Herhalde dünyada içi en boş cümle: “Silahların zamanı geçmiştir” cümlesidir.
Peşinen söyleyelim ki en çok silahsız, savaşsız bir dünya isteyen biz sosyalistleriz. Bizden daha ileri düzeyde böyle bir dünya isteyen insanlar yoktur. Olsa olsa belki dünyanın çeşitli yerlerinde tasavvuf ile uğraşan, kendi içlerine dönük ve en ücra köşelerde, tek başlarına inzivaya çekilmiş insanlar olabilir. Kaldı ki bu tespit bile tartışma götüren bir tespittir. Çünkü tarihte çokça gördüğümüz gibi bu tür yaşam felsefesine sahip olan insanlar bile bir yerden sonra silah kullanmaktan kendilerini alamamışlardır.
Evet, başka da kesinlikle bizim kadar silahsız bir dünya isteyen insanlar yoktur. Biz derken sadece Kürdistan dağlarında özgürlük için mücadele atılan gerillalar ve devrimcilerden söz etmiyoruz, biz derken sözün tam manasıyla sosyalistlerin yani tüm toplumcuları kastediyoruz. Dünya görüşümüz şu iki cümlede ifade edilebilir: “Devleti söndürmek.” Devlet zor, baskı, zulüm, sömürü olduğu için doğası gereği savaş demektir. Bunun karşısında devleti söndürmek isteyenlerin duruşları kesinlikle zora karşı, baskıya karşı, zulme karşı ve de savaşa karşı olduğu için, bu böyledir.
Gerçeklik böyle olmasına rağmen bugün bize dünyanın en faşist, dikta, kan emici kesimleri “silahları bıraksınlar, çözüme böyle gidilsin” gibi oldukça içeriği boş, manipülatif, sahte, hile dolu, ikiyüzlü söylemlerle toplumları yönlendirmeye çalışarak; duyguları temiz, saf, insani ancak politik gerçeklerden de maalesef uzak birçok çevreyi de etkilemeye çalışmak için hitap ediyorlar. Dediğimiz gibi maalesef böyle birçok çevre etkilenerek böyle sömürücü güçlerinin bilmeyerekte olsa ekmeğine yağ sürmektedirler.
Bugün dünyanın birçok gücü kendisini silahlandırırken, oldukça mazlum ve fakir bir halkın evlatlarının zar ve zor elde ettikleri, bireysel olarak halklarını ve kendilerini korumalarına dönük elde birkaç ufak tefek savunma araçlarını bırakmalarını isteme, Ahmet Kaya’nın söylemiyle: “Ne de yaman bir çelişki”dir.
Daha tuhafı ise TC gibi oldukça saldırganlık üzerine kendisi kurmuş olan bir devlet yapısı, bugün en büyük silahlanma, askeri olarak mobilize, teknolojik olarak yenilenmeyi son derece geliştirirken; Ortadoğu’da hemen Kürdistan’ın yanı başında ve de Kürdistan'da silahlarla, zoraki sınırlar değiştirilirken, silahlarla bu coğrafya kan gölüne çevirilirken; İsrail her gün yeniden Filistin’e son derece modern silah teknolojileriyle kan kustururken; Ortadoğu’yu kendi hileli oyunlarıyla oldukça muhafazakar, zorbacı, gerici politikalarıyla kan deryasına çeviren Suudi ve Katar gibi emperyalizmin eki olan devletler tarihlerinin en büyük silah alımı yatırımlarını yaparlarken; Amerika ve Batı Avrupa devletleri gibi güçlerin silahlanmaya özen gösterirlerken; Rusya ve Ukrayna hemen başı ucumuzda zor teknikleriyle neler yaptıklarını görmüşken, biz Kürt özgürlükçü savaşlarına “Silahları Bıraksınlar” ya da “Gerilla Silahsızlansın” sözleri içi boş olmaya boş olan, ancak, boş olduğu kadar içi o kadar da yalan dolan dolu olan sözlerden başka hiçbir anlam ifade etmediği de bir o kadar açıktır.
Çok tuhaf gelebilir ama bizlere her zaman adeta yeniden yeniden, kılıf değiştirerek, alandır ballandıra yıllar yılıdır bu dayatılmaktadır. Neredeyse, utanmasalar; “Kürt sorunu silahlardan dolayı çözülmüyor” diyecek kadar ileri gidebilen hakaretler dediğimiz gibi yıllar yılı sürmektedir.
Tuhaf ama belirttiğimiz gibi yanı başımızda ise silahlarla tarih yazılmakta, silahlarla halklar katledilmektedir. Ve yine çok tuhaftır ki silahlarla işlerini yürütenler “silahları bıraksınlar” demekte ve saf-apolitik kesimleri de buna inandırmaktadırlar. Ve tabi bu saf ve apolitik olanların dışında birde TC devletinin yağdanlığına gönüllü soyunupta “bir kedileri” olmayanlar ile bir tas çorba için neler yapabileceklerini gösterenlerde vardır.
Sözü uzatmayalım, bugün Ortadoğu’da ayakta kalmanın tek yolu olmazsa bile, en önemli yollarından bir tanesi kendini savunabilecek araçlara sahip olabilmendir. Savunma araçları olmayanları-bugün Irak ve Suriye’de- ne hale getirdiklerini herkes görmektedir. Yine Rojava’da canlı olarak yaşamaktayız. Şengal’de yaşamaktayız. Biz Filistin, Mısır, İran, Libya derken birçok yerden söz bile etmiyoruz.
Birde Ortadoğu’da sicili en karanlık, kirli ve kanlı olan bir Türkiye cumhuriyeti devleti denilen bir yapıyla karşı karşıya iken “silahlar bırakılsın” sözlerinin gerçekten de ne kadar aldatıcı olduğu gün yüzü gibi ortadayken, bizlerin –yani özgürlük sorunu bulunanların, varlığı bile tartışma konusu edilenlerin-savunma araçlarından yoksun bırakılma istemleri ve dillendirmelerin –kimi saf ve apolitik kişilikler dışında- sadece ve sadece art niyetli yaklaşımlar olduğu açıktır.
Bizler bırakalım silahların bırakılmasını, bizler bugün Ortadoğu’da özelde de Kürdistan'da tüm Kürdistanlı gençlerin hem Rojava devrimine bizatihi katılmalarını, hem Güney’de her gün olabilecek halkların kıyımının önünün alınabilmesi için özel birlikleri oluşturarak gerilla ile yan yana mücadele etmesini ve de bir de Kuzey Kürdistan'da hem Kürdistan halklarının hem de Türkiye halklarının geleceklerinin garantiye alınması için tüm Türkiye ve Kürdistanlı gençlerin HPG saflarına akmasını savunuyor ve bunu bekliyoruz da.
Çünkü gerçekten de gün Özgürlük Kavgasına her zamankinden daha fazla katılma ve sarılma günüdür.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Tarihi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuz ikinci yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz üçüncü direniş yılına girerken düşmanının bile takdirini kazanmış bulunan bu büyük direnişi selamlıyoruz. Etkisi bugün çok daha taze ve güçlü olan bu tarihi direnişin yaratıcıları M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşları ve Onların şahsında tüm özgürlük mücadelesi şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Şehitlerimizin amaçlarını başarma sözümüzü bir kez daha yineliyoruz.
Büyük Devrimci Lenin’in tarihi bir sözü var. “Büyük eylem odur ki, karşıtının bile takdirini kazanır” diyor. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi işte böyle bir eylemdi. Mazlum Doğan’ın Newroz Direnişi ile başlayan ve Dörtlerin 17 Mayıs direnişi ile devam edip 14 Temmuz Ölüm Orucu ile doruğa ulaşan tarihi Zindan Direnişi işte böyle bir eylemdi. 12 Eylül Cuntasının şefi Kenan Evren’i, Dağ Kapı meydanında zindanı göstererek “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız amaçlarından vazgeçiremiyorsunuz” demek zorunda bıraktı.
Zindan Direnişinin büyüklüğü önünde eğilen sadece Kenan Evren miydi? Elbette ki hayır! Kenan Evren’den Tayyip Erdoğan’a kadar Türkiye’yi yöneten herkes açık veya gizli bu gerçeği itiraf etmek zorunda kaldı. Hatta Tayyip Erdoğan 1982 Büyük Direnişlerinin yaşandığı Diyarbakır zindanının kapısında gözyaşı dökmek zorunda kaldı. İşte büyük eylem böyle olur! Kalıcı özelliklere sahip tarihi eylem böyle gerçekleştirilir.
PKK Zindan Direniş gerçeği öyle büyük ve güçlüdür ki, etkisi Kürt halkı ve demokratik güçler üzerinde bu gün de taptazedir. Üzerinden otuz iki yıl geçmiş olmasına rağmen bu etki azalmamış, tersine her yıl daha da artmıştır. Otuz ikinci yıldönümü de işte böyle güçlü ve taze etki altında yaşanmakta ve kutlanmaktadır. Her alanda etkinlikler düzenlenmekte, 14 Temmuz Direniş Ruhu temelinde tüm yurtsever güçler kendi duruş ve tutumlarını yeniden gözden geçirmekte ve bu büyük direnişin kahraman şehitleri saygı ve minnetle anılmaktadır.
Büyük Zindan Direnişinin yaşandığı 1982 yılında doğan çocuklar bugün otuz iki yaşında ve yaşamlarının en kudretli çağındadırlar. Geçen otuz iki yıl boyunca binlerce Mazlum, Ferhat, Hayri ve Kemal doğmuş ve Kürdistan’da söz konusu direnişin etkisi altında yeni bir kuşak yetişmiştir. Artık Kürt toplumuna yön veren bu kuşaktır. 14 Temmuz Ruhu, Zindan Direniş Ruhu Kürt toplumunu yönetmektedir. Zindan Direniş Ruhu bugün yepyeni bir toplum haline gelmiş durumdadır.
PKK’yi PKK yapan, diğer tüm örgütlerden ayıran ve bugün halklaşmış bir yapıya ulaştıran işte bu gerçekliktir. Her yerde kitleler “PKK halktır, halk burada” demektedir. Zindanda direnemeyip teslim olan tüm örgütler sıfırı tüketirken, PKK’yi böyle kahramanlık hareketi haline getiren 1982 Zindan Direniş gerçeğidir. 1982 yılında zindan gerçekten de tam bir mihenk noktası haline gelmiştir. Zindan sınavından direnerek geçenler büyür ve halklaşırken, söz konusu sınavda teslimiyetçi davranarak kalanlar bugün esameleri bile okunmaz hale gelmiştir.
Gerçek böyleyken, bugün bazıları “PKK’ye alternatif parti kuracağız” diyerek ortalıkta arzı endam etmektedirler. Güya KDP adıyla yeniden partiler kurmaya çalışmaktadırlar. Peki o zaman böylelerine şu soruları sormazlar mı? PKK kültürel soykırım rejiminin alternatifidir, peki PKK’ye alternatif olmak isteyenler kimin yanındadır? Daha 1982 yılında PKK Diyarbakır zindanında Kürt halkının özgürlüğü için tarihin en büyük direnişini geliştirirken, sözde PKK’ye alternatif olanlar hangi direnişin sahibi olmuşlardır? PKK otuz yıldır dağda gerilla direnişi yürütürken, kendisine alternatif diyenler nerede yaşamışlardır? Bugün 14 Temmuz Ruhuyla Rojava halkı dünya gericiliğine karşı kahramanca direnirken, PKK’ye alternatif olduğunu söyleyenler hangi safta yer almaktadır?
Kuşkusuz benzer soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Fakat bu kadarı da yeterli oluyor. Çünkü söz konusu iddiada bulunanlar daha fazlasına değmiyor. Sözüm ona kendilerine Kürt diyen ve Kürt halkının özgürlüğü için mücadele ettiklerini söyleyen bu tür çevreler, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’a karşı Tayyip Erdoğan’ı destekliyor. Kürdistan halkının onuru ve özgürlüğü için direnen Kobanê halkını ve Kürt özgürlük savaşçılarını değil, Rojava’da sivil halka karşı en vahşi katliamlarla saldıran IŞİD çetelerinin yanında yer alıyor.
Bugün 1982 Zindan Direniş Ruhu, 14 Temmuz Direniş Ruhu Rojava direnişinde, Kobanê direnişinde yaşıyor. Bundan otuz iki yıl önce Diyarbakır Zindanında tarihin en görkemli direniş ruhunu ortaya çıkaran Kürt gençliği, bugün de aynı ruhu Kobanê’de, Rojava Kürdistan kent ve kasabalarında yaşatıyor. Nasıl ki otuz iki yıl önce özgür insanlık Diyarbakır Zindanında temsil edildiyse, bugün de Rojava kent ve kasabalarında temsil ediliyor. Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin direniş ruhu Kobanê direnişine öncülük ediyor.
Kobanê direnişi sadece Rojava Devriminin kalbinin çarptığı yer değil, tüm Kürt halkının ve Kürdistan Devriminin kalbinin attığı yer oluyor. Bir avuç işbirlikçi-hain dışında tüm Kürtler Kobanê halkının yanında ve onunla dayanışma içinde bulunuyor. Kobanê Demokratik Özerk Yönetiminin yaptığı “Seferberlik Çağrısı” tüm Kürdistan’dan ve demokratik insanlıktan destek görüyor. 14 Temmuz Ruhuyla 19 Temmuz Devrimini gerçekleştiren Rojava halkı, bugün Kobanê Direnişini geliştirerek özgür insanlığın sesi olma tutumunu devam ettiriyor.
Unutmayalım ki, IŞİD çetelerinin Kobanê’ye yönelik saldırıları Rojava Devrimini tasfiye etmeyi amaçlayan kapsamlı bir saldırının çok önemli bir parçası oluyor. Bu saldırı esas olarak 30 Mart yerel seçimlerinin ön gününde başlatılmış ve Kobanê halkının kahramanca direnişiyle boşa çıkartılmıştı. Bugün cumhurbaşkanlığı seçiminin ön gününde yeniden başlatılmış bulunuyor. Bu planlı saldırının arkasında AKP ve KDP başta olmak üzere küresel ve bölgesel gericiliğin tamamı yer alıyor.
Söz konusu vahşi saldırının hedefi ise Kobanê’den başlamak üzere Rojava Devrimini adım adım boğmak oluyor. Bu uğursuz plana göre, güya önce Kobanê düşürülecek ve böylece Afrin etkisiz kılınacak, ardından ise IŞİD çete saldırılarına dayanılarak Cizîre hain Kürtler tarafından ele geçirilecek! Bu durum, IŞİD’in Irak saldırısıyla yürürlüğe konan planın ikinci aşaması oluyor. Buna dayanılarak ilan edilmeye çalışılan Kürt Devleti ile IŞİD’in Kuzey’e yayılmasının önü alınmak isteniyor. Herhalde ondan sonra da Türkiye ve İran’ın bölünmesi adımlarına sıra geliyor.
Dikkat edilirse, Kobanê’ye dönük saldırı sadece Rojava halkını hedeflemiyor, onunla birlikte tüm bölge halklarını ve insanlığı hedefliyor. Dolayısıyla Kobanê Direnişi de tüm bölge halklarının ve özgür insanlığın ortak direnişi oluyor. Hem Kobanê ve hem de Rojava halkı bu gerçeğin derin bilincine sahip bulunuyor ve tamamen bu bilinç temelinde direniyor. Kendine verilen bu geniş destekten ve 14 Temmuz Ruhundan aldığı güçle de tarihi insanlık direnişini zafere götürme kararına sahip bulunuyor.
Bu temelde 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuz ikinci yıldönümünü ve Rojava Özgürlük Devriminin ikinci yıldönümünü selamlıyor, tüm devrim şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, özgür insanlığın kalp atışı olan Kobanê direnişine ve direnişçilerine üstün başarılar diliyorum! Herkesi Özgür Kobanê Yönetiminin seferberlik çağrısını duymaya ve dikkate almaya davet ediyorum!
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi tanıklarından Cevher Kandal; Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve 'Dörtler' gibi birçok kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin bugünlere gelmesinde temel taş olduğuna dikkat çekiyor.
1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde birçok direnişe ve ölüme tanıklık eden 71 yaşındaki Cevher Kandal, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni anlattı.
Hilvan'ın Kırbaşlı Köyü'nde Millet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri M. Celal Bucak'a yönelik 30 Haziran 1979 yılında gerçekleştirilen bir eylemde yaşamını kaybeden PKK'nin ilk şehitlerinden Salih Kandal'ın amcası Cevher Kandal, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin tanıklarından biri. PKK'nin çalışmalarına sempati duyduğu için Urfa bölgesinde PKK'nin yaptığı bazı toplantılara katılan Cevher Kandal (71), 1980 yılında yeğeni ile birlikte Diyarbakır Cezaevi'ne konuldu. Diyarbakır Cezaevi'nde 3 yıl kalan ve 21 Mart 1982 yılında bulunduğu koğuşta 3 kibrit çöpü yakarak gerçekleştirdiği eylemde yaşamını yitiren Mazlum Doğan, 14 Temmuz 1982 yılında Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz'la mahkemelerde gidip gelirken karşılaşan Kandal, sorumlu olan M. Hayri Durmuş'un fırsat bulduğu her an kendileri ile konuştuğunu söyledi.
'Allah yok peygamber de izinde'
Cezaevi şartlarının dayanılmaz olduğunu kaydeden Kandal, Cezaevi Müdürü Esat Oktay'ın köpeği "Co"nun tutukluların üzerine saldırtıldığını ve köpeğin yaptığı hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını belirtti. Birçok işkenceye maruz kaldıklarını söyleyen Kandal, "Ne ekmeğimiz ne de suyumuz vardı. Üzerimize pislik dökerlerdi. Oranın Komutanı Esat Oktay şöyle diyordu: 'Allah yoktur peygamber de izinde!' Oktay, gözlerimizin önünde su içiyordu. Birden hücrelere girip bizi uyandırıyorlardı. İnsanlara pislik yediriyorlardı. Onurumuzu ayaklar altına almak için bizi soyuyorlardı. Mardinli bir arkadaş vardı, onlara 'En büyük namussuz sizsiniz. Siz bizi çıplak bir şekilde gördünüz ne kazandınız?' diye sordu" şeklinde konuştu.
'Durmuş yol gösterirdi'
Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren "önderler" ile birlikte katıldığı mahkemelerin etkisinde kalan Kandal, "Hayri Durmuş mahkemede 1.5 saat konuştuktan sonra 'ölüm orucuna giriyoruz' dedi. Ardından Ali Çiçek de mahkeme heyetine 'Ben de açlık grevine giriyorum' dedi. Mahkeme heyeti Ali Çiçek'e onu sevdiklerini yaptıklarından geri dönmesini ve buna benzer birçok şey söyledi. Ali Çiçek kabul etmedi. Hakime karşı başı dik bir şekilde korkusuzca yaptıklarını söylüyordu ve düşüncelerini savunuyordu. M. Hayri Durmuş her zaman bize mücadeleyi anlatırdı. Bize yol gösterirdi. Yol ve bizi kurtaracak kişileri bize o gösterir ve 'birçok yol var' derdi" dedi.
Kandal, M. Hayri Durmuş ile hakim arasında duruşma salonunda geçen diyaloglara tanık olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: "Hakim Hayri Durmuş'a şöyle diyordu: 'Ben size yardım ederim. Sizin bu yaptıklarınız köylerdeki kavgalara benziyor. Biri birini döverken '15 kişi dövdü' diyorlar. Ben nasıl 15 kişiyi suçlarım'. Hayri Durmuş da bir buçuk saat konuştu ve şöyle dedi: 'Şimdi siz beni bıraksanız da ben gitmem. Ben ne hakim, ne binbaşı ne yüzbaşı ne de sizin sözlerinizi tanırım. İşte arkadaşlarım da benim yanımda. Bunları bize söylemenizi, hiç tavsiye etmiyorum.' Sonra Ali Çiçek kalktı ve Hayri Durmuş'un sözlerine katıldığını söyledi. Kemal Pir de kalkıp aynı şeyleri de söyledi. Sonra Akif Yılmaz da kalktı ve o da onlara katıldığını söyledi."
'Durmuş'un konuşması ağlattı'
M. Hayri Durmuş'un yaptığı konuşmada "Bizim neyi niçin yaptığımızı, siz bizden daha iyi biliyor ve anlıyorsunuz" sözlerinden sonra duruşmaya katılan 12 avukatın ağladığını söyleyen Kandal, mahkemede katiplik yapan kadının da ağladığını ve daktilosunu düşürdüğünü ifade etti.
Mahkemeye giderken kendi yaşadıklarını da dile getiren Kandal, "Bizi mahkemeye götürürken ben önden yürüdüm. Benim için 'Bu Salih Kandal'ın amcasıdır' dediler. Yedinci Kolordu Komutanı Kemal Yamak oradaydı. Ben oradan geçerken 'O yaşlı adam buraya gelsin' dedi. 'Dede sen nasıl buraya geldin?' diye sordu. Ben de dedim ki; 'Ben bilmiyorum Salih benim yeğenimdir. Komünisttir. Bu işlere karışmış, adam öldürülmüş benim üzerime atıp buraya getirdiler.' Yanımızda bir üstteğmen vardı, o da 'Doğru söylüyor komutanım' dedi. Üsteğmen komutanına 'Salih Kandal'ı tanıyor musun?' diye sordu. O da tanımadığını söyledi. Bunun üzerine Yüzbaşı komutanına 'Onun adına duymuşsundur. Bu çevrelerin hepsi onun elindeydi. öğretmendir. Kemal Pir'in arkadaşıdır' dedi. Bunun üzerine benim için dedi ki: Bunu bırakın gitsin."
'Mazlum kendini halkı için feda etti'
Yaşanan tüm işkence ve şiddete karşı 1982 yılında Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve 'Dörtler'in eylemlerine başladıklarını bildiren Kandal, 1982 yılının Newrozunda Mazlum Doğan'ın ilk eylemi gerçekleştirdiğini ve Mazlum Doğan'ın ölümü üzerine M. Hayri Durmuş'un kendilerine konu hakkında bilgi verdiğini ifade etti. Kandal, Mazlum Doğan'ın gerçekleştirdiği eylem üzerine M.Hayri Durmuş'un söylediklerini şöyle anlattı:
"Hayri Durmuş bize, 'Mazlum Doğan kendini halkı için feda etmiştir. Mazlum Doğan bir yazı yazıp bugünün Newroz günü olduğunu ve kendisini halka feda etmek için bu eylemi yaptığını söylemiş' dedi. Daha sonra Kemal Pir de Mazlum Doğan ile son yaptıkları konuşmayı anlattı. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın kendisine 'Şimdi gündüz mü gece mi?" diye sorduğunu söyledi. Kendisi ona gece olduğunu söylemiş ve Pir, Mazlum Doğan'a 'Neyin var, bir şey mi oldu?' diye sorduğunu söyledi. Mazlum Doğan da "Ben gece mi gündüz mü bilmiyorum" cevabını vermiş. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın bu sözlerinin ardından eylemini gerçekleştirdiğini anlatmıştı."
'Amed Cezaevi zulmün kalesiydi'
Kandal, Mazlum Doğan'ın eyleminin ardından aynı koğuşta kaldığı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin'in 125 kişinin kaldığı koğuşta kendilerini yaktıklarını anlattı. Amed Cezaevi için "zulmün kalesi" diyen Kandal, orayı görenlerin Türkiye'de yaşamaması gerektiğini ve Salih Kandal, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve'Dörtler' gibi birçok şehidin yaşamlarını bu mücadele uğruna feda ettiğini söyledi. Bugün yapılanların ve gelinen aşamada Özgürlük Mücadelesi şehitlerinin büyük katkısı olduğuna dikkat çeken Kandal, " Kemal Pir bizden bu mücadeleyi her yerde herkese anlatmamızı isterdi. Biz o zaman kimseye Kürt olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi rahatlıkla söylenebiliyor" dedi.
NESRİN YAZAR
- Ayrıntılar
Tarihte insanlığa en büyük zarar veren savaşların bir türü dinler ve mezhepler adına yürütülen savaşlardır. Elbette bu çok ciddi zarar veren savaşlara milliyetçi duygularla yüklenmiş savaşları da eklemek ve saymak gerekiyor. Bir farkla milliyetçilikle yüklenmiş savaşlar son iki yüz yılın savaşları iken, din yüklü savaşlar bin yılların savaşlarıdır.
Savaşların ilk günden başlayarak her zaman negatif yüklü oldukları bilinen bir gerçekliktir. Çünkü: “Savaş toplumsal yaşamdaki yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimidir ve toplumsal doğayı derinden yaralar ve sakatlar.” Bir istisna olarak halkların istilalara karşı geliştirdikleri özgürlük savaşlarıdır.
Şimdi Ortadoğu’da her iki savaş biçimi iç içe yürürlüktedir. Hem halkları köle altına almak isteyen savaşlar-ki bunlar çok vahşice yürütülüyor- hem de halkların kendi özgürlüklerini sağlamaları için direniş savaşları olarak adlandırılan öz savunma savaşları.
Ne acıdır ki bugün Ortadoğu’da yürürlüğe konulan mezhep savaşları insanlık tarihinde çokça ve sıkça görüldüğü gibi tamamen kör savaşlardır. Akıl ve mantıktan uzak yürütülen savaşların ise ne zaman, nerede ve nasıl sonlandırılacağı bilinmez. Çünkü tarihin farklı evrelerinde bu tür savaşlar insanlığın başına yüz yıllarca musallat olmuşlardır. Bir Avrupa’da dile getirilen yüz yıllık savaşların altında kesinlikle bu tür savaşlar vardır. Bizler yüz yıllarca süren, binlerce farklı mezhep ve tarikata mensup bireylerin katledilmelerini dile bile getirmiyoruz. Sadece ve sadece yüz yıllık savaşın bedelinin, bir Avrupa için neler olduğunu en iyi Avrupalılar bilir diyoruz.
Benzer bir şekilde bu tür savaşların Ortadoğu’da nelere yol açtığı da biliniyor. Sadece bizler İslamiyet’in başlangıç yıllarına giderek, bugüne kadar taşınan farklı mezhep kavgalarını dile getirmiş olsak, ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Öyle ki aynı topraklarda, aynı bayrak ve çoğu zaman aynı düşüncelerle bezenmişlerin bile mezhep kavga ve savaşlardan dolayı hangi tür yaklaşımlar içerisinde olduğunu herkes bilir.
Özcesi akıl ve mantıktan uzak ama yürek ve duygu yüklü savaşların tahribatları korkunç oluyor. Korkunçluğu her türden savaş gibi fiziki olarak insanı ya da insanlığı hedeflemiş olmasıdır. Lakin diğer savaş türleri -ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar -bir şekilde durdurma yolları bulunurken mezhep, din ve milliyetçilikle körüklenmiş savaşların durdurulması çok mu ama çok zordur.
Ortadoğu’da mezhep, din ve kapitalizmin bu topraklara ektiği ulus devlet zihniyetinin yarattığı milliyetçilikler sonucu geliştirilen hastalıklı savaşların durdurulmasının tek yolu kesinlikle ve kesinlikle halkların kardeşliğine dayalı olan zihniyet formudur. Bu zihniyet Ortadoğu’da galebe çalmadan, başat hale gelmeden bu topraklarda şiddetin en tehlikesinin her zaman gündemde olabileceği bilinmelidir.
Ortadoğu gibi bir coğrafya; halkların, renklerin, dinlerin, mezheplerin, tarikatların ve de bin bir türlü sivil toplum örgütlerin renkli coğrafyasıdır. Bu coğrafya bu renklerin bir arada yaşayabilmesi ile bugünlere gelebilmiştir. Elbette tarihte her zaman bu coğrafyada savaş durumları yaşanabilmiştir. Ancak bu coğrafyada ne zaman ki savaşlar din, mezhep ve de milliyetçiliklere yani kavimlere dönüşmüş ise orada kesinlikle en büyük vahşetler yaşanmıştır. Yani bu coğrafya ne zamanki kendi renginden hareket etmemiş ise ve başkalarının dayattığı renklere göre yaşamak durumunda kalmış ise orada kesinlikle yaşanan kan ve revan olmuştur.
Ortadoğu’da kan ve revan’lı anların yaşanmadığı anlar halkların en iyi bir şekilde birlikte yaşadıkları, ortaklaştıkları yani belli bir hoşgörü ve demokratik kültür temelinde birbirlerine karşı saygı gösterdikleri anlar ya da çağlar olmuştur. Çünkü Ortadoğu’da ortaklaşmanın ve savaşsız yaşamanın tek yolu budur. Başka da bir çözüm yolu bugüne kadar bulunamamıştır. Gerici odakların buldukları karşıt çözüm modeli kesinlikle sadece ve sadece kan getiren Mezhep, Din ve Milliyetçilik savaşları olmuştur.
Şimdi Ortadoğu’da ya da Ortadoğu’nun tam ortasında bulunan Irak ve Şam’da yaşananlar tamamen gerici ve halkların ortaklığını dinamitleyen bir savaş gerçekliğidir. Bu savaşta halkların tek bir çıkarı yoktur ve olamazda. Yüz yıllarca birbirlerine karşı geliştirilen bir savaş yaşanmaktadır. Yarın bir gün ya da çok ileriki bir tarihte bugün Irak ve Suriye’de olup bitenleri ya da Libya’da yaşanmış olanların tümünün altında Küresel Emperyal güçlerin çıkarları temelinde organize edilmiş oyunlar olduğu gerçeği açığa çıkarsa, kimse şaşırmalıdır. En az da Kürtler şaşırmalıdır.
Çünkü biz Kürtler bugün biliyoruz ki küresel güçler Kürtlerin özgür olmamaları için ne kadar da çok dümen çevirmişler. Ne kadar da çok alttan alta oyunlar sahnelemişler. Ne kadar da çok parçalayıcı, bölücü rol oynayarak kendilerini vazgeçilmez kılmışlar. Ve ne kadar da çok kendilerini bu coğrafyanın kurtarıcıları haline getirmişler.
Bu durumda bugün olup bitenleri daha derinlikli ele alarak irdelemek temel bir görev olmaktadır. Hemen olup bitenlere dalarak birilerini oyunlarına gelmemek çok önemli olmaktadır. Ne şu mezhebin, ne şu dinin ne de şu milletin milliyetçiliğine destek sunmamalıyız. Bizim desteğimiz sadece ve sadece halkların ortaklaşmasını, karşılıklı hoşgörüsünü, kardeşliğini savunan bir yaklaşım ve anlayış olabilir. Aksi taktirde insanların ölümüne sebebiyet verecek bir duruma gelebiliriz ki bu asla ama asla af edilemez.
Tarih şuna şahittir ki, halkların ortaklaşması, dinlerin kardeşleşmesi ve hoşgörüleşmesi sağlanmadan Ortadoğu her zaman başkalarının poligon sahası yani atış sahası olmaya devam edecektir. Ve maalesef bugün Ortadoğu herkesin poligon sahası haline getirilmiştir. Keşke Ortadoğu’ya emperyalistler tarafından satılan silahların bilançosu bir yayınlanabilse!
Halkların özgürlüğünü savunanlar olarak, halkların kardeşliğini Ortadoğu’nun tüm sahalarına oturtamadığımız için, bizim vereceğimiz bir özeleştiri elbette olacaktır. Eğer bu gün kör savaşlar bölgemizi kasıp kavuruyorsa, bizim yeterince başarılı olamadığımızın ve yeterince halkların çizgisini savunamadığımızın ve örgütleyemediğimizin bir kanıtıdır bu, bu ise yeterince derinlikli bir özeleştiriyi gerektirir.
Bizler özgürlükçüler, toplumcular olarak ve de demokratik toplumcular olarak özeleştirimizi ancak ve ancak pratik sahada halkların kardeşliğini sağlayarak vereceğimize de inanıyoruz. Evet, bunun için öncelikli olarak halkların kardeşliğini savunan herkes, her kurum, her birey, her örgütlü yapı mutlaka ama mutlaka bir yolunu bulup halkların kardeşliğini geliştirerek projelere katılmalı, imzasını atmalı ve de bir fiilen kendisi ya da kurumu aktif katılmalıdır.
Aksi taktirde gerçekten de gelişen bu Mezhep Savaşı herkes için çok mu ama çok tehlikeli bir gelişme olacaktır. En çokta halkların kardeşliğini, halkların demokratik konfederalizmi temelinde geliştirmek istenen Demokratik Özerkliği ve bunu tüm halklara bir çözüm modeli olarak götüren çizgi, bakış, anlayış, ideoloji, felsefe ciddi darbe alacaktır. Çünkü gerçekten de halkların kardeşliği temelinde geliştirilen demokratik ulus modelinin temeline bu mezhepçi, dinci ve milliyetçi savaşlar dinamit koymaktadır. Bu gerçekliğe bile baksak bugün Ortadoğu’da bu mezhep savaşlarının kesinlikle ABD ve onlara yardım ve yataklık eden batılı güçlerin çıkarları olduğu rahatlıkla görülebilecektir.
Bunu bilerek her özgürlük savaşçısının, özgürlüğe gönül vermiş olan çalışanının, dostunun, taraftarının, demokratın, feministin, çevrecinin ve de her türlü azınlık temelinde kendisi örgütleyen birey ve yapıların mutlaka ama mutlaka bu küresel yeni Mezhep Savaşı konseptine karşı mücadele etmesi gerektiği açıktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Yeniden tarihi bir eşiğe geldik. Halkların kardeşleşmesini sağlayacakları eşik…
Halkların kardeşleşmesinin tek bir çözüm yolu vardır, o da; tek renkliliği aşan, ret eden ideolojik bakışla geliştirilecek olan Halkların Demokratik Konfederal siyasal yapılarıdır.
Ortadoğu coğrafyası özü itibariyle hep bu demokratik konfederal yapısını koruyarak bugüne kadar gelmiştir. Demokratik derken hoşgörü ve karşılıklı birbirini tanıma dile getiriliyor, konfederal derken de herkesin kendi rengiyle kendi yaşamını sürdürdüğü ifade ediliyor, kastediliyor.
Dikkat edersek Ortadoğu kendi tarihinde hep bu rengini korumuştur. Tarihin derinliklerine gittiğimizde bu renk ya da bu diyalektik hep görülür. Çünkü bu kadar renkli bir coğrafyanın kendini başka türlü var etmesi ya da yaşamanı sürdürmesi çok zordur, hatta imkansızdır. Derler ya “su mutlaka bir yolunu bulup kendi akış istikametini bulur.” Bu coğrafya da kendi akış ritmini demokratik konfederal yapısıyla bulmuştur. Bunu bulmak için elbette birçok yol ve yöntemi denemişlerdir. Bu yol ve yöntemler içerisinde tekçi ve kan döken yöntemlerinin de olduğu kesindir. Sadece bir Sargon’u düşünmek bile yeterlidir, yine peşinde Ortadoğu’yu kasıp kavuran Asur imparatorluklarını da. Ama hiç birisinin kalıcı olmadığını da bizler biliyoruz. Galebe çalan kesinlikle dediğimiz gibi hoşgörü ve karşısında duranı ya da farklı olanı kabul etmek olmuştur. Çünkü bu coğrafya farklı bir yolu -yaşanmış onca tecrübeden başka -bulamamıştır. Belki daha ileri ve gelişkin çözümlerde vardır. Ancak bu coğrafyanın ortaya çıkardığı en güçlü model halen dediğimiz gibi demokratik konfederal modelidir.
Halkların demokratik konfederal bir tarzda yaşaması demek; başka çıkarcı güçlerin, fitneci güçlerin, kan emeci güçlerin kendi siyasetlerini pratikte uygulamamaları demek olduğu için, tüm bu güçler halkların bu ortaklaşma modelini alt etmek için ellerinde ne gelmiş ise tarihte yapmışlarıdır. Ve halen de bu kirli oyun ve politikalarında vazgeçmemişlerdir. Kolayda vazgeçmeyeceklerdir.
Ortadoğu’nun bu güzel ortaklaştırıcı ve bir arada yaşayıcı yaşam tarzını kendi tekleştiren ulus devlet modelleriyle bozan bu güçler, bugün daha fazla etkili olmak için yine halkları düşmanlaştırıcı politikalara başvurmaktadırlar. Halkların kardeşleşmemesi için yeniden kollarını sıvamışlarıdır. Yeniden bu coğrafyayı kan gölüne boyamaya girişmişlerdir. Yanı başımızda duran bir Suriye’ye bakalım. Yine hemen yanı başımızda duran Irak’a bakalım. Ve tabii Libya’da olup bitenler, Mısır’da, Tunus’ta olup bitenlere de bakalım. Hepsi bu güçlerin icatları olduğu kesindir.
Aynı güçler tam yüz yıldır Türkiye’de Kürtlerle Türkleri birbirine kırdırmak için hangi yol ve yöntemlerle başvurduklarını yaşayanlar iyi bilir. Unutmayalım ki bugün Ortadoğu’yu kan gölüne çevirenler daha dün 1915’lerde Ermeni halkımızın katletmesinin yolunu açtılar, 1921 yılında Çerkezlerin, yine Yunan halkının, Asurîlerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Ezidilerin derken ardından da Kürtlerin hem fiziki hem de kültürel kıyımını geliştirdiler. Öyle ki yüz yıl geçmesine rağmen halen bu yaralar hem taptaze durmakta hem de bu yaraların sarılmasının önü her yol ve yöntem mubahtır denilerek engellenmektedir.
Evet, gerçekten de halkların kardeşleşmelerin önü alınmak istenmektedir. Halkların Seçeneği’nin önü alınmak istenmektedir. Bunun içinde bin bir hileyle halkların düşmanlaşması için her şey yapılmaktadır. Tuhaf gelebilir ama gerçekten de düşman haline getirilenler bile neden bu kadar düşman haline getirildiklerine anlam vermemektedirler. Faşist, milliyetçi ve ırkçı nidalarla meydanlara çıkanlar bile olup bitenlere anlam vermemekte ve anlamamaktadırlar. Çünkü bu coğrafyanın parçalı, bölünmüş kalmasını isteyenler öyle bir siyaset izliyorlar ki bu siyasete maruz kalanlar bile nasıl yönetildiklerini bile anlayamamaktadırlar.
Gerçeklik budur. O zaman bu gerçekliği ya da başkalarının ısrarla yaratmaya çalıştıkları bu sahte gerçeğiyle ters yüz etmemiz gerekmektedir. Bu sahte gerçeğiyle ters yüz etmenin yolu Halkların Seçeneği ile mümkündür. Halkların seçeneği ise halkların kardeşleşmesinden geçmektedir. Bugün Türkiye’de halkların kardeşleşmesini sağlayacak ve yeniden yaratacak bir umut ışıltısı belirmektedir. Kürt, Türk, Arap, Çerkez, Laz, Alevi, Ezidi, Sünni, Şia, Romen, Yunan, Ermeni, Asurî, Süryani, Keldani derken Balkanlarda ve Kafkaslarda yüz yıl ve daha öncesinde gelmiş olan tüm halkların ve inançların bu kez birlikte, ortaklaşa, düşmanlaşmadan uzak bir arada yaşayacakları bir coğrafyayı yaratabilecekleri bir Halkların Seçeneği doğmaktadır.
Halkların Seçeneği adım adım gelişirken Kürt gençlerine bu çalışmada çok ciddi işler düşmektedir. Elbette Türkiye ve Kürdistan’da en örgütlü olan güçlerin başında Kürt gençleri gelmektedir. Kürt gençleri öncelikli olarak halkların kardeşleşmesini sağlayacak düşünce yapılarını daha güçlü kılmalı ve halkların ve inançların ortaklaşa yaşayabilmelerini sağlayacak düşünce yapılarını da etkili hale getirmelidirler. Bunun yolunun Başkan Apo’nun oluşturduğu felsefeden geçtiği için öncelikli olarak Kürt gençleri bu felsefeyi iyi özümsemelidirler. Bu felsefeye denk bir ideolojik duruşu da yakalayarak, bu duruşu pratik eylem sahasına yani politikaya aktarmasını da bilmelidirler. Politikanın ise en etkili olma yöntemi ve sanatı örgüte dökülenidir. Örgüte dökmenin yolu örgütlenmekten geçiyor. O zaman Kürt gençleri yaşamlarının her an’ını, her salisesini örgütlü geçirmelerinin yanı sıra bulundukları her ortamı ise örgütlü kılmaları gerekmektedirler. Bunu yapanlar, bunu sonuna kadar yapmaları gerekirken daha büyük adım atmak isteyenler, daha büyük örgütçü olarak yaşamlarını ve ütopyalarını yaşamak isteyenler ise en örgütlü güç olan gerillaya akmalı.
Evet, Halkların Seçeneği gelişirken öncelikli olarak Kürt gençleri ve tabii birde örgütleyecekleri diğer kardeş halkların gençlerini de daha güçlü örgütlülükler içine çekerek, bu seçeneğinin başarısı için, halkların kardeşleşmesi için, ortaklaşması için, bir arada yaşamaları için çalışmalıdırlar.
Evet, Halkların Seçeneği için tüm Türkiye gençliğini halkların özgürlük mücadelesine seferber etmek için çalışan bir Kürt gençliği, halkların ortaklaşmasının garantörü olacağı için bu bilinçle, bu sorumlulukla daha büyük bir coşku ve heyecanla harekete geçmesini bilmelidir.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da yaşanan bir kriz ve kaostu. Son gelişmeler ise gösterdi ki Ortadoğu’da yaşanan kriz içerisinde kriz ve kaos içerisinde kaostur.
Kaos ve kriz naziklik demektir. Her şeyin her an olabileceği demektir. Hangi gerçekliğin öne çıkacağının belli olmadığı durum demektir. Yani kaosu bu bağlamda eski tabirle dile getirecek olursak devrim durumu demektir.
Devrim durumunu az çok sosyal bilimlerle uğraşan herkes bilir. Her şeyin bir an’da alt üst olacağı, eskinin yıkıldığı ve yeninin kendisini inşa etme fırsatı bulduğu bir gerçekliktir devrim. Eskiyi yıkmak demek ya da alt üst oluş demek özü itibariyle köhnemişliklerin baş aşağıya gidişi hatta yıkılarak ortada kaldırışı olacaktır.
Devrimin bu olduğu açıktır. Bizlerde ilk çıkış günümüzden başlayarak her zaman devrim dedik. Hedefimizin devrim olduğunu söyledik. Ne var ki devrim demekle hemen devrim olmuyor. Devrimin olabilmesi için objektif şartlar diye belirtilen şartların oluşması gerekiyor. Ve tabii ki birde bu objektif duruma cevap verecek sübjektif şartlar gerekiyor. Sübjektif şartlar Kürdistan’da tam 35 yıldır vardır. Ve her geçen gün bu sübjektif şartlar gelişmiş ve kendisini her devrim olanağına hazır hale getirmiştir.
Bugüne kadar elbette birkaç kez devrimin objektif şartları doğmuştu. Ne var ki bu şartları hem bizler istediğimiz gibi değerlendiremedik hem de uluslar arası küresel güçler sömürgeci güçlere ve de bölgesel Kürt işbirlikçi güçlerini harekete geçirerek bu devrimin önünü almasını bildiler. Yine başka bir devrim şartını ise içimizde geliştirdikleri ihanetçi işbirlikçi ve çeteci güçlerinin eliyle baltaladılar.
Şimdi ise yeni bir devrim durumu ile karşı karşıyayız. Bu devrim durumu yaklaşık 4 yıldır devrededir. Nitekim Devrimci Halk Savaşı ile bu devrim durumuna 4 yıldır özgürlük hareketi müdahale ediyor. Ve önemli sonuçlar da sağlamıştır. Gerçeklik böyle olsa da halen devrim gerçekleştirilemedi. Her gün gelişen bir gerilla hareketiyle, güçlenen ve sayıca büyüyen bir gerilla gücüyle yine günlük olarak gelişen bir halk hareketiyle de devrimci durumu bir devrim durumuna dönüştürmek için önemli bir hazırlık yapılmıştır.
Bizler kendi cephemizde bu durumu yaşarken Ortadoğu’nun göbeği olan Irak’ta krizin içerisinde devasa bir yeni kriz daha açığa çıkmıştır. Bu gerçeklik Kürdistan Devrim şartlarını her zamankinden daha fazla güçlendirmiştir. Bu bağlamda Devrim Durumu daha da güçlenmiştir.
İşte bunun için HEDEF DEVRİM diyoruz. Irak’ta bir alt üst oluş yaşanıyor. Ancak bu alt üst oluşu her şeyden fazla Kürtleri etkiliyor ve etkileyecektir. Yine herkesten daha fazla Rojava Devrimi’nin etkiliyor. Ve tabii ki Kuzey Kürdistan ile Doğu Kürdistan’ı da etkiliyor.
Devrimi alt üst oluş dedik. Ancak unutmayalım ki bu devrim durumu karşıt güçler içinde geçerlidir. Onlarda bu kaos ve krizli ortamda kendi çıkarları için müthiş bir kavgaya girişeceklerdir. Giriştiklerini de bizler görüyoruz. İŞİD dedikleri gerçeklik budur. Denilecek ki bu gücün arkasında birçok güç vardır. TC devleti gibi, KDP gibi, ABD gibi.
Evet, bunlar olabilir. Ancak bu HEDEF DEVRİM gerçekliğine gölge düşürmez tam tersine bu hedefin gerçekleşmesi için herkesin ama herkesin daha fazla aktifleşerek çalışmaya seferber olmasını gerektiriyor. Devrim şartları doğmuşken başkalarına yani karşı devrim cephesine bu şartları bırakmak hiçbir zaman kabul edilecek bir durum olamaz ve olmamalıdır da.
Devrim son tahlilde var olan objektif şartlara sağlıklı sübjektif şartlarla cevap vermektir. Sübjektif şartın bireylerle, örgütle, örgütlülükle yani insanla ilgili bir durum olduğunu da zaten ifade etmiştik. O zaman devrimin bu olumlu objektif şartlarını güçlü cevaplar verebilmek için büyük bir güç olabilmek gerekiyor. Bunun ise son tahlilde bizimle bağlantılı olduğunu unutmayalım.
Bizlerin ise bugün her zamankinden daha fazla bir özgürlük sorunumuz varsa, ülkemizi özgürce kurma diye bir sorunumuz varsa, dünyada özgürce yaşayan insanlar gibi onurluca yaşama istemek diye bir sorunumuz varsa, o zaman tüm duygularımızı şahlandırarak HEDEF DEVRİM diyerek devrim saflarına akmasını bilmeliyiz. “İnsan sisteme karşı öfkesiyle insandır, insan yanlışlığa karşı öfkesiyle insandır” derler ve Kürdistan’da bugün bu insanı bitiren sisteme karşı, bizlere karşı uyguladığı onca yanlış ve suç pratiklerine karşı öfkelenerek devrim saflarına akmasını bilmeliyiz.
Vietnamlıların, “savaşmak için yaşamak, yaşamak için savaşmak gerekir” diye bir sözleri vardır. Başka bir sözle ifade edecek olursak: “Sen mücadele etmek istiyorsan yaşayacaksın, yaşamak istiyorsan savaşacaksın.”
Unutmayalım ki yaşamak istiyorsak bugün hem de her zamankinden daha fazla bugün meydanlara özgürlük için kavganın tam ortasına atılmamız gerekiyor. Aksi taktirde tarihimizin en önemli devrim fırsatını kaçırmış olacağız.
Bunun için diyoruz ki beyni, yüreği ve fiziki el veren her insan bir an önce Kürdistan’da devrimi gerçekleştirmek için tüm duygularını şahlandırarak, bir an önce özgürlük kavgasının tam ortasına atılmak için dağların yoluna koyulmalıdır. Aksi taktirde yeniden devasa büyük bir devrim durumunu kaçırmamız elden değildir. Bunun böyle olmaması için her Kürdistanlı ve Kürt dostu gencin tarihin bu önemli dönemecinde dağların yolunu tutmalıdır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Değirmen yapımında en önemli faktör suyun akışı ve suyun kanal yatağıdır. Çünkü değirmenin öğütme taşını çevirecek olan suyun akış gücüdür. Bundan dolayı değirmen yapımında su kanalı yapımının taşı çevirecek hacimde olması gerekir, ne fazla ne de az. Fazlası suyun taşı çevirmeyi dengesiz çevirir, hızlandır, bu da dönen taşı kontrolde zorluk çıkarır. Ununuz etrafa saçar, sapla samanı karışır. Azı ise taşı çeviremez, ya da çok yavaş çevirir o da unu öğütmeye yetmez. Demek ki kanalı öğütme taşını çevirmedeki su gücüne göre ayarlamak gerekir, su kanalındaki bir engel sizi undan eder.
Buğday, arpa ve mısır el emeği göz nurudur. Bir tanesi heder olmamalıdır, iyi un çıkması değirmenin öğütme taşına bağlıdır. Çiftçi emek vermiştir, tarlada güneş altında ter dökmüş, harmanda elemiş, çuvallara doldurmuş, içinde taş toprak nedir bırakmamış ama sonucu belirleyecek olan dönen değirmen taşıdır. Tabi arpanın, buğdayın da karıştırılmadan öğütülmesi de önemlidir. Önemlidir! arpa unu karın ağrısı yapar.
Şimdilerde gelişen teknikle kimse suyla değirmen taşını pek kullanmıyor, elektrikli değirmenler, sanayileşmiş un fabrikaları toplumun ihtiyacını karşılıyor. O zaman yukarıdaki anlatı niye? Anlatı her doğasal devinim ve toplumsala inşa çalışmalarının kendi işleyiş akışı vardır. Tersi durum verimsizliği ve sizi yolda bırakmaya sevk eder. Hani halk dilinde derler “taşınan suyla değirmen taşı dönmez diye” yani el atacağınız her çalışmanın kendi kimyası-yasası vardır onun içine girmeden, doğrudan temas yapmadan atacağınız her adım nafiledir. Bu, toplumun politik çalışmalarında yüzde yüz böyledir. Sorunsallıkları kendi yerinde, kendi muhataplarıyla ele almazsanız, uzaktan taş değirmene kovayla su serpmeye benzer.
T. C. 1924'ten bu yana Türkiye toplumunu kendince bir kanalda akıtmaya çalıştı, pozitivizmin ulus-devlet ideolojisiyle toplum mühendisliği yaparak tek tip toplum yaratmaya çalıştı. Hikayesi biliniyor, halklar kültürel katliamların yanında fiziki katliamlara ve sürgünlere uğradılar. Bu değirmen kanalına aşağıdan yukarı su taşımaya zorlaması gibi oldu. Her zorakilikte değirmen taşına değen su sesine kendini inandırarak “oluyor oluyor” diye sevinç naraları atıldı. Halkların- toplumun sindirilmiş sessizliğinden tek tip yaratığına kendini inandırdı. Ama toplumların kültürel varlıkları sesiz akan nehir yatağının alttan hızını belirleyen itmeleri olarak akışı belirledi, somutta Kürtler ve diğer kültürel kimlikler olarak “Kürt teşisi’nin dönüşü” ne katıldılar.
Şimdi dünyamız taş değirmen çağı değil, kara saban da paslandı, öküz nalları üretilmiyor ve boğalar öküzleşmiyor. İletişim öyle bir duruma geldiki çoban artık sadece kara ve ak koyunu bilen değil, cebindeki iletişim aletiyle dünyalıdır.
Artık 1915’lerde sessizce yüz binlerce Ermeni halkını adressiz, bilinmeyene gömdü, Kürt halkını 1925, 1927-30, 1938 deki ölüm sessizliği dönemi olarak kimseyi bilinmez kıldı. Dünya ulus-devlet çıkarları gereği olana ortak oldu. Ancak artık dünya halkları olanı anında biliyor ve ulus devlet sınırlarını eylemleriyle anlamsız kıldı.
Bakın Lice'de sıkılan kurşun dahi anında tüm dünyaya duyuruluyor. Kürtlerin kendi rengine, toplumsal değerlerine sahiplenişi, anında yaşanan hem acıyı hem de sevinci paylaşıyor. Anlaşılması gereken, tarihsel seyir Mezopotamya halkına yeniden yeşerme fırsatı vermiştir. O zaman yapılması gereken düşmanın kof- tehdit naralarına kanmadan yerinden, halkın içinden olmak ve halkla birlikte kendi demokratik siteminin inşa çalışmalarında değirmene suyu taşıma değil; sürekli akacak su kanalları açmak gerekir. Bu da eğitim, örgütlenme ve eylem, yani demokratik kurumları, örgütleri inşa etmektir.
Lice'deki serhildan, mesken dağındaki direniş ve sonrasındaki gelişmeler, Kürt halkının artık “kendisi için savaşıyor” dönemine girilmiştir. Buna verilecek cevap halkın kendisini inşa çalışmalarının önünde engelleri etkisizleştirmek gerekir. Devrimci olmanın birincil görevi de halkı irade sahibi yapmaktır, bunun için de halkın irade olması önündeki engelleri de kaldırmak birinci görevimiz oluyor. Bundan dolayı toplum işlerinde birincisi, “devlete dayanarak devrimcilik yapılamaz, idare edilir. İkincisi, toplumun hayati çıkarlarını ilgilendirmeyen işler esas devrimciliği oluşturmaz. Diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilen rutin işler seviyesindedir. Üçüncüsü, özgürlük, eşitlik ve demokratikle bağlantılı olmayan işler devrimciliği esas olarak ilgilendirmez. Bu işlerin tersi ise devrimciliği esastan ilgilendirir”. Değirmen taşının bir özelliği de, ellerini dönme hızına-yasasına göre hareket ettirmezsen taş elini kapar önce el parçalanır peşi sıra tüm kol çekilir ve kafa ile gövde birlikte imhaya tabi olur.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Son zamanların bir solukta okunan ve her arkadaşın olduğu gibi benimde kalbimi fethedip yaşam ve mücadeleye bağlılığımı daha da derinleştiren cesaret tanrıçamız Sara arkadaşın ‘’Hep Kavgaydı yaşamım’’ kitabını okurken nedense Sema arkadaşın silueti hiç kaybolmadı gözlerimin önünden. Özellikle baştan sona zindan direnişini anlatan bu kitabın ikinci cildinde hep Sema’yla gezindim durdum kitabın içinde. Neden mi? Hem tanıdığım zindanda direnen ilk yoldaştı heval Sema. Ve hem de o zindan da ben dışarıda iken o koşulları bilmeden tanımadan başlayan arkadaşlığın özünü ve Sema’yı Sema yapan yüceliği tanıyamamanın acısından olsa gerek. Çok hissettim bunu, çok derinden yaşadım bu kitapta. Bana göre birçok insandan farklı olarak hatta dünyanın en büyük şanslarından biri olarak bir tanrıçayı tanıma şerefine nail olmuş ender insanlardanım. Dün gibi anımsıyorum bu tanışmayı.
Devrimciliğimin acemi yıllarında Gökhan Erhan (Ş. Ferhan) yoldaşım, hakiki devrimcilerle tanışmam için beni Çanakkale zindanına, yoldaşları ziyarete götürmüştü. Ziyaretine gittiğim kişi kendisini hiç tanımadığım Sema yüce idi. Mühim değildi kimi görmeye gittiğim, hele isim sadece şekliydi. Bizim için, zindanda davaları için yaşayan erdemli insanlar vardı, onları görmek onlarla tanışıp, mücadelelerinin gerekçelerini öğrenmek, imkanlarımız ölçüsünde onlara bazı ihtiyaçlarını götürmek büyük bir onurdu, devrimci bir görevdi. Velhasıl bu ilk ziyarette tesadüf Sema arkadaşın adını ve tanıdığımı söyleyerek girmiştim o insanlık suçunun işlendiği, parmaklıklar arasında kıran kıra direnen yoldaşların ortamına. Oysa ki bu isimde bir insanı duymamıştım bile. Cezaevi görüşmeleri o direnen, iradeleri çelikleşmiş insanlar için çok ayrı bir öneme sahiptir. İçeri girer girmez o buz gibi duvarların ve soğuk parmaklıkların arasından sızan yaşam coşkulu ses ve umut dolu bakışların arasında bir anda unuttum bir zindana gittiğimi. O kadar çabuk geçmişti ki saatler her birinin görüşme kabinlerinden yükselen sesleri, sıcacık karşılamaları, dolu dolu bilinç saçan tartışmaları ve ‘heval’’deyişleri arasında dolan ziyaret süresinin nasıl geçtiğini anlayamamıştım bile. Tam çıkmak üzere iken Ş. Ferhan bari adına gittiğim Sema arkadaşla tanışmamı söyledi, kendisi gitmiş onunla epey tartışmıştı. Benim için hiç fark etmiyordu hepsi hevaldi ve aynı davanın kadınları ve erkekleri olarak onlarla geçirdiğim her an belleğime yeni şeyler kaydediyor, kafamda şimşekleri çaktırıyordu. Ve işte nihayet adına gittiğim o müthiş kadınla selamlaşmanın ardından küçük bir tanışma oldu. Kısa bir sohbetle başlayan yeni bir arkadaşlık cazibesini o kadar büyüttü ve hacmini o kadar genişletti ki yepyeni bir yaşamın startını verecek kadar etkiledi işte. Tam 20 yıl geçiyor bu tanışmanın üzerinden. Bu tanımış olmanın onuru ve kendimi borçlu saymanın gereği olarak her yıl şahadet yıldönümünde bir şeyler yazarım o tanrıçama dair. 16. Yıldönümünde yazdırdıkları…
Yazılmayan kadın tarihinde yaşamı doğru tanımlamak için müthiş bir çaba vermiş sayısız tanrıça, sayısız kahraman vardır adı belli olmayan. Küllenmiş bu tarihin üstü temizlendikçe niceleri çıkacaktır bilinmez. İşte onlardan biri Sema Yüce. Kadında bilincin ne kadar sancılı geliştiğini kendi şahsında yaşamış, bu sancının ardından zihninde yaşanan yeni doğumun ismini özgürlük koymayı başarmış bir kadın o. Kendini ateş topu yapıp, erkek aklının ve sisteminin kadına bahşettiği statüyü, psikolojiyi, itaat kodlarını, ona tapınma saflığını, düşünememeyi ve başkalarının onun yerine karar vermesini, aşk sahteliklerine kanmayı, zavallılık ve masumiyet edebiyatını, lallığı, körlüğü, sağırlığı bu ateş topunda yakarak, küllerinden kendini yeniden yaratmayı başarmış bir kadın o. Evet Ararat’ın yücelerindeki semanın enginliğindeki derinliği, büyüleyici, etrafındakileri kendine hayran bıraktıran adeta bir mıknatıs gibi kendine doğru çekmeyi becerebilen üslubuyla tanıdım bildim onu. Özgürlük felsefesinde kendini dirhem dirhem yıkamış bir hakikat arayışçısı olarak, bakışlarıyla konuşan senide bu özgürlük denizinin sihrine çekerek yüzmeye davet eden etkileyiciyle, türkü tadında ki aşklı, tutkulu yaşamın ismi Sema Yüce. 20 . yy’ın son yıllarına adını altın harflerle yazdırarak özgürlük tarihine düşülen unutulmaz bir kişilik.
Her çağın unutulmaz kahramanları vardır. Kahramanlar salt kendi halklarının kendi ülkelerinin yada kendi köklerinin değil, insanlığı etkileyip yeni bir şeyler katmak uğruna kendini inandığı değerler uğruna feda edebiliyorsa dilden dile dolaşarak efsaneleşir, destanileşir, adeta ibadet edilir cinsinden inanılarak, ruhların dehlizlerinde ki imanla kendine niyaz edilir. Aslında inananları için bir ibadetgah, aşkgah, kıblegahtır artık ona dönülen. İşte bizim gibi kitapsız, salt dengbejleriyle varlığını korumaya çalışan elinde hiçbir şeyi kalmamış olan bir halkı mucizevi bir biçimde yeniden dirilten Önder Apo’ nun kitaplarını en iyi ve en doğru okumayı başarıp kendini bu öğretiye göre yapılandıran Kürt yurtseverliğinin özünü özüne yediren bir Kürt. Salt etnik anlamdaki varlık bilinci değil, ayrıca varlık olarak bile tartışmalık bir haldeki kadın olmanın acısını derinden yaşadığından yüreği sınır tanımaz bir tay gibi sonsuzluğa koşan bir çağlayan gibi akışkan bir biçimde kadının kurtuluş müjdesi olan özgür kadın mücadelesine atılan bir kavgacı. Özgür yaşamın, aşklı yaşamın hakikatin arayışçısı o.
Kişiliğindeki sistemin kadına dayattığı tüm kodları muazzam bir biçimde çözüp gerileten ve köleleştirenle, amansız mücadele ederek, bağımsız ve özgür bir ruh, bir zihniyet yaratan SEMA YÜCE 1990’ lı yılların Kürt ulusal mücadelesinin tırmanışından etkilenip gerilla saflarına katılmış, bu mücadelenin salt Kürt ulusal mücadelesi olmadığını anlayarak bu mücadelenin özü olan özgür kadın mücadelesi ile özgür bir toplum yaratma mücadelesinde en aktif bir biçimde rol oynamıştı. Önder Apo’nun yanında gördüğü eğitimin sayesinde büyüyen ufku ile Kürt kadının tarihi misyonunu iliklerine kadar hissettiğinden Sema yoldaş, bu yönlü bir mücadeleyi hem kendi kişiliğine karşı hem de yanı başındaki kadın geriliklerine karşı amansız bir mücadele verdi. Kendisini tanıdığımda belki Çanakkale cezaevinde özgürlük davası adına tutuklanmış bir özgürlük mahkumuydu. Ama ne mahkumu, orada kurdukları sistem ve yaşam tarzı ile bedenleri tutsak alınsa da ruhların ve yüreklerin asla tutuklanamayacağını derinden yaşadığından o koşullara inat ideolojik teorik düzeyde kendini yetkinleştirme bunu ajiteye dökme ve yazı şiir, tiyatro ve edebi yazılarla dışarıya karanlık zihinleri aydınlatmanın mücadelesini veren özgürlük mahkumu. İnandığı değerler uğruna yaşayan Sema yoldaşın öngörülü oluşu, zeka kıvraklığı ve kapasitesi karşısında gerçekten hayran olmamak mümkün değildi. Uslubunda ki ikna ediliciliği ile tüm çelişkilerimizi çözdüğünden Sema arkadaş bizim da yaşam öğretmenimizdi.
Önder Apo, henüz kadın partileşmesinden bahsetmeden önce bile böyle bir fikir yürütüp tartışmalarda bunu dile getiren Sema arkadaş, zamanın çok ilerisinde yaşıyordu. İşte Önder Apo, 8 Mart 1998 yılında Kadın Kurtuluş İdeolojisini ilan ettiğinde bu ideolojinin anlamına vararak bu esaslar üzerinden özgür kadın kimliğinin partileşmesini en çabuk anlayan kişi olmuştu. İçimizde yaşanan tasfiyeci, özgürlüğün kazanamayacağına olan inançsız, ruhu teslim olmuş herkese eylemiyle bu ideolojinin yaşamsallaşması gerektiğini bedeninde 21 Mart gecesi ördüğü kızıl köprü ile cevap vermişti. Yurtsever duygularla ülkesine bağlı, onurlu yaşamaktan yana tercih koymuş her kadın, özgür iradesi ile örgütlenirse müthiş bir güç olabilirdi ve bunun için ideolojik bir kimlik olan bir parti olarak örgütlenme, partileşme kadın için şarttı. Evet Sema arkadaş bunları mesaj olarak vermiş ve tüm kadınları harekete geçiren eylemiyle özgür kadın mücadelesinin katalizör gücü olmuştu. Eğer bugün salt parti biçiminde değil, büyük bir yaşam ordusu, askeri orduları, siyasal ve sosyal anlamda iradeye kavuşmuş özgür iradesinde ısrarlı ve kadının yaşamın her alanda özneleşmesi için müthiş örgütlü bir kadın kitlesi varsa, bunu Sema Yüce arkadaş gibi mücadele eden kadın yoldaşlarımıza borçluyuz. Sema arkadaşın koyduğu fark Önder APO’yu erkenden fark edip, bu özgürlük savaşımını yeni bir aşamaya taşımasıydı. Çünkü Sema yoldaş amacında netti ve amaçlarına göre yaşamak ve yaşatmak onda her koşul altında bir ilkeydi. Ve bunu başardı Sema yoldaş, anlamlı, güzel ve büyük yaşamanın, sevginin kanunlarını koyan baş tanrıça ZİLAN’IN takipçisiydi. Yaşarken de büyük yaşadı, yaşama veda ederken de. Tam 87 gün yanık bedenin ağrılarıyla yaşadı ama her yanına gidene Önder Apo’yu yalnız bırakmayın demişti. Onun için birey olarak yaşamak değil eyleminin amacına ulaşması hedefti. Son gören yoldaşlar böyle diyordu onun için. Yaşamını bilinçli yaşayanlar yaşamın anlamına varırlar. Ve nasıl bir ölümü seçeceğine de. Tıpkı Sema, tıpkı Zilan gibi.
Neyin kadını olmak? İşte bu soruya cevap aramıştı Sema yoldaş. Tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Cins kimliğini nasıl kodlamak? Neye göre ve nasıl yaşamak? Bu sorulara cevap bulmuştu Sema yoldaş, tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Zilan…
Evet Zilan yoldaş neyin kadını olmalı sorusuna en çarpıcı cevap olmayı başarmış zafer tanrıçamız. Ufkunu özgürlük bilinciyle büyütmüş başka bir Star. Ve inandığı değerler uğruna ölüme koşarak gidip ölümde yaşamı dirilten yaşam kanunumuz. Çok uzun uzadıya yıllarca saflarda kalarak kendini yaratmış biri değil Zilan yoldaş. Çok kısa bir sürede cephecilik ve gerillacılık süreçlerinde militanlaşmak için özgürleşmek için her geçen zamanı, anı anlam gücüne ulaştırarak derinliğine özümseyip kendinde davranış ve eyleme dönüştürmenin mümkün olduğunu kanıtlayan bir yoldaş. Devrimciliğin yıllarla ölçülemeyeceğinin en çarpıcı örneği. Özgür kadının nasıl yaşaması gerektiğinin yol haritası olan mektuplarında ifade ettiği gibi büyük ve anlamlı yaşam için muazzam inancın, muazzam tutkunun sembolü olmayı başarmış tanrıçamız.
‘’Zilan bir kişi değil, bir çizgidir, bir yaşam tarzıdır, bir savaş tarzıdır, bir zafer tarzıdır. Eğer bu gerçeklik bile kavranılır ve YAJK buna öncülük ederse, aslında zaferin en sağlam güvencesini de kendi şahsında somutlaştırmış ve gerçekleştirmiş olacaktır. Bu temelde eksiklikleriniz olabilir, her düzeyde bazı yanlışlıklar içinde de olabilirsiniz; ama eğer Zilan çizgisi bir gerçekse –ki, bundan kuşku duyulamaz- ve düşmanı en çok korkutan bir gerçeklik olarak gelişmeye devam ediyorsa, o zaman YAJK’ın yürüyüşü hem yaşamda büyük bir özgürlük yürüyüşüdür, hem de savaşta zafer yürüyüşüdür.’’(REBER APO) Gerçektende böyle bir yürüyüşün adı oldu o ve bu yürüyüşün bitmeyen enerjisi bitmeyen ruhu heval Zilan.
Eril paradigmanın alıştırdığı gönüllü köleliğe başkaldırmanın, dengesiz kadın erkek ilişkilerin ağında debelenen kadını bu ağdan kurtarmanın yolunu gösteren ışık. Adeta denizde yolunu bulamayan gemilere, yol gösteren bir deniz feneri gibi kadınlar için.
Hele kürt halkı için müthiş bir moral ve kendine özgücüne güvenle yaşamak demektir Zilan. Varlığı bile tartışmada olan bir halkın yeniden dirilmeye başladığı, kimliğine, kültürüne kavuşmak için büyük bedeller ödeyerek acı çeken Kürt halkının çıkış kapısı olmuş Önder Apo’ya karşı geliştirilen saldırıyı fark ederek, bu saldırıya karşı kendini siper etmiş tek kişilik bir ordu. Özgürlük hareketinin karşı karşıya olduğu tehlikeleri görmeyi başarmış, '96 yılı içerisinde gelişen operasyonların bilincine varmış ve bunun karşısında PKK militanının geliştirmesi gereken eylem tarzının nasıl olması gerektiğini tespit etmiş bir komutan aynı zamanda. Önderlik öğretisinden ulaştığı sonuçların bir gereği olarak da kaynağını ideolojik derinleşmeden alan bir inanç ve mücadelenin yenilmezliğine duyduğu güvenle devrim tarihimizde ilk kez bedenini patlatacak düzeyde yüce bir kahramanlık eylemini gerçekleştirmiş müthiş bir taktisyen. Ve başarmanın emridir Zilan.
Zilanı da Sema’yı da Gulan’ı da büyüten, ölümsüz kılan, yüreklerinde ki davaya olan inançları ve önderlik felsefesiyle büyüyen ufuklarıydı. O büyüyen ufukla ölüme meydan okuyan bu kadınlar haziran sıcaklığında haziran da ölmek zor değil, haziranda ölümde yaşamı yaratmak için ölümü bayram havasında karşılamanın sembolü olmak güzel, dediler. Alçakca katledilen Gulan arkadaş fedai kişilşiğiyle zaten ölümle alay ederek yaşardı. Zilan ve Sema içinse bir tercih oldu fedaice bir ölüm. Sara’nın yoldaşları yeniden yazılan kadın tarihini Sakine’nin Mücadelesi tarzında örmeyi bir şeref saydılar. ‘’Ölüme güle oynaya gitmek! Ama ona inat yaşama ait ne varsa onların değerini bilerek onları incitmeden hırpalamadan özünü zedelemeden korumasını da bilmek. Bu herhalde ölmesini de bilmektir. Yoksa ölüm sıradan, yaşam sıradan olur. Aynı şeyleri duyumsamak ortak ruh güzelliğinde buluşmak amaca güçlü bağlanmayla direkt bağlantılıdır. İnanç derinliği kavga aşkındaki akıcılık zorlukları ortak göğüsleme gücü, morali de sağlar.’’ Diye kitabında bu ifadelerle direnişi ve inanç uğruna ölümün anlamını ifadelendiren Sara yoldaş, tüm mücadele yaşamı boyunca bu 3 özgürlük çiçeği ve tüm kızıl çiçeklerimizi en iyi biçimde nasıl temsil edeceğimizin mücadele yol ve yöntemlerini gösterdi. Bize düşen bu yolu takip edip hakikate doğru ilerlemek mutlaka ve mutlaka onların hayal ve umutlarının yaşanılır kılabilmektir.
Zilan, Sema ve Gulan yoldaşlar ile Haziran ayı şehitlerimiz şahsında tüm yüce şehitlerimizi saygıyla anarken bu çizgiye göre yaşamanın onuruyla, mutlaka zaferi getirme aşkıyla, tutkusuyla yaşamak bizim için onlardan gelen bir emirdir, böyle anlamamız gerektiğine inanıyorum, yoksa hepimiz münafık oluruz.
Aze Malazgirt
- Ayrıntılar
Halkımızın bir deyimi vardır, “eğri otur, doğru konuş” diye. Eğri oturulsa da doğru konuşulduğunda toplumun ahlaki ölçülerine denk yaklaşım gösterilmiş olur. Yok, eğer doğru oturulmuş olsa da yanlış konuşmak ise toplumun ahlaki değerlerine ters düşmek olduğu gibi ahlaksızlık olur.
“Söz ve anlam birbirine bağlıdır ama anlam sözden daha güçlüdür. Anlam söz ile dillendirilir ama söz onu yeterince izah etmeyebilir. Çirkinliğin olduğu yerde güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Çünkü çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir.”
Mevcut olan gerçekten çok kötü olduğu için kin duymak yanlış değildir. Tersine kötü olana karşı kin beslememek, bu kötüyü olduğu gibi kabul etmek tek kelimeyle insan olmaktan çıkmaktır.
Yuhanna İncilinin ilk cümlelerinden birinde bir belirleme var. “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve tanrı sözdü” deniliyor. Sözün ise yalansız olması, doğruluktan şaşılmaması gerektiği de ortadadır.
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Bugünlerde yapılan tek kelimeyle budur.
“Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar” derler, yine “Korku, yalan doğurur” derler. Bunun için de: “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler” dememiz de gerekiyor. Başka bir deyimle: “Dünya tükenir, yalan tükenmez” misali Türkiye cumhuriyeti devleti yalan söylemekten bir türlü vaz geçmiyor.
Yalan, özel savaş rejimlerin en etkili silahlarından birisidir. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
“Özel Savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Toplumla ilgili olana karşı savaşı, özel savaşla en çok yalanla yürütüyor faşizan devletler. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi TC devleti direnişçi, özgürlükçü, devrimci güçlere karşı en çok kullandığı silah, yalan silahıdır. TC devletini birkaç adım aşan bir güç ise bu konuda AKP’dir. AKP Şili’de uygulanan “yirmi yalan bir doğru eder”i çok daha ileriye taşırmıştır. AKP artık “bin yalan bir doğru etmese bile, yine de bu yalan söylenmelidir” diyerek kendisine karşı olanlara karşı müthiş bir yalan kampanyasını yürütüyor.
Örneğin en son “dağlara çocuklar kaçırıldı” yalanını günde bin kere söyleyerek kendilerince bir doğru çıkarabilecek umuduna kaptırdılar. Bir doğru etmeyeceğini bilseler de yine de bu yalana devam ediyorlar.
Öyle görülüyor ki bu yetmedi, dağa çocukları gönderenlerin kendi çocuklarını Amerika’da Harvard’larda ve İngiltere’nin Oxford’unda okuttuklarını dillendirmeye başladılar. Bu yalan öyle tutmuş olmalıdır ki, Kürdistan'da polisler bile Toma ve Panzerlerinin içerisinde megafonla konuşurken; “siz burada eylem yaparken, sizi buraya gönderenlerin çocukları yurtdışında okuyor” demekten kendilerini alamıyorlar.
Ve birde sözde Amed’de çocukları kaçırılanlar ise, “neden benim çocuğum dağa gidiyor sizin çocuğunuz Amerika ve İngiltere’ye okul okumaya gidiyor” diye tempo tutturuyorlar.
Bu da yetmiyor benzer söylemleri RTE’da kullanıyor. Haydi, biz yukarıda yalanlara çanak tutarak katılanları anlıyoruz da, peki sana ne oluyor RTE?
Senin çocukların nerede okul okudular acaba?
Örneğin Türkiye’nin gündeminde bir türlü düşmeyen Oğlun nerede okudu?
Ya Kızların nerede okudu? Hani birde muhafazakâr olduğunu söylüyor ancak kızları ise yurtdışında, kapitalizmin merkezinde okumadılar mı?
“Tencere dibin kara seninki benden kara” mı demeli? Yoksa “Tencere yuvarlanmış kapağını mı bulmuş” demeli?
Halbuki hafıza kaybı ve balık hafızalı olmayan biri bilir ki daha birkaç gün önce Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Amerika’ya –hem de Harvard üniversitesinde- oğlunun mezuniyet törenine katılmak için gitti. Biz sadece bu birkaç örneği verelim, diğer örnekleri ise dibi birbirine benzeyenler sıralasınlar.
Yukarıda ifade etmiştik, “eğri oturun ama lütfen az da olsa doğru konuşun” diye. Tüm dinlerde yalan kesinlikle yasaktır. Suçtur. Dini tabirle günahtır.
Haydi, insanlardan korkmuyorsunuz onu anladık, bari Allah’tan korkun ve artık sunturlu ve kuyruklu yalanları söylemekten vazgeçin, yalan atmayı bırakın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Toplumsallığın kendisi bir ruhtur” denilir. Bu bağlamda toplum bir ruhsal birlik anlatımıdır, ifadesidir demek en doğru yaklaşımdır. Ne var ki yabancılaşmış bir toplum ise bu anlamda ruhsal birliğinden kopmuş demektir ki, bu da toplum olmaktan çıkmaktır.
Bizde biliyoruz ki “toplumsallık insansal yaşamın varoluş koşuludur, toplumsallık olmadan yaşam olmaz.” Çünkü yaşamın kendisi toplumsallıkla anlam kazanır, toplumsallıkla var oluşunu sürdürebilir.
Topluma ait olan bir insan bu gerçekliği bildiği için yaşama saygısı olan insan hassas olur ve böyle de yaşar. Büyük yaşam davaları olanların büyük korkuları vardır. Doğru yaşamak isteyenin temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı doğru anlamak ise yaşamın özünü yani hakikatinin peşine düşer. Bu bağlamda da hakikat arayışı yaşamı anlama arayışıdır ve bu arayışı yapan bireydir. Sensin ve benim, tüm insanlıktır. Yani, hakikat sendedir dolayısıyla yaşam sendedir.
Sömürgecilik bu yaşam hakikatini yitirilmesini esas alan kirli bir politik yönelimdir. Çünkü sömürgecilik öncelikli olarak bir toplumu ayakta tutan en temel var oluş gerekçelerine saldırarak onu yıkımı esas alır.
Özcesi sömürgecilik kirleticidir. Çirkinliğin olduğu yerde ise güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Yani doğal olan, olması gereken bastırılsa, özünden kopartılırsa orada güzellik değil çirkinlik gelişir.
Herkeste bilir ki çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir. Bununla bir olan, bununla bir araya gelen, buna ses çıkarmayan ise özü itibariyle insan olma duyarlılığını yitiren bir kişiliktir. Yani Uzlaşmacı kişilik kinsiz kişiliktir, bu da toplumların yaptığı tespit olarak tamamen bir kendinden uzaklaşma, kendi olmaktan çıkma, kendi değerlerine ters düşmedir ki buna da “namussuzluk” kategorisine girme deniliyor. Halbuki doğru olan kötülükle, çirkinlikle bir araya gelme değil, tersine iyi olanla bir araya gelmek olmalıdır. Bir ustanın dediği gibi: “İnsan iyide birleşir kötüde uzlaşır.”
Uzlaşma ise özü itibariyle-ahlaki değerleri dikkate alarak-yapılmıyorsa, ilkelere göre yapılma yerine ürkmekten, korkudan yani boyun eğmeden dolayı yapılıyorsa orada kesinlikle kirli bir uzlaşma var demektir. Şikâyetçilik bir tür uzlaşmaya çağrıdır. Şikâyet dilinin anlamı özü itibariyle “benim üzerime bu kadar geliyorsunuz” demektir, özü budur. “Bana daha az bir baskı uygula, köleliği biraz daha yumuşat ben yumuşatılmış kölelik koşullarında seninle yaşamaya varım” demektir. Bu da uzlaşma dilidir. Şikayetçi dilidir. “Şikâyetçi dil köle dilidir,” hatta köle dilidir ve uzlaşmanın altında insan yoğunlaşınca, köleliği yıkmamanın olduğu görülür, yani kölelikte çakılıp kalma ve kölelik ruhu vardır, bu da özgürlük tutkusu zayıf bir kişiliğin ve toplumun duruşudur. Bunun da insan olmaktan çıkma olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Neden bu böyledir?
“Sömürgecilik kişilikte tahribatı derinleştirir, sömürgecilik toplumu dağıtır, toplumun dağıtılması köksüzlüğe mahkum edilmesi anlamına gelir.” Hele bu Türkiye'de uygulanan biçimiyle bu kültürel kıyımı esas alan bir sömürgecilik biçimiyse ona dayanıyorsa, bu kültürel kıyımın, soykırımın sonucu, hasta bir toplumsal yapının ortaya çıkışıdır. Böylesi bir ortamda ancak Patolojik kişilikler doğar.
Tüm sömürgeci yapıların ortaya çıkardıkları yapılar patolojiktir. TC devleti de Kürdistan’ı sömürgeleştirdiği bugünden yana Kürt insanını hasta kılmak için elinden ne gelmiş ise yapmıştır.
Dikkat edelim, TC devleti ve sömürgeciliği kesinlikle Kürt’ü düşürmek için tüm gücünü bugüne kadar aralıksız olarak uygulamaya koymuştur. Eğer bugün sömürgeciliğin okullarına, ordusuna ve tüm kurum ve kuruluşlarına Kürt insanı özelde de gençliği gönüllü gidiyorsa orada kesinlikle kişilik olarak bir patolojik durum söz konusudur. Böyle hareket eden bir kişilik ise hasta bir kişiliktir. Hastalığın ise ruhsallıkla ilgili olduğunu dile getirmeye gerek var mı?
Kürdistan Özgürlük Devriminde üzerinde en çok durulan hususun kişilik sorunu olması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Kişilik bozukluklarını çözmeyle ilgilidir. Neden buna gereksinim duyuldu? Çünkü Kürdistan'da muazzam bir kişilik tahribatı varda ondan, gerçek olan budur. Kendi gerçekliğinde bu kadar kaçmak, düşmanı düşman olarak görmemek, çocuğunu TC askerine sanki bir şey yokmuş gibi göndermek, kendi dilini unutturan hatta kendi diline karşı bu kadar hakaret eden, kültürünü hem eriten hem de bitiren böylesine bir eğitim sistemine aksi taktirde neden aileler çocuklarını gönüllü gönderir? Ya da giyim ve kuşamıyla neden ısrarla katledene benzemek için çaba içerisine girilir?
Nedeni açıktır, sömürgeciliğin yarattığı kişiliğin ortaya çıkardığı gerçeklik budur. Ve daha tuhaf olanı ise hasta olanın bunun için farkında olmamasıdır. Hastalığın en önemli belirtisi, kendisini sağlıklı hissetmek duygusudur. Halbuki “tedavi olmamın kendini tedavi etmenin en önemli yollarından biri hasta olduğunu bilmek, hastalığı bilmek, hastalığı teşhis edebilmektir” denilir.
Bu durumu insanın ruhsal duruşuna aktarırsak bireyin kendisini tanıması yani kendisini bilmesi gerektiğidir. Buna ustalar “kendiliğinden bilinç“ diyorlar. Yani kendisi için bilinç…
“Varlık olmak kimlik kazanmaktır, farkında olmak bile kendi kimliğinin farkında olmaktır. Birey olarak bile kendi farkın kimliğindir, onun için kimliksiz olunamaz. Kimliksizlik, insan olmaktan çıkıştır.
Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilincidir. Tarih bilinci nedir? kendini tanımaktır, kendini tanımakta kimliğini tanımaktır.”
Kendi kimliğini tanıyan bir birey ise sömürgeciliğin kararttığı gerçeklikten çıkmış birey demektir. Kendisi olmak demektir. Kendisi olabilmenin yolu ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sömürgeciliğe karşı durmaktan geçer. Bunun da yolu açıktır, bellidir.
“Kürt halkının içine düşürülmüş olduğu korkunç aşağılanmadan duyduğumuz büyük utancı en büyük güç kaynağımıza dönüştüreceğiz” diyerek, bize bu düşürülmüşlüğü reva görenlere karşı dik durarak, özgürlük kavgasına her şart altında katılmaktır.
Aksi taktirde Ahmet Arif’in şiirlerinde dile getirdiği gibi sadece ve sadece “yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır” gerçekliğini aşmayacağı gibi, yaşamın katledilmesi olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar