Ateş, Newroz bir efsanenin, bir halkın yeniden yaratılmasıdır. Belki de en yalın sözlük anlamı budur. Çünkü bu efsane ile Kürt çocukları ve kuşakları tarihin satırlarının arsından dağ başlarına teker taşımış, zalimler ve kahramanlar yeniden vücut bulmuştur.
Newroz' un "uzak" tarihinden bahsetmemek olmaz... Kral Cemşit'in devrilmesi ile yerine geçen Dehaq kısa zamanda etrafına dehşet salar. Bir hastalığa yakalanan Dehaq’ın her iki omzunda yılanlar peydahlanır. Yılanlar kesilir, kesildikçe yeniden türerler. Korkunç acılar içinde olan Dehaq ülkesindeki tüm hekimleri çağırır. Ancak hiçbiri bu derde çare bulamaz. Lokman hekimler çaresini söyler. Tek çaredir ki Kürdün gününü, geleceğini belirleyecektir. Bu acıların dinmesi için yılanların her gün iki genç insan beyni ile beslenmesi gerekir.
Dehaq adamlarına emir verir; her gün iki genç saraya getirilir, başları kesilir ve beyinleri yılanlara yedirilir. Zamanla binlerce gencin ölümü halk arasında büyük tepkilere neden olur. Halk korku ve dehşet içindedir. Sonraları Dehaq'ın sarayına aşçılık için alınan iki iyi niyetli insan; Armail ve Karmail, her gün getirilen iki genci saklarlar ve onların yerine iki koyun beynini Dehaq'a götürürler. Ölümden kurtulan gençler dağlara sığınırlar. Bu durumun 30 yıl kadar sürdüğü söylenilir.
Bir gün 12 oğlundan 11'ini Dehaq'a kurban veren Kawa adındaki demirci, son çocuğu da istenince buna isyan eder. Halkını ve bunca yıldır dağlara sığınan insanları örgütler, hep birlikte Dehaq'a saldırırlar. Demirci Kawa önderliğindeki bu halk ayaklanması, zaferle sonuçlanır. Saray ele geçirilir ve Dehaq öldürülür. Bu gün takvimlerden M. Ö. 21 Mart 612 tarihini gösterir. Özgürlük gününü devasa ateşler yakarak kutlarlar.
Artık yeni bir dönem başlamıştır. Evet, o ateş sönmez. Ateş kutsaldır artık. O ateş, yani Kawa ile dağlara sığınan gençlerin yaktığı ateştir bugün tutuşturacağımız. Dağların tepelerinde görülen ateş kümeleri, kara kafalı çocukların üzerinden atlayıp da islere değip kutsandığı, dileklerin, inançların, dirençlerin ve umutların harmanlandığıdır ki, 21 Mart deyince, ateşe değin... Kawa'nın ruhu ve dağlardaki Kürt gençlerinin kara bakışını, alevlerin arasında göreceksiniz.
Mitolojik anlamda Newrozun tarihsel geçmişini sıralarken, günümüze kadar ki gelişen dönem içerisinde her ne kadar Kürtler açısından tarihi bir anlama sahip olan Newroz, Ortadoğu halkları için de bereketin, özgürlüğün günü olarak kutlanmıştır. Kürtler binyıllarca yıl yaşadıkları alanlarda özgürlük bayramlarını kutlamışlardır. Ancak 20. Yüzyılda değişen dünya dengeleri Ortadoğu’da kurduğu ulus devletleri ile değişime tabi tutmuştur. Bu ulus-devletler de Kürtlerin özgürlük bayramı olan Newroz’u yasaklar. Özellikle Kürdistan’ın parçalanmasının ardından gelişen süreç içerisinde Kürtlerin yaşadıkları tüm parçalarda Newroz yasaklanır. Ancak Hareketimizin çıkışı ile anlamını tekrar kazanan Newroz, Mazlum Doğan’ın 12 Eylül askeri darbesi ile Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bitirilmeye çalışıldığı Amed 5 Nolu zindanında teslimiyete karşı 21 Mart 1982 yılında geliştirdiği direniş kültürü ile tekrardan büyük bir anlam kazandırır. 3 Kibrit çöpü ile Newroz’u selamlayan Çağdaş Kawa, gerçekleştirdiği özgürlük eylemi ile teslimiyetin ihanete direnişin zafere götürdüğünü bir kez daha ispatlar. Çağdaş Kawa’dan Zekiye Alkanlara kadar uzanan bir direniş geleneğinin yeniden canlanması anlamını da taşımaktadır. Bir kez daha düşmanın halkımıza ve kültürel varlıklarımıza dönük uyguladığı şiddet ve asimilasyon politikalarını protesto etmek amacıyla bedenlerini diri diri ateşe veren Kürt kızları ve oğulları bizlere, hakikat mücadelesinin öyle kolay olmadığını ve bunun için büyük bedellerin verilmesi gerektiğini göstermektedir. Newroz bu anlamı ile günümüzde hakikat mücadelesiyle özdeş kılınmıştır.
Yine bu direniş geleneğini büyük cesaret ve fedakârlıkla sürdüren Zekiye Alkan yoldaş olmuştur. Düşmanın zindanda arkadaşlarımıza karşı geliştirdiği zulme en anlamlı cevabı Zekiye arkadaş verir. Düşmanın 12 Eylül cuntası ile Kürdistan ve Kürt halkı üzerinde geliştirdiği inkâr, imha ve soykırım politikalarına karşı Amed surlarının başında 21 Mart günü kendi bedenini alev topuna çevirerek yaşanan iç gericiliğe ve düşmanın teslimiyetçi eğilimine karşı eylemi ile cevap verir. Kürt halkının katliamlarla yok edilmeyeceğini, kültürel soykırımlara tabi tutulamayacağını bir kez daha Demirci Kawa’nın ve Çağdaş Kawa’nın iki bin yıllık direniş ruhuyla cevap verir.
Kadın için Newroz, direniş gününü selamlama olarak değerlendirmek de mümkündür. Zekiye Alkan’ın yaktığı ateş, teslim alınmaya çalışılan Kürt iradesinin tutsak edildiği zindan karanlığını aydınlattı. Zekiye Alkan’da gerçekleşen özgür kadın duruşudur. Benzer bir eylemi 1992 yılında Rahşan Demirel de İzmir’de gerçekleştirdi. Her ikisi de kadın ordulaşmasına gidişte gelişen eylemlerdir. Bu anlamda Newrozlaşan yoldaşları, hareketimize dayatılan tasfiyeci eğilimlere karşı özgürlük eğilimi ve mücadelesinde ısrar çizgisi olarak da değerlendirmek gerekiyor.
Bu eylemler kadın hareketine ve genel PKK hareketimize güç ve mücadele iradesi, kazandırıyor. Hareketin direniş ruhunu besliyor. Bu eylemlerden etkilenerek mücadeleye katılan çok sayıda kadın ve erkek yoldaşlar oldu. Bu eylemler özgür kadın arayışını, cins mücadelesini de güçlendiriyor.
Yine 1994 yılında Avrupa’nın Kürtler üzerinde uyguladığı baskıları ve asimilasyoncu politikalarını, özgürlük mücadelesini tasfiye amaçlı Türk devletiyle yaptıkları kirli anlaşmaları protesto amaçlı Berivan ve Ronahi arkadaşlar bedenini ateşe veriyor. Ki 1994 yılı kadın ordulaşmasında ve gerillalaşmada en iddialı olduğumuz bir yıldır. Berivan ve Ronahi yoldaşların tutumu bu iddiayı destekleme ve bu iddiayı zayıflatmayı amaçlayan düşman gerçeğine radikal bir tavırdır.
Bilindiği gibi Önderlik o dönem için şu sözü kullanmaktadır eğer özgürlük kolay olsaydı Ronahi ve Berivanlar bedenlerini ateşe vermezdi. Bu anlamda Kürt toplumu içinde Newroz ve ateş yakma olayı kutsal görüldüğü kadar zulme ve zalimlere karşı bir mücadele çağrısı olarak da anlamak ve anlamlandırmak yerinde olacaktır. Bu yoldaşların eylemleri de Avrupa başta olmak üzere her alanda çok büyük bir etkiye yol açtı. Avrupa’nın onursuzlaştırıcı, eritici politikaları karşısında halkta ve kadında bir uyanışı ve sorgulamayı getiriyor. Kapitalizmin kadını metalaştıran, alım-satım nesnesi haline getiren ve Kürt kadınına da bu anlamda el atan öldürücü ideolojisine en özgürlükçü duruş içine giriliyor.
Zekiyelerin, Ronahi ve Berivanların bedeninden yükselen ateş alevleri toprağına halkına ve yurtseverliğine bağlılığın somut ifadesi olmaktadır. Yine bu yıllarında Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine PKK’ ye karşı uluslar arası çapta var olan yönelimleri boşa çıkarmak amacıyla bedenlerini ateşe vermeleri Kürt kadının direniş geleneğini zirvelere taşırmanın önemine vurgu yapmakla birlikte, aynı zamanda kölelik sistemine ve düşmanın Kürt halkına karşı uyguladığı hiçleştirme politikalarına bir sitem, bir isyan ve fedaileşen Kürt kadının özgürlük çığlığını yansıtmaktadır.
Hangi tarihte görülmüştür insanlar amaçları uğruna benlerini diri diri ateşe verdiklerini. Kürt gerçekliğinin özgürlüğe ve bağımsızlığa duyduğu özlem ve sevgisi uğruna binlerce Kürt gencinin kanı dökülmüştür. Bu tutku bir tarihsel gelenek olup, Kawalardan günümüze taşırılmıştır. Düşünün ateşin yaman yakıcılığı ve kavurtucu sıcaklığında yanan bedenlerin kutsal oluşunu, Newrozlaşmayla bütünleşmesini, Mazlum Doğanlar, Zekiyeler ve Ronahi ve Berivanların 21 Mart Newrozunda ateşten kurduğu alev halayları özgürlüğü çağrıştırıyor. Tüm bu olanları düşünürken Newrozlaşan bir halkın doğuşuna büyük katkı ve emekleri olmuştur. Demek ki anlamlı yaşam ve onurlu duruş her geçen gün bizim için kendisini kaçınılmaz kılıyor.
Özgürlüğü olmayan bir halk, varlık mücadelesini de veremez. Kürt halkının ölüm uykusundan uyanışı nice kahraman evlatlarının amansız mücadelesi sayesinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Direnmek yaşamaktır, güneşimizi karartamazsınız şiarları bize verdiği mesaj, direniş dışında başka bir yaşam seçeneğinin olmadığını göstermiştir. Bu anlamda 21. Yüz yılında Kürtlerin diktatör ve anti demokratik zihniyete karşı yaktığı Newroz ateşi her geçen gün daha büyük anlamlar ifade etmektedir. 1982 yılında Amed zindanında bir gurup Kürt gençleri şahsında Kürtlerin iradesi ve varlığını kabul ettirmek için faşizme karşı sergilediği direniş ve verdikleri amansız mücadele Mazlum Doğan ve Dörtlerin direnişiyle, düşmanın vahşi ve insanlık dışı uygulamalarına karşılık vermek amacıyla bedenlerini ateşe vererek insanlık direnişinde önemli ve anlamlı yer edinmişlerdir. Özelliklede üç kibrit çöpünün ateşiyle direniş bayrağını göklere çekmişlerdir.
Bu açıdan hem geçmiş hem yakın tarihimiz de 21 Mart Newroz bayramı bizim için kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini ifade etmektedir. Newroz, Ortadoğu halkları açısından önemli bir anlam teşkil ettiği kadar özel olarak da Kürt halkı için varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlamak için bir baş kaldırı ve yeni bir mücadele dönemine girmenin anlam bulduğu gündür.
Bilirsiniz ayını zamanda mart ayı baharın başlangıcıdır. Çiçeklerin yeni bir bahara gözlerini açması ve etrafa doyulmaz güzelliklerin saçılmasıdır. Doğa ananın verimli olduğu ve ağaçların en çok tomurcukların açtığı aydır. Umut ediyoruz ki 2014 yılının Mart ve Newrozu tüm halkların ve özelliklede Kürt halkının ve özgürlük güneşimiz Önder APO’nun özgürlük yılı olacağıdır. Bu temelde zalim ve her tarafa savaş saçan kapitalist modernite güçlerinin halkımıza dönük sürdürdüğü sömürge ve Çağdaş Dehaqların şiddetine son bulacağı yeni bir dönem olacaktır. Tarih boyunca insanlık başına getirmedik haksızlık kalmamıştır. Newrozun doğan nedenlerine kaynaklık eden Dehaq’ın Kürt gençlerinin başlarını kesip, beyinlerini yılanlara yedirmesi kadar günümüzde de değişik isimlerle aynı zulmü ve geleneği temsil eden bir kesimin varlığı söz konusudur. Halen Kürtleri öldürmekle, yok edebileceğinin yanılgısı içerisinde olan düşmanlarımız vardır ve daha çok Kürt ve Türk gençlerinin kanı üzerinde siyaset yapmak ve kendini dökülen kan üzerinden yaşatmak isteyen bu kesimlerin gün gelecek tarih sayfalarında isimleri kara harflerle yazılacağı unutulmamalıdır. Nasıl ki 1982 yılında Kürt ve Türk gençlerinin özgürlük direnişlerini bastırmak isteyen 12 Eylül cunta darbesini gerçekleştirenler bu gün insanlık karşısında yargılanıyor ve mahkûm ediliyorsa, yakın bir dönemde modern Dehakların yargılanmasına çok az kaldığını vurgulamak mümkündür. 2014 Yılını Mazlumların, Rahşanların, Zekiyelerin, Ronahi ve Berivanların direniş ruhlarıyla karşılayalım. Demokratik modernitenin inşası temelinde ülkenin dört parçasında mücadelemizi güçlendirelim.
Son olarak bu vesileyle başta Önder Apo olmak üzere devrim şehitlerinin, Kürt halkının ve özgürlük mücadelesini veren tüm yoldaşların 2014 yılının Newrozu’nu kutluyorum.
Özgür ve demokratik bir ülkede buluşmak umuduyla…
Deniz Amanos
- Ayrıntılar
Dünya tarihin de 20. Yüzyılda epey kanlı savaşlar olmuş, atom bombası gibi önemli bir silah Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmıştır. Bu da katliamların gelmiş olduğu düzeyi bize göstermiştir. Tarih sahnesinde insanlığa her türlü vahşet, imha, sömürü dayatılmış ve bu dayatmalar da belli kesimlerin çıkarları uğruna yapılmıştır. Birçok halk da bu siyasetlerin kurbanı olmuşlardı.
Tarihte Kürtler her zaman uluslar arası hegemonik güçlerin siyasetlerinin ve çıkarlarının kurbanı olmuşlardır. Özellikle 20. Yüzyılda yapılan politikalar da İngilizlerin ve bölge devletlerinin oyunları ile yapılmıştır. Halepçe katliamı da bunlardan biridir.
Bilindiği gibi İran-Irak arasındaki savaş döneminde Germiyan bölgesinde bulunan Halepçe kasabasına Saddam’ın cellâtlarından Hasan Ali Mecit Kimyevi’nin emri ile kimyasal gazlar, bombalar atılarak beş bin masum Kürt insanı katledildi. Geride binlerce yaralı ve sakat insan kaldı. Bu katliam geçmişte yapılan Kürtleri tarihten silme katliamlarının bir devamıdır. Kürtler topyekûn yok sayılmak istenmiştir. Dünyanın bu katliama karşı tavrı sessizlik olmuştur. Saddam rejimi sivil Kürt insanlarını katlederek adeta dünyaya meydan okumuştur. Aynı zamanda böylesi bir silahın elinde olduğunun mesajını vermek istemiştir. Bu siyasal boşluğun yaratılmasında ve katliamın gerçekleşmesinde işbirlikçi Kürt örgütlerinin de payı vardır.
Uluslar arası güçlerin desteği ile bu katliamı yapan Saddam, alelacele bir şekilde de aynı güçler tarafından idam edildi. Çünkü Halepçe gibi katliamlar da uluslar arası güçlerin payı ortaya çıkartılmak istenmiyordu.
16 Mart 1988 Enfal'ini gerçekleştiren Hizbil Baas rejiminin geride bıraktıkları da hiçbir zaman unutulamayacak olaylardandır. Binlerce köy boşaltıldı, birçok insan zindanlara atılarak ya idam edildi ya da ölüme terk edildi. Ailece zindanlara atılanlar oluyordu. Yine Saddam’ın kaleleri olarak nitelendirilen ve askerlerin kaldığı bu yerlere binlerce insan getirilip gözetim altında tutuluyordu. Toplu bir şekilde insanlar diri diri toprağın altına atılıyordu-gömülüyordu. Köylerde insanlar toplu şekilde kurşuna diziliyordu. Boşaltılan köylerde toplanan insanlar da özel olarak kooperatif evlerde tutuluyordu. Ortada kalan insanlar da Bahırke kampında toplanıyordu. Görünüşte beş bin insan katledildi. Ancak Enfal’e uğrayan insan sayısı yüz binlercedir. Verilen rakam 182 bindir.
Aradan 21 yıl geçmesine rağmen halen bu katliamın yaraları sarılmış değildir. Dünya bu utancı üzerinden atmış değildir. Halkımız halen bu katliamın acılarını gün be gün yaşıyor. Onun için bu katliamın yaralarını sarmak, sorumlularından hesap sormak en medeni yaklaşımdır. Yoksa kendisine çağdaşım, demokratım diyen, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok güç bu utançla yaşamaya devam edecektir. Güneyli güçler de her yıl bu katliamın duygu sömürüsünü yapacaklarına kendi politikalarını gözden geçirip halkın sorunlarına çözüm olmalılar. Güney’li halkımız da bu katliamın anısına kendisini daha fazla örgütleyip işbirlikçi siyasetlere karşı tavır sahibi olmalılar. Nasıl ki Halepçe katliamından sonra binlerce insan Amed, Muş, Kızıltepe kamplarında Kuzeyli Kürtler tarafından bir ilgi görmüşlerse Güneyli Kürtlerde aynı ruhla yaklaşmalıdırlar.
Doğan Doski
- Ayrıntılar
Berkin’in ardından ne söylenir? Söylenecek o kadar az şey kalmış bir dünyadayız ki!
Berkin’in ardından ne söyleyelim diye düşünürken devlet söyleyeceğini söyledi. Söylemeyi düşündüğümüz şeyleri bir kez daha ispatladı. Öfkemizi biledi.
Cumhurbaşkanı, vali, bakanlar, emniyet müdürleri: tek bir ağızdan“hepimiz babayız, anneyiz acıları anlıyoruz” diye başlayan cümleler kurdular. Yıllardır gördüğümüz şeyi bir kez daha gördük. İşkencehanelerde işkence edenlerin takındıkları roller: iyi polis, kötü polis.
Devletin iyi tarafı, kötü tarafı.
Berkin’in ardından ne söylenir?
Söylenmesi gereken birinci nokta şudur: katil devlettir. Bilmem cemaatin polisi, bilmem hangi paralel yapının etkisindeki yargı, bilmem hangi vali yada emniyet müdürü değildir. Onlardan herhangi birine bir tokat bile atsa bir vatandaş yargılandığı suç devlet memuruna, yani devletin şahsiyetine hakaret olacaktır. Belki pek çok vatandaş bile bunu suç olarak hatta kendine hakaret olarak görecektir. Çünkü devlet onun devleti, memur ona hizmet eden memurdur.
Bu durumun sürmesinde önemli bir rolde medyanın. İşte dün attığı gazlardan etkilenen polisin ölümünü acı bir haber olarak verirken, gösterilerde devletin örgütlediği çetelerce vurulan gençten hiç bahsedilmiyor.
Suçlu genel devlet değil, yanlış yapan, yada farklı güçlerin denetimine girmiş memurlardır fikri yaratılıyor.
Tabi özelde Gezi olayları için bu bile dile gelmiyor. Gezi dış mihrakların kışkırtmasıydı ve bu kışkırtmaya uyanlar cevaplarını aldılar deniyor.
Bu sekizinci ölüm.
Hükümet yetkililerinin yaptıkları tek şey üzüntü belirtmek.
Başka?
Gerisi boş!
Akp’nin iktidar dönemine bakalım
Son on yılda devlet tarafından öldürülen sivil halk sayısı 800’dür. 21’i çocuktur. Ve bu katliamlardan sorumlu memurların hiç birine ciddi bir hukuki yaptırım uygulanmamıştır. Bir yıl kıdem dondurma cezası gibi eften püften cezalar. Tabi zaman geçtikçe, kamuoyu unuttukça olanları, kıdem dondurmayla, kınama cezaları almış katillerin terfi ve madalyalarla gönlü alınmıştır. Hatta daha gerilere de bakabiliriz. Bu konuda farklı hükümetlerin karnesinin Akp’nin karnesinden farkı yoktur.
Yani şunu anlayalım. Devlet katildir. Katilleri, zulmü koruma, meşrulaştırma sistemidir. Zilan Deresinde, Ağrı’da, Dersim’de, Çorum’da, Maraş’ta yapılanların olduğu gibi bu gün yapılanların sorumlusu aynıdır.
Devlettir!
Bu gün düşündüğümüz hatta her katliamdan sonra çok daha büyük acılar çekerek çare bulmaya çalıştığımız soru şu olmalı.
Bunu tartışmak gerekiyor.
Roboski katliamının ardından 800 günü aşkın bir süre geçmişken, Aydın Erdem, Mahsum Karaoğlan, Ceylan Önkol, Ali İsmail, Şerzan Kurt’un katilleri cezalandırılmamışken bir kez daha düşünmek, çok daha fazla tartışmak gerekiyor.
Berkin’i uğurlama törenin direnişini selamlıyoruz. Ama devamı gelmezse yaşananların tarihe not düşülen, gazete arşivlerinde kalan bir eylem ve düştüğü yeri yakan bir ateş parçasından öteye gitmeyeceğini bir kez dahatarihe bakarak görüyor, bunu bir kez daha hatırlatıyoruz.
Ne yapacağız? Ne yapmalıyız?
Bu sorulara cevap vermemiz gerekir. Yoksa 800 kişi – binlere – on binlere çıkacak. Ve bu böyle devam edecek. Bir günlük, birkaç günlük eylemlerle kitlelerin öfkeleri boşalacak. Sonrasında belki birkaç yıl katliamın yıl dönümünde bir anma olacak.
Berkin’in ardından böyle bir şey olmasını istemiyoruz.
Aslında bu sorulara vereceğimiz cevapla şimdiye kadar yapılan tüm katliamlara da cevap vereceğiz.
Biz bu konuda cevabımızı vermeye çalışalım.
Tabi bu derinleştirilmesi, kapsamlılaştırılması gereken bir soru. Cevapları hem aranıp hem uygulanmalı.
İlk tespit ettiğimiz nokta neydi.
Katil devlettir!
O zaman biz bu devleti yaşamımızdan silmek için uğraşacağız. Hep devlet toplumu cezalandıracak değil ya! Eğer toplum örgütlenirse devlete en güzel cevabı verebilir.
Mesela dün gün boyunca devam eden gösterilere karşı polisin vahşice saldırısını öfkeyle izledik. Öfkelenmeyen yoktur. Bu duruma karşı ne yapılabilir?
Benim verdiğim vergiyle sen bana saldırıyorsun denmeli. Vergi verilmemeli. Milyonlarca kişinin bir sivil itiatsizlik eylemi olarak vergi vermeme kampanyası başlattığını düşünsenize.
Bu katliamları yapan, kitlelere saldıran devlettir. Biz bu devletin askeri olmayacağız! Polisi olmayacağız! Diye haykırılmalıdır. Askere gidilmemelidir. Vicdani red hareketi dev bir dalga gibi büyümelidir. Vicdanı olan polisler istifa etmelidir. Hükümetin köpeği değiliz diye haykırılmalıdır.
Yıllardır bu katilleri koruyan hukuk sistemi boykot edilmeli, işlevsizleştirilmelidir. Yerlerine toplumsal uzlaşmayı sağlayacak sivil toplum örgütleri yaratılmalıdır.
Yani devletin her kurumu toplumun yaşamından silinmelidir.
Söylediklerimiz eylemlerin, gösterilerin olmaması anlamına gelmiyor. Çok daha fazla eylem, daha etkili eylemler gereklidir. Süreklileşmesi, yaygınlaşması da gereklidir. Bu konuda Amed’de siyaset yapan öncüleri, Amed gençlerini eleştirmek de gerekiyor. Berkin’in katledilmesine verilen tavır zayıftı. Demokratik siyasetin öncü gücü olması gereken bir şehre yakışmadı.Eylem tarzı bürokratikti. Öfke yoğunluğu azdı.
Berkin Elvan ve diğer katledilen canların ölümsüzlüğü yürütülecek mücadelenin sonuç almasına bağlıdır. Yoksa bu bir slogan olmaktan öteye gitmez.
Berkin’in ardından
Devlet’in timsah gözyaşları
ve sahtekarlığı
içimize akıttığımız gözyaşları
ve bu sorular kaldı:
Ne yapacağız?
Ne yapmalıyız?
Erdal Ceylan
- Ayrıntılar
Türkiye’deki yerel seçimlere ramak kaldı. Böylesi bir dönemde Gülen Cemaatinin, Rum ve Ermeni lobilerinin ve Alperen ocaklarının saldırıları devam ediyor. Türkiye demokratik halklarının birlikteliğini ifade eden ve devrimci kültürün devamı olan HDP’ye yönelik son dönemlerde saldırılar artıyor. Oligarşi ve tekel kapitalizmin Türkiye Devrimci Hareketine yönelik sivil saldırıları devam ettirilmek isteniyor. Nasıl ki 12 Mart darbesi ile birlikte hareket eden oligarşi ile tekel kapitalizm Devrimci Gençlik Hareketine yönelik katliam politikalarını gerçekleştirdiyse bu günde bu güçler eliyle katliam politikaları devam ettirilmek isteniyor. 1968’lerin Devrimci Gençliği Mahirleri, Denizleri ve İbrahimleri katleden bu birliktelik günümüzde de yerel seçimlerin arifesinde saldırıları düzenleyerek katliam girişimlerinde bulunmak istiyor.
30 Mart 1972 yılında Kızıldere’de bir katliam gerçekleşti. Bundan tam 42 yıl önce gerçekleşen bu katliamla Devrimci Hareketinin önünü almayı amaçladılar. Üzerinden 42 yıl geçmesine rağmen tekrardan tarihi tekerrür ettirmek isteyen bu zihniyet, bir kez daha siyasi olarak Devrimci hareketi yok etmek istiyor. Bunun için elinden geleni yapıyor. Devrimci hareketten gelen HDP’ye yönelik saldırılar, eksenini buradan alıyor. Nasıl ki Mahiri katlederek başta THKP-C başta olmak üzere Devrimci Gençlik Hareketini yok etmeyi, sindirmeyi esas aldıysalar, şimdi de Ertuğrul Kürkçü ve birçok devrimci gelenekten gelenlerin birleştikleri ve devrimci kültürü devam ettirdikleri HDP’yi de hedefleyerek siyasi olarak tekrardan bir güç haline gelen Devrimci hareketi yok etmeyi ve tarihten silmeyi amaçlıyorlar. Çünkü son yaşanan saldırılardan bu anlaşılıyor. Yine oligarşi ve tekel kapitalizmin işbirliğinden gelişen bu saldırılar, Kızıldere katliamında sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’yü yönelik geliştirilen saldırılardır. Tekrardan Devrimci hareketin gelişmesine izin vermek istemiyorlar, ivme kazanmasına müsaade etmediklerini geliştirdikleri saldırılarla ifade ediyorlar. Bu tür saldırılarla devrimci hareketi korkutmayı, sindirmeyi amaçlayan bu kesim şu an yeşil sermaye ile birleşen oligarşi, anti kapitalistlerin, devrimcilerin, feministlerin, ekolojistlerin yer aldığı, kendi rengi ile dünyaya bakabildiği HDP bloğunu hedeflemekle devrimci hareketi soluksuz bırakmak istiyorlar. Çünkü büyük bir çığ gibi büyüyen bu bloğu tehlike olarak görüyorlar. Seçimlerden önce de halkın içerisinde oligarşik bir korkuyu sarmak istiyor. Bu tür saldırıların bir başlangıç olduğunu ima ederek 30 Mart yerel seçimlerinde Türkiye’de bir kaos ortamını yaratacaklarını ve Türkiye’yi bir OHAL haline döndüreceklerini bildiriyorlar.
Ancak bu saldırılar karşısında yılmayan Türkiye halkları ve Kürdistani halklar Türkiye’de destekledikleri HDP ve Kürdistan’da destekledikleri BDP ile 30 Mart yerel seçimlerinden sonra yeni bir geleceğe gözlerini açacaklarını biliyorlar. Türkiye halklarının özgürce yaşacağını biliyorlar. Bunun için Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin direnişçi ruhları ile seçim çalışmalarına sarılıyorlar. Bunun içinde 30 Mart seçimlerinin bir son ve bir başlangıç olacağını bilerek, inanarak ve bu umutla çalışmalara yüklenmeliler. Çünkü yerel seçimler Türkiye Cumhuriyet tarihinin oligarşik sisteminin yok edileceği ve halklarının baharının yaşanacağı özgür bir Türkiye’nin ilk adımı olacaktır. Özgürlük için bir sınavın olduğu bu yerel seçimlerde Türkiye demokratik halkları, 70’lerin devrimci gençlerinin “güzellik sokaklardadır” sloganları ile sokaklara, meydanlara, şehirlere, köylere ve kasabalara inmelidirler. Halkların beklentilerini ve kendi taleplerini anlatmak için yeni bir başlangıca ramak kaldığı bir dönemde her kesim büyük bir coşku ve direniş ruhu ile seçim çalışmalarına yüklenmelidir. Bir devrimin arifesinde geniş yelpazeli bir Türkiye’ye özgürlüğün gelmesi için soluk soluğa bir seçim çalışması gerekir. Çünkü önümüzdeki bu son birkaç gün oligarşi ile kendini yeşil sermaye ile bütünleştirmiş tekel kapitalizmin son çırpınışlarının yaşandığı bir dönemi yaşamaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin birçok şehrinde milliyetçi kesimleri harekete geçirerek, son kör dövüşünü yapmak istiyor. Ancak bunun karşısında halkların birlikteliğinin yaşandığı yer var. Oda HDP çatısıdır. Bu çatı etrafında kendine demokrat, feminist, ezilen, emekçi, köylü, devrimci ve yurtseverler, geniş bir kitleye ulaşmalılar.
Unutulmamalıdır ki 30 Mart yerel seçimlerinde iki bloğun adaylığı vardır. Bunlardan biri Türkiye’de HDP, Kürdistan’da BDP’dir. Bunların karşısında diğer siyasi, gizli örgütler ve ulus devletçi kapitalist lobilerin yer aldığı bloktur. Özgürlüğe az bir zaman kaldı. Özgürlük ve barış heyecanı ile tüm Türkiyeli halklar ve Kürdistanlı yurtsever halkımız meydanları doldurmalıdır. Seslerini bu heyecanla yürüyen halkların demokratik birliği ile birleştirmelidir. Özgürlüğü elde etmek için özgür bir gelecek için her kesimin kendi renginde yaşayacağı bir Türkiye’yi yaratmak için yerel seçimlerden Halkların Demokratik Bloğunun ve Barış ve Özgürlük partisinin kazanmasını desteklemeliler. Bu inançla seçimlere herkes, bu özgürlük heyecanı ile girmelidir.
Fırat Dicle
- Ayrıntılar
Yazımızın bu bölümünde lanet ve kutsalın kenti Urfa’yı yönetmeye aday iki siyasi geleneğin ekonomi politikalarını anlamaya, anlatmaya çalışacağız.
AKP’nin en çok övündüğü ve kendini başarılı göstermeye çalıştığı alan olarak ekonomi alanının hiç de öyle olmadığı öncelikle söylenmelidir. AKP iktidarının Türkiye’yi yönettiği son on bir yılda gerek döviz, gerek petrol, gerekse de tüm gıda ürünleri katlanarak pahalanmış, bunun karşısında halkın kazancı, işçinin-memurun maaşında önemli bir değişme olmamıştır. Bu duruma karşı denetimine aldığı medya kuruluşlarıyla yürüttüğü propaganda savaşıyla bu gerçeği gözden kaybetmeye çalışmaktadır.
AKP’nin genelde olduğu gibi her yerel özgülünde de geliştirdiği uygulamalar aynı şekilde sonuçlanmıştır.
Bu konuda temel bazı noktalara değinirsek:
Urfa Gap projesinin merkezi olarak bilinir. Hem devlet hem hükümet Gapprojesi diye diye bitiremez. Kürdistan’ı bölgeyi kurtaracak yegane proje olarak propaganda ederler. AKP’nin iktidar olduğu son on yılda Gapprojesi ciddi ilerlemeler kaydetmiştir. Tabi bu ilerlemenin kimler açısından olumlu kimler açısından olumsuz olduğunu dile getirmek şarttır.
Bu on yılı aşkın sürede Urfa’dan Çukurova’ya, Karedeniz’e, Ege’ye giden mevsimlik işçi oranında düşüş olmamıştır. Yine fakir halk kamyon kasalarında yüzlerce kilometrelik yolları giderek aylarca ırgatlık yapmaya devam etmiştir.
AKP’nin genel politikalarının bir yansıması olarak Urfa yerelinde de tarım ciddi darbe yemiştir. Kalkınma ajansları ve holdinglerin tarım ve hayvancılık gelirleri Urfa’da artış gösterirken Urfa köylüsünün yüzde atmışı topraksız durumda kalmayı sürdürmüştür. Yüz yıldır toprak reformundan bahseden devlet her geçen gün büyük toprak sahiplerine, zenginlere ek ayrıcalıklar veren politikalar sergilerken fakir halka yönelik hiçbir politika geliştirmemiştir. Tam tersine özelde AB uyum yasaları çerçevesinde pek çok ürüne kotalar getirerek tarımsal üretimi uluslar arası güçlerin denetimine vermiştir.
Tabi bu politikaların sonucu olarak Urfa köy nüfusu son on yılda azalmış, şehrin nüfusu aşırı derecede artmıştır. Bunun getirmiş olduğu bir çok sosyal, kültürel, ekonomik sorunu belediye ve AKP hükümeti çözmekten çok bu sorunların çoğalmasına sebep olmuştur.
Yakından tanıdığımız Urfa yerelinde bir Eyyübiye, Haliliye, Bağlarbaşı mahalle sakinlerinin yaşadıkları sorunları çözmek şurda kalsın görmek bile istememektedirler. Açlık sınırında yaşayan, koskoca bir kent haline gelmiş Urfa’nın kenar mahallelerinde en kalabalık yerler işsizlere mekan olmuş kahvelerdir.
Yasaların verdiği imkanla açılan kooperatifler kendi çıkarlarına göre düzenlenmiştir. Örneğin Atatürk baraj gölünden gelen suyun dağıtımını yapmaktan sorumlu olan su kooperatifleri, ağaların, holdinglerin denetimine verilmiştir.
Urfa’da artan birkaç şey vardır. Ağaların mal varlığı, fakirin sorunları.
Gap projesinin Urfa’yı kapsayan kısmında AKP hükümetinin iktidar süresince enerjiye ilişkin kısmı hızla bitirilmiş, burada üretilen enerji batıdaki illere gönderilmiştir. Dünyanın sayılı elektrik üretim santrallerinden biri olan Atatürk barajının elli kilometre uzağında Urfa halkı on yıldır ciddi elektrik sorunu yaşamaktadır.
Urfa halkını ekonomik ve pek çok alanda zorlayan Suriye’de yaşanan savaştır. AKP hükümeti bu savaşın daha yoğunlaşması için elinden geleni yapmış, bölgeyi bir savaş alanına çevirmiştir. Suriye’nin bu durumundan Esat sorumlu olduğu kadar, Erdoğan da sorumludur. El Nusra gibi çeteci güçlere hem lojistik hem askeri destek sunarak, bölgedeki savaşın kördüğüm haline gelmesine sebep olanlardan biri Erdoğan’dır. Savaşın yarattığı huzursuz, istikrarsız ortamda ekonominin ciddi darbe yiyeceği bilinmektedir.
İkinci güç ise demokratik özgür bir dünya için mücadele eden siyasi gelenektir. Kırk yıllık mücadelesi ve şimdiye kadar on yılı aşkındır pek çok yerelde kazandığı demokratik yönetim deneyimiyle ciddi bir umut haline gelmiş olan BDP’dir.
BDP’nin ekonomi politikası nedir?
Devletin ve büyük şirketlerin değil halkın, toplumun ekonomik anlamda gelişmesini sağlayacak bir politikayı savunur. Şehirlerin kanser gibi büyümesine karşıdır. Köy-kent dengesinin sağlanmadıkça ne sağlıklı bir köy yaşamı ne de sağlıklı bir kent yaşamı olacağını savunur.
Toprakların ve farklı üretim araçlarının devlet yada büyük tekellerin değil halka ait olması gerektiğini savunur. Kamuya ait toprakların fakir halkın üretime katılması için kooperatiflere devredilmesini savunur. Örneğin Tigem denilen Ceylanpınar devlet üretme çiftliğinin Ceylanpınar’da kurulacak bir halk kooperatifine devredilmesinin mücadelesini verir. Sadece bu değil. Her yerde her ekonomik alanda esnaf kooperatifleri, tarım kooperatifleriyle halkın örgütlenerek AKP’nin yıllardır örgütlediği ve beslediği holdinglere karşı mücadele etmesini ve halkın kendi yaşamını ikame etmesini savunur, bunun için mücadele eder.
Devletten bekleyerek değil, halkın kendi emek gücüyle, örgütlülükten kazandığı güçle yaratacağı ekonomik alanlarda kendi ekonomisini örgütlemesi için uğraşır. Bunun öncülüğünü yapar.
Daha pek çok şey vardır söylenecek ama özcesi budur.
Bir taraftan zamane nemrutlarının keselerini doldurmak için uğraşan, nemrutlaşmış bir hareket vardır. Diğer taraftan fakir halkın, mazlum halkın yanında olan bir hareket.
Şimdi seçim Urfalılarındır. Laneti mi seçeceklerdir, kutsalı mı?
Laneti mi yayacaklar, laneti mi örgütleyecekler yoksa kutsalı mı?
- Ayrıntılar
Önce doğanın ve çevrenin korunması bilinci ve eylemleri vardı. Daha sonra HES’lere karşı mücadele öne çıktı. Özellikle Karadeniz halkının ve kadınlarının direnişi dikkat çekiciydi. Yaşamın zorluklarının iyice yıpratmış olduğu kadınların ellerinde sopalarla yürüyüşü son derece etkileyiciydi. Kır toplumunda var olan doğal yurtseverliğin toplumsal ekolojik bilinç haline gelmeye başladığı anlaşılıyordu. Türkiye’de yeni bir mücadele alanının açıldığı gözleniyordu.
Ardından 2013 yılı Haziranındaki Gezi direnişi geldi. Aslında şehirleşme adına gerçekleştirilen betonlaşmaya karşı halkta biriken tepkinin toplu dışa vurumuydu. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere toplumun yeni bir yaşam arayışının güçlü bir biçimde ortaya çıkışıydı. Yaşanabilir şehir arayışından ortaya çıkarak demokratik bir topluma ulaşmayı ifade ediyordu. Böylece özgür ve demokratik bir yaşama ulaşmanın siyasetini ve eylemini yaratmak anlamına geliyordu.
Görünüşte bir parkı ve meydanı korumak olarak başlayan Gezi direnişinin nasıl siyasallaştığı ve tüm ülkeye yayıldığı hatırlardadır. Biz hatırlamasak bile her gece Gezi kabusu görmekte olan AKP yöneticileri zaten neredeyse her gün hatırlatmaktadır. Kürdistan Özgürlük Hareketinin ateşkes ilan ettiği ve demokratik mücadele çağrısı yaptığı bir ortamda bu çağrıya verilmiş olan en güçlü cevabı oluşturan Gezi Direnişinin AKP iktidarı üzerindeki korkutucu etkisi işte bu düzeydedir. Ondan fazla şehidi, binlerce yaralısı ve iki ay boyunca ülkenin dört bir yanına yayılan gerçeğiyle Gezi Direnişi demokratik alternatif olma gerçeğini kanıtlamıştır.
Şimdi 2014 Martında adeta yeni bir Gezi direnişi olarak Diyarbakır’ın Hewsel Bahçelerini koruma direnişi ortaya çıkmış durumdadır. Hewsel Bahçelerinin Amed’in sembolü olduğu kadar ciğerlerini oluşturduğu da bir gerçektir. Hewsel Bahçeleri olmadan Amed’i ve Dicle vadisini düşünmek mümkün değildir. Bu nedenle Amed gençliğinin ve halkının bu doğa harikasını korumak ve yaşatmak için direnişe geçmesinden doğal başka bir şey olamaz.
Şimdi imara açma veya temizleme gibi gerekçelerle Amed açısından vazgeçilemez olan bu ağaçlık ve yeşillik alan yok edilmeye çalışılmaktadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, Amed’i katletmek anlamına gelen bu doğa katliamının kabul edilmesi mümkün değildir. Zaten öne sürülen gerekçeler de özürü kabahatinden büyük türündendir. Ne demek imara açmak? Amed’in ciğerleri doğranarak yeni beton yığınları dikilmek istenmektedir. Kuşkusuz ormanların zaman zaman temizlenmesi ve ağaçların bakımı gerekebilir. Ancak bunun tüm ormanı keserek yapıldığı nerede görülmüştür? Orman kesildikten sonra daha ne temizlenecektir?
Basına yansıdığı kadarıyla zaten ormanın çok önemli bir bölümü kesilmiş durumdadır. Burada başta Amed gençliği olmak üzere tüm halkı ciddi bir biçimde eleştirmek gerekmektedir. Neden bu kadar ağacın kesilmesine fırsat verilmiştir? Neden bu doğa katliamı zamanında önlenememiştir? Bu durum ciddidir ve derin bir özeleştiri ile söz konusu hatanın düzeltilmesi gerekir. Bu da ne pahasına olursa olsun katliamın bundan sonra sürdürülmek istenmesine karşı sonuna kadar direnmek anlamına gelmektedir.
Kapitalist sistemin yağma ve talanı altında Türkiye ve Kürdistan’ın önemli ekolojik sorunları ortaya çıkmış durumdadır. Cumhuriyet yönetiminin sözde kalkınma projeleri aslında ciddi bir ekolojik tahribatı da beraberinde getirmiştir. Özellikle küresel sermaye bağımlılığı altında 1950 ve 60’lı yıllardan itibaren geliştirilmeye çalışılan sözde “Sanayileşme Hamlesi” Türkiye doğasının yağma ve talanından başka bir sonuç vermemiştir.
Kürdistan’a gelince, oluşturulan sömürgecilikten de öteye geçen mevcut yönetim altında zaten yağma ve talan edilmeyen hiçbir değer bırakılmamıştır. Türkiye’de geliştirilen vahşi kapitalizmin ve küresel sermayenin iştahını doyurabilmek için ne gerekiyorsa o yapılmıştır. Dil, kültür, tarih ve toplum kırımı ağır bir doğa katliamıyla iç içe yürütülmüştür. Kürdistan’ın yer altı ve yer üstü zenginlikleri hoyratça sömürülmüştür. Her tarafa yapılan barajlarla doğa adeta farklı hale getirilmiştir. Orman kesimi ve yakımı doğayı neredeyse çıplak hale getirmiştir. Özellikle son otuz yılda gerillaya karşı yürütülen kirli özel savaşın en önemli bir boyutu da doğa katliamının sınır tanımaz düzeye vardırılması olmuştur.
İşte beton yığını halinde yürütülen kentleşme ve Hewsel Bahçelerinde gerçekleştirilen doğa katliamı bu sürecin bir devamı ve bu temelde izlenen politikaların son uygulamaları olmaktadır. Kapitalizmin yarattığı “Komutan para” elde etme uğruna yapılmayan bir iş ve saldırılmayan bir değer bırakılmamaktadır. Neredeyse ülkenin ve toplumun her şeyi yağma ve katliam altına alınmış bulunmaktadır.
Yani bugün Kürdistan’da katledilen sadece Hewsel Bahçeleri değildir. Vatan bilinci ve özgür yaşam gücünde içine düşülen zayıflıktan yararlanılarak Kürdistan’ın ve Kürt toplumunun her alanına ve her şeyine saldırılmaktadır. Beyninden diline ve ormanından suyuna kadar her şey katliam düzeyinde saldırı hedefi yapılmaktadır. Bunu göremeyen ve buna karşı çıkamayan bir bilinç ve tutum kesinlikle yurtsever olamaz.
Bu nedenle Hewsel Bahçelerindeki katliama karşı gösterilen direniş insanlığın en yurtsever tutumundan biri olmaktadır. Bu katliama ve benzer doğa katliamlarına karşı kesin direniş tutumu alamayanların yurtsever olması mümkün değildir. Vatanına, toprağına, doğasına, tarihine ve kültür değerlerine sahip çıkmayanlara veya çıkamayanlara asla yurtsever denilemez. Bu açıdan Hewsel Bahçelerine yöneltilen katliama karşı direniş en başta gelen kutsal yurtseverlik direnişi olmaktadır.
Peki bu direnişlere karşı çıkanlar kimlerdir? Dikkat edilirse, hem Türkiye ve hem de Kürdistan’da bu büyük ekolojik toplum direnişlerine karşı çıkanlar olmuştur. Gönül isterdi ki, böyle kutsal yurtseverlik direnişlerine karşı çıkan hiçbir insan olmasın! Fakat ne yazık ki durum böyle değil. Varlığını ülkenin ve halkın değerlerinin sömürüsüne bağlamış olanlar bu tür direnişlere karşı da vahşice saldırıyorlar.
Gezi direnişine ve bu temelde Türkiye’nin dört bir yanında gelişen direnişlere karşı AKP iktidarının nasıl karşı çıkıp devlet gücünü saldırıya geçirdiği hala çok canlı bir biçimde hatırlardadır. Parkın insan sağlığına uygun olmasını isteyenlerin üzerine devletin polis gücü vahşice saldırtılmıştır. Bu saldırılarda insanlar katledilmiş ve yaralanmıştır. Dahası yüzlerce insan tutuklanarak zindanlara konmuştur. Suç işleyen AKP hükümeti olduğu halde kendini güçlü ilan ederek Gezi direnişçilerini mahkemede yargılama cüreti bile göstermiştir.
Hewsel Bahçelerindeki katliama karşı gösterilen direnişe yine AKP iktidarı karşı çıkmaktadır. Tuhaf ama AKP dışında da direnişe karşı çıkanlar olmuştur. Örneğin BDP Milletvekili Altan Tan da Hewsel Direnişine karşı çıkanlar arasındadır. Hem de BDP direnişe sahip çıktığı halde! Yine hem de basın önünde adeta BDP’yi teşhir edercesine! Bir de bunu 30 Mart yerel seçimleri ön gününde yapmaktadır. Oylarını alarak milletvekili seçildiği BDP’yi teşhir etmeye çalışarak yapmaktadır.
Binlerce ağaç adeta doğranmışken ve bu durum göz önündeyken, bir de Altan Tan “Böyle bir şeyin olmadığını” söyleyebilmektedir. Herkes Altan Tan’dan yüreğinin titremesini ve büyük bir öfkeyle direnişin başına geçmesini beklerdi. Fakat ne yazık ki bunun tersi ortaya çıktı. Peki Altan Tan gerçeği görmüyor mu? Yapılanın ne anlama geldiğini bilmiyor mu? Kuşkusuz böyle değildir. O halde Altan Tan gibi bir kişi neden böyle katliam yanlısı olmuştur?
Bu konuda insan bir şey belirtmekte gerçekten zorlanmaktadır. Acaba Hewsel Bahçelerinin katledilmesi ihalesinden Altan Tan da pay mı almıştır diye düşünmekten kendini alamamaktadır. BDP’yi eleştirirken ihaleleri gündeme getirmesi insanın aklına bunu düşürmektedir. Seçim öncesinde Altan Tan’ın tutumunun yurtsever harekete ciddi zarar verdiği ve AKP gibi güçleri destekler konuma düştüğü açıktır. Dolayısıyla tutumunu düzeltmesi ve topluma özeleştiri vermesi gerekir.
Altan Tan gibilerin tutumu ne olursa olsun, Amed gençliği ve halkı yurtseverliğin gereği olarak Hewsel Bahçelerine sahip çıkmış ve katliama karşı durmuştur. Bunun kutsal bir yurtseverlik duruşu olduğunun derin bilincine ve sonuna kadar direniş kararlılığına sahiptir. Ne pahasına olursa olsun, her şeyi göze alarak sonuna kadar da Amed’in ciğerlerini ve güzelliklerini koruyacaktır. Bu temelde Hewsel Direnişini selamlıyor, kutluyor ve herkesi bu kutsal direnişi sahiplenmeye çağırıyoruz!
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Alıştırılmışlık belki de insan ve toplum gerçekliğinin hatta genelde varlıkların en köklü sorunlarından biri olarak hep karşımıza çıkıyor.
Alışmak, alışkanlık, alışmışlık kavramları bir birine yakın ancak farklılıkları da olan kavramlar.
Alışmak kavramını bizler genelde “bir işi tekrarlayarak kolaylıkla yapabilmek” olarak ele allıyoruz ve ekseriyetten de olumluyoruz. Sonuç itibariyle belli bir tekrar, öğrenme sürecinden sonra daha iyi yapan haline bile gelebiliyoruz.
Alışmak kavramını başka bir şekilde ise “yadırgamaz duruma gelmek” olarak ele aldığımızda çok negatif bir durum için kullanmış oluyoruz. Çünkü bir bireyin yadırgayamaz ya da sorgulayamaz duruma gelmesi gerçekten de çok ciddi bir benlik sorununu ortaya çıkarıyor. Kişilik yoksa, bireyin ya da toplumun rengi yoksa, esasta gerçeklişmiş olan bir nesnel yani eşya olma halidir ki bu bir varlık için, köklü sorgulanması ve üzerinde durulması gerekli bir durum olmaktadır.
Alışmak kavramını başka bir şekilde ise “uyar duruma gelmek, uygun gelmek, intibak etmek” olarak ele aldığımızda ise genelde uyum sağlamayı dile getirdiğimiz için böyle ele almayı da olumluyoruz. Halbuki uyumun ne olup olmadığını, kime göre uyum ya da kime göre uyumlu olmamayı ele almak daha derli doplu değerlendirmeleri beraberinde getirebilir.
Alışmak yine “sürekli ister olmak” demek olarakta çokça kullanıldığını görüyoruz ki bunun da sadece birilerine birşeylere bağımlı hale gelmek demek olduğunu da bildiğimiz için, kişiyi esasta mat hale getirdiğini söylemek çokta yanlış olmaz.
Alışkanlığı da bu şekilde ele alabilir ve üzerinde durabiliriz.
Alışkanlığı; “bir şeye alışmış olma durumu, itiyat, huy” olarak tanımladığımızda genel olarak iradesizliği ortaya koyduğu için olumsuzlarız. Hatta kimi bilim adamı bu tarz bir alışkanlığın değişimin çok zor olduğunu bile söyleyerek: “Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bir peşin hükümü söküp atmak, atomu parçalamaktan daha zordur” diyerek nasıl köklü bir sorun olduğuna işaret etmişlerdir. Alışkanlıkları kimileri ara sıra olumlasalar bile ortaya çıkardıkları bu tutucu ve değişemezliği, dogmatizme götürdüğü için ayrıca ciddi eleştiri konusu yapılmıştır.
Alışkanlığın başka bir şekilde: “Yakınlık, arkadaşlık, ünsiyet” olarak tanımlandığı da bilinmektedir. Birbirine karşı alışkan hale gelmenin de bağımlıktan öteye bir şey olmadığı da net olduğu için üzerinde durmayacağız.
Alışkanlığı belki de felsefe ve psikanalizdeki tanımlamaya göre: “İç ve dış etkilerle davranışların tekrarlanması, hep aynı biçimde gerçekleşmesi sonucu beliren, şartlanmış davranış” olarak ele aldığımızda ne kadar ciddi bir durum olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
Alıştırılmışlığıise bu bağlamda “şartlı davranış ya da şartlı refleks” olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Şartlı davranışı ya da şartlı refleks unutmayalım ki insanın çok rahat bir şekilde güdümlenmesini önemli oranda gösteren bir durumdur.
“Psikoloji de şartlı refleks denilince ilk akla Rus bilimcisi Pavlov gelir. 1930’larda köpekler üzerine yaptığı deneylerle şartlandırmayla, yönlendirmenin yapılacağını ispatlamıştı Pavlov.
Pavlov Köpekleri Deneyi dediği bir deneyi vardır. Pavlov’un söylediğini tam ifade etmezsek bile ispatladığı gerçek şuydu: Köpeğin önüne et koyuyor ve köpek ete uzandığında o köpeğe elektrik şoku veriyor. Bunu çok kez tekrarlıyor. Öyle ki köpek bir et parçası görür görmez elektrik şoku yemiş gibi titremeye başlıyor. Yani çok kez üst üste yapılan bir eylem denekte şartlandırmalara yol açıyor. Böyle olunca denek ne zaman ki o gösterilen ya da verileni görünce hemen aniden şartlanmış bir şekilde titremeye başlıyor.
Pavlov başka bir köpeğe ise benzer bir şekilde ayrı şartlı bir refleksi yaptırır. Öyle ki zil çalar. Zil çalmasının ardından köpeğe et verilir. Bu sayısızca tekrarlanır. Ve bir müddet sonra artık zil çalınır ancak et verilmez. Ne var ki zil çalınır çalınmaz köpeğe et verilmemiş olsa da köpeğin ağzından salyalar akmaya başlar.
Özcesi siz bir insanda bir toplumda belli şeyleri sayısızca tekrarladıktan sonra onda, onlarda istediğiniz refleks ve reflekslerin gelişmesini yaratabilirsiniz. İşte buna şartlı refleks deniyor.
Bir yoldaşımız Osmanlıların Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya dönük yaptıkları seferde benzer bir yöntem kullandıkları söyler. Sefer için tüm hazırlıklar yapılır ancak bir yerden sonra atlar için yemlerin yeterli olmadığı hatta at yeminin iaşenin içine alınmadığı görülür. Bu durumda seferin iptal edilmesi gerekir. Bu durumu gören atların seisi (at bakıcısı) başka bir öneride bulunur. Atlara yemleri sürekli borazanlar çalınarak verildiğini söyler. Yani borazanlar çalındığında atlar yem yemiş olacaklar. Ki bu bir sanal yemleme olacaktır. Nitekim atların yemlenme saatinde borazanlar çalınır ve atlar sakinleştirilerek yeniden gemiyi ilerler hale getirebilmişlerdir.
Benzer bir uygulama tavuk çiftliklerinde tavuklara uygulanır. Işıklar bir müddet kapatılır yani ortam karanlık hale getirilir sonrasında yeniden ışıklar açılır. Tavukların gecenin bittiğini gündüzün geldiğini sanarak yeniden yumurta yapmaları sağlanır. Halbuki ne gece olmuştur ne de gündüz olmuştur. Yapılan, tavukta şartlı bir refleksi yaratarak daha fazla yumurta yapmasını sağlamaktır.”
Alıştırılmışlık bu bağlamda çok ciddi ve köklü bir sorundur.
Boşuna düşünürler: “Düşünce yeteneğimizi öldüren en büyük düşmanımız alışkanlıklarımızdır” dememişlerdir.
Alışmak, Alışkanlık, Alıştırılmışlık iktidarcı ve devletçi insanlık tarihinin önemli kavramları oluyorlar. İnsanlık ya da insanlık karşıtlığı ne zaman ki iktidar ve devlet aygıtlarına baş vurdu orada en büyük bozulmanın yaşandığını bizlere tüm bilim adımları, filozoflar özelde de dini ve ahlaki öğretiler söylemektedirler.
İktidarcı ve devletçi güçlerin yaptıkları ilk işlerden bir tanesi, kesinlikle denetimleri altına aldıkları insanlara, topluluk ve toplumlara giderek halklara önce bir şeylere alıştırmak, bazı özelikleri onlarda alışkanlık haline getirmeye çalışmalarıdır. Süreçle de alıştırılmış bir hale getirdikten sonra da artık onları istedikleri yere, istedikleri gibi götürebilir ve yönlendirebildiklerini de biz tarih içerisinde olup bitenlerden biliyoruz.
İktidarcı ve devletçi güçlerin insanları alıştırdıkları ilk iş kesinlikle kendi iktidarlarına alıştırmaktır. Bunu yapmak için önce zihnen kendilerine, yani iktidarlarına alıştırırlar. Kendilerine biat etmeyi, kendilerinin düşündüklerini düşünmelerini, yaptıklarını olduğu gibi kabul etmelerini sağlamak için önce şartlı refleks yaratma misali iktidarlarının ne kadar kutsal, tanrısal, dokunulmaz, olmazsa olmaz, göklerden onlara verilmiş, seçilmiş olduklarını götürmeleri gerekiyor. Bu öyle kolay yürüyecek bir süreç değildir. Bunun için bin dereden belki de bin bir dereden su getirir misali yalanlar üreterek insanların zihinleri fethedilmesi gerekir. Birde öyle bir zihinsel fethetme olmalıdır ki herkes ama herkes ikna edilsin. İkna edilmeyecek olanlar varsa onları da bir yolunu bulup ortada kaldırmalarının da yolunu bulmaları gerekir. Belki bunu yaparken biraz inanması gerekenlere bazı maddi değerlerin örneğin; karın doyurma gibi, güdülerini tatmin etme gibi hatta yer yer belki de can güvenliklerini sağlama gibi imkanları da götürmeleri gerekiyor. Alıştırma, alışkanlık ve alıştırılmışlığın önce kesinlikle mümkün mertebe gönüllü sağlatılması gerekiyor ki başkalarını da ikna edebilsinler.
Unutmayalım ki bunun yapılması için ne kadar da çok yalan, dolan, büyü, sihir derken ne kadar hile yol ve yöntemi varsa hepsini devreye koymaları gerekir ki bu istedikleri sağlansın. İktidarları ve devletleri kabul görsün. Başka kim kabul eder Yalova Kaymakamını… Hele buna birde bin yıllarca kimseye bağımlı olmayan tarzda dağların doruklarında, ovaların derinliklerinde, nehirlerin kuytularında özgürce yaşamış insanlar ve toplulukları köle haline getirmek zor mu çok zor bir iş olacağını kestirmek meşakkatli olmasa gerek.
Dikkat edelim insanın köle hale getirilmesi için önce zihnen bir şeylere alıştırılması gerekiyor. Zihin fethedildi mi, zihin manipüle edildi mi, zihin bir yolu bulunup dolandırılarak bireyi bireyden çalar hale getirildi mi gerisi kolaydır. Gerisi sürekleşen bir iktidar ve devlet yapılanması olacaktır. Dünün çıplak ve sadece hırsız olanları bugününün Şahları, Sultanları, Kralları, İmparatorları, Padişahları, Malikleri derken böyle birçok baskıcı, zulüm içerikli iktidarcı aygıtları meşruluk kazanabilirler.
Özü itibariyle tarihin ilk hile ve yalanının ve zorbalığının gerçekleşmiş olan biçimi bugün daha derin ve katmerleşmiş bir halde yine aynı yol ve yöntemlerle, aynı patikalar üzerinde vuku buluyor. Yine aldatma, yine kandırma, yine manipülasyon. Hedef kesinlikle; alıştırmak, alışkanlık hale getirmek ve alıştırılmış edilmektir.
Mahatma Ghandi’nin dile getirdiği gibi:
“Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...”
Kader eğer ALIŞTIRILMIŞ AKIL haline getirilmek ise orada biraz durup düşünmek gerekmez mi? Sonuçta, “alışkanlık, anahtarı kaybolmuş bir kelepçedir.” Kelepçelendikten sonra bul bulabilirsen bu kelepçeleri çözecek anahtarı…
Sözü uzatmayacağız Alıştırılmış Akıl üzerine derin derin düşünmek gerekiyor. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz ki iktidarcı devletçi yapılar kendi kirli çıkarları için on binlerce hileyi kullanarak düşüncelerimizi manipüle etmek için ne kadar da çok uğraşıyorlar.
Önce alıştırmak, sonra alışkanlık haline getirmek daha sonrada tümden alıştırılmış bir kişilik haline getirerek bizleri kendilerine bağımlı kılıyorlar. Bize ait olan Aklımızı bizden bir yolunu bulup çalıyorlar. Amiyane tabirle “davul boynumuzda tokmak başkalarının elinde” misali birileri bize rağmen vurdukça vuruyor. Birde teknolojik hayalimsi yani sanal dünyayı da kullanarak bizlere sanki davulu biz çalışıyoruz sanrısını da yaratarak bizde tatmin olma duygusunu da yaratıyorlar.
Bu söylenenlerin tümü Pavlov’un deneylerindeki deneklerle aramızda peki ne fark bırakıyor? Belki orada denek olarak kullananlara kimse bir şey diyemez. Çünkü mukayese yetenekleri az gelişmiş olan varlıkları böyle hileli yollarla bir şeylere, bir yerlere yönlendirmek kolaydır. Ancak sözde bizim gibi düşünen varlıklar için böyle çok kolay yol ve yöntemlerle alıştırılmış olarak şartlandırılmamız, manipüle edilmemiz, birilerinin istediği gibi düşünmemiz, birilerine göre hareket etmemiz tek kelimeyle daha geri bir durumdur.
Belirttiğimiz gibi sözü uzatmayacağız ancak artık içine doğduğumuz bu verili dünyaya karşı bir başkaldırımız olmalıdır. Bize sunulanları değerlendirmekle yetinmemeliyiz. Birilerinin kirli kavgalarının aleti olmamalıyız. Resmin tümüne bakarak içinde bulunduğumuz durumu görmeliyiz. Evrensel olanla tikel olanın bağını iyi kurarak yapılmak isteneni anlar hale kendimizi getirmeliyiz. Birilerinin söylediklerini hemen esas alan değil söylediklerinin pratikleriyle ne kadar uyumlu olduğunu görerek düşüncelerimizi belirtmeyi, pratiklerimizi hayata geçirmeyi esas almalıyız.
Alıştırılmış Akıl olmaktan çıkmak için önce kendimizi her türden alışmaktan, alışkanlıklardan ve tabi alıştırılmışlıktan kurtarmalıyız. Alışkanlıklarımıza karşı müthiş bir mücadele yürüterek bu alışkanlıklarımızı, bağımlılıklarımız derken bizleri başkalarına yama haline getirebilecek herşeyimizi gözden geçirmeliyiz.
Bir kere bize verilenin dışına çıkmasını bilmeliyiz. Bakışımızı değiştirmeliyiz. Birilerinin ortamında hareket eden değil kendi ortamımızı oluşturarak hareket etmesini bilmeliyiz. Birilerinin söyledikleri, birilerinin ortaya atıkları üzerinde tüm enerjimizi harcama yerine dönüp söylenenlerin, yapılanların kimin işine geldiğini, kimin işini bozduğunu bakıp pozisyon almalıyız. Aksi taktirde yönlendirmeye açık olan duygularımızın kontrolünü sağlayamayız. Duygular doğaları gereği saf ve temizlerdir. Duyguların erkenden manipülasyonlara açık olduğunu bilerek duygularımızı çok güçlü bir akıl yürütmeyle denetlememiz gerekiyor. Beyin ve yürek ya da akıl ve yürek birliktenliği dedikleri gerçeklik biraz da budur. Yüreğimizde geçeni aklıselim bir şekilde aklın muhakemesinde geçirerek yönlendirilmenin önünü geçmesini bilmeliyiz.
Öyle yapmaz isek yarın alışkanlıklar birer halata dönüşürse, her gün bizlerde bu halatlar birer lif örer gibi lifler örerse sonunda, onu alışkanlıklarımızı, alıştırılmışlıklarımızı koparamayacak kadar güçlü yaptığımızda artık onlarda kurtulamaz hale onları getiririz. Çokça ve bolca dile getirdiğimiz neden eski insanlar bu kadar kof inançlara karşı durmadılar, duramadılar duruma kendimiz, kendi geriliklerimizden dolayı gelmiş oluruz.
Nedeni açıktır: Çünkü yapılmış olan özünde alışkanlıkların bir ihtiyaç haline gelmekten öteye bir şey olmadığı gerçekliği haline gelmiş olmasıdır.
Sonlandırırken yeniden Einstein’den bir sözüyle söyleyecek olursak: “Maddeyi, her şeyi değiştirebilirsiniz; ancak insanın düşünce kalıbını değiştirmek zordur." Değiştirilmesi zor olan düşünce kalıbı işte böyle bağımlı hale gelmiş, güdümlü, yönlendirilmeye getirilmiş olan ALIŞTIRILMIŞ AKIL’ın kendisinden başka bir şey değildir.
Bunu aşmanın yolu toplumsal gerçeklerin inşa edilmiş gerçekler olduğunun bilinciyle bu iktidarcı ve devletçi inşalara karşı kendi doğal olan toplumsal inşamızı gerçekleştirmemizdir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yerel yönetime talip adaylar
Bir seçim sürecinde ilerlerken Ortadoğu açısından önemli bir yere sahip bazı bölgeleri özel olarak ele alıp incelemek gerekiyor. Tarih boyunca bu yerler taşıdıkları kültürel, sosyal, siyasal gelenek nedeniyle çeşitli güçlerin saldırı hedefleri olmuştur. Saldırı olduğu kadar direniş yurdu da olmuştur bu yerler.
İşte böyle bir yer olan Urfa.
Peygamberler şehri.
Kutsal şehir Urfa.
Methiyeler düzerek, överek bir yerin gerçeğini anlamak ve anlatmak doğru değildir. Ahlaki değildir. Olguların değerlendirilmesi açısından da hep bir tarafını görmek objektif olmayacaktır. Eğer doğru, bütünsel bir şekilde tanımlamak istiyorsak her ne olursa olsun olumlu yönleri kadar olumsuz yönlerini de değerlendirmemiz şarttır. Olumsuz yönlerini değerlendirip buna göre yaklaşım belirler, düzeltmek için çaba harcarsak o zaman doğru tavrı sergilemiş oluruz.
Urfa peygamberler şehri olduğu kadar lanetin simgesi haline gelmiş bir kenttir. Aslında tarihten günümüze bu durum hep yaşanmıştır. İbrahim peygamber Kutsalı temsil ederken Nemrut lanetin simgesi olmuştur. O günlerden günümüze bu gerçek halen varlığını korumaktadır.
Birkaç yazıyla yerel seçimler arifesindeki Urfa’nın günümüzdeki sorunları, seçim süreci ve nasıl yönetileceğini tartışmaya açmak istiyoruz. Tabi burada kutsalı görmek kadar lanetliyi de laneti de göstermeyi amaçlayacağız.
Adaylara ilişkin:
Urfa’da mevcut durumda seçim anketlerine de bakarsak, halkı da dinlersek, tarihe de bakarsak lanet ve kutsalın siyasal alanda da kendini gösterdiğini göreceğiz. Lanet ve kutsal birbirlerine karşı mücadele etmektedir.
Urfa ve ilçelerinde kutsalın ve lanetin temsilini yapmakta olan iki siyasi hareket vardır.
Birincisi on yıldan fazla bir süredir hem Urfa hem de Türkiye’yi yöneten son zamanlarda yavaş yavaş hırsızlıklarının bir kısmı açığa çıkan AKP hareketidir. Tabi hırsızın Nemrut geleneğini, laneti temsil ettiğini söylemeye gerek bile yoktur.
AKP’nin din imandan çok bahsetse de hepsini hırsızlıklarını gizlemek için söylediği, yani hırsızlığın yanında yalanın da AKP’nin temel eylemi olduğu anlaşılmıştır. On yıldır askeriyle polisiyle, gazıyla, tomasıyla halka karşı tam bir zulüm harekatı yapmış, sadece demokratik haklarını istediği için son on yılda beş yüze yakın insanı katletmiştir.
AKP’nin ne olduğu kadar gösterdiği adayın da kimliği AKP’nin yüzünü açığa çıkarmak açısından önemlidir.
Celalettin Güvenç Urfa valisidir.
“Bundan başka çok fazla şey bilinmez. Devlet adamıdır” demek yetmez. Geçmişteki pratiklerine ana hatlarıyla bakmak bile kim olduğunu anlamaya yetecektir. Laneti mi kutsalı mı temsil ettiği görülecektir.
Celalettin Güvenç 1989-90 yıllarında yani Kürdistan’daki savaşın en yoğun olduğu, halka karşı saldırıların yoğunlaştığı bir süreçte Beytüşşebap ilçesinin kaymakamıdır. Köy boşaltmalarından, uçaklarla köylerin bombalanmasına ve daha nice katliam ve faili meçhul denen faili devlet olayları koordine eden kişilerden biridir. Yani o dönemde kaybedilmiş, katledilmiş pek çok insanın birinci dereceden sorumlusu kişilerden biridir. Katliamlar nemrutların işidir. Laneti temsil eder.
İkinci gelenek nedir? Kırk yıla yakındır Türkiye’nin demokrasi için, halkların kardeşliği için mücadele eden ve bu mücadele uğruna nice bedeller vermiş bir harekettir. Kendini çağdaş İbrahim-i gelenek diye tanımlayan harekettir.
Adaylarının da bu mücadeleyle yıllardır birlikte hareket eden bir gerçeği vardır. Yani yıllardır onlar bu mücadele içerisinde emeğiyle var olmuş kişilerdir.
Şimdi seçim Urfalılarındır. Laneti mi seçeceklerdir, kutsalı mı?
Laneti mi yayacaklar, laneti mi örgütleyecekler yoksa kutsalı mı?
G.Suat Tekin
- Ayrıntılar
Yeni bir 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününe girerken, özgür kadını yaratma mücadelesinde tüm dünya kadınlarına öncülük eden, Jan Dark, Olimpi de Gaus, Roza Lüksemburg, Clara Zetkin ve Sakine Cansız’ın, şahsında şehit düşen bütün kadınları bir kez daha bugün vesilesiyle anıyor ve tüm kadınların 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü kutluyorum.
Kuşkusuz 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü bütün kadınlar için, büyük bir tarihsel anlam ifade etmektedir. Kadınların, sistemin eşitsiz ve adaletsiz uygulamalarına karşı ortak mücadele ve güçlü bir iradesel duruşla isyana kalkması ve kendi haklarını elde etme mücadelesi vermesi, sömürü sisteminin gelişmesinden itibaren varola gelmiştir.
Bugüne adını veren ve kadının bir ulus olarak sömürülmesinden günümüze kadar süren bu mücadeleler içinde zirveleşen ve toplumsal bir ivme kazanan 8 Mart'ın anlamı, bir kez daha kapitalist modernitenin ideolojisinin pratikleştirildiği ve başta kadın olmak üzere toplumun tüm kesimlerine karşı sömürünün zirveleştiği yer olan New York’ta, gelişmiştir.
8 Mart 1857 yılında New York’ta dokuma fabrikasında çalışan kadın işçiler tarafından, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir grev başlatılmıştır. Amaçları verdikleri emeğe karşılık gelen ücretin kendilerine verilmesidir. “Nasıl olsa kadın işçilerdir” diyerek sergilenen yaklaşıma, “daha fazla sömüremezsiniz” denilmiştir. Bu eylemlerini birbirleriyle dayanışarak yapan kadınlar, ortak bir irade olmuşlardır. Yapılan mücadeleye yangın süsü verilerek, yüzlerce kadın cayır cayır yakılarak, fabrikanın kapılarına kilit vurulmuştur. Burada sadece fabrikaya kilit vurulmak istenmemiş aynı zamanda beyinlere de kilit vurulmak istenmiş, irade teslim alınmaya çalışılmıştır. Oysa cayır cayır yakılmalara karşılık güçlü bir tepki gelişmiş, beyinlere vurulmak istenen kilit yeni örgütlenmelere yol açmış ve bir çok düşünce gelişmiştir. Bu temelde 1903 yılında yine aynı ülkede yani ABD’de de sömürüye meydan okunarak, kadının ekonomik, politik ve kişisel haklarını savunabilmek için yeni bir örgütlenme yaratılarak, Kadın Sendikaları Koalisyonu kurulmuş ve devamında bu isteklerini sokağa taşırarak, ilk kadın gösterileri 1908 yılında gerçekleştirilmiştir. Bunu takiben 1910 yılında Kopenhag’da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslararası bir günün kararlaştırılmasına dair bir öneri Clara Zetkin tarafından yapılır.Bu karardan sonra, ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlanır. Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sidney'de yapılan Mart Hareketi adlı, büyük bir organizasyonla başlanılır.Birleşmiş Milletler ise, 16 Aralık 1977 yılında 8 Martın“Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını karar altına alır.
Hatırlanmak için kısa bir tarihçeyle belirtilen bu günü yani 8 Mart’ı bir kez daha yaşarken, günün tarihsel anlamını bilmek ne kadar önemli ise, bugün yaşanan gelişmeleri ve bu anlamda verilen mücadeleleri de anlamak özellikle kadının kendi geleceğini belirlemesi açısından önemlidir. Kapitalist modernite sistemi sözde çok demokrat ve insan özgürlüğünü savunan bir görünüm verse de özünde bir göz boyamadan öteye gitmemektedir. Günümüzde en çok “ben özgür iradeye sahibim”diyen kadın ya sistemin kölesi ya kocasının veya özel bir evde erkeğin tahakkümü olmanın statüsünü geçmemektedir. Kadınların artık erkeğin biçtiği statü ve cinsiyetçi toplum tabularını kırması mutlak bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta ihtiyaçtan da öteye zorla gasp edilen özgürlük hakkının yeniden tanınması gerekmektedir. Elbette ki bu hakkın verilmesini biz kadınlar hiçbir zaman bekleyemeyiz. Kendi tırnaklarımızla kazıyarakrak, yeniden toprağa gömülmek istenen bu özgürlük hakkımızı alarak bunun mücadelesini vermek birinci görevlerimiz arasındadır. Çünkü günümüzde dünya genelinde yaşanan kaos ve savaşlardan en çok etkilenen ve her açıdan zarar gören kadınlar olmaktadır. Bilindiği gibi ve çokça ifade edildiği gibi, bunun nedeni ise 5000 yıllık süre kapsamında inşa edilen erkek egemenlikli sistem ve eril zihniyetin doğurduğu uygarlık gerçeğidir.Kapitalist modernite sistemi içinde egemen olan erkek rengi, sosyal, siyasal, kültürel yaşamın her alanında erkeğin kurumsallaşması kadına hiçbir özgürlük alanı bırakmamıştır. Sadece mutfağa sıkıştırılarak, bir köle statüsü verilmiştir. Bugünde görüldüğü gibi,kadına dönük uygulanan sinsi ve kurnaz politikalar kendi yansımasını toplumsal alanın her yerine yansıtmaktadır. Biraz daha geniş örneklerle açıklayacak olursak yaşanan kadın intiharları, kadına karşı uygulanan şiddet boyutu ve bunun gelişerek kadını her geçen gün katleden, sadece bir cinsel meta olarak ele alan yaklaşımların gösterilmesi en büyük ahlaksızlık ve vijdansızlıktır. Bu nedenle kadına yapılan sömürüyü dünya genelinde en temel ve büyük sorun olarak görmemiz ve ele almamız gereklidir.
Bu durumda kadınların hak ve özgürlük mücadelesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü yaşanan bu haksızlıkların ve eşitsizliklerin temelini oluşturan bu egemenlikli zihniyetin aşılması en büyük görev ve acil bir insanlık sorunu olmaktadır. Yoksa, hergün basın organlarında arka arkaya verilen katliamlara gözümüz alışacak, kulağımızda artık duymaz olacaktır. Tek tek katilleri aramaktan ziyade bunun bir toplumsal katliam olduğunun bilincinde olarak katleden zihniyeti yok etmek ve buna göre kadının kendi ideolojik kurumlaşmasını yaratarak, öz savunma gücünü oluşturması aciliyet durumundadır. Bunun için demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigmanın yaşamsallaşması için köklü bir mücadele vereceğiz.Kendisini kadının köleleşmesi üzerinde inşa eden mevcut sistem paradigması için temel ideolojik faktörler; cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve ilimcilik olmaktadır. Toplum kendisini kapitalist modernite kalıplarına göre şekillenmiş bu dört olguda sorgulayıp özgürlükçü bakış açısını yakalamadıkça demokratik bir sistemin ve kadın özgürlüğünün sağlamasından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Bu bakımdan 8 Mart gerçekliğini sadece 1857’lerden başlayarakgünümüze gelen bir sorun olmadığını, 5000 yıllın toplumsal bir sorunu olduğunu bilerek yaklaşmalıyız. Yine,tüm mücadele araçlarımızı erkek egemenlikli zihniyetin özeleştiri vereceği bir konumda geliştirmeliyiz.Bu temelde erkeği de, biz kadınlara, bir yılın bir gününde sadece gül dağıtan pasif konumdan kendini çıkartarak 8 Martlara köklü özgürlük zihniyetiyle yaklaşma ve bunun için özeleştiri verme temelindeki kaçınılmaz görevlerine sahip çıkmaya davet ediyoruz. Köklü sorgulanan zihniyetle gelişecek kişilik savaşımını an be an kadın karşısında göstermeli ve bunun mücadelesini kendisiyle vermelidir.
21. yüzyılda kadının avantajları daha çoktur. Çünkü artık kendimize ait bir ideolojimiz ve bunun politik gücü olacak araçlarımız var. Bu araçlarımızı sadece fiziksel değil, hem kadını hem erkeği eğiten ve toplumun tüm ezilen kesimlerine özgürlük zemini hazırlayan bir kültürel yapıyla donatmalıyız. Yoksa bugün de görüldüğü gibi hegomonik savaşlarda ezilen, halklar ve yine kadınlar olacaktır. Kadının öreceği piramitler özgürlük basamaklarıyla şekillenecektir. Bu basamaklardan geçen insanlar, hegomonya değil, demokrasi kokacaklardır. Çünkü tüm dünyada kadınların yaşadığı sorunlar ve karşılaştıkları insanlık dışı uygulamaların aynı olmasının nedeni kapitalist modernite sisteminin yarattığı piramitlerdir. Buna en güçlü cevap, köklü olarak ataerkil zihniyeti ve onun insan ve özelde kadın yaşamı üzerinde uyguladığı soykırım politikasını yıkmakla vereceğimiz güçlü mücadele olacaktır.Bunun için 21. yüzyılı kadınların özgürlük yılına dönüştürmek için kadına dayatılan anlamsız yaşamı, tersine çevirmek açısından bu 8 Mart'ta ortak söz verelim. Birçok ülkede devletler tarafından erkek aklıyla kadınlara dönük çıkarılan yasa ve kanunlara güçlü bir direniş ve başkaldırıyla karşılık verelim.
2014 Yılında bir kez daha 8 mart dünya emekçi kadınlar gününü kutlarken daha bilinçli ve kapitalist modernite sisteminin bütün geriliklerine karşı ortak mücadele etmekle görevli olduğumuzun bilinciyle hareket edip, erkeğin mallaştırıcı, mülkiyetçi eğilimine karşı daha aktif bir mücadele içinde çabalarımızı yükseltmeliyiz. Genellikle erkek egemenlikli zihniyetinde oluşan kadın şeması düşünsel, ruhsal güzellikten ziyade kadını küçük bir eşya düzeyine indiren, istediği zaman ona gülen, istediği zaman onu oynatan, istediği zaman vurup-kıran ve erkeğe lütuf edilmiş zorunlu bir hediyeymiş gibi algılayan ve bize dayatılan yaklaşım ve anlayışları felsefik olarak ret etmeliyiz. Çünkü bizim felsefemiz, eşitlikçi, özgürlükçü, komünal bir demokratik modernite zihniyetiyle örülmüştür. Buna hem ulaşmalı hem de ulaştırmalıyız. Bu noktada biz kadınların yapması gereken en temel görevi özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi karşısında hiç pes etmeden mücadele vermek olacaktır. Yaşadığımız çağı demokrasi ve özgürlüğün yaşanılması için kadın zihniyetiyle donatalım.
Son olarak başta, özgür kadını yaratma mücadelesini veren ve yücelten Önder APO’nun 8 Martını kutlarken, onun şahsında tüm dünya kadınlarını ve ilerici insanlığı da selamlıyorum.
Özgür ve demokratik bir gelecekte buluşmak umuduyla
Diyana Amanos
- Ayrıntılar
Türkiye 30 Mart yerel seçim sürecine tamamen girmiş durumda. Uzun süren bir çaba sonucunda tüm partiler adaylarını belirledi. Demokratik partiler de adaylarını belirlemiş bulunuyor. Şimdi artık kazanma yarışı sürecek. Tüm adaylar ve içinde yer aldıkları partiler kazanabilmek için ellerinden gelen tüm çabayı harcayacak. Demokratik adaylar da yerel yönetim seçimini kazanabilmek için yoğun bir seçim çalışması yürütecek.
Kuşkusuz 30 Mart yerel yönetim seçimlerinin sonuçları çok önemli. Türkiye’nin 30 Mart’tan sonraki siyasal gidişini yerel seçim sonuçları belirleyecek. 30 Mart’ta sadece yerel yöneticiler seçilmeyecek, aynı zamanda yeni siyasal sürecin nasıl olacağı açığa çıkacak. Bu bakımdan 30 Mart seçimleri adeta bir referandum oluyor, bir genel seçim gibi siyasal role sahip bulunuyor. Bu nedenle demokratik güçler tarafından mutlaka kazanılması gerekiyor.
Kazanabilmek için de birlik olmak ve çalışmak gerekiyor. Her şeyden önce tüm demokratik güçlerin birlik olması çok önemli. Bunun için zaman geçmiş değil. Seçim gününe kadar demokratik güçler en uygun aday etrafında birlik oluşturabilir. Diğer yandan belirlenmiş adaylar etrafında birlik olmak ve onların kazanması için hep birden çalışma yürütmek önem taşıyor. Adayları belirleme sürecinde kuşkusuz bir yarış yaşandı. Bu aşamada çeşitli kırgınlıklar ve tartışma yaşanmış olabilir. Ama artık adaylar belirlendi ve o süreç aşıldı. Şimdi tüm demokratik güçlerin yaşanmış tartışmaları geride bırakarak belirlenmiş adayların kazanması için tüm gücüyle çalışması gerekiyor. Bu dönemde ortaya çıkmış olan olası sorunların çözümünü seçim sonrasına bırakmak büyük önem taşıyor.
Yine 30 Marta kadar durmamak, tam bir seferberlik halinde çalışmak gerekiyor. Hem çok çalışmak, hem de çalışmaları örgütlü yürütmek önem taşıyor. Bilinmeli ki, seçimi kazanacağı belli olan bir aday yok ortada. Yani çalışan kazanacak. Kim çok çalışır, örgütlü çalışır ve kitleler tarafından kendini anlaşılır kılarsa o kazanacak. Bu nedenle demokratik adayların en azından diğerleri kadar çalışması, hatta onları ikiye, üçe katlayan bir çalışma temposu tutturması mutlaka gerekiyor. Seçimleri demokratik güçlerin kazanabilmesi ve ondan sonraki siyasal süreç üzerinde demokratik güçlerin etkili olabilmesi için böyle bir çalışma mutlaka gerekli.
Seçim süreci kızıştıkça adayların karşılıklı saldırıları gittikçe artıyor. Deyim yerindeyse kirli çamaşırlar ortaya saçılıyor. Gittikçe kaset yarışının yaşanacağı anlaşılıyor. Belden aşağı vurmaların, ölçüsüz bir ağız dalaşının artacağı görülüyor. Yine yolsuzluk ve hırsızlıkların daha çok ortaya konacağı görülüyor. Kuşkusuz demokratik adaylar bu tür seviyesizlik dışında olacaklar. Söz konusu ağız dalaşı ve yolsuzluklar üzerinden rakiplerini halk nezdinde teşhir edecekler. Bu da demokratik adayların kazanması için daha çok imkan sunacak.
Bu seçimlerin en önemli iki olayından biri AKP-Fethullahçı çatışması oluyor. Bu çelişki ve çatışmanın çok önemli bir toplum kesiminde kırılma yarattığı tartışma götürmeyen bir gerçek. Geçen dönemde AKP-Fethullahçı ittifakından etkilenmiş olan büyük bir kesimin kırılma yaşayarak buradan koptuğu ortada. Bu çatışmada artık geri dönüş de yok. Her ne kadar Bülent Arınç gibileri bunu sağlamaya çalışsa da, Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen’in tutumları bunu imkansız hale getirmiş bulunuyor.
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, geriye dönüşün olamayacağını iyi bildiği için, çatışmayı derinleştirerek ve keskinleştirerek seçimi kazanmak istiyor. Tayyip Erdoğan’ın seçim stratejisi, darbe mağduriyeti ve Fethullahçı karşıtlığına dayanmak oluyor. Darbeye karşı durduğu ve Fethullahçılara karşı mücadeleyi kazanacağı izlenimi yaratarak kırılan kesimleri geri çekmek ve seçimi kazanmak istiyor. Zaten bunun dışında farklı bir şansı da yok.
Tayyip Erdoğan’ın bu politikası kendisine kısmi bir oy kazandırabilir. Fakat eski güce ulaşması, yani kırılan kesimleri tümden geri çekmesi mümkün değil. AKP-Fethullahçı çatışmasının eski ittifaktan uzaklaştırdığı kesimleri CHP ve MHP’nin kazanması da mümkün olmuyor. Çok çok az bir kesim bu partilere kayıyor. Dolayısıyla kırılan büyük bir toplumsal kesim hala ortada ve bunlar kendilerini demokratik adaylara daha yakın görüyor. Eğer demokratik adaylar bu gerçeği doğru görür ve gereken çalışmayı etkili bir biçimde yürütürlerse, o zaman demokrasi hareketi büyük bir oy patlaması yapabilir ve demokratik adaylar daha çok kazanabilir.
Seçim yarışı kızışırken en çok tartışılan ve gittikçe yeni belgelerle aydınlanan bir konu da Paris katliamı oluyor. 9 Ocak 2013 günü Paris’te üç Kürt kadın devrimci olan Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilmesi olayı süreç derinleştikçe daha çok tartışılıyor. Yeni süreçle ne kadar bağlantılı olduğu böylece çok daha iyi anlaşılıyor.
Bu konuda katliamdan tutuklu Ömer Güney’in bir ses kaydı yayınlandı. Ömer Güney’e katliam talimatı veren bir yazılı MİT belgesi de basında yer aldı. Şimdi Ömer Güney’in telefonunda bulunan numaralardan birinin de Erzurum MİT Başkanlığına ait olduğu bilgisi basında yazılmış bulunuyor. Böylece Paris katliamının gerisinde MİT’in olduğu görüşü gittikçe etkinlik kazanmış oluyor. Her ne kadar MİT adına “Merkezi kararımız yok” açıklaması yapılmış olsa da, belgeler olayın MİT tarafından örgütlenmiş olduğunu neredeyse tamamen kanıtlıyor.
Bizim kanaatimiz zaten baştan beri böyleydi. Olayın hemen ardından Hüseyin Çelik, M.Ali Şahin ve Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği refleksler bizi bu kanaate ulaştırmıştı. AKP’nin yönettiği Türkiye’de gazeteler açıkça “PKK yöneticileri vurulmalı” diye yazmış ve bu nedenle hiçbir yasal kovuşturmaya uğramamıştı. Yine AKP hükümeti tüm iktidarı boyunca Kürtlere yönelik özel savaşı en etkili ve kapsamlı yürüten bir iktidar olmuştu.
Bütün bunlar üst üste konduğunda AKP’nin Kürt politikasının gerçekte ne olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Buna rağmen hala bazı güçler “Çözüm sürecinin devam ettiğinden” söz ediyor. Kuşkusuz bunu en çok AKP yöneticileri ifade ediyorlar. Bir yandan Kürtleri katlederken, diğer yandan “Kürt sorununu çözdüklerini” söyleyebiliyorlar. Bu aldatma AKP için yararlı olabilir, fakat artık Kürtleri ve demokratik güçleri yanıltması mümkün değildir. 30 Mart yerel seçim sonuçları bir de bu AKP oyununa son verecektir.
Nereden bakılırsa bakılsın, 30 Mart yerel seçimlerinden sonra yeni bir siyasal süreç başlayacaktır. Eğer AKP başarılı olur ve buna dayanarak Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmak isterse, işte o zaman AKP-Fethullahçı çatışması yeni bir evreye ulaşacak. Bazı Fethullahçılar bunu “Kıyamet kopacak” diye açıkladılar. Öyle anlaşılıyor ki, Fethullahçı hareket dış destekli müdahalesini daha da derinleştirecek. Belki gerçekten işi bir darbe yapmaya kadar da vardırabilir. Mısır’da darbe olduğuna göre Türkiye’de neden olmasın!
Açıkça görülüyor ki, seçimde AKP kazanırsa iç çatışma derinleşecek, Fethullahçılar etkili olursa bu dış güçlerin etkinlik kazanması olacak. Yani her iki olasılık da Türkiye toplumunun zararınadır. Türkiye’yi bu durumdan kurtaracak olan tek alternatif ise yerel seçimlerde demokratik siyasetin büyük başarı kazanması olacak. Ancak demokratik güçler seçimi kazanırsa Türkiye dış müdahaleden kurtulup ciddi bir demokratikleşme süreci yaşayacak.
Dikkat edilirse, 30 Mart seçimleri ardından Türkiye ya kaos ve derin çatışma içine girecek, ya da Kürt sorununun çözümüne dayalı köklü bir demokratikleşme süreci içine girecek. Bunun ortasında üçüncü bir olasılık yoktur. Eğer 30 Mart seçimlerini demokratik güçler kazanmazsa, o zaman yaşanacak olan çok yönlü bir savaştır. Herkes bu gerçeği görmeli, eğer savaş istemiyorsa o zaman sorunların demokratik siyaset tarafından çözümünün önünü açmalıdır. Bu da ancak 30 Mart seçimlerini demokratik güçlerin kazanmasıyla olur.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar