AKP ve CHP’nin birlikte geliştirdikleri yemin krizi BDP’nin üzerine yıkılmak isteniyor. Mevcut krizin, BDP tarafından planlı bir şekilde, “Kürt sorununun çözümünü engellemek maksadıyla” geliştirilmiş bir krizmiş gibi gösterilmeye çalışılması kadar gayri-ahlaki bir siyasete Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dahil olması krizi daha da derinleştirmekten öteye bir anlam taşımıyor.
Gül, yemin krizi ile ilgili olarak yaptığı “Maksat dikkat çekmekse hâsıl oldu” şeklindeki açıklamasıyla BDP’nin tavrına hasıl olmadığını ya da hasıl olmak istemediklerini gösteriyor. Makamı gereği yansız ve çözümleyici bir rol oynaması gereken Cumhurbaşkanlığı’nın bu açıklaması, çözüme dair olan beklentilere “Kürtlere siyasi fahişelik rolü oynatmak isteyen” bir zihniyetle cevap vermenin başka bir biçimi oluyor. Kürt halkının özgür yaşam iradesini bir türlü tanımak istemeyen zihniyetin “Cumhuriyetin” en tepesindeki yansıması oluyor.
Ülkede hegemonya kurmak isteyen AKP’nin yol açtığı cumhuriyet, bu anlamda kesinlikle demokratik bir cumhuriyet temelinde gelişmiyor. Kurulan cumhuriyet bir AKP Cumhuriyeti olmaya doğru eviriliyor, evirildi.
Ne demek yani?
“Maksat dikkat çekmekse hasıl oldu, artık gelip yemin edin” demek, ne anlama gelebilir başka?
Öyle anlaşılıyor ki 29 Mart 2009 seçimleri, 12 Eylül 2010 referandumu ve son olarak da 12 Haziran 2011 seçimlerinde Kürt halkının vermiş olduğu mesajlar anlaşılmak istenmiyor. Anlaşılmanın da ötesinde Kürt halkının barışçıl, demokratik siyasal çözüm çabaları Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir zayıflığı olarak değerlendiriliyor. Çözüme yol açacak projeler üretmek yerine hemen tasfiye planları üzerinde yoğunlaşılıyor.
Kürt halkı gösteriş için, Gül’ün deyimiyle “dikkat çekmek” için meydanlara çıkmıyor. Her defasında meydanlara indiğinde kendisini nelerin beklediğini bilmiyor mu?
Kimyasal atıklar ve plastik bilyeler karıştırılmış tazyikli suların üzerlerine sıkılmasından hoşlanan bir halk olabilir mi?
Başlarına plastik mermi sıkılmasından ve gaz bombası patlatılmasından hoşlanan bir halk olabilir mi?
Panzerler altında çiğnenmekten hoşlanan bir halk olabilir mi?
Coplanmaktan, yerlerde sürüklenmekten, aşağılanmaktan, hakarete maruz kalmaktan hoşlanan bir halk olabilir mi?
Bir halk sırf dikkat çekmek için bu kadar acı çekmeyi göze almaz. Kendine acı çektirmekten hoşlanan bir halk olamaz.
Kürt halkının demokratik direnişini böyle görmek, böyle tanımlamak, Kürt halkının onurlu yaşam ısrarını böyle ifade etmek Kürt halkına yapılan en büyük haksızlıktır. Kürt halkına yönelik en gayrı ahlaki yollarla gerçekleştirilmiş bir hak gaspıdır.
Kürt halkı meşru ve en doğal hak taleplerini dile getirmek için her defasında meydanlara indiğinde kendisini bunların ve dile getirmediğimiz daha bir çok insanlık dışı yönelimlerin beklediğini çok iyi biliyor.
Barışçıl, demokratik siyasal çözümün önünü açmak için hiçbir halk uzun süre bu haksızlıklara ve hakaretlere katlanamaz. Her şeyin bir haddi, bir sınırı vardır.
Her kes hep bir ağızdan bas bas bağırıyor. “Çözüm yeri meclistir” deniliyor. Buna sanki “BDP ve Kürt halkı itiraz ediyor, karşı çıkarak kriz yaratıyor” gibi gösterilmeye çalışılıyor. Çözüme yanaşmak istemeyenin Kürtlermiş gibi gösterildiği, BDP ve Kürt halkınının meydanlarda işkence altında çözüm geliştirmek istiyormuş gibi lânse edildiği bir yargıya aklı, ahlakı ve vicdanı olan hiç kimsenin itibar etmeyeceği açıktır.
Aslına bakılırsa Kürt halkı ne devletten ne de AKP’den bir şey talep etmiyor. Devlet içindeki çözüm karşıtlarını da, AKP’yi de çıldırtan asıl neden budur. Kürtler kendi öz güçleriyle, yaşamın her alanında geliştirecekleri örgütlenmeyle kendi çözümlerini kendileri geliştirebilecek iradeye ulaşmışlardır. Asıl kriz devlet içindeki çözümsüzlük yanlısı hizipler ile AKP’nin bu iradeyi tanımamasından kaynaklanıyor. Kürt halkının geliştirmeye çalıştığı çözümün önü alınmak istenirken krizler yaşanıyor. Yemin krizi olarak adlandırılan krizin perde arkasında gizli tutulmaya çalışılan asıl gerçek bu olmaktadır.
Cumhurbaşkanı Gül’ü de, Meclis Başkanı Çiçek’i de, Başbaka'ı, partisini ve diğer bütün yandaşlarını da, CHP’yi de asıl çıldırtan bu gerçek daha uzun süre saklanmaya çalışılırsa gerçek krizin ne olduğu işte o zaman görülecektir. Umarız yemin krizciğinin çözülmesi için cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere yetkili ve sorumlular köklü krizlere hasıl olmadan, maksada hasıl olurlar.
Mansur Berken
- Ayrıntılar
“Ustalık dönemi” görevine başlayan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ilk sözü ve icraatı BDP ile CHP’yi tehdit etmek olmuş. Bunların meclis çalışmalarını boykotunu kastederek, “Eğer anlaşabilirsek yeni anayasayı MHP ile birlikte yapabiliriz” demiş. Baştan sona şantaj kokan bu söze en iyi cevabı, yine Başbakan’ın çok sevdiği şu söz oluşturuyor: Sevsinler seni!
AKP, sadece MHP ile anlaşarak bir anayasa yapabilir mi? Aritmetik olarak elbette mümkündür bu. AKP ile MHP milletvekilleri toplandığında anayasa yapacak sayıya ulaşmakta ve hatta aşmaktadır. İdeolojik olarak da bu kısmen mümkün görünmektedir. Çünkü, seçim boyunca AKP, MHP ile milliyetçilik yarışı yapmıştır.
Fakat siyaseten bunun mümkün olmadığını herhalde en iyi Başbakan Tayyip Erdoğan bilir. Çünkü, AKP’nin MHP ile anlaşarak yapacağı anayasanın 12 Eylül anayasasından pek farkı olmaz. Böyle bir anayasanın ne yeniliği olur, ne de demokratikliği! Dolayısıyla iç ve dış kamuoyunda meşruiyet kazanamaz. Belki hazırlanması ve meclisten geçmesi kolay olur, fakat demokratik meşruiyet kazanması zordur.
Zaten her iki partinin de 12 Eylül rejiminden pek uzak olmadığı biliniyor. AKP’liler 12 Eylül anayasasına 1982’de de “Evet” oyu vermişlerdir. MHP Lideri Alparslan Türkeş ise, 12 Eylül zindanlarında hapis yatarken “Fikirlerimiz iktidarda, ama biz içerdeyiz” demiştir. Böyle iki partinin yalnız başlarına yapacakları bir anayasanın, 12 Eylül anayasasını boyayıp yeniden pazara sürmek olacağı açıktır.
Herhalde 12 Eylül anayasasından sonra meşruiyeti en zayıf olacak anayasa bir AKP-MHP anayasası olur. Böyle bir anayasa 12 Eylül’ün doğrudan devamı sayılacağı için içte ve dışta yoğun bir demokratik muhalefetle karşılaşır. Bu tür bir anayasanın fazla bir ömrü olmaz. Dolayısıyla demokratik güçlerin bundan korkmaması gerekir.
Kaldıki bu durumu en iyi her iki parti bildiği için böyle bir şey yapmazlar. Bu süreçte böyle geleceği olmayan bir şeye ne AKP angaje olur, ne de MHP! Her iki parti de böyle görünmekten uzak durmaya çalışır. Özellikle kendini “demokrat” göstermeye ve bu temelde herkesi aldatmaya çalışan AKP’nin böyle yaptığı açıktır.
O halde siyaseten böyle yanlış olan ve gerçekleşmesi mümkün görünmeyen bir sözü koskoca Başbakan niye söylemiştir? Bu sözün basit bir şantaj olduğu ve BDP ile CHP’yi korkutmayı hedeflediği açıktır. Güya bu biçimde korkutularak BDP ve CHP’nin meclis çalışmalarına katılmaları sağlanmak istenmektedir.
BDP ve CHP bu sözden etkilenerek veya korkarak meclis çalışmalarına katılırlar mı? Tabi şimdi biz bunu bilemeyiz. Siyasetten biraz anlayanların bu sözün bir şantaj olduğunu fark etmeleri zor değildir. Dolayısıyla BDP ile CHP’yi bu sözle korkutmak zor görünmektedir. Eğer onlar meclis çalışmalarına katılırlarsa bu nedenle değil, başka etkenler sonucu bunu yaparlar.
Bizce demokratik güçler bir AKP-MHP ittifakından korkmamalıdır. Böyle bir şey en başta AKP’yi bitirir. Çünkü AKP’nin yüzündeki her türlü dinci ve demokratik maskeyi aşağı indirir. Son seçimde açıkça gösterdi ki, AKP en büyük gücünü sözde MHP karşıtı ve MHP ile mücadele içinde görünmekten almaktadır.
AKP ile MHP’nin açıkça yapılan ittifakı değil, gizli var olan ittifakları korkutucu olmalıdır. Açıktan sözde tüm parti ve sivil toplum örgütleriyle diyalog sürdürülüyor gibi yapılara, gizliden AKP-MHP ittifakının yürütülmesi tehlikelidir. Bu durum en çok da yeni anayasa yapımı açısından tehlike oluşturmaktadır.
Öyle görünüyor ki, AKP yeni anayasa hazırlama çerçevesinde diğer partileri meclise çekmeye çalışacaktır. MHP bile bu noktada siyaset yapmakta ve dışlanmamaya çaba harcamaktadır. Yeni anayasa yapımı tüm partilerin ve 12 Haziran meclisinin olmazsa olmazı durumundadır. Adeta siyasetin yumuşak karnı gibidir. Dolayısıyla hiç kimse dışlanmayı göze alamaz.
Bu nedenle, öyle anlaşılıyorki, yeni bir anayasa hazırlık çalışması başlayacaktır. AKP bu çalışmayı sadece MHP ile değil de, görünüşe göre herkesin katılımıyla yapmak istemektedir. Eğer dürüst yaklaşılsa bu durum elbette en iyisi ve demokratik olanıdır. Fakat gerçekten AKP dürüst yaklaşacak mıdır? Bu noktaya iyi bakmak ve buradan endişe duymak gerekir.
Şunu açıkça belirtelim: Yeni anayasa hazırlanması olayında en ciddi tehlike, AKP’nin sözde herkesi katıyor görünüp de sonuçta kendi bildiğini okumasıdır. Bu durumda diğerleri adeta AKP’nin yaması haline gelir. Zaten seçim ardından yaşanan hukuk darbesi de diğer partileri bu çizgiye çekmek için yapılmıştır. Demokratik güçlerin asıl bu noktada duyarlı olmaları ve bu durumdan korkmaları gerekir.
AKP yeni anayasa hazırlama konusunda güven vermemektedir. Adeta bir nalına bir mıhına vurur durumdadır. AKP’de oyun çoktur, dolayısıyla aldanmamak gerekir. Yeni anayasa hazırlama konusunda görünüşte herkesle diyalog ve tartışma içinde olup, gerçekte ise kendi isteklerini esas alabilir. Veya herkesle tartışırken, gizliden MHP veya CHP’den biriyle anlaşarak iki partinin görüşlerini anayasa metnine yerleştirebilir. Bu durumda görünüşte yeni anayasayı herkes hazırlamış, gerçekte ise AKP’nin isteği olmuş olur.
Yeni anayasa hazırlanmasındaki en büyük tehlike budur. Korkulacak olan AKP-MHP ittifakıyla yapılması değil, herkesin katılımıyla yapılıyor görünüp de sadece AKP’nin veya iki partinin görüşünü içermesidir. AKP bunu gizli ittifaklarla yapabileceği gibi, milletvekili çoğunluğuna dayanarak da yapmak isteyebilir. Zaten AKP’nin çoğunluk demokrasisi anlayışına sahip olduğu bilinmektedir.
Besbelliki demokratik siyasette esas zor sürece şimdi girilmektedir. Dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şantajlarından etkilenmeksizin bu zor süreci yürütebilmek gerekir. Anayasa hazırlık çalışmaları çok karmaşık ve oyunlarla dolu geçeceğe benzemektedir. Elbette anayasa herkesin katılımıyla hazırlanmalıdır, demokratik olanı budur. Ancak sonuçta da herkesin ortak çıkarını da içermelidir, gerçek demokrasi bunu gerektirir.
AKP ise birincisine evet deyip ikincisini yok etmek isteyecektir. Yani herkes tartışmalara katılsın, fakat sonucu AKP belirlesin! AKP’nin mantığı budur ve çabası da bu temelde olacaktır. Herkes buna karşı uyanık ve başından itibaren duyarlı ve tedbirli olsun!..
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Gever de iki kiralık katilin vurulmasından sonra, Türk medyasının yürüttüğü psikolojik savaş yöntemi tavan yaptı.
Her ne hikmetse bir kiralık katil Türk subayı, astsubay, uzman çavuş ile Fetullahçı polis, HPG güçlerinin misilleme eylemiyle vurulunca, Fetullahçı vakanivusçular hepsini melek kılığına sokar.
Ardından şu dramatik cümleleri kurarlar.
“Üç aylık evliydi. Yeni evlenmişti.
Daha eşine doyamamıştı.
Eşi yeni hamile.
Yeni bir coçuğu olmuştu”.
Bununla da yetinmeyen Türk medyası, kiralık katillerin güya mutlu aile fotolarını yayınlar.
Annelerinden, babalarından röportaj alır.
Varsa kız kardeşlerinden, erkek kardeşlerinden, dayılarından ve amcalarındanda bir kaç söz alır.
Hepsini manşetten verir.
Öyle bir tablo çizer ki, sanki Türk subayı, astsubayı, uzman çavuşu ile Fetullahçı polisler Kürdistan’a masumane bir geziye çıkmışlar.
Sanki, Kürt halkı, gerillası, annesi, babası ile Mehmet Uytun gibi kundaktaki 18 aylık bebeklerini katletmemişler.
Sanki, para karşılığında kiralık katilliği meslek seçmemişler.
Sanki, hiç kimseyi öldürmemişler.
Sanki, hiç işkence etmemişler.
Sanki, Kürdistan’ı işgal etmemişler.
Sanki, dünyanın en cani yaratıkları değillermiş.
Sanki, hepsi dünyanın en iyi melekriymiş gibi atmosfer yaratıyorlar.
Türk medyası, para karşılığında katilkerliği meslek seçen bu canileri, masum yaratıklar kılıfına sokarken, Türk ordusu ile polisince şehit edilen Kürdistan gerillasını ise canavar katogorisine koyar.
Şöyle manşet atarlar.
“X yerde ölü ele geçirilen terörist 200 kişinin katili”.
“Asker dağ taş terörist avında”.
“10 Terörist silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildi”.
“Polis Katili Öldürüldü”.
Medya bu tür başlıklarla gerillanın şehit düşürülmesini meşrulaştırırken, Türk Ordusu ile Polisinin Kürdistan’a yaptığı canilikleri ise kutsallaştırmaktadır.
Ama şunu da bilmeleri gerekir.
İşgalci her yerde nasıl işgalci ise Türk askeri, polisi ile tüm işgalci memurlar Kürdistan’ın işgalcileridir.
Hepsi soykırımcıdır. insanlık suçunu işlemişlerdir.
Para karşılığında canice Kürdistan’da katliam yapan kiralık katillerdir.
Bu kiralık katillere karşı direnen HPG gerillaları ise, dünyadaki tüm annelerin ak sütleri gibi en zelal, şirin u şerbet ve helal yiğitlerdir.
Bunun dışında başka hakikat varmı ki.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Diyarbakır zindanında 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı gerçekleşen 14 Temmuz Büyük Ölümorucu Direnişinin 29. yıldönümünü yaşıyoruz. Yirmidokuz yıldır Kürt halkı Mazlum Doğan, Hayri Durmuş ve Kemal Pir öncülüğünde gerçekleşen zindan direnişinin etkisi altında yürüyor. Tarihsel olarak kaybettiği her şeyi bu büyük direnişin izinde yürüyerek kazanıyor.
Çok iyi biliniyor ki, 1982 yılının 14 Temmuz’unda Kürt halkının beyni olan aydın gençlik öncüleri Diyarbakır zindanında tarihi bir karar verdiler. 12 Eylül rejiminin teslim alma ve kimliksiz-kişiliksiz kılma politikalarına karşı tarihi ölümorucu direnişine girdiler. Kenan Evren cuntasının itirafçılaştırma-inançsızlaştırma politikalarını başarısız kılarak, inkar ve imha sistemini ideolojik yenilgiye uğrattılar.
Hiç kuşkusuz bu öyle büyük ve anlamlı bir karardır ki, düşmanında bile saygınlık uyandırmayı sağladı. Bu karar temelinde gelişen direniş karşısında 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren bile “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız bile inançlarından vazgeçiremiyorsunuz” diyerek zindan direnişinin büyüklüğünü itiraf etmek zorunda kaldı. Belki de Kenan Evren’de en ciddi zihniyet değişikliği bu olaydan sonra yaşanmıştır.
Genelde zindan direnişinin, özel olarak da 14 Temmuz ölümorucu direnişinin Kürt halkı üzerindeki etkisi ise, azalmak bir yana, 29 yıldır artarak devam etmiştir. Bugün de etkisi taptaze yaşanmakta ve halkı özgürlük mücadelesine sevkeden en büyük kuvvetlerden biri olmaktadır. 29 yıldır binlerce Mazlum, Hayri, Kemal ve Ferhat doğup büyümüş ve özgürlük mücadelesi saflarına katılmıştır. Halk kimliğini ve kişiliğini, onur ve şerefini, umut ve güvenini, cesaret ve fedakarlığını, kısaca özgür ve demokratik olan her şeyini bu direnişin açtığı yolda elde etmiştir.
Kürdistan özgürlük mücadelesinde fedai çizgisi bu direnişle oluşmuştur. Özgürlük mücadelesinin temel ölçüleri bu direnişle kazanılmıştır. “Mezar taşıma borçlu yazılsın” sözünde dile gelen yüksek sorumluluk, mütevazılık ve özeleştirel yaklaşım, “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” sözünde anlam bulan özgür yaşam tutkusu Kürt Özgürlük Hareketinin en temel ölçüleri olmuştur. En zor anda bile özgür insanın yaşamı yaratan temel ölçü ve özellikleri en iyi bir biçimde bu direnişte ortaya çıkmıştır.
Hiç kuşku yok ki, bu tarihi kararı veren ve büyük direnişi yürütenler son derece bilinçli ve iradeli idiler. Ne yaptıklarını ve neye yol açtıklarını çok iyi biliyorlardı. Onlar bugünü daha o zamandan görüyorlardı. Kemal Pir, “Ben bu harekette zaferi görüyorum” derken bugünü o zamandan yaşıyor, Apocu çizginin zafer yaratıcı gücünü derinden idrak ediyordu.
Bu konuda gerçeği tam anlamamıza hizmet eden pratik bir formül de şu: Eğer çok derin bir bilinç, çok güçlü bir inan ve geleceği gören öngörü olmasa, hiç elli-altmış gün ölüm orucuna yatılabilir mi? İnsan soyunun yarattığı en zor direniş biçimi açlık grevi ve ölüm orucu olmalı. Çünkü bunlarda her an gerçekleşen hücre ölümüne karşı bir direniş vardır. Bir anda kalbin durması kolaydır, fakat altmış günün her saniyesinde kalp çırpıntısını dinlemek zordur. 14 Temmuz direnişçiliği işte bu zoru başarma direnişçiliğidir.
Kürt halkı aynı düzeyde olmasa da, bugün de yeni bir tarihi karar verme sürecindedir. 14 Temmuz tarihi kararlılığının otuzuncu yılına girerken yeni bir 14 Temmuz kararlılığı yaratmakla yüzyüzedir. Çünkü özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişimi bunu istemektedir. Devletin ve AKP hükümetinin izlediği politikalar bunu gerektirmektedir. Hiç kuşkusuz bunda da en büyük öğretmen 14 Temmuz direnişinin tarihi dersleri olmaktadır. Yirmidokuz yıl önce nasıl böyle büyük tarihi karar verme gücünü gösterdiyse, Kürt halkı elbette bugün de tarihi karar verme gücünü gösterecektir.
Hiç kimse Kürt halkının tarihi karar verme gücünü bir kez daha sınamaya çalışmamalıdır. Bu halkın neler yaratabileceği anlaşılmak isteniyorsa, o zaman dönülüp yakın tarihe bakılması yeter. Eğer AKP’nin Kürt halk gerçeğini anlamakta bir sorunu varsa, o zaman gerçeği görmesi için 12 Eylül rejiminin durumuna bakması yeterlidir. Tarihten ders almayı bilemeyenler asla geleceğin yaratıcısı olamazlar.
Kaldıki Kürt halkı otuz yıl öncesine göre bugün çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklıdır. Kırk yıllık mücadele içinde somutlaşmış bir Önderlik çizgisine, otuz yılın büyük mücadele tecrübesine ve her alandaki örgütsel güce sahiptir. Öncü partisi, yenilmez gerillası ve örgütlenmiş demokratik toplum yapısı vardır. İç ve dış koşullar ise direnişi geliştirmek için otuz yıl öncesine göre çok daha elverişlidir. Bu nedenle özgürlüğü kazanmak için direnmek Kürt halkının yapabileceği en kolay iştir.
Eğer bu konuda ihtiyatlı ve sabırlı davranıyorsa, bu güçsüzlüğünden değil, mücadele çizgisi gereğidir. 14 Temmuz tarihi direnişinin öğretici derslerine sıkı sıkıya bağlı olduğu içindir. Dikkat edilirse, 14 Temmuz tarihi direnişçiliğinde de büyük sabır ve kılı kırk yarma vardır. Tutsaklar kendilerini savunma imkanı bulabilmek için, tarihin en vahşi işkencelerinden birine iki yıl boyunca sabırla katlanmışlardır. Yine direniş eylemlerini siyasi çizgiye sıkı sıkıya bağlamışlardır. Ne zamanki 12 Eylül faşist-askeri rejiminin soykırımcı gerçeği ve dayatması netleşmiş ve başka bir yol kalmamış, işte o zaman tarihin en büyük kararlılığı ve direnişçiliği ortaya çıkmıştır.
Demekki bu durum Kürt halkının ve özgürlük mücadelesinin temel bir özelliği olmaktadır. O nedenle, bugün de Özgürlük Hareketi’nin gösterdiği sabrı ve çözüm arayışını hiç kimse yanlış değerlendirmemeli ve asla hareketin zayıflığı gibi safsatalara bağlamamalıdır. Esas güçlülük nicel birikimde değil, zamana uygun olan doğrulukta hareket edebilmektedir. Kaldıki Kürtler hem nicel güce ve hem de doğru hareket tarzına sahiptir.
Bu konuda en çok dikkat etmesi gereken AKP hükümetidir. Eğer AKP, şimdiye kadar olduğu gibi “Ben yaptım, oldu” mantığıyla hareket ederse, o zaman kendini de Türkiye'yi de tarihi bir tehlikenin içine atar. Şimdiye kadar bu konuları çok değerlendirdik ve artık sürecin sonuna geldik. Artık ne diyelim? Umalım ki AKP de 12 Eylül rejimi gibi tarihi bir hata yapmasın ve Kürt Halk Önderi’nin çözüm çabalarını dikkate alsın!
Kürt halkına gelince, yeni bir tarihi karar gününde olduğunun bilinciyle hareket ettiği ve edeceği kesindir. 29 yıl önce gerçek yolu bulmada nasıl hata yapmadıysa, zindan direniş çizgisinin dersleriyle yürüyerek bugün de hatasız karar verme gücünü gösterecektir. Genciyle kadınıyla yeni bir tarihi adımı atmayı bilecektir.
Herkesin bu duyarlılığı göstereceği inancıyla 14 Temmuz tarihi kararlılığını kutluyor ve zindan direniş şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
23 Haziran günü Dersim’de başlayan TC ordu operasyonunda yaşanan çatışmalarda 4 asker öldürülmüş çok sayıda asker de yaralanmıştır. Dersim eyaleti sınırları içinde yer alan Harçık Vadisi ve sırtları ile Dereboyu, Çakırkaya ve Şehit Akif sırtlarında halen süren operasyon kapsamında yoğun pusulamalar gerçekleştiren TC ordusu aynı zamanda kobra helikopterlerle alanı rastgele bombalamaktadır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna
-Özelde de Koruculara-
TC devleti Kürd’ü Kürd’e kırdırtma politikalarında ısrar etmeye devam etmektedir. Onlarca kez iflas etmiş bu kirli politikaları her gün ya yenisini icat ederek sürdürmekte, ya da uyguladığı kirli politikaları farklı renklerle cilalayarak devam ettirmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
9 Temmuz günü saat 21.30 sularında alınan bir istihbaratı değerlendiren gerillalarımız operasyona çıkan bir kontra birliği engellemek amacıyla yol ve kimlik kontrolü gerçekleştirmiştir. Amed-Lice karayolu üzerinde gerçekleştirilen kimlik kontrolü esnasında kontra birlik üyesi 1 ast subay, 1 uzman çavuş ile 1 sağlık görevlisi gerillalarımız tarafından esir alınmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Temmuz günü Hakkari’nin Şemzinan ilçesine bağlı Herki bölgesinde bulunan Bêguza ve Salara mıntıkalarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Çocuklar annelerine yaslanarak büyür. Anneler çocuklarını giydirir, içirir, doyurur ve elinin altında büyütür. Her türlü kötülükten korur. Adeta kanatlarının arasına alıp sıkı sıkıya sarmalar. Gözbebekleri gibi büyütürler, kıyamazlar incitmeye, kırmaya ve dövmeye. Evet, böyleydi annelerimiz. Hepimiz annelerimizin gözbebekleriydik, en sevdikleriydik. Saydıklarım bir annenin çocukları için yaptıklarının çok az bir kısmı. Anneler daha neler yapmaz ki!
Ama ülkemde, büyüdüğüm coğrafyada anne kucağından zorla alınır çocuklar. Dövülür, kolu kırılır, öldürülür, zindanlara atılır, aç bırakılır. Çocuk olduğu unutulur. Ona yapılanlar yaşına bile sığmayacak düzeyde büyük ve kahredici. Çocukların o küçücük yüreğini öfke kaplar onlara yapılanlar karşısında. Onlar akranlarının oynadığı oyuncaklarla oynamaz. Oyun yerine, yaşayabilmek, ölmemek için ona yönelen saldırı karşısında taşı nasıl kavrayacağını, kendisini nasıl koruyacağını öğreniyor. Yaşıtlarıyla sokak aralarında kovalamaca oynamanın yarattığı heyecan ve sevinci birçoğu hiç tadamadı. Çünkü büyüdükleri sokak başları hep tutulu eli silahlı, öfke kusan ADAM’larca. Bu yüzden çocukça mutluluk ve sevinçlerle evlerinin eşiğine hiç atlayamadılar. Ürkerek, korkarak, kapıları yumruklaya yumruklaya, annelerinden kendilerini eli silahlı ADAM’lardan korumanın yakarışıyla atladılar hep. Anneler sıkı sıkıya kucaklasa da çocuklarını, çocukları hep zorla, dövüle dövüle kucaklarından alınıp götürüldü. Anneler el kaldırmaya kıyamazken, polis dayağıyla, işkenceyle tanıştılar. Anne kucağından cezaevlerine götürüldüler ve hala orada birçoğu… Demir parmaklıklar arasında büyüyorlar, çocukça ve rengârenk hayallerini gri duvarlar kesiyor. Uğur’un, Ceylan’ın ve daha birçoğunun başına neler geldiğini gördü birçoğu. Çocuk yaşta birçoğunun belleğine yerleşen ve anımsadıkça tüylerini diken diken eden, kan, ölüm, dayak ve daha birçok uygulama…
Anne kucağının güvenilirliği yok ülkemde. Çünkü çocuklar anne kucağındayken bile vuruluyor, anne kucağından alınıp zindanlara konuluyorlar. Çocuk yaşına rağmen bu gerçekliğin yakıcılığıyla karşılaşan çocuklar büyümek için daha güvenilir yerler bulmanın arayışına giriyorlar. Büyümek ve yaşamak için dağlara sığınıyorlar. Dağın heybetine ve dağın koruyuculuğuna güveniyorlar. Onurlu ve özgür yaşamak, kendini ifade edebilmek ve inkarına düşmemek için dağlara koşuyorlar. Mazlum, Karer, Bahoz, Nucan, Sarya ve adını sayamadığım daha niceleri gibi…
Öyle çetin bir kavganın içinde o kadar erken büyüyorlar ki onlar bile nasıl büyüdüklerini fark etmiyorlar. Hayalini kurdukları özgür ülkeyi ve tüm insanlığı içine alabilecekleri kadar büyüyor yürekleri. Öyle yiğit, cesur ve gözü pek olurlar ki düşmanlarını utandıracak kadar, yoldaşlarını kendilerine hayran bırakacak kadar…
Dağlar Mazlumlarla, Karerlerle, Bahozlarla, Nucan ve Saryalarla dolu. Annelerine, kardeşlerine ve daha sonra doğacak olan Kürdistanlı kardeşlerine özgür bir ülke yaratmak için, onlara özgür bir ülke armağan etmek için dağlardalar, kavganın tam ortasındalar.
Mazlumun dağ kokusunu alanlar, Mazlum’un anısına ve kavgasına sahip çıkacaklardır. Bu çark böyle döndükçe, çocukların öldürüldüğü, dövüldüğü, cezaevine konulduğu, kendisini inkar etmesini istediği bir sistemsel gerçeklik oldukça TAŞ ATAN ÇOCUKLAR hep dağlara koşacaktır…
Rojbin GOLAV
- Ayrıntılar
Mücadele tarihimizde siyasal sürecin bu denli kapsamlı değerlendirilmesi son geçen birkaç aylık zaman diliminde yoğunca yapılmıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu Ortadoğu’da olup bitenlerle birebir bağlı bir durumdur.
Ortadoğu devrim süreçlerini yaşıyor. Buna kimisi Ortadoğu baharı diyor. Yaklaşık yüz yıl önce uluslar arası güçlerin eliyle Ortadoğu’da oluşturulan statüko ve biçimlendirme giderek sarsılıyor ve bu beraberinde yeniden bir biçimlendirmeyi ve dizayn etmeyi getiriyor. Bundandır ki, süreç oldukça hızlı ilerliyor. Siyaset biliminin kaos diye tanımladığı, Önderliğimizin ise kaos aralığı diye formüle ettiği durum tam da Ortadoğu için geçerli olan tespit oluyor. Kaos ya da kaos aralıkları karakterleri gereği dar bir zaman sürecinde büyük alt üst oluşların hızla gerçekleştiği süreçleri ifade eder. İşte bu karakterinden dolayı tarih bir nevi sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış bir halde hızla kendi hükmünü icra etmeye başlamış durumdadır. Bu nazik, kırılgan ve hızlı yaşanan tarihe devrim anları demek çokta yanlış değildir.
Nitekim Önderliğimiz birkaç yıldır Ortadoğu’da olup bitenleri devrim yılları diye tanımlıyor. Devrim yıllarında yapılması gereken; olağanüstü bir çalışma, çaba, örgütlülük ve iradeyle tarihin akışına yön vermek için yüklenmektir.
Ortadoğu baharı birçok gücü yeniden hareketlendirmiştir. Özelde yüz yıl önce kendilerince Sünni sınırlarla param parça ettikleri Ortadoğu’yu dizayn etmişlerdi. Şimdi ise yüz yıl sonra halklar örgütlü olmasalar da kendi kaderlerini ellerine almaya çalışıyorlar. Ve bunun için görkemli bir ayaklanış söz konusudur. Bunu yadırgamak çok anlamlı bir politik tutum elbette olamaz. Yadırganacak olan böylesine tarihi bir anda halkların yanında, halklarla uluslar arası güçlerin kirli oyunlarına karşı ortak bir cephe de karşı durmamak olacaktır.
Ancak yüz yıl önce egemen devletler nasıl ki böl, parçala ve yönet politikalarıyla halkları bölmüş, parçalamış ve yönetmesini bilmişlerse, şimdi yeniden özünde bir şey değiştirmeden sadece biçimsel olarak bazı değişikliklere giderek Ortadoğu’yu kendi açılarından dizayn etmeye çalışıyorlar. Uluslar arası güçler Ortadoğu’ya el atmışlardır. Ortadoğu’ya el atarlarken hiç şüphe yoktur ki bölgede kendi işbirlikçilerini de yanına alarak bu kirli oyunu tezgâhlamaya çalışmaktadırlar. Yüz yıl boyunca Ortadoğu’yu birlikte sömürdükleri kimi işbirlikçileri deşifre oldukları için artık onlara çok fazla ihtiyaç duymadan yeni işbirlikçi arayışı içerisine girmişlerdir. Ve yine bölgede kendilerine daha fazla katkı sunacak yeni, daha doğrusu daha derinlikli işbirlikçilik yapacak ajanlar aramaktan geri durmamaktadırlar. Ortadoğu’da klasik işbirlikçilerinin yanı sıra daha derinlikli bir işbirlikçi güç ise Ortadoğu halklarını bölmek için tezgahladıkları ılımlı İslam siyasetinin öncülülüğünü yapan AKP’dir. Ve onun liderliğini yapan Erdoğan’dır.
Bu yeni durumdan dolayı “sıfır sorun politikası” ile ortaya çıkan “stratejik derinlik” teorisi ya da stratejisi iflas etmiştir. Şimdiden direk Libya’ya müdahalede yerini alan bu işbirlikçi güç yakın zamanda Suriye’de benzer bir yaklaşım içerisinde olacaktır. Ve giderek aynı güç Ortadoğu’da emperyalistlerin vurucu gücü olarak, Ortadoğu’nun başka halklarına karşı kullanılacak duruma getirilecektir.
Elbette bunlar, Ortadoğu’da yaşanan alt üst oluşlarla bağlantılı olduğu kadar, Ortadoğu da yaşanan devrimci süreçle de bağlantılı gelişmelerdir. Bu Ortadoğu’da var olan tüm verili siyasetlerin aynı zamanda değişmek zorunda olmasıyla bağlantılı bir durumdur.
Nitekim işbirlikçiler kendi siyasetlerine denk bir değişim içerisine girmişlerdir. Komşularla “sıfır sorun politika”larını terk ederek, halklara karşı uluslar arası sermaye için koçbaşı olarak şimdiden kendilerini kullandırtmaya başlamışlardır. Elbette bunu yaparlarken bunun karşılığında, kendi önlerinde en büyük engel olarak gördükleri Kürt Özgürlük Hareketine karşı da sınırsız desteği almışa benziyorlar. Aksi durumda son aylarda ABD’nin, yine çeşitli Avrupa devletlerinin Kürt Özgürlük Hareketine bu denli pervasız saldırmalarını izah etmek güç olacaktır.
Özcesi yeni bir tarihi süreçle karşı karşıyayız. Bir yandan Ortadoğu’da yaşanan halkların baharı diğer yandan halkların baharını soğutmaya ve kara kış ayazıyla teslim almaya çalışan uluslar arası güçler ve onların işbirlikçileri.
Tarih böylesi anlarda en hızlı ve onurluca bir şekilde halkların lehine ya yazılacaktır ya da egemenlerin alışa geldikleri tarih yazımı devam edecektir.
Biz halkların lehine onurluca bir sayfa açmak için üzerimize düşeni yapmakla mükellef olduğumuzu unutmadan tüm gücümüzle bu tarihi ana yüklenmekle görevli olduğumuzun bilincindeyiz.
Tarihi bir momentten geçiyoruz. Tarihe ya altın harflerle halklar lehine bir not düşeceğiz ya da tarih sanki bizi hiç yaşamamış gibi unutulup gideceğiz. Yaşam ya özgür yaşanacak ya da asla yaşanmamış sayılacaktır.
Biz tarihe altın harflerle tüm insanlıkla, halklarla ve ne kadar mağdur edilmiş toplumsal kesim ve tabakalar varsa onlarla birlikte özgürlüğüne düşkün insanlar olarak yazılmak isteniyoruz.
Tarihe not düşmenin bir anı, momenti olarak 15 Temmuz şimdiden anmak çokta yanlış olmayacaktır.
İnsanlık ailesi içerisinde ya barışçıl demokratik siyasetle onurlu yerimizi alacağız ya da tarihte eşine ender rastlanılmış olan kıyamet günlerini bile aratacak bir devrimci halk savaşıyla ismimizi onurluca tarihe yazacağız.
Evet, biz tarihe not düşmek istiyoruz. Ve tarih yazılırken her gün not düşülmez. Not düşmenin momentleri vardır. Şimdi işte tarih yazmanın, tarihe not düşmenin görkemli bir momentini yaşıyoruz.
Tarihe not düşmek isteyen tüm Kürt gençlerini, halkların lehine mücadele eden sosyalistleri, haksızlık ve adaletsizliklere karşı baş koyan tüm antifaşist ve antiemperyalistleri Kürdistan dağlarına bu tarihi anı canlı yaşamaya davet ediyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar