul edilebilir düzeyde senteze kavuşturan yeni insanlık adımıyla aşılabilir. Bazıları bu adımı postmodernizm (çağdaş uygarlık, modernizm sonrası) olarak değerlendirirken, bir kısmı da tarihin sonu biçiminde değerlendirmektedir. Her iki kavram da içerik olarak yetersizdir. Daha çok burjuva sınıf bakışını esas almakta, kapitalist uygarlığın açmazlarını ve tükenişini tüm insanlığın sonu ve bitişi gibi sunmaktadır. Tersi olarak, liberalizmi veya faşizmi ebedi düzen olarak sunmayı çağrıştırmaktadır.
Dar sınıf ve ulus tahlillerine dayanan çözüm ve kurumlaşmaların kapitalist toplumun çelişkilerini aşamayacağı açığa çıkmıştır. Tüm sınıflı ve devletli toplumların, alt ve üstyapı kurumlarının sistematik ifadesi olarak devletleşmeyle yaşadığı derin bunalım ve sorunları çözümleme yeteneğinde olmadıkları açığa çıkmakta, anlaşılmaktadır. Durum ne ‘postmodernizm’, ne de ‘tarihin sonu’dur. Klasik uygarlık mantığıyla, yani yeni sınıflar ve devletler düzenini yaratmayla sorunların aşılamayacağı bir tarihi döneme gelinmiştir. Bunda yine tarihin her döneminde olduğu gibi, bilim ve teknik seviye belirleyici rol oynamaktadır. Bilim ve teknik klasik sınıf ve devlet mantığını geçersiz kılmıştır. Bilgi ve iletişim çağı sürecin önemli bir boyutunu dile getirmektedir. Ama yaşanan çağa sadece bilgi ve iletişim hakları ve çevre bilinci çağı demek de kendi başına yetmediği gibi, tüm bu olguları dikkate alan tarihi çıkışlara ihtiyaç vardır. Bu doğrultudaki çıkışların eleştirisini doğru yaparak, geliştirilecek yeni ideolojik kimliği oluşturmak ve bu çalışmayla sıkı bir pratik birliktelik içinde ekonomiyi ve kamu düzenini yeniden düzenlemek için hazırlanacak program, strateji ve taktik belirlemeler yeni insanlık çıkışını belirleyecektir.
Savunmamın uygarlığa ilişkin sonuç bölümünde bu konuya daha çözümleyici yaklaşılacaktır. Tüm değerlendirmemizde bu yönlü yapmaya çalıştığımız kısa girişler, konuların iç içe özelliğini gözden yitirmemek ve yakın bağlar içinde görülmesini sağlamak içindir.
Reber APO
Savunmalarından Derlemeler
- Ayrıntılar
Hemen belirtelim ki, dünya halkları için çok geniş bir tecrübe birikimine sahip bulunan ve yaşanan bir gerçeklik olan kendi kaderini belirleme ve kendi kendisinin önderi olma özelliği, halkımızın yoksun bırakıldığı bir olaydır. Kürdistan'da bu olaydan uzak kalmanın ve sürekli bir biçimde ondan şiddetle uzaklaştırılmanın bir gereği yaşanmaktadır. Kürdistan halkı önder taslaklarından olduğu kadar, önderliksizlik derdinden de büyük acı çekmiştir. Hiçbir halk, Kürt halkı kadar işbirlikçi önderlerden çekmemiş, önderliksizlikten gördüğü zararı görmemiştir. Kürdistan üzerinde yaşayan Kürt halkı çeşitli tarihsel, siyasal ve coğrafi nedenlerle köleci toplum düzeninden günümüze gelinceye kadar, kendi kişiliğinden uzaklaşmanın, kendi kendisinin efendisi olamamanın ve kısaca bağımsızlığından uzaklaştırılmanın acılı tarihini yaşamıştır.
Çokça söylendiği gibi, coğrafyasının da bir sonucu olarak daha köleci dönemde, tüm köleci despotların bir savaş alanı olmasından dolayı burada yaşayan halk, bir türlü özgür gelişme ortamına kavuşamaz. Dağlara çekilir, orada küçük aşiret birimleri halinde ve adeta dünyadan izole edilmiş bir biçimde yaşamak zorunda kalır. Boydan boya kölecilik dönemi bir işgal, istila ve yıkım dönemi biçiminde gelişir. Halk dağlara gizlendikçe gizlenir, ve dolayısıyla uygarlıktan uzaklaştıkça uzaklaşır. Feodalizm sadece daha üst bir evrede bunun sürdürülmesi olanağını verir. Feodalizmin baskı ve sömürü yöntemleri, Kürt aşiret birimlerinde giderek daha geniş bir işbirlikçi kesim ortaya çıkarır. Ağalar, şeyhler ve çeşitli mezhepler biçimindeki bölünmelerle toplumun kendisine yabancılaşması, kendi öz yönetimi ve öz önderliğinden uzaklaşması, yabancılar adına hareket eden bir işbirlikçi güruhun eline teslim edilmesi dönemi başlar.
Giderek yetkinleşen uşaklaşmanın neredeyse vazgeçilmez bir uygulama ve temel bir yaşam biçimi haline geldiği, özellikle tutuculuğun ve gericiliğin bu çağdaki güçlü temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu'nun, Kürdistan üzerine yüklediği bir dönem başlayınca, İdrisi Bitlisi'nin şahsında somutlaşan dinle ve ağalıkla karışık bir işbirlikçi yönetici tip sahneye çıkar. Toplumun bu işbirlikçi aşiret reisleri, şeyhler ve ağaların elinde bir yandan toprağa bağlanmasına ve öte yandan uygarlıkla temasının böyle bir işbirlikçi bağımlılık temelinde sağlanmasına, baş aşağıya gidişin hızlanması süreci eşlik eder. Eskinin dağlarda varlığını sürdüren bağımsız ve özgür yaşamı, serfleşmenin gelişmesi ve bunu yabancı sultanlarla ortaklık içinde gerçekleştiren işbirlikçi Kürt beyliklerinin gelişimi ile birlikte, yerini toprağa bağlılığa bırakır.
19. yüzyıla gelindiğinde toplumun özgürleşmesi süreci, günün koşullarında artık nasıl önünde durulmaz bir akım haline gelmişse, Kürdistan'da ve Kürt toplumunda tam tersi bir biçimde bu yüzyıl, feodalleşmenin en işbirlikçi ve en tutucu bir tarzda kök salmasıyla sonuçlanmıştır. Osmanlı sultanları ve onların işbirlikçileri, artık çıkarları elverdiğinde bu yapı üzerinde her türlü uygulamaya girişmekten çekinmez hale gelmişlerdir. 19. yüzyılda burjuva devrimlerinin tüm dünyayı sardığı emperyalist kapitalist yarı sömürge ve sömürge ülkelere yaptığı sermaye ve meta ihracıyla eski toplumu alt üst ettiği bir dönemde, Kürt toplumu özgün bağımsızlığından ötürü bu genel gelişmelerden sonra, giderek daha fazla tecrit edilmiştir.
Osmanlı sultanlarının, Batı Avrupa kapitalizmi karşısında çıkışması ve bu çıkışmanın bir sonucu olarak Kürdistan'dan daha fazla asker ve vergi toplanması talepleriyle ortaya çıkması, bilinen sürtüşmelere, yerel feodaller, aşiret reisleri ve şeyhlerin sultanlıkla çatışmaya girmelerine yol açmıştır. Burada kapitalizmin Osmanlı sultanlığını tercih etmesi, Kürtleri sermaye ve meta dolaşımının bir gaspçı gücü olarak görmesi ve daha çok Hıristiyan kökenli tüccarlar ve kompradorları kendisine temel alması nedeniyle, hem Osmanlıların ve hem de kapitalizmin temsilcilerinin özellikle İngilizler sömürüsünün yayıldığı bu alanlarda daha acılı bir baskı ve sömürü dönemine girilmesi kaçınılmaz olmuştur. 20. yüzyıla böyle girilmiştir.
Türk egemen sınıfları feodal elbiseler giymeye başlar, yüzyıllarca devlete sahip olma ve yönetimin verdiği avantajla, İttihat ve Terakki döneminde kapitalizmi kendi bünyesine aktararak ve bunu Kemalist dönemde yetkinleştirip TC biçiminde iktidarla taçlandırarak, kendi lehine olan en kestirme sonucu alır. Burada Kürdistan üzerinde yeni bir baskı ve sömürü düzeninin ekonomik ve siyasal temeli söz konusudur. Daha önceki yüzyılların muazzam olumsuzlukları yetmiyormuş gibi, bu seferde en gerici bir kapitalist gelişmeyi yukarıdan aşağıya doğru yayan ve en şoven bir ideoloji ile donanmış olan Mustafa Kemal gibi gerçekten despot bir diktatörün, tüm imhacı niyetlerini ensesinde hisseden bir halk gerçekliğimiz söz konusudur. Kürdistan'da sonuna kadar işbirlikçi olan beylikler vardır. Önünü görmeyen, yarınının ne olacağını kestiremeyen, günübirlikçi, yabancı egemenlere boyun eğmeyi bir hüner sayan, yanı başında yükselen her otoriteye kolaylıkla bağlanılan bu yıllarda, toplum en kötü bir biçimde TC'nin egemenliğine bırakılır.
Çıkarları sarsılan yerli egemen güçlerden bazılarının, halkın kin ve öfkesini bir ayaklanma içinde kullanmaları da sonuç vermeyince, Kürt toplumundaki bu geleneksel işbirlikçi güçlerin önderliğinde, Türk ulusal yapısı içinde, adı dahil her şeyi ile erime bir kader gibi kabullenilir. Yerli işbirlikçi kesimler, tam bir ajan şebekesi biçiminde Türk burjuvazisinin tam bir uzantısı haline gelir. Onun tüm ekonomik, siyasal, kültürel ve ulusal yayılmasının bir aracı durumuna dönüşür. Daha önceki işbirlikçilerin konumundan daha tehlikeli bir biçimde, son derece inkarcı, toplumu satmaya hazır, ulusal gerçekliğimizi inkar eden, ulusal kişiliğini reddeden, düşmanın ulusal kişiliğini ve yönetimini meşru gören ve kabul eden, topluma ve halka bunu aşılayan, kendi öz ulusal kişiliğinde ve her türlü ekonomik, siyasal ve kültürel haklarından vazgeçmeyi öneren ve bunun propagandasını yapan basit bir ajanlaşma süreci ortaya çıkar.
1940'lardan günümüze kadar yaşanan, son derece acı ve acı olduğu kadar da tehlikeli baş aşağıya gidiş dönemi, karanlıklar dönemi bu dönemdir. Ulusal inkar ve ihanetin en tehlikelisinin yaşandığı yıllar bu yıllardır. TC gibi uluslararası emperyalizmin en tehlikeli bir işbirlikçi ve uşak gücünün, Türk burjuvazisinin şahsında kendi egemen sınıflarının her türlü barbar, baskıcı ve talancı geleneklerini kendi kişiliğinde somutlaştıran ve kusan, böyle bir sınıfın elinde tarihinde, hem de kendi önderliklerinden tanık olduğu ihaneti en yoğun bir biçimde yaşamış, uygarlıktan sürekli kopartılmış, modern gelişmelerin dışında tutulmuş ve en sonunda da kendi egemenlerinin en tehlikeli bir ajan istilasıyla karşılaşmış olan Kürdistan halkı, dünya halklarının kurtuluş mücadeleleri ve proleterya devrimleri çağında kendisini böylesine yitirmiş, kendisinden, kendi kişiliğinden ve kendi kaderini kendi eliyle çizmekten böylesine uzaklaşmıştır. Onun adına konuşan yoktur. Toplumsal çıkarları ve ulusal bağımsızlık talebi adına konuşan, düşünen ve eylem yapan yoktur. Tam tersine ulusal ve toplumsal çıkarların ağıza bile alınmaması ve tamamen katmerli bir yabancılaşma temelinde ajan güçlerin türetilmesi, ağalardan, şeyhlerden ve aşiret reislerinden böylesine işbirlikçi bir tabakanın en tehlikeli bir biçimde oluşturulması, bazılarına sözüm ona aydın giysileri giydirilerek, yeni bir işbirlikçi tabakanın yalnızca kişisel düzeyde değil, sınıf düzeyinde de ortaya çıkarılması, bunların özellikle kentlerde yoğunlaşmasıyla, toplumda daha derinliğine ve emekçi sınıfların saflarına yönelik bir biçimde dal budak salması söz konudur.
Özellikle "Kürdistan'da Darağaçları, Kışla Kültürü ve Devrimci İntikam Görevimiz" adlı değerlendirmede de dile getirildiği gibi, daha çocukken halkın içinden alınan aydınlar ve gençler, açılan okullarda başkalaşıma uğratılıp kişiliksizleştirilerek, kendi halkının ve sonraları PKK'nin başına bela edilmiş, yabancı bir kültürel temelin ve kişiliğin sızdırılması hareketi de geliştirilmiştir. Üniversitelerde bu giderek daha da yetkinleştirilir. Sözüm ona aydın olan, ama İdrisi Bitlisiler'e taş çıkarırcasına toplumu en kötü bir tarzda karanlığa iten sahteliğe ve yabancılaşmaya sürükleyen bir tip şekillenir. Sosyalizm adına konuşur, ama sahtekarlık ve oportünizm bile diyemeyeceğimiz, iğrenç bir mantık manzarası sergiler. Eylem değil, eylemsizliği savunur. Modern giysilidir, ama kapkara ruhlu birisidir. Bu tipler ortalığı sarar. Sömürgeciliğe karşı direnilemeyeceğini, ulusal kişiliğini aramanın ve toplumsal özgürlüğe ulaşmanın beyhude ve saçma olduğunu, yapılabilecek en önemli şeyin "Gemisini kurtaran kaptan" misali bir maaşa sahip olmakla yetinmek olduğunu, kendini kurtarmanın insanlığın ABC'si olarak kabul edilmesi gerektiğini ögütler. Ne acıdır ki, bütün bunlar kendisinde derin bir bilinçsizlik temelinde gelişir. Neye hizmet ettiğini bilmeden bütün bunları söyler. Bilse bile kendisinin söylediği yalanlara kendisini de inandırarak, bunun propagandasını yapmaya devam eder. Toplum gözeneklerinin hemen hemen tümünde artık böylesine bir yaraya yakalanmıştır. Bu gözenekler bu tür öğeler tarafından deşildikçe deşilen, acıdıkça acıyan, sızladıkça sızlayan bir yaralar toplamına dönüşür.
Belli ki tedavi gereklidir, ama tedavi için neresinden başlamak gerekir? Beyninden tutalım yüreğine kadar her tarafı yara bere içinde kalan, lime lime edilmiş bir toplum için nasıl bir tedavi gerekmektedir? Kendi öz evlatlarının durumu böylesine acılıyken, toplumsal ve ulusal çıkarların gereksizliğine bu denli inanmış olan, toplumun temsilcilerini düşünmeyi siyaset ve marifet sayarken, bu toplumun kendisine gelmesi nasıl olacaktır? Kısacası bu denli kendisi olmaktan çıkmış, kendi kişiliğini bulmaktan uzaklaştırılmış, kendi önderliğinden ve kendi kaderini çizmekten yoksun olan bir halka; her düzeyde kendisini yenileyecek, çağdaş kılacak, ulusal ve toplumsal düzeyde özgürlüğüne kavuşturacak, çağın gerçeklerine uygun bir strateji ve kendi potansiyel gücünü hayata geçirecek bir taktik nasıl sergilenecektir? Bu nasıl kendisine verilecektir? Kendi kitlesel eylemliliği nasıl ortaya çıkarılacaktır? Öncüsü bunları nasıl hayata geçirecektir? Öncünün kendisi nasıl ortaya çıkacaktır? Günümüzde en yakıcı sorunların bizzat hayatın içinden, hemen her gün haykırırcasına ortaya çıkması bu biçimdedir. Biraz dürüst ve insanlığa biraz saygılı bir kişinin rahatlıkla teslim* edeceği ve kabulleneceği sorular bunlardır.
Öteki çağdaş toplumlar ve halklar gibi, Kürdistan toplumuna da bir önderlik gereklidir. Yalnızca askeri alanda değil, sanatsal düzeyden tutalım siyasal düzeye kadar, ideolojik düzeyden tutalım ekonomik yaşantısına kadar her şeye çekidüzen verecek, programlaştıracak, örgütlülüğe ve eylemliliğe kavuşturacak bir komuta merkezine, bir genelkurmaylığa ihtiyaç vardır. Çokça işlediğimiz gibi, PKK'nin tarihsel tanımı, devreye girmesi ve gelişimi bu soruların cevabı biçimindedir. PKK, çağın gerçeklerinin Kürdistan toplumuyla kaynaştırılmasının kendisi olmaya çabalamış ve bu çabanın kendisi olmuştur. Başaşağı giden bir tarihi, tekrar yükseğe ve ileriye doğru çark ettirmek en kötü bir biçimde çağdan kopuşunu sağlam köprülerle yeniden kurmak ve çağdaş kılmak için, bu soruların bir karşılığı olarak, PKK'nin çıkış ve gelişim olayının nasıl ele alınması gerektiğini çeşitli değerlendirmelerle dile getirdik. Yalnız düşmanlarımıza ve dostlarımıza değil, özellikle de bu Partinin yüreği, beyni durumunda olması gereken kadrolarına önder konumundakilerden tutalım sıradan sempatizanlara kadar PKK olgusunu nasıl ele almaları gerektiğini, kendi öz gerçekliklerini nasıl ele almaları gerektiğini vuguladık. Hala yoğun bir biçimde bu dersleri vermeye çalışıyoruz.
Ama tarih, halkımız adına yola çıkan öncülerin biraz daha değişikliğe uğramalarını zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda, o katmerli yabancılaşmanın doğal bir sonucudur. Bir çok ve özellikle direniş şehitlerinin anılarına yazılan değerlendirmelerde, onların direnişinin büyüklük ve kutsallık derecelerinin neden başka ülkelerle aynı biçimde kıyaslanamayacağını belirttik. Ve çağda örneklerle karşılaştırıldığında, düşünceden tutalım eyleme kadar, bizim için en küçük bir başkaldırının Kürdistan'ın özgül koşulları içinde ele alındığında neden çok daha farklı ve daha büyük bir anlama sahip olduğunu işlemeye çalıştık. Yine bütün bunlardan yola çıkarak, neden bizde önderliğin özgün gelişmek zorunda olduğunu, acılı ve işkenceli bir ortamda neden muazzam bir direnme tutkusu, dikkat, öncelik, süreklilik, kesinlik, fedakarlık, ve kar ve olgunluk biçiminde bir gelişim kaydetmesi gerektiğini izah ettik. Bütün bunları ortaya koyarken, kitlemizin kendine has direnmesinin ne olduğunu, dünyadaki bir çok örneğiyle ezbere kıyaslamadan kendi özgünlüğü içinde doğru kavranması gerektiğini söyledik. Örneğin; kitlemizdeki büyük durgunluk ve sessizliğin altında bir volkan gibi bir kin ve öfkenin yattığını, bunun adeta halkımızın ulusal kimliği gibi sistemleştiğini ve somutlaştığını ortaya koyduk.
Evet, Kürdistan halkı yaralıdır, görünüşte durgundur, bilinçsizdir ve örgütsüzdür. Ama daha derinde, hiçbir halkın sahip olamayacağı kadar öfkeli ve kinle dolu bir halktır. Doğaya, topluma ve kendisine bakışı kin ve öfke saçar. Gergindir, kuşkuludur, alaycıdır, şüphecidir, intikamcıdır, saygılıdır, merhametlidir. Yardım dilenir, kendisine sahip çıkılmasını ister, çok eziktir, çok acılı ve işkencelidir, çaresizdir, merhamet dilenir, dua eder. İşte halk gerçekliğimiz budur. Dostluğa bağlıdır, kendisine bir merhaba diyene ölümüne değin dost olarak kalabilir. İyi bir yandaş olabilir. Vefalıdır, tutkuludur. İşte halk gerçekliğimiz budur. Ve yeni bir dönemin içinden geçerken, daha bir çok sayısız özellikleriyle kendisini dışa vuran halk gerçekliğimiz ve bu gerçekliğin kendine has direnmeci kişiliği böyledir. Direnen halk gerçekliğimiz budur. Belki gümbür gümbür ayaklanmıyor, ama alttan alta sürekli bir ayaklanmayı yaşayan, beyninde karışıklığın hüküm sürdüğü kendisini rahatsız etmeyen bir öfke içinde, sürekli yaşamını sürdüren ve dolayısıyla kendisine özgü bir ayaklanmayı tutturan bir halktır bu. İhanete uğramıştır, nefret ediyordur, affetmiyordur, ama intikam da alamamaktadır, ders de verememektedir. Böylesine bir ayaklanmadır bu. Biliyor ve görüyor, ama eli yetmiyor, böylesine bir direnmeci konumda bulunmaktadır. Aldatılıyor, sürekli aldatıldığını da biliyor, işte böylesi bir aldatılmaya karşı direnme içindedir.
Bazı arkadaşlar halk gerçekliğimizi derinliğine kavrayacak, onun pasifliğinin doruğu altındaki büyük isyanı, bir yığın sahte veya görüntüdeki yabancılıklar altında yatan direnmeci ve özkişiliğini göremeyecek kadar yüzeyseldirler. Hayır, halk gerçekliğimize tüm derinliğiyle yaklaşmalı ve bakılmalıdır. O zaman görülecektir ki, orada bir ulusal kişilik ve bir toplumsal isyan olayı vardır. Ve halk öncüsünü aramaktadır. İddia ediyoruz ki, Kürdistan'da yaşayan Kürt halkı, dünyanın en direngen ve en ayaklanmacı düzenini yaşayan halklardan birisidir. Sınıfsız direnme potansiyeline sahip olan ve çok çeşitli gözeneklerinde bunu açığa vurmanın eşiğine gelen bir halk! Bu gerçeklik çok önemlidir. Ve bunu tüm yönleriyle kavramayan bir öncünün başarı şansı yoktur. Dışarıdan görünenle, bu görüntünün altındaki gerçeği birbirinden ayıramayan, pasif olanla direngenlik arzeden tutum arasındaki ilişkiyi ve ayrımı yapamayan bir öncü elbette zavallı bir amatör durumuna düşmekten kurtulamaz.
O halde Kürdistan halkının kendi gerçekliği içindeki yaşamını bir direnme ve ayaklanma yaşamı, ayaklanmanın en basit ve gelişmemiş bir biçimi, yüzyıllardan beri ezilmiş, susturulmuş, işkenceye uğramış, parçalanmış ve örgütsüzlüğe bırakılmış bir biçimi olarak görmek gerekiyor. Onun soğuğa ve açlığa dayanması bir direnmedir. Onun küfüre, zulme ve sömürüye dayanması bir direnmedir. Onun kendisine karşı yapılan ihanete karşı tavrı bir direnmedir. Bu direnme pasif ve örgütsüz olabilir, ama ne kadar karmaşık ve rotasından çıkmış olursa olsun, bu halkın çağımız içinde kendisine has bir yaşamının olması bile, kendine özgü bir direnmedir. Ama acemi, korkakça, çaresiz ve örgütsüz bir direnme!.. Önemli değil! Önemli olan onun dışındaki görüntülerle izah edilemeyecek kadar derinlik, özgünlük ve karmaşıklık arz eden, ama yine de gerçek olan bu ayaklanmacı konumunun kavranmasıdır.
Reber APO - Derlemeler
- Ayrıntılar
Diyarbakır zindan direnişi, Partimizi önemli oranda besledi ve dışarıda yürütülen direniş çabalarının en büyük yardımcısı oldu. Bu, Partimizin zaferi mutlaka kazanması gerektiğine ilişkin yapılan büyük bir davetti. Bu davete karşılık veren Partimiz ve Parti Önderliği, bunun sonucunda son bir kaç yılın direniş aşamasına ulaşmıştır. Ancak, o yılları hiç unutmamak, yaşananları ve gelişmeleri yeniden ve yeniden düşünmek çok öğretici ve geliştirici olacaktır. Bu yıllarda, kim, neye karşı, nasıl ve hangi koşullarda direndi? Bunu özellikle bir türlü örgütlenemeyen, örgütlenme ve eğitim imkânlarını değerlendiremeyenler için sormak gerekiyor. Çünkü bu konuda kendisini açığa vuran birçok yanlış anlayış ve yaklaşım söz konusudur.
Bir yandan "şöyle büyük devrimcilerdi, anılarına şöyle bağlı kalacağız" denilecek, diğer yandan ise, bununla taban tabana zıt bir pratiğin içine girilecek; işte korkunç bir iki yüzlülük, düşkünlük ve kahredilmesinin tam da zamanı olan bir durumdur. Tam bir çelişki olan bir durum, nerede ve nasıl ortaya çıkarsa çıksın, asla kabul edilmemelidir. Çeşitli gerekçeler ve kişisel özellikler ileri sürülerek, bu mazeret kapatılamaz. Ve hiçbir şekilde de kavga arkadaşlığı ve anıların gerçek sahipleri bu biçimde yapılamaz. Gerçek kavga arkadaşları ve anı sahipleri bu kadar yakın olan geçmişi unutamazlar. Yaşanan o zulüm, bu zulme karşı kahramanca direnişleri unutulur mu? Bunu unutanlar, gaflet ve hatta delalet içinde olanlar, hangi gerekçeyle kendilerine "onların yoldaşlarıyız" diyebilirler?
Türk sömürgeci faşizminin kanla, baskı, zulüm ve işkenceyle içini doldurduğu bu yıllarda, kazanılan sadece bir direnişçilik değildir. Bugün daha iyi görülmektedir ki, kazanılan bir halkın sarsılmayan kurtuluş umududur. Umudu da herkes yaratamaz. Umut için çok laf söylenebilir, onun üzerine bol bol edebiyat yapılabilir. Umut üzerine edebiyat yapmak, onun için anlamsız çabalarda bulunmak kolaydır, ama umudun gerçek yaratıcısı olmak zordur. Ancak Partimizde umudun gerçek yaratıcıları, direnişçiler ve direniş şehitleri vardır. Bunların anıları ve mücadelelerini iyi kavranmak ve çağrılarına da gerekli cevaplar mutlaka verilmek zorundadır. Öyle kolay değildir, alacakaranlıkta umudun yaratıcısı olmak. İşte Partimizin ölçüsü, direnme esası budur ve bunu Partiler de, halkımızda böyle görmek ve anlamak durumundadırlar.
O dönemde zindanlarda çok sınırlı eğitim imkânları var. İçerde hiçbir yazı yok. Radyo dinlenemiyor, gazete, kitap okunamıyor, ama buna rağmen kendini eğiten bir devrimcilik var. Yine kendini asla sorun yapmayan, canla başla yoldaşlarını koruyan, onları direnişe çağıran bir önderlik var. Bu gerçeklik karşısında sormak gerekir. Parti içinde ve halkımız saflarında, hangi birey bundan daha zor ve dehşetli koşullar yaşamıştır? O halde, Partimizin esas ölçüsü bu zindan direnişçiliği olacak, Parti halka ve militanlara bunu özümsetecek ve bunu daha sonraki pratiğinde yaşatmayı da temel alacaktır. Bunun dışındaki diğer yol nasıl bir yoldur? Bu da karanlığın altında teslim olma, karanlığın içinde ihaneti seçme yoludur. Bu yolu seçenler de vardır. Bunlar çok veya az ifadelerle kendilerini şöyle tanımladılar; "yoktur böyle bir halk gerçekliği, bu gerçeklik asla kazanılmayacak, var olan gerçeklik Kemalizm’in gerçekliğidir". İşte bu ihanet çeteleri de bayrak altında savaştılar, saldırdılar ve halen de saldırılarını sürdürüyorlar.
O halde, tarihte bu iki ordu arasında; direnenler ve umudun yaratıcılarıyla, sömürgeciler ve ihanetçiler, yani umudu söndürmeye çalışanlar arasında, büyük bir kavga ve meydan muharebesi olmuştur. Bu unutulmaz. Bu kavga halen bütün şiddetiyle sürüyor. Biz Parti ve halk olarak, bu kavganın sıcaklığını duymamazlık edemeyiz. Bu kavganın neresindeyiz; içinde miyiz, dışında mıyız? Tabii ki, içindeyiz. Bu kavga kesin bir kavgadır. Bu kavga, büyük zulüm ve buna karşı varlığını savunanların kavgasıdır. Bu kavga, kendilerine mutlaka yeni bir yol çizenlerin ve bu yolda yürümekte kararlı olanlarla onları bundan alıkoymak için, çağın tüm gerici gücünü ve tarihin bütün vahşetini yedeğine alarak karşı dikilenlerin kavgasıdır. O halde, Parti ve halk olarak kendimizi eğiterek savaştırırken, dayanacağımız zemin ve temel alacağımız değerlerin çok net ve belirgin olduğu açıktır. Bu nedenle, bu konuda şaşırma, oyuna gelme ve karmaşık durumda bulunma, oldukça anlamsız ve kabul edilemeyecek bir durumdur. Karmaşık kalmak, düşmanın etkisi altında yaşamak, bunda da ısrar etmek, bireyin kendisini iki tarafa karşı da idare ettirerek yaşaması, artık mümkün olmayacaktır. Çünkü gerçekler çok yakıcıdır. Ya o tarafta, ya da bu tarafta yer alınacaktır. Ortada kalmak, iki tarafın ateşi altında çok kötü bir sonu kabullenmekten başka bir şey değildir. Bu nedenle geçmişi bir de bu yönüyle yeniden anımsamalıyız.
1997 Nisan
Reber APO
- Ayrıntılar