Sömürgecilik özü itibari ile faşizmdir. Çünkü sömürgecilik başka insanları, toplumları ve kültürleri küçümsemedir, horlamadır, değersiz görmedir ve çoğu zaman yok etmedir. Sömürgecilik bu bağlamda insanlık dışı bir eylem biçimidir.
Sömürgeciliğin birde sömürü altına aldığı toplumları kendi içine alarak eritme politikaları vardır. Toplumları cendereye alarak kendisinden uzaklaştıran politikalardır bunlar. Kimi yerde buna asimilasyon deseler de özü itibariyle bir toplumu kültürel olarak bitirme eylemidir yapılan.
Sömürgeciliği derinliğine uygulayanlar birde sömürü altına aldıkları toplumları bitirmek için özel misyonerler çıkarırlar. Bunlar da halkları devşirme misyonarlarıdır.
Sömürgecilerin bir nevi avantgardları yani öncü misyonerlerine rolünü üstlenmiş olanları birde adeta kahraman ilan ederler. Halbuki bu kişilikler kendi sömürgeci kültürünü götürdükleri yerler başka halkların kültürlerini yaşadıkları yerlerdir. Onlarda başka halklar gibi kendi kültürlerini yaşamayı esas alırlar. Ancak bu misyonerler her devşirdikleri insan için sömürgeci rejim tarafından aferinler alırken, kendileri de bu görevi çok fazla gönüllüce sürdürürler.
Tuhaf gelebilir ancak bu misyonerlerin bir kısmı adeta tam birer gönüllü savaşçı olarak başka toplumların bağırlarına birer hançer gibi saplanmaktan asla tereddüt etmezler.
Bu hançerlerden bir tanesi Dağ Çiçeklerim kitabının yazarı olan Sıdıka Avar ismindeki sömürgeciliğin kültür yayılmasının öncülerinden olan kişiliktir. Dağ Çiçeklerim kitabı boydan boya “Kürt çocuklarını nasıl devşiririm, nasıl Türkleştiririm” çabası ve çalışmasıdır. Bir Kürt kızını Türkleştirmek için katlanmayacağı bir zorluk yoktur. Adeta sanki dünyaya Kürt kızlarını ve erkeklerini küçük yaştan alarak devşirmek için gelmiştir. Başkalarını erittikleri halde sanki dünyanın en kutsal işini yapmışçasına birde kitabı dökmüştür.
Evet,Kürt halkının yürüğüne saplanmış bir hançer. Özelde de çalışma yürüttüğü yer ise 1937 yılında ve 1938 katledilen yerler olan Dersim topraklarıdır. Bir nevi kızıl katliamla katlettikleri katletmiş geri kalanları ise bu kez beyinsel yok etmeyle yani Beyaz katliamla katletmektedirler.
Kitabın bir sahnesinde Kürtlerin en büyük katili olan İnönü yani namı diyar sağır İsmet devreye girer. Kürt çocuklarının devşirildiği Kız Enstitüsüne gelir. Kürtlerin nasıl Türkhaline getirildiğini ve nasıl kendi kültürlerinden uzaklaştığını görmek ister.
Kitapta bir sahne şöyle işlenir. Elmas ismindeki Dersimli kız elini uzatmaz, selam vermez sağır paşaya. Sağır paşa rahatsız bir şekilde bu durumu öğrenmek ister. Kürt kızlarını devşiren hoca hanım devreye girer ve:
“Çünkü "Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam" diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, - Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli "hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, - İşte eser bu ;" KÜRT " dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas'ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, - Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! - Kalem tutar, iğne tutar... diye bir nutuk çekti.”
Dikkat edilirse Kürt, devletin elini öpendir. Kürt bir el işaretiyle eli öpendir. Ve tabii birde ortaya çıkarılmış olan Kürt artık kendi değerleri için mücadele edemeyecek olan Kürt’tür. Boyunduruk altına alınmış Kürt’tür.
Evet, gerçeklik bu olduğu halde kitabın yazarı ve öncü bir misyoner olan hanım ne kadar da büyük bir iş yaptığıyla övünür durur. Sadece kendisi övünmez başkaları da onunla övünür.
“Tokat'ta denedik sizi, burada misyonerliğini görmeliyiz. Bir Türk misyoneri. Bu konu üstünde sessiz sedasız çalışmazsak oradaki vatandaşlarımızı gücendirirsiniz” sözleri Kürdistan’daki kızları devşirilmesi için sarf edilen sözlerdir. Ve bu sözleri sarf edenler devletin resmi eğitim görevlileridir.
Yine başka bir sahnede bu hoca hanım Kürt kızlarını toplayıp yatılı okullara götürmek için köy köy dolaşırken, bir köyde ilginç bir sahneyle karşılaşıyoruz.
“Yukarı Mahalle'de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Volga ana, biz askere gidende okuma - yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek. Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili. İkisinin de kız kardeşi vardı.”
Türklerin askerliğini yapıpta gelen iki sözde Kürt genç kendi köylerinde yaşayan kızlara “hepi eşek” sözleri esasta ne hale getirildiklerini göstermesine rağmen, sömürgecinin misyonarı için müthiş bir duygu seli ve kabarmasına yol açıyor. Halbuki dünyanın neresine gidersek gidelim kendi toplumuna bu kadar uzaklaşmış olan insanlar, insanlıktan çıkmış olarak kabul edilir. Ancak söz konusu sömürgecilik oldu mu durum farklılaşır. Sömürgecilik için en iyi insan devşirilmiş ve kendi öz değerlerinden uzaklaşmış insandır. Kendisini başkalarının değerlerine yatıran insandır. Haşa ama “eşek” haline gelen insandır.
İnsan böyle kitapları okuyunca sömürgeci kültürün neden bu denli halen içimizde çok güçlü yaşadığını daha iyi anlıyor. İnsan sömürgecilerin bir Kürt kızını düşürmek için ne kadar çaba sarf ettiğini görünce bizlerin bu sömürgeci ve yayılmacı kültüre karşı ne kadar zayıf durduğumuzu da iyi görüyor. Günlük olarak yaşadığımız oto asimilasyonu gördükçe bu söylediklerimizin ne kadar doğru oldukları da net görülüyor.
Sözü uzatmadan, sömürgeciliğin yürütülmüş olan bin bir türlüsüne karşı yeniden bir nevi bir kültür hamlesi temelinde, kendi kültürümüze sahip çıkararak ama bu kez yaşamın her anında bunu yaparak bizler sömürgeciliğin üzerimizdeki kültür soykırımını kırabiliriz. Ancak sömürgecilerin misyonarlarından çok daha fazla çalışarak, çok daha büyük bir inatla kendimize yüklenerek ve de bu mücadelenin kutsal bir çalışma olduğunu bilerek yüklenirsek kıra biliriz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan özellikle KCK Eş Başkanlığının sürece ilişkin yaptığı uyarıcı açıklamalarından sonra, tekrar tekrar “sürecin olumlu ilerlediğini, süreci bozan taraf olmayacağını, süreci bozanının vebal altında kalacağını vb.” izlediği politikaya meşruluk kazanmayı hedefleyen bir dil kullanmaktadır. Herkesin sürecin gidişatı konusunda şu soruyu sorması gerekir. Gerçekten süreç ilerliyor mu, ilerleyen nedir? Bu konuda açıklık getirmeye ihtiyaç vardır.
Kürdistan halk Önderinin başlattığı bir süreç vardır. Ve birinci aşama gerillanın Kuzey Kürdistan’da geri çekilmeye başlaması, ateşkesin ilan edilmesi, hiçbir eylemin yapılmaması ve gerillanın elindeki esirleri serbest bırakmasından sonra bir haziran itibari ile tamamlanmıştır. Kongra gel 9. Genel Kurul toplantısı ile de bir bütün olarak Önder Apo’nun başlattığı süreç onaylanmış ve siyasal tutum kurumsal bir netliğe kavuşturulmuştur.
KCK yönetimi, BDP, demokratik kitle örgütleri Kürdistan Halk Önderinin başlattığı sürecin arkasında olduklarına dair kararlılıklarını açıklamış ve irade beyanında bulunmuşlardır. Yine Ankara, Amed ve Bürüksel merkezlerinde yapılan konferanslarla da bu kararlılık ulusal Türk-Kürt ilişkilerini yeniden eşitlik ve özgürlük temelinde yapılandırma ele alınmış ve konferanslarla süreç uluslar arası alanda da bir genişliğe kavuşturulmuştur. Kürdistan halkının yürüttüğü demokratik kitle eylemliliklerinde de bu yön öne çıkmıştır.
Peki, Türk devleti ve AKP hükümeti ne yapıyor? Bir de bu cepheye bakalım. Kürt sorunu konusunda dillendirdikleri söylemlere bakalım. Nasıl bir algı oluşturmak ve yönetmek istediklerine bakalım.
Öncelikle AKP hükümeti ve yöneticileri birinci aşamanın bitişini kabul etmiyorlar. Atılacak adımların kuzeyde bir tek gerilla kaldığı müddetçe atmayacaklarını açıkça ilan ediyorlar. Önder Apo’nun başlattığı ikinci aşamada, Kürdistan özgürlük hareketinin yönetimi başta olmak üzere farklı çevrelerin Önderlikle görüşmesine izin vermedikleri gibi BDP heyetinin görüşmesine de keyfi yaklaşabilmektedirler. Yine Önderliğin hareketin yönetimine dönük yazdığı mektubu bile geciktirerek iletme gibi bir tasarrufta bulunma basitliğini gösterebilmektedirler. Anayasal çerçevede Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı haklarına yer verme tutumunu henüz açıklamış bile değildirler. Ve en önemlisi süreci başlatan ve ilerletmek isteyen Önder Apo olmasına rağmen sağlığı konusunda kamuoyunun taleplerine rağmen henüz bağımsız bir sağlık heyeti gönderilmiş değildir. PYD Eş Başkanı Salih Müslüm’le görüşülmesine rağmen, öte yandan rojava devrimini ve Kürt kazanımlarını tasfiye etmek için elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Rojava devrimine saldıran tasfiye etmeyi hedefleyen El Kaide- Cephetul Nusra’nın AKP himayesinde, kontrolünde olduğu, lojistik ihtiyaçları ve cephanenin AKP hükümeti tarafından verildiği herkesin malumudur. Halbuki Rojava’da dahi Kürtlerin statü kazanmasını hazmetmeyen ve bunu tasfiye etme amacında olan bir hükümetin Kürt sorununun çözümü için somut adımlar atmasını beklemek, öyle bir beklenti içerisinde olmak nafiledir. Çünkü AKP zihniyeti ideolojik zihniyet olarak ve politik çerçeve olarak Türk islam zihniyetini derinleştirmek gayretindedir. AKP’nin yaptığı tek şey, özgürlük hareketinin eylemleri ve mücadelesi ile boşa çıkardığı klasik kemalistlerin kaba inkarcı politikalarından doğan boşluğu doldurmaktır. Böylelikle yine islamla güçlendirilmiş “islamı hizmetine almış Türklükle” Kürtleri ve Kürt özgürlük hareketini kontrol altına almaktır. Bunu da işte; tv, seçmeli ders vb. ile pekiştirmek istemektedirler.
Kürtler, Aleviler, Yezidiler, Amed konferansında statü talebinde birleştiler, bu birleşme için diyebiliriz ki Kürt iradesi açıkça statü talebini dile getirmiştir. Bu talep özerk, özgür Kürdistan biçiminde formüle edilmiştir. Fakat AKP hükümeti ve zihniyetinin bu konuda şimdiye kadar sorun çözümüne ilişkin formülasyonu milli birlik ve kardeşlik ifadesinin dışında bir şey değildir ve farklı bir şey de dile getirilmemiştir. Milli birliğin ise var olan genel algıdaki anlamı ‘inkar’dır. Bir de Kürtler artık ulusal bir zihniyet ortaklığını geliştirmek suretiyle demokratik ulus olmayı başarmışlardı. Kürtler, demokratik ulusu Kürdistan’da yaşayan tüm inanç kültürlerini kapsayacak bir çerçevede ele almaktadırlar. Dolayısıyla bu konuda önemli bir konferans gerçekleştirerek de bunu tüm Kürdistani çevrelerin ortak görüşü olarak dile getirmişlerdir. Ve en önemlisi de Kürtler artık şu hakkı bu hakkı AKP verir mi vb. tartışmayı da aşmışlardır, aşıyorlar. Artık Türk sömürgeci devletinin Kürdistandaki varlığını sorgulama başlamıştır, bu varlık şimdi sorgulanıyor da. Yani Türk devleti ve hükümetine Kürtler artık sadakat anlamında el avuç açarak ve kendisini acındırarak, ne olur şunu da ver pozisyonunda değildirler. Bu artık bir daha gelmek üzere geride kalmış bir dönem ve tutumdur. Kürtler artık bir ulustur, bir halktır “anavatanım Kürdistandır” demekte ve Türk devletinin hangi hakla bu topraklarda bulunduğunu sorgulamaktadır. Yani daha açıkça basına da yansıyan görüntülerde gençler, analar şunu sormaktadır, Gever’de bir kadın Kürtçe konuşuyor, genç ise onu tercüme ediyor. Diyor ki burası Kürdistan topraklarıdır, TC toprakları değil, burayı bırakıp gidin. Bu milyonların bilincinde, bilinçaltında ve yüreğinde olan bir istemin bir duygunun ifade ediliş tarzıdır. Medeni Yıldırım isimli Kürt genci bu talebin, istemin ve söylemin şehididir. Bu temelde Licede sömürgeci zulmün kaleleri olan bir karakolun üzerine yürümüştür.
Kürtler artık Türk devletinin Kürdistan’daki kirli icraatlarını dile getirmekle yetinmiyorlar, bu icraatlara yol açan varlıklarını da sorgulamaya başlamışlardır. Bu Kürdistan’da yeni bir dönemdir. Sömürgeci Türk devletinin varlığını tartışmak ve bunu reddetme bilinci ve ruhunun gelişmesi Kürt demokratik ulusal uyanışında ve bilincinde gelişen bir sıçramayı ifade etmektedir. Eğer Önder Apo’nun çizdiği stratejide stratejik anlamda bir Kürt Türk ittifakı olacaksa bunun bütün kurumları ve hatta bütün kavramları eşitlik özgürlük ve demokrasi kriterleri çerçevesinde tartışılması ve yapılandırılması gerekmektedir. M. Karasu arkadaşın yaygınca kullandığı şekilde “alavere derevere Kürt mehmet nöbete” devri bitmiştir. Bir taraftan hiç adım atmamak fakat bir taraftan da süreci ilerliyormuş gibi göstermek hatta sürecin bozmayan tarafı olarak kendisini tanımlamak aslında süreci sabote etmenin ta kendisidir. İnsanın aklına şu da gelmiyor değil başbakandan başlayarak hemen hemen tüm AKP yöneticilerinin ve ana akım medyanın böyle bir dil geliştirmeleri acaba bozmaya dönük bir hazırlık mıdır?
Kürtler artık ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasını ve şark ıslahat planı ile başlayan soykırım suçu konusunda suçluların yargılanmasını istemektedir. Eğer birlikte eşit ve özgür yaşayacaksak, ki talebimiz böyledir, o halde anayasada Kürtler hakları ile birlikte yer almalıdırlar. Öyle muğlak, belirsiz, herkesin kendine göre anlayacağı şekilde Kürt ulusunun ve diğer yok sayılan inanç ve kültürlerin boğuntuya getirilmemesi gerekmektedir. Dolayısıyla İspanya anayasa çerçevesi bir model olabilir, temel alınabilir. Kürtler artık Kürdistan’a statü merkezli kararlaşmalarını, ciddi bir biçimde gündemleştirmeli bir barışın da ancak bununla mümkün olacağını ortaya koymalıdır. Bunun için de öncelikle Kürtler demokratik ulus çerçevesinde tüm Kürdistani güçlerle Önder Apo’nun çizdiği demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa stratejisi temelinde kendi özgür yaşamını inşa etmelidir. Hem de tam bir seferberlik ruhu ile. Yoksa aldatma ve oyalamalar her şeyin sonunu getirebilir. Nitekim AKP hükümetinin peşinden koştuğu ise çözüm değil oyalama, tanıma değil zamana yayılmış eritme politikasıdır. Bunu önlemenin yolu olarak Kürdistan’da demokratik ulusu inşa sürecine aktif katılımı, welatparezliğin ve demokrat olmanın bir gereği olarak kabul etmek gerekmektedir. Özgürlüğün de onurun da yolu budur. Yirmi birinci yüzyıl bu temelde halkımızın olacaktır.
Herdem Serhildan
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk eğitim sistemi anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar Kürd’ün inkârı ve yok edilmesi temelinde kurgulanmıştır. Yani beşikten mezara kadar süren bir yoketme sistemidir. Bu durum seçmeli ders, tv yayını vb. ile gizlenmek örtülenmek istense de, soykırım gerçeği örtülenemeyecek kadar büyüktür.
Ağustos ayına girdik. Halkımızın Önder Apo’nun sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü için yürütülen eylemliliklerin yanısıra, karakollara, barajlara yönelikte belli bir eylemlilik sürmektedir. Fakat öte yandan, bir biçimde çocuklarını okullara hazırlamaya çalışır, onun hazırlıkları yapılır. Genel olarak, Eylül ayından itibaren ise giderek tam bir yoğunluğa dönüşür.
İyi de welatparêzler, aydınlar, demokratlar bir kez daha çocuklarının, kardeşlerinin avazı çıktığı kadar “Türküm, doğruyum, çalışkanım…Atatürk’ ün açtığı yolda ilerleyeceğim..VarlığımTürk varlığına armağan olsun... ne mutlu Türküm diyene” demelerini dinlemeye de kendilerini hazırlıyorlar mı?Rojava devriminin zafere yürüdüğü bir ortamda, Kürtlerin kongrelerini topladıkları bir süreçte, Kuzey Kürdistan’da Kürtler daha ne kadar çocuklarının ve başka kültürden çocukların “ varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek Türk devletine kölece bağlılığını, sözleşmesini and- yemin biçiminde güncellemelerine seyirci, sessiz kalacak veya normal karşılayacaklar? Peki böyle olursa bu ne kadar doğru ve ahlakidir?
Yapılan kısmi araştırma ve diyaloglarda bir Kürt insanı veya diğer azınlık halklardan çocuklar ilkokul ve ortaokul sıralarında binlerce kez kendisini inkâr etmiş ve kendisini Türk varlığına adamış, bundan da mutluluk duyduğunu söylemiş olmalarına rağmen, hemen hemen bir çok Kürt insanı ne söylediğinin farkında değil. Ve ciddi bir tepki yoktur. Bunun aslında sömürgeci Türk devletine bir bağlılık olduğunun, onunla yapılan bir sözleşme olduğunun farkında değil. Neredeyse hiçbir Kürt, hatta belli bir mücadele yürüten birçok insan dahi aslında yıllarca kendisini Türk varlığına sorgulamasız kurban ettiğinin farkında değil, hatta bunu hatırlamıyor bile.
Ve yine önemli bir kesim neden Kürt olarak Türküm demek zorunda bırakıldığını sorgulamakla birlikte bir Kürt olarak varlığını Türk varlığına neden kurban edeceğini sorgulamamıştır. Yani çıkıp okul huzurunda “ben niye varlığımı Türk varlığına kurban edeceğim? Sebebi nedir? diye sormamıştır. Hatta okul bittikten sonra da bunu sormamıştır. Fakat birçok insan yanılgılı bir biçimde “bunları söyledim ama bilerek, inanarak ya da farkında olarak söylemedim” diyerek yanılgılı bir savunma pozisyonu içerisine girmektedir. Belki de bir Kürt gencinin, bireyinin düşürüldüğü utanç verici durumu kendisine yedirememesinin bir sonucudur bu. Ama bu neyi değiştirir ki...
Farkında olsun ya da olmasın ‘iddia, tekrar ve telkin’ in beyinlerde, ruhlarda, bilinç ve bilinçaltında inanılmaz derecede yer ettiği de bilimsel bir gerçekliktir. Gustave Le Bon “ iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar etmesi gerekir. Napolyon, ‘ biricik ciddi söz sanatı tekrardır’ demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek şeklinde sonunda kanıtlanmış bir gerçek kadar ruhlara yerleşir...En aydın ruhlar üzerinde bile etki ettiği görülünce, tekrarın kitleler üzerindeki etki derecesi daha iyi anlaşılır. Şurası bir gerçektir ki tekrar eden şey sonunda hareketlerimizin etkenlerinin hazırladığı bilinçaltının derin tabakalarına kadar iner, yerleşir. Birkaç zaman sonra tekrar edilen iddianın kimin tarafından ortaya atıldığını unutarak o tekrar edilen sözlere inanırız…”
Yine halk arasında yaygınca kullanılan bir söz vardır “kırk kişi bir insana deli derse o insan sonunda dellenir” derler. Ya da en azından kendisinden şüpheye düşer. Yine hayvan aleminde hayvan eğiticileri hayvanı bir noktaya getirmek konusunda iddia sahibidirler ve onlara acı çektirme pahasına da olsa tekrarlar eşliğinde ona istediği hareketi yaptırırılar. Burada ödül ve ceza sistemi esastır.
Sabahları Kürt çocukları sömürgeci Türk devletinin zulüm simgesi bayrağı altında sıraya girdiğinde and nasıl okutulur? Daha çok sınıfta ya da okulda “ çalışkan- aslında iyi özümsemiş-“ çocuklar bir ödül biçiminde tüm okulun önüne çıkarılır. Öte taraftan andın tekrarında ses zayıf veya cılız çıktığında ya da yüksek sesle okunmadığında öğretmenler cehennem zebanileri gibi öğrencilerin yanında bitiverirler. Bu sefer de ceza devreye girer. En hafifinden suratını buruşturma, kızgınlığını belli etmenin yanında verilecek ceza, tokat atma veya sopa ile vurmadır. BöylelikleKürt çocukları tarafından artık zamanla bu uğursuz, ırkçı, inkârcı, kendini aşağılayan, kendini hiçleştiren, kendisine ait hiçbir şey bırakmayan yemin daha gür bir sesle okunmaya başlar ve bu durum giderek normalleşir. Ondan sonra artık Kürt çocukları varlıklarını kendilerini önce inkâr etmişler, sonra kurban etmişler ve bundan da mutluluk duyduklarını en yüksek sesle dile getirmişlerdir. Bu bir ulusun artık kendi kendisini tüketmesi, yok etmesi anlamına gelmektedir. Dünyada bunun bir başka örneği hala var mı?
Bunun bir çocuk üzerindeki etkisi ve giderek bir ulus üzerindeki etkisi nedir? Kendisini inkâr etmiş, inkârında derinleşmiş ve kendisini düşmanına kurban edecek kadar düşürülmüş ve iradesizleşmiştir. Artık sömürgeci Türk devletinin istediği gibi çekip çevirebileceği bir kişilik ortaya çıkmıştır. Hele okul duvarlarına asılan Kürt katliamının, soykırımının paşalarının resimleri ve Kürdistan’a büyük katliamlar düzenleyen ordunun tabloları ve yine “Bir TürkDünyaya Bedeldir” sözü gibi durumlar da Türk andını daha fazla besleyen, derinleştiren niteliktedir. Ders kitapları özellikle tarih ve sosyal bilgiler, Türkçe ve edebiyat dersleri Kürt insanını artık geri dönülemez noktaya getirir. Tüm bunların sonucunda artık “ eyvallah bile demeden” Kürtlükten kopuş sağlanır.
İlginç bir biçimde birçok insan bu acılı serüvenin farkında bile değildir. Zaten farkında olsa böyle bir şeyi söylemesi mümkün değildir. Daha ilginç olanı şudur ki haydi bir döneme kadar bu böyleydi fakat artık çözümün, nasılının tartışıldığı bir durumda dahi çocuklarımızın kendilerini Türk varlığına armağan ederek kurban etmesine karşı bir farkındalığın olmaması ya da bir sessizliğin olmasını nasıl anlamak gerekir. Acaba sömürgeci devletin ideolojik aygıtları Kürtlerin beyinlerinde bütün sömürgeciliklerini meşrulaştırmışlar mıdır, bu sessizlik meşrulaştırmış olmalarının bir sonucu mudur?
Devletleşme toplumun bir kesimini baskı altına alma ile başlar ama baskı altına alırken bile egemenliğini bir biçimde meşrulaştırmaya çalışır. Çünkü meşrulaştırma sağlanmaksızın egemenlik sürdürülemez. Kendisini meşrulaştırmaksızın hiçbir güç uzun süre ne devlet oluşturabilir ne de onu süreklileştirebilir. Şimdi bu çerçevede Türk sömürgeciliğinin her gün bir inkâr, bir hakaret, bir aşağılama, bir kendi kendini iradesizleştirme, teslim etme ifadesi olarak Türk andındaki küfür niteliği taşıyan sözlerini fark etmemek ne anlama geliyor?Acaba meşrulaştırmanın, Türk sömürgeciliğinin kendisini beyinlerde yüreklerde bir biçimde meşrulaştırmasının bir sonucu olmuyor mu? Bu soruya rahatlıkla “hayır” demek mümkün değil. Eğer bir şey istenildiği gibi tartışılmıyor, reddi yönünde tavır geliştirilmiyor ise orada bir normal görme, meşru görme ve kabul etme vardır. Dolayısıyla sömürgeciliğin kendisini önemli oranda meşrulaştırmasından bahsetmek hiç de yanlış ve abartılı bir ifade değildir.
1933 yılında devreye giren Türk andı üzerine biraz daha durmakta yarar vardır. “1930’lu yıllarda Türk Tarih Tenkit Cemiyeti başkanlığına atanan Dr. Arın (Safet) Engin’in şu sözleri, Öğrenci Andı’nın asimilasyondaki önemini açıklar niteliktedir: “Şimdi onları (Kürtleri) ‘Öğrenci Andı’mız ile Türklüğe kaynaştırma baş ödevimizdir.” 1972 yılında da, Türk andında kimi değişiklikler oldu. Ama özü değişmedi. Hatta inkarcı özü daha fazla pekiştirildi.
Neden Türk andı devreye girdi ve önemsendi sorusu böylelikle açıklanmış olmaktadır. Çünkü Şêx Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Dersim dışında direnen Kürt dinamikleri önemli oranda kırılmıştır. Katliamlar yapılmış, soykırım süreci başlatılmıştır. Bu çerçevede sürgünler başlatılmıştır. Yakılıp yıkılan binlerce köyün, şehir meydanlarında katledilen yüzbinlerinsıra sıra dizilen darağaçlarının gölgesinde okullar açılmış ve Kürt çocukları zulmün simgesi Türk bayrağının altında sıraya dizilmişlerdir. İddia şudur “ Behemehâl Herkesi TürkYapacağız.” . Türk mili şeflerinden yükselen bu ölüm fermanı artık devreye girer.Bir mezarın altına yazılan “Kürt hayali burada gömülüdür” karikatürü ile zaferini ilan ettikten sonra artık sıra Kürt çocuklarına, gençlerine, kendi dilleri ile beyinleri ile kendi kendisini inkâr ettirmeye sıra gelmiştir. İşte hergün çocuklarımızın bağıra bağıra okuduğu ve bizlerinde neredeyse farkında olmadan ve fazla aldırış etmeden okulların yanından geçerken duyduğumuz Türk andının devreye girmesi böyle başlamıştır.
Uzatmadan şunu söylemenin zamanı gelmiştir herhalde. Kürtler bir ulus olarak ve yine o ulusun çocukları neden kendilerini Türk varlığına kurban edecekler? Kürtler neden kendi atalarının, önderlerinin değil de Atatürk’ün açtığı yolda ilerleyecekler? Yolunda ilerleyecekleri bir ataları, önderleri, öncüleri yok mudur?Kürt çocukları kendilerini inkar eden, aşağılayan türk andını okumak zorundalar mı? Hem Kürtleri tanıyoruz, kardeşimizdir demek hem de Kürt çocuklarını her gün türk varlığına kurban ettirmek çelişkili değil midir?
Newroz mitolojisinde Dehak’ın her gün iki Kürt gencinin beynini yaralarına sürerek kendisini yaşattığı var kıldığı söylenir.Bununla aslında Dehak’ın zalimliği anlatılmaya çalışıldığı kadar Kürt gençlerini beyinsizleştirmeye çalıştığı da anlatılmak istenir. Şimdi ise her sabah milyonlarca Kürd’e Türk olduklarını söyleterek, kendilerini inkâr etmeleri sağlatılarak, kendileri Türk varlığına kurban ettirilerek ve ayrıca bundan da mutluluk duydukları söyletilerek milyonlarca Kürt çocuğu beyinsizleştiriliyor. Her gün artık bir-iki Kürt gencinin beyni değil, milyonlarca Kürt çocuğunun ve gencinin beyinleri ele geçirilmekte ve kendisini yaşatmaları için kullanılmaktadır.Yani Dehakların varlığı sürmektedir Kürtler üzerinde.
Bu günümüz Dehaklarının Kürt çocuklarını ve gençlerini beyinsizleştirerek, Türkleştirerek -şark ıslahat planında ortaya konulduğu gibi- tarihten silme uygulamalarına dur demenin zamanı gelmedi mi?
Ne zaman Kürt çocukları, gençleri “ biz Kürt olarak ne diye kendimizi Türk varlığına kurban edeceğiz” diye soru soracaklar? Ve ne zaman welatparezler,çocukların sahipleri, büyükleri “bizim, Türk varlığına kurban edecek çocuğumuz yoktur” diyerek tavır koyacaklar?
İnanıyorum ki, bunun zamanı gelmiş ve geçiyor bile…
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Osho'nun yazdıklarını ve ortaya koyduğu temel yaşam felsefesini okuyanlar bilirler; yaşam uğruna mücadele edilen, her gün kendini yenileyen ve doğrulama çabasını yürüten karmakarışık bir düzenden ibarettir.
Bunun içindeki bütün gayeler, ilişkiler ve iletişim yöntemleri sadece ve sadece bu amaca hizmet eder. Yani yaşamın içinde hem diyalog, hem de çatışma olabilir mi? Elbette olabilir ama bunlar birbirine hizmet ettiği ve mücadelelerini kendi amaçları doğrultusunda gerçekleştirebildikleri oranda olabilir.
Aksi halde ortaya çıkan duruma; Kaos hali demek daha doğru ve yerinde olur... Aslında kaos hali de; en kaba anlamda yaşamın oluş halidir!
Kaos hali için birçok siyaset bilimci ve kuramcı bir oluş anı'nın karmaşası açıklamalarında bulunmaktadır. Bu tam anlamıyla gerçeği karşılar mı, tüm soru işaretlerine cevap verir mi bilinmez. Fakat tüm bunların birbiriyle olan bağlantısını kurmak; çok ama çok önemlidir. Çünkü bunlardan bağımsız ve her birini kendi başına değerlendirmeye çalışmak yanlış olur...
Aslında yaşam hakkında, oluş anına yönelik vurgulamaya çalıştığımız temel meselenin günümüzdeki yansımaları; hem Kuzey'de, hem de Batı'da (Rojava'da) Kürtlerin yürüttüğü mücadele de çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Belki bu alanlarda yaşanan mücadele ve günlük akışkanlık üzerine yapılacak analiz konunun anlaşılmasını, bölgede yaşanan siyasi atraksiyonun gerçek nedenlerini ortaya koyabilir...
Kürtler içinde olduğumuz dönem itibariyle; kendi aralarında birliği oluşturmaya çalışmaktadır. Bugüne kadar Kürtler arasındaki çatışmaları destekleyen, ancak bu şekilde Kürtler üzerinde egemenlikçi siyasetlerini yürüten tüm güçler yaşanan bu birlikteliği anlamak da güçlük çekiyorlar. Ya da anlamak istemiyorlar; çünkü bugüne kadar yaşamın merkezinde Kürtlerin birbiriyle çatışması yaşanılıyordu. Bundan sonra bunun olmayacak olması, en azından bu yönlü adımların atılmaya çalışılması bu güçler tarafından endişeyle karşılanmakta! Hatta yaşamın akışkanlığıyla izah edilemeyecek kadar karışık görünmekte.
Ulusal konferans/kongre tartışmalarının yapılıyor olması, hatta önümüzdeki ay içinde gerçekleşmesi konuşuluyorken, bu güçlerin yeni dönemin siyasetini geliştirme konusunda nasıl bir tutum alacakları daha da önem kazanan bir husus oluyor! Çünkü eski siyasi söylemlerin, yaklaşımların an itibariyle geçerliliğini yitirdiği tartışmaya yer bırakmayacak kadar anlaşılır olmakta.
Öte taraftan kendilerini tanımlayan ve yaşamı da buna göre oluşturmak, şekillendirmek isteyen Kürtler; bu tanım doğrultusunda etrafındakilerle yaşamak/ilişki kurmak istiyorlar... Kürtler adına ortaya çıkan bu gelişmeleri, yine yaşamın akışkanlığı içinde göremeyenler ciddi olarak bir algılama ve anlama sorunu yaşıyorlar.
Günümüzde özellikle Kürtlerin ne yapmak istediği konusunda yaşanan bu karmaşık durum, bölge güçleri ve Uluslar arası aktörler tarafından ufak müdahalelerle kontrol altında tutulmak isteniyor. Örneğin Danimarka'da gerçekleşen kararla basına müdahale, Türkiye'de yer yer şoven yaklaşımların ve siyasetlerin öne çıkartılması, Araplarla çatışmalı hali derinleştirme çabalarının arkalarında yatan temel mantığın dayandığı payanda burası oluyor.
Kürtler kendi aralarında birliği ve bölgede barışçıl yaşamı oluşturma çabasını sürdürürken; gerçekleşen bu müdahaleler ve saldırılar karşısında da, haklı olarak kendilerini korumaya çalışıyorlar. Böylesine önemli ve tarihi bir dönemde kendilerini korumak istemelerinin gayet normal ve anlaşılır olduğunu tartışmaya çalışmak bile yanlışın dik alası oluyor.
Her ne kadar Kürtler için; Rojavada çatışmacı olduğu söylense-PKK'de de katılımlardan dolayı niyet sorgulaması yapılsa da, kazın ayağı tam olarak öyle değil. Sorunlarına çözümcül siyasetle yaklaşan Kürtlerin kendi varlıklarını ve tanımladıkları yaşamı koruma adına içine girdikleri sürecin kazananı şu anda Kürtler olmaktadır. Bu müdahaleleri ısrarla sürdürmek isteyenler ise; güreşe doymayan pehlivan gibi daha da sert bir şekilde yönelmenin arayışındadır.
Kürtlerin çözüm ve demokrasi hamlesi elbette çatışma ikliminden ve öteden beri süregelen silahlı direnişin dışında bir mücadeleyi ön plana çıkarmaktadır. Fakat bu isteme hayat karşılık vermiyorsa ve kaos hali olarak tanımlamaya çalıştığımız bu dönemde; Kürtlere yönelik her türlü saldırı yürütülüyorsa, Kürtlerin savunma amaçlı çatışmasından, silahlı gücünü çoğaltmasından daha anlaşılır bir şey olamaz. Bunu iyi görmek gerekiyor; aksi halde devam ettirilmek istenen bu ikili siyasette kaybedenlerin tarihte de olduğu gibi güreşe doymayan pehlivanlar olacağını iyi görmek gerekiyor...
Jan Ararat
- Ayrıntılar
2012 yılının bir kısmını kapsayan, hakkında çeşitli acıkmalarda bulunulan/kimilerinin ise gizliden gizliye kendilerine ait kurtarma kaynaklı eylem planı hazırladığı olay; 21 Aralık tarihiydi… Malum Maya takvimine göre; Kıyametin kopacağı gün olarak yıllar öncesinden öngörülmüş, hatta tekmili dünya da sadece iki yerin bu kıyametten kurtulanların sığınabileceği yer olduğuna kadar almış başını gitmişti tartışmalar.
Ama öyle olmadığı, en azından mayaların hesaplamalarının ya da söylemek istediklerinin tam da öyle olmadığı pratik neticeleri itibariyle ortaya çıktı. Kıyamet kopmadı hayat devam etmeye, kendisi olma yönünde ilerlemeyi sürdürdü.
Şimdi 2013 yılındayız; ne bin yıllar öncesinden ne de tarihin karanlığında kalmış bir kültürden gelen herhangi bir öngörme veya tabletlere yazılmış bir mesaj yok… Kıyamet teorilerinin yerini günümüzde; başta AKP olmak üzere, zamanın ruhunu okuma da zorluk çekenlerin kendinden meşhur açıklamaları almış durumda.
Rojava devriminde yaşanan gelişmeler, PYD’nin ve bölgedeki kürtlerin gerçekleştirdiği icraatlar bu kesimler tarafından kıyametin başlangıcı veya kıyametin alameti farikası olarak lanse edilmektedir.
Kıyamet kelime anlamı olarak; ayağa kalkmak anlamına gelmektedir!...
AKP’nin ve diğer çevrelerin Kürtlerin yaptıklarına ilişkin, son zamanlardaki siyasi aktörlükte bu kadar önemli mesafe kat etmelerine ilişkin bu açıklamaları yaparken, aslında histerik olarak da olsa gerçeğin altını çiziyorlar… Kıyamet olarak algılamak istedikleri ve kendi korku imparatorluklarının değirmeninde bu algıyı öğütmek için bütün topluma bunu yedirmeyi temel uğraş olarak belirlerseler de; günümüzde Kürtlerin ayağa kalktığı ve gün be gün daha da yaygın bir şekilde ayağa kalkacağı açıktır.
Kürtlerin gerçekleştirdiği bu kitlesellik, pratik siyasetteki etkinlik Kıyametin alameti farikası olamaz. Ayağa kalkmış bir halkın sonun başlangıcı ya da bitişin son çırpınışı olarak okunması; gerçeği görmeyen ya da görmek istemeyen kibirden ileri gelen bir yaklaşımın, zihniyetin kendini konuşturmasının dışında bir şey olmadığı açıktır.
Tüm bunlardan dolayı başta Rojava olmak üzere, ülkenin birçok yerinde/Avrupa da bile yaşayan binlerce kürdün içinde olduğu bu politik tutum ve mücadeleleri herkesten daha iyi Türkiye’nin, Türkiye siyasetinin yürütücü mercilerinin anlaması ve algılaması gerekiyor. Uzun yıllar boyunca çeşitli elitist yaklaşımlarla horlanan, yok sayılan en iyi yönüyle asimilasyona tabi tutulan bir halk olarak; Kürtler artık kendileri olmak istiyorlar.
Yönetimlerini, dillerini, yaşam alanlarını, kültürlerini kendileri olarak yaşamak istiyorlar. Kürtlerin istemlerini, ne yapmaya çalıştıklarını ve neyi mücadelesini-savaşımını verdiklerini bütün dünya çok iyi görüyor ve anlamaya çalışıyor. Öyle ezber bozmayan yaklaşım ve açıklamalarla; “ateşle oynamayın”, “kıyamet olur” gibi üstten ve hor gören açıklamalarda bulunmuyorlar…
Bugün itibariyle aslında dünya da hiç kimse, hiçbir devlet Kürtlere abilik yapmaya çalışmıyor! Türkiye ise zamanın ruhundan yoksun olduğundan mıdır, kendi yaşam mecrasında içine girdiği körlükten midir bilinmez; Kürtlere yönelik yaklaşımını değiştirmemekte ısrar ediyor.
Bir taraftan Kürdistan’ın kuzeyinde barış deniliyor, çözüm deniliyor, gençlerin ölmemesi deniliyor/öte tarafta ise yaşananlar ortada! 2 milyon Kürtle barışmayan, onları görmeyen, ne yapmak istediklerini anlamama da bu kadar direnen bir Türkiye’nin, 20 milyonla nasıl barışacağını ya da gerçekten de barışma isteğinin olup olmadığını herkes; en fazla da Kürtler bir kere daha sorgulamaya çalışıyor.
Tüm bunlar gösteriyor ki; yaşananlar basit ve geçici heveslerden beslenen bir ayağa kalkma süreci değildir. Yine kıyametle ilgili bir ayağa kalkış kesinlikle söz konusu değildir. Bu şekilde okumakta ısrar edenler, algıyı bu noktaya kanalize etmek için sabah/akşam uğraş içinde olanlar; en fazla kendi sonlarını ve kıyametlerini oluştururlar. Kürtlerin yaşamın her alanında ve bütün baskıları karşısında içine girdikleri bu kendileri olma mücadelesini; kıyametin alameti farikası olarak görmek bir yana, kıymetin alameti şahikası olarak görmek daha yerinde ve doğru bir yaklaşım olacaktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Çözüm süreci olarak dile getirilen siyasi gelişmelerde, son zamanlarda birçok farklı konu hakkındaki tartışmalar iç içe yürütülmeye devam ediyor. Çekilme ne kadar oldu, kaçta kaçı gitti-geldi, sürecin hangi aşamasındayız, şahinler mi geldi/güvercinler mi tasfiye edildi gibi söylem kirliliği havada uçuşuyor.
Bu tartışmalara ilişkin; hükümet ve AKP adına yapılan açıklamalar ise gerçekten de akılla/mantıkla izah edilecek türden değil…
Daha bu sürecin başında; yaklaşım olarak AKP her ne kadar samimiyet söylemini dilden düşürmese de, gelinen yerde Kandırılmadık-Kandırmadık diyor! Yani söylem olarak samimi davrandığını ve gerekli sorumluluğu aldığını vurgulamaya çalışıyor.
AKP böyle söylem salatasına devam edince; doğal olarak son zamanlardaki katılımlar üzerine, yandaş medya mensupları da bir şeyleri yazıp çizmeye çalışıyorlar. İstihbarat raporlarına referans göstererek, son katılımlara ilişkin açıklamaları/okumaları ve yazmaları dile getiriyorlar…
Bu konu hakkında yazı yazanlar-bir şeyler söyleyenler sözü geçen raporlara dayanarak; “dağdan inenlere iş imkanı verileceği için gençlerin son zamanlarda katılımı arttı. Gençler devletin bu politikasından faydalanmak için katılım yapıyorlar” gibi akıl sınırlarının uç noktasında gezinen açıklamalar yapıyorlar.
Her şeyden önce toplumla iletişim kurmaya çalışanlar, toplumun gerçekliğiyle yüzleşmeden-daha doğrusu bu alana temas etmeden toplumla sağlıklı bir iletişimi sergileyemezler. İletişim adına daha çok belirli merkezlerde, yürütülen tartışmaları ve verilen mesajları, iletişim adına ve toplumun gerçek gündemi buymuş gibi yazılan bu yazılar tipik bir komedi oluyor.
Gençleri kucaklamayan bir toplum söz konusuysa, gençlerin kendilerini ifade etmeleri bir yana her türlü baskıya ve saldırıya maruz kaldıkları bir ortam söz konusuysa, okulda tecavüz-askerde katliam söz konusuysa; bu gençlerin örgüte katılma gerekçeleri üzerine böyle absürd açıklamalar yerine, şapkayı indirip etraflıca düşünmek lazım!
Örgüte katılım neden artıyor diye sorulacak her soruya; gören gözlerle-hisseden vicdanlarla-işleyen mantıklarla cevap aramak gerekiyor! Eğer bunlardan biri, yani göz-vicdan-mantık devre dışı kalırsa, cevap adına ulaşılacak her sonuç, eksik kalır-yetersiz olur.
Öte taraftan aynı kesimler; katılımlar için PKK’ye ve HPG’ye de açıktan saldırmaya/mümkünse de bel altından vurmaya çalışıyor! Madem süreç samimiyetle test ediliyor; o zaman neden bu kadar katılım oluyor diye bir nevi PKK ve HPG’den hesap sormaya çalışıyor bu kesimler…
Korku imparatorluğunun yapı taşlarını oluşturma adına kendileriyle yarış halinde olan bu kesimlerin şunu iyi görmesi gerekiyor; “PKK mücadeleden vazgeçmemiştir!” Bu sürecin başından bu yana; PKK adına bu anlama gelebilecek herhangi bir açıklama olmamıştır. Yani mücadele stratejisinde gerekli koşullar oluştuğunda, ciddi bir değişimin/dönüşümün olacağını zaten Başkan Apo, Newroz’daki mesajında ilan etmişti. Bunun üzerinden halen PKK’ye katılımlar var, o halde örgüt devleti kandırıyor’a ulaşan her söylem gerçek dışıdır, yanlıdır ve maşa olmanın dışında herhangi bir kıymeti harbiyesi olmayandır.
Elbette katılımlar olacaktır; katılımların olmasının süreçle ya da PKK’nin samimiyetiyle alakalı bir durum olduğunu kimse iddia edemez. Bunun PKK’nin temel felsefesi olduğunu da kimse inkar edemez. Ki zaten, bugün Lice’de direnen halk, Gever’de askeri tepelere yürüyen halk veya Cizre’de şehidini sahiplenen halk hep birden; “PKK halktır, halk burada” sloganlarını atıyorsa, PKK’ye katılımların olup-olmamasını tartışmamak gerekiyor. Daha çok halklaşan PKK’nin ya da PKK’lileşen halkın siyasi taleplerini, insan olmadan kaynaklı hakları üzerine kafa yormak, proje geliştirmek ve siyaset üretmek gerekiyor. Bunları görmezden gelmek veya bunları göz ardı etmenin kimseye faydası olmayacağı gibi en çok zarar vereceği kesim ise; zihniyetlerinin her türlü alameti farikası belli olanlar olacaktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
“Sıkılan yumruklar küçükte olsa o küçük yumruklar, aslında koca bir dağı devirmeye yetecek güçtedir. Bir küçük yürek, bir küçük el, eğer sömürgeci zülme karşı yumruk sıkıyorsa, o koca bir ordu anlamına gelir!”
“Düz yolda yürüyenlerin bacakları zayıf olur, çetin süreçlerden geçmeyenlerin kafası boş olur” derler.
Mertlik, kişinin üzerine düşeni yapması ve kendisine sunulan değerleri yoldaşça yüceltmesini bilmesidir. Mertlik, “zafere yürüyen bir halka kumanda etmek,” ise o zaman yaratılan değerlere binlerce yeni değer katmasını bilmektir. Yiğitlik ve mertlik budur.
Ve bugün Kürdistan’da her zamankinden çok daha fazla imkanlar ortaya çıkmış iken o zaman yiğit ve mert olmasını bilmek gerekir.
“Karşınızdaki taş bile olsa, kendisinden su fışkırtacaksınız” diyor büyük insan.
“Biz bugün yeşeren bir özgürlük ağacıyız. Hepiniz gençsiniz, coşkulusunuz; iddialı olursanız, mutlaka filiz verebilecek durumdasınız. Daha işin başında birini 'bundan hiçbir şey çıkmaz' diye karşıladığınızda, iddianızı kaybetmiş olursunuz ve çabanız anlamsız kalır.” Ve bunun için işte Kürdistan’da adeta her gence ulaşmak, ilgilenmek, ilişkilenmek dönemin en büyük yurtseverlik görevi olmaktadır. Bunu başaran dönemin kahramanıdır. Bunu başaran dönemin daha doğrusu zamanın ruhunu anlamış demektir. Aksi taktirde bilinen bir tarzda çalışılırsa, sürece yaklaşılırsa sürecin dışında kalmak demektir ki buna da zamanın ruhunun dışında kalmak demek gerekiyor.
“Böyle günler her zaman ele geçmez. Böyle yıllar her zaman kaderimizi çizeceğimiz yıllar olarak önümüzde durmaz. Her zaman böyle fırsatlar doğmaz. Biz bunun için diyoruz ki, madem bu kadar şehit kanı var, madem dünya halklarından biri haline geliş var, madem tecrübelerimizle bir şeyler elde edebileceğimizi gördük, o halde bizi topyekün ayağa kalkmaya götürecek ve zafere yakınlaştıracak bu yılımıza iyi bakalım, bunun hakkını iyi verelim.”
Bu ruhla işte Kürdistan’da adeta her yüreğe bir köprü kurmak gerekiyor. Bu köprüyü ise elbette cesaretle, hiçbir engel tanımadan kurmak gerekiyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir saniye bile yerimizde durmadan, tüm Kürdistanlı ve Kürdistani gençlere ulaşmak gerekiyor. Eskinin o ağır, aksak, yer yer ürkek ve dar ilişkilenme biçimini aşmak dönemin dilidir. İsterse buna cesaretin dili diyelim. Her halükarda bu tarihi an’da kesinlikle hareket haline kendimizi getirmeliyiz.
Enerjinin nasıl akışkan bir gerçeklik olduğunu biliyoruz. Enerjiyi kapalı, donmuş, durmuş, form haline getirmeden onun tüm akıcılığını ve sürükleyiciliğini bilerek kendimizdeki tüm enerjiyi harekete geçirmemiz gerekiyor.
Yapılacak onca iş var. Ve bu onca işin içerisinde en kıymetli olan iş ise Kürdistanlı gençlerle ilişkiye geçmektir. Ama dediğimiz gibi geçmişteki gibi sadece belirli çevrelerle sınırlı kalan bir ilişkilenme değil. Adeta herkesi kapsayacak bir ilişkilenme biçimidir dile getirdiğimiz. İlişkilenme genişlemedikçe dağların yolları nasıl arşınlanır?
Bir yoldaşımızın yazdığı gibi:
“Zaman yaşanılanları unutturmaz. Dağda yaşananlar ise zamanla demlenir, çoğalır ve büyür.
Dağlı anılar, yüreğimizin en dibinde, daima kendisini diri tutan yanımız... Çünkü gerçek ile yüreğimizin tanıştığı mekân, dağ... Yüreğin unutamadığı tek gerçek, dağlı anılar...
Dağ, hep insana bir umut bahşeder. Sonsuz bir yalnızlık ve sessizliktir dağ yaşamı. Soyluluğunda gizler hep öteki yüzünü... Öteki yüzü toprak kadar sessiz, okyanus gibi derin ve bilgedir. Kürt, dağın yalnızlığında ve sessizliğinde kendini yaratan bir halktır.
Memleketimizde çocuklar dağın öteki yüzünün sevdasıyla büyür, öyle büyüdük. Dağ düşlerimiz, yeni bir yolculuk... Öyle çıktık yollara...
Dağ bir yol,
Yol bir çağrı,
Çağrı yüreğe düşmüş cemre, düşlerin gerçekleşmesi...
Yüreğimize dar gelen düşlerimizi bir tek dağın öteki yüzünde yaydık evrene... İnsanla öyle buluştuk. Kendimizi, düşlerimizin gerçekleştiği kadar gerçekleştirdik. Gerçekleştikçe güzelleştik, gerçekleştiremediklerimiz ise boynumuza bir günah gibi dolanır... Lakin yaşam gerekçemiz olanlardır...
Sınırlar dağlarda aşılır. İnsanın kendi sınırını aşıp, sevdaya ve güzelleşmeye ulaştığı yerdir dağ. Uzun dağ yolları ve yılları kat ettik. Çok şey değişti, düşlerimiz büyüdü, yüreğimiz genişledi. Biz değiştik. Yollar değişti, çağrılar çoğaldı, yüreklere yıldızlardan patikalar kuruldu.”
“Yollar değişti, çağrılar çoğaldı, yüreklere yıldızlardan patikalar kuruldu” diyoruz ve de büyük bir cesaretle tüm Kürdistanlılar değişen yollara, çoğalan çağrılara, yüreklerde kurulan patikalarda yürümeye çağırdığımız gibi, büyük Cesaretle, yüreklerde kurulan Köprülerle, Dağların yoluna çağırıyoruz…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
2012 yılının 19 Temmuz’unda “yüreğimizin güneyi”nde yaşayan insanlarımız Rojava’da devrimlerini ilan ettiler. Ve devrimlerini ilan ederlerken devlete ait ne kadar kurum ve kuruluş varsa hepsine kamulaştırdılar.
19 Temmuz devrimi deyip geçmemek gerekiyor. Öncelikli olarak “yiğidi öldür ancak hakkını ver” misali öncelikli olarak Rojava’da halkımızın gerçekleştirdikleri devrimi-safımız ne olursa olsun-kutlamasını bilmeliyiz. Eskilerde buna şapkayı çıkarmak derlerdi.
Evet, 19 Temmuz devrimi bir yılını doldurdu. İlk günlerde yaşadıkları sorunlar gibi halen de devrim birçok sorunu yaşıyor. Devriminin en büyük sorunu düşmanlarının çokluğudur. Öyle ki devrimi boğmak için doğudan, kuzeyden, güneyden ve batıdan saldırılar bir gün bile bugüne kadar durmamıştır. Ve öyle görülüyor ki durmasını da bilmeyecektir.
Haklı olarak sorulabilir, neden bu kadar saldırılarla karşı karşıyadır 19 Temmuz devrimi?
Arap baharı başladığında bir gün sıranın Suriye’ye geleceğini herkes az çok biliyordu. Tunus’ta çakılan kıvılcım Mısır’a oradan birçok Arap ülkesine yayıldı. Bunu fırsat bilen batı güçleri tüm güçlerini bir araya getirerek, dünyanın diplomatik hileleriyle de destekleyerek Libya’da Kaddafi’ye saldırdılar. Kaddafi’nin ilk günlerde yaptığı oldukça faul açıklamaları ise Libya’da birçok çevreyi kendisinden uzaklaştırmasına yol açtı. Sonuç olarak emperyalist güçler Libya’yı ve zenginliklerini şimdilik ele geçirmişlerdir. Ve sıra Yemen, Bahreyn derken Suriye’ye geldi. Suriye bilinen lokmalarının hiç birine benzemiyordu. Bir nevi Ortadoğu’nun nirengi noktasıdır Suriye. Bunun için Suriye’ye karşı savaş Rusya’ya, İran’a, Çin’e ve birçok farklı güce karşı savaş anlamına geleceği için Libya’daki gibi batılı güçler resmi olarak saldırıya geçmediler.
Batıların tarihten beri kendileri için savaşacakları vardır. Kirli işleri onlar adına parayla yapacakları oldukları için resmi girmediler. Özgür Suriye Ordusu adı altında birçok gücü harekete geçirdiler. Ve yaklaşık iki yıldır bu süreç devam ediyor. Tabii Suriye devleti birçok yeri çok vahşice yerle bir etti. Halkın tepkilerini demokratik bir yaklaşım ve rejim değişikliğiyle cevap verse tüm dış güçlerin saldırıları boşa çıkacak ve kazanacak olan Suriye ve halkları olacaktı. Ancak artık o şans gitmişe benziyor.
Bir yandan Suriye oligarşik rejimi, yıllar yılı Kürtlerin çoğuna vatandaşlık hakkı bile tanımamış. Diğer yandan ise Kürtlerin oldukça geri olan statüsünü bile kabul etmeyen sözde Suriye muhalifleri. Yani Cehş el Hür ve kimi İhvanı Müslim ve yandaşları...
Kürtlerin böylesi bir ortamda çok fazla seçenekleri olamazdı. Bir seçenek Suriye ile olmaktı. Ancak Suriye’nin yıllar yılı bir demokratik rejime sahip olmadığını ve kolay kolay olmayacağını en iyi Kürtler bilirlerdi. Yine Cehş el Hür’ün ise Kürtlere dönük açıklamaları yeterince açık oldukları için Kürtlerin yapacakları tek bir yol vardı o da; Kendi yollarını çizmekti. Ve Kürtlerde bunu yaptı.
Kürtler ne yaptılar? Kürtler öncelikli olarak hiç kimsenin tarafını tutmayarak sadece kendi taraflarını tutular. Yani tarafsız oldular. Daha doğrusu üçüncü yolu seçtiler. Üçüncü yol ne emperyalistlerin oyunlarına gelmekti ne de oldukça geri bölgesel statükocu güçlerin yanında yer almaktı. Üçüncü yol bağımsız durarak, kendi özgücü temelinde kendini örgütleyerek Kürtleri örgütlemekti. Ve Kürtler bunu yaptı.
İşte 19 Temmuz devriminin en kısa tanımı budur. Kürtlerin kendi kendilerini örgütleyerek, bu örgütlemeyi yaparken de kimseyle çatışmaya girmemeleri en temel yaklaşımları olduğunu herkes görmüştür. Ve nitekim Kürtler belli bir örgütleme ardından önce çeşitli kurumlarını oluşturmuş ve ardından da ise 19 Temmuz günü Kobani’de demokratik halk devrimlerini ilan etmişlerdir.
Evet, 19 Temmuz devrimi Kürtlerin tarihinde en önemli günlerden birisi olarak bugünden yerini almaya başlamıştır. Çünkü 19 Temmuz devrimi oldukça dar bir coğrafyada, küçük bir nüfusla bir nevi “aslanın ağzındaki lokmayı almak” gibi bir eylem olmuştur. Hem statükocu güçler hem de emperyalistlerin karşılıklı çatışmalarının arasında 19 Temmuz devrimi kendi halk gücüne dayanarak gerçekleştirilmiştir. Ve en önemli karakteri ise halkçı bir devrim olmasıdır. Hiçbir ülkenin, hiçbir devletin desteğini almadan gerçekleştirilen bir devrimdir. Kürt halkı içerisinde özgürlük eğilimini temsil eden bu devrim, bu bağlamda tamamen halkın bir devrimi olmuştur.
Evet, hiçbir güce bağlı olmayan, hiçbir güçten destek almadan bugüne gelen bu devrim bunun için birçok çevre tarafından hedef haline getirilmektedir. Başka da bugün El Kaidelerin, Türklerin, Suriye devletinin saldırılarını ve de Rojava’nın doğusunda bulunan sınır kapılarının aylarca kapalı tutulmasını başka nasıl izah edeceğiz?
Tek bir izahı vardır bu saldırıların ve kuşatılma planlarının; düşmanlık. Maalesef bu düşman tutum içerisinde Kürtlerin en tanıdık örgütlerinin olması da bir gerçektir.
Eskilerde Che Gueveran’nın
“Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” diyen sözlerini bizler aynısını 19 Temmuz devrimi için rahatlıkla söyleyebiliriz. 19 Temmuz devriminin dalgası ve sesi Kürt halkına bir ışık, bir umut ve de bir gelecek olacaksa, saldırılar ve kuşatılmalar nereden gelirse gelsin bizler de her zaman bu devrimin yanında olmasını -zorluklar ne olursa olsun - bileceğiz.
Yaşasın rojava halkımızın 19 Temmuz devrimi!
Ve yaşasın rojava halkımızın fedai gücü YPG ve YPJ!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Rojava’da 19 Temmuz 2012’de gerçekleşen özgürlük devrimi ikinci yılına girdi. Gerçekleşmesi gibi bir yıl yaşaması da mucize kabilinden olan bu devrimi şimdi herkes daha çok ciddiye alıyor ve anlamaya çalışıyor. Öncelikle Şilan Kobani ve Xebat Derik şahsında tüm Rojava özgürlük şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Başta kadınları ve gençleri olmak üzere tüm Rojava Kürdistan halkını, gerçekleştirdikleri bu cüretli işten dolayı kutluyoruz.
Rojava özgürlük devriminin ortaya çıkardığı tarihi önemde dersler var. Bu nedenle gittikçe daha çok tartışılıyor. Herkes kendi penceresinden bakıp yorumlayarak anlam vermeye çalışıyor. Devrim karşıtları birçok cepheden saldırırken, halk bir yıldır yürüttüğü direnişin yarattığı kendine güvenle devrimin coşkusunu yaşıyor. Kürdistan’ın bu en küçük parçası, adeta boyundan büyük bir iş yapmış olmanın gururuyla bölgesel gelişmelere öncülük ediyor.
Bilindiği gibi, bu cesur ve fedakâr devrimci çıkışın ardında otuzüç yıllık yoğun bir devrimci çalışma var. 1979 yazından itibaren yirmi yıl boyunca kesintisiz bir biçimde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu çalışmayı yürüttü. Ardından da bazı yetersizlikler olsa da Kürdistan Özgürlük Hareketi bu süreci devam ettirdi. Özellikle “Arap Baharı”nın başladığı 2011 yılı Ocak-Şubatından itibaren Kürtler devrimci çalışmalarına hız verdiler. Suriye’de ne rejime ve ne de muhalefete angaje olmayarak üçüncü bir çizgi izlediler. Kısaca otuz yılı aşkın devrimci çalışmanın yarattığı birikim, Arap baharının Suriye’de yarattığı uygun konjonktürle birleşince 19 Temmuz özgürlük devrimini gerçekleştirdi. Rojava devriminin verdiği birinci ders bu.
Bu dersi nasıl anlamalıyız? Demek ki, bir yerde devrim olabilmesi için iki temel şartın yerine gelmesi gerekiyor: Öncü devrimci çalışma ve uygun ortam! Bunlar birlikte olmadan devrim olmaz. Bunlar birbirinin karşıtı değil, tamamlayanıdır. Demekki sadece birilerinin zorlamasıyla devrim olmayacağı gibi, öncü çalışma olmadan, kendiliğinden de devrim olmaz. Yine demek ki devrimcilerin görevi zorla devrim yaratmak değil, imkân ve fırsatları iyi değerlendiren bir çalışma tarzıyla devrim için gereken verileri hazırlamaktır.
Rojava özgürlük devriminin birçok ezberi bozup düşünce kalıbını kırdığı da bir gerçek. PKK dahil hepimiz, önce Kürdistan’ın büyük parçalarında devrimin olacağını ve Kürt sorununun çözüleceğini, buna bağlı olarak Rojava Kürtlerinin de haklarına kavuşacağını sanır, böyle düşünüp tartışırdık. Oysa özgürlük devrimi önce Rojava’da gerçekleşti. Şimdi Rojava devrimi Kürdistan’ın diğer parçalarındaki çözüme öncülük ediyor. Rojava özgürlük devriminin verdiği ikinci ders de bu.
Demekki bir yerde devrim olabilmesi için arazi ve nüfus büyüklüğü gerekmiyor. Öncü devrimci çalışmanın yapıldığı ve birikimin uygun konjonktürle birleştiği bir yerde devrim gerçekleşebiliyor. Bu nedenle, her yerde devrimci çalışma yapılabilir ve devrim için gereken hazırlıklar olgunlaştırılabilir. İçinde bulunduğumuz ortamda nüfusu az veya çok her toplum devrimi hazırlayarak uygun ortamda başarabilir.
Rojava özgürlük devrimini 1 Haziran 2010’dan itibaren Kürdistan genelinde geliştirilen dördüncü stratejik dönemin dışında tutmamak gerekir. 2011-2012 devrimci halk savaşı hamlesi içinde gerçekleşen bir gelişme olduğu tartışmasızdır. Planlamasıyla da pratiğiyle de gerçek böyledir. Buradan da iki temel ders çıkmaktadır. Birincisi, Kürdistan’da yaşananlar birbirinden kopuk değil, tersine birbirine bağlıdır. Siyasal sınırlarla parçalanmış olmak bu gerçeği değiştirmiyor. Bütün parçalarda olanlar birbirine bağlı gelişiyor.
İkinci ders ise, eğer yerinde, zamanında ve doğru tarzla yürütülürse devrimci halk savaşının ezilen halkların özgürlüğüne kavuşmasında kullanılabilecek bir yöntem olduğunun bir kez daha doğrulanmasıdır. Özellikle “Silahla hak arama devri geçti” sözünü tekrarlayan çok sayıda Kürdün olduğu bir ortamda bu sonuca ulaşılması önemli ve öğretici olmuştur. Demekki kendi durumuna ve ruh haline politika yapmak değil, stratejik analiz yaparken objektif verilere bakmayı bilmek gerekir.
Rojava özgürlük devrimi gerilla tarz ve taktiklerine de katkı sunmuştur. Özellikle dağa dayalı olarak ova ve şehir gerillacılığını geliştirme arayışı içinde olunduğu bir ortamda Rojava devrimi derin öğreticilik taşımıştır. Dağdaki gerilla varlığına dayanarak ova ve şehir gerillacılığını geliştiren ve zafere kavuşturan ilk alan Rojava olmuştur. Bu da gerillanın zenginliğinin ve yaratıcılığının yeni bir kanıtıdır. Demekki dağda olduğu gibi, ovada ve şehirde de gerilla olabilir ve sonuç alabilir. Kürdistan gerillasının Rojava pratiğinden öğreneceği çok şey vardır.
Rojava özgürlük devriminden çıkarılacak benzer dersler çoktur ve bunları çıkarmak hayati düzeyde öneme sahiptir. Umut ediyor ve bekliyoruz ki, bu devrimin ateşinde pişen özgürlük savaşçıları, Rojava’nın yiğit kadın ve erkekleri bunu yapacaklar. Zengin veriler içeren bu tarihi adımın öğretici derlerini tüm insanlığa sunacaklar!
Sonuç olarak şunu da ifade edelim ki, Rojava devrimi “Olur” denmediği gibi, “Yaşar” da denmeyen bir olaydır. Daha ilk günden itibaren bir gün, bir hafta, bir ay ömür biçenler, devrimin yenileceği günü sabırsızlıkla bekleyenler çok olmuştur. Böyleleri sadece dışarıda değil, daha çok da Kürdistan’da ve Rojava’da vardır. Rojava özgürlük devrimi tüm bu beklenti ve burdan doğan saldırılara karşı sürekli bir direniş devrimi durumundadır. Devrim içinde devrim yaşanmaktadır.
Baştan itibaren devrimi boğmak için geliştirilen saldırılar ve kuşatma, birinci yıldönümü sırasında doruğa çıkmıştır. İkinci yılına girerken devrim tam bir kuşatma ve saldırı altındadır. Kuşatma yerel, bölgesel ve küreseldir. Rojava özgürlük devrimi karşısında her düzeyde birbirine karşıt olanlar birleşmiş durumdadır. Küresel düzeyde birbirine karşıtlık yaşayan ABD ile İran ve ABD ile El Kaide, bölgesel düzeyde karşıt olan İsrail, İran ve Türkiye, Rojava özgürlük devrimi karşısında aynı cephede ve bir aradadır. Birbirini karşıt gören birçok işbirlikçi Kürt de şimdi Rojava devrimi karşısında aynı yerde durmaktadır. Her özgürlük devriminde görülen bu durum, Rojava özgürlük devriminde de yaşanmaktadır.
Tam kuşatma sadece tüm güçleri içermesi ve dörtbir yandan olması ile de sınırlı değildir. Ekonomiden siyaset, askerlik, kültür ve benzeri toplum yaşamının tüm alanları da ambargo ve kuşatma altındadır. Devrim karşıtları tüm kapıları kapatarak Kürdistan’ın bu küçük parçasının kahraman halkını dize getirmeyi ve teslim almayı ummaktadır.
Ama bilmiyorlar ve yanılıyorlar ki, bu halk 19 Temmuz devrimine cesaret eden Apocu bilinçle yoğrulmuş bir halktır. Onbinlerce şehit komutasında yürümektedir. Dört parçadaki ve yurtdışındaki tüm Kürtlerin kalbi Rojava’da atmaktadır. Dünyanın tüm devrimci-demokratlarının Rojava devrimine desteği vardır. Dolayısıyla Rojava özgürlük devrimi yenilmezdir. Geçen bir yılda yenilmedi, bundan sonra da yenilmeyecektir!...
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Sömürgeciliği yüreğimizden ve beynimizden söküp atmamız gerektiğini söylerken, hemen şimdiden devasa bir mücadele 30 yıldır kıran kırana yürütülmüşken, halen hangi sömürgecilerin bizlere ektiği özelliklerden bahsedebiliriz ki diye sorulabilir, haklı olarak?
Sömürgeciliğe karşı gerçektende 30 yıldır silahlı olmak üzere toplam 40 yıldan fazladır dişe diş bir mücadele tüm cephelerden yürütülmüş ve halende yürütülmektedir. Lakin sömürgeciliğin beyinleri felç eden, işlemez kılan, kendisi olmaktan uzaklaştıran, yabancılaştıran, kendisi olmaktan çıkarak sömürge kişiliği oluşturma politikalarına maruz kalan bir gerçekliğin etkileri halen birçok insanda gözle görülür bir şekilde sıratmaktadır. Değişimler ve dönüşümler kuşkusuz çok büyük olmuştur. Kürt halkı, Kürdistan'i halklarla büyük bir dönüşümü yaşaması muhakkaktır; lakin Kürdistan’da herkesin böyle olduğu ya da aynı benzer güçlü dönüşümü yaşadığı tartışmalıktır. Yine dönüşmüş olanların ne kadar sömürgeciliği yüreklerinden ve beyinlerinden söküp attıkları da tartışmalıktır.
Örneğin söz konusu Kürtçe dilini ele alarak, ruhsal değişim dönüşümün ne kadar gerçekleştirildiğini en iyi bir şekilde gösterecek bir örnek dil meselesi olabilir.
Bizler: “Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur.
Kısacası, sömürge iki dilliliği ne bir yerli dilinin bir püristin diliyle yan yana yaşadığı (ikisi de aynı hissetme dünyasına ait) iki dillilik durumudur, ne de fazladan ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok-dillilik zenginliğidir: bir dilbilim dramıdır” bu söylenen gerçeğinin ne kadar farkındayız ve ne kadarını aşmışız bu dramın diye bir soruyu herkes kendisine sorabilir?
“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır.”
Halbuki yıllar önce bir Fransız aydını olan Sartre sömürgecilik ve sömürgeciliğin yarattığı kişiliğe ve sonuçlarına dönük:
“Ve bir halkın ölme şeklinden başka hiçbir seçeneği yoksa bir halk ezenlerinden sadece umutsuzluk hediyesi almışsa, kaybedecek neyi olur? Bir halkın şanssızlığı, onun cesareti haline gelir; sömürgeciliğin onu sonsuz reddini, sömürgeciliğin mutlak reddine çevirir.
Üstelik bu bir açıdan çifte gayrı meşruluktur. Tarihin kazaları sonucu bir toprağa gelen bir yabancı olarak, sadece kendisine bir yer yaratmayı başarmakla kalmamış, ora sakinlerinin yerini elinden almayı da başarmış, onların hakkı olanlar pahasına kendisine hayret uyandırıcı ayrıcalıklar bahşetmiştir. Bunu da, bir açıdan bu eşitsizliği gelenekle meşrulaştıran yerel yasaların gücüyle değil, var olan kuralları kaldırıp kendininkileri koyarak yapar” demiştir.
Dikkat edilirse sömürgecilik hem gelip Kürdistan’a yerleşmiş, çalmış, çırpmış, katletmiş ve ardından da ayak ayaküstüne atarak bu topraklarda yaşayan halkların dilleri ve kültürleriyle alay ederek yok etmek için elinde geleni alenen devlet politikası olarak yürütmüştür. Bu topraklarda yeşeren kültürleri asimile etmenin de ötesinde soykırıma tabi tutarak yok etmeyi tüm kurum ve kuruluşlarıyla gerçekleştirmeyi esas almıştır.
Gerçeklik buyken, halen sömürgeciliğin diline, kültürüne hayranlık duymak olsa olsa yukarıda dile gelen dramın kendisidir. Sömürgecilik tüm gücüyle adeta“Her şey kusursuz olurdu… yerliler olmasaydı,” der gibi üstelik bu toprakların orijin renklerine hakaret etmekten de bir gün geri durmamıştır. Ancak sömürge haline getirilenler ise adeta sanki bir şey yokmuş gibi yapmalarına da ise hiçbir akıl ve zihniyet alamaz. Bu da ayrı bir dram ya da trajedi…
Bu bağlamda bir nevi: “Sömürgeleştirilen belleğini yitirmeye mahkûm olmuştur adeta.”
Ne diyor filozof ya da hakikat arayışçısı:
Halbuki, “Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”
Bir zamanların 1945 yılın Fransa’sında bir seçim kampanyasında şöyle bir propaganda yapılır:
“Radyomun düğmesini çevirince Amerika’da Zencilerin linç edildiğini işitiyorum ve diyorum ki kendi kendime:
O zaman bize yalan söylemişler: Hitler ölmemiş
Radyomun düğmesini çeviriyorum ve öğreniyorum ki Yahudiler hala aşağılanıyor, hor görülüyor ve yurtlarından kovuluyorlar:
O zaman diyorum ki kendi kendime, hala bize yalan söylemişler: Hitler ölmemiş.
Radyomun düğmesini çeviriyorum ve öğreniyorum ki Afrika’da çalışma kampları kurumlaştırılıyor, yasallaştırılıyor:
O zaman diyorum ki kendi kendime, bak bize yalan söylemişler; Hitler yaşıyor.”
Peki, bizim bu “radyomun düğmesini çeviriyorum ve öğreniyorum ki” Kürdistan’da ne kadar çok Kürtlere ve Kürdistanlılara hakaret dolu sözleri, davranışları, pratikleri, uygulamaları nasıl ele alacağız?
Bu “radyomun düğmesini çeviriyorum ve öğreniyorum ki” verilerle binlerce ama binlerce örnek vererek faşizmin, Hitlerciliğin ne kadar derin olduğunu göstermemiz zor olmayacaktır. Bizler bırakalım günlük olarak saatlik ve dakikalık olarak “O zaman diyorum ki kendi kendime, bak bize yalan söylemişler; Hitler yaşıyor” örneklerini sunabiliriz. Çünkü gerçekten Kürdistan’da ve Türkiye’de Kürtlere ve bu topraklarda yaşayan nice halklara çok mu ama çok fazla sömürgecilerin inkar ve imhayı esas alan uygulamaları söz konusudur.
Örneğin: “Sömürgeci boyun eğdirmek ve sömürmek için sömürge insanını tarihsel ve toplumsal, kültürel ve teknik akımdan dışarıya itti. Sömürge insanının kültürünün, toplumunun ve teknolojisinin ciddi bir zarar gördüğü gerçektir ve sağlaması yapılabilir.” Gerçeklik buyken hangi kardeşlikten söz açılabilir peki? Hangi birliktelik ve beraberlikten bahsedilebilir peki?
Özcesi sömürgecilik kültürü tüm gücüyle kendisini tüm toplumsal gerçeklere dayatırken buna karşı toplumlarında tüm güçleriyle özelde kendi yerellerinde güçlü karşı koyuşlarıyla bu sömürgeciliğin zihniyet yapısı ve uygulamaları ortadan kalka bilir. Yine kendi kültürel değerlerini çok güçlü sahiplenme ve yaşatmayla sömürgeciliğin kültürü geriletilebilir.
Not: isimlendirilmemiş olan tırnaklar Albert Memmi’nin –“Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi,” kitabından alınmıştır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar