“İlkel milliyetçilik bir hastalıktır, hem de çok köklü bir hastalıktır” demiştik.
Milliyetçiliğin neme nem bir hastalık olduğunu herkes bilir. Özü ırkçılığa kadar giden, kendisini herkesten üstün gören, farklı yaratılmış olduğuna inanan, bir nevi kendini “seçilmiş” bilen ruhsal bir hastalık. Ve bu hastalığın insanlığın başına ne büyük belalar getirdiğini hepimiz Hitler faşizminde gördük. Çünkü milliyetçiliğin gideceği yer, varacağı son liman kesinlikle faşizmdir. Ve bu faşizmi biz nerede milliyetçilik yaşanmışsa, kurumsallaşmışsa başkalarını ötekileştirerek insanlığın başına nasıl tam bir bela olduğunu görerek öğrendik.
Evet, milliyetçilik bir hastalıktır, hem de urlu bir hastalık, tedavisi zor olan, bir kere yaşandı mı başkalarının çok büyük acılar yaşayarak tecrübe edindikleri bir hastalık.
Milliyetçiliğin birde mikrosu vardır. Birde tabii İlkel olanı vardır. İlkel olanına biz İlkel Milliyetçilik demiştik. İlkel Milliyetçiliğin özü dar ailesel, kabilesel ve aşiretsel çıkarları tüm toplumun çıkarlarının üstünde gören bir milliyetçik türüdür. Ve bu milliyetçilik türü doğası gereği hep birilerine yaslanmak durumundadır. Yani bu tür anlayış sahipleri hep birilerine dayanarak var olabilirler. Başkalarına dayanmadan ayakta kalamazlar. Bu bağlamda en belirgin özelikleri özgüvenden yoksun oluşlarıdır. İlk elden dayanacakları aileleri, sonra kabileleri, sonra aşiretleri derken bu dayanma sıralaması giderek yukarıya kadar uzanır. En son ve hep dayanmak isteyecekleri en güçlü olanlardır. Bunun için bugün en çok dayandıkları ve dayanmaktan vazgeçmeyecekleri ABD’dir, küresel emperyal güçlerdir. Ve tabii ki bulundukları alanda ise en çok dayanacakları güç sömürgeci devletlerdir.
Dikkat edersek bölgemizde en çok sömürgeci devletlerle ilişkilerini iyi tutmaya özen gösteren kimdir dersek, vereceğimiz cevap İlkel Milliyetçi anlayış ve düşünce tarzıdır. Ve bunun en ileri düzeyde temsilciliğini geçmişte olduğu gibi bugünde KDP yapıyor.
Halklar ortak zaferlere sevinirler, ortak kaybetmelere üzülürler. Birini bayram diyerek sahiplenirler diğerine ise yas deyip anarlar. Dikkat edersek İlkel Milliyetçilerde bu duygu tersinedir. Çünkü halk zafer elde etmişse kaybeden İlkel Milliyetçilik olacağı için bunlar bayram coşkusuyla kutlanması gereken zaferlerden korku duyarlar, tersine elde edilmiş olan zaferi boşa çıkarmak için ne kadar sömürgeci güç varsa bunlarla ilişkilenerek alt etmeye çalışırlar. Benze bir şekilde büyük hüzünler için de geçerlidir. Halk hüzünlüyse bunlar sevinçlidirler. Çünkü halk hüzünlüyse çıkarcılar sevinç seli halinde yaşamaya aday olurlar.
Daha somut söyleyecek olursak: Bugün Rojava Kürtleri Tel Koçer gibi önemli bir mevziiyi ele geçirdiler, daha doğrusu İslamiyet’in adını çok kirli bir şekilde kullanan İslam ahlakı ve kültürü karşıtı çevrelerden kurtardılar. Yine Kürtleraylardır sürdürülen onca ablukayı ve ambargoyu kırma imkanı yakaladılar. Yani Rojava Kürtleri ilk kez biraz nefes alma olanağını yakaladılar. Dikkat edersek, tüm Kürtler ve dostları için bu bir bayram ve sevinç vesilesi olurken İlkel Milliyetçiliğin baş temsilcisi olan KDP için bu tamamen bir moral bozukluğu oldu. İlk elden Rojava Kürtlerini tehdit ettiler, bu yetmedi hemen Neçirvan Barzani Türkiye’ye koştu. Herkeste biliyor ki bu gidiş sadece ve sadece Tel Koçer zaferinin ambargo ve ablukayı kıracağı endişesindendir. Ve herkeste biliyor ki Türkiye-Cephet El Nusra güçlerine en fazla açık destek veren güçtür-Tel Koçer’i Kürtlerin elinde çıkarmak için tüm gücünü kullanacaktır.
Şimdi bu durumda en kör olan birisi Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye neden acilen gittiğini anlayamaz mı? Rojava Kürtlerinin zaferini gölgelemek için gittiğini anlayamaz mı?
İşte İlkel Milliyetçilik dediğimiz gerçeklik budur. “Küçük olsun ama benim olsun” mantığı tamamen İlkel Milliyetçi anlayıştır. Demiştik ya: “İlkel Milliyetçi anlayış; hem ulusal çıkarları düşünmekte ısrarla uzak duran bir anlayış olurken, hem de aynı topraklarda gelişen, gelişebilme ihtimali ve potansiyeli olan hareketlerin önünü barajlamak için hiç birisinin gelişmesine izin vermeyen, bu bağlamda da Kürdistan’ı babalarının çiftliği bilen anlayışın ta kendisidir.”
Bunun çok hayırlı bir anlayış olmadığı açıktır. Türkiye devletinin apar topar Irak hükümet yetkilerini çağırması-üstelik daha birkaç ay önce ne kadar kılıç kalkan olduğunu herkes bilmişken-hayırlı bir iş için değildir. Yine İran dış ilişkiler bakanlığının çağrılması derken, bölgede yeni ve çok hızlı bir diplomasi trafiğinin sömürgeci Türk devleti tarafından sürdürülmesi açıktır ki tek bir hedefi vardır: Kürtlerin zaferini boğmak!
Durum bu kadar açık iken İlkel Milliyetçi anlayışın sömürgeci devletlerle bir arada, aynı cephede hareket etmesi tek kelimeyle bir ihanet duruşudur. Doğaları gereği İlkel Milliyetçilerin başkalarına yaslanacaklarını bilsek bile tarihin bu önemli momentinde Kürt halkının çıkarlarının karşısında dikilmek asla ama asla af edilecek bir duruş ve davranış olmayacaktır. Hele hele şimdiden görüldüğü gibi bu İlkel Milliyetçi anlayış Kürdistan’ın farklı yerlerinde benzer anlayışları temsil edenleri bir araya getirmesi gibi oldukça parçalayıcı ve tehlikeli bir duruş ve davranış gösterirken, kesinlikle Demokratik Ulus anlayışını temsil edenler, buna inananlar, buna yakın duranlar bu tür anlayışlara karşı mücadele etmeleri gerektiğini bileceklerdir. Bilmenin de ötesinde tavır sahibi olmaları gerektiğini de bileceklerdir. Çünkü tarihi moment asla ama asla teğet geçen yaklaşımları kabul edecek bir moment değildir. Herkesin, hepimizin tüm gücümüzle yükleneceğimiz bir tarihi an olduğu için, kesinlikle ulusal birliğinin önünde engel olabilecek ne kadar tutum ve davranış varsa, çıkarsa bunlara karşı amansız bir mücadele içerisinde olması gerektiğini de bilerek duyarlı ve mücadeleci bir duruşa ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Günlerdir hatta yıllardır haber bültenleri, gazeteler bildik manşetler atıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu üslup artık kabak tadı vermeye başlıyor.
Hangi üslup diye soran olursa;
Öğretilmiş ve gizlice dayatılan mağdur edebiyatı ve bir yerlerden bir şey bekleyen üslup. Birkaç örnek vermek gerekirse;
“Depremzede değil, devletzede!”
“Gever deresi islah bekliyor”
“sınıra yapılan duvarı durdurun!”
“katil hala serbest geziyor!”
Bu üslupları çok doğal ve gerekli görenler olacaktır. Bu üslubun sonuçları ve neden kaynaklandığı üzerine bir kaç şey söylersek üslubun gerekliliği üzerine görüş belirtenler fikirlerini değiştireceklerdir.
Üslup ve zihniyet bir birinden kopmaz ve birbirlerini etkileyen iki temel öğedir. Bahsi geçen üslup da zihniyetten kaynaklanır. Hangi zihniyet mi?
Devletçi zihniyet.
Bu nereden çıktı diye soracak olan olursa:
Bu zihniyet öyle farklı kılıflarda kendini var ediyor ki bu sorunun pek çok kişi tarafından sorulması hiç de garipsenecek bir durum değil.
Ama söz konusu Kürtler olunca bunu garipsememek ve buna karşı çok net tavır geliştirmemek elde değil. Bunca bedel, onca yıldır yürütülen mücadele sonrasında halen böyle bir üslup kullanmak hiç de kabul edilebilir değil.
Eleştirimizi biraz açımlarsak;
Bir yılı aşkın süredir büyük zorluklar içinde yaşayan Van halkının, örgütlenerek, örgütlülüğün verdiği güçle kendi sorunlarını çözmek için yapı kooperatifinden, toprak işgaline pek çok şey yapabilecekken açlık grevine girmek gibi pasif, yukarıdan, başkalarından bekleyen bir durumda olması neyle izah edilebilir, nasıl kabul edilebilir ki?
Gever deresi islah bekliyor diye ayrı bir manşetin altında yazanlar ise aynı içerikte. Yine devletten beklenilen görevler... Gever deresinin ıslahını devlet yapmıyorsa yapabilecek örgütü oluşturmak, devleti bulunulan alanda işlevsiz kılmak çok mu zor? Yoksa siz de “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyenlerden misiniz?
Haber bültenlerinde geçen diğer bir haber ise Suriye ve Türkiye sınırı arasına örülen duvarın inşasının durdurulması çağrısını içeren basın açıklamaları ve çeşitli eylemler! Bu eylemler de devletten bir şey bekliyor. Devletin yaptığı şeyi durdurmasını! Yine görüntüde aktif gibi görünse de özünde kendini pasif devleti aktif kılan bir eylem. Ne yapalım diye soracaklar vardır. Orayı yapan iş makinalarının oraya ulaşmasını, çalışmasını engelleyen eylemler!
Örnekleri çok olsa da değineceğim son manşet Ethem Sarısülük'ü katleden polisin Urfada görev yaptığı ve serbestçe gezdiği haberi. Demokrasi platformu açıklama yapmış: Katili Urfa'da istemiyorlarmış! Yani başka yere gidebilir, başka bir yerde görev yapabilir! Hazır katil Urfa'dayken bu katliamın hesabını sorabilecek, onu Urfa'da sosyal tecride alabilecek pek çok eylem yapılamaz mı?
Daha pek çok örnek verilebilecek onlarca olay var. Burada bu haberleri yapan basın yayın kuruluşlarının da zihniyetlerinin eleştirilmesi gerekir. Çünkü yapılan her haber toplumun bilinç altına mesajlar gönderir.
Tüm bu haberlerde gönderilen mesaj “bekle! Devlet baba her şeye kadirdir! Ne yaparsa o yapar! Beklemekten, istemekten başka biz bir şey yapamayız!”
Bu konuda asıl eleştirilmesi gerekenler demokratik siyasette öncülük misyonu üstlenenlerdir. Seçim sürecinde olmak bu eleştirileri daha yoğun yapmayı gerektirir. Demokratik siyaset bahsettiğimiz zihniyetten kurtulmadan başarılamaz. Demokratik siyasetin asıl görevi toplumu örgütleyerek kendi kendine yeter hale getirmektir. Halkın her eyleme desteği göz önüne alındığında eğer öncü doğru bir zihniyetle yaklaşır ve buna göre pratiğe yüklenirse başarı ihtimalinin yüksek olduğu görülür.
Bu zihniyetin sonucu sürecin tıkanma aşamasına gelmesidir. Hemen devletin süreci tıkadığına dair görüşler belirtenler olsa da demokratik siyaset felsefesine göre düşünülünce sürecin tıkanmasında bu zihniyetten kurtulmamış olmamızın payının olduğunu göreceğiz.
Mevcut zihniyet mağdurların, güçsüzlerin zihniyetidir. Bu zihniyet süreci sürüklemez! Tıkatır! Devletten beklenir, devletten istenirse süreç demokratik kurtuluş süreci olmaz! Devletli kurtuluş süreci olur. Devletle de sürecin kurtulmayacağı, kurtarılamayacağı, yürümeyeceği binlerce yıllık halklar tarihinin en somut örneğidir.
Süreç halkın kendi çözümünü kendisinin yaratma sürecidir. Yaşamını özgürce inşa sürecidir.
Sürecin ruhuna, zihniyetine girme zamanıdır.
Çok geç olmadan, bir an önce!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar
Bundan tam 90 yıl önce Türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluş ilanı büyük bir gürültü ile Ankara’da yapıldı. Bu ilan, her hangi bir ulusun kendi doğal seyri içerisinde kendi kaderini tayın etmek üzere kendi devletini kurma ilanı olmamıştır. Bu ilan Kürt ulusunun inkârı ve yok edilmesi temelinde kurgulanmış bir devletin kuruluş ilanıdır. Dolayısıyla büyük bir suç devleti olarak kurulmuştur. Bu suç, her hangi bir suç değil, bu suç soykırım suçu niteliğinde ağır bir insanlık suçudur.BM tarafından da, soykırım suçu bir insanlık suçu olarak kabul edilmiştir.
Fakat biliyoruz ki böylesine ağır suça bulaşmış Türk devletinin kuruluş yıl dönümü bir kez daha şaşalı törenlerle kutlanmaya çalışılacaktır. kendisini Türk İslam sentezi olarak kabul eden AKP devleti, Fethullah Gülen ve sözüm ona ‘laik ordu’ her üçü de birlikte Kürt soykırım fermanını 90. yılında da resepsiyonlarla kutlayacaklardır.Bu cumhuriyetin kuruluşuna kadeh kaldıranlar da, tekbir çekenler de olacak. Aslında kadeh kaldıranlarda laiklik adına Kürt halkının katliamına onay vermiş oluyorlar. Tekbir çekenler de kutsal İslam adına bir kez daha Kürt katliamını ve soykırım fermanını kutsamış oluyorlar.
Bir kez daha Kürt çocuklarını ve gençlerini böyle kanlı, kirli sicile sahip Türk devletinin 90. yılının kuruluş yıl dönümünü kutlamaya çağıracaklardır. Ancak hiçbir Kürdün bu çağrıya uymayacağı, hatta bu günü, kendi katliam-soykırım fermanının ilan günü olarak görecek ve protesto edecektir. Etmelidir de.
Bir kez daha sömürgeci efendiler, sözüm ona aydınlar, “cumhuriyeti Kürtlerin, Türklerin ve diğer halkaların birlikte kurduğunu”, “hepimizin cumhuriyeti olduğunu” vb. söylevleri yükselteceklerdir. Buna birçok tarihi hafızadan yoksun bilinci bulanık, ruhu körelmiş, bazı Kürtler de katılacaklardır.
Herkes şunu bilmeli: “Cumhuriyeti Kürtler ve Türkler birlikte kurmuşlardır” demek büyük bir çarpıtma ve yalandır. Sömürgeci resmi ideolojinin bir uydurmasıdır. Kürtlerin ulusal bilincini bulanıklaştırmaya ve yok etmeye dönük bir saldırıdır. Tarihi gerçekleri inkâr etmenin en açık ifadesidir. Aynı zamanda Türk sömürgeciliğini Kürdistan’da meşrulaştırmaya çalışan bir ideolojik hegemonya kurma hesabıdır.
Öncelikle şunu belirtelim ki, her iki halkın ortaklaşa mücadele ettikleri genel kabul gören bir doğrudur. Fakat aynı şeyi ‘ cumhuriyeti birlikte kurdular ‘ ifadesi için kullanmak doğru değildir. İnsan, birer soykırım merkezi olan Türk okullarındaki tarih ezberinden kurtularak, biraz düşünmeye başlarsa, her halde şu soruları sorabilir: Nasıl oluyor da bir cumhuriyeti birlikte kuran uluslardan birisi olan Kürtler, ilan esnasında yok sayılabiliyor? 1924 yılında yapılan Türk anayasasında yok sayılabiliyor? Yine nasıl oluyor da bu cumhuriyeti birlikte kurduğu iddia edilen Kürtler, ‘tek devlet, tek millet, tek dil, tek kültür, tek bayrak’ söylemi temelinde bir çırpıda yok sayılabiliyorlar? Ve anayasanın hiç bir maddesinde Kürtlere dolaylı veya direk yer verilmiyor? Bu nasılcumhuriyeti birlikte kurmaktır?
Peki Lozan görüşmelerinde diğer bir Kürt soykırımcısı İsmet İnönü’nün şu sözlerine ve sonraki yıllardaki açıklamalarına ne demeli? “1923'teki Lozan görüşmelerinde "barıştan sonra kurulacak Devletin Türklerle Kürtler'in ortak devleti, Meclis'in ortak meclis, Hükümetin ortak hükümet olacağını" söylüyor; ancak bundan dört yıl sonra yani 1927'de ise "Birinci vazifemiz, bu vatan içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır"(M.Bayrak) Şimdi İsmet İnönü’nün bu söyledikleri kalleşlik ve ihanet değil de nedir? Gerek M.Kemal ve gerekse de İsmet İnönü’nün daha birçok benzer ihanet ifadelerdi vardır. Bu kadarını yazmakla, aktarmakla yetiniyoruz.
Halklarımızın birlikte mücadele ettikleri doğru, fakat cumhuriyeti kurma, ilan etme esnasında, Kürt ulusuna kalleşlik yapıldığı, Kürtlerin büyük tarihi bir ihanete uğradığı da bir o kadar gerçektir. Cumhuriyeti birlikte kurdukları ne kadar yalan ise, Kürtlerin ilan esnasında ihanete uğradıkları da bir o kadar gerçektir.
1924 anayasası, 29 Ekim’de ilan edilen cumhuriyetin kuruluş felsefesinin hukuksal bir metni niteliğindedir. Burada büyük bir inkâr ve taammüden bir halkı ortadan kaldırma planı-hesabı vardır. 1924 anayasasının 80/1 maddesinde herkesin Türk kabul edildiğine dair açık bir vurgu vardır. 1925 yılında çıkarılan Şark ıslahat planı ise yok sayılan bir ulusun adım adım fiziki ve kültürel soykırım yöntemiyle nasıl yok edilmeye çalışıldığının suç belgesidir. Yine İskân Kanunu, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, Andımız vb… uygulamalar bu inkâr siyasetinin zehirli meyvelerindendir. Bu konuda İsmet İnönü, Abidin Özmen, Avni Doğan, Celal Bayar, Cemil Uybadın, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü Aras vb.’lerinin söz ve raporlarının yansıra, ayrıca deşifre olan raporlar anılar ve analizler göz önüne getirildiğinde sömürgeci Türk devletinin ilan felsefesi ve tarihi tümüyle başta Kürt ulusu olmak üzere Türkiye devleti sınırları içerisinde yaşayan tüm halklara, kültürlere ve inançlara karşı işlenmiş büyük insanlık suçu tarihidir.
“Mustafa Kemal, bir toplantı sırasında Türk Tarih Kurumu üyelerine şöyle diyor: "Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da İslav araştırma cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumları’dır. Bizim içimizdeki insanların milli tarihlerini yazıp milli şuurlarını uyandırdığı zaman, biz Balkanlar’da Trakya hudutlarına çekildik.”(M.Bayrak)
Burada sömürgeci Türk devletinin kurucusu, soykırımın gerekçelerini nasıl da soğukkanlı bir katil gibi itiraf ettiği görülmektedir.
Yine “…1930 yılı başlarında İçişleri Bakanlığınca Valiliklere gönderilen "çok gizli ve kişiye özel" bir “Türkleştirme Genelgesi”nde; başta Kürt kültürü olmak üzere farklı kültürlerin yok edilmesi…” amacıyla valiliklere gönderilen talimatta şöyle denilmektedir.
"1-Yabancı lehçelerle görüşen köyleri isimleriyle, nüfuslarıyla, görüşülen lehçeleriyle tesbit etmek,
2- Çevrelerindeki köylerin de lehçeleri bakımından durum ve niteliklerini ve birbirleriyle ilişkilerini belirlemek,
3- Bu köylerden küçük dağınık olanları civar Türk köylerine dağıtmak,
4- Yeniden yabancı lehçeli hiç bir köyün, mahallenin kurulmasına izin vermemek,
8- Şehir ve köylerde dil dernekleri kurularak, yalnız Türkçeyi konuşturmaya çalışmak,
9- Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye vermek, som Türklüğün ve özellikle Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu da kendilerine bilfiilgöstermek,
10- Özellikle kadınlar arasında Türkçenin yaygınlaşmasına çalışmak; bunlardan Türk kızlarının Türkçe konuşmayan köylülerle evlendirilmesini teşvik etmek; Türkçe bilmeyen köylü kadınları şehirlere getirterek Türk evlerine uygun hizmet ve yöntemlerle yerleştirmek,
11- Türklük topluluğunun genel özelliklerine aykırı olan herhangi bir yabancı hissin zararını ve fenalığını kendilerine her vesileyle anlatarak eski alışkanlıklarından soğutmak,
12- Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiç bir suretle rağbet edilmeyerek ve cesaretlendirilmeyerek adi ve ilkel özellikleri her vesileyle sergilenerek kötülenmeli ve ayıplanmalı, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek."(M.Bayrak)
Fakat ne hikmetse bazı çevreler tarafından bilinçli olarak sömürgeci Türk devletini bu karakteri ve gerçeği görmezden gelinmekte ve allayıp pullayarak Kürtlere yeniden pazarlanmaya çalışılmaktadır.
Son günlerde süreç bittimi-bitmedi mi tartışmaları yoğunca yürütülmektedir. Bu tartışmalar, sömürgeci AKP hükümeti adım atacak mı- atmayacak mı tartışmalarıyla Kürt ulusunda giderek gelişen tarih bilincini- şuurunu bulandırmaya dönük yaklaşımlardır. Bir kez daha Kürtleri beklentiye sokma hesaplarıdır. Sömürgeci Türk devletinin başbakanı “süreç bitmemiştir” demekle bu hesaptaki ısrarını ortaya koymaktadır. Bir kez daha açığa çıkıyor ki, AKP ve onun başbakanı cumhuriyetin Kürt soykırım planına sıkı sıkıya bağlıdır. Ve bu planın yeminli takipçisidir.
Peki sormazlar mı adama, süreç bitmemişse, sen Kürt ulusunun halk olmaktan kaynaklanan hangi hakkını tanıdın bugüne kadar? Peki tanıyacak mısın? Yok! O zaman durum açıktır, Kürtleri bu kez da, süreç bitti-bitmedi tartışması içinde oyalamak. Rojava’da Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etme için “çözüm süreci bitmedi” sözleri arasında varını-yoğunu ortaya koymuşken, M.Kemal’in, İsmet’in ihanetleri ortadayken, artık hangi Kürdü inandırıp oyalayacaksın?
Kendi kendimizi aldatmayalım. İşte “AKP milliyetçi oylara göz dikmiştir, onun için dili değiştiriyor” yaklaşımları, AKP’nın en azılı Kürt soykırımcı gerçeğini örtülemeye dönüktür. Bazıları bunu eğer safça yapıyorlarsa da, artık bundan vazgeçilmelidir. İnkar-yok etme esasına göre oluşturulmuş bir devletin, bu inkar siyasetini köklü olarak mahkum etmeksizin sorunu çözmesi mümkün olamaz. Bu nedenle olacaktır ki, Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan, devletten bir şey beklemeyin, ne yapacaksanız kendiniz yapın ve yaptığınızı, inşa ettiğinizi de cansiparane savunun, demektedir.
Özü, felsefesi, tarihi, bir suç tarihi olan böyle olan bir devletten nasıl bir beklentiye girilebilir? Hele hele Önder Apo’nun ve Kürdistan Özgürlük Hareketinin samimi çabaları karşısında AKP hükümetinin tek bir adım atmaması gerçeği karşısında beklentiye girmek, bu Kürt halkının düşmanı devleti ve onun AKP hükümetini biraz meşrulaştırmak olmuyor mu?
Sömürgeci Türk devletini kuruluş felsefesi zihniyeti ve ruhu, Kürdü yok etme üzerine kurgulanmıştır. Bugüne kadar da siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, estetik, hukuk, diplomasi vb… temelde son derece sistematik bir biçimde, Kürt ve Kürdistan adına bir iz bırakmamak üzere yürütülmüştür. Yani sadece kurgulanmamış, en kanlı ve vahşi bir biçimde Kürdistan’da adım adım uygulanmıştır da.
Türk devletinin soykırım zihniyeti ve pratiği ÖNDER APO ve PKK gerçeği ile boşa çıkarılmıştır. Şimdi 90. yılında Türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi, iyileştirilmesi mümkün olmayan ölümcül ağır bir yara almıştır. Buna karşılık, bin bir yöntemle yokedilmek istenen Kürt ulusu, tüm görkemliğiyle tarih sahnesine çıkmış ve özgür geleceğini inşa etme yoluna girmiştir. Rojava devrimi başta Türk sömürgeci devleti başta olmak üzere,bir çok bölgesel ve uluslararası gücün tasfiye ve boğma siyasetine rağmen ilerliyor. Ve bu devrim tüm Kürdistan’a yeni bir ruh ve coşku getirdiği gibi tüm bölgeyi de derinden sarsmaya devam ediyor. Dolayısıyla Türk devleti AKP’ si ile CHP’ si ile ve MHP ‘si ile kuruluş felsefesi, ordusuyla, kültür ve dil politikasıyla artık kokmaya başlayan bir mevtadır. Bu suç devletinin sonuna gelinmiştir.
Artık Kürtler kendi anavatanlarında özgür yaşamını kurmak kararına ulaşmışlardır. Türk ulusu ve emekçileriyle eşit özgür temelde demokratik bir cumhuriyeti kurmaya da hazırdır.
Büyük bir suç temelinde kurulan, 90 yıldan buyana başta Kürtler olmak üzere diğer halklara karşıda suç işleyen sömürgeci Türk devleti musalla taşına konulmuş ve gömülmeyi beklemektedir.
Son bir tarihi hamleyle, bu artık varlığına dayanılması zor, sömürgeci- soykırımcı, ırkçı-faşist devleti tarihin çöplüğüne göndermenin zamanı gelmiştir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Uzun bir süredir İlkel Milliyetçilik kavramını kullanmamıştık. Çünkü kavramları yerli yerinde kullanmak gerekir. Boşuna “yarım hekim candan, yarım imam dinden eder” dememişler. Bu bağlamda yerinde kullanılmayan bir kavram da insanı yanlış ve eksik sonuçlara götürebilir.
İlkel Milliyetçiliği kavram olarak Başkan Apo siyasi literatüre kazandırmıştı. İlkel Milliyetçilikle söylenmek istenen, ulusal çıkarlarını bile savunmayan, dar ailesel-aşiretsel çıkarlarını esas alan, bunun için mücadele eden, kendi çıkarları için gerektiğinde ulusa ters düşen, ulusun çıkarlarını göz ardı eden hatta karşısında yer alan eğilimi ifade etmişti.
Bu tanıma Kürdistan’da geçmişte en yakın duran güç Irak KDP’siydi. Irak KDP’si uzun yıllar bırakalım genel Güney Kürdistan’ı düşünmeyi, dar ailesel ve aşiretsel çıkarlarını aşmayan bir siyasetin izleyicisi olduğunu herkes bilir. Irak KDP’sinin ismi içerisinde Demokrat, Kürdistan kavramları olsa da, özü Behdinan’ı aşmayan bir siyasal duruş vardı. Bundandır ki uzun yıllar Behdinan ve Soran çelişkisini diri tutmaya çalıştılar. Yine Kürdistan’ın farklı sahalarında gelişen hareketlerin önünü almak için sömürgeci güçlerle ortak hareket ederek, diğer parçalardaki devrimcilerin katletmelerine kadar gidebilmişlerdir. Örneğin, iki Saitler yani Sait Kırmızıtoprak ile Sait Elçileri 1970’lerin başında katleden anlayış bu İlkel Milliyetçi anlayış olmuştur. Yine Doğu Kürdistan devrimcilerinden olan Süleyman Muini’lerin ve yoldaşlarının katledilmesine götüren anlayışta bu İlkel Milliyetçi anlayışı olmuştur.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, İlkel Milliyetçi anlayış; hem ulusal çıkarları düşünmekte ısrarla uzak duran bir anlayış olurken, hem de aynı topraklarda gelişen, gelişebilme ihtimali ve potansiyeli olan hareketlerin önünü barajlamak için hiç birisinin gelişmesine izin vermeyen, bu bağlamda da Kürdistan’ı babalarının çiftliği bilen anlayışın ta kendisidir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi KDP-Irak uzun yıllar İlkel Milliyetçi bir çizgide seyretti. Ancak birkaç yıldır bu İlkel Milliyetçiği aştığını, adım adım ulusal çıkarları da düşünebilen bir hareket olduğunu siyasetle uğraşan herkes düşünmüştür. Doğrusunu söylersek, bu yazıyı kaleme alanda böyle düşünmüştür. Ne var ki birçok çevre bu iyimser düşüncelerinde yanıldığını KDP’nin en son gelişen pratiklerinde gördü. Ve öyle görülüyor ki görmeye de devam edeceğiz.
Rojava Kürtleri tarihlerinin en büyük direnişini özgürlükleri için sergilerken, KDP ısrarla bu direnişi kırmak için her şeyi ama her şeyi yapıyor.En basitinde Rojava Kürtlerinin aç kalarak teslim olmaları için erzak ambargosunu nasıl uyguladığını geçen yıl herkes gördü. Bu yıl ise bu ambargo daha çirkin bir şekilde devam etti. Yine gerici ve faşist odaklarının Rojava Kürtlerini süpürmeleri için El Parti adındaki çete örgütüne silah ve para yardımı yaparak Rojava Kürtlerinin karşısına dikti. Bunlar yetmedi Rojava Kürtlerinin oluşturmak istedikleri birlik çalışmalarını tümden sabote ettikçe etti, öyle ki birliği parçaladı. Bunlar yetmedi Rojava Kürdistan’ını boşaltmak için Rojava Kürtlerini kaçmaları için teşvik etti. Bunlar yetmedi sınırları sömürgecilerden daha ileri bir düzeyde telledi, peşmergelerle mayınladı.
KDP-Irak’ın bu marifetlerini saydıkça sayabilir ve listeyi uzattıkça uzatabiliriz. En son olarakta PYD’nin Eşbaşkanı olan Salih Müslime hem Güney Kürdistan üzerinde Avrupa’ya geçmesine izin vermemiş, hem de utanmazca, “kendine yurtdışına çıkacak başka bir yol bulsun” diyerek tamamen ahlak dışı bir açıklama içerisinde bulunmuşlardır.
Sözü uzatmayalım, KDP tamamen İlkel Milliyetçi çizgiye yeniden bir “U” dönüşü yapmaktadır. Kürdistan onların babalarının çiftliği ve bu çiftlikte yaşayanlar ise onların marabaları. Ne de olsa Behdinan’ı ağırlıklı bu hale getirmişler. Ve öyle inanıyorlar ki tüm Kürdistan’ı bu hale getirebilirler.
İlkel milliyetçi bu duruşa karşı Rojava Kürtleri büyük bir direnişle Tel Koçer'i ele geçirerek Irakla bir sınır kapısı açtılar ve de Semalka yani KDP’nin İlkel Milliyetçi bir çizgiyle ısrarla Rojava Kürtlerine karşı kullandığı kapıyı bu kez KDP’ye kapattılar. Yani KDP artık Semalka kapısını bir koz olarak kullanamayacaktır. Ve Türklerin bir atasözüyle söyleyecek olursak: “Geçtiği Bor’un pazarı, sür eşeğini git Niğde’ye” misali artık KDP eşeğini alıp Niğde’ye gitsin dediler.
İlkel milliyetçilik bir hastalıktır, hem de çok köklü bir hastalıktır. Ve umut ederiz ki Rojava Kürtleri bu gerici, çağdışı, çıkarcı, pragmatist anlayışa karşı Rojava’da mücadelelerini her cephede derinleştirerek sürdürürler.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Paris’te üç Kürt kadın devrimcinin katledilişi üzerinden yaklaşık on ay geçti. Tam on aydır başta kadınlar olmak üzere tüm Kürtler ve dostları her gün bu vahşi katliamı protesto eden eylemler yapıyor. Son derece profesyonelce işlenmiş bu insanlık dışı katliamın aydınlatılmasını ve suçlularının bulunarak cezalandırılmasını istiyor.
Fakat Ömer Güney adlı bir şahsın tutuklanması dışında kamuoyuna verilmiş herhangi ciddi bir bilgi henüz yok. Fransa makamları bu konuda susmayı tercih ediyor. Yaklaşık on ayın ardından Fransa kaynaklı olarak basına yansıyan sınırlı bilgilerde şüpheli Ömer Güney’in sık sık Türkiye’ye gidip döndüğü yer alıyor. Katliamın aydınlatılması konusunda Türkiye adli makamlarının Fransız makamlarıyla işbirliği yapmadığı ve talep edilen bilgileri göndermediği ifade ediliyor.
Tabi TC Devletini yöneten de AKP olduğunu göre, Paris katliamını aydınlatmak için Fransız makamlarla ortak çalışmaya girmeyen güç AKP Hükümeti oluyor. Peki bu ne demektir? AKP’nin Paris katliamının aydınlatılmasını istememesi demektir. Peki neden AKP Paris katliamının aydınlatılmasını istemiyor? Bu durum ister istemez AKP üzerinde şaibe yaratıyor. Paris katliamında AKP’nin parmağının olduğu şüphesini ortaya çıkarıyor.
Zaten katliam ardından başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP sözcülerinin yaptıkları açıklamalar da dikkat çekici ve şüphe uyandırıcıydı. Şimdi katliamın aydınlatılmasını istememesi bu şüphe durumunu daha da artırıyor. Paris’te 9 Ocak günü Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilmesi olayından birinci dereceden sorumlu olarak hala AKP görünüyor. Paris katliamı aydınlatılıp aksi ispat edilmedikçe de bu böyle olacak. Katliamdan AKP Hükümeti ile Fransa sorumlu tutulacak.
Diğer yandan Rojava’ya yönelik El Kaideci çetelerin yürüttüğü insanlık dışı saldırının arkasındaki en önemli destekçi gücün de AKP Hükümeti olduğu gerçeği her gün daha fazla ortaya çıkıyor. Besbelli ki AKP Hükümeti El Kaide saldırıları üzerinden Rojava Özgürlük Devrimini boğmak ve tasfiye etmek istiyor. Çünkü Suriye’de yeni bir Kürt statüsünün oluşmasına karşı. Çünkü Kürdü inkar ve imha zihniyetine sahip ve bu temelde siyaset yürütüyor.
Bunun için de Rojava halkına yönelik El Kaide saldırılarına sonuna kadar destek veriyor. Dünyanın dört bir yanından toplanan El Kaide çete mensupları hiçbir engelle karşılaşmadan İstanbul hava alanından inip Türkiye üzerinden Suriye’ye gidiyor. Eğitimini AKP desteğinde Türkiye’de gördükten sonra Suriye’ye geçip Rojava Kürdistan halkına saldırıyor. Her türlü silah ve cephane donanımını AKP’nin yönettiği Türkiye’den alıyor.
Artık böyle olmadığını AKP’liler de söyleyemiyorlar. Siz AKP basınında yazılan “El Kaide mevzilerine top atıldı” haberlerine bakmayın. Onların hepsi psikolojik savaş kapsamındaki sözde haberlerdir. AKP-El Kaide ilişkilerine yönelik kamuoyundan ve özellikle de ABD’den gelen tepkileri dindirmeye dönüktür. Yoksa AKP’nin El Kaide ile sıcak ilişkilerini ve Rojava halkına yönelik çete saldırılarını desteklediğini herkes biliyor.
Fakat son dönemlerde AKP destekli çete saldırılarının Rojava halkının kahramanca direnişi karşısında ciddi biçimde kırıldığı ve başarısız kılındığı gözleniyor. Yani AKP Rojava’da ciddi bir yenilgi almış durumda. Bunun soncudur ki Rojava-Bakur sınırına bir utanç duvarı örüyor. Bu biçimde yenemediği Rojava devriminin Kuzey’e etkisini önlemeye çalışıyor. Rojava’dan esen özgürlük ve devrim rüzgarlarının Urfa’ya, Mardin’e, Antep’e, Botan’a ulaşmasını önlemek istiyor.
AKP’nin bir de demokratik siyasi çözüm süreci karşısındaki tutumu var. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ısrarlı ve ön açıcı çabalarına rağmen, AKP Hükümetinin çözüm sürecini önce tıkattığı ve şimdi de bitirmek üzere olduğu gözleniyor. Aslında bitirdi demek daha doğru. Çünkü AKP’nin yaptıklarının hiç biri çözüm süreciyle uyumlu değil. Örneğin kendi başına sözde demokratikleşme paketi yayınlamış olması! Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve AKP sözcülerinin BDP’ye yönelik tehditleri! Bunların hiç biri çözüm sürecinin ruhuna ve gereklerine uygun değil ve sadece bir teki bile çözüm sürecini bitirmek için yeterli.
Öyle anlaşılıyor ki AKP kendini başarıya ulaşmış görüyor. Artık seçim sürecine girildiğine göre, on aydır kan akmaması sonucunda seçimleri kazanacağına inanıyor. Bunun için son günlerde Tayyip Erdoğan ve arkadaşları çok daha saldırgan görünüyor. Kürtleri kullandıklarını açıkça ifade ediyorlar. BDP ve PKK’yi çok daha keskin bir dille suçluyorlar. Kürt halkını küçük ve hakir görücü sözler söylüyorlar.
Bütün bunlar AKP gerçeğini çok açık bir biçimde yansıtıyor. AKP’nin ne olup olmadığını herkesin anlayacağı açıklıkla ortaya koyuyor. AKP’nin yapabileceklerinin bundan öteye geçmeyeceğini açıkça gösteriyor. O halde AKP tarihsel olarak artık bitmiştir. İyi kötü oynayacağı rolü artık oynamıştır. Bundan sonra yapabileceği ciddi bir şey yoktur. Zaten halk için, emekçiler için, kadınlar ve gençler için yapabileceği bir şey baştan beri de yoktu. Fakat küresel kapitalist sistem ve sermaye çevreleri için yapabileceği bazı şeyler vardı ve onları da yaptı. Artık hizmet ettiği çevreler için de çekici gelmiyor.
Bu durumda AKP için artık sona gidiş başlamış bulunuyor. Bölgesel ve küresel siyasetten büyük ölçüde dışlanmış durumda. İçte ise iktidar mücadelesinde gelebileceği noktaya gelmiş bulunuyor. Artık halkın değişik kesimlerinden çok ciddi tepkiler görüyor. Gezi Direnişi ve Taksim olayları bunun en açık kanıtıydı. AKP yöneticileri bile ciddi bir yıkılma korkusu yaşadılar. Bunu çok açık bir biçimde de ifade ettiler.
Fakat ne kadar sıfırı tüketmekte olsa da, kendi başına yıkılıp tarih olacağını beklememek lazım. Bunun için çok ciddi bir demokratik mücadele gerekiyor ve böyle bir mücadelenin zamanı artık gelmiş bulunuyor. Bu da bütün demokratik güçlere, özellikle de BDP ile HDP’ye çok önemli ve tarihsel görevler yüklüyor. Yaşanan gelişmeler ve özellikle içine girilmiş bulunulan yerel seçim süreci de bu görevi yerine getirmek için önemli fırsatlar sunuyor.
Şimdi işte bu tarihi fırsatları değerlendirme zamanı. AKP’ye karşı demokrasi mücadelesini her alanda ve düzeyde yükseltme zamanı. Bunun için bir olma, güçleri birleştirme, örgütlenme ve bir seferberlik düzeyinde çalışma zamanı. Gün laf değil eylem günü! AKP despotizmine karşı birleşme ve halkı örgütleyip demokrasi mücadelesine kaldırmak için tüm enerjiyi harcama günü! Fırsatları değerlendirmek ve tarihe iz bırakmak ancak böyle mümkün olur.
Kuşkusuz böyle bir mücadele düşünce üretmeyi, tartışmayı ve görüşlerini ortaya koymayı gerektirir. Çünkü ne kadar düşünce o kadar örgüt ve eylem demektir. Büyük bir örgütsel ve eylemsel gelişme için elbette büyük düşünmek ve tartışmak gerekir. Fakat düşünce mücadelesi ve tartışma kesinlikle birliğe zarar vermemelidir. Her türlü tartışma AKP’ye karşı tüm demokrasi güçlerinin birliğini ve mücadelesini güçlendirmelidir. Buna da dikkat etmek ve uygun üsluplar kullanmayı bilmek gerekir.
Bu süreçte demokratik tutum AKP karşısında birlik olmayı ve mücadele etmeyi gerektiriyor. Yerel seçimlerde mutlaka AKP’yi başarısız kılabilmek gerekiyor. Yoksa tarih karşısında alnı ak olmak zordur. Bunu herkes bilmeli ve buna göre hareket etmeli. Özellikle Kürt halkı ve tüm ezilenler, on bir yıldır yaptıklarının hesabını soran bir mücadeleyi AKP’ye karşı geliştirmeli. Bilinmeli ki özgür yaşam böyle gelişir, demokratik çözüm süreci başarıya böyle ulaşır!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Modern olanı genelde yeni olan olarak ele alırız. Bu tanıma göre her yeni birazda moderndir. Başka bir deyişle dile getirecek olursak, "Modern terimi" kimi yazara göre ilk defa 5. Yüzyılda resmen Hıristiyan olan o dönemi, Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de, "modern" terimi hep, kendini eski’den yeni’ye bir geçişin sonucu olarak görmek için, antik çağla kendisi arasında bir ilişki kuran dönemlerin bilincini dile getirmiştir.
Modernite ise sözlüklerde: “Modernite genel anlamda bir çağın toplumsal yaşam tarzıdır. Maddi ve manevi kültür olarak bir döneme damgasını vuran tüm teknik, bilim, sanat, siyaset ve moda unsurlarını ihtiva eder.” ‘Çağ’ anlamına gelmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere, genel insanlık tarihiyle bağlantılı bir kavramlaştırmadır. İnsanlık tarihinde toplumsal yaşamda, döneme damgasını vuran maddi ve manevi kültür, dönemin modernitesini oluşturur.
Modernite “bir çağın toplumsal yaşam tarzıdır” dedik.Halbuki kapitalizm bir toplum değildir. Başkan Apo’nun da ifade ettiği gibi:
“Nasıl kapitalist toplum kavramının müphem ve gerçeği perdeleme gibi sakıncası varsa, kapitalist modernite kavramının belki daha fazla benzer sakıncaları vardır… Bu anlamda moderniteyi kapitalizme mal etmek büyük hata olur. Hatta birçok unsuruyla ezici olarak bir tekel olan kapitalizme karşıttır. Nasıl ki toplumsal doğanın temel yaşam tarzı olan ahlaki ve politik toplum genelde uygarlığa, özelde kapitalist uygarlığa karşıtsa, modernitede de benzer duruş söz konusudur. Modern toplum kapitalist toplum değildir. O halde neden kapitalist modernite kavramını kullandım? Çünkü kapitalist tekel hegemonik müttefikleriyle topluma olduğu kadar, dönemin yaşam tarzı olarak kabul gören modernitesine de damgasını vurmak ister. İdeolojik, politik-askeri müttefikleriyle çağın yaşam tarzının sanki yaratıcısı, oluşturucusu kendisiymiş gibi çok sistemli bir çaba (eğitim, kışla, ibadet yerleri ve medya vasıtasıyla) harcar. Kendisinin olmayanı kendisininmiş gibi bir egemen zihniyet yaratır. Eğer bu yönlü propaganda çabası başarılı olmuşsa, toplum veya moderniteye damgasını vurmuş olur.”
Kapitalizm özü itibariyle toplum karşıtı olduğunu yukarıdaki cümlelerde gördük. Kapitalizmin gelişebilmesi için toplumsal değerlerin yok edilmesi gerekir. Toplumsal bağlar dumura uğratılmadan kapitalizmin gelişmesi mümkün değildir. Kapitalizm kardır, çalmadır, hırsızlıktır, vurgundur, talandır, sömürüdür, yakıp yıkmadır, yok etmedir. Ve bunların çok bir rahat şekilde yapıla bilinmesi için ise toplumsallığın dinamitlenmesi gerekiyor. Toplumsallığın var olduğu, güçlü olduğu yerlerde yukarıda tarifini yapmaya çalıştığımız kapitalist ilişkiler ve modernizmi ya da modernitesi oluşamaz. İnsanlığın gen haritasında toplumsallık vardır. Boşuna yıllar yılı insanlık toplumsallıktır denilmedi, ya da bir insan toplum dışında yaşayamaz demediler.
Evet, insanın ve insanlığın var olabilmesi için öncelikli olarak toplumun ve toplumsallığın var olabilmesi gerekiyor. Ancak kapitalizmin yaşayabilmesi ve gelişmesi için ise toplumun yok olması gerekiyor. İnsanlıkla kapitalist modernite bu kadar birbirine karşı bir tezatlığı bunun için oluşturuyor.
İnsanlığın yaşadığımız çağda çok büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu çok açıktır.Bir yandan insanlığın tüm değerlerini yutmaya çalışan bir kapitalist leviathan yani canavar, diğer yandan son umut kırıntılarıyla direnen bir insanlık. Bu direnişin ne kadar zor yürüdüğü ya da yürütüldüğü her yıl açlıktan kırılan milyonlarca insanın ölümünden görülmektedir. Bir yandan milyonlarca ton gıda ve yiyeceği çöplere atan bir kapitalist modernist dünya, diğer yandan dediğimiz gibi günlük olarak açlıktan ölen binlerce yer yer on binlerce insan. Bu bir çöküştür, bu insanlığın çöküşüdür.
Sadece bunun için bile olsa her saniye, her dakika, her saat, her gün yeniden yeniden kapitalist moderniteye ve modernizmine öfke seliyle karşı durmak gerekiyor. Onun yaşam biçimine karşı durmak gerekiyor. Düşünce kalıplarına karşı durmak gerekiyor. Başkan Apo’nun dediği gibi günlük olarak bu sistemi kusarak kendi toplumsal özümüzü geri dönmemiz gerekiyor.
Kaldı ki biz Kürtler için bu kapitalist modernite karşıtlığı bin kez daha fazla haklı gerekçeleri bulunmaktadır. Kapitalizmi birde herkes olguculuk olarak bilir. Yani “olgu, sadece duyumlar ve algılardır. Duyumlarımız ve algılarımızla bize araçsız olarak verilenlerin dışında başkaca hiç bir bilimsel olgu yoktur.”Kürtler yok sayılan bir halk olarak yokturlar. Onlar nefes alsalar da, yaşasalar da, sömürülseler de yokturlar. Çünkü onlar görülmek istenmeyen, duyulmak ve dile getirilmek istenmeyen olmayan bir gerçekliktirler. Başka bir deyimle onlar olgu değildirler. Olgu olmadıkları içinde yokturlar. Yukarıdaki sözleri daha teferruatlı ve genişçe açmakta mümkündü, ancak kabaca da olsa söylenmek istenen anlaşılıyordur. Dediğimiz gibi sadece ve sadece Kürtleri tam yüz yıldır yok sayan bu kapitalist modernitenin bu yaklaşımı için bile Kürtlerin bu sisteme karşı tam bir öfke seli halinde karşı durmaları gerektiği açık değil midir?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İhtiyaçlar insan arayışını tetikleyen en büyük güç olduğu söylenir. Başka bir deyimle ihtiyaçlar insan yaratıcılığının en temel itici gücüdür. İnsanın ihtiyacı insanı o ihtiyacı çözmeye götürür. İhtiyaçlarına çözüm üretemeyenler ise her zaman bir şekilde boynu bükük yaşamaya mahkum kalacak olanlardır.
Devrimcilik var olan sorunlara çözüm üretme sanatıdır. Başka bir deyişle bir halkın ihtiyaçlarına cevap olabilme sanatı ve mesleğidir. Devrimciliğe yürekten inananlar var olan sorunlara –durum ne olursa olsun-mutlaka bir çözüm bulurlar. Var olan sorunlara cevap bulamıyorlarsa, bulmaktan zorlanıyorlarsa temel nedeni o sorunu bir sorun olarak görmemelerindendir. Ya da o sorunu çözme ihtiyacı duymadıklarındandır.
Niyet ne olursa olsun, isterse dünyanın en içten ve inançlı ve bağlı insanı ve insanları olsunlar, eğer bir yerde bir ya da birçok sorun varsa ve bu soruna ve sorunlara cevaplar bulunamıyorsa orada kesinlikle dediğimiz gibi bir isteksizlik ve gönülsüzlük var demektir. Gönülsüzlük ve isteksizliğin olduğu yerde ise devrimcilik yok demektir. Devrimciliğe yakın duruşta yok demektir. Çünkü devrimcilik sorun çözmektir.
Kürdistan’da devrimcilik ve devrimciliğe yakın duruş gerillacılık ve gerillaya yakın durmaktır. Çünkü gerilla Kürdistan’da en ileri devrimcidir. Devrimciliğe biz sorunları çözme sanatı demiştik. Kürdistan’da ise tüm sorunların çözümü gerilla tarzıyla çözüldüğünü on yıllardır süren mücadele ile ispatlanmıştır. En köklü, en radikal ve en sonuç alıcı tarz bu bağlamda gerilla tarzıyla sağlanmaktadır. Gerilla derken kast ettiğimiz sadece dağların doruklarında özgürlük için silah elde, raxt belde, çanta sırta ve parmaklar pimde savaşanlar değildir. Gerilla derken Kürdistan’da var olan sorunları gerilla tarzında ele alan, çözmek isteyen herkesi kast ediyoruz. Bu bağlamda her Kürdistanlı genç bir gerilla olabilir eğer var olan sorunlara yaklaşımı derinlikli olursa, eğer halkımızın ihtiyaçlarını çözmeyi kendisine temel bir sorun bilirse, bu böyledir.
Bugün Kürdistan’da en çok gündemde olan bir sorun ya da ihtiyaç kendi dilini konuşabilmek, okuyabilmek ve yazabilmektir. Başka bir deyimle sömürgecilerin dilini terk ederek kendi ana dilini yaşamın her alanında kullanabilmektir.
Özgürlük bir ihtiyaçtır. Özgürleşebilmek için özgürlüğe sonuna kadar bağlı yaşamak gerekir. Bir toplum için en önemli özgürlük aracı dildir. O zaman özgürleşmenin en etkili yolu kendi dilini her şart altında korumaktan ve geliştirmekten geçer. Çünkü dil bir toplumun hafızasını en iyi bir şekilde yaşatan temel kültürdür. Başkan Apo: “Dil kavramı, kültür kavramıyla sıkı bağlantılı olup esas olarak dar anlamında kültür alanının başat kavramıdır. Dil’i dar kültür olarak da tanımlamak mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir” gerçeğinin yattığı unutulmamalıdır.
Bunun için öncelikli olarak kendi dilimizi her şart altında kullanmayı bir ihtiyaç olarak görmeli ve ona göre de yaklaşmalıyız. Eğer bugün ana dilimizi yeterince kullanmıyorsak, kendi dilimize istenen ehemmiyeti göstermiyorsak, konuşurken yanlış konuşuyorsak, yazarken yanlış yazıyorsak ve okurken de yanlış ve eksik okuyorsak nedeni ana dilimizi kendimize ihtiyaç görmediğimizdendir.
İhtiyaç arayışı tetikler demiştik. Eğer kendi ana dilimize bir ihtiyaç gözüyle bakmayı öğrenirsek kesinlikle en kısa zamanda en etkili bir şekilde kullanacağımız kesin olduğuna inanmalı ve ona göre de köklü bir çözüm arayışı içerisinde olmalıyız.
Unutmayalım ki, Başkan Apo: “Kendi dilini yazdıramayan, kullanamayan bir halk toplumu hor görülmeye layıktır!”derken kast ettiği en temel ihtiyaç olan dile -ana dile- karşı gösterilen vurdumduymazlık ve aymazca yaklaşımlarımızdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan özgürlük savaşçılarının en başlıca görevi Kürdistan’da Kürt halkı başta olmak üzere bu topraklarda yaşayan tüm halkları korumaktır. Kürdistan Halkları gerillanın var olma gerekçesidir.
Gerilla, Başkan Apo’nun 21 Mart günü milyonlarca insanın şahitliğinde tüm dünyaya yaptığı barış çağrısı ardından,büyük bir özveriyle bu çağrının gereklerinin yerine getirilmesi için elinden gelen ne varsa yapmaya çalışmıştır. Başkan Apo “Kuzeyden Güneye geçin” dediğinde ise gerilla Güneye çekilmiştir.
Başkan Apo: “Bugün yeni bir dönem başlıyor.Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor.
Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler öz benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı."Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" noktasına geldik. Yok, sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türk’üne, Kürt’üne, Laz’ına, Çerkez’ine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor” demişti.
"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" cümlesi üzerinde durulması gerekli olan temel bir cümledir. Bu cümleyi ısrarla en çok Türkiye hükümeti ve Türkiye hükümetine yakın duran çevreler kullanmışlardır. Silahları gerilla susturdu ancak devlet ve Türkiye hükümeti siyasetin konuşmasının önünü açmadı, açmadığı gibi fırsat buldukça daha fazla siyasetin önünü tıkayan bir rol oynadı.
Gerillanın Güney Kürdistan’a çekilmesinin temel bir nedeni siyasetinin önünün açılması meselesiydi. Siyasetle var olan sorunların önünün açılmasına bir şans verilmesiydi.
Peki, bu şans kullanılmış mıdır? Öyle görülüyor ki hayır!
Kürdistan ve Türkiye’de halen yaklaşık on bin (10.000) siyasetçi, sivil toplumcu, kültürcü, gazeteci, tıpçı, seçilmiş, aydın, çocuk, ana, yaşlı, imam tutsaktır. Siyasetin önünün açılmasının en önemli kriteri bu tutsakların serbest bırakılmasıydı. Eline silah almayanların halen ısrarla tutsak tutulmalarına devam edilmesi tek kelimeyle, “silahların susmasına son verilmesi” mesajıydı.
İkinci önemli bir durum ise gerilla eylemsizlik ve ateşkes ilan etmişken, TC devletinin dünyada eşine ender rastlanan bir tarzda Rojava Kürdistan’ına saldırmasıdır. Dünyanın her yerinde Kürtleri diplomatik olarak kuşattıkça kuşatıyor, bu yetmiyor bu kez çete bile diyemeyeceğimiz çevreleri silahlandırarak Kürtlere saldırır hale getiriyor. Kürtler Rojava’da 19 Temmuz 2012 günü ilan ettikleri devrimlerinin kazanımlarını daha ileri götürmek için tüm imkanlarını seferber etmişlerken, Türkiye cumhuriyeti devleti, ipini koparmış ne kadar güruh varsa Rojava Kürtlerine karşı silahlandırarak savaştırıyor. Bu yetmiyor kendisi de giriyor. Bu yetmiyor Kürtlere ekonomik ambargo uyguluyor. Kendisinin yaptıkları yetmeyince bu kez KDP’yi harekete geçiriyor. Sınırları bu kez KDP’nin eliyle kapattırıyor. Bunlar yetmeyince dünyanın hileleriyle Hewler üzerinde Rojava Kürtlerini etkisiz kılmak için herşeyi ama herşeyi yapıyor.
Sözü uzatmadan, gerilla bu duruma sürgit sessiz kalmaz ve kalamaz da. Tutsak siyasetçiler bırakılmazsa, Rojava’ya ilişkin saldırılar sürerse gerilla ve gerillaya yakın duranlar kendi cevaplarını kendi tarzlarında verirler. Meşru savunma hakkı dünyanın her yerinde meşru savunma hakkıdır. Temel değerlerimize bu kadar pervasızca yönelmek tek kelimeyle meşru savunma hakkımızın kullanılmasının haklı gerekçelerini fazlasıyla oluşturmaktadır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yirminci yüzyılın yetiştirdiği büyük devrimci, efsane gerillacı, Vietnam gerillasının muzaffer komutanı Vo Nıguyan Giap’ın 102 yaşında hayata gözlerini yumduğu haberi verildi basın bültenlerinde. KCK Halk Savunma Merkezi bu büyük gerillacının ölümü üzerine bir başsağlığı mesajı yayınlayarak saygıyla andığını ifade etti. Haberi duyan herkesin, yirminci yüzyılın ikinci yarısında devrimci hareketler içinde yer almış olanların yüreğinde sevinç dolu bir sızlama hissedildi.
Kuşkusuz haberi duyunca insanın verdiği ilk tepki “Bir gerillacı böyle yaşar ve böyle ölür” demek oluyor. Bir gerillacı ya çatışmada vurulur ve yaşamı uğruna ölecek kadar sevdiği için gencecik yaşta şehit düşer ya da General Giap’ın yaptığı gibi 102 yıl yaşayabilecek bir gücü gösterir. Çünkü gerillacı yaşam dolu ve öz disiplinle yüklü bir kişiliktir. Onun yaşamı da, ölümü de anlamlı ve yol gösterici özelliklere sahiptir.
Bu duygularla yirminci yüzyılın efsane gerillacısını biz de saygıyla anıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse , hiç görmemiş ve tanımamış olsak bile bize de çok şeyler öğretti. Gençliğimiz belli ölçüde General Giap’ı anlamak ve öğrenmeye çalışmakla geçti. Dünya gerçeğini ilk tanımaya başladığımız anda karşımıza bu mütevazi halk savaşçısı çıktı. Kuşkusuz bundan dolayı da yakınmıyor, tersine büyük memnuniyetimizi ifade ediyoruz.
Yirminci yüzyılın büyük kavga ve devrim yüzyılı olduğu asla inkar edilemez. Bu gerçeği iki kez yaşanmış olan dünya savaşlarının vahşeti asla gölgeleyemez. Ekim 1917 Büyük Rus Devrimi ardından gelen ulusal kurtuluş savaşlarının görkemi asla küçümsenemez. Avrupa’nın kapitalist modernite sistemi tarafından insan yerine bile konmayan halklar nasıl da savaştılar öyle uzun uzun! Bağımsızlık ve özgürlük ateşi nasıl da tüm dünyayı sardı!
General Giap’ı işte böyle büyük bir kavga içinde tanıdık. Zaten onu büyük yapan da böyle tarihi bir kavgada oynadığı roldü. Büyük devrimler yüzyılı olan yirminci yüzyıl, aynı zamanda küresel bir gerilla savaşları yüzyılıydı da. Devrim ile gerilla, sosyalizm ile gerillacılık, bağımsızlık ve özgürlük ile halk savaşları adeta iç içe geçmişti. Böylece insanlık büyük gerilla savaşlarına ve efsanevi gerilla komutanlarına tanık oldu.
İnsanlığa beyin ve yürek kazandıran büyük Vietnam direnişinin sembol komutanı General Giap da bunlardan biriydi. Başka kimler yoktu ki! Çin halkının büyük önderi ve gerilla komutanı Mao Zedung da bir başkasıydı. Bu isimler adeta Doğu Asya’yı yeniden yaratan oldular. Tabi buna paralel bir de Güney Amerika gerillacılığı vardı. Burada gerillacılık neredeyse toplumların genlerine sinmişti, tarihlerinin adeta kopmaz bir parçası olmuştu. Yirminci yüzyıla ve onun özellikle ikinci yarısına ise Castro ve Guevera isimleri düşmüştü.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında devrimci mücadeleye atılan genler kendilerini bu isimlerin arasında buldular. Vietnam’ın büyük devrimcileri Ho Chi Ming ve Giap mı doğru söylüyordu, yoksa Çin’in dehası Mao mu? Ya da Güney Amerika’nın fırtınaları Castro ve Guevera mı? Tartışmalar bu eksende yoğunlaşıyordu. İnsanlar bu isimler arasında gidip geliyordu. Tabi Büyük Sosyalist Devrimin kuramcıları ve Sovyet Direnişinin komutanları da vardı. Yine Doğu Avrupa’da faşizme karşı muzaffer direnişlerin ortaya çıkardığı önderler de söz konusuydu. Fakat Giap, Mao ve Çhe isimleri farklıydı. Gerilla deyince tartışmasız bu isimler akla geliyordu.
Elbette bölgemiz Ortadoğu’nun da bu işte bir yeri var. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu denince tartışmasız akla gelen büyük Filistin direnişi oluyordu. Onun da efsaneleşen gerillacıları vardı. Örneğin kadın gerillacı Leyla Halid gibi. Arafat gibi sembolleşen önderleri vardı. Filistin direniş ateşi onlarca yıl sadece Arapların değil, tüm Müslüman halkların ve ezilenlerin yüreğini ısıttı.
Kürdistan Devrimcileri kuşkusuz yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı tüm bu büyük değerleri esas aldılar. Onların hiç birini reddetmediler ve saygısız yaklaşmadılar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın en büyük özelliklerinden biri ve başkalarından çok önemli bir farkı buydu. Özgür insanlığa hizmet etmiş ve değer katmış her şeye saygılı yaklaşmak ve onlardan öğrenmeyi bilmek temel bir önderlik ilkesiydi. Dolayısıyla Kürt Direnişi ve gerillacılığına yirminci yüzyılın tüm bu değerlerinin katkısı oldu.
Kuşkusuz insanlığın yarattığı tüm değerlere saygılı yaklaşıp esas almakla birlikte, Kürdistan Direnişi üzerinde tüm bu değerlerin bıraktığı etki aynı değildi. Çok farklı nedenlerden dolayı dünyada Vietnam Direnişinin, bölgede ise Filistin Direnişinin etkisi çok daha fazla oldu. Filistin direnişi aynı bölgede ve komşu Arap toplumunda geliştiği için elbette Kürtler açısından çok daha çekici ve etkileyiciydi. Kürtler Filistin direnişinden sadece etkilenmediler, 1979 yılından itibaren yıllarca birlikte var oldular ve omuz omuza savaştılar. Kürdistan gerillası temel ilkelerini Filistin gerillasından aldı. İlk büyük eğitimini Filistin direnişi içinde yaptı.
Aynı bölgede yer almaları nedeniyle Filistin gerillasıyla bu kadar ilişkili olması kuşkusuz doğaldı. Fakat çok uzaklarda olan, görme ve tanışma imkanı bil olmayan Vietnam gerillasından etkilenmesi elbette çok daha önemli ve anlamlıydı. Kürdistan Devrimcilerini Vietnam direnişinden öğrenmeye yönelten kuşkusuz önemli nedenler vardı. Bunlar da Kürdistan ile Vietnam’ın yaşadığı koşulların daha çok benzer ve birbirine yakın olmasıydı.
Küba direnişi ve gerillacılığı kuşkusuz bir fırtına gibi etkileyiciydi. Fakat 1970’lerin Kürdistan’ı ile karşılaştırıldığında adeta hiçbir benzerlik yok gibiydi. Küba’da bir işbirlikçi diktatörlüğe karşı gerilla ile ayaklanmanın iç içe karıştığı bir direniş hızla gelip zafere ulaşmıştı. Dört parçaya bölünüp inkar ve imha sistemi içinde kültürel soykırım kıskacı altına alınmış olan Kürdistan’da böyle bir direniş geliştirip zafere ulaştırmanın imkanı yoktu. Bu gerçeği görmek ve anlamak zor değildi.
Yine çok büyük bir coğrafya ve nüfusa sahip ve henüz askeri işgale bile tam uğramamış olan Çin’de geliştirilen gerilla direnişinin bir benzerini Kürdistan’da örgütlemek de imkansızdı. Çünkü Kürdistan koşulları Çin’e göre çok farklıydı. Bunlara rağmen, Vietnam koşulları ise elbette aynı olmamakla birlikte bazı benzerliklere sahipti. Vietnam’da Fransız işgali gerçekleşmiş ve bir sömürge yönetimi kurulmuştu. Fransızlar gerilla direnişi karşısında yenilip geri çekildikten sonra da Vietnam’ı ABD’ye teslim etmişti.
Vietnam gerillacılığı askeri işgal ve sömürgeci egemenlik koşullarında geliştiriliyordu. Dolayısıyla Kürdistan koşullarıyla yakınlıklar vardı. Yine Vietnam gerilla direnişi parti öncülüğünde ve bir partizan hareketi olarak yürütülüyordu. Yani etkili bir ideolojik öncülüğe ve aydınlatmaya sahipti. Gerillacılığın bu tarzı, bölünüp sömürgeci denetim altına alınarak kültürel soykırım rejimi altında yok edilmeye çalışılan Kürtler açısından bir model olabilirdi. Parti öncülüğü altında eğitilip bilinçlendirilerek insanlar gerilla direnişi içine çekilebilirdi.
Önder Abdullah Öcalan ve Kürdistan Devrimcileri işte bu gerçeği gördüler ve bu temelde Veitnam devrim ve gerilla derslerinden yararlanmaya çalıştılar. Bu biçimde doğru yapmış olduklarını tarih açıkça gösterdi. Bu o kadar ileri düzeydeydi ki, Vietnam’ı hiç görmemiş ve bir tek Vietnamlı bile tanımamış olsalar da adeta Vietnam direnişini Kürdistan direnişi gibi görüp ondan öğrenmeyi esas aldılar. Kürdistan Devriminin ve gerillacılığının gelişmesinde Vietnam halkının ve önderlerinin katkısı çok ileri düzeyde oldu. Dolayısıyla General Giap Kürdistan gerillasının da bir ilham kaynağı ve manevi komutanıydı.
Kürdistan gerillası, tıpkı büyük gerillacı Che Guevera gibi, General Giap’ı da işte böyle ele alıyor ve hep saygıyla anıyor. Gerillacılığı daha da geliştirerek onların anılarını yaşattığına inanıyor. Komutan Agitler ve Çiçekler yaratarak da bu çizgiyi eksiksiz devam ettiriyor. Nasıl ki Vietnam ulusunu General Giap’ın komutasındaki gerilla yarattıysa, Kürt demokratik ulusunu da Önder Abdullah Öcalan’ın çizgisini uygulayan Mahsum Korkmaz komutasındaki gerilla yaratıyor. Dolayısıyla yeni özgür Kürt gerçeğinde gerillanın yeri farklıdır. Kürdü gerillasız kılacağını sananlar tarihin en büyük yanılgısını yaşamaktan öteye gidemezler.
Elbette gerilla havası anlatılamaz, ancak yaşanır. Onu ancak yaşayanlar anlayabilir ve anlatabilir. Dolayısıyla gerillacılar arasında oluşan dostluk ve kardeşlik duygusunu da ancak yaşayanlar bilebilir. General Giap ile Kürt halkı ve gerillası arasındaki dostluk ve kardeşlik duygusu işte böyledir. Bu duyguyla yirminci yüzyılın efsane gerilla komutanını bir kez daha saygıyla anıyor ve anısının Agitlerin, Zilanların kişiliğinde yaşadığını ifade ediyoruz!
Selahattin Erdem
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
aKürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik düzenlenen 9 Ekim 1998 Uluslar arası komplosunun on altıncı yılına giriliyor. Önder Abdullah Öcalan ve Kürt halkı tam 15 yıldır uluslar arası komplo saldırılarına karşı yiğitçe direniyor. Bu mücadelede binlerce şehit verdi. On binlerce insan işkencelerden geçip tutuklandı. On altıncı yıla girerken bu kahramanca mücadele bütün görkemiyle devam ediyor.
On beş yıl boyunca her alandan gelen saldırılara karşı direnmek kuşkusuz dile kolay. Belki de tarihte örneği az bulunur. Başta ABD olmak üzere küresel kapitalist modernite sisteminin tüm güçlerinin saldırıya katıldığı dikkate alınırsa bu direnişin büyüklüğü çok daha iyi anlaşılır. Kendini çok şişiren devlet güçlerinin bu tür saldırılar karşısında değil on beş yıl, on beş ay bile direnemedikleri göz önüne getirilirse, on beş yıl süren Kürt direnişinin tarihi anlamı çok daha iyi görülür.
Bilindiği gibi 9 Ekim 1998’de Önder Abdullah Öcalan şahsında Kürtlere karşı geliştirilen uluslar arası komplo, ABD öncülüğündeki küresel sistemin Körfez Savaşıyla başlattığı Ortadoğu müdahalesinin çok önemli bir parçasıydı. ABD Yönetimi, Körfez Savaşı ardından Ortadoğu müdahalesini Filistin ve Kürdistan Kurtuluş Hareketlerine yönelik olarak sürdürmüştü. Filistin Kurtuluş Hareketine dayatılan Oslo barış süreci ile Kürdistan Özgürlük Mücadelesine dayatılan çekiç güç operasyonu bu müdahaleyi ifade ediyordu. 9 Ekim 1998 komplosu bu müdahalenin yeni bir aşamasını oluşturuyordu.
9 Ekim komplosuyla Önder Abdullah Öcalan’ın imhasının ve bu temelde Kürdistan Özgürlük Hareketinin tasfiyesinin hedeflendiği biliniyor. Yani Kürtler tam on beş yıldır uluslar arası imha saldırısına karşı direniyorlar. Bu on beş yıl içinde neler olmadı ki! Kaç tane despot yerle bir oldu. Kaç devlet yıkıldı. Kaç lider ve iktidar yenilgiye uğradı. Ama 15 Şubat komplosu gerçekleşmiş ve İmralı işkence sistemi ortaya çıkarılmış olsa da, Kürt Halk Önderi ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesi etkinliğini sürdürmeye devam ediyor. Değil tasfiye olmak, eskiye göre gücünü ve iddiasını daha da artırmış bulunuyor.
Bu süreçte tasfiye olanların başında Saddam Hüseyin ve iktidarı geliyor. Halbuki ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale süreci Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgaliyle başlamıştı. Saddam Hüseyin kendisini Ortadoğu direnişinin önderi olarak ilan etmişti. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik tezgahlanan 15 Şubat komplosunda Saddam Hüseyin yönetimine müdahale pazarlık konusu yapılmıştı. Önder Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi “ABD’nin Saddam yönetimine karşı askeri müdahalesine Türkiye’nin destek vermesi” karşılığında olmuştu.
Peki nerede şimdi bu pazarlığı yapan ABD ve TC yönetimleri? Nerede Saddam Hüseyin ve BAAS yönetimi? Ama Kürtler ve Kürt özgürlük mücadelesi ayakta! İmralı koşullarında da olsa Önder Abdullah Öcalan küresel kapitalist modernite sistemini ve onun yarattığı Kürtlere yönelik kültürel soykırım rejimini yargılamış durumda. Bu biçimde de olsa uluslar arası komployu yenilgiye uğratmış ve İmralı mücadelesini kazanmış durumda.
Körfez Savaşıyla başlayan müdahale süreci ve Kürtlere yönelik uluslar arası komplo değerlendirilirken, kuşkusuz Türkiye’deki 28 Şubat darbesi üzerinde de durmak gerekir. Erbakan yönetimine karşı geliştirilen bu darbenin de bu süreçle bağlı olduğu tartışmasızdır. Darbe sonrasında Necmeddin Erbakan’ın ve hareketinin ne hale getirildiği ortadadır. Günümüzdeki AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan kişiliğinin bu darbe içinden çıkartıldığı da sürecin başka bir gerçeğidir. Yani AKP ve iktidarı ABD’nin Ortadoğu müdahalesinin bir çocuğu olmuştur.
Kürt Halk Önderi’ne ve Kürt halkına yöneltilen uluslar arası komploda kullanılan kişilik ya da iktidarların akıbeti de ilginçtir. Komploda en çok kullanılan güçlerin başında kuşkusuz dönemin Yunanistan hükümeti gelmektedir. Peki nerededir Yunanistan’ın PASOK partisi ve iktidarı? Komployla Türk-Yunan ilişkilerinin düzeltilmesi, NATO’nun Güneydoğu kanadının güçlendirilmesi, bu temelde ABD ile Yunanistan’ın kazançlı çıkması amaçlanmıştı. Peki ne kadar gerçekleşti bu amaç?
Herkes çok iyi biliyor ki uluslar arası komplonun en uğursuz rol oynayan tehlikeli kişiliği devrik Mısır diktatörü Hüsnü Mübarekti. Bu rolü nedeniyledir ki komplo sürecinin en uzun yöneticisi olan Tayyip Erdoğan “Mübarek kardeşim” demişti. Peki nerede şimdi zalim Mısır diktatörü? Yıllarca hizmet ettiği efendilerinden “Canını bağışlamasını” dilenmiyor mu? Demek ki Kürt halkına yaptıkları yanına kalmadı. Mazlum Kürt halkının ahı zalimi bu hale getirdi.
Hüsnü Mübarek gibi komploda tehlikeli rol oynayan başka kişilikler de var. Bir tanesi İtalyan faşisti Berlusconi. Faşist Mussolini’nin ardıllarından olan bu kişinin akıbeti de ortada. Yine on bin dolara kendini satan Rus ayyaşı Yeltsin’in sonunu da gördük. Hepsinin yerinde yeller esiyor şimdi. Kürt Halk Önderi ve Kürt halkı her türlü saldırıya karşı yiğitçe direnip onuruyla ayakta kalırken, bu tür diktatörlerin sonunun ne olduğunu herkes görüyor.
On beş yıllık komplo sürecinde bir de Suriye’nin oynadığı rol var. 9 Ekim komplosu ardından Suriye politikasında da yüz seksen derecelik bir değişimin yaşandığı biliniyor. Adana anlaşmasıyla sözde bir Türkiye-Suriye dostluk sürecinin geliştirilmeye çalışıldığını hepimiz biliyoruz. Daha önce Kürtlerle dostluk çizgisinde olan Suriye yönetimi, komplo ile birlikte Türkiye’nin kuyruğuna takılan bir çizgiye girmiştir. Öyle ki, birbirine “Kardeşim” diye hitap eden Tayyip Erdoğan ile Beşar Esat yönetimleri kendilerini “İki devlet, tek hükümet” ilan edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Peki ya şimdiki durum nedir? Nerede Erdoğan-Esat kardeşliği? Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkartıp AKP ile kardeşlik oluşturmaya çalışan Esat yönetiminin başına neler geldi? Tarih boyunca Anadolu’da yönetim olan hiçbir güç, Ortadoğu’ya ve Arabistan’a yönelik olarak Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarını yapmadı. Hiç kimse Tayyip Erdoğan gibi Ortadoğu ve Arap alemini satmadı. Tayyip Erdoğan hem de bunu sahte dostluk gösterileri içinde aldatarak yaptı.
Şimdi herhalde herkes bu on beş yılın muhasebesini yapacaktır. Hem Kürtlerin durumunu ve Ortadoğu’da halklar için oynadıkları rolü, hem de AKP’yi ve Ortadoğu’da halklara karşı oynadığı ajanlık rolünü değerlendirecektir. Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç Suriye üzerinde gittikçe derinleşirken Ortadoğu’da kartlar yeniden karılacak ve yeni ilişki ve ittifaklar gelişme gösterecektir.
Uluslar arası komploya karşı mücadelenin on altıncı yılına girilirken Kürtler her zamankinden daha çok güçlü ve bu sürece hazır durumdadır. Komploya karşı on beş yıllık mücadelenin hem büyük birikimine ve hem de büyük tecrübesine sahiptir. Dahası Önder Abdullah Öcalan’ın kapsamlı değerlendirmeleri temelinde uluslar arası komplo bilincini derinliğine edinmiş durumdadır.
Kürt halkı uluslar arası komplo gerçeğinin nasıl imha ve tasfiye amaçlı ve çok yönlü bir saldırı olduğunu artık derinliğine bilince çıkarmıştır. Böyle tehlikeli bir saldırının inkar ve imha sistemine dayandığını, kültürel soykırım rejiminin gereği olduğunu her Kürt insanı çok iyi anlamıştır. Dolayısıyla bir halk olarak var olmanın ve özgür yaşamanın uluslar arası komployu tümden yenmeye ve İmralı sistemini parçalamaya bağlı olduğunu iyice görmüştür.
Kısaca Kürt halkı on beş yıl öncesine göre çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklıdır. Kürt gençleri ve kadınları on beş yıl öncesine göre çok daha öfkeli ve kararlıdır. On altıncı yılda “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla uluslar arası komploya karşı daha güçlü ve etkili bir tarzda mücadele etmek ve kazanmakta ısrarlıdır. Geçmiş on beş yılın sonuçları dikkate alınırsa, on altıncı yılda komplonun ve İmralı sisteminin tümden parçalanarak özgürlük hedefinin başarılacağı söylenebilir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar