Türkiye de 12 Eylül askeri darbesinin 34 yılındayız. Kolay değil geriye dönüp 30 yıl öncesini bu günün bakışıyla, bugünün argümanlarıyla değerlendirmek. Yine o günlerin kitap ve gazete sayfalarını, dile gelenleri derlediğin zaman12 Eylülü anlatmaya, tanımlamaya yeteceği kanısındayım. Hem yaşananlar çok boyutlu hem de yaşatılan acılar. Toplumsal hafızalarda açılan yaralar çok derindir. Diğer önemli bir nokta; darbenin asıl amacı çok köklüdür. Bu darbenin amacı o günkü güncel duruma müdahale olduğu kadar Türkiye ve Ortadoğu`dan Orta Asya ya Afganistan hattından bu gün yaşanan İslam karşıtı İŞİD çıkışının alt yapı taşlarını ördü.
2. dünya savaşında ortaya çıkan sonuç: var olan silahlanma ve silahların yarattığı tahribatı başta silah sahiplerini yok edecek güçtedir. Yani kimsenin var olan silah potansiyelinin tahribatına karşı gelecek güvencesi yok. Ama ulus- devletler ve dünya iktidar ağları savaşsız varlık sürdüremezler. İktidarda kalmalarının en önemli argümanı “sürekli savaş hali” propagandalarıydı. Her ulus-devlet kendi etrafında sanal düşman yarattı. İçte de Kapitalist cephe “kominizim tehlikesi” adına tüm ezilenleri; dini, sosyal, politik ve muhalif kesimleri hedefledi. Varşova paktı; “kapitalizm saldırıları” cilasıyla tüm sesleri bastırma, yok etme, tek tip “sınıf ”insanı yaratma, tüm renkleri kurutmayı dayatırken dışta “Sosyalizm düşmanları” sloganı ile dünya insanlığıyla toplumsal irtibatı koparttı ve Rus şovenizmini geliştirerek tüm dünyayı düşman cephesine çevirdi.
2. dünya savaşından sonra Varşova paktı Reel sosyalizm, NATO-Kapitalizm cepheleri oluştu. Bu iki oluşum üzerinden adına “ soğuk savaş” denen savaş politikaları teorize edildi. Bu teorilere göre de yaşamın her alanı yeniden dizayn edildi. Bu dizaynda her kes taraftı. Antagonist çelişkilerin teorileri oluşturulmuş, toplumlarda siyah ve beyaz düşünme algı operasyonları geliştirildi, inşa edildi. Bu operasyonlara, “istikrar harekâtları” dendi. Bu adla askeri darbeler düzenlendi. Aslında burada “istikrar harekâtı” adı kullanılarak geliştirilen darbeler için meşru bir minare kılıfı yaratılmaya çalışıldı.
İstikrar harekâtı tanım olarak; soğuk- özel savaşın kendi gerçeğine demagojik anlam yüklemiş olduğunu ifade ediyor. Çünkü istikrar düzendir. Darbeler için istikrar harekâtı denildiği zaman toplumun bilincinde “ düzeni sağlama harekâtı” gibi bir yanılsama da yaratılmış olmaktadır.
Dünyada ve Türkiye de 1960`lı yıllardan başlayarak dünyanın birçok ülkesinde gerek NATO adına Amerika ve Gerekse Varşova adına Rusya askeri darbeler gerçekleştirdiler. Biri, “sağ, gericiliği bertaraf etme” adına olurken diğeri “kominizim tehlikesine karşı özgürlükleri savunma” adına teorikleştirdi ve buna göre askeri-politik hamleler yaptılar. Bu anlamda Latin Amerika’da, Afrika’da “istikrar” sağlama adına darbe yapılmadık ülke kalmadı. Bu askeri darbelerde on binler Stantlara doldurularak kuşuna dizildi, idam sehpalarında can verdi. Aslında 20. yy.ın son eli yılı askeri darbeler dünya politikasını yönlendirdi.
Dünya 1975 1980’lere gelindiğinde iki kutuplu dünya dengesinin ideolojik, politik, askeri mücadeleleri daha da keskinleşmişti. Bu; silahlanmada uzay savaşları, kimyasal silahlanmada sınırsızlık ve bu silahları bir birine karşı caydırıcı argüman olarak kullanılmasından dolayı, toplumları adeta kenedi politikalarına esir eden bir durumu ortaya çıkarmıştı. Bu mücadelenin iki diğer önemli ayağı da Dincilik ve Milliyetçilikti.
ABD öncülüğünde olsa da özünde İngiliz ideolojisi ve politikalarının olduğu projeler toplumlara dayatıldı. Bu projelerden en önemli olanlarından biri “yeşil kuşak” projesiydi. Proje, Varşova paktını siyasal İslam ile kuşatmaydı. Bunun uygulanabilir en önemli merkezi sahası Türkiye idi. Türkiye ittihat-i terakki ideolojisi ve asıl hayali olan “adıretikten Cin seddine kadar Türklük dünyası” milliyetçiliğin, Suni İslam ile de dinciliğin en olumlu zeminiydi. Merkezinde Türkiye ve onun bağları; İran da 25 milyon Azeri, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan yer alıyordu. Bunların dışında Varşova paktının birçok yerinde irili ufaklı Türk ve suni Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar ve Kürtler de vardı. Tüm bunlara ulaşmanın en iyi sahası Türkiye ve sahadaki kullanılmaya hazır T C yöneticileri!
1950’ler den sonra Türkiye de Özel Harp Dairesinin kurulduğunu ve bunun ilk kadrolarından Alpaslan Türkeş ve bir gurubun Amerika da eğitim gördükleri herkes tarafından biliniyor ve haklarında birçok bulgu, belge, kitap yazıldı yayımlandı. Bu güç hem Türkiye içerisinde Faaliyet yürüttü hem de, orta doğuda “İslami kardeşler” örgütlenmesine yardım etti. Ayrıca Kafkasya’dan Orta Asya’ya ve balkan’lara kadar yeşil hat örgütlenmelerini geliştirdi. Bu, reel sosyalizmin yıkılmasında Azerbaycan’da Elçi Bey hareketi, Çeçenistan da Dudayev, balkanlarda kanlı iç çatışmalarda Türk azınlıkların kurban edilmesi, Karabağ da Azeri,Ermeni çatışmalarına neden olan karmaşalar ve orta doğudaki radikal İslam’ın tüm yaşamı esir almasıdır. Halende belirtilen alanlar, halklar arasındaki çatışmaların durdurulmaması uluslar arası NATO Gladyosunun Türkiye ile iş başında olduğunu gösteriyor. Yani reel Sosyalizm-Varşova dağıldı ama Nato’nun soğuk savaş işlevi, kurumları dağıtılmadı daha da sistemsel hale getirildi. Bunun başlıca göstergelerinden Önder APO’nun tüm Avrupa ile Rusya’yı içine alan bir operasyonla TC’ye teslim edilmesi, balkanlara, Kafkasya, Afrika, Saddam ile başlayan M. Kaddafi, Mısır da Hüsnü Muabarek ve en Son Suriye de tam bir sistemsel kaosa dönüşmesidir. Dikkat edelim bu NATO- Amerika müdahalelerindeki karıştırıcı, provoke eden baş aktör TC devletidir.
Bu düzey dünya jandarmalığının kiralık konumuna TC devleti nasıl geldi? Ya da soru şöyle olmalı Osmanlıdan günümüze Türklük kimliğini kullanan Beyaz Türkçü iktidar hep bir kiralık jandarma kimliği değil midir? Bu beyaz Türkçü kimliğin sahipleri orta Asya boz kırlarında Orta doğuya açılıp geldiklerinde karşılarında birçok uygarlığa beşiklik etmiş ve en son kükremesi olan İslam uygarlığı ile karşılaştılar. Bu uygarlıkla çatışma yerine Şaman dinlerinden vazgeçerek egemen suni İslam’ın Hanefi Mezhebi’ni benimsediler. Bu benimseme ile İktidar İslam’ının en keskin kılıcı, kraldan çok kralcı kesildiler. Bu tutumu benimsemeyen Türkmen kimliği ile Alevi kimliğine yöneldiler. Emekçi, komünal değerlerle yaşamayı tercih ettiler. Özüne yabancılaşan iktidar, Türklüğü kendini yeni sahiplerine ispatlamak için en çok da son bin yılda zulmü Türkmenlere yaptı.
Osmanlı imparatorluğu olarak sistemselleşen beyaz-Suni İktidar Türklük, bin yıllık tarihsel sürecinde iktidarlarının nasıl şekillendiği incelendiğinde hiçbir yönetim normal el değiştirmemiş, her zaman iç komplo, entrika, zorla gasp ve iktidar için kardeş katilliği, oğul boğazlamalar yaşanmıştır. En belirgin olan dönem Yeniçeri Ocağının var olduğu dönemdir. Osmanlı’da iktidara gelenler güç dengelerini Yeniçeri Ocağına yaslanarak geliştirir ve karşıt muhalefeti, halkların özgürlük taleplerini bastırma gücü olarak da bu vurucu gücü kullandılar. ( Yeniçeri ocağı; Osmanlı iktidar odakları İslam adına giriştikleri fetih hareketinde katlettikleri toplumların devşirdikleri öksüz çocuklarından oluşturmuşlardı.) Ama Yeniçeri güçleri iktidarın öyle belirleyici gücüydü ki, kendilerine göre olmayan iktidar temsilcilerinin “kelle istiyorduk” sloganı atarak hizaya getiriyorlardı. Daha sonra Yeniçeriler lav edildi. Ama Yeniçeri ocağında yetişenler Osmanlı ordusunda subay oldular ve devamında Harbiye Ordu evinden İttihat ve terakki’ yi kuran ve günümüze gelen Türk silahı kuvvetlerinin Komuta kademesinin dedeleri, öğretmenleri ve ağabeyleridir. Halen de Harbiye Ordu evi Kurmaylığından mezun olmayanlar genel Kurmaylıkta görev alamaz ve genel Kurmay başkanı olamaz.
Tarihsel geçmişi sadece iktidarda kalmak için “her yol mubahtır” geleneğine sahip beyaz Türklüğü elbette dünya hegemon gücü ABD-İNGİLTERE kendi çıkarlarına göre kullanacaklardı. Çünkü Türklük adına hareket eden iktidar odakları hiçbir zaman topluma dayanmadılar. Tarihsel gelişmelerde ki devrim ve toplumsal evrimlerde rolleri hep engelleyici ve yıkıcı olmuştur. Kendi deyimleri olan “devlet başa kuzgun leşe, aslı olan devletin bekasıdır gerisi teferruattır” ideolojik bir tanımlarıdır. Günümüzde dahi bu ideolojik tanım üzerinden TC devletinin kurum ve kuruluşları halka yaklaşıyorlar. Kendilerini “hep bilen” toplumu ise “bilmeyen, kara cahil ve hep birileri tarafından kandırılmaya açık canlılar” olarak bakarlar. Bundan dolayı Osmanlı dâhil TC tarihinde toplumsal devrimlere izin verilmemiş. Süleyman Demirel’in deyimi ile “ bu memlekette kominizim gerekirse onu da biz getiririz” sözü beyaz Türklük ideolojisinin halktan ne kadar kopuk olduğunu gösterir. Yine son dönemlerde seçim meydanlarında Kürt Kalıçdaroğlu'nun kendini ne kadar Türk olduğunu adeta çıldırasıya bağırması ve Laz Tayibin de “asıl Türk benim” demesinin ne kadarda beyaz olduklarını gösteren ibret örneklerdir.
Tüm bunları anlatmamızın nedeni, 1950’lerde dünya hegemon güçleri için hem Orta Doğuda hem de reel sosyalizmi kuşatmada kullanılacak en iyi jandarma gücü Beyaz Türklüktü. Bunun üzerinden Türkiye de 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeler geliştirildi. Bu darbelerin tamamı topluma karşı devleti koruma adına yapıldı. Adına hep bildik cümle “istikrarı sağlamla” idi. Toplum dış mihrakların oyununa gelmiş, devlet milletin bekası tehlikede denmiştir. Yapılan üç askeri darbenin de darbe gerekçe metinlerine bakın sanki tek kalemden çıkmıştır.
Bu darbelerin en tahripkâr olanı 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. 12 Eylül askeri darbesi İran da ki “Şia İslam devrim ”inden sonra gelişmesi gündeme gelmişti. İran da İngiliz ve Amerika kuklası Şah rejimi 1979 da devrimci sol güçlerin ağırlığı ve mücadelesi sonucu yıkılmıştı ama Ayetullah Humeyni Fransa’ dan Fransız hava yollarına ait uçakla Tahrana inerek yıkılan Şah rejiminin yaratığı boşluğu değerlendirerek iktidarın tüm iplerini eline aldı. Ne hikmetse İran da % 70 muhalefetin sol olmasına rağmen Batı dünyası Molla rejimini destekledi. Molla rejimi ayakları yere basar basmaz on binlerce Kürt, Azeri, Fars, Beluç ve Arap devrimci’yi kurşuna dizdi, vinçlerle idam etti. “katli vacip” fetvalarıyla sokaklarda linç ve öldürme seansları düzenlendi.
Tam da bu dönemde Türkiye’de ve Kürdistan’da toplumsal muhalefet gelişme halinde ve başta Kürdistan özgürlük mücadelesinin büyüme ivmesi göstergesinin hacmi karşısında, o dönemin Genelkurmay başkanı ve 12 Eylülün mimarlarında Kenan Evren anılarında “helikopterle Güneydoğu üzerinden geçerken darbe kararı verdik ve geç kalsaydık Apocular güney doğuyu kasıp kavuracaklardı” der. Buradaki itiraf, gerek sol, demokrat muhalefet ve gerekse Kürt özgürlük hareketinin hedeflenmesi tesadüf değildi. İran da 100 bin Kürt Peşmergesi ve milyonlarca sol muhalefet gücünün Türkiye ile ortaklaşması bir yandan Kürtlere biçilen Lozan gömleğinin yırtılması, diğer yandan yeşil kuşağın tümden parçalanmasıydı. Bunu, ne Arap, Fars ve nede Türk ulus devletleri, ne de NATO kaldıramazdı. İran da Humeyni’ye yol verilirken, devrim değerleri kara çarşafa sarılırken, Türkiye de ise; Pan Türk İslam sentezine dayanan generallerin askeri darbesine teslim edildi. O dönemin ABD yetkilisi “bizim çocuklar işi başardı” sözü basına yansıdı
12 Eylül darbesi geliştirilirken toplum kırımı hedeflendi. Kendisine göre olmayan, Pantürkizm (Türk- İslam) sentezine uymayan her kesimi hedefledi, sağ dan da soldan da gençleri astılar ve asarken hiç utanmadan asmanın adaletli olduğunu göstermek için demeçlerinde “ben o kadar adaletli davranıyordum ki bir soldan bir sağdan alıp öyle idam ediyordum.(K.Evren) ” deme küstahlığını gösterdiler.
12 Eylül, gelir gelmez ilk iş Kürdistan’a yönelmek toplu tutuklamalar, tutuklamaları Kürtlük kokusunu alan herkes hedeflendi. Bununla kendilerince “kılıç artık” larını denen kitlelere sinmiş bir kırıntıyı dahi toplumsal hafızadan silmekti. Türkiye genelinde ise, demokrat, biraz kendilerinden farklı düşünen herkese, kesime yönelmek oldu. Eğitim alanlarından kendi çizgileri dışında tüm öğretmen, öğretim üyesi ve öğrenciler, ya tutuklandı ya da işlerinden edilip sürgünlere tabi tutuldular. Siyasi tüm partiler kapatıldı, sendikalar ve sivil toplum adına ne örgüt, dernek varsa kapılarına kilit vuruldu. Konuşan her kes susturulmak hedeflendi. Bunun üzerine tüm kurumların içeriği değiştirildi, tüm devlet daireleri ve yan kuruluşları yeniden programlandı, dizayn edildi. Eğitimde, felsefe dersleri kaldırıldı, din dersleri her kademede zorunlu ders olarak kondu. Tüm devlet memurlarına sendika kurma ve siyasi partilere üye olmayı yasakladı. İş verenlere düşüncelerinden dolayı istediği işçiyi kıdem tazminatı ödenmeden işten atma yasaları tanıdı. Türkçe dışında isim takma yasaklandı ve var olanlarda değiştirmeye zorlandı. Kürdistan da ve Türkiye’nin birçok ilinde köy, kasaba, mahalle adları değiştirildi.
12 Eylül toplumda hafıza kaybını yaratmayı hedefledi. Başta Kürtler olma üzere Türkiye de olan tüm etnik, dini yapılanmaları pan Türk suni İslam ekseninde eritmeyi hedefledi. Bunun için Cumhuriyet tarihinden 1980’ e kadar Kız imam hatip okullarında mezun olanların sayısı 8000 bindi, Ancak 1988’e gelindiğinde bu sayı 200 bine ulaştı. Dini cemaat, yurtlardaki artışlar ve imamların kadro kabarması had safhaya çıktı. Tam da bu süreçte tüm yerel ve dünya basınında yayınlanan belge, bulgularda bu imam ve cemaatlerin maş ve masraflarını Sudi kökenli Rabıta Örgütünün ödediği idi. Bu temel üzerinden gelişen bir suni pan Türk İslam sentezi toplumu esir aldı. Bu esaretin sonucu Türkiye toplumu Kürdistan’daki kirli savaşa sesiz kaldı ve destek verdi.
Yeni Yetişen gençlik, edilgen ezberci ve bir o kadar da kaderci nihilist yetişti. Kendi olmayan, kendisi hakkında karar sahibi olamayan, tarihi temelden yoksun sadece güncele endekslenmiş, toplumsallıktan kopmuş bireycilik kendine işkence eder hale getirilmişti. Arabesk kültürsüzlüğünün üretimden kopardığı gençlik, geleceğini loto- spor toto ve şans oyunlarında arar hale gelmiştir.
Aydını, kendini Milan Kudera nın “var olmanın dayanılmaz hafifliği” ne adamış ya bir barda devrim hikayeleri anlatarak iç boşalmayı yaşıyor ya da bir köşeye çekilmiş Oblomovcu çizgide birilerinin elinden tutmasını bekliyor. Gerisi kızdıkları, eleştirdikleri Modern Kapitalizmin Eiffel kulesi ve ya tiren banyolarında tavla, satranç oymamdalar, beklenen devrimin gelmesini beklediler.
Sol ve demokrasi güçleri zindanlarda darağaçları, züllümle teslim alınmaya çalışıldı. Kimi örgütçe teslim oldu, kimi tarihin en görkemli direnişlerini sergiledi. Amed te PKK tutsakları Mazlum DOĞAN, dörtler ve Kemal PİR’ ler ile birlikte Türkiye zindanlarında M Faik Öktülmüş ve arkadaşlarının görkemli direnişleri gelişti. Önemli bedeller ödendi. Ancak sistem öyle tedbir aldı ki, Türkiye sol ve demokrasi güçlerinin parçalı durumundan faydalanarak hem içerde sistem içleştirdi hem de Önemli bir kısmını “ Avrupa demokrasisi” adına Avrupa da eritti. Tabi bunu Avrupa devletleriyle birlikte yaptı. Bunu Turgut Özallın 1989 da ki şartlı affı ile zindandan çıkanlar dışarıda örgütlü yapı bulamayınca bocaladı ve kendini toparlayamadı ve önemli bir potansiyel eridi heder oldu. Ancak Kürt Özgürlük hareketi bunun tedbirini almış zindandan da çıkan tüm potansiyeli olmasa da önemli oranda kendi kadrosunu sistem içi olmasını önledi.
12 Eylül aydınlanmayı, toplumsallaşmayı, demokrasiyi, farklılıkların rengini öldürmeyi hedefledi. Bundan dolayı yeşil kuşak pratiğinden tek suni renk İŞİD çıktı. Mayalanması ve karargahı 12 eylüldür. Bundan dolayı TC devlet yetkilileri İŞİD e terör örgütü diyemiyorlar, çünkü AKP de 12 eylülün has ürünüdür. Öyle olmasaydı 12 Eylül ana yasası ve tüm kurumlarının işlevini AKP sürdürmede bu kadar ısrarcı olamazdı.
Şimdi 35 inci yılında 12 Eylülün ilk günlerinde Amed zindanında darbecileri yenen PKK cizgisi onun yaratımı olan insanlık düşmanı pan beyaz Türkizim ve onun yaratımı olan İŞİD gurubunu da yine Önder APO nu gerillaları yenerek tüm orta doğu da ki halkların değerlerine sahip çıkıyor. Yani 12 Eylül 35 yılında, insanlık vidanın da ve pratikte yenilenidir.
MEDET SERHAT
- Ayrıntılar
Özgürlük mücadelesi büyük bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Bugün eğer dört parça Kürdistan'da yeniden halkımızın yaşam umudu yeşermişse bunun tek nedeni, ödenen bedellerdir. Hem de bu halkın bağrında çıkmış en gözü pek insanların canı pahasına ödenmiş bedeller.
Özgürlük dağlarında hem özgürlük umudunun en çok yeşerdiği aylar yaz ayları iken hem de özgürlük uğruna en büyük bedeller bu ay içerisinde verilmiştir.
Özgürlük mücadelemizin dirilişe 15 ağustosla başladı. Ve 15 Ağustosla Kürdistan boydan boya dirildi, yeniden yeşerdi yeniden yaşama selam durdu.
Ama unutmayalım ki bu ay içerisinde yada bu aylar içerisinde ise özgürlük mücadelesinin büyük abideleri sonsuzluğa uğurlandılar. Sadece bu halk selama dursun diye…
Dörtler yazın sıcaklığını kendilerine kalkan yaparak yürüyüşlerine çıktılar, çetelere karşı direnişte Salih Kandal bu aylarda sonsuzluğa uğurlandı. Dr. Qasımlo, Alişêr ve Zarife, Faik Bucaklarda bu yaz aylarında yıldızlaştılar. Ve tabi Mustafa Yöndem yani Erdal, Ahmet Kesip yani Cemşit, Rojhat Biluzerî, Şıho Dirlik, Sarı İbrahim, halkımızın Delilası, Büyük Azime derken Engin Sincer yani Erdal ve Nucan-Cennet Dirlikler de bu aylarda topraklarıyla bulaşarak halkları için tohum olup geleceğin fidelerini yeşerttiler. Ve bugünlere gelebilmemizin olanaklarını kendi bedenlerini vererek, ortaya sererek sağladılar.
Bu büyük insanlarla tanışmak, birlikte yaşamış olmak, yakın durmak ve de yol arkadaşlığı yapmış olmak insana büyük görevler yüklüyor. En son isimlerini verdiğim iki Apocu militanla hem sivilde tanışmışlığım, hem yakınlığım, hem akranlığım, hem birlikte arkadaşlığım hem de devrimin uzun yolunda ise yoldaşlığım vardır. PKK’nin böylesine seçkin militanlarına yakınlık, akranlık, arkadaşlık derken yoldaşlık yapmış olmak bireye birçok görev yüklediği açıktır.
Erdal yani Engin Sincer yoldaşı 18 Ağustos 2003 yılında bir kaza sonucu yitirdik, Nucan yani Cennet Dirlik ise 25 Ağustos 2005 yılında Beşiri ovasında yaşanan kıyasıya bir çatışmada…
Birisi çocukluk arkadaşım birisi ise çocukluğumun hülyası…
Birisi canım ve her şeyim birisi ise her şeyimin ötesinde…
Birisi özlemim birisi ise hasretim…
Birisi ulaşmak istediğim birisi ise amacım…
Birisi ruhumun derinliklerinde hep saklı duran birisi ise ruhumun kendisi…
Evet, benim için iki ayrı yıldız, iki ayrı gezegen, iki ayrı dünya…
Kişilikleri birbirine uzak değil, çok yakın. Birisi daha fazla içine dönük diğeri ise biraz dışa dönük. Belki de temel fark bu. Birliktelikleri ise çok fazla.
İkisi güleç, ikisi cana yakın, ikisi sadakatin timsali, ikisi sade, ikisi fedakar, ikisi insan sevdalısı, ikisi mütevazi, ikisi boyun eğmez, ikisi sıcakkanlı, ikisi önderlik sevdalısı, ikisi şehitlerin izleyicileri, birisi Erdal’ın takipçisi birisi Sabri’nin yani birisi Mustafa Yöndem’in hayranı, birisi Şıho Dirlik’in.
Evet, birisi sabırlı, birisi ise sabrın ta kendisi, birisi coşku dolu birisi ise coşkunun ta kendisi, birisi zeki birisi zekiliğin ötesinde, birisi akıllı birisi ise aklın ve zekanın bileşkesi, birisi yürek dolu birisi yüreklerin buluştuğu, birisi inatçı birisi ise inadında ötesinde, birisi sert irade sahibi birisi ise iradenin ta kendisi.
Evet, birisi özgürlük sevdalısı birisi ise bu uğurda her şeyi vermeye hazır, birisi bağlı birisi ise bu uğurda can vermeye amade, birisi halkının iyi bir evladı birisi ise bu halk için canı kurban, birisi ülkeye sevdalı birisi ise “benim de ülkemin güzelliklerini görme hakkım var” diyerek dağların doruklarına hem de en zirvelerine çıkacak kadar dost, birisi Avrupai’yi yaşamdan kaçan birisi Avrupai yaşama hiç girmemiş, birisi önderliğe sevdalı birisi önderlikle sözlü.
Evet, birisi Erdal birisi Nucan. Birisi Engin Sincer birisi Cennet Dirlik. Birisi çocukluğumun ve gençliğimin sembolü birisi ise çocukluğumun ve de gençliğimin sevdası…
Nucanla Enginleşerek Erdalların yoldaşı olmak bunun için kolay olmuyor. Zor da değil zorun da ötesinde. Çünkü biri militanlığın sembolü hem de “bir militan yapması gerekenleri yapmalıdır” diyerek militanlığın zirvesini temsil ederken birisi ise bu zirvedeki militanlığın iyi bir takipçisi olarak Dersim yollarına çıkarken kanıtlanmış bir militan kişilik.
Bu iki yoldaşın yoldaşı olmak, arkadaşı olmak, çocukluk zamanlarında birlikte oyun oynamış olmak, gençliklerinde ise yol almış olmak, akran, isimdaş, akraba, dost, hısım, tanışmış olmak derken tarihin her hangi bir zaman diliminde ve herhangi bir mekanında bu her iki kanıtlanmış PKK militanlarıyla olabilmiş olmak insana büyük görevler yüklüyor. Hem de çok fazla büyük görevler.
Bugün Ortadoğu’da Kürtler ilk kez tarihlerinin en görkemli yükselişlerini yaşıyorlar. Sözün tam manasıyla Devrimci Durumu yaşıyorlar. Devrimci Durum tarihin her anında halklara kolay kolay bahşedilmiyor. Ve bu Devrimci Durum için halklar ne kadar da çok bedel ödemişler. Hem de Erdal gibi Nucan gibi, seçkin ve kanıtlanmış militan kişiliklerle…
Evet, bugün Kürdistan'da Kürtler uzun yıllardır ilk kez bu düzeyde bir kalkışı yaşıyorlar. Rojava’da yaşadıkları bir devrim dalgasıdır, güneyde daha hızlı bir devrim dalgasına kapı aralanmıştır. Kuzeyde ise zaten bu devrim dalgasının ortasındayız. Geriye kalan Doğu Kürdistan’dır, burada ise neyin ne zaman ne olacağı belli değil. Yani her an çok köklü bir devrim dalgasının gelişebileceği bir mekan.
Kürtler sadece kendileri Devrimci Durumu yaşamıyorlar, bilakis bugün Kürtler tüm Ortadoğu’ya bu devrim dalgasını taşımaya başladılar. Rojava devrimi Ortadoğu’ya devrimi taşırmanın kapısı iken Güney’de olup bitenler bu devrim dalgasını daha fazla ve daha hızlı tüm Ortadoğu’ya yayma potansiyeline sahip. Nedeni açıktır, Özgürlük Mücadelesinin ve Hareketinin çizgisi ilk kez bu denli açık ve seçik tüm Ortadoğu halklarına bir özgürleşme ve kurtuluş seçeneği olarak görülmeye başlamıştır. Bugüne kadar hem emperyalistler, hem sömürgeci devletler, hem ilkel milliyetçi ve reformist çizgiler hem de cümle cemaat özgürlüğün karşısında olanların tümü özgürlük çizgisinin önünde engel olarak dikildiler. Ancak Ortadoğu’da son yaşananların gösterdiği tek doğru çözüm ve özgürleştirme ve özgürleşme yolu halkların demokratik konfederal yapılarına dayalı gelişecek olan Demokratik Ulus modelidir. Ortadoğu’da Demokratik Ulus modeline dayanmayan hiçbir çözüm kesinlikle getireceği kandır, kıyımdır, katliamdır. DAİŞ gibi çetelerin hortlatılmasıdır, İsrail gibi Filistin halkına günlük yağacak bombadır, Irak’taki gibi günlük kan gölüdür, Suriye’deki gibi günlük hava saldırılarıdır, Suudi ve Katar gibi devletlerde ise günlük olarak ezmedir, bastırmadır, susturmadır.
İşte bunu aşmanın ve aştırmanın tek yolu vardır, o da; halkların kardeşliğine, ortaklığına yani demokratik konfederal yapılara ve de Demokratik Ulus’a dayalı çözüm modelleriyle gelişecek olan Ortadoğu devrimiyle mümkündür.
Bugün eğer Erdallara ve Nucanlara yakın olunduğu söyleniyorsa, onların şahadet günleri anılıyorsa, onlara akraba ve akran olunduğu söyleniyorsa, arkadaş hatta yoldaş olunduğu söyleniyorsa o zaman yapılması gerekli olan aynen Erdal gibi zor anlarda dağların yoluna düşerek Kürdistan Devrimine katılmaktır, yine aynen Nucan gibi Dersimlere doğru yol alırken “benim de bu ülke için mücadele etme hakkım vardır” diyerek inadına Devrimci Duruma denk yaşamaktır.
Evet, Nucanla Enginleşerek Erdalların yoldaşı olmak isteniyorsa ya da öyle olduğunu söyleniyorsa o zaman yapılması gerekenler bellidir, gözler önündedir. Aynen Nucan gibi aynen Erdal gibi bir an evvel Kürdistan dağlarına çıkarak hızla Devrimci Duruma katılarak Ortadoğu devriminin iyi bir savunucusu olarak Kürdistan devrimini bir an evvel gerçekleştirmenin iyi bir neferi olmaktır. Başkası da ne Nucan’a yakışır ne de Erdal’a yakışır. Nucan ve Erdal’a yakışanda kesinlikle ve kesinlikle bir an evvel onların iyi bir takipçisi olarak bu devrimin iyi bir neferi olmaktır.
Şahadetlerinin yıldönümünde hem Erdal’ın hem de Nucan’ın anılarının önünde saygıyla eğiliyor ve her zaman iyi birer takipçisi olacağımızın sözünü yeniden veriyoruz.
- Ayrıntılar
“Onları seviyorum, her şeyi onlar için yapıyorum. Genç başladık, genç bitireceğiz.”
Öncelikle şu bilinsin ki, içine doğduğumuz dünyada kimse başkası için her şeyi yapmaz. Ve herkesi sevmez. Ve öyle ki gerektiği yerde de canını ortaya koymaz, onlar için vermez.
Ama bugün Kürdistan'da birileri için canını ortaya koyanlar var. Hem de tanımadıklarını bile yüreğine basarak ölesiye severcesine koyanlar…
Bunun böyle olduğunu bizlere Amed zindanlarında, “Önderliğin ve partinin emeklerine layık olamadık. Mezar taşıma halkına borçlu yazın” diyen Mehmet Xeyri Durmuşlar gösterdi. “Yaşamı uğruna ölecek kadar seviyorum” diyen Kemal Pirler gösterdi. Ve ardından gelişen özgürlük savaşında Beritanlar ve “Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı” diyerek düşmanın yüreğinde patlayan Zilanlar gösterdi. Ve yine Sema Yüce gibi; “Nasıl ki gökyüzünde iki güneş yoksa ve olmayacaksa, bir insan için, özgürleşmek isteyen bir kadın için, iki yaşam seçeneği, iki moral merkez olamaz” diyerek canını ateşlere atarak 8 Mart’ın şafağında Newroz'a selam duranlar gösterdi.
Ve bugünde bu yürüyüşçülerin izinden Şengal’de, Kerkük’te, Celawle’de, Rabia’da, Cezaa’da, Serikani’de, Kobane’de, Afrin’de ve ülkenin birçok savaş meydanın da tek bir çıkar gözetmeksizin en ön cephede yürüyenler göstermektedir. Birileri arkasın arkaya kaçarken; sözde paralı, sözde eğitimli, sözde yaşı bilmem kaç, sözde peşmerge yani savaşçı hem de vatan savaşçısı denenler üstelik… Ama daha bıyıkları terlememiş genç erkekler, daha filiz, daha körpecik kızlar dağların doruklarında bilmedikleri alanlarında, ovalara, şehir merkezlerine öne doğru büyük bir yürek atışıyla atıldılar. Tabiidir ki bu atılmalarının nedenlerini sormak ve açığa çıkartmak gerekmez mi?
Verilecek tek bir cevap vardır ki o da; “Her şeyi onlar için yapıyorum” gerçekliğidir. Bu gerçeklik öyle bir gerçekliktir ki hiç kimse ama hiç kimse bu bağı koparamaz, bu bağın arasına giremez, bu bağı gevşetemez. Çünkü bu sağ sevgiyle örülmüştür, bu bağ yürekle işlenmiştir. Ve bu bağ genç başlamakla ve de genç bitirmekle ilgili bir bağdır. Bu bağ Başkan Apo’nun yürek dolu özgürlük tutkusuyla örülmüştür. Gelecek eğer gençlerin ise ve eğer insanlık gelecek günler için yaşadığını dolayısıyla gençlik için çalıştığını, yaşadığını ve de varlığını sürdürdüğünü söylüyorsa, o zaman bunu en ileri düzeyde söyleyen Başkan Apo ve onun ortaya çıkardığı özgürlük hareketidir.
“Hiyerarşik toplumda tecrübeli yaşlıların gençler üzerinde kurduğu baskı ve bağımlılaştırmadan da önemle bahsetmek gerekir. Jerontokrasi diye literatüre geçen bu konu bir gerçektir. Tecrübe yaşlıyı bir yandan güçlü kılarken, diğer yandan yaşlılık onu gittikçe zayıf, güçsüz kılmaktadır. Bu özellikleri yaşlıları, gençleri kendi hizmetlerine almaya zorlamaktadır. Zihinlerini doldurarak bu işlemi geliştirmektedirler. Tüm hareketlerini kendilerine bağlamaktadırlar. Ataerkillik bu olgudan da büyük güç almaktadır. Onların fiziki güçlerini kullanarak dilediklerini yaptırabilmektedirler. Gençlik üzerindeki bu bağımlaştırma günümüze kadar derinleşerek devam etmiştir. Tecrübe ve ideolojinin üstünlüğü kolayca kırılamaz. Gençliğin özgürlük istemi kaynağını bu tarihsel olgudan almaktadır. Yaşlı bilgelerden günümüz bilim adamı ve kurumlarına kadar gençliğe stratejik, hassas denilen bilgilerin en can alıcı kısmı verilmez. Verilenler daha çok onu uyuşturan ve bağımlılığını kalıcılaştıran bilgilerdir. Bilgiler verildiğinde uygulama araçları verilmez. Sürekli bir oyalama değişmez bir yönetim taktiğidir” demesinin ardından, “Gençliğin her zaman özgürlük istemesi fiziki yaş sınırından değil, bu özgül toplumsal baskı durumundan ileri gelmektedir. Ayyaş, toy delikanlı kavramları gençliği küçük düşürmek için uydurulan temel propaganda sözcükleridir. Yine hemen cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek, ezbere katı doğmalara bağlamak, gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek ve düzeni sağlamakla bağlantılıdır” diyerek gençliğin nasıl ele alındığı açıkça ifade etmektedir.
Başka bir yerde ise: “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur. Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur… Yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.”
Bu duruma karşı yapılması gerekli olan açık değil midir?
“Gençlik toplumsallaşırken büyük tuzaklarla karşı karşıyadır. Bir yandan geleneksel ataerkil toplum koşullanması, diğer yandan resmi düzenin ideolojik şartlanması altında bocalarken, dinamizmiyle yeniliklere açık bir yapısı vardır. Olup bitenler karşısında son derece toydur. Yaşlı toplumun etkisi altında kendine ne biçildiğini keşfetmekten uzaktır. Kapitalist toplumun baştan çıkarıcı bin bir hilesi karşısında nefes bile alamaz. Tüm bu gerçeklikler gençliğe özgün, tuzaklardan çekici, onun özüne uygun bir toplumsal eğitimi zorunlu kılar.
Gençliğin eğitimi büyük çaba ve sabır isteyen bir iştir. Bunun karşılığında dinamizmi ile destanlar yazabilecek ataklığa sahiptir. Amaç ve yöntemi iyi kavradığında başaramayacağı bir iş yoktur. Amaç ve yöntemli yaşamı temel disiplin olarak görüp seferber olduğunda, sabır ve inadı eksik etmediğinde, tarihsel davalara en önemli katkıyı gerçekleştirebilir.
Demokratik gençlik hareketinde böylesi nitelikler kazanmış kadrolar öncülüğünde gelişecek bir hamle, genel demokratik toplum mücadelesinde başarının güvencesidir. Gençliğin dinamizminden yoksun bir toplum hareketinin başarı şansı sınırlıdır. “
Başka bir cümle ile ifade edecek olursak: “Her şey gençliğin tarihsel toplumsal hamleye yeniden doğru ve yetkin katılmasıyla belirlenecektir.”
“Onları seviyorum, her şeyi onlar için yapıyorum. Genç başladık, genç bitireceğiz” sözleri esas itibariyle yukarıda ifade edilen gerçeklerle birebir bağlantılıdır.
Bugün insanlık ayakaltına alınmışken bu ayakaltına alınmışlığın önünü alacak olan kesinlikle ve kesinlikle gençliktir. Gelecek, gençliktir. Bunun için her şey onlar için yapılıyor, bunun için onlar seviliyor. Ama unutulmasın ki onların da yapacakları vardır.
Özgürlük hareketi genç başladığını söylüyor, genç yürüdüğünü ve dolayısıyla gençte bitireceğini yani adaletsizliği ortadan kaldırarak; adil, eşit, çoğulcu, paylaşımcı ve özgür bir dünya yaratacağını belirtiyor. Böyle bir dünya ilk önce gençliğin hayali ve özlemi değil midir? Jerontokratların çokbilmiş dünyasında bıkanlar, onlar değil midir? Her gün ezilen ve horlananlar onlar değil midir? Günlük olarak baskılanan, söyledikleri dikkate alınmayan, itilen yine onlar değil midir? Daha gözlerini yeni açmışken bilmedikleri, anlamadıkları bir ilişkinin içine zorla atılanlar onlar değil midir? O zaman HER ŞEYİ ONLAR İÇİN YAPIYORUM sese cevap vereceklerde onlar değil midir? Onlar, yani gençler olduğu açık olan bir soruya cevabı vereceklerin kesinlikle bu cevaplarını en ileri düzeyde her yerde ama başta da; Şengal’de, Kobane’de, Afrin’de, Cezire’de, Kerkük’te ve tabi ki; Munzurlarda, Araratlarda, Nurhaklarda, Katolarda, Meretolarda, Binboğalarda, Tendüreklerde, Berbıheyv’de, Bagok’ta ve dahası; Karadeniz’de, Toroslarda derken Dalaho’da, Bestun’da ve Kürdistan ile Ortadoğu’da özgürlük sorununun olduğu yerde…
İşte, “Onları Çok Seviyorum” sözlerine verilecek en iyi cevap, Özgürlük Sorununun olduğu her yere akarak bu özgürlük sorununu büyük bir ruh, coşku ve moral ile çözmektir. Bu ise belki de bu sevgiye verilecek en iyi cevaptır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi PKK, iki kelimeyle yola koyulmuştur: ‘Kürdistan Sömürgedir.’ Şuan üzerinde değerlendirmeye gidilse saatlerce konuşulacak iki kelimedir. Çünkü bu iki kelime üzerinden bugün bir demokratik halk hareketi yaratılmıştır ve tüm insanlığın, hiyerarşik-devletçi zihniyet tarafından sömürülen tüm toplumların, doğanın hatta evrenin sözcülüğünü yapmakta ve mücadelesini yürütmektedir. O gün itibariyle Kürt ve Kürdistan adına değerlendirmeye gidilecek çok fazla bir şey olmamasına rağmen, bir ruhun ürünü olarak geçmişinden aldığı güçle insanları ikna etme yeteneği vardı. Bu da öncesindeki 68 gençlik hareketi başta olmak üzere; tüm ezilmiş, sömürülmüş, zora baskıya maruz kalmış, yok edilmek, tarih sayfalarından silinmek istenmiş toplumların, hareketlerin yürüttüğü mücadelenin verdiği güç ve kararlılıktır. Bunun yanı sıra, tarihin derinliklerinden gelen, kaynağını evrenin özgürlük arayışından alan kültürel toplum olan Kürt halkının özgür yaşamdaki ısrarından kaynağını almaktadır.
Toplumlar iki dinamik güç üzerinden kendisini yaşanılır kılar. Bunlar da kadın ve gençliktir. Kapitalist sistemin bugün itibariyle kendisini toplumların hücrelerine kadar işlemesinin ve toplumsal değerleri zayıflatıp yok etme düzeyine gelmesinin temelinde yatan gerçeklik bu iki olgunun toplumsal etkinliklerinin zayıflatılmasıdır. Bu iki gücün etkisiz ya da işlevsiz olması demek toplumun dıştan gelişebilecek her türden saldırı karşısında hedef olması demektir. Bundandır ki dünyanın neresine bakarsak bakalım, sistemin en fazla üzerinde oyun oynadığı ve düşürmeye çalıştığı gerçeklik kadın ve gençlik olmaktadır. Çokça değerlendirildiği üzere ve Önderliğimizin de belirttiği üzere kadın düşürülmüş olduğu konumundan çıkarılmadığı sürece toplumun kendi öz değerleri temelinde yaşamasının imkânı yoktur. Bu gerçeklik yine gençlik için de geçerlidir.
Hiçbir toplum, geçmişinden bağımsız kendisini yarınlara ulaştıramaz. Geçmiş bugünün aynası olduğu gibi yarınların oluşturulmasında da en etkin ve belirleyici rolü oynar. Bundan kaynaklı geçmişin sadece geçmişte kalmadığını ve yaşanıp bitmediğini algıya çıkarmak önem arz etmektedir. Peki, geçmişi bugünle bütünleştirip, yarınların oluşturulmasına zemin hazırlayacak gerçeklik nedir? Kapitalist modernite, insanları günübirlik yaşamaya iterken, dününü unutturup yarınların süslü hayallerinde boğarken, toplumu kendi gerçekliğiyle yeniden kim buluşturacak? Çarpıtılmış tarihle bugünün sağlıklı yaşanamayacağını, özgür yarınların oluşturulamayacağını biliyoruz. Peki, sadece bilmek yetiyor mu? Bunun gerekleri nelerdir ve öncelikli olarak bu gerekleri yerine getirecek olan güç kimdir?
Muhakkak ki toplumun tüm bileşenleri bu sorumluluk altındadır. Toplumdaki herkesin içerisinde bulunduğu toplumun boğuşmakta olduğu sorunları çözme ve bu temelde mücadele içerisine girme yükümlülüğü vardır. Hakikatin bütünselliğinden bahsediyorsak eğer, bu gerçeklik kaçınılmaz olarak önümüze gelmektedir. Çünkü toplumu genlerine kadar parçalara ayıran hiyerarşik-devletçi sisteme karşı geliştirilecek bir mücadelenin toplumsal bütünlük sağlanmadan başarıya ulaşmasını beklemek beyhude ve boş umuttan öteye gidemeyecektir. Yediden yetmişe, geliştirilecek mücadele bilinciyle, kadınlı erkekli, omuz omuza girişilen bir mücadele ancak sistem karşısındaki zaferi getirecektir.
Ancak öncelikli olarak bu görev gençlerin omuzlarına yüklenmiştir. Çünkü her ne kadar bir bütünsellik gerekiyorsa, bu bütünselliği sağlayacak olan ve toplumun mücadele kararlılığını pekiştirecek olan gençliğin kendisidir. Gençlik toparlayan, örgütleyen, harekete geçen ve kendisiyle harekete geçirendir. Bugün sistemin gençliği olabildiğine geçmişsiz, dününden habersiz bırakmasının temelinde yatan gerçeklik de kaynağını buradan almaktadır. Geçmişinden kopmak demek toplumsal değer yargılarından, kültüründen kopmak demektir. Kültüründen ve toplumu ayakları üzerinde durduran değer yargılarından kopmak ise geleceksiz, sadece bugünle sınırlı kalmak demektir. Ancak oluşum bir an olsun durmamaktadır. Her an kendisini yenilemektedir. Gelişmeler çok farklı boyutlara evrilmektedir. Peki, bu oluşuma ya da zamana nasıl ayak uydurulabilir? Zamanın ruhu nasıl yakalanabilir, nasıl bu temelde olumlu bir pratiğin sahibi olunur? Geçmişinden kopmuş bir gençliğin özgür yarınlar oluşturması mümkün müdür? Ya da toplumun kendi varlığını koruması mümkün müdür? Öyle görünüyor ki verilebilecek tek bir cevap vardır. O da hayır!
İşte PKK hareketi bu gerçekliğin bilincinde, gençliğe öz sorumluluklarını kavratma ve bu temelde toplumu yaşanılır yarınlara ulaştırma kararlılığı ve inancıyla gençliğe yaklaşmaktadır. Kapitalist sistemin aksine gençliği daha da donatmakta ve ayakları üzerinde durdurarak topluma öncülük etme gücünü aşılamaktadır. Daha doğrusu toplumun gençlikten beklediklerini pratiğe koymaktadır.
PKK bir gençlik hareketidir. İlk etapta bu kulağa bir slogan gibi gelebilir. Ancak bu bir slogan değildir. Olabildiğine gerçek ve yaşanılırlığını sürdürmektedir. İlk grup aşamasından, partileşmeye kadar, ülke dışına çıkıp devrimci atılımlar yapmasına, gerilla sayısı on binlere ulaşıp paradigmal değişim sağlanıncaya kadar bir gençlik hareketi olarak PKK, demokratik direniş hareketlerinin saflarında yerini aldı. Nasıl ki şamanlara karşı doğal toplum gençliği bilinçlenme ve mücadele etme gereği duyduysa, şimdi PKK hareketi ve PKK’nin öncü gücü olan gençlik, şamanların yaratmış olduğu tanrılarla mücadele yürütüyor. Kürdistan başta olmak üzere; Kürtlerin yaşamış olduğu her hangi bir yere bakacak olursak sistemin Kürt gençleri üzerindeki baskı ve saldırılarını çok rahat göreceğiz. Çünkü PKK hareketinin, gençliği özüyle buluşturma mücadelesi büyük ölçüde başarıya ulaştırılmıştır. Nasıl ki toplumun ruhu gençlikse, PKK hareketinin ruhu ve beyni de gençliktir. Çünkü PKK toplumsal kültür hareketidir. PKK, tarihin her döneminde sistem karşısında direniş bayrağını kaldırmış her hareketin sürdürücüsü ve özgür yaşam takipçisidir.
Gençlik, özü itibariyle sistem karşıtıdır. Sistemin ‘anlamsızlaştırma’ ve ‘hissizleştirme’ saldırılarına en çok maruz kalan kesimin gençlik olması bu gerçekliği doğrulamaktadır. Çünkü anlamından ve hissiyatından koparılmış bir gençlik özünden boşaltılmış gençliktir. Ancak sistemin her türden saldırısına rağmen, yine mücadele alanlarına çıkan ve sistemi alaşağı edip deviren gençlik olmaktadır. Günümüz itibariyle gençliğin düşürülmüş olduğu durumu göz önünde bulundurduğumuzda, varolan gerçekliği çok daha net bir şekilde göreceğiz. Özellikle sistemin ‘üç s’ ile en çok yönelimde bulunduğu kesim gençlik olmaktadır. Bunun yanı sıra; uyuşturucu maddeler yoluyla gençliğin varolan potansiyeli minimize edilmek ve gerektiğinde kendi ihtiyaçları temelinde kullanılmak istenmektedir. Uyuşturucu maddeleri sadece çekilen ya da damardan alınan maddelerle sınırlı tutmak yetersiz ve üstün körü olacaktır.
Kapitalist sistem şekilselliğinin en çok uygulama alanı gençlik olmaktadır. Sahte, süslü olan her şeyin güzel olarak benimsetilmiş olması tamamıyla bunun ürünüdür. Hemen her gün değişen modalarla gençliğin toplumsal gündemi işgal edilmekte, bu sayede varolan sorunlardan uzak tutularak uyuşturulmaktadır. Özden yoksun maddi gerçekliklerle gençliğin gözü ve gönlü boyanmakta, mekanik bir hale getirilmektedir. Kapitalist sistemin yapmak istediği de; manevi değerlerden, toplumsal olan her şeyden uzaklaştırılan, hayatı yaşadığı anla sınırlı gören, özü görülmeksizin, rengine, şekline, sözde güzelliğine aldanılan her bir şeye sıkı sıkı sarılan gençliğin oluşturulmasıdır. Evde, sokakta, işte, okulda, yaşamın her alanında kendi bireysel sorunlarıyla sınırlı kalmış bir gençliğin toplumsal olana ne derece yönelim sağlayacağı tahmin edilmektedir.
Bırakalım toplumsal alan sorunlarına cevap olmayı, aile içerisinde bile yaşanan ya da yaşanabilecek olan sorunlara reflekssiz kalması kaçınılmazdır. Çünkü hemen hemen yaşamın her anında sistem oluşturmuş olduğu araçlar vasıtasıyla gençliği kendine çekme çabası içerisindedir. TV, internet, para, moda, gittikçe sermaye alanı haline gelen futbol, kadın üzerinden geliştirilen seks pazarı, sanat adı altında gelişen yozlaştırma ve kendine yabancılaşma kültürü vb. daha birçok yöntem denenerek bir şekilde toplumsal gerçekliklerden uzaklaştırılmakta ve müthiş bir bireycilik geliştirilmektedir.
PKK hareketi, gençliği kendi özüyle buluşturma hareketidir. Çünkü PKK’nin mücadelesi çalınmış anlam ve hissiyatın yeniden kazanılması mücadelesidir. PKK gençliği de anlamı ve hissi kendisinde yaşamsallaştırarak her an daha güçlü bir şekilde kapitalist sistem karşısında mücadele etmektedir.
Her şeyden önce gençlik, tarihinden aldığı güçle, doğru reflekslerin sahibi olan ve bu temelde doğru zamanda öfkesini dışa vurandır. Toplumsal olana sıkıca sarılan, her türden bireyci davranıştan kaçınan, bireycileştiren yaklaşımları fark edip, kendini örgütlülüğe kavuşturarak sağlam duruşuyla cevap olandır. Gençlik, sistemin oluşturduğu ve her an oluşturmaya devam ettiği zayıf ve kendi kendini tüketen kişilik şekillenmesine karşı anı anına mücadele içerisinde olan ve kendini toplumsal ahlaki-politik dinamikler üzerinden oluşturandır.
Gençlik toplumun eylem gücüdür. Yaşanan toplumsal sorunları çözme yolunda en önce, en kararlı adımı atandır. PKK hareketinde de gerçeklik böyledir. Gençlik, zaman ve mekânı doğru yakalayan, nasıl hareket edeceğini bilip, araçlarını belirleme konusundaki duyarlılığıyla; toplumun en önemli anlam oluşturma ve eylemiyle mücadelesini başarıya ulaştırma gücüdür. Gençlik, toplumun ihtiyaçlarını tespit eden, doğru yer ve zamanda müdahalelerde bulunan ve büyük başarmada ısrar edendir. PKK hareketinin yenilmezliği de buradan gelmektedir. PKK gençliği her an kendisini yenileyerek ve oluşturarak sürecin gereklerine cevap olmaktadır.
Genç olmak inisiyatifli olmak demektir. İnisiyatif, birilerinin denetiminde olmadan, birilerinin ne söyleyeceğini, nasıl karşılayacağını beklemeden, toplumsal değer yargılarını koruma yolunda kararlıca yürümektir. İnisiyatifli gençlik; yapmaktan korkmayan, yaptığının arkasında durarak her türden baskıya karşı direnen ve toplumu değişime zorlayandır. PKK hareketi, inisiyatifi elinden alınmış gençliği tekrar inisiyatifli hale getirerek, gençliği; toplumsal inşada öncülük misyonuyla donatmıştır.
Gençlik, hiyerarşik-devletçi sistem tarafından insanlara dayatılan ve kişilikte çürümelere, çirkinliklere, bireyciliğe sebep olan, hiçbir şekilde toplumun ihtiyaçlarını gözetmeyen, buna cevap olmayan yanları söküp atandır.
Gençlik monotonluğu ve tekrarı kendisine kabul etmeden, hep yeninin peşinde koşandır. Yeniyi oluşturma yolunda amaçlar edinen ve bu amaçlar uğruna durmaksızın mücadele içerisine girendir. PKK’de genç olmak sunulu olanı reddetmek, çekili her türden sınırı yerle bir etmek demektir.
Hâkim sistemde görüldüğü üzere genç olmak demek, kendi başına, toplumdan kopmak demektir. İstediğini istediği gibi yapma ‘özgürlüğüne’ sahip olmak demektir. Toplumsal sorunlara bulaşmayıp, sorunları ya da toplumsal ihtiyaçları bazı kesimlere havale edip gönlünce yaşamak demektir. Geçmişin bilinci ve geleceğin hayallerinden soyutlanarak, gününü gün etmek demektir…
Ancak PKK hareketi, gençliğe ve topluma dayatılmış bu anlayışları yaşam felsefesi ve gençliğe olan bakış açısıyla tepe taklak etmiştir. Çünkü PKK’de gençlik; toplumsal olmak demektir, içine girdiği her eylemi toplumsal çıkarlar temelinde gerçekleştirmek demektir, toplumda yaşanan sorunları en önce göğüsleyip doğru çözümleri üretmek demektir, toplumsal ihtiyaçları bir yerlere havale etmeden kendi görev ve sorumluluklarının bilincinde olmak demektir, doğru bir geçmiş ve özgür birgelecek hayaliyle kendisini donatmış olan demektir.
Deniz GEM
- Ayrıntılar
DAİŞ ismindeki örgüt Ortadoğu’da halkların başına bela olmaya devam ediyor. Ancak bu kadar kısa sürede birçok halkın başına bela olmasını bilen bir örgüt, bu gücünü nereden alıyor? DAİŞ kimdir, kim destekliyor, paraları, silahları nereden geliyor?
Evet, böyle birçok soruyu haklı olarak burada yaşayan herkes herkese ve herkes kendisine soruyor ve kendince cevaplarda vermeye çalışıyor. Doğru yanlış herkesin böyle bir cevabı da hiç şüphesiz bulunuyor.
En son tartıştığım bir gerilla arkadaş, “DAİŞ Kıllanmış CIA’dır” diyor. Doğrusu ilk etapta şaşırmamak elden değil. Çünkü böyle bir tanımlama şaşırtıcıdır.
DAİŞ’in karanlık bir örgüt olduğunu az çok herkes biliyor. Arap meliklerinin özel destekleriyle ayakta tutulduğu, korkunç silah ve paralar vererek yürütüldüğü de biliniyor. Yine bölgenin çeşitli güçleri de kendilerince çıkarlarının yerine getirilmesi için imkanlar dahilinde DAİŞ’i kullanmaya çalıştıklarını da biliyoruz. Bunu TC devletinin herkesin gözü önünde sunduğu desteklerin yanı sıra bizatihi subaylarını içlerine salarak yönlendirmeye çalıştığı, Suriye devletinin birçok somut olayında bu gerçekliğin böyle olduğunu, İran devletinin Suriye’de çok açık bir şekilde DAİŞ ile birlikte olduğu da gizlenecek durumlar değildir.
Dediğimiz gibi bunları az çok biliyoruz. Ancak “DAİŞ’in kıllanmış CIA” olduğuna dönük yaklaşım yeni bir şey. Bu cümle ile söylenmek istenenin DAİŞ’in CIA tarafından örgütlendirildiğidir. CIA tarafından yönlendirildiğidir.
CIA istihbarat örgütünün geçmişini bilenler, icraatlarına yabancı olmayanlar böyle şeylerin geçmişte CIA tarafından yapıldığını bilirler. Çünkü CIA kendi çıkarları-yani Amerika Birleşik Devletlerinin çıkarlarını hayata geçirmek için yapamayacağı hiçbir hile ve ahlaksız olamaz ve bundan da kaçınmaz. Tam tersine CIA’nın özel böylesine işler için kurulduğu da biliniyor. Tüm devletlerin gizli istihbarat örgütleri doğaları gereği çok kirli işleri yürütmek için kurulmuşlardır. Ancak CIA gibi bu düzeyde kir ve pasa bulaşanına az rastlanır. Ne kadar devlette hükümetlerin yalan dolanlarla düşürüldüklerini yine ne kadar halkla karşı Ali Cengiz Oyunlarıyla dolaplar çevirerek, kışkırtılarak başka halkların düşmanı haline getirildikleri de biliniyor.
Özcesi CIA dedikleri örgüt temiz bir örgüt olmadığını bu dünyada yaşayanlar bilir. Bunun için bugün DAİŞ diye ortaya çıkanların yarın CIA’nın bir kollu oldukları açığa çıkarsa, gerçekten de dünyanın bazı kesimleri şaşırmayacakları tam tersine söylediklerinin doğrulanmış olduklarını söyleyeceklerdir.
Ömer Hayyam’ın çok güzel bir dörtlüsü ile söyleyecek olursak:
“Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz” diye.
Gerçekten de Kuklacı felek usta bizimle oyun mu oynuyor?
Biz kafeste miyiz?
Sadece bir oyun sahnesinde miyiz?
Oyun biterse yeniden sandıklarıma gideceğiz?
Geçenlerde bir yazımızda ABD’li bir yetkilinin; “Kemik Kırma Hareketi”nde söz ettiğini ifade etmiştik. Kemik Kırma Hareketi bir nevi Ortadoğu’nun tüm dengelerini alt üst ederek, yeniden ABD’nin çıkarlarına göre şekillenecek bir Ortadoğu’nun yaratılması kast ediliyor. Biz ABD derken, tabii ki tüm batı dünyasını ve özelde de batı dünyasının emperyalist para babalarının tümünü kastettiğimiz açıktır.
Kemik Kırma Hareketi bir Amerikan stratejisi olduğuna göre kuklacı ABD oluyor. Kuklalar ise Ortadoğu’da kullandıkları araçlar. Oyuna sürüyorlar ve oyun biterse yeniden oyuncuları toplayıp bir torbaya koyacaklardır.
DAİŞ gibi bir örgütü gerçekten de CIA’nın kurduğu, kurmamış ise ile içlerine ajanlarını sızdırarak yönlendirdiği giderek daha fazla doğrulanıyor. Suriye’de hükümeti sıraya getirmek için kullandıkları DAİŞ, daha sonra ise giderek diktalaşan Irak devlet başkanı Maliki ve çevresini hizaya getirmek için yönlendirdikleri daha iyi anlaşılıyor. Ancak Maliki ve çevresindekiler ABD’nin söyledikleri çizgiye gelmez ise o zaman Irak’ı üçe bölerek kendilerince yürütecekleri üç federasyon oluşturacaklardır. Bunun da yolu Sünnileri öne çıkarmakla mümkündür. Sünniler adına olmasa bile Sünniliğe yabancı durmayan bir DAİŞ neden olmasın ki? Bu bir. Ancak önemli başka bir gerçeklik ise dünyanın birçok yerinde ABD’nin başına bela olan kökten yani sekter İslami akımlardır. Ne zaman, kimden, nereden patlayacakları belli olmayan bu örgütleri ve bu örgütlerin mensuplarına bir hedef göstererek hem enerjilerini tüketmek, hem bir huruç hareketi ile Avrupa’daki tehlikeli gelişmesinin önünü almak için bu sekter çete tiplerini Ortadoğu’ya atmak, hem Ortadoğu’da ABD’nin planlarına tam gelmeyenleri bu çetelerin eliyle tasfiye etmek ya da hizaya getirmek, hem halkları birbirlerine bırakarak yeniden yüz yıl öncesi gibi bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmak hem de özgürlük seçeneğinin temsilcilerini ya yok etmek ya da yok edemezlerse bile gerileterek yeniden kendi öncü konumlarını güçlendirmek.
Dikkat edelim bir taşla ne kadar da çok kuş vuruyor emperyalistler. Emperyalistlerin bir taşla birçok kuşu avlamaya çalıştıkları az çok biliyorduk. Ancak bu kez sergilenen plan daha güçlü ve incelikli bir plana benziyor. Adım adım pratikleşiyor da.
En son olup bitenlere bakalım. DAİŞ çete örgütüne silah verenler, akıl verenler hatta plan ve program verenler kendileri. DAİŞ’i halklara saldırtan yine kendileri. KDP’nin çatışmadan geri çekilmesini ya da kaçması gerektiğini söyleyenler yine bunlar. Ve bunu yaptıranlar yine bunlar. Ancak çok tuhaf görünse de bu kez DAİŞ çetelerine karşı birkaç füze fırlatanlar yine bunlar.
Dikkat edelim; DAİŞ’e “sınırlarını aşarlarsa, Hewler’e doğru yürürlerse vururuz” mesajları esasta söylediklerimiz ve yazdıklarımızı kanıtlıyor. Irak’ta DAİŞ’i Kemik Kıran bir Hareket olarak kullanan ABD’dir. Ve Maliki’ye karşı güçlendirenler yine CIA ve ABD’dir. Ancak şimdide birkaç füze fırlatmakla Kürtlerin, Arapların, Maliki’nin, Türkmenleri ve de Ezidilerin dostu oluveriyorlar.
Doğrusu tuhaf. Hem kuklacı ol hem de kuklaları oynat daha sonradan ise kurtarıcının kendisi ol. Bu gerçeklik gerçekten de çok mu ama çok girifttir.
Bu griftliği sadeleştirmenin formülü gerçekten de bu bağlamda ele alırsak:
“DAİŞ kıllanmış CIA’dır”.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Şengal Kürtlüğün tarihi mirasıdır. Kürt Ezidiliğinin son kalesidir. Bir avuç Kürt Ezidisini korumasını bilemeyen, bilmeyen bir Kürtlük, Kürtlük olmadığı gibi, Kürtlük sözünü kullanma hakkı da yoktur, olamaz da.
Gerçeklik böyle iken, KDP’nin profesyonel ve özel güçleri DAİŞ’in Şengal’e saldırısı ile gerisin geriye Şengal’i terk ettiler. Terk etmenin de ötesinde arkalarına bakmadan alanda uzaklaştılar. Kameralara, ekranlara yansıyan bunlar. Herkesin izledikleri ve gördükleri de bunlardır. Ancak 60 yıllık askeri deney ve tecrübesi olan bir gücün eğittiği, hazırladığı, dünyanın en modern teknolojisiyle donattığı bir gücün böyle arkasına bakmadan Şengal’i terk etmesi doğrusu düşündürücüdür. Bir de kime karşı Şengal terk ediliyor? Dünyanın dört bir yanında rastgele, düzensiz, disiplinsiz, kuralsız, başka bir yerde geldiği için bu coğrafyaya yabancı kişilerden oluşmuş olan bir DAİŞ’e karşı. Bu durumun kendisi bile tek bir sözcük ile ifade edecek olursak, ayıptır. Utanç verici bir durumdur.
Ama gerçekten de durum böyle midir? Yani on yıllarca deneyimi olan bir güç neredeyse tek bir mermi sıkmadan gerisin geriye kaçması mantıklı mıdır? Ortam farklı olsaydı anlaşılabilirdi. Örneğin DAİŞ’in saldırıları şiddetli olsaydı, bu “seçme” güçler de çok kayıp verseydi, ani darbeler gibi darbeler sonucu koordinasyon merkezi dağıtılmış olsaydı, direnmiş ama daha sonra da büyük kayıplar vermiş, cephanesi azalmış ya da bitmiş bir güç olsaydı, gerisin geriye gidişi, bırakışı anlam vermek, -kabul edilmese bile -mümkün olabilirdi. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi gerçeklik böyle değildir. Sapa sağlam, tek bir mermi sıkmadan Şengal terk edilmiştir. Sadece bu yapılmamıştır. Üstelik Şengal’de halka daha önce verilen silahları da KDP toplamış, halkı silahsız bırakarak kaçmıştır.
Şimdi sormak gerekiyor, KDP’nin bu seçme güçlerinin tümü neden, Şengal’i terk etti? İçlerinde tek bir mermi sıkacak olan bir kişi yok muydu? Vicdan sahibi hiç mi bir kimse yoktu? Herhalde kaçanların tümünü aynı kategoriye koymak doğru olmayacaktır ama genel tablo budur.
İşte o zaman yeniden soralım, KDP Şengal’de neden çekildi? Ya da neden KDP HPG güçlerinin Şengal’e geçmesine izin vermedi? Bırakalım izin vermesine, neden Şengal’e giden HPG komutanlarını tutukladı? Ve neden tüm bu gerçeklerle bağlantılı olarak meydanı terk etti?
İlk günden beri dile getirdiklerimizi yeniden dile getirelim. KDP ilk günden beri örneğin Rojava Devrimine karşı sömürgeci güçlerden daha fazla saldırdı ve karşı durdu. Hatta birçok provokatör hazırlayarak, devrimi sabote etmek için Rojava’ya göndererek kirli birçok çalışmanın içerisinde oldu. Hendek kazdı, köprüleri kapattı, Rojava halkını aç bırakarak dize getirmek istedi ve tabi ekranlara yansıdığı gibi günlük olarak Rojava devrimine hakaret yağdırdı. Ve tuhaf gelebilir ama daha birkaç gün önce “DAİŞ’in Kürtler için tehlike olmadığını” söyledi. Halbuki deseydi ki; “DAİŞ KDP’ye zarar vermez” daha doğru söylemiş olacaktı.
Rojava’yı bırakalım Kuzey parçasındaki özgürlük hareketine karşı -AKP hükümeti başta olmak üzere,- iktidarda kim varsa onların yanında yerini alarak, özgürlük hareketine saldırdı. AKP’nin kuzey Kürdistan'da oy alabilmesi için Mesut Amed’e gitmiş, Neçirvan ise Van’a gitmiştir. Bunlar yetmemiş ağızlarına ne kadar hakaret gücü varsa sarf etmişlerdir.
Ve tabii birde yakın tarihte Rojhılat’ta ne kadar Rojhılat devrimcisini katlettiler. Ne kadar çok Doğu Kürdistan devrimcisini faşist İran rejimine teslim ederek katledilmelerine yol açtılar.
Ve tabii yine kuzeyde Dr. Şıvanları hangi hile ve oyunlarla, hangi işkence yöntemleriyle katlettiğini öğrenmek isteyenler Dr. Şıvan’a ilişkin yapılmış olan belgeseli izlemelidir. Burada, Dr. Şıvan’ın KDP’nin etkisinde sıyrılma ve kendi yolunu çizme planlarını ve hazırlıklarını yaparken, Türkiye’de 12 Mart 1971 yılında ABD’nin onayı ve planlaması ile Nihat Erim’in başa getirileceği darbe gerçekleştirmişti. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilmiş olan askeri darbenin, Muhtıra’nın Türkiye devrimci solunu nasıl biçtiği gözler önüne getirildiğinde Barzani’nin “kendi bölgesindeki Amerikan karşıtı unsurları temizlemeye hazırdır” sözleri çok daha iyi anlaşılırdır.
Dikkat edelim, birilerinin düşmanlarını temizleme gücüdür KDP. Ve bu uzun yıllardır böyledir. İlk günden olmazsa bile uzun yıllardır bunun böyle olduğunu en çok Doğu Kürdistanlılar, ardından Kuzey Kürdistanlılar ve tabii daha iyi bir şekilde ise Güney Kürdistanlılar ve onların devrimci, demokrat ve farklı düşünenleri iyi biliyor.
Sözü uzatmadan belirtelim ki KDP’nin tüm gerçekten de Şengal’deki kaçışın içerisinde saklıdır. Öyle sanıldığı gibi peşmergeler kaçmamıştır. Kaçmış olanlarda olabilir-sonuç itibariyle para ile çalışan, maaşlı olan bir güçtür-lakin esas olan bu değildir. Esas olan Ortadoğu’da kemik kırma hareketini DAİŞ’in eliyle yürüten ABD’nin politikaları gereği peşmergelerine talimat vererek Şengal’de çekmiştir. Şengal’de peşmergeleri kaçırtarak Şengal’i DAİŞ’e teslim etmiştir. Ve hedefi ise kendince Musul’u tümden bu çetelere bırakarak, güney ile Rojava’nın arasını kapatarak kendisini sağlama alacaktır. Ve tabii bunun karşılığında ise kendince 140. Maddenin pratikleştirmesini sağlama alacaktır.
Bir Kürdistani güç Kürtlükten bu kadar uzak olabilir mi, olabilir. Olabilir çünkü KDP neredeyse ilk günden beri tüm rengi Kürdistan'da gelişen her türlü özgürlükçü eğilimlere karşı durmak olmuştur. Bu sözü Amerika’ya vermiştir. Bu sözü Türkiye’ye vermiştir. Bu sözü İran’a vermiştir. Bu sözü Irak’a vermiştir. Ve bu sözü Esatlara vermiştir.
Özcesi kendi ailesel çıkarlarına hangi güç prim vermiş ise o gücün hizmetine girmekten geri durmamışlardır. Ve bu aile çıkarları için ne kadar Kürt'ün feda edilmesi gerekli olmuş ise o kadar Kürt’ü feda etmişlerdir. Bunu yaparlarken de tek bir kaygı duymamışlardır. Çünkü KDP ve Barzaniler on yıllarca bu ahlaki uzaktan politik duruşu istikrarlı bir şekilde sürdürmüşlerdir.
En son Şengal’i DAİŞ’e bilinçli bir şekilde bırakmış oldukları gibi.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Gezi bir devrim çığlığıydı ve bu devrimci çığlık halen sürüyor ve zorbacılar var oldukça da kesintisiz sürecektir.
Gezi Direnişine kim ne derse desin, kim nasıl yaklaşmak isterse istesin ve hatta kim nasıl kullanmak isterse istesin, ancak bir gerçek vardır ki o da gezinin; ezilenlerin, dışlanmışların, dilleri susturulmuşların, kadınların, kimsesizlerin, horlananların ve de boyun eğmeye yeter diyenlerin direnişi ve devrim çığlığıydı ve çığlığıdır.
Türkiye’de zulme ve baskıya karşı durulmak isteniyorsa Gezi Direnişi gibi direnişler şarttır. Hatta Gezi Direnişi sadece Gezi’de değil türkiye’nin ve Kürdistan’ın her yerinin, birer Gezi olması gerekiyordu. Lakin bu Gezileşme sınırlı kaldı. Halbuki aralıksız ve daha yüksek bir dozajla Gezileşmenin sürdürülmesi gerekiyor.
Yukarıda ifade edildiği gibi Gezi için kim ne derse desin, hatta dediğimiz gibi bazı Kemalist ve milliyetçi çevreler bu Direnişi kendi kirli emelleri için kullanmaya kalkışsalar bile nasıl ki güneş balçıkla sıvanmıyorsa Gezi Direnişi’ne de gölge düşürülemez. Evet bunun için her yerin ve her zamanın bir Gezi Direnişi ve Gezi zamanı olması gerekiyor.
Şimdi Gezi Direnişi ve Zamanı Rojava’da yaşanmaktadır. Tüm baskılara, geriliklere, zorbalıklara, kendi beğenmişliklerine, maşa olmalarına, horlamalara, faşistliklere, ırkçılıklara derken her türlü kadın rengine karşı düşmanca ve erkeksiliklere karşı duruşun yaşanması gereken yer Rojava’dır. Başka bir deyişle bugün Gezi Rojava’dır, Rojava Gezi’dir.
Gezi Direnişine katılanların, katılmayıpta kendi içlerinde katılanların, uzak durup gönlünde destek verenlerin, bu çığlığa bir hecede benden diyip evlerinde haykıranların, birşeyler söylemek isteyipte bir türlü söyleme cesareti gösteremeyenlerin, temiz bir ülke isteyen çevrecilerin, günlük olarak kadın katliamlarında ciltleri diken diken olanların ve de kendi içlerinde haykırmak istediklerini bir türlü haykıramayan ve de bu fırsatı yakalamamış olanların bu haykırışı yakalayabilecekleri yegane yer bugün Rojava Devrimi’dir.
Evet Gezi’den Rojava’ya bir devrim çığlığı olmak, olabilmek isteyenlerin, yapmaları gereken tek eylem biçimi; Türk ve Türkiyeli Ciwan Tırko gibi yönünü Rojava’ya vermeleridir. Ciwan Tırko arkadaşın dile getirdiği gibi “Özgürlük kavgasına atılmak için Rojava’ya geldim” diyerek özgürlük hedeflerine kilitlenerek katılmaları gerekiyor.
Gezi haksızlığa, ezilmişliğe, hiçleştirilmişliğe karşı bir devrim çığlığı ise o zaman bu devrim çığlığı bugün en güçlü bir şekilde rojava’da yaşanmaktadır. Rêber Apo’nun dediği gibi: “Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar her şeye anlam yükler” diyerek, yanıbaşımızda yaşanan Gezi Direniş ruhunu tüm benliğimizle yaşatmalıyız ki Gezilerde direnişimiz sonuç alsın. Bu ruhun ise özgürlük ruhu olduğu açıktır.
Evet bugün Rojava’da inadına Özgürlük ve Özgür yarınlar için büyük yüreklerin oraya aktığı bir ortamda yapılması gerekli olan tek doğrunun da bu olduğunu bilerek Özgürlüğe doğru yani Rojava’ya akmalıyız.
Arap ve Alevi Kadir Usta’mızın yıllar önce gür haykırdığı gibi:
ÖZGÜRLÜK
Bazen haykırıştır
Bazen gülüştür
Bazen kaşlarını çatmaktır
Namussuza karşı
Bazen yürümektir
Dolunaylı bir gecede
Bazen şafakta
Yükselen güneş ışınlarını
Özlemektir
Bazen ıssız vadide ilerlemektir
Kuşların cıvıltılarıyla
Yarının hayalini kurmaktır bazen
Bazen yüreğin sesini dinlemektir
Bazen yârin elini tutmaktır
Bazen dudağına öpücük kondurmaktır
Yaz yağmuru altında
Akdeniz’in sesiz sakin sahilinde
Bazen savaştır
Bazen tavırdır
Bazen yağlı kurşunlar göğüslemesini bilmektir
“nihayetinde hepsini bir arada yaşamaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ağustos ayına giderken, ordunun bu hareketli hali-ateşkes kurallarını ihlal eden yaklaşımları gösteriyor olması dikkatlerden kaçmıyor.
Bunun Ağustos’la alakası elbette YAŞ toplantısı oluyor!
Önümüzdeki ayın sonunda gerçekleşecek bu toplantı öncesi, ordunun kendi kartını hazırlamaya çalışması ve masaya bu şekilde hazırlıklı oturmayı düşündüğü hareketlerinden anlaşılıyor.
Sistemin devam edip etmeyeceği tartışılırken, Ağustos ayının başlarında gerçekleşecek seçimlere yoğunlaşılmışken, ordunun bunları yapıyor olması basit siyasi çıkarlarla-kısa veya orta vadede menfaatlerin gerektirdiği bir yaklaşım olarak da görülemez.
Bunların ötesinde;
Ordunun bu hamleleri aslında siyasete yön verme ve çatışmalı iklimi tekrardan ülkenin gündemine almayla yakından bağlantılıdır. Hele hele “Ergenekon-Balyoz davalarından” tahliye olanların yaptıkları ilk açıklamaları tekrardan düşündüğümüzde, gözlerimizin önüne getirdiğimizde ordunun bu hamlesini başta AKP’nin iyi okuması gerekiyor!
Çünkü bugün yaşanan bu gelişmelerin hedefinde AKP ve geliştirmeye çalıştığı sistem değişimi gündemi var.
Ordu da ya kendi sathında, ya da diğer güçlerle bu işbirliğini geliştirerek AKP’ye ve doğal olarak da Erdoğan’a yönelmektedir.
Onun için de Kürdistan’da hareketliliğini artırıyorken, aynı zamanda gerilla alanlarına yönelik de çeşitli operasyonlar düzenlemekten de geri kalmamaktadır.
Eğer böyle ele alırsak son günlerde yaşananları; durumun ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha görmüş oluruz!
Yok böyle değil de, AKP’yi de işin içine koyarsak o zaman tüm dengeleri ve yaşananları yeniden yorumlamak gerekiyor…
Malum ülkenin son yıllarında yaşanan birçok gelişmeyi genelde bu şekilde okumaya çalışanlar çok oldu. Yani yaşananları “AKP karşıtlığı” olarak sürekli servis edenler oldu… Bu durumun nasıl servis edileceği ise şu anda belli değil!
Ordunun bu cevvalliğinde AKP’nin payı varsa-eşgüdümlü bir hareket söz konusuysa;
Bölgesel anlamda AKP’nin yaşadığı zorlanmayı hafifleten en büyük etken kuşkusuz ateşkes koşullarıdır.
AKP’nin bundan rahatsız olacağını düşünmek siyasetten hiçbir şey anlamamak olur.
Durumun rahatlığı AKP’ye battı mı?
Bunun olası olması da pek mümkün görünmüyor; özellikle İngiltere MI6’dan emekli bir bürokrat atamışken, ABD yeni büyükelçiyi göndermeye hazırlanırken kongre de yapılan konuşmalara bakıldığında AKP’nin dış politika da, uluslararası konsensüs de önümüzdeki dönemde daha da zorlanacağı açık…
Salt bunlara dayalı olarak bile baktığımızda; AKP’nin iç siyasette özellikle çatışmalı ortamın olmasını isteyeceğini düşünemeyiz…
Acaba! Bu da bir diğer okuma biçimi olabilir mi yaşanan bu gelişmeleri?
Sonuç itibariyle ya AKP’ye karşıt olarak geliştirilsin ya da AKP’nin de dahil olduğu bir planlama temelinde geliştirilsin; ateşkesin koşullarını zorlamak ve uymamak çok büyük bir tehlikedir!
Elbette Kürt gerillasının da buna yönelik bir cevabı olacaktır…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Kürtler olarak tarihi süreçleri yaşadığımız kesin. Etrafımızda olup bitenler bile bu tespiti yapmamız için yeterlidir. Lakin bizler bu tarihi sürece denk bir düşünmenin, söylemenin ve de her şeyden daha önemlisi de eylemliliğin içerisinde olabiliyor muyuz? Olamıyorsak bunun nedenleri nelerdir diye araştırıyor muyuz? Soruyor muyuz?
Kürtler olarak bizler, bu yeryüzünde yaşayan diğer halklar gibi olamayacağımız kesindir. Nedeni açıktır; bizler özgürlük sorunu olan bir halkız. Belki de daha doğru bir kavramlaştırmayla, özgürlüğü elinden alınan bir halkın mensuplarıyız. Ülkeleri işgal edilmiş, zenginlikleri talan edilmiş, kültürleri dejenere edilme ve yutulmayla yüz yüze, sosyal yapılarının dağıtılması için her türlü karşıt çalışmayla karşı karşıya olan, fiziki coğrafyası bile bozulmaya ve değiştirilmeye çalışılan, askeri olarak ise günlük olarak bombardıman altında olan bir halkın çocuklarıyız.
Böyle bir gerçekliğin içerisine doğan insanların yaklaşımları -bunun için dediğimiz gibi farklı olmak durumundadır. Özgün ve özel olmak durumundadır. Öyle ki Kürdistan’ın durumu oldukça böyle nazik ve kırılmayla karşı karşıyayken, Kürt halkı ise ruhen her gün yeniden yeniden buhranların içine sürüklenirken, onun üyelerinin yaşamları normal olamaz, olmamalıdır da.
Rojava’daki saldırılar günlük olarak izleniyor, kuzeyde TC devletinin hileli yaklaşımları günlük olarak bizatihi yaşanıyor, Doğu Kürdistan'da İran devletinin idam etmeleri aralıksız sürüyor ve birde Güney Kürdistan'da ise bir ailenin tek kendi çıkarlarını esas alan pragmatizmin de ötesinde olan bireyci, bencil politikaları sürerken, güney halkımız ise şimdiden büyük tehlikelerin için atılıyor.
Evet, Kürdistan ve Kürt halkı hiçte normal günleri yaşamıyor ve öyle görülüyor ki Kürdistan’ın ve Kürt halkının normal günleri yaşamaması için birçok güç oldukça büyük bir çaba da sarf etmektedirler.
Tuhaf gelebilir ancak söylemekten yarar vardır. Geçmişte Kürdistan’ı hem dörde bölenler, hem de Kürdistan’ı yok sayanlar, bugünlerde Kürdistan’ı gelecek on yıllarda daha büyük tehlikeler içine atarak, kendi sistemlerini Ortadoğu’da sağlamlaştırma hazırlığı içerisindedirler. Birinci dünya savaşı sonrasında Kürtleri çeşitli konferanslarda yok sayarak, yüz yıl boyunca Kürdistan ve Kürt halkını kan deryalarına sürükleyenler, dediğimiz gibi bugün bu kez başka yol ve yöntemlerle Kürtleri Ortadoğu’da hedef tahtasının tam ortasına oturtmak için hazırlıklar içerisindedirler.
Biz, Kürtleri yeniden poligon sahalarında atışlarının hedefi yapmak isteyenlere anlam verebiliyoruz, yine biz sömürgeci güçlerinin halkımıza karşı düşmanlık temelinde geliştirdikleri politikalara da anlam verebiliyoruz. Hatta salt kendi ailesel çıkarlarını düşünen Barzani ailesinin de yaptıklarına anlam verebiliyoruz. Ne de olsa bireycilik –hem de maddi bireycilik- neredeyse gemlenemez bir hastalık gibi onların tüm hücrelerini sarmıştır.
Ancak bizim anlamaktan zorluk çektiğimiz gerçeklik esasta bunları gören, sözde bu olup bitene karşı olan, kendini Kürt yurtseveri sayan, hatta demokrat ve devrimci olarak tanımlayanların bu olup bitenlere karşı gösterdikleri zayıf reflekslerdir. Hiç şüphesiz ki bir şeyler yapılıyordur, ancak tarihi sürece yaptıklarımız cevap veriyor mu vermiyor mu, esas olan bu değil midir?
Bir şeyler yapılıyordur ancak yapılanlar neye göre yapılıyor? Kıyas ya da ölçü nedir yapılanın? Emek sarf ediliyordur ancak harcanan emek, bizim katacağımız ya da sarf edeceğimiz emek karşısında ne kadardır? Özcesi bir yapılanlar var, birde yapılması gerekli olanlar vardır. Ve görünene göre, yapılanlar hiç bir şekilde yapılması gerekli olanlarla kıyaslanmayacak düzeyde az ve yetersizdir.
Yine olması gerekli olan düşünce gücü, söz gücü ve eylem gücü gerçekten de bu mudur? Tarihi süreci yaşayan bir halkın evlatlarının, aydınlarının, sanatçılarının, emekçilerinin, siyasetçilerinin, sivil toplumcularının, insan hakları aktivistlerinin derken ekolojistlerinin, feministlerin ortaya sergileyecekleri performans bu mudur?
Böyle sorular sorulduğunda verilen en iyi niyetli cevaplar, “elimizde geleni yapıyoruz” oluyor. Kaldı ki birçok kişi ya da kurum bunu bile söyleyemiyor. “Çalışıyoruz, yapıyoruz, mücadele ediyoruz” ancak dediğimiz gibi bu çalışmaların, yapmaların, mücadele etmenin kıstası nedir? Ne olmalıdır?
Tek bir kıstas ve ölçü vardır; o da Kürt halkının yaşadıkları acıları dindirmeye yetecek bir çalışma tarzını tutturmaktır. Kürdistan topraklarının halen tecavüz edilmesinin önünü almaktır. Ve de Kürt halkının bu dünyada yaşayan diğer halklar gibi özgürce yaşamasını sağlamaktır. Bunlar olmadıkça; hiçbir çalışma, emek, mücadele, koşuşturmayla yetinme, memnuniyet, kendinden razılık olamaz, olmamalıdır.
Bunun için ortaya koyacağımız düşünce gücü de, söz gücü de, eylem gücü de kesinlikle gerekçesiz olmalıdır. “O şu kadar yaptı, bende bu kadar yaptım ve durumum iyidir” diyerek kendi kendimizi kandıran bir tarza asla ama asla başvurmamalıyız.
Bir kere yapacağımız işlerde, kendimizi başkalarının karşısında gerekçesiz hale getirmemiz gerekiyor. Az yapmanın, başarısız yapmanın, sonuç almamanın, hiçbir gerekçesini oluşturmamamız gibi kendimizi başkalarıyla kıyaslamayı terk ederek, Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğü için gerekli olan özgürleştirici çalışmalara sonuna kadar büyük bir çalışma tarzı, temposu ve doğru üslupla yüklenmesini bilirsek, o zaman Kürt halkının acılarını dindiren çalışmalara imza atmış olabiliriz. Aksi taktirde hiçbir zaman kendimizi eleştirilerden kurtaramayız.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ben bir Filistin gerillasıyım. Eğitimimi Filistin’de gördüm ve askerliğimi Filistin’de yaptım. Bundan da hep onur ve gurur duydum. Yaşamım boyunca da hep böyle kalacağım.
Biz enternasyonalist birlikler olarak Filistin gerillası içinde emperyalizme ve siyonizme karşı savaşırken ortada HAMAS diye bir oluşum yoktu. Dolayısıyla sonradan türetilen bu gücün anlayışını ve mücadele tarzını baştan beri benimsemedim. Ancak bu durum, hiçbir zaman küresel sermayenin tekniği ile donanmış İsrail saldırıları karşısında öfkemi azaltmadı. Her zaman emperyalist-siyonist saldırıya karşı direnen Filistin halkının ve çocuklarının yanında oldum.
Şimdi de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı karşısında kalbim Filistin halkı ve çocuklarıyla birlikte atıyor. Kürtlerin hemen tamama yakınının benzer tutum içinde olduğuna inanıyorum. Mazlum ve Müslüman Kürt halkının kalbi her zaman Filistin halkıyla birlikte atar. Kürt çocukları Filistin çocuklarıyla kader birliği içinde olduğunu çok iyi bilir. Kürt kadınları özgürlüğe Filistin kadınlarıyla birlikte ulaşacağına inanır.
Adeta ortak kadere sahip olan bu iki halk, bugün de eşzamanlı vahşi bir saldırıya maruz kalmaktadır. İsrail Gazze’ye saldırırken, adının “Irak Şam İslam Devleti” olduğu söylenen bir örgüt de Kobanê’ye saldırmaktadır. Hem de bunu sözde “Müslümanlık ve Hilafet adına” yapmaktadır. Söz konusu örgüt, lideri Ebubekir El Bağdadi’yi “Halife ilan ettiğini” açıklamaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını anlayabiliyoruz. Çünkü o siyonisttir ve bu tür saldırıları hep yapıyor. Fakat Müslüman olduğunu ve Halifelik kurduğunu iddia eden IŞİD adlı örgütün, İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırısına ses çıkarmazken ve adeta onunla eşzamanlı olarak Kobanê halkına ve Rojava Kürdistan’a saldırmasına elbette anlam vermekte zorlanıyoruz. Burada şu soruları sormaktan kendimizi alıkoyamıyoruz: Peki sözde Müslüman olduğunu iddia eden IŞİD adlı örgütün Müslümanlığı, mazlum ve Müslüman Kürt halkına, Kobanê halkına saldırmayı mı gerektiriyor? IŞİD’in hilafeti Kürt katliamı üzerinden mi gerçekleşiyor? Ebubekir El Bağdadi Kürt kanı üzerinden mi halife olmak istiyor? IŞİD adlı örgüt, mazlum ve Müslüman Filistin halkını katledenlere neden ses çıkaramıyor?
Bir yanda İsrail Devletinin Filistin halkına, Gazzeli çocuklara yönelik saldırısı, diğer yanda Irak Şam İslam Devleti adlı örgütün Rojava Kürdistan halkına, Kobanêli çocuklara yönelik saldırısı! Bu saldırılar eşzamanlı gerçekleşiyor ve kardeş iki halkı vuruyor. Dolayısıyla Kobanê’ye yönelik saldırı ile Gazze’ye yönelik saldırının aynı planın parçaları olduğundan asla kuşku duyulmuyor. Dolayısıyla Kobanê’ye ve Rojava Kürdistan’a saldıran IŞİD adlı örgütün, emperyalizmin ve siyonizmin zavallı bir taşeronu ve uşağı olduğundan da asla kuşku duyulmuyor.
Rojava Kürdistan “Kürtlerin Filistin’i” konumunda. Kobanê ise Rojava Kürdistan’ın kalbi durumunda. Nasıl ki Arap yurtseverliğinin kalbi hep Filistin’de attıysa, Kürt yurtseverliğinin ve demokratlığının kalbi de Rojava Kürdistan’da atıyor. Rojava Kürdistan’ın ortasında bulunan Kobanê ise, 19 Temmuz 2012 Özgürlük Devriminin başladığı, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 1979 Temmuz başında kutsal Ortadoğu topraklarına doğru hicrete çıktığında ilk ayak bastığı yer oluyor.
Dolayısıyla IŞİD çetelerinin saldırıları Kobanê üzerinde yoğunlaştırmış olmaları bir tesadüf içermiyor. Tamamen bilinçli ve planlı bir saldırı oluyor. Bu temelde Rojava Kürdistan orta bölgesinden yarılarak 19 Temmuz Özgürlük Devrimi boğulmak isteniyor. Söz konusu saldırıdaki temel amaç Rojava Devrimini tasfiye etmek oluyor. Bundan asla kuşku duymamak lazım. Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmek isteyenler taşeron olarak IŞİD’i kullanıyor ve ilk saldırı yeri olarak da Kobanê’yi seçmiş bulunuyor.
Peki kim bu güçler? IŞİD adlı provokasyon gücünün Kobanê saldırısı ardında kimler var? Şimdi birçok çevre bu soruların cevabını tartışıyor ve Kobanê’de olup bitenleri anlamaya çalışıyor. Genel planda soruların cevabı olarak şunlar söylenebilir: Küresel provokasyon gücü IŞİD’in Irak saldırısı ardında kimler vardıysa, Kobanê saldırısı ardında da onlar vardır. Rojava Özgürlük Devriminden kimler rahatsızsa, IŞİD’in Kobanê’ye yönelik saldırısı ardında onlar bulunuyor. Çünkü IŞİD’in Irak saldırısı ile Kobanê saldırısı aynı planın parçaları oluyor. Çünkü Kobanê saldırısı Rojava Özgürlük Devrimini boğma ve tasfiye etme planının bir parçası oluyor.
Bu planın sahibinin küresel kapitalist modernite güçleri olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu planı hazırlayıp uygulamaya koyanlar ve pratikte yönetenler ABD, İsrail ve müttefikleri oluyor. Bu güçler Ortadoğu’yu yeniden bölüp parçalamak ve küçük parçalara ayırıp yutmak istiyorlar. Bilinen klasik böl-parçala-çatıştır-yönet politikasını uyguluyorlar. İsrail’in güvenliğinin böyle sağlanacağına ve Ortadoğu’nun küresel sermaye tarafından böyle sömürülüp yönetileceğine inanıyorlar. Bu çerçevede Rojava Özgürlük Devriminin “Demokratik Ortadoğu Konfederasyonu” hedefini kendileri için tehlikeli buluyorlar.
Bu planın içinde bazı bölgesel ve yerel güçler var. IŞİD’i destekleyen herkes aslında bu planın içinde ve ona güç veriyor. Suudi, Katar, Türkiye ve KDP bu güçlerin başında geliyor. İran, Irak ve Suriye yönetimlerinin de dolaylı olarak ve zaman zaman bu plana güç vermiş olduğu artık bir sır olmaktan çıkmış bulunuyor. Kimileri mezhebi, kimileri ise etnik çıkarlar nedeniyle bu planın destekleyicisi oluyor. AKP PKK’ye karşı mücadele ve KDP ile ilişkileri geliştirmek amacıyla bu planı desteklerken, KDP ise tamamen dar iktidar amaçları nedeniyle bu planın içinde yer alıyor. Bu güçler bir bakıma uzun vade açısından baltayı kendi ayaklarına vuruyorlar. Bunların hepsi Rojava Özgürlük Devriminin özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve demokrasi ilkelerinden korkuyorlar.
Rojava Kürdistan’da 19 Temmuz 2012’de başlayan ve üçüncü yılına giren Özgürlük Devrimi, Ortadoğu’da yaşanan kriz ve kaosa demokratik çözüm yolunu gösterir ve özgürlüğe yürüyen insanlığın önünü aydınlatırken, aynı zamanda küresel, bölgesel ve yerel gericiliğin de korkulu rüyası oluyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik formülasyonlarının hayata geçirilmesini, yani demokratik modernite devriminin gerçekleştirilmesini içeriyor. Böylece Kürdistan Devrimine pratik bir hamle yaptırırken, Demokratik Ortadoğu Devrimi için de çekici bir kıvılcım oluyor.
Bu devrim üçüncü yılına girdi. Rojava Kürdistan gibi küçük ve pek elverişli olmayan bir alanda böyle bir devrimin iki yıl yaşaması bile aslında çok büyük bir mucize olma özelliği taşıyor. Bu devrimin doğuşu da bir mucizeydi, üçüncü yılına girişi de bir mucizedir. Kürt halkı Rojava Kürdistan gibi çok küçük bir alanda insanlığa yeni tarihi mucizeler kazandırmaktadır. Tabi bu, her gün şehit düşen yüzlerce kahramanın direnişi ve Kürt halkının topyekün bir direniş yürütmesi ile olmaktadır.
Kobanê direnişi böyle bir devrimci-demokratik yürüyüşün çok önemli bir halkası, adeta kilidi konumundadır. Bu halkanın kırılmasının tarihi devrim deneyimini kesintiye uğratacağı gibi, bu kilidin işler kılınması da Kürdistan ve Ortadoğu Devrimlerinin önünü açacaktır. Zafere ulaşan Kürdistan Özgürlük Devrimi Demokratik Ortadoğu Devrimine öncülük eder ve Ortadoğu’da demokratik uygarlık alternatifini geliştirirken, Ortadoğu kaosunda boğulan kapitalist barbarlığı da tarihin çöp sepetine atmayı başaracaktır
Bu temelde günümüz özgür insanlığının ışığı olan Rojava Özgürlük Devriminin üçüncü yılını selamlıyor, yeni tarihi mucizeler yaratan devrimcilerine de başarılar diliyoruz. 19 Temmuz Rojava Devriminin tüm kahraman şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Tüm Kürt halkını ve devrimci-demokratik insanlığı özgürlük ışığını korumak üzere Kobanê direnişine katılmaya ve destek vermeye çağırıyoruz! Devrim için, özgürlük için “Görev başına” diyoruz!
Selahaddin Erdem
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar