İnsan toplumsal bir varlık. Varlığın toplumsallaşması demek en çok ahlaki değerlerle yüklü olması demektir. Ahlak ise toplumsallaşmada önemli oranda özgürlüğüne düşkünlüğü ifade eder. Yani bir toplum ne kadar ahlak değerleriyle yüklüyse o kadar özgürlüğüne dolayısıyla onuruna düşkün demektir. Onuruna düşkünlük bunun için aslında vicdanlı olmak demektir ki, bu ise toplumsal özgürlüğü ifade eder. Bu bağlamda vicdan aynı zamanda özgürlük ahlakıdır.
Toplumun en temel birleştiren harcı kesinlikle özgür yaşama arayışı ve ahlakıdır. Toplumu birbirine bağlayan ahlaki öğeler dağıldıktan sonra geriye insandan acaba bir şey kalır mı?
Unutmayalım ki toplumun en temel ahlaki değerlerden bir tanesi kesinlikle onur kavramıdır. Yani: “İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, öz saygı, haysiyet, izzetinefis”tir. Ve “erdem, gözü pekliktir.”
Bugün yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında Kürtler büyük bir direniş içerisindedirler. Öyle ki Kürtler birçok yerde soykırımla karşı karşıyadırlar. Sorun bugün sadece Kobane’de olup bitenler değildir. Yine daha önce Şengal’de yapılanlarda değildir. Gerçek manada uluslararası güçlerin besleyip Ortadoğu’da halkların başına bela ettikleri, toplama çete örgütü, Başkan APO’nun deyimiyle “herkesin ortak fahişesi DAİŞ”’in planları daha kapsamlıdır.
Yarın Güney Kürdistan'da Xaneqin, Mendeli ve büyük bir ihtimalle yine Kerkük’e saldırarak halkımızı ve diğer halkları sürmek için ellerinde ne gelecekse yapacaklardır. Yine Güney Kürdistan’ın DAİŞ çete örgütüne sınır olan yerleri de boşaltmak için özel saldırılar gerçekleştireceklerdir. Ve tabii benzer bir şekilde nasıl ki Şengal’de yaptılar ve nasıl ki şimdi Kobane’de yapmak istiyorlar, benzer bir şekilde Rojava’da yaşayan halkımızı, halkları, azınlıkları da sürerek kendilerince sınırlar çizmek isteyeceklerdir.
Kürdistan tarihinde böyle sürmeler, sürgünler, göçler, kırımlar çokça yaşanmıştır. Öyle ki birçok kez toptan Kürt Halkı yerlerinde sökülüp başka topraklara atılmışlardır. Bu tarz bir fiziki kırımla kendilerince dönemin işgalci güçleri Kürt coğrafyasını Kürtlerden arındırmayı hedeflemişlerdir. Ve bugün Kürdistan’ın birçok yerinde Kürtler yaşamıyorlarsa, yine Kürdistan’ın birçok yerinde örneğin Ermeni, Asuri, Êzîdîler yaşamıyorsa bunun tek nedeni bu faşizanca söküp atmalardır.
Şimdi yeniden tarihi kritik ve tehlikeli bir an’dan geçiyoruz. Böylesine tehlikeli bir dönemeci engellemek her Kürt’ün, yurtseverin, demokratın, dostun görevi olduğu açıktır. Unutulmasın ki DAİŞ toplama çete örgütü tarafından Ortadoğu’da halklara dayatılan faşizan zihniyet, kesinlikle Ortadoğu’da halkların karşılıklı kırımının yoluna açacak büyük tehlikeli bir oyun olduğu açıktır. Bunun için herkesin halklara dayatılan bu onursuzluğa karşı durması en temel insani bir görevdir.
Ancak unutulmamalıdır ki halkları kırıma götürecek, özelde de Kürt halkını soykırımla yüz yüze getirecek bu DAİŞ Faşizmine karşı en fazla Kürt Gençliği meydanlara çıkmalıdır. Ve tabi bugün kıyasıya bir mücadele edilirken en ön cepheye, cephelere yine Kürt Gençliği akmalıdır. Kürt Gençliği onuruna düşkün olan bir gençlik olarak, verilen Büyük Onur Savaşına en ön safta katılmalıdır. Nedeni açıktır, eğer kendimize karşı saygı duyuyorsak, öz saygımızı yitirmemiş isek, toplumun değerlerine bağlı ve saygılı isek, o zaman dediğimiz gibi verilen Büyük Onur Savaşı’na en ön safta dediğimiz gibi, tüm varlığımızla katılmalı ve Kürt halkının yanı sıra bu coğrafyanın tüm renkli inanç ve etnisitelerini büyük bir vahşete karşı korumak için, özgürlük mücadelesine, özgürlük dağlarına, özgürlük kentlerine, özgürlük birliklerine akmalıyız.
Eğer bizler: “Ahlakı toplumun politik hafızası olarak da yargılamak mümkündür. Ahlaken aşılmış veya ahlaktan yoksun kalmış toplumlar politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir. Bu da bir toplum için öz savunmadan yoksun, her tür iç ve dış tahakkümcü, sömürgen ve asimilasyonist uygulamalara açık hale düşürülmektir” diyorsak o zaman, bir an önce ahlaki değerlerimizi korumak için mücadelenin en yumuşağından en sertine kadar geniş olan bir yelpazede sürdürülen direnişe katılmalıyız.
Unutmayalım ki: “Kendi ahlakını güçlü yaşayan bir toplum, iktidara ve açık sömürüye kolay boyun eğmez. Ahlakın en olumsuz, geri, ilkel hali bile iktidar ve devletlerin en ileri hukukların, yönetimlerinden bir toplum için daha değerlidir. Ahlaki ve politik toplumun yaşandığı yerde iktidar ve hukuk gereksiz olmaktan öteye tahammül edilmesi güç bir yüktür. Bir toplum ne kadar ahlaki ve politik kılınırsa o denli demokratik, özgür ve eşitçi kılınır; dolayısıyla iktidar eliti ve sermaye tekellerinin istismarına kapalı ve direngen kılınır.” Bizlerde Kürdistan ve Türkiye’nin özgür yaşama sevdalı olan gençliği, iktidar odaklarının hedefi olmamak, kolay kolay sömürülecek hale gelmemek için, onur kırıcı yönelimlerine karşı kesinlikle durmasını bilmemiz kadar, halklarımızı, inançları da savunacak bir pozisyona kendimizi getirmesini bilmeliyiz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Hatırlayanlar bilir birkaç yıl önce Polislere dönük birçok yazı yazı yazılmıştı. Bu yazılarımızda Polisin ve Polis Teşkilatının devlet yapıları için ne anlama geldiğini anlatılmaya çalışılmıştı. Polisin ne olup olmadığını, devlet içerisindeki rolünün ne olduğunu da anlatmaya çalışan o yazılarda bir Japon Atasözünde Polise ilişkin yazılanlar da vardı.
Yazı aynen şöyleydi:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim,
Irza geçeni bağışlayabilirim,
Adam öldüreni bağışlayabilirim,
İmparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, Ama polisime el kaldıranı asla!”
Burada dikkat edilirse her kim ne yaparsa yapsın af edilebilir, hatta Japonlar için Tanrı olan İmparatora kılıç çeken bile af edilebilir, ancak “Polisimi” vuran değil, polise el kaldırana bile tahammül edilemeyeceği, af edilemeyeceği çok açık bir dille ifade ediliyor.
Neden “polisime el kaldıranı asla” af edilemeyeceğini bunun için iyi irdelemek gerekiyor.
Yıllar önce o yazılarda genişçe bu durumu irdelenmiş ve gerekli olan uzunca anlatılmıştı. O yazıların birinde şöyle ifade edilmişti.
“Hepimiz toplumu baskılayan gücün askeri güç olduğunu düşünürüz. Ne de olsa Türkiye Tarihi’nde sistem karşıtlarını hep karşılayanlar son tahlilde askerler yani ordu olmuştur. Asker yetişen, yetiştiren bir toplumda bu algının oluşması belki de anlaşılırdır. Ordular savaşçı iktidarcı tahakkümcü güçlerin en örgütlü gücü olarak elbette günahsız bir kategoriye konulamaz.
Ordu nedir? Savaşın en örgütlü kullanımın örgütüne ordu deniliyor. Askeri örgütlenme deniyor. Ordular da savaşı iki alana yöneltiyorlar. Bir; ordunun denetlediği sınırlar içerisindeki topluma yönelttiği şiddet yani iç savaş süreçlerinde. İki; ordunun sınırları dışında kalan özgür topluluklara ve devletlere yönelttiği saldırı, şiddet kullanımı oluyor. Buna da dış savaş deniliyor.
Yani ordu normal durumlarda egemen, iktidarcı savaş güçlerinin çıkarlarını koruyan bir güçtür. Ancak bu güç her zaman devrede görülmez. Ordu, Türkiye’de yukarıda söylediğimiz karakterinden dolayı farklılıklar içerse de özü iç savaş dönemlerinde müdahil olan ve de dış tehlikelerde ya da dış güçlere karşı tehdit unsuru olarak kullanıldığında devreye girmesinde görülür.
Lakin iktidarcı savaş güçleri tahakkümlerinde bulundurdukları toplumu ya da toplumları ilk elden polis güçleriyle rapt u zapt altına almaya çalışırlar. Daha doğrusu iktidarcı savaş güçleri toplumu kontrol altında tutmaları için kullandıkları temel güç polistir. Bunun içindir ki polis kutsanır. Bunun içindir ki emperyal güçlerde polislerin her zaman özel bir yeri vardır. Onlara en özel yer verilir. Çünkü sistemi ayakta tutan, kollayan, koruyan, muhalifleri hizaya getiren, farklı düşünceleri baskılayan güçlerin başında hep polis gelir.”
Polisi sözlüklerde bizler: “Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta” olarak ele alındığını görürüz. Huzuru sağlayanlar elbette çok fazla önemli olurlar. Bir yerde huzur yoksa oraya kapitalizmin sermayesi gitmez, çünkü doğası gereği sermaye huzuru olan yerleri tercih eder. Sormak gerekmez mi kimin huzurunu sağlamak? Yukarıda ifade etmiştik devletçi, iktidarcı yapılar esasen hırsızlık üzerine kuruludurlar. Devlet kendisi özü itibariyle ilk kuruluşundan başlayarak bugüne kadar halkların tüm değerlerini çalmak üzerine kuruludur.”
Başka bir söylemle: “Polisin ya da polis teşkilatının ilk görevinin yaratılan bu haksız, hırsız, baskıcı, kan emici, tahakkümcü ve anti insanı düzenin korumakla hatta ayakta tutmakla görevli olduğu aşikârdır. Huzur dedikleri bu haksız olupta insanlık karşıtı sitemi ayakta tutanların huzuru kast ediliyor. Güvenlik ise yine bu küçük bir azınlık ile bu sistemde çıkarlarını olanların güvenliğidir. Kamu düzeni dedikleri ise dediğimiz gibi kurulan ve toplumları zulüm cenderesine alan bu baskı rejimidir.”
Yukarıda ifade edilenlerden polisin hangi görevleri üstlendiğini net görebilmek mümkündür. Polis yapılarının halklara karşıtlık temelinde kuruldukları, kollandıkları, korundukları, örgütlendiklerini belki de en çok Türkiye Cumhuriyeti Devleti denilen yapının kendisinde görebiliriz. Dünyanın her yerinde polisler halklara karşıtlık temelinde örgütlendiklerini ifade etmiştik. Münhasıran Türkiye’de hem Türkiye Sol-Sosyalist Harekete hem de Demokratik yapılara karşı Polislerin nasıl pervasızca, hiçbir ölçü tanımadan saldırdığını herkes günlük olarak görebilir. Lakin bu saldırıların Kürdistan'da, Kürtlerin; gençlerine, kızlarına, analarına, çocuklarına, ihtiyarlarına, melelerine, sanatçılarına, aydınlarına, sivil toplumcularına derken toplumun ne kadar böyle tabaka ve kesimleri varsa, faşizanca yöneldiğini de herkes görmektedir.
Nedeni açıktır;
Polis eşittir Sömürgecilik,
Polis eşittir Devlet,
Polis eşittir İşgal ve İşgalcilik.
Böyle olunca Kürdistan'da polise uzatılan eller devlet tarafından en sert yönelimlerle karşılık buluyor.
Dikkat edelim Polisler söz konusu oldu mu, kararlar dünyanın her yerinde en erken alınan kararlar olmaktadır. Ve tüm alınan kararlar ağırlıklı olarak polisi koruma ve kollama üzerine olmaktadır. Çünkü devletler hele bir de bu devletler sömürge devletler ise Polislere toz kondurtmazlar. Çünkü polise toz kondurtulduğunda orada artık devletin, sömürgeci devletin varlığı tartışılır hale gelir. Bunun olmaması için en küçük bir durumda polise yapılana karşı en sert tavır alınır.
Evet, polis devlettir, ancak Kürdistan'da polis sömürgeci ve derin devletin ta kendisidir. Gerçeklik budur. O zaman bizim Kürdistan'da yapmamız gereken ilk iş Polisin Kürdistan'da çıkartılmasıdır. Polisin Kürdista
n'da nefes alıp vermesine son verilmesidir. Kürdistan'da uzaklaştırılmasıdır. Özcesi Kürdistan'da polislerin gölgesinin bile kalmamasıdır.
Peki, gerçeklik bu mudur? Hayır. Tüm tutuklamaları, gazlamaları, mermilemeleri, yakıp-yıkmaları polis yapmaktadır. Gençlerin üstüne TOMA’ları sürenler, su sıkanlar, kelepçe takanlar yine bu Polislerdir.
Durum bu ise yapılması gerekli ilk iş, kesinlikle bulunduğumuz her alanda polise yönelmektedir, hem de gençlik ruhuyla yönelmektir. Hem toplu yerlerde, hem kıyıda-köşede, hem mahallede, hem evlerinde, hem lojmanlarında, hem araçlarında derken karakollarında da bunların rahat görmemesi gerekiyor.
En zengin yöntemlerle Polisi polis olmaktan çıkartmak için her Kürdistanlı ve Sol-Sosyalist ve Demokrat gencin üstüne düşen görevi yapmalıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
TC Devleti yeniden “Sokağa Çıkma Yasağı” ilan etti. Hem de Kürdistan’ın birçok kentinde. Üstelik Kobane’nin düşmesi için her şeyi yaptığı bir an’da.
Kobane tam 25 gündür direniyor. Ama dikkat edelim TC Devleti, DAİŞ uluslararası toplama çete örgütüne var gücüyle arka çıkıyor. Kürtlerin yenilmesi için elinden ne geliyorsa yapıyor. Bununla yetinmediğini ise açıkça dile getirerek, Kobane’den sonra sıranın Afrin’e geleceğini ifade ediyor. Yani TC Devleti, Kürtlerin tüm kazanımlarını bitirmek için dediğimiz gibi var gücüyle hareket halindedir.
- Ayrıntılar
Kürdistan bugün tarihinin en büyük dönemeçlerinde birini yaşıyor. Dönemeçlerin ikili karakteri vardır. Olumluya ve de olumsuzluğa doğru kayma karakteri, ihtimali…
Kürdistan Özgürlük Mücadelesi tarihinde bu denli gözle görülür ve elle tutulur bir devrim süreci az yaşanmıştır. Hiç şüphe yoktur ki bir 1990’ların başında ve birde 2000’lerin başlarında da böyle iki süreç yaşanmıştı.İlkini ihanetçi ve işbirlikçi çizgi diye tabir ettiğimiz, hem bölgesel hem uluslararası güçleriyle işbirliği içerisinde, TC devletiyle ortaklaşa Özgürlük Hareketine saldırarak bu tarihi fırsatın kaçmasına yol açılmış, bir diğer tarihi fırsatı ise Özgürlük Hareketi içerisinde çıkmış provokatör, işbirlikçi ve bozguncu çeteciliğin uluslararası güçlerle içine girdikleri alçakça ihanet ile engellenmişti. Özgürlük mücadelesinin tarihinde ortaya çıkan yeni tarihi bir fırsat ise şimdi yaşanan an’dır.
Kuzey Kürdistan'da 2012 yılında verilen görkemli gerilla direnişi ile TC devletinin tüm faşizan planları boşa çıkartılarak tarihi bir momentum yakalanırken, Rojava’da özgürlük mücadelesi 19 Temmuz 2012 devrimiyle cisimleşmiş bir hale gelmiştir. Rojava Devrimi her geçen gün gelişirken 2014 yılında özgürlük mücadelesi Kürdistan’a yayılarak ilk kez tüm Kürdistan’ı bir devrim sürecine sokmuştur.
Tarihi an, devrimci durum, derin kaos, yeni durum gibi birçok ifadeyi bu tarihi momentumda kullanmak dile gelen bu tarihi dönemecin kendisidir. Bu dönemeçte ilk kez Kürdistan’ın tümü özgürlük mücadelesinin dalgasıyla bir devrim dalgasına girdiğini Ortadoğu’da siyasetle uğraşan herkes görmüştür.
Rojava Devrimi kazanımlarını giderek sağlamlaştırılırken, kuzey her geçen gün daha köklü hale gelmekte, Güney’in derinliklerine yayılan devrim süreci ise hiç şüphe yoktur ki Doğu Kürdistan’a da yayılacaktır.
Uluslararası güçler Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı yaşadığı ideolojik çelişki ve çatışmalardan dolayı bugüne kadar sürekli bir karşıt pozisyonda yerini alarak hep karşı hamleler içerisinde olmuştur. Kapitalist modernist güçler henüz 1980’lerin ortalarında özgürlük hareketine karşı Avrupa’da savaş açarak, peşinden ise terörist ilan edebilmek için onlarca militanına karşı kirli operasyonlar yürüterek yıllarca tutsak almışlardı. Bununla yapılmak istenen Kürtler içerisinde her geçen gün gelişen ve Kürt halkının sempatisini kazanan bu gelişim trendini durdurmak, yapabilirler ise içlerinde çatlaklar oluşturarak parçalamaktı. Bunu bu güçler başaramadılar. Kazanan özgürlük mücadelesi olmuştu.
Daha sert bir saldırı ise Kapitalist modernist güçler 1992 yılında yukarıda ifade ettiğimiz Güney Savaşıyla gerçekleştirmişlerdi. 1992 yılında güneyin etkili iki gücünü bir araya getirerek, federal bir Kürdistan’ı da onlara vaat ederek, özgürlük hareketinin üzerine sürmüşlerdi. Unutulmasın ki Federal Kürdistan’ın o yıllarda aldığı ilk karar PKK’nin Güney Kürdistan'da çıkması gerektiği kararıydı.
Belki de 1992 yılından da daha kalıcı olan başka kapitalist modernite güçlerinin bir saldırısı ise 9 Ekim 1998 gerçekleştirilmiş olan uluslararası komplodur. Hatırlanmalıdır ki 17 Eylül 1998 yılında Washington’da güney Kürtlerinin iki etkili gücü ile TC devletinin ortaklaşa ABD’nin öncülüğünde bir araya gelerek özgürlük hareketini terör örgütü ilan ederek, uluslara arası komplonun başlatılmasına ve bunun sonucunda Rêber Apo’nun tutsak alınma sürecine kadar götürmüşlerdi.
Sözü uzatmadan belirtelim ki; özgürlük mücadelesini kapitalist modernist güçler ile bölgenin faşizan sömürgeci güçleri yine gerici, işbirlikçi egemen ve kendisine güvensiz ilkel milliyetçi Kürt güçleri ortaklaşa hep boğmak için büyük bir çaba içerisinde olmuşlardı. Saldırılar böyle olsa da büyük bir inat, irade, dayanıklık, cesaret, inanç ve bilinç yoğunlaşmasıyla bugüne kadar özgürlük hareketi Devrim umudunu diri tutarak gelmesini bilmiştir. Onlarca badireden geçen özgürlük hareketi, verdiği binlerce şehit ve onlarca halk direnişi ile yeniden tarihi bir an’ı yeniden yakalamıştır. Bu tarihi an ise Kürdistan Devrimi’nin en son etabı ve konağıdır.
Bugün Ortadoğu’da Kürtlere karşı yapılan tüm saldırıların altında yatan esas nedenler işte bu gerçeklerdir. Kürtlere karşı uluslararası toplama çete örgütünün saldırtılmasının altında yatan gerçeklik işte yine budur. TC devletinin DAİŞ denilen örgüte destek sunmasının altında yatan neden işte budur. DAİŞ gibi insanlık düşmanı bir örgüte karşı uluslararası kapitalist modernist güçlerin susması ve göz yummasının nedeni işte budur.
Tarih her zaman yazılmaz. Tarihi yazmak dönemeçlerde gerçekleşir. Tarihi bu dönemeci sağlam limanlara götürmek istiyorsak, o zaman tarihi an bugün diyerek tüm yüreğimizle, beynimizle, cesaret ve fedakarlığımızla bu an’a yüklenerek, bu tarihi an’a Kürdistan Devrimi’ni sığdırmasını bilmez isek, bu tarihi an’ı her zaman tersine çevirmek isteyen, Kürt halkına karşı düşmanlık temelinde ortaklaşanlar aynen bugün Kobanê’ye saldırdıkları gibi yeniden Kürt halkının yarattığı değerlere farklı yerlerde, cephelerde yeniden yeniden saldıracaklardır.
Evet, Dönemeçlerin ikili karakterleri vardır. Olumluya ve de olumsuzluğa doğru kayma ihtimali… Tarih her zaman yazılmaz. Tarih yazmak isteyenler, tarihe altın harflerle isimlerini geçirmek isteyenler Özgürlük saflarına, Kobanê’ye Tarih yazmak için akmalı…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yeni bir komplo yıldönümüne doğru gidiyoruz. Uluslararası güçlerin ortak bir cehpe temelinde RêberAPO’ya karış giriştikleri uluslararası komployu tüm boyutlarıyla anlayarak bir yaklaşım içerisinde olmak dönemin bizde istediği devrimci duruşun olmazsa olmaz görevleridir.
Unutmayalalım ki RêberApo’ya karşı 9 Ekim 1998 yılında geliştirilen uluslararası komplonun aynı günü ama tam ondan 31 yıl önce büyük direnişçi, büyük insan, büyük adalet arayışçısı, büyük romantik gerilla komutanı ve de büyük enternasyonalist devrimci Che Guevara(nın katliamının da yıl dönümüdür. Che Guevera 9 Ekim 1967 yılında Bolivya’da yerel Bolivya işbirlikçileri ve Amerikan emperyalistlerin Yankee’lerin eline 8 Ekim 1967 günü ağır yaralı esir düştükten sonra hemen ertesinde bir gün geçmeden katledilişinin yıldonönümü… Halkların umudu olan Che’nin katledildiği günde aynı tarzda ama daha kalleşçe bir tarzda RêberApo daha havadayken katledilmek istenmesi bu bağlmada üzerinde ciddi durulması gereken bir durumdur.
Kimdi Che?
Arjantinli bir romantik, insan sevdalısı, adalet arayışçısı… 1928 yılında doğan ardından tıp okuyan ve okulunu bitirdikten sonra ise Güney Amerika turuna bir arkadaşıyla çıkan büyük bir hayalci ve ütopyacı. Birçok şeyi gördükten sonra Venezülla’da devrimcilerle tanışan az da olsa sosyalist öğretiyi öğrenen, Meksika’ya geçtikten sonra ise Küba devrimcileriyle tanışan, onlara katıldıktan sonra ise Küba devriminde en ön cephede büyük bir gerilla komutanı olarak savaşan. Küba Devrimi sonrası ise en zor işlere hem talip olan hem de verilen, halkın içinde iyi bir emekçi, askerlerin içerisinde iyi bir komutan ve savaşçı, çiftçilerin içinde iyi bir çiftçi, gençlerin içerisinde iyi bir genç ve özcesi nerede ona ihtiyaç duyulmuş ise oraya müdahale eden bir Joker. “Rosinante’nin kaburgaları yeniden bana batıyor” diyerek Afrika’da başka halklar için mücadele etmeye giden, savaşan ve de 1966 yılında yeniden Küba’ya döndükten sonra Güney Amerika devrimi için Bolivya’ya gerillayı örgütlemek için yola çıkıp giden bir müddet gerilla mücadelesi için hazırlık yaparken kalleşçe katledilen…
1967 yılında Bolivya’da bir 9 Ekim günü La Higuera katledildi. 8 Ekim günü ağır yaralı bir şekilde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin eline geçtikten sonra hiç bekletilmeden merkezi olarak CIA’nin talimatıyla katledilmişti. Hem de panik içerisinde bunu yapmışlardı. Ürkerek, korkarak, sinerek, haince yaptılar bunu. O kadar Che’nin naaşından korktular gibi cenazesini yıllar yılı kimse bulamamıştı. Ta ki sonraları tesadüflerle naşı bulunana kadar…-
Che’nin kendisini infaz eden cellada: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” diyecek ve onunla mücadelenin en sertine baş koyan dava yoldaşı Castro’ya ise: ”Castro’ya söyleyin; benimle devrim bitmedi, devrim sürecektir” sözlerini de tereddütsüz sarf edecektir. İşte bu bir ruhtur, bu bir duruştur, bu bir davranıştır, bu bir boyun bükülmezliktir ki bu da bir karakterdir. Hem de Che’nin yoldaşları olan tüm devrimcilere ekilen bir karakter.
RêberApo 10 Kasım 1997 tarihinde yaptığı bir çözümlemede: “Geçenlerde biraz inceleme de değil, anlamaya çalıştım. Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümü dolayısıyla biraz kişiliği tanıtılmaya çalışılıyor. Sanırım tam istediğimize yakın bir yaşam, yeni insan anlayışı var mı? Bizden üstün yanları da olabilir ama birleştiren yanı çok çarpıcıdır. Türkiyeli devrimciler de vardı, büyük özgürlüğe kalkan, bizim de kendilerini yakinen gördüğümüz, tanıdığımız ve derin bir sempatisi olmaktan zevk duyduğumuz kişiliklerdi, halen anılarına da bağlıyız. Burada gözüken ve halen dünya halklarının büyük saygıyla andığı bunların ödünsüz ve ilkelerine göre -ki insan için, halklar için özgürlüktür bunların ilkesi- bugün insanın başını gerçekten kırıp geçiren bir tarzda kendini yükleyen, her şeyi metalaştıran, her şeyi korkunç bireysel çıkara bağlı götüren sistemin tam zıddı olan bir kişiliktir. Yeni insan söylediğim gibi, sanırım uygulamaya çalıştığımız gibidir. Bunlar önemlidir. Dünyanın öbür ucunda böyle birisi bizim için günceldir ve en yakın arkadaşımızdır. Biz de onun tipik bir gerilla arkadaşı gibiyiz burada. Aynı ruh, aynı özgürlük anlayışı, aynı savaşım, aynı yeni insan peşinde koşma” diyerek nasıl Che’nin bir takipçisi ve yol arkadaşı olduğunu gösteriyor.
Ve tutsak olarak Yankeelerin işbirlikçilerinin eline yaralı düştüğünde: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” derken bile, “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” sözlerine nasıl bağlı kaldığını da göstermektedir.
Evet, işte Che yaralı olarak esir düştüğünde neden alelacele hemen katledildiğini yukarıda sıralanan birkaç cümleden görebiliyoruz. Ve neden korkakça cenazesinin yıllarca saklandığını da görebiliyoruz. Tek bir nedeni vardır tüm bu anti insani, anti hukuki ve korkakça katledilişin; emperyalistler Che’nin temsil ettiği ruhtan ve temsil ettiği çizgiden korkmuşlardır. Çünkü bu ruhta asla ama asla teslim olmak yoktur. Bu ruhta asla ama asla geri adım atmak yoktur. Burnunun dikine yürümek diye bir kavram vardır. Che doğrular için, adalet için, halklar ve haklar için tek bir milim geri adım atmayan bir kişilik olarak, bulunduğu her yerde bu ruh ve kişilik emperyalizm için tehlike olduğu için kalleşçe katlettiler.
Che katledilirken bile Yankeeler ondan korkmuşlardır. Onun cenazesinden bile korkmuşlardır. RêberApo, Che’nin bu durumu için: “Halbuki Che Guevara’ya bakın, her hareketi gurur verici. Bir gerillacıya benzer. Ölüsüne bile bakın, insan ilham alıyor. Onurlu, gururlu bir insanın bütün özellikleri cesedinde bile gözüküyor çağımızın bu savaşçısında. Her büyük savaşçı böyledir aslında.
Che Guevara’yı boşuna söylemedim. İnanmış bir gerillacıydı veya gerillanın, emparyalizmin uşağına karşı en büyük özgürlük savaşçısı olduğunu veya böyle bir insanın ancak anti-emperyalist veya bir özgürlük savaşçısı olacağının derin bilinciyle hareket ediyordu. Bu çağda devrimci gerillacıdır aslında. O yüksek yaşamı –ki devleti kurmuştu Küba’da bıraktı- beni çekmiyor dedi bu. Beni başka devrimler bekliyor. Şimdi bizim mutlak başarmamız gereken bir devrim var.
Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümünde veya katledilişinin tabi hangi devrimcilerin anısından bahsedeyim ki, aslında değerli Latin Amerikalılar daha iyi kutluyorlar. Biricik değeri, tanımı, ifadesi, özgürlük savaşçılarının çağımızdaki bir alana böyle en anlamlı yürüyüşü, gerilla yürüyüşüdür. Şimdi onun coşkusu, heyecanı, yüceliği tartışmasızdır. Anıya verilecek en anlamlı cevap bir gerilla yürüyüşünün çarpıcılığını temsil etmektir” demektedir.
Che’nin emperyalistlere karşı duruşunu en iyi ifade eden sözleri: “Ölümüne olan bu mücadelede hiçbir sınır yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde meydana gelen olaylara kayıtsız kalamayız. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi bizim zaferimizdir, aynı şekilde yenilgisi de bizim yenilgimizdir. Sosyalist ülkelerin, Batı’nın sömürgeci ülkeleriyle üstü kapalı işbirliğini tasfiye etmeleri ahlaki görevleridir.” Yine; “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye yapılan herhangi bir haksızlığa daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” diyerek kendi cephesini çok net bir şekilde ortaya koyarak emperyalistlerin hışmını üzerine çekmiştir. Ve nasıl bir 9 Ekim günü yılında hunharca katledildiğini ise yukarıda ifade ettik.
9 Ekim gününün ise RêberApo’ya karşı uluslararası komplonun başlangıcı olduğunu da ifade ettik. Ortadoğu’da yapılacak uluslararası emperyalist saldırıya karşı duracak en güçlü irade RêberApo olduğu için önce RêberApo’ya yöneldiler. Bu gerçeklik iyi görülmeden komplo anlaşılamaz. Komplo her şeyden önce özgürlük mücadelesine ve onun devrimci duruşuna karşı yapılan bir ideolojik saldırıdır. Kapitalist modernist kültürün; bireycileştiren, toplumdan uzaklaştıran, maddiyatçılaştıran, manevi dünyayı yıkan, işgal ve sömürgeciliğe sonuna kadar kapıyı aralayan, Ortadoğu toplumlarını birbirine bırakan, didiştiren, parçalayan, bölen ve nitekim bu oluşturduğu yapı üzerinde ise yürüten ve yöneten politikalarına karşı panzehir olarak RêberApo’nun karşı duracağı iyi bilindiği için kapsamlı bir saldırı ile katledilmek istenmiştir.
Emperyalizme karşı en ön cephede sert ideolojik mücadelesiyle duran RêberApo ne var ki bu mücadelesinde tek bırakıldı. Uzun yıllar hep sosyalizmin güçlü bir temsilcisi olarak tek kaldı, tek bırakıldı. Onun yoldaşları olan bizler onun yürüttüğü ideolojik mücadeleyi sahiplenmediğimiz için, üstlenmediğimiz için, emperyalistlere karşı duruşta RêberApo tek bırakıldı. Halbuki doğru devrimci duruş ve yoldaşlık, emperyalizme karşı mücadelede RêberApo’nun yanında güçlü bir ideolojik donanımla yer almalıydı. Halbuki, “Kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir ve bütündür.” Kadro PKK’nun maketidir, kadro PKK’nin bireyde örgütleniş halidir, bireyde cisimlenmesidir. Örgütlenme nedir? Örgütlenme dar anlamda bir gurubun en üstte örgütlenmesi değildir, bütün kadroların birbirini tamamlayacak tarzda ağ biçiminde örgütlenmesidir. Her kadro bu ağın içinde yer almalı ve birbirine bağlı olmalı, birbirini etkilemeli yani bir organizma olmalı, hücreleri olmalı, birbirinden kopuk halde değil. Bu bağlamda kadro öncü olandır. Öncü anlayan insandır, bilinçli insandır, bilinçli insan anlam gücünde derinleşmiş insandır. Bunun için ne kadar bilinçlenirseniz, ne kadar aydınlanırsanız başkasını da o kadar aydınlatırsınız.
Şimdi RêberApo emperyalizme karşı mücadelenin en sertini göğüslerken bizler bu bilinçlenme ve aydınlanmayı yaşadık mı? RêberApo’nun; “Fikir, zikir ve eylem birliği” gerçeğini kişiliklerimize yedirerek; düşüncelerimizi, sözlerimizi ve eylemlerimizi bir uyum ve ahenk içerisinde bütünlüklü kılabiliyor muyuz? Bunun böyle olması için büyük bir ahlak ve vicdana sahip olmak gerekiyor. Ahlak devrimi, pratikteki başarı ve başarıyı kesinleştirme devrimidir. Vicdanı eğer “ Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç” ise o zaman bunun yekser toplumsal özgürlük ile özgürlük ahlakı ile bağı vardır. Yani bizimle bağı vardır.
Bu gerçekliği iyi görerek, doğru tahlil ederek yaklaşan16’ıncı uluslararası komplo gerçeğini iyi görmemiz gerekmektedir. Yine böyle bir yıl dönümüne doğru giderken daracık bir ortamda bile tüm uluslararası kirli komplocu güçleri kahrettirecek kadar güçlü bir çıkışla boşa çıkaran RêberApo’nun aydınlatıcı felsefesi, ideolojisi, politikası temelinde kendimizi yeniden yeniden gözden geçirerek ne eskisi gibi yaşamalıyız ne de eskisi gibi savaşmalıyız. Bunu yapabilmemiz için ise sandığınızdan daha çok gerilik ve dogmatizm durumumuzu aşarak RêberApo’ya karşı yoldaşlık görevlerimizi yerine getirmeliyiz.
Sonuç itibariyle:
9 Ekimleri anlamak istiyorsak Che’lerde bugünlere uzanan direniş halkasını böyle ele alacağız. Latin Amerika’da Yankee’lerin başına “bela” olan Che’lere karşın bu kez Ortadoğu’da Yankeelerin ve onların yani Emperyalistlerin tekerleklerine çomak sokacak olan bir RêberApo vardı. İşte bunun için cümle cemaat bu dünyanın tüm iblisleri ve bu iblislerin hizmetçi tayfası bir araya gelerek yeni dönemin Che’sine yüklendiler. Önderliğimiz deyimiyle “çarmıha germek için her şeyi yaptılar.”
İşte biz bir yeni 9 Ekim gününü anlamaya çalışırken ve de lanetlerken tarihin arka perdesini böyle ele alıp değerlendireceğiz. Tarihe daha fazla anlam vermek istiyorsak, Che’nin gerilla yoldaşları olarak RêberApo’nun bizi aydınlatıcı devrimci yolunda daha da kararlı adımlarla ilerleyeceğiz. Daha fazla devrime ve zafere olan inancımızı pekiştireceğiz.
Daha fazla devrim, daha fazla zafer derken de:
Hasta La Siempre Victoria ve Devrimci Savaş Halkların Bayramıdır diyerek yeni dönemin tüm görevlerine en ileri düzeyde doğru bir yoldaşlık temelinde katılalım.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ortadoğu’daki savaş gittikçe daha çok bir Kürdistan savaşı haline geliyor. ABD ve Avrupa Birliği devletleri istedikleri kadar IŞİD’e karşı olduklarını ve IŞİD’i yok edeceklerini söyleyip dursunlar, şimdiye kadar Irak Şam İslam Devleti-IŞİD denen bu kara yüzlü faşist çeteye karşı Kürtler dışında savaşan başka bir güç yok. Şimdilik yapılanlar sadece açıklama ve vaadlerle sınırlı. Bu iş içinde sanki bir oyunun varlığı gittikçe daha çok açığa çıkıyor. Her taraftan silahlandırılan IŞİD dört bir koldan Kürdistan’a saldırtılıyor. Herhalde IŞİD’e karşı savaşmak için, IŞİD’in Kürdistan Özgürlük Hareketini iyice zayıflatması bekleniyor. Küresel hesabın bu olduğu ortaya çıkıyor.
Yoksa güncel olarak yaşananlar başka nasıl yorumlanabilir? 19 Ağustos’tan itibaren IŞİD çeteleri 15 gün boyunca tüm güçleriyle stratejik Cezaa Bölgesine saldırdılar. Eğer bu saldırılar YPG-YPJ güçlerinin kahramanca direnişiyle yenilgiye uğratılmasaydı da IŞİD çeteleri başarılı olsalardı, Cezaa Bölgesine dayanarak ardından kuşatmaya aldıkları Şengal’e ve Cezire’ye saldıracaklar, yeni Kürt katliamları yaparak Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmeye çalışacaklardı. Ancak bu plan gerilla direnişiyle kırılıp başarılı olmayınca, şimdi de 15 Eylül’den bu yana üç yönden tüm güçleriyle Kobani’ye saldırıyorlar. Kobani’yi düşürerek Rojava Kürdistan’ı ortasından yarmak ve bu temelde Cezire’yi kuşatıp Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmek istiyorlar.
19 Ağustos’tan itibaren on beş gün boyunca faşist IŞİD çetelerine karşı Cezire halkı nasıl direndiyse, şimdi de Kobani halkı faşist IŞİD saldırılarına karşı aynı kahramanlıkla direniyor. Kobani halkı tıpkı Şengal halkı gibi ciddi bir katliam tehlikesiyle yüz yüze bulunuyor. Çünkü IŞİD çetesi her taraftan topladığı tüm gücüyle saldırıyor ve karşısında ise iki yüz bin kişilik küçük bir şehir varını-yoğunu ortaya koyarak direniyor. Kadın-erkek, yaşlı-genç herkes direnişe katılıyor. Neredeyse çocuklar bile direniş içinde yer alıyor. Kahramanca gerçekleşen bu insanlık direnişine başta Kuzey Kürdistan olmak üzere tüm Kürt halkının ve demokratik insanlığın maddi-manevi desteği bulunuyor. Başka da herhangi bir gücün desteği ulaşmıyor.
Peki günlük bir insanlık dramı biçiminde yaşanan bu durumu nasıl izah edeceğiz? IŞİD çeteleri tüm gücüyle Rojava Kürdistan halkına saldırıyor, başta Kobani olmak üzere bu faşist saldırıya karşı direnen Rojava Kürt halkı katliam tehlikeleriyle yüz yüze bulunuyor, yine başta ABD olmak üzere kırkı aşkın devlet IŞİD’in insanlık için bir tehdit olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini açıklıyor, ama IŞİD saldırganlığını kırmak için her gün onlarca şehit vererek direnen Rojava Kürtlerine hiçbir destek ulaşmıyor! Peki bu nasıl IŞİD karşıtlığıdır? İnsanlık için ciddi bir tehdit olan IŞİD’i yok edeceklerini söyleyenler bunu ne zaman yapacaklar? Acaba bunun için Kürt direnişinin kırılıp Kürt gücünün ezilmesini mi bekliyorlar?
Belli ki Kürtlerin yeni bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor. Ortada herkesi içine olan çok yönlü bir oyun söz konusu olabilir. Kaldı ki zaten IŞİD’in Haziran ayında Musul’dan başlattığı saldırının çok yönlü bir planın bir parçası olduğu şüphesi baştan itibaren vardı. IŞİD adıyla yürütülen bu saldırının Amman’da planlandığı ve İsrail gözetiminde yapıldığı daha o zaman basına yansımıştı. Bu saldırının içinde birçok örgütün yer aldığı ve söz konusu saldırının küresel sermaye çıkarları temelinde yapıldığı çok sayıda güç tarafından değerlendirilmişti. Buna paralel IŞİD’in 3 Ağustos’ta KDP’ye yönelttiği saldırı da Amman anlaşmasının bozulması olarak yorumlanmıştı.
Şimdi yaşanan mevcut gelişmeler temelinde tüm bunlar yeniden değerlendirilebilir. IŞİD saldırılarının Irak ve Suriye’de dengeleri bozduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu bozulmanın da başarısız kalmış olan ABD açısından yeni bir politik açılım yapma imkanı verdiği yine açık bir gerçektir. Bu nedenle, IŞİD’in örgütleyicisi ve destekleyicisi olmasa bile, söz konusu amaçlara ulaşabilmek için ABD’nin IŞİD’i saldırıya teşvik ettiği ve önünü açtığı da tartışma götürmeyen bir gerçektir. Böyle olmasaydı, o zaman IŞİD adlı çete örgütü Musul’dan girip bir günde Bağdat’a nasıl dayanacaktı?
Son üç ayda yaşananlara kabaca bir bakalım: IŞİD Haziran ayında Irak’a saldırıp dengeleri bozdu ve o zaman başbakan olan Maliki kuvvetlerinin elindeki tüm silahları ele geçirerek kendisini ciddi bir biçimde donattı. Aynı IŞİD, Temmuz ayında da Rakka çevresinde dört Esat tugayına saldırarak dördünü de dağıttı ve onların da silahlarına el koyarak askeri donanımını güçlendirdi. 3 Ağustos’tan itibaren de KDP güçlerine yönelik Şengal’den başlayan bir saldırı yürüttü ve cepheyi terk eden KDP peşmergelerinin silahlarını alarak donanımını zirveye çıkardı. Bütün bunlar olurken ne ABD yönetiminden, ne de Avrupa devletlerinden ciddi bir tepki gelmedi.
Şimdi elde ettiği bu donanımla IŞİD adlı faşist çete dört bir yandan Şengal ve Rojava halkına saldırıyor. Kürdistan Özgürlük Hareketini ezmek ve Kürt halkını egemenlik altına almak istiyor. Hem Şengal’deki ve hem de Rojava’daki Kürt halkı ciddi bir katliam tehdidi altında bulunuyor. Fakat BM, ABD ve Avrupa Birliği gibi güçlerden hiçbir destek bu halka, IŞİD katliamlarına karşı kahramanca direnen Şengal ve Rojava halkına gelmiyor. Hem BM, hem ABD ve hem de Avrupa Birliği devletleri toplantı üzerine toplantı yapıyorlar, IŞİD’e karşı bir yığın tehdit dolu açıklama yapıyorlar, ama ne bir kurşun sıkıyorlar, ne de savaşan Kürt halkına destek olacak bir kurşun veriyorlar. Sadece IŞİD’e karşı savaşacaklarını ve IŞİD’i yok edeceklerini söylüyorlar. Peki bunu ne zaman yapacaklar? Belli ki Kürtlerin gücü kırıldıktan sonra!
İşte tehlikeli oyun burada. Önce destek verip önünü açarak IŞİD’i saldırtıp Irak ve Suriye’yi sarstılar ve IŞİD’i güçlendirdiler. Şimdi de aynı IŞİD’i Kürdistan’a saldırtarak hem Kürt Özgürlük Hareketini güçsüz düşürmeye, hem de IŞİD’in gücünü zayıflatmaya çalışıyorlar. Konuşup da iş yapmadan beklemeleri bu gerçeği ifade ediyor. İki güç çarpışıp birbirini zayıflattıktan sonra harekete geçip her iki alana yönelik de kendi egemenlik planlarını uygulayacaklar. IŞİD’i daraltıp kendilerine bağlarken, Kürdistan’da da PKK’yi etkisiz kılıp cepheden kaçtığı için onuru ve itibarı kırılmış olan KDP’yi zayıf bir temelde yeniden dirilterek kendilerine bağlı kılacaklar.
Şimdi küresel kapitalizmin savaş planının bu olduğu açığa çıkıyor. Bölgenin güçten düşmüş statükocu güçlerine de bu temelde rol oynatılıyor. Başta KDP olmak üzere YNK ve benzeri güçlerin de bu plandan bilgisi ve plan içinde çok zayıf bir yerleri var. Plan, çok iyi bildiğimiz emperyalist bir plan! Böl-parçala-çatıştır planı! Böylece birbirine düşman hale gelerek iyice güçten düşmüş olan tüm güçleri bir kurtarıcı olarak kendine bağlama planı! ABD ve Avrupa’nın emperyalist güçleri, geçmişte başarıyla uyguladıkları söz konusu planı bir kez daha uygulamak istiyorlar. Bakalım yine başarılı olabilecekler mi?
Peki bölgeyi bölüp parçalayarak birbirine düşüren ve kan gölüne çeviren bu planı bozmanın ve yenilgiye uğratmanın bir yolu yok mu? Kuşkusuz vardır, olmaz olur mu? Eğer araştırılırsa elbette bir çıkış yolu bulunabilir. Böyle bir çıkış yolu bulmada da kuşkusuz Kürdistan her yerden daha çok veriye sahiptir. Zaten savaşın giderek Kürdistan’da odaklanmış olması da bunu gösteriyor. Savaşı Kürdistan’da odaklandıran da kuşkusuz küresel kapitalist hegemonyanın yarattığı Kürt sorunu oluyor. Bu da söz konusu çatışmadan çıkışın Kürt sorununun çözümü temelinde gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Yani mevcut çatışmalar Kürt sorununun çözümünün iyice dayattığını gösteriyor.
Peki nasıl olacak bu çözüm ve çıkış? Dikkat edilirse, özellikle 3 Ağustos Şengal saldırısı ardından Kürdistan özgürlük gerillası Dewrêşî Abdî misali beyaz arabaların sırtına binerek Musul Ovası’na çok önemli ve etkili bir dalış yaptı. Zaten 19 Temmuz 2012 Rojava Özgürlük Devrimi ve devrimin faşist çete saldırılarına karşı kahramanca savunulması da çok önemli bir devrimci dalıştı. Şimdi söz konusu mevzilenme temelinde ve halkın güçlü desteği ile Şengal’de ve Rojava’da tarihi öneme sahip ve kahramanlıklarla dolu bir direniş yürütülüyor. Demokratik çözüm ve çıkışın tek yolunun da bu özgürlük direnişinin zafere ulaşması olduğu açıkça görülüyor.
Peki nasıl kazanılacak bu zafer? İşte önemli ve can alıcı nokta burasıdır. Kuşkusuz böyle bir zaferi yaratmanın kural ve kanunları vardır. Bunlardan birincisi birliktir, tüm Kürtlerin güçlerini birleştirecek bir birliğe ulaşmaktır. Din, mezhep, parça, parti ayrımı yapmadan tüm Kürt güçlerini birleştirebilmektir. Dewrêşî Abdî böyle bir Kürt birliğini yaratabildi. Şimdi de benzer bir birliği yaratabilmek, özellikle böyle kritik bir tarihi süreçte Kürt birliğinin oluşmasını engelleyen KDP’yi doğru anlayışa çekebilmek gerekiyor. Bu, kendine yurtsever diyen tüm Kürtlerin görevidir.
İkincisi, söz konusu Kürt birliğini demokratik güçlerle ve komşu halklarla da daha geniş bir demokratik birlik haline getirmek oluyor. Üçüncüsü ise, Musul Ovası’na söz konusu dalışı, yine Dewrêşî Abdî misali kahramanca bir direnişle sürdürmek, ancak bunu askeri bilimin gereklerine uygun olarak zaferi hedefleyen bir plan ve örgütlülük temelinde yapmak gerekiyor. Öyle ki, yürütülecek direniş hem IŞİD’e karşı savaşın öncülüğünü yapmalı ve IŞİD’i parça parça yenilgiye uğratmalı, hem de devrimci savaş güçlerini sürekli büyüterek ordulaştırmalıdır. Kısaca direnişsiz olmaz, ama gerilla gücünü tüketen bir savaşla da olmaz. Gerillayı sürekli büyüten etkili bir savaş, faşist IŞİD çetelerini yenilgiye uğratarak küresel kapitalizmin planlarını da boşa çıkartacak tek yoldur. Bu da tüm Kürtlerin ve demokratik güçlerin görevi olduğu gibi, özellikle cepheye koşarak gerillaya katılması gereken kadın-erkek yiğit Kürt gençliğinin görevidir.
Selahaddin Erdem
- Ayrıntılar
Dünyanın neresine gidersek gidelim anadil halkların en temel onur kaynağı ve sahiplendikleri değerleridir. Çünkü bir insan dil ile insan oluyor ve insan olma anı ise anadil ile başlayan bir süreç oluyor. “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir” sözleri kutsal kitap Kuran’a ait. Öyle ki birçok farklı inanç ve siyasal yapılarda halkların dillerine özelde de anadillerine hep saygı gösterildiği iyi bilinir. Anadillerin horlandığı, yasaklandığı, hiçe sayıldığı, alay konusu yapıldığı tek siyasi yapı faşist devlet yapıları olmuşlardır. Faşizmin ise ne kadar karanlık bir siyasal yapı olduğunu herkes bilir. Faşizan yapıların ise “Ölü dillerin coğrafyası…” olduğu ya da böyle ölü coğrafyalar yarattıklarını unutmayalım.
Halbuki bizlerde biliyoruz ki “Dil, insanın insanlaşma sürecini ifade” eden en temel insan değeridir. “Dil kavramı, kültür kavramıyla sıkı bağlantılı olup esas olarak dar anlamında kültür alanının başat bir kavramıdır. Dil’i dar kültür olarak da tanımlamak mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir.” Öyle ki Kültürü: “İnsan türüne özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesnelerdir. Toplumsal yaşamın, dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve düşünsel-ruhsal ürününü kapsamına alır” derken dilin ne kadar önemli bir oluşum sürecini ifade ettiğini dile getirmiş olurlar. Yine, “Uygarlıklar veya kültürler, tıpkı konuştuğumuz dil gibi, birer mirastırlar. Bir toplumda çatlak ve çukurların açılma eğilimine girdiği her seferinde her yerde hazır olan kültür bunları doldurmaktadır” denilmektedir. Peki, anadilin yasak olduğu, gelişmesine izin verilmediği yerlerde oluşan o çatlak ve çukurlar nasıl kapatılacaktır?
Saygın bir Türk aydının da ifade ettiği gibi: “Bilimsel araştırmalar bize eğitimin, çocuğun en iyi bildiği dil üstüne inşa edilmesi gerektiğini söylüyor. Dilbilimde ‘diller arası aktarım ilkesi’ diye tabir edilen bir ilke vardır; şu anlama gelir: Çocuk en iyi bildiği dilde okuryazarlık becerisi edindikten sonra, edindiği becerilerden ikinci bir dil öğrenirken faydalanır ve böylelikle ikinci, hatta üçüncü, dördüncü dilleri öğrenmesi kolaylaşır. Bu, çift taraflı işleyen bir ilkedir: Yani çocuk ikinci dilde edindiği becerilerden birinci dilini daha da çok geliştirmek üzere de faydalanabilir.” Bu gerçeklerin yanı sıra birde kendi dilini öğrenmeden, geliştirmeden büyüyen bir çocuğun yaşayacağı handikaplar nelerdir diye sorursak, acaba bilimsel araştırmaların verecekleri cevaplar nasıl olacaktır?
Bizler ruh biliminde biliyoruz ki, kendini sağlıklı ifade edemeyen bireyler büyük travmalarla yüz yüze gelirler. Yani hastalıklı olurlar. Bir toplumun bireyleri henüz küçük hatta çocuk yaştan itibaren hasta edilmesinin, hasta hale getirilmesinin hesabını peki kim verecektir?
“İnsanın doğumuyla kazandığı dil yeteneğinin ve öğrendiği anadilin, onu insan yapan ve herkesin saygı göstermesi gereken en temel değerlerden biri olduğunu bu vesile ile hatırlamamız lâzım” diyen üstelik bir Türk milliyetçisi olan bu sözlerin sahibi olan aydına ya da yazara katılmakla birlikte, peki insanı insan yapan bu temel değerden yoksun ve yoksul bırakılan, bırakılmasına da ısrarla çalışılan bir halkın evlatlarının da söyleyecekleri hiçbir şey olmaz mı? Ya da olmayacak mı?
Elbette: “Dil, ait olduğu kültürün en temel bileşenlerinden biridir. Kültürün toplumsal bir olgu olduğu düşünülürse, toplumsallığın iletişimle anlam bulduğu ve temel iletişim aracı olarak “DİL”in önemi kendiliğinden anlaşılacaktır.” Birde birçok aydının belirtiği, “uygarlığın en değerli kolektif keşfi” olan dilin hem de anadilin paha biçilmez bir keşif olduğu da ortadadır. Lakin kimileri bu insanlığın en büyük ortak değerini ısrarla yok etmek için, küçük düşürmek için ve de kullanılmaması için, tam bir kültürel soykırım temelinde politikalar yürüttüğünü unutmayalım.
Ama bizde yukarıda ifade ettiğimiz gibi biliyoruz ki insanlığın yarattığı en büyük değerlerden bir tanesi kesinlikle dil olmuştur. Başkan Apo’nun: “Toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı güç ve vazgeçilmezlik kendini kanıtladıkça ve pratikleşme beyne yansıdıkça, düşünceden dile doğru bir gelişmenin de hızlandığı çok iyi bilinmektedir. İnsanlık tarihinde bu gelişmeye ilk ve en büyük devrim de denilmektedir” tespiti dilin tarihi köklerini berrak bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Şimdi bu düzeyde insanlığa büyük katkısı olmuş bir değeri insanlığa ya da insanlığın geleceğini sürdürecek olan çocuklara nasıl taşıracağız? Denilecek ki eğitim ile hem de dil eğitimiyle, anadil eğitimiyle. Ve denilecek ki bu olmazsa ya da yapılmaz ise bir toplumun bireyleri kesinlikle sağlıklı büyüyemeyecek ve hem ruhen hem de kültürel olarak sağlıksız olacaklardır. O zaman demek ki eğitim, toplumun sağlıklı işleyişi için olmazsa olmaz değerinde ve görevlerinden bir tanesi olduğu çok açık değil midir?
Birçok bilim adımı, dil uzmanı ve sosyolog toplumları incelerlerken özelde de bizim gibi sömürge toplumları incelerlerken şu tespitleri yaptıklarını biliyoruz: “Ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin temel öğelerinden biri kural belirlemedir. Her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir, bu da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir bilince dönüştürür. Böylelikle ezilenlerin davranışı belirlenmiş davranıştır, ezenin ilkelerini izler. Demektir... Ezilenler, yabancılaşmanın etkisiyle ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit etmek, onu izlemek isterler… Kültürel istilanın başarısı için, istilaya uğrayanların mutlak şekilde daha zayıf olduklarına ikan edilmeleri şarttır. Her şey karşıtını da içinde barındırdığı için, istilaya uğrayanlar kendilerini değersiz saydıkları ölçüde, zorunlu olarak istilacıların üstünlüğünü de tanımak durumda kalırlar. Böylece istilacıların değerleri istilaya uğrayanlar tarafından örnek alınmaya başlar. İstila ne kadar keskin vurgulanıyorsa, istilaya uğrayanlar kendi kültürlerinin ruhuna ve kendilerine ne kadar çok yabancılaşırsa, istilacılara o kadar çok benzemek, onlar gibi görünmek, onlar gibi konuşmak isterler.” Neden? Çünkü özelde bir toplumun temel kültürü olan diline yasaklar getirirler, hakaret yağdırırlar, sömürge altına alınmış toplumun kendi dilinde kendilerini eğitmesine, kendilerini ifade etmelerine izin vermezler. Özcesi öyle yaparlar ki toplum tümden gerçekten de kendisini değersiz görsün, kıymetsiz bilsin ve de sömürgecilere muhtaç olduğunu düşünsün. Çünkü gerçekten de: “Dilin sadece bir iletişim aracı değil, ayrıca ulusal varlık için bir düşünme yapısı da olduğunu kabul etmek gerekir. Dil, bir kültürdür.” Dile saldırılar gelişti mi orada kültüre ve toplumun ruhsal sahasına müdahale edilmiş oluyor. Yaralanan bir dil ve kültür yaralanan toplum ve insanlıktır.
O zaman yapılması gerekli olan bazı şeyleri elde etmek değildir. Hatta kimi yerde tırnak içerisinde özgürlüğünüzü de elde edebilirsiniz. Ama yapılması gereken çok daha fazla şey kesinlikle vardır. Bunların başında ise: “Zihinlerimizi sömürgecilikten ve sömürgelikten kurtarmalıyız.” Bunun için bu olmazsa olmaz bir görev ve hatta sahiplenilmesi gerekli bir onur meselesi olmalıdır.
Bu yapılmadıkça: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” olanlar olarak her gün yeniden yeniden kültürel olarak soykırıma tabi tutulmaya devam edilecektir. İsimlerimiz Rojin ya da Helin’de olsa dilimiz ve dolayısıyla zihniyetimiz Asena, Alparslan, Han olmaya devam edecektir. Bunun da aşılması için: “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” diyerek Kürdistan'da onurumuz olan Anadilimizi sahiplenmesi kampanyasına en sert biçimde de olsa devam etmeliyiz.
Başkan Apo: “Kendi dili yazdıramayan, kullanamayan bir halk toplumu hor görülmeye layıktır” diyor. Ancak biz kesinlikle hor görülmeyi çoktan hak etmeyi aşmış bir halk olarak, bu hakaretlere karşı sonuna kadar direnmeli ve karşı koymalıyız.
“Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum ne kadar anadilini geliştirmişse o denli yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Ne kadar dilini yitirmeyle ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlak ve estetikçe anlamlı bir yaşamları olmayacağı; trajik, hasta bir toplum olarak silininceye dek yaşamaya mahkûm kalacakları açıktır. Anlam, estetik ve ahlak yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerleri ancak sömürgenlerin hammaddesi olarak işlenecekleri de bu açık olmanın bir gereğidir.”
Kürt halkı 40 yıllık kesintisiz mücadelesiyle sömürgecilerin hammaddesi olmayacaklarını verdikleri binlerce şehit kanıyla ortaya koymuşlardır. O zaman tarihin bu önemli anında, TC devletinin anadilimizi engelleme girişimlerine ve onlarca hakaretlerine karşı topyekûn bir yürek olarak; her yerde, her cephede en sert karşı koymaya kendimizi hazırlayarak, anadil verecek okullarımızı mutlaka korumalı ve sahiplenmeliyiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürtler ve Kürtlerin tarihi ile uğraşan her insan bilir ki Kürdistan'da iki çizgi vardır: bunlar; kahramanlık ile işbirlikçi çizgilerdir. Her bir çizginin kendine has ortaya çıkardığı kişilikler ya da tipolojiler vardır. Ve Kürdistan tarihi bir nevi bu her iki tipolojinin kavgasında, çekişmesinde ibarettir.
Özgürlükçü Kürt ya da kahramanlık yazan Kürt; işgale, zulme, baskıya, talana karşı koyan ve boyun eğmeyen Kürt olarak tanımlanabilirken, işbirlikçi Kürt’ü ise; işgalcinin, sömürenin, sömürgecinin ve de talancının yanında yerini; kendi bireysel, ailesel, kabilesel, aşiretsel ve yer yer parçasal çıkarları için yer alan Kürt’ü olarak tanımlanabilir.
Yukarıda dile getirilenler temelinde kişilik çözümlemesini yapmaya kalkıştığımızda gerçekten de her iki yolun kendine has bir tipolojisi ortaya çıkar. Ve ilginçtir ki bu tipolojileri tarihin her sayfasında görmek, görebilmek mümkündür. Bizler; tarihin başlangıcında gizli olduğumuzu ve de tarihin ise bugünümüzde gizli olduğunu bilir isek, tarihin ise şimdi olduğunu yani yaşadıklarımızın mutlaka ama mutlaka tarihin her hangi bir anında karakter bakımından yaşandığını bilir isek, o zaman söylediğimiz tipolojileri tarihin her an’ında ve safhasında görebilmek, değerlendirmek zor olmayacaktır. Başka bir deyimle bugün yaşanmışları bizler tarihin derinliklerine götürüp görebiliriz, tersi de doğrudur, tarihin her hangi bir anında yaşanmış olanları bugün nasıl zuhur edeceğini görebiliriz, değerlendirebilir ya da yorumlayabiliriz. Evet “tarih bugünümüzde gizli biz ise tarihin başlangıcında gizliyiz.”
Tarihin hangi sayfasını açarsak açalım özgürlük için meydanlara akanlar kesinlikle öz güven dolu olmuşlardır, halkına ve halklara güvenmişlerdir, bireysel çıkarları gözetmeden er ya da geç özgürlük meydanlarına çıkmışlardır, bedel ödemekten çekinmemişlerdir, kellerini halklarının ya da içine doğdukları toplumların çıkarları için feda etmekten çekinmemişlerdir. Onurlarına düşkün insanlar olarak, onurlarına bir laf gelmemesi için meydanları terk etmemişlerdir. Tuhaf gelebilir ancak bir yaşanmış gerçek olarakta özgürlükçü olanlar toplum değerlerine çok sadık ve bağlı yaşamasını da bilmişlerdir. Ahlaki değerlere-hem kendi hem toplumlarının- helal gelmesine izin vermemişlerdir. Böyleleri toplumları nezdinde hep büyük bir saygı ve sevgi ile karşılanırken, tarihin en zorlu süreçlerinde halklarının iyi birer evlatları olduklarını kellerini ortaya koymalarıyla göstermişlerdir.
İşbirlikçi diye tabir edilenler ise tarihin fi zamanında bu yana işbirlikçi karakteri kendilerine örf bilerek; fırsat bulduklarında, vurgun yapabildiklerinde, ailelerinin çıkarları sağlayabildiklerini düşündüklerinde, kendi kirli yaşamlarını kurtarabileceklerine inandıklarında ve de maddi çıkarlar derken her türlü farklı çıkarları elde edebileceklerinin olanağını bulduklarında her zaman güçlülerin yanına geçmesini bilmişlerdir.
Tuhaf gelebilir ama sadece güçlülerin yanına geçmemişlerdir, hayır, aynı zamanda güçlü olanların yanına geçerek kendi toplumlarına karşı savaşmaktan geri durmamışlardır. Böyle tipler ve tiplemeler kesinlikle özgüven yoksunudurlar, ödlektirler. En azında düşmanlarına karşı, işgalcilere karşı böyledirler. Ancak kendi toplumlarına karşı müthiş cüretkâr olduklarını, gözü kara olduklarını, kendilerine alternatif bulduklarını ezmekten bir dakika bile geri durmadıklarını ise bizler tarihte yaşanmış olanlardan iyi biliyoruz.
Evet, bu kişiler kendilerine güvenleri olmadıkları için öncelikli olarak kendi halklarına güvenmezler. Hep gözleri dışarıdır. Hep bir dayanak ararlar. Hep bir bey ararlar, bir padişah bir imparator ararlar. Yani bir gölgeye sığınmaya ihtiyaç duyarlar. Gölge yoksa sinik olmanın da ötesinde siniktirler. Ama bir gölge bulmuşlar ise adeta haşhaş içmiş gibi toplumlarının tüm değerlerine gözü karaca yönelmesini de bilen bir karakterleri vardır bu işbirlikçilerin. Enkidu’yu unutmayalım, Matizawa’yı unutmayalım. Ya da tarihin hangi sayfasına gidersek gidelim, Kürt halkının değerlerine saldırmış, kendini satmış, birilerine yamanmış bu tip Kürtler çoktur.
Birde bu işbirlikçi diye tabir ettiklerimiz genelinde bir şeyleri olanlardır. Bir şeylerini yitirmemek için meydana çıkmaktan çekinenlerdir. Varlıklıdırlar, enseleri kalındır. Ve çoğu zaman göbeklidirler. Başka yaşama da alışmışlıkları çokça görülür. İşte böyleleri hem varlıklarını yitirmemek, hem imkan çıkarsa varlıklarına daha fazla varlık katabilmek için ve hem de başkalarının varlıklarını kendilerine katmak için bolca güçlünün -yani işgalcinin, talancının, sömürgecinin -yanına geçerek kendi topraklarında bir Truva atı rolünü oynamaktan geri durmazlar.
Evet, özgürlükçülerin ile işbirlikçilerin karakterlerini böyle saymaya devam edebiliriz. Çünkü her iki tipoloji için söylenecek çok şey vardır. Belki en son olarak bir şey daha söyleyerek güncele geçmek iyi olabilir. İşbirlikçi yaşam düşkünü, bunun için korkak ve gergin iken, özgürlükçü yaşamını adamaya hazır olduğu için gözü pek ve çekinmeyendir.
Bu tespitler ışığında Kürdistan'da son zamanlarda olup bitenlere bir göz atarak işbirlikçilik ve özgürlükçülük çizgisine bakmaktan yarar vardır.
Güney Kürdistan'da Barzani denilen bir aile vardır. Parası çok, maddiyatı çok, ordusu çok, silahı çok, uluslararası dostları çok, sarayları çok, basını çok. Başka bir deyimle her şeyi çok mu ama çok. Ama dikkat edelim Şengal’de bu çok olanlar daha İŞİD ya da DAİŞ denilen çete örgütü harekete geçmeden nasılda arkalarına bakmadan çok mu çok tüydüler. Hem de çok çok hızlı bir şekilde kaçtılar. Sadece tüymediler, Şengal’de Êzîdî insanlarımızdan silahlarını da alarak geriye bakmadan tüydüler. Ve sonuçlarını herkes haftalarca görüyor. Yaşıyor. Hem de gözyaşlarını durduramayarak tarihimizin en kanlı bir sürecini acılarla yaşıyor, yaşıyoruz.
Hani devlet olacaktınız, hani herkese kafa tutabiliyordunuz, hani Kürt’tünüz, hani peşmergeydiniz yani kelle koltukta savaşan, hani tüm Kürtlerin öncüsü ve savunucusuydunuz? DAİŞ Rabia’ya gelmeden iki gün önce nasıl araçlara hem de yuvarlanarak, takla atarak kaçtıklarını tüm televizyonlar görüntüledi.
Tuhaf ama bu kaçanlar, arkalarına bakmadan tüyenler, Kürtler söz konusu oldu mu ne kadar çok da hey heyleniyorlar, dikleniyorlar, horozlanıyorlar, gözü pek kesiliyorlar, aslanlaşıyorlar, tavandan kül bırakmıyorlar, herkese laf yetiştiriyorlar. Kürt’e karşı böyle olduklarını bizler Ali Asker meselesinde biliyoruz, Suleyman Muinilerin meselesinden biliyoruz, Dr. Şıvanlardan biliyoruz ve tabii Komala’ya karşı yapılanlar derken Güney Kürdistan devrimcilerine karşı yapılanlardan biliyoruz.
Hani birkaç lafta DAİŞ’e yetiştirseydiniz ya!
Peki, özgürlükçü dediklerimiz bu durumda ne yaptılar. Özgürlükçü dediklerimiz ilk günden başlayarak, hatta aylarca önce Şengal’e geçmek istediler. Ama bu kaçanlar buna izin vermediler. Ecel kapıyı tıklayıp çalınca özgürlükçüler dağlardan ovalara hem de güney ovalarına akın ettiler. Savaşın, ölümün kol gezdikleri yerlere akın ettiler. Kürt halkının zorlukları yaşadıkları alanlara akın ettiler.
Evet, birileri ovalarda şehirlere doğru yani kuzeye doğru kaçarken, birileri dağlarda ovalara-savaşın yaşandığı yerlere yani güneye akın ettiler.
Tuhaf ama dediğimiz gibi birileri kuzeye doğru kaçarken, birilerinin de kuzeyde güneye “kaçışlarını” durdurmak çok güç oldu, halen de bu özgürlük hareketi için bir güçtür. Daha açık bir ifadeyle KDP'liler güneyden kuzeye kaçarlarken PKK gerillaları ve Önder Apo’ya dört parçadaki inanan militanları güneye akın ettiler.
Evet;
Birileri kendi çıkarlarına düşkün, birileri ise halkına düşkün.
Birileri yaşamına düşkün, birileri halkının yaşamına düşkün.
Birileri paralarına düşkün, birileri namusuna düşkün.
Birileri maddiyatın peşinde, birileri doğru ahlakın peşinde
Birileri başkalarına bel bağlamış, birileri ise kendilerine ve halkına.
Birilerin gözü dışarıda birilerinin ise gözü çeteleri püskürtmekte.
Evet; birileri işbirlikçi birileri ise özgürlükçü. Ve bunlar iki ayrı çizgi. Bugün itibariyle birilerinin temsilini Barzani, ailesi ve bunlara gönül ve bel bağlayanlar yapıyor bir diğerini ise Başkan Apo, onun militanları ve onlara gönül bağlamış Kürt ve Kürdistanlılar yapıyor.
Evet, iki ayrı çizgi var Kürdistan’da: Biri işbirlikçilik diğeri ise Özgürlükçülüktür. Biri Barzani Kürt’ü biri ise Apocu Kürt…
Bunun için ise iki kişilik vardır; biri işbirlikçi kişilik bir diğeri ise özgürlükçü kişilik. Bunları bilerek tavır sahibi olmak hem bugün açısından hem de tarihi köklere yaslanmak açısından çok fazla önemlidir.
Biri arkasına bakmadan kaçmak ile uğraşıyor birisi ise ters istikametten gelerek kaçanları geri çevirmekle uğraşıyor.
Biri zengin, kalın enseli, ekranların ve salonların tanınmış simaları ve emperyalistlerce pohpohlanan; birileri ise fakir, yoksul, ezilen, horlanan ve de terörist olarak uluslararası emperyalist camiası tarafından ilan edilen.
Evet; iki ayrı çizgi vardır. Gün ise bu iki çizgi arasındaki kavgada doğru taraftan yer alarak Kürtlerin özgürlük kavgasında yerini almasını bilmektir.
Evet; Tarih, Şimdidir. O zaman şimdiyi iyi görelim ki tarihi doğru yorumlayalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar