Kürdistan ülkesi tarihi boyunca çok sayıda işgalci gücün saldırısına ve hükmetme girişimine tanıklık etmiştir. Bu işgal ve hükmetme girişimleri her zaman Kürdistan ülkesine ve Kürt halkına büyük zararlar vermişlerdir. Yer yer toplu sürülmeler ve toplu kıyımlar da yaşanmıştır. Bu bağlamda Kürdistan ülkesinin ve Kürt halkının tarihi bir anlamda da trajediler tarihidir. Elbette her zaman bu işgal ve kıyımlara karşı Kürdistan ülkesi ve Kürdistan halkı büyük direnmiştir. Bunun içinde Kürdistan tarihi aynı zamanda büyük direnişlerin de tarihi olmuştur. Ancak Kürdistan ülkesinin belki de karşılaştığı en büyük yıkım, kıyım ve sürülme LOZAN diye bilinen uluslararası güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir konferansla başlamış ve halen de sürmektedir.
Lozan konferansı 24 temmuz 1923 yılında İsviçre’nin kenti olan Lozan’da gerçekleşmiş ve bu konferansta alınan kararlarla Kürtler ilk kez var oldukları halde yok sayılmış, bununla yetinilmemiş birde Kürtlerin Türkiye cumhuriyeti devleti tarafından bu tarihten itibaren de katledilmelerine hem ses çıkarılmamış hem de teşvik edilmişlerdir. Lozan’ın ortaya çıkardığı bir gerçeklik bu olmuştur.
Ancak daha da önemli olan bir husus ise-çok fark edilmese de, dile getirilmese de-Ortadoğu’da halklar birbirine düşman haline getirilmişlerdir. Örneğin Türkler ve Kürtler, Araplar Kürtlerle, İran ve Kürtler neredeyse bir araya gelemeyecek düzeye getirilmişlerdir.
Ve belki bunun kadar önemli başka bir durum ise kurulan sözde çok sayıda Arap devletiyle de Araplar onarılmaz bir biçimde birbirinin karşısına dikilmiş ve de dış güçlerin müdahalesine açık hale getirilmişlerdir.
Yukarıda ifade edilenler kadar önemli olan başka bir durum ise özü itibariyle kökleştirilen ulus devlet modeliyle de bu coğrafyanın onlarca zengin, kadim halkı, inancı, etnisitesi baskılanarak düşmanlık tohumları sürekli olmak üzere ekilmiştir.
Lozan Konferansı özü itibariyle Ortadoğu toprakları için bir parçalanmayı, dağılmayı, dış güçlerin saldırı ve oyunlarına açık hale gelmeyi getirdiği gibi, sömürülmelerinin de yolunu açmıştır. Bunu böyle olduğunu Ortadoğu’da olup bitenlere bakıp görmemiz zor değildir. Son yüz yıllık tarihe baktığımızda neredeyse bu topraklarda savaşsız bir günün geçtiğini görmemiz mümkün değildir. Bu savaşsız geçen günlere birde içeride yaşanan, yaşatılan onca suni kıyımı da eklersek gerçek manada Ortadoğu’nun halkların bir mezbahı haline getirildiğini görebiliriz.
Bu durumu emperyal güçler Lozan Konferansıyla ortaya çıkarmışlardır. Bu durum aşılmadan Ortadoğu’nun rahatlayacağı düşünülmemelidir. O zaman yapılması gerekli olan batılıların oluşturduğu Lozan’ı aşacak olan bir Doğu Lozan’ını ya da II. Lozan’ı oluşturmaktan geçer.
II. Lozan’ı ya da Doğu Lozan’ını oluşturmanın yolu öncelikli olarak farklı bir zihniyet yapısına sahip olmaktan geçer. Bir kere zihin yapımızı ulus devlet yapılarından temizleyerek, demokratik ulus modelini edinmekten ve benimsemekten gerekiyor.
Demokratik ulus anlayışını edinmek demek ise her halkın doğuştan gelen haklarını, her inancın kendisini özgürce ifade etme özgürlüğünü, en küçük yapıların da kendilerini özgürce ifade etme ve yaşama hakkına saygıdan geçer. Belirtildiği bunu yapabilmek için önce ulus devlet modelinden uzaklaşmak gerekiyor. Bu ama aynı zamanda kapitalist modernist kültür ve zihniyetinden uzaklaşmak demek olacağı için, kendi zihniyet yapımızı başka bir deyimle bu coğrafyaya özü itibariyle ait olan ortaklaşma kültürünü benimsemekten geçer.
Ortadoğu toplumsallığın coğrafyası olduğunu bize tüm kutsal kitaplar söyler. Kutsal kitapların ortak özü kesinlikle komünalizmdir. Ortakçılıktır. Paylaşımcılıktır. Birbirini düşünmektir. Herkesi kendisi gibi görmektir. Herkesin en yüce “varlık” önünde eşit olduğuna inanmaktır. Bu toprakların mayası böyle örülmüştür. O zaman yapmamız gerekli ilk iş bu mayaya ters düşen, ters duran, dini bir kavramla ifade edecek olursak; “fıtrata ters olan”ı düzeltmektir. Ortadoğu’da bunun düzeltilmenin yolu kendi Lozan’ımızı, Doğu Lozan’ını, II. Lozan’ı oluşturmaktan geçer.
Doğu Lozan’ını nasıl oluşturacağız?
Doğu Lozan’ını oluşturmanın yolu öncelikli olarak var olan sorunları kendi aramızda, belirttiğimiz gibi demokratik ulus anlayışıyla ele almamız gerekiyor. Devlet ulusla peydahlanmış olan milliyetçilikleri, ırkçılıkları, tekçilikleri bir köşeye bırakarak, çoğulculuğu, kültürel zenginlikleri esas alınması gerekiyor. Her renge ve kültürel farklılığı sahiplenme temelinde, saygı gösterilmesinden geçer.
Unutmayalım, emperyalizm doğası gereği talancı ve vurguncudur. Böyle olmasa kendisini nasıl ayakta tutabilir ki? Halkları soymayan, sömürmeyen, kanlarını emmeye, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koymadan götürmeyen bir emperyalizmin yaşaması mümkün mü? Mümkün olmadığını bilen emperyalist güçler bu çıkarlarına yani emellerine ulaşmak için kullandıkları en etkili yöntemleri; halkları birbirine bırakarak, düşman kılarak zayıflatma yöntemidir. “Böl, parçalama ve yönet” dedikleri yürütme taktiği bu yöntemdir.
Ortadoğu -özelde de 24 temmuz 1923 yılında imzalanmış olan Lozan konferansıyla- halkların birbirine düşman haline getirilmesiyle kuşatılmıştır. Bu kuşatılmayla halklar birbirine düşman haline getirilmiştir. Ancak belirtelim ki ilk kez bu birbirine kırdırılma durumunun aşılma fırsatının imkanları doğmuştur.
Demokratik ulus anlayışı ve modeliyle Ortadoğu’da ilk kez halkların emperyal güçlerinin oyunlarına gelmeden, tuzaklarına düşmeden kendi yollarını çizerek, kendi çıkarları temelinde her halk, her renk, her inanç için oluşturacakları Demokratik Özerklik modeliyle –bugün Rojava’da pratikleştirildiği gibi-hayata geçirilme şansı doğmuştur.
Bunun yolu ise ilk iş olarak; demokratik ulus anlayışıyla hızla, hemen II. Lozan’ı ya da Doğu Lozan’ınımızı gerçekleştirmemizden geçiyor.
Xeyri Engin
- Ayrıntılar
Bilinir insan doğası gereği baskıya gelmez. İnsan gibi toplumlar da baskılara karşı refleks göstermeye meyillidir. Dünyanın her yerinde devletçi ve iktidarcı güç odakları ezmek, sömürmek, baskı altında tutmak istedikleri insan ve toplumları karşı bunun için çeşitli zengin yöntemler geliştirmeye çalışmışlardır.
Bu gerçeklik böyle olmasına böyledir lakin TC devleti gibi sömürmek için zengin yöntemler geliştirme konusunda mahir olan, devlet ve güç odaklarını bulmak zordur. TC devleti ilk kuruluşundan başlayarak, bugüne kadar, bu zengin yöntem geliştirme yeteneğini korumuştur.
Hatırlayalım; TC devleti daha 1924 yıllarında kendi tekçi düşünce ve siyasi yapısını oturtmak için birçok farklı dini inanç gurubuna yasaklar getirmiş ve giderek buralara ait gelenek ve değerleri yasaklamıştır. Buna en iyi örnek ise hiç şüphe yoktur ki 25 eylül 1925 yılında geliştirilen Şark Islahat Planı olmuştu. Bir halkı tümden tasfiye etme planı olan bu planda neler var, neler yok ki! Dil yasaklarından kültürel yasaklara, göçertmelerden sürgünlere, eritmelerden yok etmelere kadar, abuk sabuk ama halklar ya da baskı altına alınlar için ölümcül olan bu tür karar ve yasaları her zaman çıkartmışlardır.
Peşi sıra “İsyan” dedikleri ancak özü itibariyle saldırılara karşı kendini savunan Kürtlerin direnişlerine karşı geliştirdikleri ve aldıkları insan aklının ve ahlakının almayacakları karar ve yasalar…
Daha sonraki yıllarda ise bu kez Celal Bayarlar sürecinde 49’lar ve 400’ler meseleleri…
Cuntalar geleneği güçlü olan bu devlet, her bir cuntada ise akıl almaz uygulama ve yasalar çıkartmıştır. Öyle ki dünyanın hiçbir yerinde olmayan dil yasakları, dile kelepçe vurmaları…
Özcesi bu devletin tarihi böyle akıl almaz, vicdan kaldırmaz, ahlak götürmez çok uygulamaları, kararları ve yasalarla hep dolu olmuştur.
Şimdi de ismi ak ancak yüreği, zihni ve beyni kara olan AKP yeni bir yasa çıkarmıştır. İnsanların doğal ve meşru olan protesto haklarını hep yasaklıyor, yasaklamayla kalmıyor, -protestocular maske takarlarsa- terörist bilerek, her türlü muameleyi yapmaya kendini hak gören uygulamalara kapı aralıyor. Maske demişken, birileri faşizan uygulamalara takılmamak için yüzünü kapatırken, yüreği zift tutanlar toplum içinde sadece ve sadece maskeyle-hem de on yüzlü maskelerle-dolaştıklarını ve yaşadıklarını unutuyorlar.
Ayrıca Molotof denilen protesto aracını silah kategorisine çıkararak, polise Molotof kullananlara karşı silah kullanma suretiyle vurma yetkisi, hatta talimatı veriyorlar.
Özcesi; Molotof artık bir silahtır, hem de vurucu ve öldürücü bir silah. Ve bu silaha karşı her türlü yaptırım uygulanacağa göre, o zaman bizim de yapmamız gerekenler var demektir…
TC faşizmi kara ve zift gibi yüreğiyle faşizmini artırarak sürdürüyor ve sürdüreceğinin mesajlarını ve pratiklerini günlük olarak büyük bir kararlılıkla vermeye devam da ediyor. Bu demektir ki mücadelemiz sürdürülmek durumundadır. Bu demektir ki; karşı koyuş sürdürülmeye devam edecektir. Bu ise günlük olarak Kürdistan’da faşizme ve ak ve kara yüreklere karşı direniş demek olacaktır. Faşizm ise bizim kullandığımız savunma aletlerine belirttiğimiz gibi katletme ile cevap vereceğinin kararını almıştır.
O zaman yapmamız gereken nedir? Sessiz kalamayacağımıza göre kendimizi savunacağız. Bu bir. Madem Molotof öldürücü bir silah olarak görülüyor ve öyle de karşılık görecektir, o zaman bizler de onların anlayacağı dilde cevap vermemiz gerekmez mi? Silah ise, o zaman size alın silah diyerek, vereceğimiz cevapları vermemiz en doğru yol ve yöntem olmaz mı? Denilecek ki ama bu ateşli bir silahtır. Tamam, ama bu devlet ateşli olmayan bir savunma aracını ateşli silah kategorisine almıştır. Sadece bu kategoriye almamıştır, aynı zamanda Molotof’u kullananlara karşı katletme hedefli silahta kullanacaklardır. İşte bunun için yüreği, beyni, zihni, ruhu, yedi ceddi kara ve DAİŞ olanlara karşı alın size silah diyerek, hem de ateşli silah diyerek kendimizi savunmamız en meşru hakkımız olduğu açık değil midir?
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
İnsanlar iletişimi sesle sağlıyor. Sesin şifre haline getirilmesi dil olurken, dil ise bu bağlamda insanın en önemli iletişim aracı oluyor.
Dil insanların birbirlerini anlamaları, ilişki geliştirmeleri, anlaşmaları için değerlendirdiğinde bu var olan ve ortaya çıkmış olan sorunlara çözüm gücü olurken, tersi biçiminde kullanılırsa yani başkalarını kırmaya, hakaret etmeye, küçük düşürmeye dönük kullanıldığında ise yaşamı zehir haline getirdiği gibi, insanların ve toplumların birbirine girmesine hatta boğazlaşmasına kadar götürebilir.
Özcesi dil, dilin kullanılması biçimine göre olumlu ve olumsuz bir rol oynayabiliyor. Bu gerçekliğinden dolayı dilin kullanımı, sözün sarf edilmesi üzerine birçok ata ya da ana sözü sarf edilmiştir. Örneğin Hz. Ali’nin: “Söz ağzınızdayken söz sizin köleniz, ağzınızdan söz çıkmış ise artık siz o söz ya da sözlerin kölesisiniz” dediği gibi.
Malum içinizde her şeyi düşünebilir ya da tasarlaya bilirsiniz. Ve bu düşündükleriniz eğer söze ve eyleme dökülmemiş ise size kimse bir şey diyemez, suçlayamaz, karşı yaptırımlarda bulunamaz. Lakin düşündüklerinizi söze döktüğünüz ya da eyleme döktükten sonra sözler ve eylemler artık size ait olduğu için, sizi bağlar. Hz. Ali’nin söylediği gibi söz içinizdeyse söz sizin köleniz, söz ağzınızdan çıkmış ise siz o sözleri kölesisiniz.
Türkiye siyasetinde uzun yıllardır söz değerini yitirmiştir. Çünkü söz ve sözler ulu orta her yerde, peş peşe, her yere çekilebilecek bir biçimde kullanılmaya başlandığı için sözler yozlaşmıştır. Yozlaştırılmıştır. Söz anlamını yitirmiştir.
Ama unutmayalım ki bir yerde söz anlamını yitirmiş ise, söz değer kaybetmiş ise orada değer kaybeden ve yitirilen insanlıktır. Çünkü bu sözleri sarf edenler insanlardır. İnsanların sarf ederek onları kölesi haline gelen insanlardır.
Söz anlam yitimine uğramış ise, orada artık sözden bahsetmek yerine sadece sesten söz etmek daha yerinde olur. Ve gerçek manada Türkiye’de AKP denilen parti başta olmak üzere CHP gibi dikta geleneğinden gelen parti de sözü ayak altına almışlardır. Sözü ayak altına alan bu partiler özü itibariyle kendileri ayak altına alınmışlardır. Bunun için diyoruz ki ağızlarında çıkanlar sözler değildir, ağızlarından çıkanlar seslerdir. Ancak unutmayalım ki çıkardıkları sesler gerçekten de kirleticidir.
Nedeni açıktır; sesleri hep hakaretleri dile getiriyor. Didişme üzerine kuruludur. Küfürlerin dışında neredeyse ses düzenekleri işlemiyor. Bu özü itibariyle bir kirlenmedir, kirletmedir. Ses kirlenmesi ve kirletmesidir.
Sadece şu bir iki ay’ı alıp değerlendirelim. İktidarda bulunan AKP bakanlarının, başbakanlarının ve de cumhurbaşkanlarının sarf ettiklerine bir bakalım. Hep vurma ve kırma üzerinedir. Zaten cumhurbaşkanı olan kişinin dil sorunu dışında bir de terbiye sorunu olduğu için, sarf ettikleri argo, tehdit, ahlak dışı ve toplum dışı sözlerine herkes aldırış etmeyebilir. Ancak bu dil ya da ses kirliliği genel bir hal almış ise orada durmak gerekir. AKP denilen partinin neredeyse tüm önde isimleri aynı dili kullanır olmuşlardır. Ve bu dil belirttiğimiz gibi halklara tek bir faydası yoktur.
Türkçe de bir deyim vardır; “tencere dibin kara senin ki benden kara” diye, AKP ve siyasetinin böyle olduğu kesin ancak onlar kadar belki de onlardan daha da kirli bir dil kullanan başka bir parti ise CHP adındaki sosyal faşist hatta modern sağcı faşist partinin kullandığı dildir. Küfür, hakaret, boş, içeriksiz, anlamsız, çözüm üretmekten uzak.
Sözü uzatmayalım; Türkiye siyasetinde söz ya da dil anlaşmak ya da anlam yüklemek için değil, ses çıkarmak, karışıklık yaratmak, var olan çelişkileri daha da derinleştirmek, sorunları kördüğüm haline getirmek için inadına kullanılıyor.
Denilecek ki herkes sarf ettiği sözün kölesidir. Elbette herkes sarf ettiği sözlerin kölesidir. Ancak sözleri sarf edenler birde iktidar aygıtlarını ellerinde bulunduruyorlarsa orada sözün kölesi olanlar, kendi gerilikleri ve ahlaki dibe vurmuşluklarıyla sizleri de kirletebilir, sizlere ellerinde bulundurdukları güç imkanlarıyla yönelebilir, ezebilirler de.
Daha da ötesi, sizin onca cabanızı kendi dar, ırkçı ve milliyetçi çapsız söz ve ses kirliliklerine kurban edebilirler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Günümüz Ortadoğu’da ki kaotik ortamda dünyanın irili ufaklı tüm güç ve tarafları olumlu olumsuz görünür adımlar attı, atmaya devam ediyor. Ne ilginçtir Rusya devletinin görülen, kamuoyuna yansıyan bir tavrı, adımı görünmüyor. Atıyor da biz mi göremiyoruz? Ya da görünmesini mi istemiyor? Belki de kültürü olan Matruşka bebekleri gibi, görünen bir yüzü, bir kalıbı ama iç içe geçmiş bebekler serisi sadece sahne lehine olduğun da kabuk kaldırılmaya karar verilir ve kaldırdığın kabuğun altından yeni bir bebek çıkar.
Rusya devletinin gerek Suriye’de gerek genel bölgede son bir yılda yaşananlara karşı tavrı incelenmeye değerdir. Tabi bu inceleme sadece güncelde takınılan tavır ve sonuçlar üzerinden yapılırsa yetersiz kalacaktır. Özellikle son yüz yılda Ortadoğu ve Kürdistan’a gerek Sovyetler Birliğinin ve devamı olan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun(özelde Rusya devleti) yaklaşımlarını iyi analiz etmek gerekir. Bu temelde Rus-Devletinin Kürt halkına yönelik yaklaşımlarına bakacak olursak;
Sovyetlerin bir siyasal ve ideolojik güç olarak 1917 Ekim devrimiyle tarih sahnesine çıkarken Ortadoğu’da Osmanlı imparatorluğu dağılmayla yüz yüze kalmış, İttihat Terraki devamı Kemalist hareket öncülüğünde ulusal mücadele biçimlenmiştir. Ermeni halkı İttihat Terraki öncülüğünde geliştirilen soykırımla Anadolu ve Mezopotamya’dan çıkıp Kafkasya’ya sıkışmak, sığınmak zorunda kalmıştır. Bu katliama ne çarlık Rejimi ne de Sovyet sistemi yeterince tepki göstermemiş ve hatta Sovyet sistemi Kemalistlerle stratejik ilişkiler geliştirerek, T C’ nin yeniden inşasında belirleyici rol oynamıştır. Sovyet yönetimi uluslararası konferanslarda, diplomaside Türk tarafının tezlerini desteklemiş ve bir bütün ülke içinde sanayi, yol yapımları vb. birçok noktada TC’nin inşasında maddi ve manevi yardımda bulunmuştur.
1920’lerde başlayan TC’nin tekçi ulus-devlet projesi ekseninde gelişen Kürdistan’ı istila, Türkleştirme saldırılarına karşı Kürt halkının direnme savaşımına karşı kayıtsız kalmıştır. Bununla sınırlı kalmayıp Kürt halkının direnişlerini; Kemalistlerin belirttiği “modernizme karşı gerici, eşkıya, çapulcu vb.” tezlerini gerek sosyalist kamuoyunda ve gerekse dünyada propagandacısı olarak Kürtlere karşı önyargılar oluşturmada olumsuz rol oynadılar. Bu algıdan dolayı dünya sol- sosyalist hareketleri Kürt halkının tüm direnme savaşımlarına mesafeli yaklaşmıştır. Uzak durdular. Buna bağlı gerek Mahmud Berzenci ve gerekse Seyid Rıza’nın tüm yardım çağrı mektuplarını diplomasinin karanlık istihbarat odalarında cevapsız bıraktılar.
Mahabat Cumhuriyet deneyiminde bekli de Kürt halkının bugünkü “parçacı” siyasi eğilimlerinin geliştirilmesinde en önemli faktör Sovyetlerin yaklaşımından kaynağını almaktadır. Çünkü Mahabat’ta Komala Jiyanawa örgütünün çizgisi Kürdistan’a bütünlüklü bakıp, Lozan’da ki çizilen parçalanmış sınırları tanımayan ve ortak mücadeleyi savunan bir çizgidedir. Ama Sovyetler Birliği Qazi Muhammed’e “İKDP’yi kurması ve sadece kendi parçalarına hitap edecek program oluşturmasını ve Komala Jiyanewa’daki radikal unsurlardan kurtarmasını” salık verirler. Bundan sonrası biliniyor, bu parçacı çizgi halada Kürt halkının önünde en önemli engeldir.
Kızıl Kürdistan’ı TC ile yapılan anlaşmalar üzerine dağıtarak Azerliği kabul dedenleri Azerbaycan Cumhuriyetinde, etmeyen Kürt kitlelerini( suni- Müslüman) Orta-Asya Türki Cumhuriyetlere sürgün etmişti. Ezidi Kürtleri de Gürcistan ve Ermenistan’da ikameye tabi tutmuştu.
Sovyetler dağıldı, Sovyetlerdeki irili ufaklı tüm enişteler, halklar birçok hak elde ettiler ama Kürtlere bu zemin verilmedi, dağılma daha da derinleşti, bir buçuk milyon Kürt kitlesi Kafkasya’dan, Orta Asya’ya, Balkanlardan tüm Rusya’ya parçalı, dağınık bir halde asimile olmayla, toplumsal dokularını dil- kültürlerini yitirmeyle yüz yüze kalmışlardır. Birçoğu da asimile olmuş durumda. Örneğin; Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Celali aşiretinden olması, bağlantılı olarak bugün itibariyle Azerbaycan’da bilinen beş yüz binden fazla Kürt kitlesi kendi dilini bilmiyor.
Sovyetler dağıldı. Matruşka bebeğinden 1999’da Önder Apo’ yu yakalatmada mavi akım projesi çıktı. En son 2012’de 60 yaşında, hasta bir Kürt siyasetçi( hiçbir askeri eyleme katılmadığı bilinen) Rusya devleti tarafından Çeçen militanları karşılığında TC’ye teslim edildi. Uluslararası hukukta “savaşamayacak konumda olanlara karşı dokunulmaması “ kararına karşılık bu çıkarlar temelinde bir kez daha Kürtlere reva görüldü.
Şimdi, bu süreçte, her yerin yangın yerine döndüğü, Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bu süreçte Rusya’nın Matruşka bebeklerine dikkat etmek gerekir. Batı karşısında son dönemlerde TC ile Rusya’nın doğalgaz anlaşmaları, TC’ nin Ukrayna konusunda sessizliği- tavırsızlığı ve buna karşı Tüm dünyanın DAİŞ konusunda TC’yi işbirliğinden dolayı işlemesine karşın Rusya dan tek bir açıklamanın gelmemesi düşündürücüdür. Yine İran’la, Esad rejimi ile ve Davutoğlu ile son diyalogları hayra alamet değildir. Biz Kürtler konusunda hiç değildir.
Sonuç olarak Rojava devrimi Kürt halkı ve dünya halkları açısından çok önemli değerler yaratı. Hitler faşizmine karşı direnen Rus kızları Tanyaların mirasını şimdi Kobane de Arînler devir almıştır. Rus devlet geleneği de Çarlığı ve Stalin’in devlet pragmatiğini temsil ediyorlar. Bunun için olacak ki; onlar için devletlerde dostluk olmaz, çıkarları esastır. Ama bilmeliler ki, Kürt halkını satmaları karşılığında ne petrolerinin, nede hiçbir çıkarlarının garantisi olmayacaktır. Çünkü Kürtler ve Ortadoğu halkları artık Matruşka bebeklerine yer vermeyecek yetkinliktedir.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Maraş katliamının 36. yıl dönümü vesilesiyle birkaç hususu dile getirmek en temel görevlerimizin başında gelmektedir. 1978 yılının 12 Aralık tarihinde, Türk devlet güçlerinin kontravari güçleri ve mit eliyle bizzat gerçekleşen katliam saldırısı ırkçılığın ve tekçi zihniyetin bir ürünü olarak işletildi, bu insanlık suçudur. Acı verici olduğu kadar, binlerce yüzlerce Kürt insanımızın yaşamını yitirdiği bu katliam tarihin hiçbir döneminde insanların dilinden düşmeyecek ve her zaman Türk Devleti’nin anlında kara bir leke olarak anılacağını söyleyebilirim. İnsanın kanını donduran bu katliam tam olarak 36 yıl önce 21 Aralık 1978'de yaşandı ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü, bin beş yüz kişinin yaralandığı Maraş'ta yaşanan katliamın 'devlet sırrı' olarak gizlenen resmi raporlarda yer aldığı her kes tarafından bilinmektedir. Artık açığa çıkan ve her kes tarafından kabul görülen bir gerçek konumuna gelmiştir. Bu resmi rapor uzunca bir süre devletin karanlık kasasında 'devlet sırrı' olarak saklandı. Hata yaşanan birçok katliam gibi devlet bunlara birer uydurma gerekçe yaratmaya çalıştı. Aslında halende bu durumu kendi gerçek hatası olarak göreme ve ahlaki bir sorumluluk gereği olarak kabul etme durumu söz konusu değildir.
1978'de Maraş'ta Alevi halkımıza hunharca katledenler. Bu gün aynı zihniyetin birer yansıması olarak Kürtlere karşı KOBANE ve ŞENGALDA uygulanmaktadır. Yine aynı jenosit; kültürel ve fiziki soykırım ROBOSKİ kasabasında Kürt insanlarımız bir avuç ekmek ve kendi yaşamlarını iddianame etmenin peşindeyken uygulandı. Yaşadığımız tarih boyunca Kürtler olarak maruz kalmadık hiçbir saldırı kalmamıştır. Her türden kimyasal madde ve silahlar üzerimizde denendi, fiziki ve kültürel varlığımızı ortadan kaldırmak için. Daha Halepçe, Geliye Zilan, katliamlarının anıları unutulmamış ve her bir Kürt çocuğunun hafızasında saklı ve babaannelerimizin bize bir hikâye olarak anlatımları, dün gibi zihnimizde yaşanmış gibidir. Bu tarihsel gerçekliğimizi anlamadan ve ondan ders çıkarmadan geleceğimizi özgür bir biçimde inşa etmek mümkün olmayacaktır.
Maraş katliamında hedeflenen neydi ve nasıl uygulandı?
Maraş katliamı en başta CIA ve MİT eliyle yapılması planlandı. Devlet güçleri bu durum karşısında zaten çok önceden hazır bir pozisyon almışlardı ve katliam nasıl ki 1925 Yılında Şeyh Said e dönük bir devlet provokasyonu olarak bilinçli yaratıldı ise aynı yöntem Maraş’ta da uygulandı ve olay öyle iki öğretmenin öldürülmesi meseli ile başlamış değildir. Fettulah Gülen cemaatinin bir uzantısı olan hizbi kontra ve dini geriliklerin yoğun etkisi altına olan bir kesim karanlık güçler eliyle de uygulandı. Esas neden ideolojik ve Kürtlerin özgürlük çıkışlarını bastırmak ve Maraş katliamı şahsında Kürtlerde gelişen direniş ve devrimci çıkışın önünü almaktı. Kürtlere bir kez daha kendi kültürünü ve varlığını inkâr etmeyi dayatmalıydı. Kürtlük yerine Türkleşme ideolojisini en yoğun dayatıldığı bir dönemde uygulandı Maraş katliamı.
Yine nasıl yezidi Kürt halkımız güney kürdistanda İŞİD çete örgütünün birinci hedefi konumunda yer aldıysalar, dini inançlarından dolayı katliamdan geçirildiyseler. 1978 yılında da Türk egemenlerinin ilk hedefleri arasında yer aldı ve insan dışı uygulamalarla karşı karşıya kaldılar Alevi Kürt halkımız. İslam dinin kendi dini dışında başka bir ideoloji ve halk tanımamasının faturası İslamlaşmayan ve kendi Alevi inançlarıyla kendisini temsil etmek isteyen insanımızın başında patlamış bulunmaktadır. Yaşanan asimilasyon ve katliamlardan dolayı halende insanımız gerçek kimliğini gizleyerek yaşamayı tercih ediyor. Çünkü yaşama alanı daraltıldı, birçok İslam’ım denilen toplumsal kesimlerin içinde hor görüldü ve kabul örülmeyen bir halk gerçekliğine sahiptir Alevi halkımız.
Nasıl ki Kürtlerin Ortadoğu coğrafyasında her zaman kimliklerine, öz varlığına kendini inkâr etmek ve resmi ideolojiler tarafından bastırıldığı, hiçe sayıldığı dönemlerden geçirildiyse aynı muamele bu sefer alevi halkımıza dayatıldı. İnsanlar kendi kimlikleri yüzünden yakılıp sesleri bastırılmak istendi.
Ancak bu gerçeklikleri görmek ve ona göre sonuç çıkarmak büyük önem taşır. Maraş katliamının sonuçları üzerinde en çok günümüzde rant ve pay çıkarmak isteyen güçler AKP, CHP ve MHP partileri olmaktadır. Alevi halkımız için bu tutum oldukça tehlikeli ve kabul edilir bir durum olarak ele alınmamalıdır. Binlerce insanımız yaşamını yitirdi, yüzlerce masum insanımız cayır cayır yakıldı bu katliamın hesaplaşmasını öyle bir özür dileme ve ya küçük çaplı göz boyama devlet paketleri, alevi açılım adı altında yapılmak istenilen bu girişimler kanları dökülen insanlarımıza birer hakaret olarak görmemiz gerekir. Ve bu konudaki girişimlere kanmamak, yanılmamak gerektiğine inanmaktayım.
Maraş katliamı aynı zamanda PKK ‘nin daha yeni yeni doğuşu ve özgürlük hareketinin yeşerdiği, doğduğu ilk yıla denk getirilmesi de tesadüfi bir durum olarak ele alınmamalıdır. 1973’ten sonra Önder APO öncülüğünde PKK Hareketi’nin çıkışı gerçekleşti. Türk soykırım sisteminin “buralar artık Kürdistan değil” dediği yerler; Maraş, Adıyaman, Antep, Kilis gibi yerler sömürgecilik tarafından Kürtlükten uzaklaştırılan, kendi egemenliğini kurduğu yerler olarak tanımladığı yerler olarak görülüyordu. Özgürlük hareketi de özgür yaşamın ilk tohumlarını, özgür yaşam kararını buralarda aldığı yerlerdi. Haki Karer ve Kemal Pir başta olmak üzere birçok PKK öncüsü çalışmalarını Antep, Adıyaman ve Maraş’ta parti faaliyetlerini yürüttüler. Buralardan ciddi bir katılım patlaması yaşandı. Ulusal kürtlük bilinci etrafında birçok genç akın akın özgürlük bilinci etrafında toplanmaya başladı. Maraş’tan yüzlerce PKK şehidi var. İlk kadın şehidimiz Bese Anuş gibi değerli şehitlerimiz var, aynı zamanda Antep de öyleydi. Sömürgecilik baktı ki buralarda Kürt halkı uyanıyor, o yüzden Türk sömürgeciliği Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden koparmak istedi. Bunlar Türk devleti belgelerinde var, bizzat Türk generalleri buna el atmış “Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden parçalamalıyız, koparmalıyız” demişlerdir. Bu temelde bölgeye dönük böylesi bir siyaset izlemek ön görüldü. Önemli olan ise özgürlük hareketi buralarda gelişti ve buralarda en çok katılım sağlayanlar da Alevi gençlerdi. Bu bölgenin birçok şehidi var. Mücadele yükseldi, gelişti, güçlendi, halk uyandı, bir örgütlenme gelişti, bir irade ortaya çıktı ve PKK’nin ilanı mücadelede büyük bir adım oldu. 27 Kasım’da PKK ilan edildi, 24 Aralık’ta ise bu katliam gerçekleşti. 18’inde, 19’unda başladı, 24’ünde ise bitti. O yüzden 24 Aralık Maraş katliamı olarak adlandırıldı. Bu PKK’nin kuruluşuna, Alevi halkımızın uyanışına, özellikle de Güney Batı Kürdistan’a karşı bir tehditti. Uyanan, mücadeleye katılan halkımızı korkutmak istediler, yine öldürdüklerini öldürüp geri kalanını da korkutup, mücadeleyi boşa çıkarmak istediler. Maraş bölgesi, ilçeleri birçok yol-yöntemle boşaltıldı. Maraş katliamının sebebi aslında budur.
Sayısız kadın bizzat devlet eliyle katledildi, tecavüze uğratıldı; halen ana karnından doğmamış çocukların, kadınların karnını yararak vahşice katlettikleri kadınları unutmak en büyük ihanettir. Kendi kürtlüğüne ve öz benliğine, ulusuna, toprağına, yurtseverliğine büyük ihanet olacaktır. Biz bunları unutsak tarih bizi lanetler ve asla bu lanet lekesinden kurtulamayız. Bu nedenden dolayı kimse çıkıp kütlerin tarihte yaşadığı soykırım ve katliam üzerinden bize siyaset yapmasın. Ancak bize yaşattıkları acı trajedi dolu bu tarihin gerçekliğinin tek af yolu kendi zihniyetlerinde yaşadıkları tekçi zihniyet ve milliyetçi duygularından kendilerini arındırmaları düşer, onlara. Diğer başka türlü söylem ve boş anlamsız tutumlar, lafazanlıktan öteye gitmez. Uluslar arası güçlerin desteğini kendi arkasına alan ve her zaman kapitalist modernite güçlerinin ideolojisinin temsilyetciliğini yapan AKP, MHP ve CHP partilerine düşen tek rol ve misyon kendi klişeleşmiş politikalarını bir kenara bırakmak ve Kürt özgürlük mücadelesinin özgür irade ve siyaseti önünde engel oluşturmaktan vaz geçmeleri en gerçekçi tutum alacağı konusunda genel bir görüş olarak kabul edildiğinin kanısındayım.
Maraş katliamını salt Alevileri kapsayan ve onların varlığına dönük bir katliam olarak ele almak yanlış ve yetersiz olacaktır. En başta direniş ruhunu ve özgür iradeyi kendisinde koruyan ve var kılan bütün Kürt halkını hedefleyen bir saldırı konsepti olarak ele almak gerekir. Bu anlamda bir kez daha tarihte Kürtlerin kültürel ve fiziki varlık haklarına dönük başka katliamlar yaşamaması için Kürtlerin bu tarihi dönemde yeniden birlik ve bütünlük sağlamasına vesile etmesi gerekiyor Maraş katliamı.
Bu vesileyle bir kez daha 36. Maraş katliamının yıl dönümünü kınarken yaşamını yitiren bütün insanlarımızı anıyorum; özelde Alevi halkımız olmak üzere bütün Kürt halkına baş sağlığı diliyorum.
DİYANA AMANOS
- Ayrıntılar
Egemenler tarihin ilk vurgunundan bu yana her zaman yeni yol ve yöntemlerle, kendi hakimiyetlerini hem sürdürmek, hem sağlama almak hem de kalıcı kılmak için çalışmışlardır. Bunun için her zaman özel ekipler oluşturarak insan ve toplumların ruhsal durumlarını inceleyerek, onlara nüfus etmenin yollarını da aramışlardır.
Bunun için denilebilir ki egemenlerin, iktidar güçlerinin özcesi tüm güç odaklarının ilk hakimiyet kurma sahaları ideolojik saha, yani zihniyet alanı olmuştur. Ne zaman ki zihniyet alanını etkileme güçleri azalmış ya da kendilerini etkili kılamamışlar ise o zaman şiddete, çıplak güce başvurmuşlardır. Bu şiddeti de karşılarında duran gücü etkisiz ve zayıf düşürmek için devreye koydukları da kesindir. İradesizleştirme, kırma ve bunları başaramazlar ise yok etmeye kadar götürülecek bir şiddet uyguladıklarını da, tarih bize söylüyor.
Aksi durumda dediğimiz gibi ilk yaptıkları iş beyinleri, zihinleri ve yürekleri fethetmek daha doğrusu manipüle ederek çalma peşinden koşma olmuştur.
Tarihin hangi safhasından geçersek geçelim, gidersek gidelim, bu durumu hep göreceğiz. Her iktidar odağı içinden çıktığı toplumu zapt etmek için onlara göre yeni metotlar geliştirmiştir. Halkları nasıl uyutacak, nasıl yürütecek daha doğrusu “güdebileceği” üzerinden epey kafa yormuşlardır. Belirttiğimiz gibi bunu yaparken tek kendileri kafa patlatmamış, onlarcasını, yüzlercesini hatta binlercesini bunun için sefer etmişlerdir. Belki de tarihte insanın ruhsal dünyasını fethetmek, manipüle etmek için en çok kapitalist çağda kapitalistler bu işe dört elle koşmuşlardır. Örneğin bugün ABD’de on binlerce insanın sadece Think Thank denilen kurumlarda, bir nevi laboratuvarlardan deney yapar gibi deneyler, tartışmalar, araştırmalar yaparak insanların nasıl yönlendirilecekleri üstüne inceleme üzerine incelemeler yapmaktadırlar.
Özcesi iktidar güçleri en ince yol ve yöntemleri en rafine hale getirerek, toplumları gütmenin yollarını aramaya daha doğrusu sağlamlaştırmaya devam ediyorlar. Öyle görülüyor ki insanın içinde özgürlük hasreti, özlemi, kıvılcımları var oldukça da devam da edeceklerdir. Hem de daha da zengin yöntemler geliştirerek.
İktidar güçlerinin tarihine; halkları hiçleştirme, etkisizleştirme, teslim alma, kandırma, oyalama derken aldatma yöntemlerine ilişkin kesinlikle AKP ve Erdoğan’ın uyguladığı yöntemlerden bir tanesi mutlaka geçecektir.
O yönteme biz, karşısındakini kaale almadan, ruhen, psikolojikmen, manen çökertme yöntemi diyelim. Bu yöntemin ismine ne konulacak onu kestirmek zordur. Ancak hasımlarını kaale almadan hiçleştirdikleri için “yok sayarak hiçleştirme mi” demek gerekiyor?
AKP’nin daha doğrusu Erdoğan ve çevresinin uyguladıkları politikalarına ve taktiklerine bakıla bilir. Elbette AKP ve ekibinin uyguladıkları taktikler çok mu ama çok zengindir. Örneğin inanmadıkları değerlere çok inanıyormuş gibi yapmaları gelişkin bir yöntemleridir. Yine toplumun çok farklı kesimlerinden dile gelen farklı düşünceleri sanki temsil ediyorlarmış gibi farklı çevreler henüz görüş belirtmeden hemen onların adına, hatta sanki kendileri öyleymiş gibi açıklamada bulunabiliyorlar. Hatırlayalım AKP gibi milliyetçi bir parti olmasına rağmen, neredeyse Sosyalist Enternasyonalin bir üyesi olacaktı! Bu gerçek manada bir yetenek isteyen bir iş olduğu da kesindir.
Yine milliyetçiliği de en etkili bir silah olarak kullandıklarını biliyoruz. Halbuki Türkiye’nin satmadıkları neredeyse tek bir yerini bırakmadılar. Türkiye’nin tümünü dünyanın emperyalist devletlerine sattılar ama Davos’ta, “One Minute” diyerek ne kadar çok Ortadoğulu olduklarını ise tüm Müslümanlara bir hamleyle güya göstermiş oldular.
Dahası var; İsrail devletiyle gelmiş geçmiş tüm hükümet ve partilerden en ileri düzeyde İsrail devleti ile ilişkili olan bir parti ve başbakan, neredeyse tüm dünyaya kendisini Anti-Siyonist olarak satabilmiştir. Bilenler bilir ki Davos’ta “One Minute” meselesinden sonra da hiçbir zaman İsrail ve Siyonizm ile ilişkilerini bu parti ve üyeleri kesmemişlerdir.
Evet, bunların böyle çok farklı ve zengin yöntemlerini saydıkça sayabiliriz. Nitekim bu zengin yol ve yöntemleriyle tüm Türkiye toplumunu da etkileyerek tam 13 yıldır aralıksız olarak iktidarda bulunma yeteneğini de göstermişlerdir. Bunun için bu partiyi ve bu partiyi kuran Erdoğan’ı hafife almamak gerekir.
Lakin daha zengin olan ve tarihe geçecek olan yöntemleri belirttiğimiz gibi bireyleri, çevreleri, örgütleri, toplumları, halkları hatta devletleri yok sayarak, yokmuş gibi davranarak, hiçleştirme taktik ve politikalarıdır.
Ne söylemek istediğimizi bir iki örnekle iyi verebiliriz.
Örneğin Kılıçdaroğlu adında CHP’nin bir tane Genel Başkanları var. Bildiğimiz kadarıyla aylardır, yıllardır hep meydan okuyor. Hem de canlı yayına AKP liderliğini ve Erdoğan’ı üst üste davet etmiştir. Halen de etmektedir. En son Davutoğlu’nu düelloya davet ettiği gibi. Ya sonuç ne oldu, sıfır cevap. Erdoğan bir gün bile Kılıçdaroğlu’yla neden canlı yayına çıkmayacağına ilişkin bir şey söylememiştir. Söylemez de. Çünkü taktik olarak belirttiğimiz stratejiyi izliyor. O strateji karşısındakini yani hasım gördüğünü yok sayma stratejisidir.
Hatırlıyorum bir seferinde bir davete hem Bahçeli, hem Kılıçdaroğlu hem de Erdoğan davet edilmişlerdi. Ve bu davete Erdoğan’ın gelip oturacağı yer Kılıçdaroğlu’na yakın olan bir yer olmasına rağmen, sanki salonda Kılıçdaroğlu yokmuş gibi yaparak, Bahçeliyi selamlamış, salonu selamlamış ve gelip yerine oturmuştur.
İşte söylemek istediğimiz, kaale almadan hiçleştirme politikası budur. Erdoğan hem selam vermemiş, hem de sanki Kılıçdaroğlu orada yokmuş gibi ederek, ruhen çökertmişti. Böylesi bir durumda Kılıçdaroğlu’nun yapacağı tek bir şey yoktur. Ya kalkıp çıkacaktır-ki bu siyaseten bir yenilgi olurdu- ya da sap gibi aynen o davette olduğu gibi kıp kırmızı olarak oturmaya devam edecekti. Bu duruma gelen ya da getirilen bir kişi sağlıklı düşünebilir mi? Ya da şöyle diyelim, Kılıçdaroğlu bu davette söylenen acaba kaç sözü ya da cümleyi anlamıştır.
Sözü uzatmayayım, herkes kendisini bir an Kılıçdaroğlu’nun yerine koysun. Biz böyle bir duruma düşsek ne yaparız? Ne yapardık? Ortadoğulu olduğu için müthiş gerilirdik v salonu terk edip giderdik. Ya içimize dönerek saatlerce bu kadar saygısız, pervasız, hor, barbar olan bu kişiliğe kendi içimizde tonlarca küfür ederdik. Etmiyor muyuz?
Benzer bir yaklaşımı yer yer alevi öncülerine, demokratik siyasetle uğraşan Kürt liderlerle, sivil toplumculara derken tüm topluma uyguluyorlar. Hatırlıyorum bir keresinde benzer bir yaklaşımı güya Türkiye’nin en zenginleri olan TUSİAD’lı birine yapmıştı. Ve o kişi muhtemelen halen kendine gelememiştir.
AKP’nin ve Erdoğan’ın yöntemi gerçekten de egemenlerin tarihine yeni bir yöntem zenginliği olarak geçecektir. Hep en çirkin ahlaksızlığı yapacaklar hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmeleri, taktik zenginlik açısından örnek alınabilecek bir yöntemdir. Hem de Erdoğan yöntemi.
Erdoğan ve ekibiyle uğraşan ne kadar farklı siyasi eğilim olursa olsun, bunların bu ruhen çökerten psikolojik savaş yöntemi iyi bilinmelidir. Çünkü bu yöntemi tüm AKP’liler uyguluyor. Parlamentoyu bir izleyin. Takip ettikleri yöntemlere bir bakın. Bu yöntemi sık hem de çok fazla sık uyguladıklarını göreceksiniz.
Bunların bu yöntemine karşı etkisiz kalınmak istenmiyorsa, rahmetli Kemal Sunal gibi, “kovulmadım istifa ediyorum” diyerek resti çekmesini bilmek gerekiyor. “Aman niye benimle konuşmadılar, neden bana bakmadılar, görmediler mi, bir şey mi yaptım, bir şey mi oldu” demeden “hadi oradan” diyerek zırnık etki altında kalınmamalıdır. Çünkü bunların stratejileri bireyin psikolojisiyle oynama üzerine kuruludur. Bir kere bir bireyin ya da toplumun ruhsal durumuyla oynamışsanız, etkilemişseniz oraya istediğiniz gibi nüfus edebilir hatta etkileyebilirsiniz. Psikoloji biliminin bu en basit formülünü AKP öyle ustaca kullanıyor ki, neredeyse etkilemediği tek kişiyi bile bırakmamaktadır. Bu etkilemeye AKP’nin karşıtları yani karşı cephesinde yer alanlar da dahildir.
Burada gerçekten de yanında mısınız, karşısında mı duruyorsunuz çok önemli olmamaktadır. Önemli olan size aşıladıkları ruhsal durumdur. Bir kere sizlerde böyle bir durum yaratmış ise orada artık sizin kendinizi savunacak bir mekanizmanız kalmamış demektir.
Bu duruma gelmemek için öncelikli olarak AKP ve Erdoğan’ın tüm yol ve yöntemleri de dahil-özelde de yok sayma politikalarını- bilince çıkarak, bilince çıkarken özelde kendini katmadan, sağlıklı bir şekilde değerlendirerek karşısında durmasını bilmeliyiz.
Böyle yapar isek, yapabilir isek o zaman bu gerçekten de çok kirli bir tarzda yürütülen faşizan yapıya karşı kendimizi korumuş ve kollamış oluruz birde Türkiye toplumlarını da bu çirkin politik biçimine karşı da savunmuş ve korumuş oluruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
bir atın sırtında
- Ayrıntılar
Çünkü devlet ve hükümet Kürt halkının varlığını kabul etmemektedir. Kürtleri geçmişte yaşamış, bugün ise Türkleşmiş bir varlık olarak görmektedir. Bu nedenle “Kürt kökenli Türkler” olarak bakmaktadır. Böyle olunca da Kürt halkının özgürlük direnişini “Terörizm” ve “Dış güçlerin oyunu” olarak ele almaktadır. Kürt halkının varlık ve özgürlük eylemlerini “Türk düşmanlığı” olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle de devlet ve hükümet “Kürt düşmanlığı” stratejisine oturmuş bulunmaktadır.
Böyle olunca da devlet ve hükümetin süreçten anladığı “terörü bitirmek” olmaktadır. Bu nedenle soruna hep “güvenlikçi” anlayışla ve bir “asayiş sorunu” olarak bakmaktadır. Bu durum aslında tarafların “süreç” kelimesine yükledikleri anlamı birbirinden yüz seksen derece farklı hale getirmektedir. Kürtler süreci “Kürt sorununun çözümü” süreci olarak, yani Kürt halkının ulusal-demokratik haklarına kavuşması süreci olarak anlar ve ele alırken, devlet ve AKP hükümeti ise süreci “terörün bitirilmesi” süreci olarak, yani PKK ve Kürt direnişinin imha ve tasfiye edilmesi süreci olarak anlamakta ve ele almaktadır.
Elbette söz konusu bu görüş farklılığı sürecin ilerlememesinin ve bir çözüm süreci haline gelememesinin esasıdır. Dolayısıyla “süreç” üzerine yaşananlar bir türlü stratejik bir boyut kazanamamakta ve sonunda hep taktik yaklaşımlar olarak kalmaktadır. Sorunun bu tarz farklı anlaşılması ve ele alınması sürdükçe de söz konusu sürecin taktik boyutu aşıp stratejik boyut kazanması imkansızdır. Yani taraflar hep birbirine karşı güvensiz olacaklar ve yine hep birbirinden siyasi kazanç sağlamaya çalışacaklardır.
Kuşkusuz sorunu ele almada anlayış ve yaklaşım farklılıkları aşılıp zihniyet ve politika birliği yaratılabilse, o zaman sorunun çözüm süreci çok hızlı ve kolay gelişir ve dünyanın bu en ağır sorunu çok kolay bir biçimde ve bir anda çözüme kavuşur. Fakat bir türlü buna ulaşılamamakta ve yakın zamanda öyle kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada da gözükmemektedir. İşte böyle bir durumda söz konusu “süreç” tartışmaları gündeme gelmekte ve bir anlamda sorunu çözmekten önce aradaki anlayış ve yaklaşım farklılıklarını gidermeyi hedefleyen bir süreç olmaktadır. Bu durum da söz konusu süreç tartışmaları kapsamında içerikle birlikte “yöntem” ve “zaman” kavramlarını da öne çıkarmakta ve adeta püf noktalar haline getirmektedir.
Aslında Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme tartışmaları çerçevesinde geçmişte de bu durumlar hep var olmuştur. Örneğin “oyalama” ve “erteleme” tartışmaları hep bu noktadan kaynaklanmıştır. Dikkat edilirse, tarafların geçmişe ilişkin birbirlerine yönelttikleri eleştiri veya suçlamalar en fazla bu kavramlar çerçevesindedir. Bu da anlayış ve yaklaşım birliğinin yaratılamadığı bir ortamda çözüm süreci geliştirebilmek için zorunlu olmaktadır.
Şimdi basına yansıyan bilgilere göre, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı” adı altında geliştirdiği yeni projenin de içerik yanında en önemli bölümlerinin “yöntem” ve “zaman” mefhumları olduğu anlaşılmaktadır. Bir gün söz konusu taslak bütünüyle yayınlanırsa elbette her şeyi tümüyle öğreneceğiz. Ancak mevcut haliyle de taslağın içerdiği püf noktaları esas itibariyle öğrenmiş ve anlamış durumdayız.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nın dokuz bölümden oluşan bir içerik kısmının bulunduğu ve esas olarak müzakere edilerek bunların netleştirilmesinin hedeflendiği ifade edilmektedir. Bunların Kürt sorununun çözümü kadar Türkiye ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini de içerdiği anlaşılmaktadır. Bunlar arasında ekolojik sorunlarla kadın özgürlük sorununun çok önemli yer tuttuğu belirtilmektedir.
Ancak söz konusu boyutlarda gereken müzakerenin yapılıp sonuçlara ulaşılabilmesi için çok önemli iki kavram “yöntem” ve “zaman” olmaktadır. Bu nedenle Kürt Halk Önderi’nin “yöntem” konusunu birinci madde olarak ele aldığı ve tüm ayrıntılarına kadar inceleyip netleştirmeye çalıştığı belirtilmektedir. Öyle ki, bunlar arasında tutanak tutmaktan, sonuçları yazılı hale getirip imzalamaya kadar her şey vardır. Düşünebiliyor musunuz, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Kürt sorunu gibi bir halkın varlık-yokluk sorunu olan bir konuda belge ve imza konusu tartışma gündeminin başında gelen bir husus olmaktadır. Elbette bu durumun başka bir örneği yoktur. Çünkü Kürt halkı gibi inkar edilen ve kültürel soykırıma tabi tutulan başka bir halk yoktur. Demek ki bu durum inkar ve imha sisteminden, yani kültürel soykırım rejiminden kaynaklanmaktadır.
Yöntem gibi “zaman” kavramı da son Taslak'ta öne çıkmaktadır. Hatta daha öncekilerden farklı olarak, son Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nda “zaman” mefhumu çok daha öne çıkmakta ve neredeyse en önemlisi haline gelmektedir. Kuşkusuz bunun için özel bir bölüm yoktur, fakat “Eylem Planı” bölümünün tümüyle bunu içerdiği de bir gerçektir. Bu çerçevede Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın her şeyi ve tüm zamanı gün gün ve ay ay takvime bağladığı ve sürecin ilerleyip başarıya ulaşılması için bu takvime göre hareket etmeyi gerekli ve zorunlu gördüğü nettir.
Kısaca çok daha açık bir biçimde anlaşılmaktadır ki, Önder Abdullah Öcalan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü hemen şimdi istemekte ve oyalama kabilinden zamana yaymalara karşı çıkmaktadır. Bunun için de Şubat başına kadar müzakere sürecinin tamamlanmasını gerekli görmektedir. Şubat, Mart ve Nisan aylarını ise ulaşılan sonuçların pratikleşeceği dönem olarak öngörmektedir. Nisan sonundan itibaren ise artık normalleşme dönemine geçmeyi hedeflemektedir.
Kuşkusuz bu durum Kürt tarafının samimiyeti, çözümde istekliliği ve kendine güveni olarak görülebilir. Ve bu hususlar da çok önemlidir. Yine karşı tarafa güvensizliği ve oyalamacı yaklaşımlara karşı tedbiri olarak da ele alınabilir. Elbette bu hususlar da önemlidir ve basit ele alınamaz. Kürt sorununun ağırlığı ve 1993’ten beri devam eden sürecin varlığı dikkate alınırsa, Önder Abdullah Öcalan’ın bu denli duyarlı olmasının nedenleri kolayca anlaşılır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Çok açık ki, söz konusu sürecin özünde etkili bir mücadele süreci olduğu ve başka türlü yaklaşılamayacağı anlamına geliyor. Böyle bir mücadele görevi de kuşkusuz başta gençler ve kadınlar olmak üzere Kürt halkına ve Türkiye toplumuna, onun devrimci-demokratik güçlerine düşüyor. Bu konuda yanlış anlamamak, mücadele yöntemlerinde yaratıcı olmak ve örgütlü-planlı hareket etmek büyük önem taşıyor.
Örneğin söz konusu takvimde bir günlük bir erteleme bile olsa halkın ve demokratik güçlerin kıyameti koparması gerekiyor. Oysa daha şimdiden AKP’nin oyalayıcı ve erteleyici yaklaşımları açıkça görülüyor. Örneğin Önder Abdullah Öcalan, tarafların görüşlerinin on gün içinde kendisine ulaştırılmasını istedi. KCK Yönetimi ayın 9’unda, yani onuncu günde cevabını aracılık yapan HDP Heyeti’ne bildirdiğini açıkladı. Fakat bugün on dördüncü gündür ve hala HDP Heyeti İmralı’ya gidip KCK’nin görüşlerini Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a iletebilmiş değildir. Daha Heyet’in İmralı’ya ne zaman gideceği de belli değildir.
Bu durumun ve dolayısıyla AKP Hükümeti'nin tutumunun sürece ters olduğu ve daha şimdiden oyalama ve erteleme anlamına geldiği açıktır. Tabii bu da tüm halkın ve demokratik güçlerin derhal ve etkili eylemlerle protesto etmesini gerektirir. AKP sürecin ruhuna ve takvimine uygun hareket etmediği gibi, bir de yalan ve demagojiyle HDP’ye saldırmaya çalışmaktadır. İşte bu noktada halkın ve demokratik güçlerin anında harekete geçmesi önemlidir. Süreç AKP’ye karşı demokratik siyasi mücadeleyi yükseltmeyi gerektirmektedir.
- Ayrıntılar
HDP Heyeti’nin 29 Kasım’da İmralı’ya gidip Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme yapması ardından “çözüm süreci” tartışmaları yeniden yoğunlaştı. Gerçi Hükümet sözcüleri “çözüm süreci” kavramını dillerinden düşürmüyorlardı, fakat pratikleri buna ters olduğu için pek inandırıcı olamıyorlardı. Ama HDP Heyeti İmralı’ya gidip de açık bir uyarı ve somut bir “Çözüm Projesi” ile dönünce herkes sürecin ciddiyetine ve yeni bir çabanın varlığına inandı.
Şimdi artık çözüm sürecinde yeni bir çıkış ve yeni bir proje var. Bu kesin! Fakat bu çıkışın da ne kadar sonuç verici olup olamayacağı pek belli değil. Çünkü AKP Hükümeti bu tür çabaları hep oyalama ve iktidarını güçlendirme tutumuyla karşılıyor. Sürekli iç politikanın ve seçim kazanmanın aracı yapıyor. Aslında şimdi de sürece böyle yaklaşıyor. “çözüm sürecini” aslında bir “seçim süreci” olarak ele alıyor. Ve bu temelde 2015 genel seçimlerini kazanmayı hedefliyor. Bu da ikinci kesinlik oluyor.
30 Ekim tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısının “imha ve tasfiye” kararı ardından gösterilen sert tutumda biraz yumuşama başlayınca ve AKP sözcüleri HDP Heyeti ile görüşmeleri yeniden gündemleştirince, bu tutum AKP’nin seçim sürecini başlatması olarak yorumlanmıştı. Dolayısıyla AKP “çözüm süreci” deyince, bunun “seçim süreci” olarak anlaşılması gerektiği tespiti yapılmıştı. Aslında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu yeni girişimi söz konusu durumu ortadan kaldırmıyor. Tersine AKP’nin “çözüm sürecini” yeni bir “seçim süreci” olarak ele alma yaklaşımına karşı yeni bir siyasal hamle oluyor. AKP’nin seçim süreci yaklaşımını gerçek bir “çözüm sürecine” dönüştürmeyi hedefliyor. Bakalım başarılı olabilecek mi?
Kuşkusuz başarılı olabilmesi için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç var. Peki nedir bu şartlar? Birincisi, bu çabayı tüm demokratik güçlerin sahiplenmesi ve örgütlü bir ortak çalışma içinde olması gerekir. Çünkü AKP’nin hileli ve sadece kendi çıkarını öngören yaklaşımını yalnızca Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve bazı çevrelerin çabaları boşa çıkaramaz ve süreci gerçek anlamda bir çözüm süreci haline getiremez. Bunu ancak tüm demokratik güçlerin ortak çabası sağlayabilir.
İkincisi, tüm demokratik güçlerin Kürt Halk Önderi’nin bu “çözüm süreci” çabasını doğru anlaması gerekir. Yani bunu yaklaşan genel seçim öncesinde AKP’ye karşı yöneltilmiş bir siyasal mücadele olarak görmesi ve bu temelde yaklaşıp mücadele görevlerine sahip çıkması gerekir. “Çözüm süreci” çalışmalarını seçim öncesinin yoğunlaşmış bir siyasal mücadelesi olarak ele almayan yaklaşımlar kesinlikle doğru değildir ve demokratik siyasete zarar verir. Bu noktada süreci mücadelesiz ele almak ile onu küçümsemek iki temel yanlış anlayıştır ve ikisi de aynı kapıya çıkar.
Üçüncüsü ve bunların tamamlayanı olarak, tüm demokratik güçlerin kendi görevlerine sahip çıkmaları ve başarıyla yerine getirmeleri gerekir. Nedir bu görevler? Kuşkusuz tüm devrimci-demokratik güçlere düşen, AKP iktidarına karşı çok yoğun bir siyasal mücadele yürütmektir. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm halk kesimlerinin hak, adalet, ekmek, özgürlük ve demokrasi mücadelelerini seçim sürecinde en etkili yöntemlerle ve çok güçlü bir biçimde geliştirmeleri zorunludur. Bu öyle olmalıdır ki, AKP’nin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmeli ve toplumda yeni bir yönetimin gerekli olduğu bilincini ve inancını kesinleştirmelidir.
Bununla birlikte demokratik siyasete düşen diğer bir görev ise, 2015 genel seçiminde barajı aşarak ülke yönetiminde söz sahibi olacak bir meclis grubuna ulaşmaktır. Bunun gerektirdiği propaganda, örgütlenme ve ittifak çalışmasını yürütmektir. Aslında iç ve dış koşullar bunun için son derece uygundur ve büyük imkanlar sunmaktadır. Eğer başta HDP olmak üzere tüm demokratik siyasal güçler gerçekten sorumlu davranır ve yaratıcı yöntemlerle aktif bir çalışma içinde olurlarsa söz konusu görevlerin başarılması kesindir.
Demek ki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın öngördüğü yeni “çözüm süreci” statik değil, dinamik bir süreçtir, aktif bir siyasal mücadele sürecidir. Öyle masa başında tartışma ve anlaşmalarla gerçekleşen değil, mücadele meydanlarında kazanılacak olan bir süreçtir. 30 Ekim MGK kararı ardından AKP’nin geliştirmeye çalıştığı seçim sürecine karşı geliştirilen bir demokratik seçim mücadelesi olmaktadır. AKP’nin seçim hamlesine karşı demokratik seçim hamlesi olma özelliği taşımaktadır.
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Sanat doğası gereği incelik isteyen bir iştir. Bunun için sözlükler: “Bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık ve bir şey yapmadan gösterilen ustalık” diye de tanımlanabiliyor.
Biz duygu ile ilişkili olan sanattan ziyade “bir şey yapmadan gösterilen ustalık” tanımından yola çıkarak AKP’nin her zaman bir şeyleri yapacak gibi kendisini yansıtma becerisi üzerinde durmak istiyoruz. AKP denilen parti bu konuda gerçekten de tam bir sanat ustalığıyla toplumda yapmadığı halde, ancak yapacak gibi, yapmış gibi bir duygu insanlarda yaratabiliyor. Bunun da dediğimiz gibi gerçekten çok ciddi bir yetenek hem de bezirgan yeteneği istediği açıktır.
Örneğin; AKP, Kürtlerle TC Devleti’nin yaşadığı sorunları çözmek istediğini yıllardır dillendiriyor. Biz bu yazımızda daha çok buna dönük bazı görüşler sunmak istiyoruz. AKP’nin Romen sorununa dönükte böyle bir yaklaşım sergilediğini herkes biliyor. Benzer bir şekilde belki de daha da ilerisini Alevi Sorununa dönük ortaya koyduğu yaklaşımlarıdır. Avrupa Birliğine girme meselesi de benzerdir. Dersim Katliamı’na yaklaşımı da aynı minvaldedir. Ve tabi ekolojiye, sivil topluma, Çerkezlere derken aslında tüm sorunlara yaklaşımı benzerdir.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi biz bu yazıda AKP’nin Kürt Sorununa çözüm yaklaşımına ilişkin birkaç şey belirtmek istiyoruz.
Hatırlayanlar bilir, konuya giriş yaparken Erdoğan henüz 2005 yılında: “Kürt Sorunu benim sorunumdur” dedi. Ardından ise Rusya’da: “Bir şeyi yok sayarsan o şey yoktur” dedi ve Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığını ifade etti. Süreçle yine Kürt Sorunu dedi, ardından Kardeşlik Projesi dedi, peşinden ise Milli Birlik Ve Kardeşlik Projesi dedi. Derken en sonunda Çözüm Süreci kavramında şimdilik sabitlenmiş olsalar da, her sıkıştıklarında yine Milli Birlik Projesi, Kardeşlik Projesi, Kürt Kökenli Vatandaşların Sorunu gibi kavramları da sık sık kullandıklarını hepimiz izliyoruz ve görüyoruz.
AKP hükümeti bir sorunu çözecek gibi yapma hususunda oldukça becerikli olduğunu en çok Kürt Sorununa yaklaşımda ortaya koymuştur. Öyle ki neredeyse herkeste, tüm toplum kesimlerinde sanki Kürt sorununu çözecekmiş gibi bir algı yaratabilmiştir. Hatta birçok toplum kesimin de, bırakalım çözecekmiş gibi yapma becerisini sanki Kürt sorununu çözmüş gibi bir algı bile yaratmıştır. Bu inceliği ve kurnazlığı herkes gösteremez. Yani olmamış olan bir durumu olmuş gibi gösterme inceliği ya da sanatı konusunda AKP gerçekten de, tam bir numaradır, birinci sınıftır. AKP’nin üzerine bu konuda yoktur. Ve muhtemeldir ki; dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir parti, hiçbir kuruluş, hiçbir devlet, hiçbir psikolojik savaş merkezi AKP’nin yarattığı bu sanal durumu yaratamaz ve yaratamamıştır. İşte bu bir incelik ve sanattır.
Denilecek ki ama öyle bir şey yok ki! Yok, olmasına yok ama herkeste böyle bir beklenti, umut ve algı yaratmış mı yaratmamış mı? Bırakalım halkımızı ve halkları, sözde aydın geçinen binlerce insanı ne kadar böyle inandırdığını günlük olarak görmüyor muyuz?
Dikkat edelim hangi aydınlar tam da bu konsepte girmiyorlar, AKP’nin bu algı operasyonundan etkilenmiyorlar? Ya gerçekten aydın vasıfları var olanlar yani toplumla ilgilileri olan ve de iktidarın olanaklarına gözlerini dikmemiş kısmi bir kesim ya da AKP ile çalışmış ama AKP onlara yönelerek kapı dışarı etmişler dışında, gerçekten bu yanıltma konseptine girmeyen kaç aydın, sanatçı, sivil toplumcu derken böyle muhalif vardır? Yoktur ya da gerçekten çok mu ama çok sınırlı sayıda, hatta parmakla sayılacak düzeyde böyle insan vardır.
AKP’nin ustalık hatta sanatçı bir tarzda böyle bir durumu yarattığı durum budur. Örneğin Kürt sorununa ilişkin hemen şimdi içerisinde bulunduğumuz duruma bakarak birkaç şey söyleyerek, ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz.
1-AKP her gün neredeyse her saat, “çözüm projesine bağlıyız, kıyamette kopsa bu sorunu kardeşlik temelinde çözeceğiz” diyerek kıyametleri koparıyor.
Bunları söylerken; Kürtlerle görüşüyor, HDP heyetiyle görüşüyor, PKK ile görüşmek istediğini belirtiyor, Başkan Apo’nun yanına heyet gönderiyor, “kendi kendimize çözelim, başkaları araya girmesin” diyor, Afrin’den gelen heyeti karşılıyor, Barzanilerle bir araya geliyor ve böyle daha fazlasını sayabiliriz.
Bunları yaparken ne kadar Kürt Sorunu çözme meselesinde iradeli olduğunu, iddialı olduğunu ve de çözecekmiş gibi bir kararlılık içerisinde olduğunu herkese götürmüş oluyor.
2-Yukarıda dile gelenleri yaparken birde bakıyorsunuz Kobanê’ye kuzeyden Mürşit sınır kapısından DAİŞ çetelerini geçirerek, intihar eylemleri yaptırtıyor.
Bununla da Kobanê’lere, Afrinlere, Qamışlo Kürtlerine dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketine, “ayağınızı denk alın, benim dediklerimi yapmazsanız, yapacağımı bilirim” mesajını veriyor. Bunu hem de Başkan Apo ile bir heyetin görüşeceği gün yaparak Başkan Apo’ya da kendilerince mesaj vermiş oluyorlar.
3-Putin ile hem de Kürt Özgürlük Hareketi dünyanın her yerine açılım yapmışken görüşüyorlar, bir nevi 2. Mavi Akım Projesi gibi bir projeyle Rusların Kürt Özgürlük Hareketine yaklaşmaması ve destek sunmamaları için adeta neleri varsa satıyorlar, peşkeş çekiyorlar.
4-Çözüm projesi diyorlar yukarıda ifade ettiğimiz algıyı yaratıyorlar, ama Kürdistan'da ise boydan boya Heslerle, barajlarla tüm tabiatını, tarihi değerlerini yerle bir ediyorlar. Tarım arazisi bırakmayarak Kürtleri gelecekte aç kalmaya mahkum ediyorlar. Bunlara gerilla az bir şey dokundu mu da, “vay PKK barış istemiyor” diyerek Kürt Halkı nezdinde kendilerince karşı propaganda olarak kullanıyorlar.
5-Bunlar yetmiyor, Kürdistan’ın her yerine Kalekol, karakol inşaatlarına aralıksız devam ediyorlar. Barajlara ve Heslere dönük benzer bir yaklaşımı gerilla bu Kalekol ve karakollara yönelim içerisine girdiğinde sergiliyorlar. Halbuki Kalekol ve karakolların niçin yapıldığını normal şartlarda herkes bilir.
6-Kuzey Kürdistan sınırıyla Güney Kürdistan sınırı adeta karakollarla yeniden işgal edilmiş durumdadır. Yaz ve kış demeden, gece demeden gündüz demeden inşaat çalışmaları içerisinde oldukları halde, “bunları dış güvenliğimiz için yapıyoruz” diyerek başka bir kandırmacayı herkese yutturuyorlar.
7-Hepsinden en önemlisi de 30 Ekim günü MGK’da hükümet ve devlet Kürtlere karşı resmi olarak savaş kararı almıştır.
Hatırlayanlar bilir 6-8 Ekim serhıldanı sürecinde neredeyse tüm hükümet yetkililerinin ağızlarından çıkan sadece ve sadece savaş naralarıydı. Sonra modu değiştirseler de özü savaş tamtamlarıydı.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, AKP gerçekten de savaş kararı aldığı halde, neden sanki Kürt sorununu çözecekmiş gibi bir algıyı sürdürmede ısrarındadır? Buna verilecek tek bir cevap vardır, o da: 2015 Seçimleridir.
8-AKP 2015 seçimlerini kazandıktan sonra Kürt Sorunu diye bir sorunu olmadığını, zaten Kürt sorununu çözdüğünü, böyle bir sorunun geçmişten kaldığını belirterek tamamen Kürtlere sert bir yönelim içerisinde olacağı kesin gibi görünmektedir.
Daha da ileriye götürelim söyleyeceklerimizi, AKP eğer seçimi kazanırsa-ki birkaç yıl hiçbir seçim olmayacaktır-sadece Kürtlere yönelmeyecek, Alevilere de, Romenlere de, ekolojistlere de, gezi direnişçilerine de, özgürlükçü kadınlara da, sivil toplumculara da derken ne kadar böyle muhalif varsa hepsini önüne katarak, kendilerine dün dost olan Fetullahçılara yaptıklarını gibi herkese yöneleceklerdir. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor.
İşte AKP bu durumu seçimlere kadar saklamak ve gizlemek için bir cambaz misali her ipten oynamakta ya da tüm iplere oynamaktadır diyelim. Adeta tüm sahaları doldurarak, hiçbir yerde boşluk bırakmayarak dans etmekte ve bir jonglörün ustalığını göstermektedir. Böyle sanatkârane bir biçimde samimiyetsizliğini, sahtekârlığını, ikiyüzlülüğünü, riyakârlığını, dolandırıcılığını, dalavereciliğini, bukalemunluğunu bir saniye bile gizleyemezse ayakta duramaz, silinip götürülür.
AKP tüm bunlara rağmen halen ayakta duruyorsa, meydanlarda halen gür haykırabiliyorsa güvendiği tek silahı, sanatkârane bir tarzla tüm toplum kesimlerinde var olan herhangi bir sorunu sanki çözüyormuş ya da çözecekmiş gibi algıyı yaratmasına ve manipüle etme yeteneğine borçlu olduğunu bilelim.
Bilelim ki AKP gibi gerçekten sadece kandırma ve aldatma sanatı üzerine kendisini kurmuş ve inşa etmiş bir partinin oyunlarına gelmeyelim ve aldanmayalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar