Basına ve Kamuoyuna
1. 17 Mayıs tarihinde Dersim/Aliboğazı bölgesine bağlı Yılan Dağına işgalci TC ordusu Kobra helikopterleri ile bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Kürdistan’da her direniş ve isyanın bastırılışı ardından gelişen süreç, bir teslimiyet ve ihanet durumudur. Bu bakımdan ele alındığında direnişler, ne kadar görkemli olursa olsun ortaya çıkan tablo; eğer direnişler başarıyla taçlandırılmamış ise içe büzülmedir, içe kapanmadır ve çoğu zaman da içine sinerek kişilik olarak erozyona uğramadır.
Dersim’de bastırılan son kaleyle Türk devleti, Osmanlı politikalarının tümünü terk etmiştir. Her ne kadar bu durum 1924’lerden sonra aşamalı, planlı ve gizlilik içinde yürütülse de, asıl olarak son direnişin bastırılmasıyla birlikte imha ve inkâr açık ve sistematik bir politika haline getirilmiştir. Kendi deyimleriyle “Muhayyel Kürdistan” Ağrı Dağı’nın yedi kat derinliklerinde meftundur. Kürt ve Kürdistan yoktur. Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın yıllar sonra bile gizlemeden açık bir şekilde ifade ettiği gibi ”düşünmüyorsan yoktur” cümlesi, özünde Kürdistan’ın üzeri betonlanmıştır anlamına gelir.
Kürdistan’ın yüzyıllarca süren otonom, yarı bağımsız ve yerel otoriteleri zapturapt altına alınarak merkezi devlet pekiştirilmiştir. Çıkardıkları kanunlarla Kürt toplumsal yapısı tamamen parçalanacaktır.
Kanunları ilerici ve devrimci retoriklerle süsleseler de hakikat öyle değildir. Tersi doğrudur. Irkçıdır, faşizandır, insanlık dışıdır! Kürt toplumunun varlık göstergelerinden en önemlisi aşiret yapılanmasıdır. Aşiret gibi kurumları dağıtıldığında dumura uğramış ve beyni-belleği teslim alınmış bir yapı ortaya çıkar. Sosyal gelişmişlik çıkmaz. Ortaya, kendinden kaçan, ne idüğü belirsiz, kime nasıl hizmet edeceği bile açık olmayan bir ucube yaratılmış olur. Devlet bununla sınırlı kalmaz. “Anadili Türkçe olmayanlar, toplu olmak üzere kıyı, mahalle işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaklanmıştır.“ Mecburi iskân kararnamelerinden alınan bu alıntılar, Kürdün nasıl yok edildiğini ve nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu politikalar ışığında, Kürdistan’da kışlalar gölgesinde yatılı okullarla zorla asimile edilerek dejenere etme ortaya çıkan tablodur. Böylece Kürdistan’ın en ücra köşesine ve en küçük zerresine Kemalizm diye tabir edilecek olan zehir aşılanmış olacaktır.
Albert Memmi yıllar önce “Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı çalışmasında sömürgecilerin yaratmak istediklerini çarpıcı birkaç cümleyle şöyle dile getirmektedir: “Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” der.
“Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”
Ancak sömürgeciler her zaman: “Her şey kusursuz olurdu… Yerliler olmasaydı” der. Bunun için: “Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır.” Daha çarpıcı bir şekilde ise: “Kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir. Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır. Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur. Kısacası, sömürge iki dilliliği ne bir yerli dilinin bir püristin diliyle yan yana yaşadığı (ikisi de aynı hissetme dünyasına ait) iki dillilik durumudur, ne de fazladan ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok-dillilik zenginliğidir: bir dilbilim dramıdır” diye ifade eder.
Frantz Fanon, “Siyah Deri, Beyaz Maske” adlı yapıtında yukarıda dile getirilmiş olan sömürgeciliğe ilişkin olarak: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” hale getirilme durumu olarak tanımlamaktadır. Ve bunun aşılması için de “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” demektedir.
Yeni işbirlikçi ekipleşme, bu zemin üzerinden şekillenecektir. Kendisini reddederek katiline âşık olurcasına, ona benzeyerek büyüyecektir. Kraldan daha kralcı misali her tarafa Kemaller ve İsmetler yayılacaktır. Kışla okullarında yetişenler yeni edinilmiş kültürü -hem de çok isteyerek, gönüllüce- ülkenin en ücra köşelerine taşıyacaklardır. Bilindiği üzere en tehlikeli işgal, beyinlerin işgal edilmesidir.
Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir Türk kadın misyonerinin yazdığı “Dağ Çiçeklerim” adlı anı çalışmasında, Dersim’in bastırılması ve katliamdan geçirilmesi ardından yapılmak istenenler net bir şekilde anlatılır.
Atatürk genç misyoner kıza parmağını uzatıp “Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” der. Atatürk’ün söylediklerini yerinde denetlemek için bu kez İsmet İnönü, bir gün Elazığ’da Kürt çocuklarının asimile edildiği merkezi ziyaret eder. Bir kız İsmet İnönü’ye selam vermez. İnönü, Türklüğün misyonerliğini yapan kadına bu durumun nedenlerini sorar. Kadın misyoner: “Çünkü "Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam" diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, - Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli "hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, - İşte eser bu ;" KÜRT" dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas'ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, - Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! - Kalem tutar, iğne tutar... diye bir nutuk çekti.” (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim)
Özcesi Dersim’den sonra hedef bir daha silah tutmayacak bir el ve de “Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” hedefidir. Yani Türkleştirmedir! Eritmedir! Asimile etmedir! Kendinden uzaklaştırmadır! Ve bunu kızıl katliamdan sonra beyaz katliamla nasıl başardıklarını da bu meseleyle ilgili olan herkes az çok bilmektedir.
Amin Maolouf, “Afrikalı Leo” romanında dile getirdiği gibi “kim annemle evlenirse, benim üvey babam olur” misali kim işgal ederse onunla olunmaktadır. Hem de “başı dik ve gururluca!” Başka halkların tarihinde bu durum onursuzluk ve alçaklık sayılırken, Kürdün alışılagelmiş ihanetini marifet bilen tarihinde bu kavramların tersi geçerlidir. Bugün dahi direnişlerde katledilenlerin evlatlarının ve torunlarının devletçi tutumları ibretle izlenmekte ve insanı hayretlere düşürmektedir. Katiline âşık olmak bir hastalık düzeyinde ancak bu kadar olabilir. Kürt katliamını gerçekleştiren partinin adı CHP’dir. Katliamın planlayıcısı, CHP’nin Milli Şefi olan İsmet İnönü’dür. Dersim’i adeta yerle bir eden yine bu parti ve Milli Şefleridir. Ne var ki aradan yıllar geçtikten sonra, CHP denilen sosyal faşist partinin başına Dersimli, Alevi ve bir Kürt olan bir kılıç artığı getirilir. Hem katledecek hem de katlettiği insanları kendisine âşık hale getirecektir. Katiline hayranlık ancak bu kadar olur dediğimiz ve tıbbi bilimlerin de Stockholm Sendromu olarak teşhis ettiği gerçekliğin kendisi budur.
Türk devleti sadece bununla da sınırlı kalmamaktadır. Sert ezme ve kendi tipini yaratmanın ardından, arta kalan kılıç artıklarını da kullanmasını bilmiştir. Direnişlerde rol almış ailelerin çocuklarını, nasıl ki Osmanlı Babıâli’ye alıp yetiştirmiş ve zamanı geldiğinde kullanmış ise aynısının daha profesyonelcesini TC de yapmıştır.
Bugün karşımıza çok pervasızca çıkan birçok isim bilindiği için buraya isimlerini alma gereği bile duymuyoruz. Osmanlı sıkıştığında nasıl ki aşiretleri, Hamidiye Alayları biçiminde örgütleyerek hem olası bir Kürt kalkışmasını hem de Ermeni, Süryani ve diğer halkların kalkışmalarını engellemek için kullanmışsa, benzer bir yaklaşımı daha derin biçimde 1940’lardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti de uygulamıştır. Kürdistan’ın tümüne hâkim olduktan sonra, aşiret ağaları ve kompradorları adım adım Türk devletinin içerisine çekerek katmerli bir işbirlikçi tabakanın oluşmasına yol açmış ve olası bir Kürt hareketlenmesine karşı kullanmak üzere hazırlamıştır. Nitekim sonra da göreceğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı, aşiretleri korucu ve çete biçiminde kullanmıştır.
Sonuç olarak, Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilerek tüm yaşam emareleri durdurulmaya çalışılmıştır. Arta kalmış olan yaşam emarelerini de ezmek için 1943’te sınır kaçakçılığı yaptıkları için Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın talimatıyla 33 Kürt köylüsünün katledilmesi olayında görüldüğü gibi sudan gerekçelerle, son direnişleri de ezmeyi ve dilsiz, hatta kendinden kaçan bir toplum yaratmayı amaçlamışlardır. Ve bu sinsi planlarını önemli ölçüde de başarmışlardır.
Ahmet Arif’in 33 kurşun adlı şiirinin bir yerinde Kürt halkının yaşadığı çaresizlik şöyle ifade edilmektedir:
“…Baktı otuz üçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yürekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.
Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini, hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!
Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yüceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi...”
Bu olaydan sonra, geride kalan yurtsever duygulara da ipotek konulmuştur. Halk sindirilmiştir. Bu seçim de herhalde tesadüf olmamalıdır. Yıl 1943’tür. Doğu Kürdistan’da Kürt halkının bir kalkışması söz konusudur. İlk defa modern bir Kürt partisinin kurulma aşamalarıdır. J. K yani Komalaye Jiyanavey Kurdistan kurulmuş (Kürdistan Diriliş Topluluğu) ve giderek Mahabad’ta Komala ve Kürdistan Demokrat Partisinin kuruluş yıllarıdır. Kurulan örgütler de vardır. Kürtler adım adım kendilerini örgütlemektedir. Bunun bir şekilde önü alınmalıdır. Kürtlere öyle bir ders verilmelidir ki, bir daha kendine gelemesinler. Ve 33 kurşun olayı, böyle tezgâhlanmıştır. Ortaya yıllarca yurtsever mücadeleden uzak duran bir Özalp ve çevresi çıkmıştır! Oysa ki, bu çevre yurtsever olmadığından değil, tersine yurtseverliği çok güçlü olduğu için bu olay tertiplenmiştir. Ve uzun bir süre oralarda yaprak kıpırdamamıştır. Kürdistan Özgürlük Hareketi şaha kalktığında ilk katılması gereken yerlerin başında buraların gelmesi gerekirken, böyle olmamıştır. Ancak devrimin ileri safhalarında korku duvarı yıkıldıkça ve beyinlerindeki karakollar sarsıldıkça buranın gençleri dağlara koşacak ve geçmişin hesabını sormaya cesaret edeceklerdir.
Ve “Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...” olanlar yeniden şaha kalkacaklardır.
Kürt İhanet Dokusunu daha derin anlamak için bir daha ele alarak yorumlayalım. Kürde özgü olan bu dokuyu ele almakta yarar vardır. Kürt tarihinin en derinlerinde bir olayı ele alıp getirmek yararlı olacaktır.
Gılgameş Destanı’nda Enkidu ve Gılgameş ilişkisi çok kutsanarak ele alınır. Mitoloji öyle ele alır, ancak mitolojinin dili anlaşılıp çözüldüğü vakit salt söylence olmadığı ve önemli gerçekleri barındırdığı anlaşılacaktır. Destanda öncelikle Enkidu, ormanlardan bir kadının eliyle “hayvan aleminden” bajara (şehre) getirilir. Eğitilip ehlileştirildikten sonra büyüdüğü yerlere işgalcinin kılıcı ve dostu olarak tekrar geri döner. Ormanların sahibi olarak destanda dile gelen Huvava'yı yaralayıp ele geçirir. Affını isteyen Huvava'yı Gılgameş af etme niyetinde olsa da, Enkidu vurulmasını ister.
Sonuç Huvava’nın katledilişidir. Enkidu'nun tutumu, kraldan daha kralcı bir tutumdur. Ormana girmeden önce Enkidu’nun titreme ve ürkme emareleri göstermesi, onun ihanetçi tutumunun bilincinde olduğunu göstermektedir. Ne var ki; bu ihanetçi-işbirlikçi tutum ve davranış tarihten süzülerek bugüne geldiğinde, ihanetin kanıksandığının işareti olarak utanma ve ürküntü duygusu da ortadan kalkmıştır. İhanete karşı ar perdesi yırtılmış ya da delinmiştir. İhanet daha çok derinleşmiş ve katmerleşmiştir.
Bugüne göz atmak ve karşılaştırmak da yararlı olacaktır. O kadar derinlere işleyen çetecilik, Botan’da ve Bucak’larda görüldüğü gibi kendi özüne saldırırken, ne kadar Enkidu geleneğinden geldiklerini gösterir. Çoğu kez işgalcilerin dilini dahi konuşamayan bu işbirlikçiler, onlara olan sadakatlerini her gün göstermekten geri durmamaktadırlar. “İdris-i Bitlisi Burada! Yavuz Sultan Selim Nerede?” sözleri, katmerlice işlemiş olan işbirlikçilik ve ihanetten öteye başka ne anlama gelir ki?
Benzer bir örneği, Kürtlerin atalarından olan Mitanniler’de görüyoruz. Mattizawa İhaneti olarak tarihe geçen bu olay da, tarihin derinliklerine nüfus etmesi bakımından önemlidir. Mitanniler’in çok zorlandıkları bu süreçte -M.Ö. 1400’ler civarı- fiilen ikiye bölünmüşlerdir. Kuzeyde merkezi krallığı temsil eden ve Mısırlılarca desteklenmekte Tuşratta, güneyde ise II. Artatama etkindir. Hititler ve Asurlar ise II. Artatama’ya arka çıkmaktadırlar. Her güç kendisine göre Mitannileri zayıflatmanın ve kendilerini etkin yapmanın yollarını aramaktadır. Hatta II. Artatama sırtını Hititlere dayayarak kendini Horrit Kralı ilan eder. Ardından da dış güçlerin kışkırtmasıyla kuzeyde bulunan Mitanni merkezine saldırmaya başlar. M.Ö. 1360’lardan itibaren Mitanniler, fiilen dağılma sürecine girerler. Aynı dönemde Tuşratta’nın oğlu olan Mattiwaza, babasına karşı gizliden Hititlerle görüşür ve bir anlaşma imzalar. Bu belgeli anlaşma Kadeş’te Mısır ve Hititler arasında yapıldığı söylenen tarihin ilk diplomatik antlaşması belgesinden çok daha eskidir. Bu belge Hattuşaş’taki kazılardan gün yüzüne çıkmıştır. Kadeş belgesinden daha eski olan bu belge 1380 ile 1350’ler arasına arkeologlar tarafından tarihlenmektedir. Mattizawa, Hititlerin bir nevi piyonu rolünü üstlenir.
Hititler, Mitannilere saldıracak ve Mattizawa’yı kral yapacaklardır! Mattizawa ise Hititlere bağlı bir kral olarak çalışacaktır. Hesap budur! İhanet bu derece derindir. Gerektiğinde babasına karşı dahi gözü kara ihanet bıçağını saplamaktan çekinmeyen bir egemenin iktidar için yapacakları akıllara zarar verecek türdendir. Tuhaf olan ise II. Artatama’yı, aynı Hititler Mitanni kralı olan Tuşratta’ya karşı zaten harekete geçirmiş durumda olmalarıdır. Hititler tesadüfe yer bırakmayacak tarzda ince çalışmaktadırlar. II. Artatama, saldırılarını yoğunlaştırdığı süreçte Mattizawa Kassitlere sığınma talebinde bulunur. Ancak Aryen kökenli proto-Kürt olan Kassitler Mattizawa’nın ihanetini bildiklerinden dolayı bu sığınma talebini kabul etmezler. Mattizawa bunun üzerine Hititlere sığınır. Hitit kralı Suppiluliuma, Mattizawa’yı ihanetinin daha da katmerleşmesi için kızıyla evlendirir. İhanetçi böylece daha sağlam kazığa bağlanmıştır. Giderek parçalanmış olan Mitanniler, çok sayıda devletçiğe dönüşecektir. Bu devletçiklerinden birinin başına-ki en küçüğüne-Mattizawa’yı verirler. “Böl-yönet politikasının” en ilkel hali herhalde bu olmalıdır. II. Artatama öncülüğünde Mitannilere karşı saldırılarla zayıflatılacak, dağılan parçalanmış ülkeye de kendi istediklerini atayarak tuzak tamamlanmış olacaktır. Nitekim 1340’lara geldiğimizde Mitanniler zayıflamış ve tarihin ileri aşamasında ise tümden dağılmıştır. Dağıtılıp bölük-pörçük hale getirilmiş yapının gerisinde kalanlara çok farklı adlar takılacaktır. Tarihte Kürtlerin ve onların atalarının birlikteliğinden korkan güçler, her zaman öncelikle Kürtleri parçalamayı düşünmüşlerdir. Zira Kürdün bir olması demek, kendiliğinden büyük bir gücün ortaya çıkması demektir. Bunun için parçalayarak bölmek gerekir. Ve ne tuhaftır ki halen de aynı oyun, aynı doku üzerinden yeniden yeniden ısıtılıp Kürt halkının önüne çıkarılabilmektedir. Üstelik bu modern oyun kapitalizm döneminin en korkunç ve en insanlık dışı uygulamalarını çok rahat göze alırcasına planlanabilmektedir. “Kürt Teşisi dönmeye devam ediyor” derken kastettiğimiz bu gerçekliktir.
Son olarak ünlü Kürt edebiyatçı Mehmet Uzun’un, “Bîra Kaderê (Kader Kuyusu)” ve “Yitik bir Aşkın Gölgesinde” isimli kitaplarında işlediği Kürt karakterlerini ele alıp değerlendirerek, Kürdün aynı dokudan oluşan, özgüvensiz, ihanet dolu ve egemenlere ait silik tiplemelerini daha iyi görebiliriz.
Mehmet Uzun “Kader Kuyusu’nda” Bedirxan'nın torunlarından Mir Emin Bedirxan’nın oğlu Celadet Bedirxan’ın biyografisini ele alır. Tabi bunu yaparken Bedirxanları da çok güzel ifadelerle ve duygu yüklü anlatımlarla nakşeder. İsyanın ardından, İstanbul’daki ve diğer sahalardaki sürgünün acılarını detaylarıyla işler. Ülkeden uzak ve ülke aşkıyla yetişen Mir Bedirxan’nın aile fertleri belirgin olarak göze çarparlar. Onların en belirgin özellikleri, duygu yüklü Kürt ve Kürdistan aşklarıdır. Yetişen torunlar, Kürdistan için bir şey yapma çabasındadırlar. Mithat Bey, Kahire’de 1898 yılında ilk Kürt gazetesini çıkarır. İstanbul‘da dernek kurmak gibi çalışmalarda öncülük düzeyindeki çabaları eksik olmaz.
Ancak şu gerçek de, belirgin olarak görülür. Kürt aşkıyla yanan Bedirxanların, tek bir eyleme girişmeleri söz konusu bile değildir. Kamuran ve Saffet Avrupa’da yaşarlar. Saffet orada evlenerek yaşamını sürdürür. Celadet Şam’da yaşar. İçki alemleri hiç eksik olmaz. Ne kadar zor şartlarda yaşadığını ve Kürt ozanlarından nasıl “Ağıt” dinlediğini hep okuruz. Ancak örgütlenme yoktur! Eyleme girişme yoktur! Ülkenin kurtarılması ile yaşamlarını ülke ve halk için feda etmeyi göze alma duruşları söz konusu bile değildir! Aydındırlar, yurtseverdirler, duygusaldırlar. Ama politik eylem yoktur. Kendi yaşamını bir ülke için feda edecek tutum ve davranışları yoktur. Sertlik geliştiğinde sinme vardır, geri çekilme vardır, meydanı bırakma vardır. Bu bir trajedidir. Kürt halkına öncülük yapmaya çalışan ya da onun için yetiştirilen kesimin içler acısı durumu böyledir. Aslında milliyetçilik çağının en kızgın döneminde ve ulusal kurtuluş örgütlenmelerinin objektif koşullarının en müsait olduğu zamanlarda, aristokratik Kürt elitlerinden arta kalan korkunç bir sindirilmişlik ve ölümcül mukaderatın ayan beyan kabulüdür.
Daha net ve çarpıcı bir diğer örnek ise “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” işlenen Memduh Selim karakteridir. Kendisi İkinci Meşrutiyet’ten sonra Kürt Hareketi içerisinde saygın olan bir isimdir. Celadet’in de yakın dostudur. 1927’lerde kurulan Xoybun Hareketi’ne de katılmış. Ülke hasretini gidermek için Suriye’de Antakya’ya yakın bir yere yerleşir. İyi, temiz, dürüst ve yurtsever bir aydındır. 1930'larda Xoybun örgütü, İhsan Nuri Paşa’ya destek sunacak bir Xoybun yöneticisi ya da aydınını Ağrı’ya göndermek ister. Halep’te toplantı yapılır. Celadet de hazırdır. Tartışmanın sonucunda bekâr olduğu için Memduh Selim Bey, Ağrı’ya İhsan Nuri Paşa’nın yanına destek amaçlı gönderilir. Birkaç ay için gidip gelecektir. Ne var ki Memduh Selim Bey bir Çerkez kızına âşıktır ve gizlice sözlenmişlerdir. Xoybuncular tüm bunlardan habersizdir…
Memduh Selim Bey, Ağrı’ya gider. Bir ay, iki ay derken, birkaç yıl kalmak zorunda kalır. Ne de olsa Kürt namusu ve gururuna sahip bir aydındır. Birkaç yıl sonra yenik bir halde geri döndüğünde, Çerkez güzeli de gitmiştir. Sonuç yıkılan bir Memduh Selim Bey’dir.
Bir halkın kaderini değiştirmeye çalışan temiz ve yurtsever aydınların acınası gerçekliği böyledir. Objektif olarak bu kişiliklere ihanetçi mi denilecek, yoksa kilitlenmiş kişilikler mi denilecektir!? Bu oldukça zorlayıcı bir sorudur. Hâlbuki o tertemiz duygular, böyle yetersiz bir eylemi ya da eylemsizliği hak etmemektedir…
Zira bu gerçeklik bir dokudan kaynaklanmaktadır. İşgalcilerce eğitilerek çaptan düşürülmüş bir Kürt egemen sınıfını anlatır. Diğer halklarda ülkeleri işgal edilmişse, her gün halka tecavüz ediliyorsa, en azından onuru kurtarmak için kendini ortaya atma durumu vardır. Daha düzenli ve güç haline gelerek, kendini örgütleyerek, her şeyini ortaya koyarak kendini feda etme hali vardır. Bu insan olmanın da bir gereğidir. Ülke işgal edilmiş, halkın onuru ve namusu her gün çiğneniyorsa, buna karşı direnişe geçmeme ve mücadeleye atılmama, tek kelimeyle onursuzluktur. İnsanlıktan çıkmadır. Başka bir anlamlandırma ve kavramlaştırma sadece ve sadece gerçekleri yozlaştırma olacaktır. “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek, insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” der Jean Jacques Rousseau. Kürt egemen dokusunda olan tam da budur: Yapılanı sineye çekmedir, içki masalarında nara atmadır ve de derin derin Kürt dengbejlerini dinleyerek sahte bir milli romantizm ile kendini avutmadır!
En iyileri böyleyken bir kesimi vardır ki; Kürt halkının her şeyini kendi statüleri, kendi yaşamları için kullanma, pazarlama ve peşkeş çekme hareketleri kendileri için son derece olağandır. Çünkü böyle şekillenmişlerdir. Bu yüzden bu gerçekliklerini teşhir eden ve gerçeklerini açığa çıkaran herkese karşı hiçbir utanma ve sıkılma hissetmeden gözü karaca saldırmaktan da geri durmazlar.
Ülkesi için hiçbir karşılık beklemeksizin canını malını ortaya koyan ülke fedailerine karşı böyle kişiliklerin saldırmaları, Kürt Özgürlük Hareketinin tarihinde artık sıradanlaşmış bulunmaktadır.
Avrupa’da seyrü sefa içinde yaşayıp tek bir evladını ülkeye göndermeyen bu sahte “yurtseverlere” ne demeli? Ve Kürt Özgürlük Hareketinin bir numaralı düşmanlığını yürüten bu kişilikler nasıl adlandırılmalı? Bunlara söylenecek olan şu olabilir: “Tanrım affet onları, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” (İncil’de geçen, İsa’nın Golgatha’da çarmıhtayken Yahudilerin onu taşlamasına verdiği tarihi cevap). Zira ihanet ve işbirlikçilik bir kere onların genlerine işlemiştir. Ve bu düşürülmüşlük ile bu ihanet hali, bu tiplerden gelen kişiliklerde karakter haline gelmiştir.
Karakter haline gelmesinin yanı sıra, bir de, her gün bir şekilde bu halkı için hiçbir şeyi yapmaktan esirgemeyenlere dil uzatabiliyorlar. Halkımız çok ciddi bir soykırım cenderesine alınmasına rağmen, ekran ekran dolaşarak “halen erkendir” diyenler özü itibariyle bu soykırımcı politikaların sadece ortakları değil bizatihi maşa olarak kullananları oldukları için tarihe-Kürdistan özgürlük tarihinde- birer kara leke olarak her zaman anılacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
17 Mayıs 2014 tarihinde saat 13.00 ile 15.00 arası işgalci TC ordusuna ait özel hareket timlerinden oluşan birlikler Ağrı/Diyadin'e bağlı Tutek ve Rahmankulu köylerinin kırsalında bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Bir atom zerreciğinden koca bir evren doğar
Küçük bir su dalgasından büyük bir fırtına
Bir kar taneciğinden büyük bir çığ oluşur.
Bir Ana’dan bir Önder
Bir Önderden bir Parti
Bir Partiden büyük bir isyan
Ve bir isyandan özgür bir halk ve ülke doğar.
Enternasyonal yönü kadar Mayıs ayı, PKK direniş geleneğinde de Şehitler Ayı, 18 Mayıs ise şehitler günü olarak anılmaktadır..
PKK’nin ilk büyük şehidi Haki KARER, Halil ÇAVGUN ve ardından DÖRTLER, daha sonra yüzlercesinin bugüne nakşettikleri kahramanca direniş, parti tarihimizde anlamlı bir gün ve ay olarak yerini almıştır.
“Şehitlik günü, kavranması ve gereklerinin yerine getirilmesi en zor olan bir kavramdır. Şehidi anlamak, şehide hakkını vermek, şehidin vasiyetine göre yaşamak bir devrimcinin en temel ve başta ele alması gereken görev ve sorumluluğu olduğu gibi; bunu egemen kılmak, onun savaşımını kesin vermek, bağlılığın en vazgeçilmez bir gereğidir.”
Selam olsun en değerli varlıklarıyla Mayıs ayını kızıllaştırıp yolumuzu aydınlatan şehitlerimize.
Selam olsun özgürlük dağlarımıza ve onu özgürleştiren ölümsüz kahramanlarımıza.
Varsın cirit atsın soysuz çakallar. Köşe başlarında pusuya yatsın ağzı salyalı kaçkın güruhlar. Leş kargaları üşüşsün ölü bedenlerimize. Bir taraftan Çürümüş ve kokuşmuş yürekleriyle karanlık dehlizlerde gizlenir münafık hainler. Ve diğer yandan aşağılıkça beslenir artıklarıyla çöplüğünde modernitenin komprador işbirlikçi orta sınıf burjuvaları. Bir taraftan da en kutsal değerleri meze yapar içki masalarında entel maskeli itirafçı haramzadeler. Elbette bunlarında bir sonu vardır. Tıpkı, her karanlığın bir aydınlığa evirilmesi gibi…
Dönüp bakalım insanlık tarihine;
Hangi alçağın adı yüceltilir ki, tarih sayfalarında.
Ve hangi teslimiyet övülmüştür ki kutsal kitaplarda.
Hangi korkaktan övgüyle söz eder ki, insanlık!
Ortak ahlakı ve yargısı değilimdir ki insanın; lanetlemek teslimiyeti ve ihaneti. Çünkü insanı insan yapan direnmektir. Çünkü yaşamanın diğer adıdır onurluca direnmek.
Bundandır ki, şiarımız; Ya özgür yaşam, ya da hiç yaşamamaktır!
Ve Mayıs’ta İnatla yükseliyor şanlı kavgamız Kürdistan’da. Doğuyor Güneşimiz ufukta ve yakıp kül ediyor insanın insana kulluğunu. Tarihin ve yaşamın gerçek kitabı yeniden yazılıyor Kürdistan topraklarında. Destansı bir diriliş öyküsü ve sonu gelmeyen bitimsiz bir roman yazılmaktadır. Kan ve canla filizleniyor ülke toprakları. Dağların doruklarından ovalarına yayılıyor özgürlük türkülerimiz. Ve kadınlar, yankılanan sloganlarıyla rengârenk giysileriyle kuşatıyor serhıldan meydanlarını… GÜNEŞ’in yoldaşlığında çıkıyoruz Tanrıça diyarlarına ve ne varsa alemde insana dair güzellikleri bir bir açığa çıkarıp hakikatin dergâhında yoğurup sunuyoruz insanlık sofrasına. Hiç tereddütsüz biliyoruz ki, özgür ve aydınlık yarınlar bizim olacak mutlaka.
Nasırlı elleriyle ilmik, ilmik üretip örerken yaşamı emekçiler, Kan kırmızısı karanfillere dönüşür 1 Mayıs alanlarında. Görkemli bir ruhla mayıs dirilişinin simgeleri ölümsüz büyük devrimciler atılır şanlı kavganın ön siperlerine ve uyanışın ve başkaldırışın startı verilir şafak vaktinde. Bundandır Mayıs’ın DİRENİŞ’le anılması. Direniş Mayısın diğer adıdır. Direnişsiz Mayıs, Mayıs’sız direnişin anlamı yoktur. Mayıs direniş bilinci ve ruhudur. Mayıs; Albert PERSONS’dan Denizlere, İbrahimlere, Hakilere, Halillere, Ferhatlara ve daha yüzlerce devrimcinin ezilmişliğe, köleliğe, sömürüye ve teslimiyete karşı Özgürlük haykırışıdır. Mayıs; demokratik sosyalist bir dünya özlemi ve arayışıdır. Bu nedenle karanlığa inat her zamankiden daha bir parlaktır yıldızlar Mayısta. Çünkü Stérkleşen Şehitler ayıdır Mayıs.
1886’da 1 Mayıs direnişinin yiğit işçi önderleri Albert PERSONS ve arkadaşlarının idamıyla başlar enternasyonal; "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” 1 Mayıs. 1 Mayısta gelişen direniş dalgası daha sonra tüm kıtalara yayılarak uluslararası bir direniş ruhu ve geleneğine dönüşür. Ve sonra Mayıs Ayını;DENİZ mavisinden, İBO asaletine, Halil’den HAKİ ve DÖRTLER’e uzanan bir gökkuşağı rengi sarar ve Amanos'ta yıldızlaşır Yedi genç Kürt gerillası…Her biri devrime akan direniş ve irade timsali. Her biri bir isyan abidesi… Herbiri hakikat savaşçısı. Gerçek hakikatin yoldaşları. Muştucuları özgür yarınların, barış yürekli, güneş yüzlü ve ateş soylu Mezopotamya'nın şen çocukları. Adressiz ve mekânsız değildir mezarları. Kutsal topraklar mezar ve gökyüzü kefenleridir onların. Öylesine büyük buluşurlar kutsal vatan toprağıyla. Zerdüşt ateşgahlarında arınıp böylesine görkemli direnişle şahadete ulaşıp zapt edilmez bir çağlayan misali aktılar BİLGENİN DENİZİNE…
Tanıktır bize gökyüzü, yüce dağlar ve akan sular. Bizimde dağlarımız var ey insanlık! Ve dağlarımızda kahramanlarımız. Ve bilinmelidir ki, dikinceye dek özgürlük bayrağını tepesine dünyanın hiç eksik olmayacak Agitlerimiz.
Tarih son hükmünü vermedi henüz. Yazılmadı daha son tarih sayfaları. Ve söylenmedi daha son sözler. Gelenek olduğu üzere son sözü mutlaka hep DİRENENLER söyleyecek ve doğacak yeni özgür bir dünya Mayıs kızıllığında ölümsüzleşen büyük devrimcilerin geleneğinde… Zira gerçek devrimciler üreten, geliştiren tüm emekçi insanlığın gerçek dostlarıdır. Gerçek dostlar ise tıpkı yıldızlara benzerler. Karanlık zamanlarda ilk onlar belirir ve bir aydınlatıcı meşale misali daima yol göstericiler olurlar. Tarihten de öğrendiğimiz gibi devrimler ancak böylesibüyük devrimcilerin iz düşümleri üzerinden gerçekleşir.
Dıjwar SASON
Mayıs 2014
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerilla güçlerimizin uyarılarını dikkate almayan T.C devleti karakol yapımını devam ettirmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 14 Mayıs tarihinden bu yana işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları ve insansız hava araçları Medya Savunma Alanlarımızdan Zagros bölgesi üzerinde belli aralıklarla uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 13 Mayıs tarihinde Hakkari'ye bağlı Meskan Tepesinde yaşanan çatışma bilgisini halkımızın ve kamuoyunun bilgisine sunmuştuk.
- Ayrıntılar
Ferhat Kurtaylar'ın şanlı ölüm kararı bir bahar gününde verilmiş büyük bir karardı. Mazlumlar'ın Newroz ateşi, Dörtlerin bedenlerinde çıra gibi tutuşturularak sürdürüldü. Zindanı aydınlatan tarihi bir karardı. Dayatılan müthiş zulmü, karanlığı boğma eylemiydi. Mazlum yoldaşın kararı, yaşam iddiası, yaşama saygıdan vazgeçmeme kararıyken, Dörtlerin eylemi ise; Mazlum yoldaşın kararını daha da pratikleştirmek, daha da kitleselleştirmek, daha da yaşamsal kılmaktı. Kararın amacı kadar, içeriği ve gerçekleşme biçimi de müthiştir. Mutlaka bütün yönleriyle anlamak, yaşam, halk ve militan gerekçemiz haline getirmek, her "namusluyum, bağlıyım," diyenin temel görevidir.
REBER APO
YOLDAŞLARA VE TÜM İNSANLIĞA!
Çağımızda ulusal ve sınıfsal uyanışlar yoğunluk kazanarak boyutlanıyor. Halklar esaretten kurtulmanın savaşım bayrağını emperyalizme karşı sömürgeciliğe ve her türden gericiliğe karşı yükseltiyorlar. Proleterya kendi öz iktidarını korumak için, tarihsel görevini adım adım yerine getiriyor. Dünyanın dört bir yanında anti-emperyalist, anti-faşist, anti-sömürgeci mücadeleler tırnakla, kanla, canla, emekle, acıyla ilerliyor.
Bu mücadeleler sonucudur ki, emperyalizm dünyanın birçok yerinde yok olmuştur. Ve çoğu bölgede can çekişiyor. Sömürgecilik de aynı akıbetten kurtulamamış. Keza faşizmin halkların ve proleteryanın devrimci adımları karşısında her gün biraz daha ölmeye mahkûm oluyor.
Çağımız; devrimler cephesiyle karşı devrimler cephesinde yaşamın her anında kıyasıya bir savaşımın sürdüğü ve ibrenin her gün biraz daha birincilerden yana eğildiği, dünya halklarının ve emekçilerinin özlediği geleceklerine yaklaştıkları bir çağdır.
Tarih çarkının ileriye doğru döndürülmesi Vietnam, Kamboçya, Küba, Filistin, Kürt halklarının, Rus, Alman ve Bulgar proleteryasının kanıyla, canıyla gerçekleşiyor.
İçte zaferle taçlanan Vietnam ulusal bağımsızlık ve özgürlük savaşı, dünya devrim tarihine kazandırdığı zengin tecrübelerle, yaptığı ve yarattığı değerli katkılarla, esaret altındaki dünya halklarına kurtuluş mücadelelerinde bir ışık gibi yol gösterici oluyor.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin her santimetresi büyük acılar pahasına gelişir, büyük fedakârlıklar ister. Bu uzun süreli savaşım, en başta halk bağımsızlığı için ölüm ister. Bir halkın ulusal bağımsızlık ve özgürlük kavgası o olgular üzerinde yükselir. Zaferi ufukta hissedebilmek, görebilmek için inanarak savaşmak, savaşarak inanmak gerekiyor.
Ulusal bağımsızlığa ulaşabilmek, halka inebilmek onunla bütünleşmekle olur ancak. Örgütlülüğün, kitleselleşmenin yolu halkı bilmek, anlamak ve ona kurtuluş inancını kavratmaktan geçer. Bu da doğru bir önderlik gerektirir. Önderlikle halk kaynaştığı noktada tüm zorluklara katlanılır, dahası aşılır hale gelir.
Bu açıdan Kürdistan tarihine kısa bir göz attığımızda, kaosa yol açan bir örgütsüzlük, önderlik adına çıkarları için halkı karanlıklara iten teslimiyetçi uşak karakterli sınıf düşmanlarının ihaneti karşımıza çıkıyor. Bağımsızlık için her defasında başlatılan savaşım, işgalci, istilacı, sömürgeci devletlerin gaddar, acımasız bastırmasıyla boğulmuştur. Halkımızın bizlere bıraktığı bir direnme mirası vardır. Bütün bunlara rağmen.
Kürdistan halkı kadar bağımsızlığı için kan döken, evlatlarını toprağa gömen direnişçi bir halk doğru bir Önderliğe, en azından kendi direnişçiliği paralelinde, kendine yabancılaşmayan bir önderliğe sahip olsaydı, Kürdistan bir defa değil, on defa bağımsızlığa kavuşmuş olacaktı.
Bu halk ki; Asur İmparatorluğu'nun tahtını başına yıktı. Ortadoğu'ya bir güneş gibi açılan Medya'yı kurdu.
Bu halk ki; Doğudan, Batıdan, Güneyden dalga dalga gelen istilacı ordulara, fetihçi imparatorlara karşı bağımsızlık meşalesini elden bırakmadı. Aç kaldı, açıkta kaldı ama ulu dağlarında sevdasını sürdürdü.
Bu halk ki; diliyle yaşadı, kültürüyle yaşadı, Mêm ü Zinî, Ahmede Xanê, Feqiye Teyranileri çıkardı.
Bu halk ki; Türk, Fars, Arap sömürgeciliğine karşı Ubeydullah, Bedirhanlılar, Beydinanlılar, Yezdan Şer, Revanduz, Sason, Ağrı, Zilan, Palo, Genç, Hani, Dersim direnişleriyle bağımsızlık sevdasını sürdürdü.
Yendi, yenildi, ama yenilgiler onu ürkütmedi. Dar günlerinde Bese’leri yanında gördü. Kanları toprakta güllenen sayısız direnişçi, gencecik Kürt yiğitlerinin anısıyla yaşadı.
Yenilgilerinde teslim olmamak için, düşmanın eline sağ düşmemek için yüce dağlardan uçurumlara kendilerini atan Bese’leri kendilerine örnek aldı bu halk.
Bu halkın yıllarca kanla bastırılan suskunluğu, yok edildiği sanılan bağımsızlık özlemi; direnişçiliği, çağdaşlığı, örgütlülüğü şahsında somutlaştıran PKK'nin doğuşuyla yeniden daha coşkulu, daha istekli ve kararlı olarak topraklarımızda filizlendi, gelişti, boyutlandı.
PKK'nin ideolojik, politik, örgütsel alanda şekillenmesiyle birlikte Türk sömürgeciliğinin azgın saldırılarına, komplolarına hedef oldu. Hareketimizin kurucularından büyük komünist önder ve enternasyonalist Haki Karer böyle bir komplo ile şehit edildi. Haki yoldaşımızın katledilmesi, Kürdistan'da devrimci mücadele vermenin zorluklarının boyutu hakkında da önemli ipuçları verdi.
Kürdistan'da örgütlenmenin, halka inmenin ve halk savaşı vermenin daha ilk adımları atılırken, karşılaşılacak güçlükleri aşabilmek için, devrimci şiddet uygulamak zorunlu ve bunu mücadelemiz açısından yaşamsallığı tartışmasız kabul edildi. Bu yönüyle Haki fiziki ölümüyle bile mücadelemizin sıçrama yapmasının denek taşı oldu.
Haki'nin katledilmesi, sömürgeciliğe karşı savaşabilmek için, ölümü yaşamın bir parçası gibi görmek gerektiğini kavrattı bize.
Bugün Diyarbakır zindanında, düşman bizim şahsımızda halkımızın kurtuluş umudu, biricik önderi partimizi boğmaya çalışıyor. Bu bir ölüm-kalım savaşıdır. Savaşlar kaybedilebilinir, ama bizim kaybetmeye tahammülümüz yoktur, olmamalıdır. Çünkü bunun sonuçları çok ağır olacaktır. Sorumluluğu ise taşınamayacak denli ağır, yaralayıcı olacaktır. Bu savaşı kaybetme tahammülümüz yoktur. Bu yola girerken, lekesiz bir direniş bayrağının altında çalıştık ve bunu aynı temiz haliyle taşımak zorundayız. Başka seçeneğimiz yoktur. Bu bayrak altında yaşamanın ve onu yükseltmenin direnmekten başka bir yolu yoktur.
Bunu çok kısa bir süre önce büyük Önderimiz Mazlum yoldaşımız gösterdi. Bu her zaman olduğu gibi çok zor ve sancılı bir dönemi yaşamakta olduğumuz Diyarbakır zindanında da yol göstericiliğinin değerli yaşamını feda ederek yaptı.
Parti Önderliğimiz, Mazlum yoldaşın şahsında sorumluluğunu en iyi şekilde, bir kez daha kanıtladı. Şimdi sıra bizimdir.
Evet, Partimiz bizden direnmeyi istiyor. Esir düştüğümüz ve her türlü silahtan yoksun bulunduğumuz bu koşullarda, canımızı, kanımızı ateşlememizi istiyor.
Yakılacak her ateş, örülmek istenen karanlığı ışığa boğacaktır. Yakılacak her ateş, ihanetin, teslimiyetin hain duvarlarını yerle bir edecek, bizi halkımıza ulaştıracak, halkımızın bizlere bağladığı umudu çoğaltacaktır. Yakılacak her ateş, Mazlumun üç çöp ateşiyle bütünleşip, gürleşecektir. İşkencelerin, sömürgeci faşistlerin iğrenç emellerini yıkacaktır.
Arkadaşlar!
Düşman barbar, düşman acımasız, düşman amacına ulaşmakta kararlı. Buna 'dur' demesek bırakalım devrimcilikte, insanlığımızdan bile utanacağız. Bu zindanda partimiz adına, halkımız adına alnımızın akıyla çıkmasak, gelecek nesiller bizi lanetleyecektir. Hiçbir gerekçe bizi tarihimizin ve halkımızın sorgulamasından kurtaramaz.
Biz, halk olarak bugün dışarıda olduğu gibi, zindanlarda da bir ölüm-kalım dönemini yaşıyoruz. Bunu aşabilmenin yolu bellidir. Parti tarihimizin tecrübe ve mirası bize büyük bir direniş geleneği bıraktı. Bu geleneği sürdürmek her zaman zorunludur. Ama bugün düşmanın bizi ve halkımızı yok etmek için sınır tanımaz, çok yönlü ve o denli tehlikeli saldırılara giriştiği Diyarbakır zindanında bu direnişçi geleneğin sürdürmek daha önemli, daha çok zorunlu ve daha çok yaşamsal bir hal almıştır.
Her partili arkadaş, her insan, her namuslu Kürt yurtseveri, PKK sempatizanı ve taraftarı bu bilinçle üzerine düşen sorumluluktan kaçmamalıdır. Herkesin yapabileceği bir şeyi vardır mutlaka. Ve hepimiz, partimizin, halkımızın bugün bizlerden beklediklerini, istediklerini iyi bilmeli ve bu bilinçle mücadele vermelidir.
Bizler bu eylemi gerçekleştirmekle, sadece Partimize, halkımıza ve ilerici insanlığa karşı duyduğumuz sorumluluğu, güveni, inancı pratikte de göstermiş olacağız.
Yoldaşlar!
Şunu çok iyi bilin ki, bundan sonra Türkiye ve Kürt halkı sizinle olacaktır. Bizler Antep'de Haki'nin, Hilvan'da Halil'in, Dersim'de Bese'nin, zindanlarda Mazlum DOĞAN'ın takipçisiyiz. Bizler korkmuyoruz, sizler de korkmayınız
Kahrolsun sömürgecilik!
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın PKK!
Yaşasın Ulusal Kurtuluş
Mücadelemiz!
Ferhat KURTAY
Eşref ANYIK
Mahmut ZENGİN
Necmi ÖNER
- Ayrıntılar
Bir yılı aşkın bir süredir, yaşananlar/söylenenler/yazılanlar/çizilenler… Hem anladığını sananları, hem anlamış gibi görünenleri, hem de anlamaya çalışıyormuş edasındakileri defalarca nakavt etmiş bu süre içinde değişmeyen temel şeyler;
*Karakol veya kalekol yapımlarında neden HPG tarafından müdahale de bulunuyor
*Kürt illerinde ve ilçelerinde gerçekleşen gösteriler de, neden polisle çatışmalar oluyor
*Rojava konusunda sınır hattında yer yer gerginliklerin yaşanması neden engellenmiyor
*Dağdan ölüm haberleri gelmiyorken, neden halen dağa yaşamaya gidiliyor
*İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bilumum Türkiyenin batısında neden Kürtler meydanı boş bırakıyor
Bu şekilde çoğaltabilecek örnekleri yan yana, alt altta getirdiğinizde bunlara verdiğiniz cevaplar, gösterdiğiniz tepkiler sözü edilen bu süre içerisinde neyi anladığınızı, ne kadarını kavradığınızı ve neleri yaptığınızı bir ayna gibi yüzüne tutacaktır!
Çok kestirme bir şekilde “…eğer bunlar varsa, süreç müreç yok” diyebilirsiniz!
Ya da iyimser bir dille “…tamam bunlar oluyor ama yine de her şey güzel olacak” da diyebilirsiniz pekala…
Yani;
Ne söylerseniz söyleyin, bu olanları veya yaşananları ilk elden etkileme güçleri yoktur bunların.
Fakat yine de sizi bunlardan kaçıramazlar, sizin sorumluluğunuzu ortadan kaldıramazlar! Nerede durursanız durun, vaki olan biraz da budur…
O zaman tekrar başa dönmek gerekirse;
Süreç denilen şey var mı? Belli değil olup olmadığı varsa bile neye benzediğini halen net bir şekilde göremiyoruz.
Sıraladığımız maddelere göre günlük gelişmeler ortaya çıkıyor mu? Muhtemelen evet, o zaman sırat köprüsü üzerinde yaşanıyor her şey!
Basın, Hükümet ve devlet kanallarında bunlara yönelik her fırsatta çeşitli yönelimler, topluma yönelik müdahaleler oluyor mu?
Kuşkusuz…
HPG’nin tavrı, müdafaası veya meşru savunması, bunlara rağmen bunlar yürütülüyor mu?
Evet diyenler için; peki, daha iyi ve bütünlüklü mücadele için daha fazla neler yapılabilir sorusuyla yüzleşiyor muyuz!!!
Evet demeyenler için; madem karşı taraftan saldırılar ve sulandırmalar durmadan devam ettiriliyor; reaksiyon bağlamında sadece seyretme-ufak çapta yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla rahatsızlığın tevazusunu göstermenin dışında; neler yapılabilir sorusuyla yüzleşebiliyor muyuz!!!
Tüm bunların neticesinde tuhaf bir hikâyenin, karakteri olduğumuz ortaya çıkıyor.
O kadar benzerlik ve o kadar psişik bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız işte; baktığımız yerde ve bakışımız da, karşımıza çıkan yine biziz…
Gördüklerimiz karşısında, anlamaya çalıştıklarımızın karşılığında ne yapıyoruz? İşte bu tuhaf hikayenin son sözünü yazacak, önermesini ortaya koyacak olan da bu sorunun cevabıdır…
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Ellere ellere diye Nasreddin Hoca’nın bir hikayesi vardır.
Hoca bir gün minarede vaaz verirken; fakire, fukaraya, kimsesize, dilenciye, hiçbir şeyi olmayan herkese yardım edilmesi gerektiğini, kimin neyi varsa hiçbir şeyi olmayanlarla paylaşması gerektiğini geniş geniş anlatır. Kaldı ki bu söylenenler hem bu topraklarda yeşermiş olan kültürün gereğidir, hem de İslam dininin bu topraklarda kurallara bağlayarak bıraktığı bir mirastır.
Nasreddin Hoca vaazını verir. Akşam eve döner ve bir köşeye çekilerek yemek saatini bekler. Beklemeye bekler ancak akşam yemeği bir türlü gelmez. Bir türlü gelmediği gibi geleceği de yoktur. Yoktur çünkü Nasreddin Hoca’nın eşinin yemek yapacak herhangi bir hareketi de yoktur. Saatlerce bekleyen Hoca eni sonunda dayanmaz ve “hanım hanım geç oldu, akşam yemeğini yemeyecek miyiz(?)” diye sorar. Nasreddin Hoca’nın eşinin verdiği cevap ise: “Aman Hoca sen minarede vaaz vermedin mi, fakire, fukaraya, dilenciye neyiniz varsa verin diye. Bende evimize gelen dilencilere, fakir ve fukaralara evde neyimiz varsa verdim. Ne nevalemiz ne de azığımız kaldı. Bunun için de yemek yapmadım” olacaktır.
Nasreddin Hoca bu beklenmedik ve acayip duruma; “ama Hanım benim söylediklerim ellere elleredir” diyecektir.
Şimdi Türkiye devletinin siyasetçilerine baktığımızda günlük olarak söyledikleri ağırlıklı olarak “ellere ellere” siyasetidir.
Örneğin bir iki gün önce Türkiye devletinin ve de Akp’nin dışişleri bakanı olan Davutoğlu Ukrayna’da olup bitenler için: “Ukrayna’da yeni Berlin duvarı örülmesin” cümlesini çok ciddi bir şekilde sarf etti.
Ciddi olmasına ciddi. Malum Berlin Duvarını zamanının Doğu Almanya’sı 1961 yılında Batı Berlin’den ayırmak için inşa etmişti. Ve bu duvar yıllar yılı herkes için bir nevi bir utanç duvarı olarak kalmıştı. Ne kadar insanın bu duvarları aşmak isterken yaşamını yitirdiğini söylemeye gerek bile yoktur.
İşte bu Berlin Duvarına atfen Davutoğlu: “Ukrayna’da yeni Berlin Duvarı örülmesin” diyor. Muhtemeldir ki bu cümlenin ardından da birçok böyle buna benzer sözü de eklemeyi unutmamıştır. Çünkü böyle sözler hem duygu doludur, hem demokratik içerikli kokarlar, hem insan haklarını çağrıştırır, hem başka insanlara karşı empati yapılmış olunur, hem baskıcılığa karşı çıkılmış olunur, hem insanın vicdanı olunur ve tabii birde genel manada insanlığa ne kadar duyarlı olunduğu söylenerek insanlığın yanında yer alınmış olunur.
Ve akp denilen cenahın sadece bu bakanı böyle değildir. Aslına bakılırsa bu cenahın tüm siyaset tarz Davutoğlu’nun yukarıda ifade ettiğimiz sözlerinde gizlidir. Akp’nin siyaset tarzını çözmek istiyorsak, akp’nin siyasetini görmek istiyorsak ve de akp siyaset tarzını anlamak istiyorsak bu sözleri masaya yatırıp çözümlememiz gerekiyor.
Şimdi Ukrayna’da yeni Berlin Duvarları örülmesin. Tamam, örülmesin ve doğru olanda budur. Halklar birbirlerinden ayrıştırılmasın. Birbirlerine karşı düşman hale getirilmesin. Çitler örülmesin. Davutoğlu’nun dediği gibi bilakis sınırları daha şeffaf hale getirmek de gerekiyor. Tamam, bu söylenenlerin tümü doğrudur.
Peki, bir soru soralım; bugün Rojava Kürdistan’ınıyla TC devletinin hatta bu TC devletinin akp bakanı olan Davutoğlu’nun denetiminde Nusaybin’de yapılan Berlin Duvarına ne demeli?
Peki, Kilis ve İslahiye mıntıkasında Rojava’nın Afrin alanına komşu olan yerlerde kazılan hendekler, çekilen teller, döşenen mayınlar, çekilen telli elektrikler ve sonunda da yapılan duvarlara daha doğrusu Berlin Duvarlarına ne demeliyiz?
Ve tabi Kürdistan’ın birçok yerine böyle kurulan çok sayıda Berlin Duvarları var. Hakkari’nin güneyine düşen birçok dağlık alanına kurulması planlanan ve birçok yerde de yapımına başlanan böylesine Berlin Duvarına ne demeli?
Duvarlardan söz etmişken devam edelim. Kürdistan’ın birçok alanına kurulan Kalekol adı altında tamamen beton Duvarlara ne demeli?
Akp’nin emri ve aklıyla KDP’nin Rojava Kürdistan ile Güney Kürdistan’ına şimdilik kazdığı hendekler ardından gelecek olan telli, dikenli, ışıklı Berlin Duvarına ne diyeceğiz?
Evet, böyle Berlin Duvarları meselelerini dizip devam edebiliriz.
Bir insanın ya da bir hareketinin samimi mi sahtekar mı olduğunu test etmenin en basitinde bir denklemi vardır: Bu denklem söz ile eylem arasındaki uyumdur. Sözler eylemlere yansıyorsa-ideolojik duruşu ne olursa olsun, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz- orada bir samimiyet vardır demektir. Lakin söz ile eylem uyumlu değilse –size yakın olur ya da uzak olur- orada bir sahtekarlık kesin vardır. Orada bir hile vardır. Orada bir kandırma vardır. Orada bir kurnazlık vardır. Ahlakı en dar anlamda: “Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları” olarak ele alırsak, o zaman orada tam bir ahlaksızlık var demektir.
Şimdi Davutoğlu’nun ve de bu akp denilen partinin söylediklerini bu temelde mercek altına aldığımızda –istisnasız görülecektir ki- her zaman ama her zaman tamamen toplumsal ahlaki değerlerden uzak bir siyaset tarzı gütmektedirler. Bu siyaset tarzına ise bizler “ellere ellere siyaset tarzı” diyelim.
Dikkat edelim ve bu söylediklerimizi akp’nin söyledikleri her şeye ama her şeye uygulayalım ve o zaman görülecektir ki akp siyaset tarzında söz ile eylem hep uyumsuzdur. Söz ile eylem birbirini tutmaz. Söz ile eylem hep çelişiktir.
Ama lakin insanlığın tarihte süzülüp gelen en güzel sözlerini, insanlığa hitap eden en güzel değerlerini utanmadan -bu tarz bir ahlaksız kullanma biçimiyle- akp insanlarda halen umut yaratarak, insanları kandırabiliyor. Kandırılmamak için yapmamız gereken basit bir formül vardır, o da: Söz ile eylem arasındaki uyuma bakarak söylenenlerin samimi mi yoksa ahlaki değerlerden kopmuşluk mu olduğuna bakmaktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar