Basına ve Kamuoyuna!
22 Ağustos 2012 tarihli açıklamamızda 13 Ağustos 2012 günü Van’ın Özalp ilçesi Kültepe köyü yakınlarında işgalci TC ordu askerleriyle gerillalarımız arasında yaşanan çatışmaya ilişkin verilen bilgilerde bu çatışmanın Özalp AKP ilçe başkanının ihbarı sonucunda gerçekleştiği kaydedilmişti.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Ocak tarihinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma Alanlarımızdan Metina bölgesinde 7:30 ile 11:30 arası, Gare bölgemizde 11:30 ile 21:00 arası, Zap bölgesinde 16:30 ile 18 arası yoğun keşif uçuşları yapmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Ocak tarihinde saat 12:30'te işgalci TC ordusuna ait Kobra tipi helikopterlerle Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Hacibeg suyu ve Geniş Tepe çevresini vuruyor.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
9 Ağustos 2011 tarihinde Urfa'nın Suruç ilçesinde bulunan Çelikten Petrol'e yönelik düzenlenen saldırıda Bilal ve Deyah Çelikten isimli iki kardeş katledilmiş ve bu olay hareketimiz üzerine yıkılmaya çalışılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
8 Mayıs 1988 tarihinde Mardin'in Midyat ilçesine bağlı Devrik köyü nüfusuna kayıtlı Çelik ailesi üyesi 11 kişi Nusaybine bağlı Bahminin mezrasında katledilmişti. Tarafımıza yapılan başvuru üzerine olay hakkında bir inceleme yapılmış ve şu sonuçlara ulaşılmıştır.
- Ayrıntılar
Özel savaşı anladıkta bu “Derin Özel Savaş” nedir diye soranlar olacaktır.
Örneğin klasik sömürge zamanlarında halklara karşı kullanılan savaş türü açık olan zordu. Yani işgal edilmek istenen ülkeler ya da topraklar zor gücüyle işgal edilir ve zor gücüyle işgal edilen topraklarda sömürgeciler güçleri yettikçe her şeyi yapardı.
Ancak ikinci dünya savaşından sonra bu savaş biçimi sonuç almaz olmuştu. Çünkü bu savaş biçimi halkların tepkisini topladığı için halklar karşı direnç gösterdiler. Nitekim bunun için birçok halk emperyalizme ve açık sömürgeciliğe karşı büyük direnişlerle meydana çıkarak bu işgalci güçleri ciddi zorlamışlardı. Bu gerçeği analiz eden sömürge merkezleri artık açık askeri sömürü zor’un yerine, halklar tarafından görülmeyecek olan, gizlenmiş, arkadan yürütülen bir savaş biçimini icat ettiler. Bu yeni icat edilen savaş tarzına Özel Savaş denildi. Özel savaş bu bağlamda siyasi literatüre yeni sömürgeciliğin geliştirildiği ya da geliştirilmek istendiği yerlerde uygulandı. Ve o gündür bugündür dünyanın her yerinde hamaratla uygulanmaktadır.
“Özel savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. “Kuralsız savaş” tarzında bir savaştır. Kuralsız savaş tanımı, özel savaşı anlatmaya yeter mi? Kuralsızlığı genel bir çerçeve olarak değerlendirip içine her şey sığdırılırsa olabilir...
Özel savaş denen savaşta, salt askeri olarak hasmı alt ederek ona iradeyi kabul ettirme söz konusu değildir. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Hiç şüphe yoktur ki bu kirli savaş türünün kendine has yol ve yöntemleri de vardı ve halen de vardır. Burada derinliğine girmeyeceğiz. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
Ancak bu özel savaş’ı aşan başka savaş tarzlarının üzerinde çok yoğun bir şekilde çalışıldığını siyasetle uğraşan her insan az çok bilir. Yeni sömürgecilik birçok ülkede uygulanmaya konuldu. Ancak dünyada gelişen bilim teknik artık bu tarz bir sömürgeciliğin de aşılmasını gerekli kıldı. Çünkü bileşim tekniği her eve istenilen saatte girebildi. Her ne kadar emperyalist güçler bu tekniği öncelikli olarak kendileri için kullandıysalar da yine de zamanla tüm dünyaya yayıldı. Bugün dünya bir köy kadar küçülmüştür. Unutmayalım ki bir köyde ahlaki değerler çok gelişkindir. Bir köyde herkes kimin ne yaptığını bilir. Herkes herkesi tanır. Doğrudan ilişki esastır. Başka bir deyişle bir köyde sömürünün çarkları ayrı dönmek zorundadır. Çark daha inceltilmek zorundadır. Göz boyama daha güçlü olmalıdır. Daha etkili kandırma yöntemleri bulunmalıdır. Öyle ki birinin cebine eğer elini atacaksan o zaman o birinin ruhuna daha fazla hem de kimsenin çakmayacağı tarzda nüfus etmenin yolunu bulmalısın.
İşte bu yeni yol yöntem bulmaya biz Derin Özel Savaş diyoruz.
Örneğin Türkiye devleti Kürtleri kültürel olarak soykırıma tabii tutabilmesi için 24 Eylül 1925 yılında Şark Islahat Planı diye bir plan geliştirdi. Bu planın özü Kürtleri yok etmekti. Fiziki olarak yok etmek. Kültürel olarak yok etmek. Siyasal olarak yok etmek. Sosyal olarak yok etmek. Psikolojik olarak yok etmek. Derken Kürtleri Kürt olmaktan çıkararak başkalarının uzuv’u haline getirmek için ne kadarda çok plan ve program geliştirdiler. Dersim’de örneğin o 7 meşhur T’ler vardı. Tedib, Tenkil, Tasfiye vs…
Örneğin Kürtlerin yaşadıkları mekanlaraTürk okulları açarak Türkleştirmek istediler. Kürtlerin yaşadıkları yerlere zindanlar inşa ederek, Kürtleri bu zindanlarla terbiye etmeyi esas aldılar. Kışlalara alarak kişilikleriyle oynamaya çalıştılar. Sporu getirerek Kürtleri kendilerine eklemlemeye çalıştılar. Sanatı ancak kendi sanatlarını Kürtlere götürerek Kürt sanatını yok etmeyi, yine Kürtlerin sanatlarını kendilerine alarak içini boşaltmaya çalıştılar. Ve tabii Kürt gençlerine diğer S’yi de götürerek toplumu ahlaki dokusundan boşaltmaya çalıştılar.
Evet, Şark Islahat Planı ile Kürtler tümden hedeflendiler.
Ancak dikkat edersek bu Şark Islahat Planı neredeyse 90 yıllıktır. Bu plan bugünkü dünya da söker mi? Herhalde sökmez. Örneğin bu Planı’nın ilk üç maddesi şöyledir:
“1. madde: Kürdistan’a idare i örfiye dedikleri sıkıyönetimin ilan edilmesi.
2. madde: Kürdistan, 5 umumi müfettişlik mıntıkasına düzenlenir ya da bölünür.
3. madde: Mahakim-i nizamiye ve divan-ı harb-i örfilerde yani sivil ve askeri mahkemelerde sivil hakim bulunmayacaktır.”
5. madde ise bugünkü Türkçeyle ele alacak olursak:
“Ermenilerin ve Kürtlerin yerlerine balkanlarda getirilecek olan Arnavutlar, Bulgarlar ve Kafkasya ile Azerbaycan’dan getirilecek olan Türk kökenliler yerleştirileceklerdir. Öyle ki getirilenlerin tüm masrafları devlet karşılayacak, bura yerlileri mal ve mülklerini satamayacaklardır.”
Şimdi bu maddeler dediğimiz gibi bugünkü dünyada söker mi? Sökmez dedik. O zaman Kürt halkının kültürel soykırımını farklı yol ve yöntemlerle yürütülmesi gerekiyor.
İşte bu farklı yol ve yöntemlerle Kürtlere karşı sürdürülen üstü örtülü savaşa biz Derin Özel Savaş diyoruz.
Elimize birkaç yıl önce TC devletinin gizli odakları tarafından daha doğrusu “Derin Özel Savaş Merkezi” tarafından hazırlanan bir belge geçti. Bu belgenin başlığı: “Türkiye’de Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Psikolojik Harekât Dâhilinde Terör Örgütüne Karşı Alınması Gereken Tedbirler”dir.
Bu belgenin bazı maddelerini sıralarsak Derin Özel Savaş’ın ne demek olduğunu daha iyi görmüş olacağız.
Belgenin girişi çok ilginçtir. Belgenin girişinde şöyle denilmektedir:
“PKK’nın başarısı, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen “Milli Bütünleşme Projesi” çerçevesinde henüz ulusal bütünlüğe tam olarak eklemlenememiş yurttaşlarımız ile ulusal bütünleşmeyi sağlamış olan yurttaşlarımızın bir kısmını ulusal bütünlük sürecinden kopararak, Kürt “etnik gruplaşması” sürecine sokmuş olmasıdır. Bölge insanının kafasında kendisine Kürt oluşundan ötürü farklı davranıldığı tezi oluşmuş olması, etnikleşmeyi güçlendirmektedir. Esasen milli bütünleşme projesi 1980’lerde GAP projesinin devreye girmesi ile dev adımlarla hızla sonuca doğru gidecek Türkiye Cumhuriyeti’nin milli bütünlüğü sosyolojik olarak tamamlanacaktı. PKK’nın bu dönemde ortaya çıkması “Milli Bütünleşme Projesini” sekteye uğratmış ve toplumu “Milli Bütünleşme Projesine” karşı harekete geçirmiştir.
Dikkat edelim: PKK güya “Milli Bütünleşme Projesini” sekteye uğratmıştır. Peki, nedir bu “Milli Bütünleşme Projesi” dedikleri proje?
Tek kelimeyle söyleyecek olursak: Kültürel Soykırımdır. Kültürel Soykırım ise: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir.Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir.”
PKK Kürt halkının çarmıha kitlesel olarak gerilmesini önlediği için:“PKK’nın bu dönemde ortaya çıkması “Milli Bütünleşme Projesini” sekteye uğratmış ve toplumu “Milli Bütünleşme Projesine” karşı harekete geçirmiştir” denilmesi boşuna değildir.
Devamla:
“Yapılması gereken, bölücü ideolojinin ulaştığı bütün başarıları ortadan kaldıracak bir politikayı bilimsel esaslara dayandırmaktır ve kendisini Kürt olarak tanımlayan bölge halkının eritilerek “Milli Bütünleşme Projesine” dahil edilmesidir. Özetle, örgütün etnik tarih inşası engellenmeli, sosyolojik ve psikolojik bölünmeyi tamir edici, toplumsal bütünleşmeyi geliştirici politikalar geliştirilmelidir” denilmektedir.
Peki, nedir bu politikalar?
“1. Bölgede mağduriyetin ortadan kaldırılması için; psikolog, psikiyatrist ve sosyal psikologların öncülüğünde birçok kapsamlı araştırmanın yapılması şarttır. PKK’nın kurduğu psikolojik tuzak ve mekanizmalar iyi tespit edilmelidir. Toplumsal rehabilitasyon önlemleri için;
a. Bölgede rehabilitasyon
b. Bölge dışında göç neticesinde oluşan gettolarda rehabilitasyon, olmak üzere iki genel çerçeve oluşturmak gerekmektedir.”
Peki, bu nasıl yürütülecektir?
Başka bir paragrafı olduğu gibi alıyoruz. İçindekiler çarpıcıdır.
“2. Başta öldürülen PKK’lıların aileleri olmak üzere yakın çevrelerine yönelik olarak kapsamlı rehabilitasyon çalışmaları başlatılmalıdır. Bu insanlar düşman oldukları halde, düşman olarak görülmemeli kendilerine öyle davranılmamalıdır. Terör ile mücadelede terör sürecinin yaşandığı coğrafyanın insanlarının büyük çoğunluğu potansiyel suçlu olmakla birlikte, bunların potansiyel suçlu olarak görülmesi ve bunun onlara yansıtılması tepkilere yol açabilir. Özellikle PKK’lı gençlerin anneleri ve babaları kazanılmalı, çocuklarını PKK’dan geri almak üzere yönlendirilmelidirler. Bu çerçevede özellikle “Cumartesi anneleri” gibi örgütün politikleştirerek istismar ettiği gruplar tahlil edilerek terör örgütünden koparılmalıdır.”
“Bu insanlar düşman oldukları halde,” cümlesi Derin Özel Savaş merkezlerinin Kürt halkına yaklaşımını açıkça dile getirmektedir. “Bunlar düşman ama düşman gibi yaklaşmayalım aksi taktirde kazanamayız.” Yani kandıramayız yaklaşımı belirgindir. Dikkat edelim “düşmandırlar ama düşman olduklarını bilerek, ancak düşman olduklarını hissettirmeden yaklaşalım” denilmektedir.
Başka ilginç bir bölüm ise: “Devlet ile Halk Arasında Sıcak İlişkiler” adı altında toplanmıştır.
Bir maddesi şöyledir:
“Bölge halkı ile güvenlik güçleri arasında güçlü bir organik bağ oluşturmak gerekmektedir. Bunun için uygulanabilecek birçok yol vardır. Bunun için yapılması gerekenlerden biriside dini bağın vurgulanmasıdır. Bir askeri birliğin bir köye girdiği zaman camide namaz kılması, Ramazan ayında komutanların iftar vermesi, Cuma namazlarına subayların katılması bu alanda olumlu bir örnek teşkil edecektir. Radikal dinciliğe karşı TSK tarafından zaman zaman sergilenen radikal laikçi uygulamalar sadece ve sadece radikal dincilerin zeminini güçlendirmekte, Türk ordusunu olduğundan farklı göstermektedir.”
Bu yukarıda yazılanları okuduğumuzda TSK’nin yine birçok emniyet biriminin özelde bunların üst düzey yetkililerinin Kürdistan’da dini değerlere gösterdikleri hassasiyetin hiçte dine karşı gösterilen saygıdan geçmediğini görmek herhalde zor olmayacaktır. Yapılan sadece ve sadece Kürt halkını kendi özgürlük değerlerinden uzaklaştırma plan ve programları olduğu gözler önündedir.
Başka önemli bir madde ise şöyledir:
“Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına da toplumsal rehabilitasyon sürecinde çok önemli görevler düşmektedir. Ancak Başkanlığın mevcut yapısı ve klasik görev zihniyeti ile böyle bir görevin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Başkanlığın bu noktada devletin ilgili kurumları ile daha etkili bir dayanışma içinde olunması gerekmektedir. Özel olarak yetiştirilmiş imamların bölgeye gönderilmesi ve bu imamların örgütün anti-propagandasını yapacak şekilde donatılması, bölgedeki istihbarat güçlerimizle birlikte çalışmaları gerekmektedir.”
İlginç değil mi? Şimdi TC’nin Kürdistan’a Diyanet Başkanlığının eliyle imam gönderdiği daha iyi anlaşılmaktadır. Tüm bu imamların Derin Özel Savaş’ın projesi temelinde Kürdistan’a gönderildiği, bu temelde çalışma yürüttüklerini:“Görmeyen gözler sadece ve sadece kördür. Duymayan kulaklar sadece ve sadece sağırdır. Bilmeyen beyinlerin ise sadece ve sadece örümcek ağıyla beyinleri örüldükleri için bilinçten yoksundurlar,” diyelim. Diyelim ama peşini de bırakmayalım.
Derin Özel Savaş’a ilişkin yazı devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Günlerdir yolsuzluklar, katliamlar, hukuksuzluklar gündemden düşmüyor.
Tabi bunlarla birlikte gündeme gelen bir diğer konu ise karşı mücadele…
Katliamlar, yolsuzluklar, komplolar, darbeler…
Aslında TC hatta devletli sistemler var olduğundan bu güne katliamlar, komplolar, yolsuzluklar, darbelerhep var oldular.
Tabi yoğunlukları değişti, şekilleri değişti, bazen devletler içindeki güçlerin pazarlıkları sonucu gizlendiler, bazen de açığa çıktılar.
Ama şu nettir.
Hep vardılar!
Ve devletli sistem ve demokrasi güçleri bu halde oldukları müddetçe de hep var olacaklar.
Neden mi?
İki yılını doldurmuş Roboski katliamının ardından askeri savcı ve politikacıların“gereken yapıldı” diye açıklamaları ardından durup bir daha düşünüyoruz.
Roboski’de katledilen 34 insan için herkesin yüreklerinin yandığını, bu duruma herkesin isyan ettiğini biliyoruz. Hatta binlerce kişi bu durumu sürekli protesto da ediyor.
Peki, ne oluyor? Neden böyle oluyor?
Nerede yanlış yada eksik yapıyoruz?
Demokrasi güçleri olarak kameralar önünde adalet istemekten, protesto etmekten başka ne yaptık?
Roboskili çocuklar, kardeşlerini, arkadaşlarını katleden devletin okuluna gitmeyi bıraktılar mı?
O köyden yada çevre köylerden yüzlerce genç, kardeşlerini, aynı aşiretten akranlarını katleden orduya asker olmak için askere gitmiyorlar mı?
Her gün, o devletin, o 34 genci katleden sistemin televizyonlarını izlemiyor muyuz?
Peki, bu nasıl oluyor, neden oluyor?
Çünkü bu katliamları yapan gücü yanlış tanımlıyoruz! Bu olayların hepsini münferit olaylar olarak ele alıyoruz. Sanki a iktidarı yada b iktidarı dönemine has bir uygulamaymış olarak ele alıyoruz. Ya da bilmem hangi yetkili iyiymiş de hangisi kötüymüş üzerine haddinden fazla değerlendirme yapıyoruz. Bu yaptığımız değerlendirmeler bir gerçeği görmediğimizi gösteriyor yada bunlar üzerine fazla yorum yapmak aslında tarihten günümüze beynimizin bir yanında bulunan devletli sisteme olan şüpheyi, öfkeyi gizliyor, dağıtıyor. Bunu biraz biz; biraz da sistemin farklı politikaları yaratıyor.
Bu mücadelede odaklanmamayı da beraberinde getiriyor. Yani asıl hedef ve amaç çok netken bilmem hangi gücün niyeti, politikası üzerinden yoğunlaşmaya girişmek asıl yapılması gereken şeylerinde önüne geçiyor.
Asıl yapılması gerekenler ne diye soracak olursanız:
Devletin dışında bir yaşam örgütleyebilmek.
Bu nasıl olacak?
Öncelikle bu sistemin bir bütünen hırsız ve katil olduğunu bilip, bu gerçeği herkese anlatacağız. Sonra bu gerçekten kurtulmak için, yani bu iğrenç sistemin dışında bir yaşam inşa edeceğiz.
Yani Roboski’den, Şırnak’tan, Botan’dan, Kürdistan’dan başlayarak tümüyle sistemi reddederek sömürülen emeğimizi, örgütleyerek devletin dışında, devletten ve iktidarlardan bir şey beklemeden, kendi kendimizi yöneteceğimiz, kendi kendimize yeteceğimiz, birbirimizden güç alıp-verdiğimiz bir yaşam yaratarak!
Katil ve hırsız bir sistemi reddetmek, okuluna gitmemek, vergi vermemek, askeri, polisi ve memuruyla tüm sosyal, siyasi ilişkiyi kesmekle başlamalıyız.
Bunu birinci yıl dönümünü yaşadığımız Paris katliamı için de söyleyebiliriz. Tamam, protesto ediyoruz da protesto ettiğimiz katil sisteme vergi veriyor, onun daha fazla katliam yapabilmesi için fabrikalarında, işyerlerinde işçilik yapıyor, ticaret yapıyoruz. Yani katliamcı sistemi emeğimizle besliyoruz.
Hem protesto et hem de varlığını sürdürmesi için tüm ömrünü ver.
Peki, bu ne kadar doğru ve ahlaklı?
Şimdiye kadar ki tutumumuzla bu katil ve hırsız sistemin bir çarkı rolü olduğumuzun ne kadar farkındayız?
Mücadele ettiğimiz zamanlarla bu sisteme hizmet ettiğimiz, bu sistemi duygusu ve düşüncesiyle yaşadığımız zaman dilimini bir karşılaştıralım:
Şunu göreceğiz.
Biz bu sisteme karşı mücadeleden çok bu sistemin işlemesi için çalışıyoruz.
Bu durumu aşmadıkça daha çok katliam ve daha çok yolsuzluk ve hırsızlık göreceğiz.
Artık yeter deme zamanıdır.
Kopma vakti gelmiştir. Bu kendi devletini kurma çağrısı değildir.
Kürtlere özel bir çağrı da değildir. Tüm Anadolu halkları içindir bu çağrı.
Sadece Türkiye’dekiler için de değil tüm dünyadaki halklar içindir.
Evet, günler geçiyor, katliamlar artıyor, hırsızlıklar sürüyor. Ve biz bu sistemin içinde yaşamaya devam ediyoruz.
Peki, katliamları, hırsızlıkları yapan mı daha fazla suçludur, bu sistemin içinde yaşayarak bu sistemin çarklarının dönmesine yardım edenler mi?
Evet, durum sandığımızdan farklıdır!
Suçlu biziz. Bu sistemi kabul eden, bu sistemin bir çarkı olmuş hepimiz suçluyuz.
Çözüm nedir?
Çark olmamak, kendi sistemini kendin yaratabilmek!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ocak tarihinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları saat 3:00 'ten itibaren 12 Ocak öğlen saat 11:30'a kadar Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke bölgesinde yoğun keşif uçuşu yapmıştır.
2. 11 Ocak tarihinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları 2.30'dan akşam saat 19.00'e kadar yine 12 Ocak tarihinde saat 7:00 ile 09:00 arası Medya Savunma alanlarımızdan Metina bölgemiz üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ocak tarihinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları saat 3:00 'ten itibaren 12 Ocak öğlen saat 11:30'a kadar Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke bölgesinde yoğun keşif uçuşu yapmıştır.
2. 11 Ocak tarihinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları 2.30'dan akşam saat 19.00'e kadar yine 12 Ocak tarihinde saat 7:00 ile 09:00 arası Medya Savunma alanlarımızdan Metina bölgemiz üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
9 Ocak 2013 tarihinde gerçekleştirilen Paris Katliamı üzerinden tam bir yıl geçti. Dünyanın sayılı merkezlerinden biri olan Paris’in göbeğinde gerçekleşen tarihin bu en vahşi katliamı hala tam aydınlatılmış değil. Tam aydınlatılmamış diyoruz, çünkü Kürtlere göre katliamı yaptıranlar genel olarak belli. Zaten katliamı gerçekleştiren başkişi de tutuklanmış durumda. Fakat her nedense Fransa yönetimi katliamı kimlerin yaptığını ve de yaptırdığını tümüyle açıklamıyor. Henüz yeterince çözemediğini ve çözdüğü zaman gereken açıklamaları yapacağını belirtiyor.
Tabi söz konusu açıklamalar olayla ilgili olanların çoğunu ikna etmiyor. Özellikle katledilen üç kadın devrimcinin aileleri ile Kürdistan halkı ve dostları Fransa yönetiminin tutumunu hiç kabul etmiyor. Çünkü bir yıldır Kürtler ayakta, söz konusu vahşi katliamı kınıyor. Özellikle Kürt kadınları bir yıldır katliamın aydınlatılması için gece-gündüz demeden eylem yapıyor. Olayı aydınlatabilmek için her türlü bilgi kırıntısını bile değerlendirmeye tabi tutuyor. Şehit devrimciler Sara(Sakine Cansız), Rojbîn(Fidan Doğan) ve Ronahî(Leyla Şaylemez)’nin anısına böyle sahip çıkmaya çalışıyor.
Kuşkusuz 9 Ocak 2013 Paris Katliamı çok profesyonelce işlenmiş bir cinayet durumundadır. Dolayısıyla yapanlarla birlikte yaptıranların da olduğu bir katliam oluyor. Belli ki uzun süren bir hazırlığa dayalı ve çok planlı bir biçimde gerçekleştirilmiş bulunuyor. Yani basit ve üstünkörü yapılmış bir iş değil. Fakat Fransa Devleti de öyle zayıf ve çaresiz bir devlet değil. Yine geçen bir yıllık süre de hiç kısa bir süre değil. Üstelik katliamı yapan bir kişi de elde tutuklu bulunuyor. Bütün bunların sonucunda Fransa Devletinin katliamı aydınlatamamış olması mümkün mü?
Elbette mümkün değil. Bu nedenle Fransa’nın sosyalist yönetiminin tutumu inandırıcı bulunmuyor. Kürtlerdeki genel kanı şu: Ya Fransa Devleti de katliam olayının içinde, ya da katliam olayı üzerinden çıkar sağlamaya çalışıyor. Tabi bunların her ikisi de sonuç olarak aynı kapıya çıkıyor. Yani Fransa yönetimi katliamı yapanları da, yaptıranları da biliyor. Çünkü bu bilgilere sahip olmazsa katliam olayı üzerinden çıkar sağlayıcı çalışmalar (yani pazarlıklar) yapamaz. Zaten olayın içindeyse, o durumda da her şeyi bilir.
Fransa yönetiminin olayı aydınlatmaması çok yönlü tartışmalara yol açtığı gibi, Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından da fazlasıyla zarar verici olmaktadır. Çünkü katliam olayı bu konularla doğrudan bağlı ve iç içe bulunmaktadır. Kürtlerdeki genel kanaate göre, Paris Katliamı Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçler tarafından ve çözümü engellemek için tezgahlanmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan da “Paris Katliamı’nı yapanlarla uluslar arası komployu tezgahlayanların aynı güçler olduğunu” ifade etmiştir. Böylece olaydan Kürt sorununu yaratanları ve çözümünü istemeyenleri sorumlu tutmuştur.
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, katliamın birinci yıl dönümü üzerine yaptığı açıklamada olaydan “Devlet içindeki paralel devleti” sorumlu tutmuştur. Bununla Fethullahçı hareketi kastettiğini de açıkça belli etmiştir. Bu temelde Toroslar’da helikopteri düşürülerek öldürülen Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu parti olan “Büyük Birlik Partisi”nin militanlarının kullanıldığını belirtmiştir. Paris Katliamı‘nı gerçekleştirmekten tutuklu bulunan Ömer Güney’in aile çevresinin BBP’li olması bu görüşü doğrular niteliktedir. Yine Avrupa-Türkiye arasında sık sık gidip gelmesi de bu görüşü güçlendirmektedir. Eğer bu görüş doğrulanırsa, o zaman geçmişte MHP’nin “Ülkü Ocakları” isimli derneğinde yer alan militanların yaptıklarını şimdi BBP’li militanların yaptıkları ortaya çıkacaktır. Bu da Muhsin Yazıcıoğlu olayının aydınlatılması açısından da önem taşıyacaktır.
Paris Katliamı konusunda AKP yöneticilerinin açıklama ve tutumları da oldukça dikkat çekici olmuştu. Daha olay basında bile yeterince duyulmadan açıklama yaptıkları gibi, bir de sanki olayı biliyormuşçasına sözler sarf etmişlerdi. Öyle ki, M.Ali Şahin “Benzer olaylar Almanya’da da olabilir” diyecek kadar ileri gitmişti. Hüseyin Çelik olayı PKK içi çatışma olarak gösterebilmek için epeyce çaba harcamıştı. Bu nedenle de haklı olarak AKP yönetiminden kuşku duyulmuş, katliamın arkasında AKP’nin olduğu yönünde açıklamalar yapılmıştı.
Şimdi AKP yönetimi, benzer başka olaylarda yaptığı gibi, Paris Katliamı‘nda da fail olarak “Paralel Devlete” dikkat çekmektedir. Yani katliamın arkasında kendilerinin değil, Fethullahçı hareketin bulunduğunu işaret etmektedir. Acaba bu görüş ve iddia doğru olabilir mi? Farklı ve birçok kesimin katliam olayından paralel devleti sorumlu tutuyor olması, kuşkusuz bu görüşün ciddiye alınmasını ve dikkatle değerlendirilmesini gerektiriyor. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı’nın ifade ettiği görüşlerin doğruya en yakın olduğu anlaşılıyor.
Fethullahçı hareketin böyle bir şey yapmış olması mümkün mü? Elbette bizzat yapan olarak değil, fakat yaptıran olarak mümkündür. BBP’li militanların da tetikçi olmaları mümkündür. Zaten AKP-Fethullahçı kavgasından çıkan sonuçlar, benzer birçok şeyin yapıldığını göstermektedir. Örneğin Ergenekon ve Balyoz gibi birçok yargılamanın Fethullahçıların işi olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten KCK Davaları ile Kürt sorununun çözümünü engelleyen birçok uygulamanın Fethullahçıların işi olduğu biliniyordu. AKP ile ortak iktidar oldukları dönemde Fethullahçıların oldukça etkili oldukları gerçeği açığa çıktı.
Elbette bütün bunlar doğru olabilir. Fethullahçılar da AKP yönetimi gibi son derece kirli olabilir. Fethullahçıların devlet içinde devlet gibi hareket ettikleri zaten bilinen bir gerçektir. Fakat bütün bunlar doğru diye, AKP iktidarı sürecinde yapılanların hepsinden “Paralel devleti” sorumlu tutmak kuşkusuz doğru olmaz. Bütün kötülükler, faşist baskı ve sömürü, Kürt sorununun çözümünün engellenmesi gibi olayların hepsinden sadece Fethullahçı hareket sorumlu tutulamaz. Bu konuda yanlış yapmamak, AKP’nin sorumluluğunu gizleyici bir tutuma girmemek çok önemlidir.
Kuşkusuz geçen süreçte yaşananlardan birinci planda sorumlu olan AKP’dir. Kürt sorununun çözülmemesinden de, Türkiye’nin demokratikleştirilmemesinden de AKP iktidarı sorumludur. Kürtlere karşı yürütülen savaşın, yüzlerce Kürt gencinin ve çocuklarının katledilmesinin, Roboskî katliamının sorumlusu AKP’dir. Paris Katliamı gibi olayların gerçekleştirilmesinden bizzat sorumlu olmasa bile, yine de suç ortağı konumundadır. Yani hem suçlunun arkadaşıdır, hem de olup bitenlerin siyasi sorumlusudur.
Bunlar birinci yıldönümünde Paris Katliamı’nın düşündürdükleridir. Elbette olayın tam olarak aydınlatılamamış olması en önemli durumdur. Bundan en çok Fransa yönetimi sorumlu olsa da, bu durum bizlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Nitekim katliamın hem vahşeti, hem de siyasal derinliği hepimizin sorumluluğunu ağırlaştırmaktadır. Paris’in merkezinde alçakça bir kadın kırımı gerçekleştirilmiştir. Hem bu durum, hem de bir yıl geçmiş olmasına rağmen olayın tam aydınlatılmamış olması insanlık için adeta bir yüzkarasıdır.
Bu noktada katillerin üzerine kararlılıkla yürüyen ve Paris şehitlerine sahip çıkan Kürt halkının ve kadınlarının tutumu insana biraz güç ve moral vermektedir. Geçen bir yılda yürütülen çalışma ve mücadele ile Paris şehitleri tüm insanlığa tanıtıldığı gibi, Kürdistan’da özgürlük mücadelesi geliştirilerek ve kadın özgürlük mücadelesi güçlendirilerek katliama devrimci cevap verilmiştir. Böylece üç kadın devrimciye sahip çıkılarak birer özgürlük sembolü haline getirilmişlerdir.
Kuşkusuz yapılanlar önemli olsa da yetersizdir. Mevcut düzeyle yetinmemek, ikinci yılda katliamı tümüyle aydınlatarak katillerden gereken hesabı sormak hepimizin boyun borcudur. Bu borç yerine getirilerek Paris şehitlerinin rahat uyumaları sağlanacaktır. Bu temelde Kürt halkının ve kadınının üç yiğit evladı ve önderi Sara, Rojbîn ve Ronahî’yi şehadetlerinin birinci yıldönümünde saygıyla ve minnetle anıyoruz!
Selahattin Erdem
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar