TC Devleti insanlık tarihin en karanlık güçlerinden biri olan DAİŞ ile sıkı fıkı ilişki içerisindedir. Hatta yer yer DAİŞ ile ilişkilerinin organik bağlar taşıdığını da çokça söylemiştik.
Yine daha önceleri DAİŞ denen uluslararası toplama çete örgütünün uluslararası güçler tarafından nasıl kullanıldığını ve yönlendirildiğini de belirtmiştik. Kendilerince Ortadoğu’da yürümeyen planlarını gerçekleştirmek için bir müdahale de bulundular. Ve ne zaman ki yapacaklarını yaptırdılar ve Ortadoğu’da birçok gücün burnunu sürterek istedikleri yere getirdiler. Plan dahilinde yürüyen birçok saldırı ardından, aşırı güçlenen DAİŞ’in eskiden planlanmış olanlara göre hareket etmemesi, uluslararası güçleri DAİŞ’e yönelmelerine götürdü. DAİŞ ise daha önce flörtlü olduğu uluslararası güçlerle arasına mesafe açarak, ancak kapitalist modernitenin bir yaratımı olan ulus devletçi hastalığı olan milliyetçilikle, bölgede tam faşizan bir politik yönelim içerisine girerek, bölgede yaşayan birçok halka ve inanç gurubuna temsil ettiği faşizan değerler temelinde büyük insanlık suçları işleyerek yönelimlerini sürdürdü.
Irak ve Güney Kürdistan'da Şebek Kürtlerine, Kakai Kürtlerine, Êzîdî Kürtlerine, Hristiyanlara, Asurilere, Şii Araplarına, Şii Türkmenlere ve Rojava’da tüm Kürtlere, Alevilere ve daha farklı Ortadoğu renklerine karşı nasıl bir kırım içerisine girdiğini, tecavüz, kaçırmalar, gasp, kafa kesmeler, insanlığın hafızasında ne kadar çok kötülük varsa hepsini bir arada temsil ve uygulamasıyla DAİŞ’in yaptıklarını hepimiz birlikte gördük.
İnsanlık tarihinin belki de en karanlık sayfalarından biri olan böylesine faşizan bir yapıyla TC devleti özelde de AKP en ileri düzeyde organik olarak ilişkidedir.
DAİŞ belirttiğimiz gibi birçok halka ve renge yöneldiği bir gerçektir. Ancak en çok yöneldiği yapı Kürtlerdir. Kürtlerin birçok farklı rengine sadece yönelinmiyor. Daha da ileri giderek Kürtlerin en kadim renklerini topraklarından sürüyor. Şebekleri, Êzîdîler, Kakaileri sürmek için neler yaptıkları ortadadır. Yaklaşık 500 binin üzerinde Êzîdî yurtlarında sökülüp atıldı. Benzer durum Şebekler içinde geçerlidir. Yine Rojava’da bir Halep’te Kürtlerin sürülmesi, en son olarkta da Kobane’de 160 bin insanın Kuzey Kürdistan’a nasıl geçtiği de ortadadır.
Daha acı ve trajedik durum ise yarın belki de yarından daha yakın bir zaman içerisinde DAİŞ Güney Kürdistan’ın birçok farklı yerinde Kürtleri sürmeye dönük saldırılar içerisinde olacağıdır. Bir Xaneqin’in, bir Mendeli’ne DAİŞ’in saldırmamasını kim söyle bilir? Yine farklı yerlerde yaşayan Şii Fehlilere yönelmemesini kim söyle bilir? Kerkük’e saldırmamasını kim söyleyebilir? Şengal’de yaşananların orada yaşanmayacağını kim söyle bilir?
Bu söylediklerimize dediğimiz gibi yine Rojava’nın tümünü eklersek, yaşanacakların boydan boya bir Toplum Kırım olacağı açıktır. Kaldı ki bugüne kadar yapılanların tümü bir Kırım’dır. Soykırım’dır. Sürmedir. Göçertmedir.
Kürtler tarihleri boyunca birçok kez böyle köklü kırımlarla yüz yüze geldiğini hepimiz biliyoruz. Kürtlerin ağıtlarını dinlerken, bu kırımların ne kadar köklü yaşandığını görmek mümkündür. Ya da yakın tarihte Kuzey Kürdistan'da boşaltılan 4000 köyü dile getirebiliriz. Yine Güney Kürdistan'da Saddam tarafından Enfal’de yakılan binlerce köyü ve buralarda göçertilen yüzbinlerce Kürdistanlıyı da ifade edebiliriz. Rojava’da Arap Kemeri adı altında uygulanan politikayla ne kadar çok insanın sürüldüğü zaten ortadadır. Ve tabi birde 1981-82 yılında İran’da katledilen binlerce Kürt ve boşaltılan köy ve sürgün edilen yüzbinlerce Kürt’ü de dile getirebiliriz.
Benzer bir anlatımı ise yine 70-80 yıl önce Kuzey Kürdistan'da, Güney Kürdistan'da ve Doğu Kürdistan'da yaşananları da anlatabiliriz. Dersim’in ve diğer Kürdistan şehirlerinin nasıl boşaltıldığını herkes biliyor. Toplu kıyımları, jenositleri ise dediğimiz gibi herkes biliyor.
Özcesi Kürtler hep sürüldüler. Hep göçertildiler. Kıyımlara uğradılar. Şimdi yeni bir tehlikeyle karşı karşıyadır Kürtler. Tehlikeleri yukarıda ifade ettik. Hem Güney Kürdistan'da hem de Rojava’da Kürtlerin sürülme tehlikesi vardır. Ancak yarın aynı tehlikenin Doğu Kürdistan'da ve de Kuzey Kürdistan'da yaşanmayacağını kim söyle bilir ki?
Kürtler bu büyük tehlikeyi yaşarken, bu büyük kıyımlarla yüz yüze gelme ihtimali var iken, Kürtleri böyle büyük bir Kıyıma uğratmak isteyen DAİŞ adındaki toplama çete örgütüyle TC Devleti’nin ve de AKP Hükümeti’nin ilişkilerinin organik olduğu ne anlama gelir? Kürtler Kıyımla karşı karşıya, AKP ise Kürtlerin DAİŞ’e karşı sürdürdükleri sert mücadelelerine karşı ellerinde ne geliyorsa onu yapacak. Yine DAİŞ’e karşı protesto eylemleri içerisinde olan Kürtlerin onlarcasını aynı biçimde AKP ve onlara yakın duranlar katledecek.
Bir yandan Kürtler büyük Fiziki Kırım ve Sürülme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar, diğer yandan ise bu Kırım ve Sürülmeyi gerçekleştiren faşizan yapıya tamamen destek sunan bir AKP ve Devleti var iken Kürtler ne yapacaklardır?
Bir kere önce Kürtler çok acilen ulusal birliklerini sağlamaları gerekiyor. Bunun yolu Ulusal Kongre’dir. Geçmişte ileri sürülen içi boş birçok gerekçeyi bir köşeye atarak bu Ulusal yapıya gitmek gerekiyor. Kürtler yine daha önce Başkan Apo’nun dile getirdiği ortak bir Diplomasi Kurumu oluşturmaları gerekiyor. Ortaya çıktı ki askeri güçlerini ortaklaştırabilirler, yine ortak bir Askeri Komutanlık oluşturmaları gerekiyor. Ve yine bir yönetim mekanizmalarını oluşturmaları da gereke bilir.
Bunlar yeter mi? Yetmez.
Niçin yetmez? Kürtler büyük bir Kıyım ve Sürülmeyle yüz yüzedirler. Onun için öncelikli olarak Kürtler tamamen, tüm parçalarda, Savaşan Halk Gerçekliği ’ne göre kendilerini örgütlemeleri gerekiyor.
Dikkat edelim, DAİŞ Maxmur’a yöneldiği zaman eğer HPG’nin gerillaları yetişmeselerdi, halka güçlü bir moral ve motivasyon sağlamasalardı, Hewler’in boşaltılacağı bile tartışılır hale gelmişti.
Evet, böyle olmaması için tüm Kürtler, hatta Kürdistan'da yaşayan tüm halklar ve hatta Ortadoğu’da yaşayan tüm renkler, inançlar, halklar ve ne kadar böyle azınlık yapılar varsa, bu Savaşan Halk Gerçekliği stratejisiyle örgütlenmeli ve Ortadoğu tarihinde yaşanmış tüm kötülüklerin bir nevi bileşkesi olan DAİŞ faşizan çete yapısına karşı oluşturacakları Öz Savunma’larıyla kendilerini korumaları gerekmektedir. Elbette özelde Kürtler ve Kürdistan'da yaşayan herkes bu olağanüstü duruma göre kendilerini örgütlemeleri daha fazla gerekmektedir.
Bunu yaparken de DAİŞ ile yan yana, kol kola yürüyen, bir AKP’nin ve TC Devleti’nin politikalarına karşı da ortak bir duruş içerisinde olmaları gerektiği de zaten açıktır. AKP’nin Kürtlere karşı Soykırım Politikalarını ısrarla sürdürdüğü gerçeği de dikkate alındığında, Kürtlerin hangi soykırım tehlikesi ve tehdidi altında olacağını da bilerek, olağanüstü bir katılımla, her yerde, hızla, kendimizi örgütlemeli DAİŞ ve AKP faşizmine karşı ortak bir duruş içerisinde olmalıyız.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
İttihat-ı Terakki’nin en tanınmış simalarından biri, Balkanlarda görevliyken çeteci tarzın geliştirilmesinde en çok fazla rol alan Enver Paşa ismindeki kişidir. Süreçle hızla İttihat-ı Terakki içerisinde yükselerek Genel Kurmay Başkanlığı’na kadar terfi etmiştir. Irkçılığın, milliyetçiliğin, önceleri Pan İslamizm ardından ise Pan Turanizmin de yetkin bir temsilcisi ve de Osmanlıyı Birinci Paylaşım Savaşına süren kişidir de.
İttihat-ı Terakki halklara karşı işlediği suçlarla biliniyor ve anılıyor. Yine hukuk dışı-Demirel’in deyimiyle ifade edecek olursak-rutinin dışına en fazla çıkan bir örgütünün de adıdır İttihat-ı Terakki. Önceleri güya halkların ortaklaşmasını, Osmanlıyı kurtarma temelinde yaklaşım sergileme imajı verse de, süreçle bunun böyle olmadığını, tam tersi bir istikamette hareket ederek halklara Hitler Faşizmi’ne örnek olacak kadar bir vahşet pratiği sergileyen bir faşist örgüttür İttihat-ı Terakki.
İttihat-ı Terakki’nin öncüleriyle AKP’nin lider kadro arasında ilginç benzerlikler bulunmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi kurulurken Osmanlı’nın kurtarılması için yola çıkmış ancak 1906 yılında-özelde Balkanlar’da-çark ederek tamamen bir milliyetçi, ırkçı çizgiye girilmiş ve adım adım Mezopotamya’nın birçok rengini acımasızca katletmekten geri durmamışlardır.
Dikkat edelim aynı durumunu bizler bugün AKP’nin lider kadrosu için de görüyoruz. Kürt Halkı’nın Türk Halkı’yla kardeş olduğunu söyleyen bir Davutoğlu’ndan, Kürtlere ölüm fermanı veren bir Davutoğlu’na gelmiş bulunuyoruz. “Kobane ile çözüm sürecinin ne alakası var” dan, “Kobane bizim iç işimiz değil” den, “PKK ile IŞİD bizim için aynıdır” söylemlerine gelinmiştir.
İttihatçıların beyin takımında yerini alan Üçlü’ye, yani Üçlü Triumvira denmektedir. Bunlar Enver, Talat ve Cemal ismindeki sözde paşalardır. Bunlardan Dahiliye Nazırı Talat Paşa Ermeni Halkı’nın katliamıyla görevlidir. Cemal Paşa Arapların katliamıyla görevlidir. Ve Enver ise Kürtlerin katledilmesinde görevlidir.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın Halep Valisi’ne gönderdiği telgraf metni şöyledir: “Türkiye de yaşamakta olan Ermenilerin ortadan kaldırılması için Cemiyet talimatları uyarınca nihayet alınan karar daha önce size bildirilmişti. Bu karara aykırı bir tutum içinde olanların görevlerinin başında tutulmamaları gerekir. Atacağınız adımlar Ermenilerin sonunu getirici nitelikte kesin ve keskin olmalıdır. Hiçbir şekilde yaşa, vicdana ya da kadın, erkek ayrımına bakmayın” diyerek katledilmelerinin talimatını vermiştir.
Cemal Paşa dediğimiz gibi Arapları katletmekle görevlendirilmiştir. 6 Mayıs 1916 Yılı’nda onlarca Arap Aydın’ı bizatihi Cemal Paşa tarafından idam edilmişlerdir. Halen bugün bile bu gün Araplar içerisinde Şehitler Günü olarak anılmaktadır. Bu planlamanın çok önceleri planlandığını gösteren belgelerin bulunduğunu ve bu belgelerden birinde: “Bazı Arapça kaynaklarda bir grup Arap Subay’nın 1912’de önemli bir belgeyi ele geçirdiği belirtilmektedir. İttihatçı bir liderin üst düzey bir subaya gönderdiği bu mektupta şunlar denmektedir. “Arapları düşman ateşine maruz bırakın ve onlardan kurtulmaya bakın; çünkü onları öldürmek çıkarımızadır. Kürtler ise sağ tutulmalıdır. Çünkü Ermeni Toprakları’nda onlara ihtiyacımız var.” denilmektedir.
Kürt Kıyımı’nda ise dediğimiz gibi Enver Paşa görevlidir. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’nda giderek zayıfladığında,1916 Yılı’nın 1917 Yılı’na bağlayan kışında yüz binlerce Kürt, Kürdistan’dan batıya zoraki sürülmektedir. Bu sürgünlerde kimi belgeye göre 700.000 Kürt yaşamını yitirmiştir. Bunu uygulayan Enver Paşa’dır. Bilindiği gibi Ermeni Kıyımı daha doğrusu Soykırımına İttihatçılar çok erkenden geçmişlerdi. Gerekçeleri ise “savaş esnasında düşmanlarla işbirliği yapma” suçlamasını öne sürerek, 1,5 milyon Ermeni katledilmişti. Ermenilerden sonra sıra Kürtlere gelecekti. 1916 yılında Anadolu’ya sürülen Kürtlere-önceden hazırlanmış bir plan gereğince-, nüfusları yüzde beşten fazla olmayacak, ana dilleri yasak edilecek, aydınları ve büyükleri çocuklarından kopartılacak ve Türkçe öğrenme zorunlu kılınacaktır. O meşhur “Zo gitti, lo kaldı” sözü bu dönemlerden kalma olan bir söz olduğunu unutmayalım. Yani ‘Ermeniler katledildi sıra Kürtlere gelmiştir!’ anlamındaki bu sözün gereklerini daha sonra İttihatçılar yerine getirmişlerdi.
90 bin askerin korkunç kış şartlarında öldüğü Sarıkamış Seferi’nden, yaşananlar tam bir felaketti. 90.000 askerden10.000’in sağ kalabildiği, özellikle de donmaktan ve açlıktan kurtulabildiği bu sefer, sonuçları açısından korkunçtu. Enver Paşa buna rağmen yok yere şu sözleri sarf etmemiştir: “Sarıkamış Çarpışması’na dıştan bakarsak yenildik sayılır. Fakat gerçekten muzafferiz. Çünkü Sarıkamış Ormanlarından Erzurum’a kadar uzanan yollar üzerinde on binlerce Kürt Genci’nin cesedini bıraktık” diyebilecek kadar Kürt Soykırımı’na angaje olmuştur.
Aynı Enver Paşa Sarıkamış Seferi’ne çıkmadan önce: “Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki Kolordu ile arkalarına düşerek ricata mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. IX. Ve X. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit Ordu mahvolmuş demektir” diye yazdığı bilinmektedir.
Davutoğlu’nun halleri tam da Enver Halleri olduğu açıktır. Davutoğlu’nun serzenişleri ile dönemin Enver Paşa serzenişleri benzerdir. Enver büyük bir Turan sevdasıyla, Turan’a yönelmeden önce bu coğrafyada yaşayan –sayısal olarak-en büyük halkı yok etmek için elinden geleni yaparken, bugünde benzer bir şekilde Davutoğlu Kürtleri hedeflemektedir. Hem de tüm Kürtleri. Öyle ki “bir Toma yerine beş Toma alacağız” diyerek bu hedefine ulaşmak istediği dile getirmektedir.
Sözü uzatmadan belirtelim ki yeniden bir İttihatçı zihniyetle karşı karşıyayız. Tarihte nasıl ki Triumvira iş bölümü temelinde halkların kırımına girişmiş ise bugün de benzer bir şekilde bir yönelimin planlamasını yaptıklarını görülüyor. Erdoğan, Akdoğan ve Davutoğlu üçlüsü kendince bir plan dahilinde halklara yönelmektedirler. Bu planda öyle görülüyor ki Kürtler, Davut Enver’e verilmiştir. Enver’in neme nem bir hayalci ve Türk milliyetçisi olduğunu tüm tarihçeler yazıyor. Bunun için, Büyük Turan Ülkesi için Orta Asya’nın Pamir eteklerinde, Çegan tepesinde, Sovyet Kızıl Ordusu’na karşı bir çarpışmada öldüğünü de herkes biliyor.
Şimdi de Davutoğlu ve üçlüsü benzer bir Türkçülük ve Turancılık sevdasıyla yola çıkmışlardır. Bunun için Kürt Halkı’na, Rojava’ya, PKK’ye, Kürt Gençleri’ne derken herkesi hedef tahtasına koyarak saldırmaktadır.
Doğası gereği o zaman sorulması gerekli olan soru: “Enver Paşa Yeniden Mi Hortluyor?” sorusudur.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Siyaset, Arapça sözlüklerdeki anlamıyla, bir nesneyi dikkatle gözlemektir. Var olan toplumsal sorunları ise büyük bir öngörülüyle görerek çözmektir. Bu işi yapan siyasiler ise olacakları önceden görerek toplumuna yol göstermektir. Bu bağlamda siyasetçi toplumun öncüsü ve yol göstereni olmaktır.
İtfaiyenin, temel görevi yangın söndürmektir. İtfaiyecilik ise yangın söndürme kuruluşudur. Bu işi yapana ise itfaiyeci deniyor ki görevi, yangın söndürücülüktür.
Hiç şüphesiz siyasetçi ile itfaiyecilik mesleki olarak birbirine yakın görülebilir. Nede olsa her iki meslekte sorun çözücüdürler. Birisi söndürerek toplumu rahatlatırken bir diğeri de yaptıklarıyla toplumu rahatlatıyor.
Belki normal ortamlarda her iki mesleğin birbirine yakın duruşu anlaşılırdır. Ancak eğer bir yerde faşizme yakın şartlar varsa orada bir siyasetçinin görevi itfaiyecilik olamaz. Faşizm doğası gereği bastırmadır, sindirmedir, katletmedir. Faşizme yakın durumlar yaşanıyorsa, halk günlük olarak coplanıyorsa, dilini kullanmak isteyen bir toplumun kendi alnının teriyle oluşturduğu okullar kapatılıyor ve zincirleniyorlarsa, yanı başında katledilmekle yüz yüze kalan bir Kürt Şehri için yola çıkan kapı komşular hem coplanıyor, hem gazlanıyor, hem taranıyor ise orada şartlar normal yürümüyordur. Hele birde bu Kürt Şehri’ne yapılan saldırılara en çokta Kürt Sınır Köylerini boşaltarak DAİŞ örgütüne her türlü lojistik, insan, silah desteği göz göze veriliyorsa orada gerçekten de siyasetçinin görevi itfaiyecilik olamaz. Toplumun sinir uçlarına saldıran bir rejime karşı toplumun kalkışı söndürülemez, dindirilemez. En azından bu halkın “siyasetçisiyim” diyenler bunu yapmamalı.
Kobane’de yaklaşık 25 gündür Kobane ve savaşçıları ayaktadır. Dünyanın en faşizan ve insanlık düşmanı gücü olan uluslararası toplama çete güçleri tüm güçlerini toplayarak Kobane’ye saldırıyor. Bu toplama çete örgütüne akıl verenlerin kesinlikle Türk Askeri Güçleri hatta Özel Savaş Güçleri olduğu açıktır. Bunun böyle olduğunu günlük olarak ekranlara yansıyan çetelerin sınırları geçişleridir, TC Devleti’nin onlara verdikleri silahlardır, cephanedir. Ve de Suruç’ta ayakta olan halkı engellemek için her şeyi yapan bir devlettir.
Gerçekler böyle iken, Kobane kuşatmasını en çok savunan, en çok destekleyen TC Devleti olmasına rağmen, hatta bununla yetinmeyerek Afrin’e saldırı hazırlığı bile yaparken gidip; “Hükümet Kobane’nin düşmesini istemiyor” gibi sözler sarf etmek tek kelimeyle öngörüsüzlüktür. Bunlar yetmediği gibi ikide bir; “TC devleti Kobane’ye silah vermeli, neden ABD DAİŞ’i daha etkili vurmuyor, neden TC Devleti angajman kuralı gereği DAİŞ’i vurmuyor” gibi sözleri sarf etmede benzer bir öngörüsüzlüktür.
Hem TC Devleti’nin DAİŞ’i desteklendiği söylenecek hem de onlarda silah istenecek. ABD’nin DAİŞ gibi toplama çete örgütünü yönlendirdiği söylenecek ama günlük olarak ABD’nin DAİŞ’i etkili vurulması istenecek. KDP’in Rojava’nın düşmesini istediği söylenecek ama KDP’den destek istenecek. Bunlar tek kelimeyle kocaman çelişkilerdir. Ya söylenenler yanlıştır, ya da kocaman bir apolitiktik yani politikasızlık vardır.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, TC Devleti ilk günden beri Kobane Politikası’nda Rojava Devrimi’nin düşmesi için her şeyi yapmıştır, yapmaktadır, yapacaktır da. O zaman bu gerçekler bilinerek TC Devleti’ne ve onun hükümetine yaklaşım sergilenmelidir. Erdoğan ismindeki kişi DAİŞ ile PKK’nin aynısı olduğunu söylüyor. Taner Yıldız gibi birisi aynısını sarf ediyor. Bülent Arınç gibi birisi daha da ileri giderek, “sözde Kanton kuracaklardı” diyor. Yine siyasi işlerle sorumlu olan Yalçın Akdoğan ise daha düzeysiz ve faşizanca saldırıyor.
Gerçekler böyle iken sanki durum normalmiş, sıradanmış, her şey olağanmış gibi bir hava takınmak Siyasi İtfaiyecilik olduğu görülmek durumundadır. Kürt Özgürlük Hareketi sürecin kendileri için bittiğini söylemekte, Kobane’ye saldırıların TC Devleti tarafından yapıldığını açıklamakta, basın günlük olarak TC Devleti’nin DAİŞ’lere nasıl arka çıktığını belgelemekte, hatta TC Devleti’yle içli dışlı ve sarmaş dolaş olan ABD bile TC’nin ne kadar DAİŞ’e destek sunduğu söylerken, tam tersini içeren açıklamalarda bulunmak, tek kelimeyle gerçekten de öngörüsüzlük olduğu gibi söylenenler ise Siyasi İtfaiyeciliktir.
Kürdistan'da Siyasi İtfaiyecilik hiçbir zaman sonuç alan bir politika olmamıştır. Elbette belki bazı durumlarda bunlarda olabilir. Ama bugün Kobane diz boyu kan ile boğuşurken, halkın ayağa kalkışını açıklamalarla söndürmek, siyaseti okuyamamaktır. Kaldı ki AKP denilen partinin ilk günden başlayarak muazzam bir şekilde oyalama taktiğini uyguladığı biliniyor. Hem de büyük bir ustalıkla bu tarz bir siyaset yürüttüğünü bugün sokakta ki her sıradan insan bile biliyor. Yine söylem ile pratik ya da söylem ile eylem arasında dünyada belki en büyük mesafeyle yaşayan tek rejim, tek siyasi güç AKP’dir. Ve bunun öncülüğü ise Erdoğan’dır.
AKP ve Erdoğan söz ile eylem uyumsuzluğu demektir. Söz ile eylem çelişkisi demektir. Söz ile uygulamanın tersi demektir. Hatta bir ara bir Türk Yazar’ın deyişle, “AKP’nin söylediklerinin tersi doğrudur. AKP neyi söylüyorsa tersini yapandır.”
Evet, gerçekler böyle olmasına rağmen ikide bir Kürdistan Halkı’nın ayaklanışını söndürmek, geriletmek maalesef siyaseten sadece ve sadece Siyasi bir İtfaiyeciliktir. Siyasi İtfaiyecilik ise gerçekten sadece ve sadece Özgürlük Arayışlarına, bir halkın ayağa kalkışına zarar vermektedir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsan toplumsal bir varlık. Varlığın toplumsallaşması demek en çok ahlaki değerlerle yüklü olması demektir. Ahlak ise toplumsallaşmada önemli oranda özgürlüğüne düşkünlüğü ifade eder. Yani bir toplum ne kadar ahlak değerleriyle yüklüyse o kadar özgürlüğüne dolayısıyla onuruna düşkün demektir. Onuruna düşkünlük bunun için aslında vicdanlı olmak demektir ki, bu ise toplumsal özgürlüğü ifade eder. Bu bağlamda vicdan aynı zamanda özgürlük ahlakıdır.
Toplumun en temel birleştiren harcı kesinlikle özgür yaşama arayışı ve ahlakıdır. Toplumu birbirine bağlayan ahlaki öğeler dağıldıktan sonra geriye insandan acaba bir şey kalır mı?
Unutmayalım ki toplumun en temel ahlaki değerlerden bir tanesi kesinlikle onur kavramıdır. Yani: “İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, öz saygı, haysiyet, izzetinefis”tir. Ve “erdem, gözü pekliktir.”
Bugün yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında Kürtler büyük bir direniş içerisindedirler. Öyle ki Kürtler birçok yerde soykırımla karşı karşıyadırlar. Sorun bugün sadece Kobane’de olup bitenler değildir. Yine daha önce Şengal’de yapılanlarda değildir. Gerçek manada uluslararası güçlerin besleyip Ortadoğu’da halkların başına bela ettikleri, toplama çete örgütü, Başkan APO’nun deyimiyle “herkesin ortak fahişesi DAİŞ”’in planları daha kapsamlıdır.
Yarın Güney Kürdistan'da Xaneqin, Mendeli ve büyük bir ihtimalle yine Kerkük’e saldırarak halkımızı ve diğer halkları sürmek için ellerinde ne gelecekse yapacaklardır. Yine Güney Kürdistan’ın DAİŞ çete örgütüne sınır olan yerleri de boşaltmak için özel saldırılar gerçekleştireceklerdir. Ve tabii benzer bir şekilde nasıl ki Şengal’de yaptılar ve nasıl ki şimdi Kobane’de yapmak istiyorlar, benzer bir şekilde Rojava’da yaşayan halkımızı, halkları, azınlıkları da sürerek kendilerince sınırlar çizmek isteyeceklerdir.
Kürdistan tarihinde böyle sürmeler, sürgünler, göçler, kırımlar çokça yaşanmıştır. Öyle ki birçok kez toptan Kürt Halkı yerlerinde sökülüp başka topraklara atılmışlardır. Bu tarz bir fiziki kırımla kendilerince dönemin işgalci güçleri Kürt coğrafyasını Kürtlerden arındırmayı hedeflemişlerdir. Ve bugün Kürdistan’ın birçok yerinde Kürtler yaşamıyorlarsa, yine Kürdistan’ın birçok yerinde örneğin Ermeni, Asuri, Êzîdîler yaşamıyorsa bunun tek nedeni bu faşizanca söküp atmalardır.
Şimdi yeniden tarihi kritik ve tehlikeli bir an’dan geçiyoruz. Böylesine tehlikeli bir dönemeci engellemek her Kürt’ün, yurtseverin, demokratın, dostun görevi olduğu açıktır. Unutulmasın ki DAİŞ toplama çete örgütü tarafından Ortadoğu’da halklara dayatılan faşizan zihniyet, kesinlikle Ortadoğu’da halkların karşılıklı kırımının yoluna açacak büyük tehlikeli bir oyun olduğu açıktır. Bunun için herkesin halklara dayatılan bu onursuzluğa karşı durması en temel insani bir görevdir.
Ancak unutulmamalıdır ki halkları kırıma götürecek, özelde de Kürt halkını soykırımla yüz yüze getirecek bu DAİŞ Faşizmine karşı en fazla Kürt Gençliği meydanlara çıkmalıdır. Ve tabi bugün kıyasıya bir mücadele edilirken en ön cepheye, cephelere yine Kürt Gençliği akmalıdır. Kürt Gençliği onuruna düşkün olan bir gençlik olarak, verilen Büyük Onur Savaşına en ön safta katılmalıdır. Nedeni açıktır, eğer kendimize karşı saygı duyuyorsak, öz saygımızı yitirmemiş isek, toplumun değerlerine bağlı ve saygılı isek, o zaman dediğimiz gibi verilen Büyük Onur Savaşı’na en ön safta dediğimiz gibi, tüm varlığımızla katılmalı ve Kürt halkının yanı sıra bu coğrafyanın tüm renkli inanç ve etnisitelerini büyük bir vahşete karşı korumak için, özgürlük mücadelesine, özgürlük dağlarına, özgürlük kentlerine, özgürlük birliklerine akmalıyız.
Eğer bizler: “Ahlakı toplumun politik hafızası olarak da yargılamak mümkündür. Ahlaken aşılmış veya ahlaktan yoksun kalmış toplumlar politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir. Bu da bir toplum için öz savunmadan yoksun, her tür iç ve dış tahakkümcü, sömürgen ve asimilasyonist uygulamalara açık hale düşürülmektir” diyorsak o zaman, bir an önce ahlaki değerlerimizi korumak için mücadelenin en yumuşağından en sertine kadar geniş olan bir yelpazede sürdürülen direnişe katılmalıyız.
Unutmayalım ki: “Kendi ahlakını güçlü yaşayan bir toplum, iktidara ve açık sömürüye kolay boyun eğmez. Ahlakın en olumsuz, geri, ilkel hali bile iktidar ve devletlerin en ileri hukukların, yönetimlerinden bir toplum için daha değerlidir. Ahlaki ve politik toplumun yaşandığı yerde iktidar ve hukuk gereksiz olmaktan öteye tahammül edilmesi güç bir yüktür. Bir toplum ne kadar ahlaki ve politik kılınırsa o denli demokratik, özgür ve eşitçi kılınır; dolayısıyla iktidar eliti ve sermaye tekellerinin istismarına kapalı ve direngen kılınır.” Bizlerde Kürdistan ve Türkiye’nin özgür yaşama sevdalı olan gençliği, iktidar odaklarının hedefi olmamak, kolay kolay sömürülecek hale gelmemek için, onur kırıcı yönelimlerine karşı kesinlikle durmasını bilmemiz kadar, halklarımızı, inançları da savunacak bir pozisyona kendimizi getirmesini bilmeliyiz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Hatırlayanlar bilir birkaç yıl önce Polislere dönük birçok yazı yazı yazılmıştı. Bu yazılarımızda Polisin ve Polis Teşkilatının devlet yapıları için ne anlama geldiğini anlatılmaya çalışılmıştı. Polisin ne olup olmadığını, devlet içerisindeki rolünün ne olduğunu da anlatmaya çalışan o yazılarda bir Japon Atasözünde Polise ilişkin yazılanlar da vardı.
Yazı aynen şöyleydi:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim,
Irza geçeni bağışlayabilirim,
Adam öldüreni bağışlayabilirim,
İmparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, Ama polisime el kaldıranı asla!”
Burada dikkat edilirse her kim ne yaparsa yapsın af edilebilir, hatta Japonlar için Tanrı olan İmparatora kılıç çeken bile af edilebilir, ancak “Polisimi” vuran değil, polise el kaldırana bile tahammül edilemeyeceği, af edilemeyeceği çok açık bir dille ifade ediliyor.
Neden “polisime el kaldıranı asla” af edilemeyeceğini bunun için iyi irdelemek gerekiyor.
Yıllar önce o yazılarda genişçe bu durumu irdelenmiş ve gerekli olan uzunca anlatılmıştı. O yazıların birinde şöyle ifade edilmişti.
“Hepimiz toplumu baskılayan gücün askeri güç olduğunu düşünürüz. Ne de olsa Türkiye Tarihi’nde sistem karşıtlarını hep karşılayanlar son tahlilde askerler yani ordu olmuştur. Asker yetişen, yetiştiren bir toplumda bu algının oluşması belki de anlaşılırdır. Ordular savaşçı iktidarcı tahakkümcü güçlerin en örgütlü gücü olarak elbette günahsız bir kategoriye konulamaz.
Ordu nedir? Savaşın en örgütlü kullanımın örgütüne ordu deniliyor. Askeri örgütlenme deniyor. Ordular da savaşı iki alana yöneltiyorlar. Bir; ordunun denetlediği sınırlar içerisindeki topluma yönelttiği şiddet yani iç savaş süreçlerinde. İki; ordunun sınırları dışında kalan özgür topluluklara ve devletlere yönelttiği saldırı, şiddet kullanımı oluyor. Buna da dış savaş deniliyor.
Yani ordu normal durumlarda egemen, iktidarcı savaş güçlerinin çıkarlarını koruyan bir güçtür. Ancak bu güç her zaman devrede görülmez. Ordu, Türkiye’de yukarıda söylediğimiz karakterinden dolayı farklılıklar içerse de özü iç savaş dönemlerinde müdahil olan ve de dış tehlikelerde ya da dış güçlere karşı tehdit unsuru olarak kullanıldığında devreye girmesinde görülür.
Lakin iktidarcı savaş güçleri tahakkümlerinde bulundurdukları toplumu ya da toplumları ilk elden polis güçleriyle rapt u zapt altına almaya çalışırlar. Daha doğrusu iktidarcı savaş güçleri toplumu kontrol altında tutmaları için kullandıkları temel güç polistir. Bunun içindir ki polis kutsanır. Bunun içindir ki emperyal güçlerde polislerin her zaman özel bir yeri vardır. Onlara en özel yer verilir. Çünkü sistemi ayakta tutan, kollayan, koruyan, muhalifleri hizaya getiren, farklı düşünceleri baskılayan güçlerin başında hep polis gelir.”
Polisi sözlüklerde bizler: “Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta” olarak ele alındığını görürüz. Huzuru sağlayanlar elbette çok fazla önemli olurlar. Bir yerde huzur yoksa oraya kapitalizmin sermayesi gitmez, çünkü doğası gereği sermaye huzuru olan yerleri tercih eder. Sormak gerekmez mi kimin huzurunu sağlamak? Yukarıda ifade etmiştik devletçi, iktidarcı yapılar esasen hırsızlık üzerine kuruludurlar. Devlet kendisi özü itibariyle ilk kuruluşundan başlayarak bugüne kadar halkların tüm değerlerini çalmak üzerine kuruludur.”
Başka bir söylemle: “Polisin ya da polis teşkilatının ilk görevinin yaratılan bu haksız, hırsız, baskıcı, kan emici, tahakkümcü ve anti insanı düzenin korumakla hatta ayakta tutmakla görevli olduğu aşikârdır. Huzur dedikleri bu haksız olupta insanlık karşıtı sitemi ayakta tutanların huzuru kast ediliyor. Güvenlik ise yine bu küçük bir azınlık ile bu sistemde çıkarlarını olanların güvenliğidir. Kamu düzeni dedikleri ise dediğimiz gibi kurulan ve toplumları zulüm cenderesine alan bu baskı rejimidir.”
Yukarıda ifade edilenlerden polisin hangi görevleri üstlendiğini net görebilmek mümkündür. Polis yapılarının halklara karşıtlık temelinde kuruldukları, kollandıkları, korundukları, örgütlendiklerini belki de en çok Türkiye Cumhuriyeti Devleti denilen yapının kendisinde görebiliriz. Dünyanın her yerinde polisler halklara karşıtlık temelinde örgütlendiklerini ifade etmiştik. Münhasıran Türkiye’de hem Türkiye Sol-Sosyalist Harekete hem de Demokratik yapılara karşı Polislerin nasıl pervasızca, hiçbir ölçü tanımadan saldırdığını herkes günlük olarak görebilir. Lakin bu saldırıların Kürdistan'da, Kürtlerin; gençlerine, kızlarına, analarına, çocuklarına, ihtiyarlarına, melelerine, sanatçılarına, aydınlarına, sivil toplumcularına derken toplumun ne kadar böyle tabaka ve kesimleri varsa, faşizanca yöneldiğini de herkes görmektedir.
Nedeni açıktır;
Polis eşittir Sömürgecilik,
Polis eşittir Devlet,
Polis eşittir İşgal ve İşgalcilik.
Böyle olunca Kürdistan'da polise uzatılan eller devlet tarafından en sert yönelimlerle karşılık buluyor.
Dikkat edelim Polisler söz konusu oldu mu, kararlar dünyanın her yerinde en erken alınan kararlar olmaktadır. Ve tüm alınan kararlar ağırlıklı olarak polisi koruma ve kollama üzerine olmaktadır. Çünkü devletler hele bir de bu devletler sömürge devletler ise Polislere toz kondurtmazlar. Çünkü polise toz kondurtulduğunda orada artık devletin, sömürgeci devletin varlığı tartışılır hale gelir. Bunun olmaması için en küçük bir durumda polise yapılana karşı en sert tavır alınır.
Evet, polis devlettir, ancak Kürdistan'da polis sömürgeci ve derin devletin ta kendisidir. Gerçeklik budur. O zaman bizim Kürdistan'da yapmamız gereken ilk iş Polisin Kürdistan'da çıkartılmasıdır. Polisin Kürdista
n'da nefes alıp vermesine son verilmesidir. Kürdistan'da uzaklaştırılmasıdır. Özcesi Kürdistan'da polislerin gölgesinin bile kalmamasıdır.
Peki, gerçeklik bu mudur? Hayır. Tüm tutuklamaları, gazlamaları, mermilemeleri, yakıp-yıkmaları polis yapmaktadır. Gençlerin üstüne TOMA’ları sürenler, su sıkanlar, kelepçe takanlar yine bu Polislerdir.
Durum bu ise yapılması gerekli ilk iş, kesinlikle bulunduğumuz her alanda polise yönelmektedir, hem de gençlik ruhuyla yönelmektir. Hem toplu yerlerde, hem kıyıda-köşede, hem mahallede, hem evlerinde, hem lojmanlarında, hem araçlarında derken karakollarında da bunların rahat görmemesi gerekiyor.
En zengin yöntemlerle Polisi polis olmaktan çıkartmak için her Kürdistanlı ve Sol-Sosyalist ve Demokrat gencin üstüne düşen görevi yapmalıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
TC Devleti yeniden “Sokağa Çıkma Yasağı” ilan etti. Hem de Kürdistan’ın birçok kentinde. Üstelik Kobane’nin düşmesi için her şeyi yaptığı bir an’da.
Kobane tam 25 gündür direniyor. Ama dikkat edelim TC Devleti, DAİŞ uluslararası toplama çete örgütüne var gücüyle arka çıkıyor. Kürtlerin yenilmesi için elinden ne geliyorsa yapıyor. Bununla yetinmediğini ise açıkça dile getirerek, Kobane’den sonra sıranın Afrin’e geleceğini ifade ediyor. Yani TC Devleti, Kürtlerin tüm kazanımlarını bitirmek için dediğimiz gibi var gücüyle hareket halindedir.
- Ayrıntılar
Kürdistan bugün tarihinin en büyük dönemeçlerinde birini yaşıyor. Dönemeçlerin ikili karakteri vardır. Olumluya ve de olumsuzluğa doğru kayma karakteri, ihtimali…
Kürdistan Özgürlük Mücadelesi tarihinde bu denli gözle görülür ve elle tutulur bir devrim süreci az yaşanmıştır. Hiç şüphe yoktur ki bir 1990’ların başında ve birde 2000’lerin başlarında da böyle iki süreç yaşanmıştı.İlkini ihanetçi ve işbirlikçi çizgi diye tabir ettiğimiz, hem bölgesel hem uluslararası güçleriyle işbirliği içerisinde, TC devletiyle ortaklaşa Özgürlük Hareketine saldırarak bu tarihi fırsatın kaçmasına yol açılmış, bir diğer tarihi fırsatı ise Özgürlük Hareketi içerisinde çıkmış provokatör, işbirlikçi ve bozguncu çeteciliğin uluslararası güçlerle içine girdikleri alçakça ihanet ile engellenmişti. Özgürlük mücadelesinin tarihinde ortaya çıkan yeni tarihi bir fırsat ise şimdi yaşanan an’dır.
Kuzey Kürdistan'da 2012 yılında verilen görkemli gerilla direnişi ile TC devletinin tüm faşizan planları boşa çıkartılarak tarihi bir momentum yakalanırken, Rojava’da özgürlük mücadelesi 19 Temmuz 2012 devrimiyle cisimleşmiş bir hale gelmiştir. Rojava Devrimi her geçen gün gelişirken 2014 yılında özgürlük mücadelesi Kürdistan’a yayılarak ilk kez tüm Kürdistan’ı bir devrim sürecine sokmuştur.
Tarihi an, devrimci durum, derin kaos, yeni durum gibi birçok ifadeyi bu tarihi momentumda kullanmak dile gelen bu tarihi dönemecin kendisidir. Bu dönemeçte ilk kez Kürdistan’ın tümü özgürlük mücadelesinin dalgasıyla bir devrim dalgasına girdiğini Ortadoğu’da siyasetle uğraşan herkes görmüştür.
Rojava Devrimi kazanımlarını giderek sağlamlaştırılırken, kuzey her geçen gün daha köklü hale gelmekte, Güney’in derinliklerine yayılan devrim süreci ise hiç şüphe yoktur ki Doğu Kürdistan’a da yayılacaktır.
Uluslararası güçler Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı yaşadığı ideolojik çelişki ve çatışmalardan dolayı bugüne kadar sürekli bir karşıt pozisyonda yerini alarak hep karşı hamleler içerisinde olmuştur. Kapitalist modernist güçler henüz 1980’lerin ortalarında özgürlük hareketine karşı Avrupa’da savaş açarak, peşinden ise terörist ilan edebilmek için onlarca militanına karşı kirli operasyonlar yürüterek yıllarca tutsak almışlardı. Bununla yapılmak istenen Kürtler içerisinde her geçen gün gelişen ve Kürt halkının sempatisini kazanan bu gelişim trendini durdurmak, yapabilirler ise içlerinde çatlaklar oluşturarak parçalamaktı. Bunu bu güçler başaramadılar. Kazanan özgürlük mücadelesi olmuştu.
Daha sert bir saldırı ise Kapitalist modernist güçler 1992 yılında yukarıda ifade ettiğimiz Güney Savaşıyla gerçekleştirmişlerdi. 1992 yılında güneyin etkili iki gücünü bir araya getirerek, federal bir Kürdistan’ı da onlara vaat ederek, özgürlük hareketinin üzerine sürmüşlerdi. Unutulmasın ki Federal Kürdistan’ın o yıllarda aldığı ilk karar PKK’nin Güney Kürdistan'da çıkması gerektiği kararıydı.
Belki de 1992 yılından da daha kalıcı olan başka kapitalist modernite güçlerinin bir saldırısı ise 9 Ekim 1998 gerçekleştirilmiş olan uluslararası komplodur. Hatırlanmalıdır ki 17 Eylül 1998 yılında Washington’da güney Kürtlerinin iki etkili gücü ile TC devletinin ortaklaşa ABD’nin öncülüğünde bir araya gelerek özgürlük hareketini terör örgütü ilan ederek, uluslara arası komplonun başlatılmasına ve bunun sonucunda Rêber Apo’nun tutsak alınma sürecine kadar götürmüşlerdi.
Sözü uzatmadan belirtelim ki; özgürlük mücadelesini kapitalist modernist güçler ile bölgenin faşizan sömürgeci güçleri yine gerici, işbirlikçi egemen ve kendisine güvensiz ilkel milliyetçi Kürt güçleri ortaklaşa hep boğmak için büyük bir çaba içerisinde olmuşlardı. Saldırılar böyle olsa da büyük bir inat, irade, dayanıklık, cesaret, inanç ve bilinç yoğunlaşmasıyla bugüne kadar özgürlük hareketi Devrim umudunu diri tutarak gelmesini bilmiştir. Onlarca badireden geçen özgürlük hareketi, verdiği binlerce şehit ve onlarca halk direnişi ile yeniden tarihi bir an’ı yeniden yakalamıştır. Bu tarihi an ise Kürdistan Devrimi’nin en son etabı ve konağıdır.
Bugün Ortadoğu’da Kürtlere karşı yapılan tüm saldırıların altında yatan esas nedenler işte bu gerçeklerdir. Kürtlere karşı uluslararası toplama çete örgütünün saldırtılmasının altında yatan gerçeklik işte yine budur. TC devletinin DAİŞ denilen örgüte destek sunmasının altında yatan neden işte budur. DAİŞ gibi insanlık düşmanı bir örgüte karşı uluslararası kapitalist modernist güçlerin susması ve göz yummasının nedeni işte budur.
Tarih her zaman yazılmaz. Tarihi yazmak dönemeçlerde gerçekleşir. Tarihi bu dönemeci sağlam limanlara götürmek istiyorsak, o zaman tarihi an bugün diyerek tüm yüreğimizle, beynimizle, cesaret ve fedakarlığımızla bu an’a yüklenerek, bu tarihi an’a Kürdistan Devrimi’ni sığdırmasını bilmez isek, bu tarihi an’ı her zaman tersine çevirmek isteyen, Kürt halkına karşı düşmanlık temelinde ortaklaşanlar aynen bugün Kobanê’ye saldırdıkları gibi yeniden Kürt halkının yarattığı değerlere farklı yerlerde, cephelerde yeniden yeniden saldıracaklardır.
Evet, Dönemeçlerin ikili karakterleri vardır. Olumluya ve de olumsuzluğa doğru kayma ihtimali… Tarih her zaman yazılmaz. Tarih yazmak isteyenler, tarihe altın harflerle isimlerini geçirmek isteyenler Özgürlük saflarına, Kobanê’ye Tarih yazmak için akmalı…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yeni bir komplo yıldönümüne doğru gidiyoruz. Uluslararası güçlerin ortak bir cehpe temelinde RêberAPO’ya karış giriştikleri uluslararası komployu tüm boyutlarıyla anlayarak bir yaklaşım içerisinde olmak dönemin bizde istediği devrimci duruşun olmazsa olmaz görevleridir.
Unutmayalalım ki RêberApo’ya karşı 9 Ekim 1998 yılında geliştirilen uluslararası komplonun aynı günü ama tam ondan 31 yıl önce büyük direnişçi, büyük insan, büyük adalet arayışçısı, büyük romantik gerilla komutanı ve de büyük enternasyonalist devrimci Che Guevara(nın katliamının da yıl dönümüdür. Che Guevera 9 Ekim 1967 yılında Bolivya’da yerel Bolivya işbirlikçileri ve Amerikan emperyalistlerin Yankee’lerin eline 8 Ekim 1967 günü ağır yaralı esir düştükten sonra hemen ertesinde bir gün geçmeden katledilişinin yıldonönümü… Halkların umudu olan Che’nin katledildiği günde aynı tarzda ama daha kalleşçe bir tarzda RêberApo daha havadayken katledilmek istenmesi bu bağlmada üzerinde ciddi durulması gereken bir durumdur.
Kimdi Che?
Arjantinli bir romantik, insan sevdalısı, adalet arayışçısı… 1928 yılında doğan ardından tıp okuyan ve okulunu bitirdikten sonra ise Güney Amerika turuna bir arkadaşıyla çıkan büyük bir hayalci ve ütopyacı. Birçok şeyi gördükten sonra Venezülla’da devrimcilerle tanışan az da olsa sosyalist öğretiyi öğrenen, Meksika’ya geçtikten sonra ise Küba devrimcileriyle tanışan, onlara katıldıktan sonra ise Küba devriminde en ön cephede büyük bir gerilla komutanı olarak savaşan. Küba Devrimi sonrası ise en zor işlere hem talip olan hem de verilen, halkın içinde iyi bir emekçi, askerlerin içerisinde iyi bir komutan ve savaşçı, çiftçilerin içinde iyi bir çiftçi, gençlerin içerisinde iyi bir genç ve özcesi nerede ona ihtiyaç duyulmuş ise oraya müdahale eden bir Joker. “Rosinante’nin kaburgaları yeniden bana batıyor” diyerek Afrika’da başka halklar için mücadele etmeye giden, savaşan ve de 1966 yılında yeniden Küba’ya döndükten sonra Güney Amerika devrimi için Bolivya’ya gerillayı örgütlemek için yola çıkıp giden bir müddet gerilla mücadelesi için hazırlık yaparken kalleşçe katledilen…
1967 yılında Bolivya’da bir 9 Ekim günü La Higuera katledildi. 8 Ekim günü ağır yaralı bir şekilde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin eline geçtikten sonra hiç bekletilmeden merkezi olarak CIA’nin talimatıyla katledilmişti. Hem de panik içerisinde bunu yapmışlardı. Ürkerek, korkarak, sinerek, haince yaptılar bunu. O kadar Che’nin naaşından korktular gibi cenazesini yıllar yılı kimse bulamamıştı. Ta ki sonraları tesadüflerle naşı bulunana kadar…-
Che’nin kendisini infaz eden cellada: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” diyecek ve onunla mücadelenin en sertine baş koyan dava yoldaşı Castro’ya ise: ”Castro’ya söyleyin; benimle devrim bitmedi, devrim sürecektir” sözlerini de tereddütsüz sarf edecektir. İşte bu bir ruhtur, bu bir duruştur, bu bir davranıştır, bu bir boyun bükülmezliktir ki bu da bir karakterdir. Hem de Che’nin yoldaşları olan tüm devrimcilere ekilen bir karakter.
RêberApo 10 Kasım 1997 tarihinde yaptığı bir çözümlemede: “Geçenlerde biraz inceleme de değil, anlamaya çalıştım. Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümü dolayısıyla biraz kişiliği tanıtılmaya çalışılıyor. Sanırım tam istediğimize yakın bir yaşam, yeni insan anlayışı var mı? Bizden üstün yanları da olabilir ama birleştiren yanı çok çarpıcıdır. Türkiyeli devrimciler de vardı, büyük özgürlüğe kalkan, bizim de kendilerini yakinen gördüğümüz, tanıdığımız ve derin bir sempatisi olmaktan zevk duyduğumuz kişiliklerdi, halen anılarına da bağlıyız. Burada gözüken ve halen dünya halklarının büyük saygıyla andığı bunların ödünsüz ve ilkelerine göre -ki insan için, halklar için özgürlüktür bunların ilkesi- bugün insanın başını gerçekten kırıp geçiren bir tarzda kendini yükleyen, her şeyi metalaştıran, her şeyi korkunç bireysel çıkara bağlı götüren sistemin tam zıddı olan bir kişiliktir. Yeni insan söylediğim gibi, sanırım uygulamaya çalıştığımız gibidir. Bunlar önemlidir. Dünyanın öbür ucunda böyle birisi bizim için günceldir ve en yakın arkadaşımızdır. Biz de onun tipik bir gerilla arkadaşı gibiyiz burada. Aynı ruh, aynı özgürlük anlayışı, aynı savaşım, aynı yeni insan peşinde koşma” diyerek nasıl Che’nin bir takipçisi ve yol arkadaşı olduğunu gösteriyor.
Ve tutsak olarak Yankeelerin işbirlikçilerinin eline yaralı düştüğünde: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” derken bile, “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” sözlerine nasıl bağlı kaldığını da göstermektedir.
Evet, işte Che yaralı olarak esir düştüğünde neden alelacele hemen katledildiğini yukarıda sıralanan birkaç cümleden görebiliyoruz. Ve neden korkakça cenazesinin yıllarca saklandığını da görebiliyoruz. Tek bir nedeni vardır tüm bu anti insani, anti hukuki ve korkakça katledilişin; emperyalistler Che’nin temsil ettiği ruhtan ve temsil ettiği çizgiden korkmuşlardır. Çünkü bu ruhta asla ama asla teslim olmak yoktur. Bu ruhta asla ama asla geri adım atmak yoktur. Burnunun dikine yürümek diye bir kavram vardır. Che doğrular için, adalet için, halklar ve haklar için tek bir milim geri adım atmayan bir kişilik olarak, bulunduğu her yerde bu ruh ve kişilik emperyalizm için tehlike olduğu için kalleşçe katlettiler.
Che katledilirken bile Yankeeler ondan korkmuşlardır. Onun cenazesinden bile korkmuşlardır. RêberApo, Che’nin bu durumu için: “Halbuki Che Guevara’ya bakın, her hareketi gurur verici. Bir gerillacıya benzer. Ölüsüne bile bakın, insan ilham alıyor. Onurlu, gururlu bir insanın bütün özellikleri cesedinde bile gözüküyor çağımızın bu savaşçısında. Her büyük savaşçı böyledir aslında.
Che Guevara’yı boşuna söylemedim. İnanmış bir gerillacıydı veya gerillanın, emparyalizmin uşağına karşı en büyük özgürlük savaşçısı olduğunu veya böyle bir insanın ancak anti-emperyalist veya bir özgürlük savaşçısı olacağının derin bilinciyle hareket ediyordu. Bu çağda devrimci gerillacıdır aslında. O yüksek yaşamı –ki devleti kurmuştu Küba’da bıraktı- beni çekmiyor dedi bu. Beni başka devrimler bekliyor. Şimdi bizim mutlak başarmamız gereken bir devrim var.
Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümünde veya katledilişinin tabi hangi devrimcilerin anısından bahsedeyim ki, aslında değerli Latin Amerikalılar daha iyi kutluyorlar. Biricik değeri, tanımı, ifadesi, özgürlük savaşçılarının çağımızdaki bir alana böyle en anlamlı yürüyüşü, gerilla yürüyüşüdür. Şimdi onun coşkusu, heyecanı, yüceliği tartışmasızdır. Anıya verilecek en anlamlı cevap bir gerilla yürüyüşünün çarpıcılığını temsil etmektir” demektedir.
Che’nin emperyalistlere karşı duruşunu en iyi ifade eden sözleri: “Ölümüne olan bu mücadelede hiçbir sınır yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde meydana gelen olaylara kayıtsız kalamayız. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi bizim zaferimizdir, aynı şekilde yenilgisi de bizim yenilgimizdir. Sosyalist ülkelerin, Batı’nın sömürgeci ülkeleriyle üstü kapalı işbirliğini tasfiye etmeleri ahlaki görevleridir.” Yine; “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye yapılan herhangi bir haksızlığa daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” diyerek kendi cephesini çok net bir şekilde ortaya koyarak emperyalistlerin hışmını üzerine çekmiştir. Ve nasıl bir 9 Ekim günü yılında hunharca katledildiğini ise yukarıda ifade ettik.
9 Ekim gününün ise RêberApo’ya karşı uluslararası komplonun başlangıcı olduğunu da ifade ettik. Ortadoğu’da yapılacak uluslararası emperyalist saldırıya karşı duracak en güçlü irade RêberApo olduğu için önce RêberApo’ya yöneldiler. Bu gerçeklik iyi görülmeden komplo anlaşılamaz. Komplo her şeyden önce özgürlük mücadelesine ve onun devrimci duruşuna karşı yapılan bir ideolojik saldırıdır. Kapitalist modernist kültürün; bireycileştiren, toplumdan uzaklaştıran, maddiyatçılaştıran, manevi dünyayı yıkan, işgal ve sömürgeciliğe sonuna kadar kapıyı aralayan, Ortadoğu toplumlarını birbirine bırakan, didiştiren, parçalayan, bölen ve nitekim bu oluşturduğu yapı üzerinde ise yürüten ve yöneten politikalarına karşı panzehir olarak RêberApo’nun karşı duracağı iyi bilindiği için kapsamlı bir saldırı ile katledilmek istenmiştir.
Emperyalizme karşı en ön cephede sert ideolojik mücadelesiyle duran RêberApo ne var ki bu mücadelesinde tek bırakıldı. Uzun yıllar hep sosyalizmin güçlü bir temsilcisi olarak tek kaldı, tek bırakıldı. Onun yoldaşları olan bizler onun yürüttüğü ideolojik mücadeleyi sahiplenmediğimiz için, üstlenmediğimiz için, emperyalistlere karşı duruşta RêberApo tek bırakıldı. Halbuki doğru devrimci duruş ve yoldaşlık, emperyalizme karşı mücadelede RêberApo’nun yanında güçlü bir ideolojik donanımla yer almalıydı. Halbuki, “Kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir ve bütündür.” Kadro PKK’nun maketidir, kadro PKK’nin bireyde örgütleniş halidir, bireyde cisimlenmesidir. Örgütlenme nedir? Örgütlenme dar anlamda bir gurubun en üstte örgütlenmesi değildir, bütün kadroların birbirini tamamlayacak tarzda ağ biçiminde örgütlenmesidir. Her kadro bu ağın içinde yer almalı ve birbirine bağlı olmalı, birbirini etkilemeli yani bir organizma olmalı, hücreleri olmalı, birbirinden kopuk halde değil. Bu bağlamda kadro öncü olandır. Öncü anlayan insandır, bilinçli insandır, bilinçli insan anlam gücünde derinleşmiş insandır. Bunun için ne kadar bilinçlenirseniz, ne kadar aydınlanırsanız başkasını da o kadar aydınlatırsınız.
Şimdi RêberApo emperyalizme karşı mücadelenin en sertini göğüslerken bizler bu bilinçlenme ve aydınlanmayı yaşadık mı? RêberApo’nun; “Fikir, zikir ve eylem birliği” gerçeğini kişiliklerimize yedirerek; düşüncelerimizi, sözlerimizi ve eylemlerimizi bir uyum ve ahenk içerisinde bütünlüklü kılabiliyor muyuz? Bunun böyle olması için büyük bir ahlak ve vicdana sahip olmak gerekiyor. Ahlak devrimi, pratikteki başarı ve başarıyı kesinleştirme devrimidir. Vicdanı eğer “ Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç” ise o zaman bunun yekser toplumsal özgürlük ile özgürlük ahlakı ile bağı vardır. Yani bizimle bağı vardır.
Bu gerçekliği iyi görerek, doğru tahlil ederek yaklaşan16’ıncı uluslararası komplo gerçeğini iyi görmemiz gerekmektedir. Yine böyle bir yıl dönümüne doğru giderken daracık bir ortamda bile tüm uluslararası kirli komplocu güçleri kahrettirecek kadar güçlü bir çıkışla boşa çıkaran RêberApo’nun aydınlatıcı felsefesi, ideolojisi, politikası temelinde kendimizi yeniden yeniden gözden geçirerek ne eskisi gibi yaşamalıyız ne de eskisi gibi savaşmalıyız. Bunu yapabilmemiz için ise sandığınızdan daha çok gerilik ve dogmatizm durumumuzu aşarak RêberApo’ya karşı yoldaşlık görevlerimizi yerine getirmeliyiz.
Sonuç itibariyle:
9 Ekimleri anlamak istiyorsak Che’lerde bugünlere uzanan direniş halkasını böyle ele alacağız. Latin Amerika’da Yankee’lerin başına “bela” olan Che’lere karşın bu kez Ortadoğu’da Yankeelerin ve onların yani Emperyalistlerin tekerleklerine çomak sokacak olan bir RêberApo vardı. İşte bunun için cümle cemaat bu dünyanın tüm iblisleri ve bu iblislerin hizmetçi tayfası bir araya gelerek yeni dönemin Che’sine yüklendiler. Önderliğimiz deyimiyle “çarmıha germek için her şeyi yaptılar.”
İşte biz bir yeni 9 Ekim gününü anlamaya çalışırken ve de lanetlerken tarihin arka perdesini böyle ele alıp değerlendireceğiz. Tarihe daha fazla anlam vermek istiyorsak, Che’nin gerilla yoldaşları olarak RêberApo’nun bizi aydınlatıcı devrimci yolunda daha da kararlı adımlarla ilerleyeceğiz. Daha fazla devrime ve zafere olan inancımızı pekiştireceğiz.
Daha fazla devrim, daha fazla zafer derken de:
Hasta La Siempre Victoria ve Devrimci Savaş Halkların Bayramıdır diyerek yeni dönemin tüm görevlerine en ileri düzeyde doğru bir yoldaşlık temelinde katılalım.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
