“Şehide, şehidine hakkını vermeyenler, onların anısını esas alıp yaşamını düzenlemeyenler, parti gerçeğimizin de sağlıklı bir militanı haline gelemezler.”
Batman-Gercüş doğumlu olan Ronahi arkadaş, daha küçük yaşlardayken, devletin baskıları ve ekonomik nedenlerden kaynaklı ailesiyle Türkiye’nin büyük metropollerin’den olan İzmir’e göç etmek zorunda kalmışlardır. Yaşadıkları göç ve sonrasındaki sıkıntılar nedeniyle Ronahi arkadaş ve ailesi kendi gerçekliklerinden uzaklaşmak ve kendilerini unutmak yerine, daha çok kendi gerçeklilerine sarılmışlardır. Kürdistan-i değerler temel yaşam gerekçeleri olmuş ve Kürt olmanın gereklerini yerine getirmişlerdir. Bir yandan ekonomik anlamda yaşamlarını kurma çabası sürmüş, diğer yandan ülkelerinden uzaklaştırılmalarının acısı ve topraklarının hasretiyle yurtsever bilinci geliştirme çalışmalarında yer almışlardır. Düşmanın göçerterek, ekonomik anlamda kendine bağlamak istediği onurlu Kürt halkı, Ronahi arkadaşın ailesi şahsında devleti ve politikalarını boşa çıkarmıştır.
Ronahi arkadaş da yaşananlardan etkilenip arayışların içerisine girmiştir. İzmir’in kalabalık sokaklarında sistemin tüketen çarkına şahitlik eden Ronahi arkadaş, her geçen gün yüreğinde büyüyen ülke özlemini anlama kavuşturma yoluna girmiştir.
Yaşananlar daha en başından dayanılmaz boyuttaydı. Kendi topraklarından, insanlarından uzak, dilinin, renklerinin, özlemlerinin yasaklandığı bir ortamda yaşamanın derin acısıydı bu dayanılmazlığı besleyen. Ama doğru zamanın geldiğini bilecek kadar bilinçliydi Ronahi arkadaş. Kürt özgürlük hareketinin hem içten hem de dıştan çok yoğun saldırıların hedefi olduğu, Kürt halkının hakaretlerle, yok saymalarla, inkârlarla teslim alınmak istendiği, Kürt halk önderi Önder Apo’nun vahşi işkence ve uygulamalara maruz kaldığı bir süreçte özgür yaşam mekânlarına yönelmesi bunu net göstermiştir. Sistemin tüm ‘bitirdik, kalmadılar, dağlar boşaltıldı vb.’ gibi politika ve propagandalarına kanmayıp, özel savaş politikalarını boşa çıkararak özgürlükten yana tavır koyması bunun göstergesidir. Ronahi arkadaş şahsında dönemin Kürt gençliğinin, kapitalist moderniteye, Türk devletine, özel savaş politikalarına karşı takındığı duruş özgür yaşam duruşudur. Özgürlüğü dağlarda, mücadeleyi gerillada aramanın temelinde yatan gerçeklik budur.
Büyük insanlar büyük çıkışlara sahip olanlardır. En kötü, çıkış yapılamaz denilen zamanlarda bile gözünü kırpmadan mücadele alanını çığlığıyla ve yaşamıyla doldurandır. Büyük insanlar büyük başarmada ısrar edendir. İddiasını büyük tutarak büyük başarıp, büyük yaşayandır. Ronahi arkadaşta büyük bir insandı. Çünkü Ronahi arkadaşın iddia düzeyi, başarı istemi, özgür yaşamı geliştirme kararlılığı hep büyüktü. Büyük yozlaşmaların özgürlük hareketine ve Kürt halkına dayatıldığı 2004 sürecinde çıkış sahibi olmak tamamıyla bunun göstergesiydi. Çünkü böylesi süreçler büyük çıkışları gerektiren süreçlerdir. Ronahi arkadaş dağlara yönelerek, gerilla saflarında mücadele halayına tutuşarak büyük çıkışını yaptı.
2004 yılında, hem hareket hem de düşman açısından bir hareketlenmenin olduğu süreçte gerilla saflarına yönelerek özgürlük dağlarıyla olan buluşmasını sağlamıştır. Yeni şervan devresinden sonra düzenlemesi HRK alanına olan Ronahi arkadaş, özgür yaşam dağlarına adım attığı ilk andan itibaren eğitimine özel önem göstermiştir. Çünkü Ronahi arkadaş, bilinç gelişmedikçe mücadelenin anlam itibariyle yetersiz kalacağının farkındalığını kendisinde oluşturmuştur. Bu temelde önderlik çözümlemeleri ve kitapları başta olmak üzere ne kadar örgütsel materyal ve mücadeleye ilişkin belge bulursa okur ve arkadaşlarla tartışarak anlama çabasında olmuştur. Önderlik ideolojisini, özelde kadın kurtuluş ideolojisini derinlikli bir şekilde tanıyıp, özümseyerek kendi yaşamında sergileme çabası hep en üst düzeyde olmuştur. Yaşam içerisinde örgütselliği esas alan duruşuyla tüm arkadaşların saygı ve sevgisini kazanan Ronahi arkadaş, kadın-erkek ayrımına gitmeden anladığı her şeyi herkesle paylaşmayı kendisine esas almıştır. Anlamak istediğini de çekinmeden herkese sorar, ortamı bir yoğunlaşma içine sürüklerdi. Birilerinin söylemine gerek duymadan, kendi kendine yetmenin, iradeli ve inisiyatifli olmanın en güzel resmi olmuştur Ronahi arkadaş.
Ronahi arkadaş örgütsel ve ideolojik duruşuyla yaşam içerisinde gelişen yanlışlıklara, kişilikte açığa çıkan sorunlara karşı içerisine girdiği tavırla da arkadaşların sevgi ve saygısını kazanmıştır. Her şeyden önemlisi farkındalığı yaratmak ve ona göre harekete geçmek en temel yöntemi olmuştur. Ronahi arkadaş sırf konuşma olsun, laf olsun diye konuşmazdı. Ne diyeceğini, ne için dediğini iyi bilirdi. Bundan kaynaklı yaşam içerisindeki refleksleri de arkadaşları tarafından doğal karşılanırdı. Örneğin, ihanete giden bir şahıs için bir kişinin ‘önerisi vardı, örgüt neden kabul etmedi’ söylemini kullanması üzerine; sakin, anlaşılır, kendinden emin bir edayla, örgütsel duruşundan ve devrimci kararlılığından taviz vermeden şu cevabı verdi:
“Bizler bu örgütün birer militanı olarak, özgürlükten yana tavrımızı koyup öz irademizle dağların yolunu tutarak özgür yaşam arayışına koyulduk. İlk geldiğimizde biz neydik, şimdi neyiz? Bu örgüt bizi biz yaptı, toplumsal gerçekliğimizi, insanlığımızı açığa çıkarttı. Ancak Önderliğin ve örgütün tüm çabalarına karşılık, sistem içinden beraberimizde getirdiğimiz hastalıkları da hep yanı başımızda tuttuk. Hem örgütle, hem de bu hastalıklarla beraber yaşayabileceğimizi sandık. Oysaki gerçeklik böyle değildi. İradesini özgür yaşamla güçlendirmeyen böylesi kişilikler ne yapılırsa yapılsın, eninde sonunda düşmanın uzatacağı kırıntılara koşacağı aşikârdır. Bundan kaynaklı kimse bu temelde kalkıp da örgütü, bu yaşamı ve yoldaşlığı küçük düşürmeye kalkmasın. Böylesi bir tutum ve duruşun sahibi olanlar, ihaneti en derinden içinde yaşayanlardır.”
Bu kararlı, istikrarlı, örgütsel ve devrimci duruşundan kaynaklı birçok arkadaşı O’na ‘Yaşamımın Komutanı’ unvanını layık görmüştü. Ronahi arkadaş yaşam duruşu ve sevinciyle bunu hak etmişti. Yaşama karşılıksız ve hesapsız katılımıyla, güler yüzlülüğü ve sempatikliğiyle tüm gözleri üzerine çekiyordu. Ronahi arkadaşın badem içi rengindeki gözleri her an bir tebessüm halindeydi. Çok nadir bir şekilde arkadaşları onu tek başına ya da hüzünlü görürdü. Ronahi arkadaşın en büyük moral ve yoğunlaşma kaynağı yoldaşlarıydı. Yoldaşlarından büyük güç alırdı. Yoldaşlarıyla olduğu sürece hiçbir şeyin kendisini mutsuzluğa itemeyeceğini, çünkü yoldaşlarıyla tüm sorunları, mutsuzlukları sevince dönüştüreceğine inanıyordu. Bu inançla yoldaşlarıyla yaşama sarılırdı.
Cevap olamadığı, üstesinden gelemediği, güç getiremediği durumlar karşısında kendini bir köşeye kapatma, yalnız kalma, içine kapanma gibi alışkanlıkları yoktu. Böylesi kişiliklerle mücadelesi keskindi. Kimsenin bu sistem içi duruşuyla bu yaşama katılamayacağı, bunun kabul edilemeyeceğini ve bir şekilde yoldaşlarıyla bir paylaşım içerisinde olunması gerektiğini sürekli dile getirirdi. Sadece dile getirmez aynı zamanda gördüğü böylesi arkadaşlarla diyalog içerisinde olarak anlamaya ve bildiklerini anlatmaya çalışırdı.
Ancak Ronahi arkadaş çok tıkandığında, düşünsel anlamda zorlanmalar yaşadığında arkadaşlarıyla tartışır bu tıkanıklığı aşmaya çalışırdı. Böylesi durumlarda en çok önderliğe başvururdu. Önderliğin düşünce ve felsefesine yönelerek kendi kişiliğinde yaşanan yetersizlikleri ve çözümsüzlükleri aşmaya çalışırdı. Nitekim bu yöntemi başarılı olur ve önderlikten anladıklarını yoldaşlarıyla paylaşmayı bir sorumluluk olarak bilirdi.
Ronahi arkadaş partiye adım attığı ilk günden, yönetim olup şehit düşünceye kadar hep sorumlu davranmayı bildi. Sorun varsa birilerine atmak, başkasında, kendi dışında görmek yerine öncelikli olarak kendisiyle yüzleşme cesareti gösterirdi. Çünkü bilirdi ki kendisiyle yüzleşmeden, kendi kişiliğindeki hastalıklarla mücadele etmeden dışarıda yaşanan sorunlara, bir başkasının hastalıklarına müdahale edemezdi. Bu temelde kendine karşı acımasız ve ilkelerden taviz vermezdi. Bir arkadaşa gelen en ufak eleştiriyi bile kendisine gelmiş gibi hareket eder, hemen o gelen eleştirinin özeleştirisini yaşamıyla pratikleştirirdi.
Faşist İran devletinin 2007-2008 yıllarında yoğunlaşan saldırıları özgürlük hareketini de daha fazla mücadele etmeye yöneltti. Yıl içerisinde gelişen birçok gerilla hamlesi arkadaşların içerisinde büyük bir heyecan oluşturdu. Faşist İran rejiminin zindanlardaki saldırıları var olan heyecanı öfkeye dönüştürdü ve daha geniş eylemsellikleri beraberinde getirdi. Ronahi arkadaş da, yaşanan bu süreç karşısında kayıtsız kalamayacağını, bir şeyler yapması gerektiğini her seferinde dile getirdi. Bu temelde kaldığı alandaki bir karakola eylem hazırlıklarına Ronahi arkadaş da katılır. Yönetim düzeyinde eyleme katılan Ronahi arkadaş saldırı gurubunda yer alır.
Ronahi arkadaş ilk eylemi olmaması nedeniyle, arkadaşlarına büyük moral ve destek olurdu. İlk kez böylesi bir eyleme katılacak olan arkadaşları motive ederek, onlara tecrübelerini aktarırdı. Bazen güzel sesiyle bir şarkı dillendirerek gecede biriken zifiriliği dağıttı. Bazen bir halayın başına geçerek yoldaşlarının sevincine ortak oldu. Bazen de, eylemin daha iyi başarıya ulaşması için planlama üzerinde yoğunlaşıp, arkadaşlarına görüşlerini sundu.
Eyleme gitmeden önce, arkadaşlarıyla vedalaşmayan Ronahi arkadaş, arkadaşlarına ‘tüm vedaları literatüründen çıkardığını’ belirtmişti. Ronahi arkadaşın tek korkusu bir gün gelir de yalnız kalma ihtimaliydi. Ama Ronahi arkadaş bu ihtimali aklına getirmemeye, sürekli yoldaşlarıyla olacağı inancıyla mücadeleye girişirdi. Ronahi bir şeyler hissetmiş gibi, eylem alanına gideceği zaman geride kalan arkadaşlarına sıkıca sarılmış, tebessümler içerisinde bademiçi rengindeki gözlerinden birkaç damla yaş inmiş. Her ne kadar arkadaşları buna anlam veremeseler de, onlar da sıkıca büyük bir sevgi ve saygıyla Ronahi arkadaşa sarılmışlar ve gidişini selamlamışlar.
Ronahi arkadaş bu son sarılmadan sonra, üzerine gittiği karakoldan, eylem başarılı olmasına rağmen, ağır yaralı olduğundan çıkamaz. Büyük kayıplar veren düşman güçleri yaşadıkları bu yenikliğin acısını Ronahi arkadaşın cansız bedeninden çıkarmak istercesine yerlerde sürüklerler. Ama Ronahi arkadaş ölümsüzler kervanına katılmıştır. Ronahi arkadaşı tekrar tekrar öldürmek isteyen düşman güçleri, Ronahi arkadaşın milyonların yüreğinde ve mücadelesinde yaşadığını bilemeyecek kadar gözü kara ve saldırgandılar.
Ronahi arkadaş son görevini de başarılı bir şekilde yerine getirerek, aydınlattığı yolda on binlerin yürümesini sağladı. Eylemdeki duruşuyla nasıl ‘yaşamın komutanı’ olunacağını tekrar gösterdi. Şimdi Ronahi arkadaşın birer savaşçısı olarak, oluşturmak istediği yaşamı önder Apo’nun ideoloji ve felsefesiyle donatarak inşa ediyoruz. Önder Apo’nun büyük emek ve çabaları sonucunda, geri dönülemez bir boyuta gelen mücadelemiz şimdi şehide bağlılığın gereği olarak tüm dönemlerden daha çok zafere yaklaşmış durumdadır.
Bugün gelinen aşamada şehit gerçekliği ve yaşamımızdaki yeri daha belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Yaşanan sürecin yaratıcısı şehitlerimizi anmak, onların, mücadeleleriyle aydınlattığı yolda doğru pratik ve yaşamın sahibi olmak gerekir. Bunu sağladığımız derece onlara, özlemlerine ve hayallerine doğru cevabı vermiş oluruz. Uğruna canlarını, umutlarını adadıkları bu yolun onurlu birer sürdürücüsü olabiliriz. Bu temelde tüm şehitlerimizin mücadele gerekçesi olan özgür ve onurlu bir yaşamın oluşturulması ve geliştirilmesi sorumluluğunu herkesin en derinden hissederek, bu temelde döneme cevap olması gerekir. Bu da varolan sürecin doğru bir temelde bilince çıkarılması, ihtiyaçlarının belirlenmesi ve zaman-mekân birlikteliğini yakalayarak yaşamda sergilemesiyle
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Maraş katliamı 24 Aralık 1978 tarihinde gerçekleşti. Tabii bir günün işi değildi. Birkaç gün hatta haftalarca sürdü. Bir dönemecin başlangıcı da oldu. Katliam sırasında Ecevit başkanlığından CHP hükümeti vardı. Ve bu hükümete dayalı olarak sonu 12E eylül 1980 faşist askeri darbesine kadar giden bir süreç başladı. Yani askeri yönetimin ilk adımları atıldı. Sıkıyönetim ilanı bu katliam ardından başladı. Katliamın şimdi 33.yıldönümü yaşanıyor. Otuz dördüncü yılına giriyoruz. Bu vesileyle ben katledilen tüm demokrasi şehitlerini saygıyla anıyorum. Otuz üç yıldır PKK öncülüğünde bu katliamı yürüten güçlere karşı Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını öngören Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için çaba harcayan büyük bir mücadele verildi. Onbinlerce şehit kanıyla sulandı bu büyük mücadele. Dolayısıyla hepsini bu vesileyle saygı ve minnetle anıyorum. Maraş katliamının şehitlerinin ve ardından süren mücadelenin şehitlerinin kanlarının yerde kalmadığını, anılarına doğru sahip çıkıldığını, katliamcılardan hesap sormak üzere özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kesintisiz sürdürüldüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bakımdan bir nebze tabii rahatız. Şehitlerimizin anılarına bağlı kaldığımız için belli bir vicdan rahatlığı, huzuru içindeyiz diyebilirim. Fakat kuşkusuz sona gitmeyen bir mücadele. Henüz devam ediyor tüm boyutlarıyla. Katliamcılar hala devredeler. Fırsat buldukça yeni yeni katliamlar tezgahlamak için harekete geçmekten geri durmuyorlar. Dolayısıyla bunlara karşı hep uyanık olmamız gerekiyor. Tehlike gerici saldırılar henüz ortadan kalkmış değil. Demokratik bir Türkiye, bu temelde özgür bir Kürdistan henüz tam yaratılmış bulunmuyor. Bu bakımdan da mücadelemiz otuz üç yıl olduğu gibi bugün de kanla, şiddetle, büyük fedakarlık ve cesaret gösterme temelinde sürüyor. Otuz üç yıldır devam eden bir çarpışma bu. Bugün de birçok boyutuyla sürüyor. Bunları insan ilk elden belirtebilir.
Tabii Maraş katliamı olduğunda biz henüz PKK’nin kuruluş kongresini yeni tamamlamıştık. Daha bir ay bile geçmemişti. Öyle ki Önder Apo tarafından tüm yoldaşlar tarafından bu katliam PKK’ye karşı bir saldırıymış gibi, PKK’nin kuruluşuna inkar ve imha sisteminin, faşist gericiliğin bir cevap vermesi gibi algılandı. Bu, yanlış bir algılama da değildi tabii. Tarihsel süreç, gerçeklerinin bir boyutunun da böyle olduğunu netçe ortaya koydu. Şunu insan rahatlıkla belirtebilir. Tabii bu katliamı Türk kontrgerillası düzenledi. Bundan hiçbir kuşku yok. Zaten dönemin başbakanı Bülent Ecevit de ilk defa o zaman işte bir kontrgerillanın, gladionun devlet içerisinde, hatta ordu içerisinde yuvalanmış olduğundan söz etti. Seferberlik Tetkik Kurulu diye bir kurulun varlığından, bunun Türk hükümetinden değil de Amerika’dan maaş aldığından söz etti. Büyük bir telaşa kapılmıştı. Kamuoyu önünde. O telaşını yaptığı açıklama sürecinde netçe gösterdi. İçine girdiği şaşkınlığı gizleyemiyordu da. Düşünün, bu kadar toplum ve devlet gerçeğiyle ilgili bir kişi 1960’dan sonra hemen bakan olabilmiş, hükümette, devlette bu kadar yer almış bir kişi bile devlet içinde bu tür örgütlenmelerin olduğunu bilemiyormuş. İlk defa karşılaşmanın şaşkınlığını o zaman yaşıyordu. Ne kadar gizli ve sinsi bir faaliyetin var olduğunu anlamak bu bakımdan zor değil. Bunun için şunları bu otuz üçüncü yıl vesilesiyle net ifade edebiliriz. Maraş katliamı bir boyutuyla PKK’nin kuruluşuna karşı inkar ve imha sisteminin sömürgeci gericiliğin verdiği bir cevaptı, bir saldırıydı. Maraş katliamını Türk kontrgerillası örgütledi, düzenledi, yönetti. Katliamdan kontrgerillanın, şimdi Ergenekon diye yargılanan oluşumun siyah bölümü kullanıldı. Aslında siyah Ergenekoncular, kara Ergenekoncular bu katliamın kullanılan, katliamı gerçekleştiren güçler oldular. Yani MHP’liler kullanıldı. Bu da bilinen bir gerçek. Katliamın hedefi Kürtler ve Alevilerdi. Aleviliği ve Kürtlüğü kendi şahsında birleştiren kişiler ve topluluklar ise bu katliamın doğrudan hedefiydiler. Mazlumlar, katledilenler Kürtler ve Aleviler oldular. Kürt Aleviler oldular. Aslında bir yerde Torosların, güneydoğu Torosların Kürtlükten ve Alevilikten temizlenmesi hedefini güden bir girişimdi, katliamdı bu.
Şimdi Dersim tartışmaları yürütülüyor mesela. Dersim katliamının nedenleri, amaçları, yürüten güçler, hedefleri belirlenmeye çalışılıyor. Temel amaç olarak ne çıkıyor ortaya? Belli bir coğrafyada Kürt ve Alevi nüfusu azaltma, yok etme hedefinin güdüldüğü ortaya çıkıyor. Katliamla, bir kısmı yok edilirken geri kalanlar da büyük bir korku ve panik içine sokularak sürgün edilmeleri hedefleniyor. Dolayısıyla fiziki katliamla sürgün birbirini tamamlayan, iç içe geçen olgular olarak gerçekleşiyor. Bu Osmanlı döneminde de böyle, cumhuriyet tarihinin çok değişik dönemlerinde de böyledir. Fiziki yok etme ve tehcire, yani sürgüne dayanarak belli coğrafyalar ya insansılaştırılıyor, ya da belli kesimlerden temizleniyor. Etnik temizlik yapılıyor, mezhepsel temizlik yapılıyor. Dersim katliamının bu amaçla yapıldığını herkes biliyor. Şimdi bir kere daha tartışmalar bu gerçeği net olarak ortaya çıkarıyor.
Maraş katliamının temel hedefi de buydu. Aslında güneydoğu Torosları Kürtlerden ve Alevilerden temizlemek. Kürtsüzleştirmek, Alevisizleştirmek amacıyla yapılıyordu, hedef buydu. Aslında arkasından da bu devam ettirildi. Yani bu katliam sadece 24 Aralık 1978’de bir gün, ya da birkaç gün yaşanan bir olay olmadı. Arkasından sıkıyönetim olarak devam etti, arkasından da 12 Eylül faşist askeri yönetimi olarak devam etti. Sonuç, Maraş ve çevresinde büyük bir boşaltma hareketi yaşatıldı. O coğrafya Kürtsüzleştirildi, Alevisizleştirildi. Belli sayıda bir insan çok vahşi yöntemlerle katledildi. Ama geri kalanlar da korku, panik içine sokularak dünyanın dört bir yanına savruldu. Avrupa’nın varoşları, ta Amerika’ya, Kanada’ya, şuraya buraya kadar uzanan bütün alanlar Maraş’ın içinden, ilçelerinden, çevresinden böyle bir süreçte kaçan, sığınan insanlarla doldu. Hala nereye, ne kadar insanın gittiği, bu insanların ne yaptığı, nasıl yaşadığı bilinmiyor. Otuz üç yıldır dünyanın dört bir yanında çok zayıf, perişan durumda yaşayanlar var. Bu anlamda aslında nasıl ki 1937-38’de Dersim katliamıyla Dersim alanında Kürtlük ve Alevilik zayıflatılmaya, buralar Türkleştirilmeye ve Sünnileştirilmeye çalışıldıysa, 1978 Maraş katliamı ardından da güneydoğu Toroslar benzer bir biçimde Kürtsüzleştirilmeye ve Alevisizleştirilmeye çalışıldı. Bu konuda da önemli bir sonuç alındığı söylenebilir. Gerçekten de geriye dönüp bakmak lazım. Ne kaldı Dersim’den, Dersim kimliğinden, Kürtlük kimliğinden, Alevi kimliğinden? Bırak kimliği, nüfus olarak, demografi olarak ne kaldı? Tarihin en kadim toplumu, en eski halkı dünyanın dört bir yanına savrulmuş, perperişan olarak yaşamaya çalışıyor. Dersim ise hala yeni soykırım ve katliamlarla insan toplum katliamı yetmemiş, şimdi coğrafyanın katliamı, doğanın katliamıyla da yaşanmaz hale getirilmeye çalışılıyor. Aynı şey Maraş katliamı için de geçerli. Toroslar açısından da geçerli. Burası da gerçekten de Kürtlere ve onlarla birlikte tüm etnik topluluklara, mezhepsel topluluklara 1925’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarafından dayatılan soykırıma, asimilasyona karşı yeni bir direniş PKK ile PKK öncülüğüyle Önder Apo tarafından örgütlendirilip geliştirilmeye başlandığı andan itibaren, bu direnişi anında boğmak, yok etmek, soykırım rejimini işler kılıp başarıya götürmek amacıyla bu katliamlar gerçekleştirildi ve hala devam eden bir süreçtir. Şimdi var olan karşılıkla bir mücadele oluyor ama şunu da herkes görüyor; PKK doğuşunu aslında o coğrafyalarda yaptı. Antep’te, Maraş’ta, Adıyaman’da, Dersim’de en büyük çıkışını gerçekleştirdi. İdeolojik doğuşunu, gençlik hareketi oluşunu, Kürdistan’a yerleşme, kökleşme, bir gençlik hareketi olmaktan halk hareketi haline gelmeyi bu coğrafyalarda yürüttüğü mücadeleyle, buralardaki insanların katılımıyla sürdürdü. Fakat şimdi dönüp bakalım ortada özgürlük mücadelesinin diğer yerlere göre çok zayıf yaşadığı gerçeği var. Bırak özgürlük mücadelesinin zayıflığını, ortada bir toplum yok, nüfus yok. Neredeyse boş, insan yaşamaz bir coğrafya ortaya çıkartılmış durumda. Şimdi bunlar önemli gerçekler, bunları görmemiz gerekiyor.
Diğer boyutuyla tabii güncel siyaset açısından da bütün bu hedefleri gerçekleştirmek üzere Maraş katliamının yeni bir sürecin başlangıcı olduğunu ifade ettik. Gerçekten de devlet, devlet içerisindeki derin devlet, Ergenekon ya da kontrgerilla yeni bir süreci geliştirmeye karar kılmıştı. Bir dönemeci ifade etti Maraş katliamı. Maraş katliamını doğru değerlendirenler daha sonraki süreci başarıyla karşıladılar. Doğru değerlendiremeyenler tabii gelişmeleri doğru öngöremediler, kendilerini hazırlıklı kılamadılar, dolayısıyla da yaşanan mücadelede başarıla olamadılar. Bu noktada ben şunu söyleyebilirim. Maraş katliamı üzerine en doğru, kapsamlı, gerçekçi tespiti, değerlendirmeleri Önder Abdullah Öcalan yaptı. Bir broşürü vardır, “Maraş Katliamı Üzerine Değerlendirme” başlığı altında kitapçık olarak da yayımlanmıştır. Bu aslında katliam üzerine PKK’nin önde gelen kadrolarıyla yapılan bir toplantıdaki bir değerlendirmeydi. Bu da gösteriyor ki katliamı derinden hisseden, deyim yerindeyse iliklerine kadar hisseden, anlayan ve buna göre de ciddi yaklaşım gösteren bir bilince, duyarlılığa Önder Apo sahipti. Tarihsel olarak da, güncel siyaset açısından da katliamın nedenlerini, katliamı yapan güçleri, bu katliamın hedeflerini gerçeğe en yakın bir biçimde ve en kapsamlı olarak değerlendirmeyi bildi. Bunun için de PKK soykırım rejimi karşısında bir özgür ve demokratik yaşam duruşu, bir direniş gerçeği olarak gelişmeyi bildi. Bu katliamın da tıpkı 18 Mayıs 1977 tarihinde Antep’te Haki Karer yoldaşın katledilmesinin PKK’nin gelişimi üzerindeki etkisi kadar PKK gelişimi üzerinde etkisi vardır. Maraş katliamının da bu düzeyde etkisinin olduğu tartışma götürmüyor. Her şeyden önce yakın siyaset açısından şu değerlendirmeyi netçe yapmıştı Önder Apo o zaman. Devlet yeni bir sürece girmiştir. Bu öyle sıradan, tesadüfen yapılan bir eylem değil, girişim değil. Yeni bir sürecin başlangıcıdır, bu sürecin adı da yeni bir askeri darbe sürecidir. Dolayısıyla gidiş askeri darbeyedir. Yakın zamanda askeri darbe olacaktır, o halde bütün ideolojik, siyasi, örgütsel duruş, hazırlık ve çalışmaları olası bir askeri darbenin gelişimine göre hazırlamak, ayarlamak gerekir” değerlendirmesinde, tespitinde bulundu. PKK daha sonraki süreçte bütün çalışmalarını, hazırlıklarını buna göre yaptı. Yurtdışına çıkış, bu değerlendirme sonucunda oldu. Giderek daha fazla direnişe yönelme, hatta direniş içine silahı katma eğilimi bundan ortaya çıktı. Şehirdeki direnişi dağa taşırma, kıra çekilme, gerillalaşma anlayışı, girişimi, çabası bu değerlendirmeye dayalı olarak devletin derin devletin Maraş katliamıyla verdiği mesajlara bir cevap olarak ortaya çıktı. Pratikte yeterli oldu, yetersiz oldu, hata ve eksiklikler yaşandı ayrı bir mesele ama dikkat edilirse 12 Eylül faşist askeri darbesinin olacağını önceden bilen, darbeyi en hazırlıklı, bilinçli karşılayan, dolayısıyla darbe tarafından ezilmediği gibi 12 Eylül faşizmine karşı da siyasi, silahlı, her türlü direniş içine girme gücünü gösteren tek hareket Türkiye çapında PKK oldu. PKK’nin böyle bir tarihsel gelişme kaydedebilmesi, böyle bir mücadele içine girebilmiş olması işte Önder Apo’nun Maraş katliamı üzerine yaptığı doğru gerçekçi tespitler analizler temelinde gerçekleşti. O tespitlere dayanarak PKK kendisini daha şiddetli bir gerici faşist saldırganlığa, katliamcılığa karşı hazırlamayı öngördü. Bunun için bir yandan Siverek direnişi üzerinden Kürdistan’da gerillalaşmaya adım atarken diğer yandan Lübnan, Filistin alanında direnişçi güçlerle devrimci demokratik güçlerle ilişki kurarak Ortadoğu direnişiyle ittifak içine girme, birlik olma adımını attı. İşte bu adımlar PKK’yi bu Maraş katliamıyla başlayan sıkıyönetimler, askeri yönetimler karşısında ayakta tuttuğu gibi ardından gelen 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi karşısında da ayakta tuttu. Darbeye karşı da zindanda direndi PKK, yurtdışında Lübnan, Filistin alanında direndi. Mevcut eğitim ve örgütlülük düzeyinin yetmediğini görünce kendisini ideolojik ve askeri olarak daha güçlü kılabilmek için yoğun bir eğitimden geçirdi, gerillalaştırdı. 15 Ağustos 1984 devrimci atılımına, direnişine bu temelde ulaştı. 12 Eylül faşizmine verilen en temel cevap 15 Ağustos direnişi oldu. Bir yerde PKK hamlesine karşı Maraş katliamıyla inkar ve imha sisteminin Türk faşizminin başlattığı saldırganlığın 12 Eylül faşist askeri darbesi biçimindeki sürmesine karşı PKK’nin hamlesi de 15 Ağustos silahlı direniş hamlesi olarak ortaya çıktı tabii. O zamana kadar zindan direnişi olarak geri faşizme karşı direndi, yurt dışı direnişi olarak faşizme karşı direndi, Filistin halkıyla omuz omuza bölge ve dünya gericiliğine karşı emperyalizme karşı savaş yürüttü. Bütün bunlar PKK’yi hem gerçekleri daha iyi görür, uluslar arası, bölgesel gerçekleri, Türkiye ve Kürdistan gerçeğini daha derinden görür, anlar hale getirdi hem de her türlü faşist gerici saldırganlığa, katliamlara karşı daha güçlü, daha etkili direnir hale getirdi. İşte otuzüç yıldır Maraş katliamının intikamını almak üzere PKK de bir direniş yürütüyor. Aslında PKK’nin bir boyutu da Maraş katliamının intikamını alma hareketi olması. Maraş katliamıyla amaçlanan Kürt’ü yok etme, Alevi’yi yok etme, ezileni yok etme, kim baskı sömürü altındaysa azınlıklar mıdır, köleleştirilen kadın mıdır, Türkiye sınırları içinde kim ötekileştiriliyor, baskı, işkence altına alınıyor, köleleştiriliyor, yok edilmek isteniliyorsa, üzerinde katliam uygulanıyorsa onları sahiplenme, onları bilinçlendirip hareket geçirerek bütün bu baskı ve katliama karşı direnerek, ona karşı durarak onların intikamını alma hareketi olarak ortaya çıktı. Bu geçen otuz üç yılın hikayesi böyledir. Dolayısıyla büyük bir direniş dönemidir bu dönem. Büyük özgür duruş dönemidir. İnsanlığın, ezilenlerin hem etnik hem mezhepsel olarak hem cins olarak büyük bir direnme iradesi gösterdiği dönemdir. PKK ile yaşanan direniş, PKK ile ortaya çıkan gerçekleşen olgu bu.
Şimdi bu çerçevede tabii ki bu direniş bir de devlet gerçeğini, egemenlik gerçeğini, onun kendi egemenliğini sürdürmede uyguladığı yol yöntem olayını daha çok açığa çıkardı. Bir yandan gericiliğe karşı katliama karşı direnme, intikam alma hareketi olurken diğer yandan büyük bir aydınlanma hareketi oldu. Tarihsel gerçeklikleri bir bir aydınlattı. Tarihin ne olduğunu, neyin doğru neyin yalan olduğunu netçe ortaya çıkardı. Gerçek anlamda da devlet diye egemenlik sistemi diye oluşturulan mekanizmanın büyük bir katliam olayını olduğunu ortaya çıkardı. Netçe gösterdi. Öncesi ve sonrasıyla aslında Maraş katliamının da böyle bir katliam silsilesinin bir önemli parçası, bir devam olduğu netçe görüldü. Dolayısıyla Maraş katliamını Türk devlet gerçeğinin önemli bir açığa çıkartılması, netleştirilmesi olarak görmek lazım. Tesadüfi bir olay değil. Kontrgerilla derken, bu kontrgerilla devletin özünden ayrı değil. MHP’liler kullanılırken, bunlar bir parti olarak kullanılmamışlardır. Derin devletin, kontrgerillacılığın, onun yönlendirdiği işte faşist milliyetçi zihniyetin, ideolojinin, siyasetin bir pratikleşmesi olarak bunlar gerçekleşmiştir. Bu durumları iyi görmek gerekli.
Diğer yandan tabii bu mevcut devletin TC olarak şekillenen sistemin nasıl bir faşist diktatöryal bir egemenlik sistemi olduğunu, kendi egemenliğini nasıl vahşi katliamlarla gerçekleştirdiğini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla da tarih olarak TC sınırları içindeki insanlara öğretilenin büyük bir yalandan başka bir şey olmadığını netleştirdi. İşte bilmem gericiliğe karşı direnildi. Bilmem vahşilere karşı direnildi. Haydutlara karşı direnildi. Mücadele edildi denen şeyin aslında büyük bir katliam hareketi olduğunu, ezme, yok etme ve tek tipleştirme temelinde gerçekleşen bir saldırganlık olduğunu, bunun da Türk ulus devlet gerçeği olarak ortaya çıktığını herkese gösterdi. Şimdi bu gerçeği daha iyi görüyoruz, anlıyoruz. Sadece biz anlamıyoruz, PKK bunları ifade etmiyor. Artık bu aydınlama herkese yayıldı. Herkes görüyor. Sağı da, solu da, İslamcısı da, değişik toplumsal kesimler de bunu görüyorlar. Basın her gün bu tür tartışmalarla doludur. Bu devlet gerçeğinin nasıl bir karabasan olduğunu, faşizm, katliam diktatöryal duruş tekçilik olduğunu, kendi dışında Türkçü ve egemen dinci yapı dışında var olan bütün dilleri, kültürleri, uygarlıkları, duruşları, yaşamları yok etmeyi, katletmeyi hedeflediğini herkes görüyor artık. Bunu tartışıyorlar. Bu bakımdan da Maraş katliamı öncesindeki çok sayıda katliamı bu temelde gerçekleştiğini şimdi daha iyi anlıyoruz, değerlendiriyoruz. 1925’te Amed’te, Bingöl’de yaşanan katliam, Şex Said isyanı adı altında gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı. Daha sonra Ağrı’da, Zilan’da 1929’larda, 1930-31’lerde gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı, 1937-38’de Dersim’de hem Kürt hem Alevi kırımı, katliamı bunların belli başlıları oluyor. Ama böyle değildir. Diyorlar ki 28 Kürt isyanı oldu. Bu şu anlama geliyor. 28 kez Cumhuriyet yönetimi altında Kürt katliamı gerçekleşmiştir. Ne kadar Alevi gerçekleşmiştir? Alevilerin bunu araştırıp ortaya çıkartmaları gerekiyor aslında. Henüz bu gerçek tam bilinmiyor. Öyle bir sefer, iki sefer değildir. Yine kaç kez azınlıklara, Hıristiyan topluluklara, Ermenilere, Süryanilere, Asurîlere karşı katliamlar gerçekleştirilmiş? Tabii bir de bunun içerisinde sınıf ve cins baskısı, katliamı var. Kadın üzerindeki tecavüz ne kadar yapılmış? Her gün televizyonlar ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Şurada da kadın katledildi, şurada da kadın katledildi. Öyle ki kadına karşı bir katliam savaşı günlük olarak yürütülüyor. Bu net bir şey. Bunun AKP hükümeti ile bağı var tabii. AKP’nin Türkçü, Sünni ve erkek egemen karakteriyle bağı var. Ezilenler üzerinde, en çok ezilen olarak da kadın üzerindeki katliamı, kat be kat arttırmıştır ama bu tabii şimdi ortaya çıkmadı. Dün de vardı. Önceki gün de vardı. Onlarca yıl öncesinde de yaşanan bir durumdu. Aynı zamanda sınıf baskısı, sınıf katliamı, işçiler üzerinde, emekçiler üzerinde, köylüler üzerindeki ağır baskı, katliamlar, sömürüler böyle bir rejim altında yaşatıldı.
Bu temelde tabii ki en çok katliamı yaşatıldığı coğrafya Kürdistan coğrafyası oluyor. En çok Kürt toplumuna, Alevi toplumuna, azınlıklara ve kadına katliam dayatılmış bulunuyor. Bu gerçekler şimdi netçe açığa çıkarılmıştır. Bunu herkes biliyor. Değerlendiriyor artık. Şimdi PKK direnişi ile aydınlatılan bu gerçeklik içerisinde herkes şu veya bu düzeyde bu katliam gerçeğini görüyor ve dillendiriyor. Bol bol tartışıyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, konuşuyorlar. PKK herkesin ağzını açtı. Herkese dil oldu, herkese bilinç oldu, irade oldu. Bunu görmek istemeyenler var. Tersine bu gerçeği teslim etmek istemeyenler var. Sağa sola çekiştirip sanki bu gerçekleri, gelişmeleri kendisi yaratmış gibi görenler, göstermeye çalışanlar var ama olsun. Ne yaparlarsa yapsınlar da fakat bu duruma birilerinin sayesinde geldiklerini bilselerdi iyi olurdu. İster kabul etsin, ister etmesinler ama dilleri PKK ile çözüldü. Bilinçleri PKK ile oluştu. İradeleri PKK ile gelişti. Bu katliam rejimi karşısında bir çift söz söyleyebiliyorlarsa bunu PKK’nin direnmesi sayesinde yapıyorlar. Bunu her kes iyi bilmek durumunda. Bunu bilemeyenler gaflet içindedirler. Büyük yanılgı içindedirler. Bunu da net olarak görmek gerekli.
Maraş katliamı döneminde de katliam sadece Maraş sınırlı değildi. Hemen Maraş öncesinde de katliamlar oldu. Bilmem Çorum katliamı, değişik yerlerde işte Malatya’da, Adıyaman’da benzeri şeyler vardı. Yani Türk-Kürt, Alevi-Sünni toplumların iç içe yaşadığı bu çelişkilerin yoğun olduğu hassas coğrafyada toplumsal kargaşayı, çatışmayı yaratabilmek için devleti ele geçirmek isteyen faşist gericilik saldırıya geçmiştir. Kolay katliam yaratma, olay çıkartma dolayısıyla işte terör vardır diyerek darbe yapıp iktidarı ele geçirme imkanı buralarda vardı. Kenan Evren yönetiminin bunu yaptığı biliniyor. Kenan Evren’in kendisi de itiraf etti defalarca. Birçok çevre de bunu artık yazdı, çizdi, değerlendirdi, gördü. Herkes çok iyi biliyor ki 12 Eylül 1980 askeri darbesi bir anda olmadı. Kenan Evren genelkurmay başkanı olduktan hemen sonra başlamış bir süreçtir. Ve bu Kenan Evren’in iddia ettiği gibi başkalarının yarattığı terör nedeniyle olmadı. Terörü en çok Kenan Evren’in başında olduğu Özel Harp Dairesi kışkırttı, örgütledi, yürüttü. Tabii bu kontrgerilla güçlerinin geliştirdiği çeşitli saldırganlığa karşı halk kesimlerinin direnci de vardı. Gençlik direndi, Kürtler direndi, Aleviler direndiler. Sol demokrat devrimci akım direndi. Özgürlük için, demokrasi için, insan hakları için. Ama iyi bilelim ki bir de bunun içinde gerçekten de çok bilinçli planlı bir biçimde geliştirilen kontrgerilla saldırısı, terörü vardı. Bunlar daha çok kendisini bu katliamlarda gösterdi. Maraş katliamı bu kontrgerilla marifetlerinden bir tanesiydi. Onun gibi birçok marifet de o kontrgerilla bulundu. Daha sonrasında da bu katliamcı gerçek sürdü. Yani Maraş katliamı ardından gerçekleşen 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da bu sistemin katliamcı gerçeği sona ermedi. Günlük yaşam bir katliamdır ezilenler için. Tecavüzkârdır. Bu gerçeği görmemiz, itiraf etmemiz, doğru anlamamız gerekli.
Diğer yandan bu olağanlaşmış günlük yaşam ötesinde bir de dönem dönem gerçekleşen ezilenler, emekçiler üzerinde yaşanan katliamlar var, işçilere dönük katliamlar var. Mesela birçok kez yaşandı. Kürdistan’da zaten yaşanan gerçekten de insanlık dışı bir katliam oldu. Bir soykırım oldu 12 Eylül 1980 askeri rejimi saldırıları altında. Nelerin yapıldığını Amed zindanından tutalım da günümüze kadar daha da ne tür kirli işlerin çevrildiğini şimdi hala açığa çıkartamıyor devlet. Geçmişe dönüp bakamıyor. Geçmişle yüzleş diye birçok çağrı geliyor, yüzleşemiyor. Dönüp bakamıyor. Neden? Çünkü çok kirli çok kara geçmiş. İnsanlık dışıdır. Öyle az buz bir katliam, saldırganlık yaşanmamıştır. İşkence, katliam devlet eliyle çok ileri düzeyde yaşatılmıştır. İşkencehanelerde sorgu odalarında zindanlarda yapıldığı gibi bu daha da savaş adı altında gerillaya karşı, köyde halka karşı yapıldı. Kürdistan’da 4 bin köy yakıldı. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan sürüldü. Binlercesi faili meçhul denilen saldırılar altında katledildi. Bu bir Kürt katliamıydı. Aslında 12 Eylül darbesi altında Kürdistan’da yaşanan Şex Said dönemindeki katliamla, 1937-38 Dersim katliamıyla hiç farkı bulunmayan onların bir devamı niteliğinde olan bir katliam gerçeğidir, katliam sürecidir. Bunu hiç unutmamak gerekiyor. Bu katliam sadece tabii Kürtlerle de sınırlı kalmamıştır. Kadın üzerindeki baskı katmerli olarak sürdü, bugün günlük bir cinayet şebekesi, sistemi olarak devam ediyor. Azınlıklar gerçekten de bu dönemde ülkeden sürüldüler. Türkiye’de adeta yaşayamaz hale geldiler. Kürtlerle birlikte toplu olarak en çok katledilen kesim Aleviler oldu tabii. Alevilik üzerindeki baskı hiç durmadığı gibi darbeden on üç yıl sonra yaşanan Sivas katliamını unutmayalım. Maraş katliamı, Aralık 1978, bir de Temmuz 1993 Sivas katliamı var. O da Alevi katliamı. Demokratik insanlığın katliamı. Aslında bir tür Kürt katliamı da oluyor. Dikkat edilirse Kürdistan’da özgürlük için direnişin en çok geliştiği yoğunlaştığı dönemlerden biriydi. Dolayısıyla nasıl ki Maraş katliamı PKK’nin gelişimine karşı bir saldırıydıysa soykırım rejiminin bir cevabı idiyse Sivas katliamı da aslında PKK’nin silahlı direnişinin, Kürdistan’da etkinlik kazanmasına karşı bir tehdit, bir soykırım saldırısı idi. Tabii bu Kürtlüğü ve Aleviliği birlikte hedefledi. Çünkü etnik olarak en çok ezilen, katliamdan geçirilen, baskı altında tutulan iki kesim oluyor. Kürtlük ve Aleviliğin kaderi bu anlamda çok iç içe geçmiş, çok birleşmiş bulunuyor. Bu gerçeği iyi görmemiz, doğru anlamamız gerekli. Ne yapıldığı Madımak otelinde ülkenin aydınları, sanatçıları, düşünen insanları, demokratik güçleri cayır cayır yakıldılar. Bugün o katliamı yapanların önemli bir kesimi AKP sıralarında mecliste milletvekili olarak oturuyorlar. Maraş katliamı yapanlar ardından Sivas katliamını yapanlar bu katliamlarla bir şeyi araladılar, bir şeye yol açtılar. AKP iktidarının yolunun böyle açıldığını herhalde net görüyoruz. Öyle bu katliamlar demek ki amaçsız değildir, boşa gitmemiş. Birilerine kapıları açmıştır. Egemenlik iktidar olma şansı vermiş. Bir de işin bu boyutu var. Bu gerçeği var.
Son olarak ben şu hususa da değinmek isterim. Bu katliamlar çerçevesinde. Katliamları sadece bir şiddet, nefret, bir fiziki yok etme olayı olarak görmemek lazım. Tabii büyük bir dehşet, korkutma, ürkütme hareketi. Belli kesimleri fiziki olarak yok ediyor da. Önce ifade ettim, katliam sürgünle, tehcirle birlikte oluyor. Bazı alanları belli topluluklardan boşaltmayı hedefliyor. Fakat daha önemlisi bu katliamın bir soykırım hareketi olduğudur. Bu gerçeği görmek gerekli. Bir kültürel soykırımı hareketi olarak gerçekleştirildi. Bir kısmı fiziki katliam oluyor, sürgün oluyor ama esas olarak da onun yarattığı dehşetle, korkuyla daha büyük bir katliam beyaz katliam gerçekleştiriliyor, kültürel soykırım gerçekleştiriliyor. Bu asimilasyona dönüştürülüyor. Diller yok ediliyor, kültürler yok ediliyor, iradeler kırılıyor, yok ediliyor, insanlık yok ediliyor. Bir derin asimilasyon, soykırım yaşanıyor. Bununla işte Kürtlük yok ediliyor, Türkleştiriliyor. Gerçekten de bilinci, belleği yok edilen bir Kürt duruşu, toplumu, insanı ortaya çıkartılıyor. Öyle ki kraldan daha kralcı, Türk’ten daha Türkçü, topluluklar ortaya çıkartılıyor. Aleviliğin durumu öyle. Bütün ezilenlerin, mevcut soykırım rejimi altında yaşadıkları gerçek bu. Sonuçta celladına koşan bir durum ortaya çıkıyor. Derin bir asimilasyon yaşanıyor. Zaten bunun için yapılıyor. Türkleştirmek, Sünnileştirmek, erkekleştirmek için yapılıyor. Sonuçta bütün bu katliamların belli ölçüde amacına ulaştığını, amaçladığı doğrultuda gelişmeyi yarattığını görüyoruz. Gerçekten de kraldan daha kral, Türk’ten daha Türkçü olan Kürtleri, Sünni’den daha Sünnici olan Alevileri, erkekleşmiş bazı kadınları görüyoruz. Gerçek anlamda üzerlerinde uygulanan soykırımın başarıldığını görüyoruz. Asimilasyonun gerçekleştiğini görüyoruz. Amaç asimile etmek. Çoğulculuğu, dilleri, kültürleri, renkleri, cinsleri yok ederek asimile etmekle, tekleştirmektir. Faşizm tekleştirmek demektir. Teklik, faşizmin işidir, diktatörlüğün işidir. İşte bu tekçilik ulus devlet tekçiliğinin özü esası faşizmdir. Türkiye cumhuriyeti devleti olarak karşımıza çıkartılan bugün ulus devlettir, iyidir diye bazılarının allayıp pullayıp savunmaya çalıştığı başbakan Tayyip Erdoğan’ın bile tek millet, tek devlet, tek dil, tek bilmem bayrak diye tek tek edebiyatı yaptığı şeyin altında aslında büyük bir faşizm var. Bu tekçilik Hitler’ciliktir, Mussolini'ciliktir, faşizmdir. Faşizmin de tek renk vardır. Renklerin hepsine karşıdır ve her şeyi karartmayı öngörür. İşte bu karartma ortaya çıkıyor. Bu karartma da diğer renklerin hepsinin yok edilmesini ifade ediyor. Bu yok edilme fiziki katliam değildir yalnız başına. Fiziki katliam bir bölümü olurken daha büyük katliam beyaz katliam olarak yani asimilasyon olarak yaşanıyor, kültürel katliam olarak yaşanıyor. Sonuçta tam bir belleksizlik, ruhsuzluk, iradesizlik, kimliksizlik, kişiliksizlik ortaya çıkıyor. Cellâdını bilmeyen, dost düşman tanımayan, cellâdına koşan bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Kedinin fareyle oynaması gibi bir şeydir bu durum. Kedi fare oyununa çok iyi benziyor. Kedi nasıl şamarı vurunca beyni dağılan fare kediye doğru koşmak zorunda kalıyorsa işte bu faşizmin saldırıları karşısında ezilen insanlar da belleği, ruhu, beyni dağılınca cellâdına koşuyor. Kendi üzerinde yaşanan katliamı görmüyor, soykırımı görmüyor, bu soykırımın hedefini kabul eder hale geliyor, içselleştiriyor, asimile oluyor, eriyor. Bu yönlü bir insanlık katliamının Anadolu ve Mezopotamya’da yaşandığını görüyoruz. Mevcut devlet gerçeğinin böyle bir insanlık katliamı gerçeği olduğu artık netçe açığa çıkıyor. Herkes bunu görmeli, itiraf etmeli. Öyle dil ucuyla, kenardan, köşeden eğip bükerek geçiştirmeye kimse çalışmasın. Net olalım, açık koyalım. Neye hizmet etmiştir? Bu coğrafyada yaşayan insanlara bu devlet denen olgu nelerini sağlamıştır? Ekmek mi verdi, su mu verdi, özgürlük mü verdi, güvenlik mi verdi? En büyük tehdidi, en büyük katliamı, en büyük zulmü kendisi yaşattı. Her türlü katliamı gerçekleştirdi. Yok etti ve kendine benzetmeye çalıştı. Onun için de eğip bükmeden gerçek yüzüyle ortaya koymak gerekli. Bir insanlık katliamı. Bir etnik katliam. Bir sınıf, sömürü katliamı. Bir cins katliamı. Bu rejim altında yaşanmıştır. Şimdi açığa çıkan bu netçe görülüyor. Herkes biraz uykudan uyanır gibi ayılıyor PKK direnişi sayesinde, Kürt halkının direnişi sayesinde, kadın uyanıyor uykudan, alevi uyanıyor, Ermeni’si, Süryani’si uyanıyor, işçisi, köylüsü, emekçisi, memuru uyanıyor. Herkes uyanıyor, özgürlük istiyor. Adalet istiyor, hakkını istiyor, eşitlik istiyor. Kısaca demokrasi istiyor. Maraş katliamı demokrasiyi katleden, faşist diktatöryal baskı sürecinin ortasında gerçekleşen bir olguyken şimdi Maraş katliamına karşı cevap olarak da gelişen PKK direnişinin otuz üçüncü yıldönümünde ortaya çıkardığı bütün ezilenlerin, katledilenlerin biraz kendine gelmesi, bilinçlenmesi bu katliamları anlaması, tanıması ve onların hesabını sorma temelinde özgür demokratik yaşam için arayışa girmesidir, hak istemesidir, mücadele etmesidir, bir araya gelmesidir. Bu da özgürlük mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde oluşuyor. Otuz üçüncü yıl dönümünde Maraş katliamını hem Kürt halkı olarak hem de Türkiye demokrasi hareketi olarak böyle karşılıyoruz. Bu bakımdan da katliam gerçeğini biraz aydınlatmış ve katliamın belli bir hesabını sormuş durumdayız. Bundan sonra yürütülecek mücadeleyle de katliamcılığı tümden yok ederek katliamda şehit düşenlerin anılarını daha çok sahip çıkacağız. Bu katliama Kürdistan’ı özgürleştirerek, Türkiye’yi demokratikleştirerek, Türkiye cumhuriyeti sınırları içindeki herkesi özgür, eşit, adaletli bir yaşamı demokratik çerçevede sürdürür hale getirerek anılarını yaşatacağız. Maraş katliamının şehitlerinin anılarına vereceğimiz cevap şimdiye kadar böyle bir demokratikleşme oldu, bundan sonra da demokrasinin zaferi olacak.
DURAN KALKAN
- Ayrıntılar
Sözlükler vekâlet kelimesini: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlıyor. İngilizce’de Vekâlet Savaşlarına, Proxy Wars, yani “Başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” deniliyor.
Türkler, tarihlerinde bolca başkalarının yerine savaş yürütmüşlerdir. Türkler en çok Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda başkalarının savaşını birçok halka karşı yürütmüşlerdir. Özelde Alman İmparatorluğu’nun bir koçbaşısı gibi ne kadar çok halkı katliamlarda ve kıyımlarda geçirdiklerine tarih şahittir.
Yine TC Devleti’nin de böyle başkaları adına yürüttüğü savaşlar bolca görülmüştür. En bilineni NATO’yla, ABD çıkarları için Kuzey Kore’ye karşı içine girdikleri savaştır. Dünyanın öbür ucunda bulunan, belki de TC Devleti’nin nerede olduğunu bile bilmeyen bir Devlete ya da halkla karşı bazı maddi çıkarlar için, yürütülen bu savaşta, ne kadar çok fakir-fukara; Türk, Kürt, Laz, Arap ve başka halklardan insanın öldüğünü halen tam bileni de yoktur.
Özcesi TC Devleti bolca başkalarının vekili olarak, onlar adına savaşlara katılmış ve ne kadar mazlum insanı katlettiklerinin ise belki de hesabı kitabı yoktur. Belki hiçbir gün bu hesap kitap bilinmeyecektir de. NATO’nun vurucu gücü olan Gladio’nun örgütlediği Özel Harp Daire’siyle işlenen bolca suçlar olduğunu da herkes zaten bilmektedir.
Başkaları adına savaşın ve savaşların nasıl yürütüldüğünü iyi bilen ve iyi öğrenen TC Devleti, şimdi AKP denilen, işi-gücü yalan üzerine kurulu olan yeşil faşist partinin öncülüğünde, kendisi adına başkalarını savaştırmaktadır. Ne de olsa parası ve pulu bol olan bir devlettir, TC Devleti. Birde bezirgânlığı, tüccarlığı, almayı-satmayı iyi bilen bir iktidarı vardır. Aynı zamanda ise oldukça derinlerde seyreden bir Türk-İslam Sentezciliği de.
İşte bu oldukça alım-satım işlerinde hünerli olan AKP denilen bezirgânlar, Kürtlere karşı düşmanlıklarını başkalarını aracı yaparak sürdürmek için -uzun yıllardır yaptıkları planlarını hayata geçirme fırsatının- en iyi yolunu şimdilik bulmuşlardır. Bir müddet önce birçok tırşıkçı Kürt diye tabir edilen, ihanetçiyi ve işbirlikçiyi bolca kullandılar. Yine ilkel milliyetçileri de az kullanmadılar. Ve tabi bunu yaparken birçok sözde aydını ve sanatçıyı da Proxy Wariors olarak kullanmasını bildi. Tümünü esasta Özgür İradeli Kürt’ü ortadan kaldırmak için kullandı. Halen birçok tırşıkçı kişiyi kullanmaya devam etse de; geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye misali, yapmak istediğini hem yapamamış hem de deşifre olmuştur. Gerçeklik böyle olsa da düşmanlığından AKP’nin bir adım geri atmadığı da yine açıktır.
Tam da böylesine deşifre olmuş ve iflas etmiş bir zaman diliminde, DAİŞ denilen ve uluslararası güçlerin beslemesi sonucu bir an’da öne çıkan, Ortadoğu’yu kasıp kavuran, tetikçi bir hareket ortaya çıktı. Daha önceleri bu tetikçileri dolaylı ve dolaysız TC Devleti desteklemiş olsa da, kısa bir sürede bu kadar öne çıkacağını hesaplayamadıkları için, ilişkilerini gizli tutmuşlardır. Ancak gelişim göstermeye başladığı andan itibaren ise, birebir ilişkilenerek, destek sunarak, parasal, tıbbi derken askeri yardımlar yaparak tamamen yakınlaşmıştır. Hatta birçok yerde TC Devleti’nin askeri komutanları bizatihi bu toplama çete güçlerine; hem eğitim vermiş, hem de bizatihi yöneterek, savaş meydanlarında yürütmüşlerdir. Bunun böyle olduğunu günlük olarak zaten herkes ekranlarda izlemekte ve görmektedir.
DAİŞ gibi oldukça faşizan, insanlık düşmanı bir Soykırım Gücü’nü ele geçiren TC Devleti, yıllar yılı hesaplaşmaya çalıştığı ve bir türlü alt edemediği Özgür Kürt’ü ve onun Özgürlük Hareketi’ne karşı yeni bir silah bulmuş oldu. Kürtleri zaten yıllar yılı Kültürel Soykırım’da geçirmek için ne kadar çaba sarf ettiğini herkes biliyor ve görüyor.
Örneğin birkaç yıl önce AKP kurmaylarının MİT teşkilatıyla ortak hazırladıkları Milli Bütünleşme Projesi adlı belgenin bir paragrafında: “Yapılması gereken, bölücü ideolojinin ulaştığı bütün başarıları ortadan kaldıracak bir politikayı bilimsel esaslara dayandırmaktır ve kendisini Kürt olarak tanımlayan bölge halkının eritilerek “Milli Bütünleşme Projesine” dahil edilmesidir. Özetle, örgütün etnik tarih inşası engellenmeli, sosyolojik ve psikolojik bölünmeyi tamir edici, toplumsal bütünleşmeyi geliştirici politikalar geliştirilmelidir” denilmektedir.
Başka bir paragrafta ise: “Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına da toplumsal rehabilitasyon sürecinde çok önemli görevler düşmektedir. Ancak Başkanlığın mevcut yapısı ve klasik görev zihniyeti ile böyle bir görevin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Başkanlığın bu noktada devletin ilgili kurumları ile daha etkili bir dayanışma içinde olunması gerekmektedir. Özel olarak yetiştirilmiş imamların bölgeye gönderilmesi ve bu imamların örgütün anti-propagandasını yapacak şekilde donatılması, bölgedeki istihbarat güçlerimizle birlikte çalışmaları gerekmektedir” denilmektedir.
Ve yine başka bir paragrafta ise: “Etnik kimliğin devlet tarafından tanınması masum bir istek değildir “Etnik kimlik, adeta yeni siyasal toplumun tutkalı olarak hayal edilmiştir.” Bu yeni siyasi toplumun oluşmasında bir ara adımı teşkil edecek olan etnik milletleşmeyi zorlaştıran hususun devletin direnişi olduğu unutulmamalıdır” denilmektedir.
“Devletle halk arasında bütünleşmeyi sağlamak açısından milli/millileşmiş bir yerel elit şarttır. Bu elit devletin bölgede dayanacağı temel payanda olacaktır. Son beş yıllık süreç içinde bu elit mensupların büyük bölümü bölgeden ayrılmışlardır. Bu elit gereken ekonomik ve siyasal önlemler alınarak, tekrar inşa edilmelidir. Bu oluşturulan elit kesim ve dışarıda yaşayan bölge elit kesimiyle bölgede sürekli bir araya gelinmeli ve birlik mesajları verilmelidir” diyen bu paragrafta ise söylemek ve yapmak istedikleri açıktır.
Yukarıya aldığımız alıntılar esasta var olan zihniyeti ve bu zihniyetin yapmak istediklerini göstermek içindi. Özcesi AKP adındaki Türk İslam Sentezcisi parti, kesinlikle milliyetçi ve militaristtir. Böyle olduğu için Kürt düşmanıdır. Kürt karşıtıdır. Özelde de Özgür Kürt’e karşı mütenakızdır. Siz, sözde çözüm dediklerine bakmayın. Sıkışmışlıklarından ve de kendilerince başka seçimler ve kazanımlar elde etmek için hep süreç hem de çözüm süreci demektedirler. Özleri yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kürt karşıtlığıdır.
Bu karşıtlıklarını en ileri düzeyde düşmanlığa DAİŞ eliyle çevirdiklerini bugün herkes görüyor. Bugüne kadar başkaları tarafından düzenli olarak kullanılanlar, bu kez başkalarını kendi çıkarları için harekete geçirmişlerdir. Başkalarını kendi çıkarları için harekete geçirmeye Vekâlet Savaşı deniliyor. Ve bunu bugün TC Devleti en ileri düzeyde Kürtlere karşı uyguluyor.
Dikkat edelim; dünyanın tümü bir telden çalıyor, TC Devleti bir başka telden çalıyor. Günlük olarak nasıl DAİŞ ile ilişkili ve ilişkide olduğunu yeniden yeniden ortaya çıkan farklı görüntülerde görüyoruz. Bunları görmesek bile Kürtleri kuşatmak, Kürtleri düşürmek ve Kürtleri kıyımdan geçirmek için hangi dolaplar çevirdiklerini de günlük olarak zaten hepimiz görüyoruz.
Sözü uzatmayacağız, ama belirtelim ki; yalancının mumu yadsıya kadar yanar ve ardından ise söner. “Camdan evde oturanlar başkalarına taş atmamalıdırlar” diye de bir söz vardır. Sanılmasın ki Özgür Kürt yaptığınızı unutur. Elbette Özgür Kürt’ün ve de Özgür Kürt’ün dostlarının da hem sizin adınıza Vekâlet Savaşı verenlere ve hem de bizatihi sizlere söyleyecekleri birkaç sözleri olur ve olacaktır da.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
PKK’nin otuz yedinci yılına girişi, Kürdistan’ın dört bir yanında ve Kürtlerin yaşadığı tüm dünya ülkelerinde görkemli ve coşkulu törenlerle kutlandı. Günlere ve haftalara yayılan bu kutlamalar hala da devam ediyor. Bu yıldönümünün daha öncekilerden farkı var ve en heyecanlı kutlamaların yaşandığı kesin. Elbette bu durumu IŞİD faşizmine karşı başta Şengal ve Kobanê olmak üzere tüm cephelerde gerillanın ortaya koyduğu kahramanca direniş yaratıyor. Bu temelde gerilla Kürt halkının ve Kürdistan’ın esas savunma gücü haline gelmiş bulunuyor.
Bununla birlikte, otuz altı yıllık mücadele içinde tarihi öneme sahip gelişmeler ortaya çıkartılmış durumda. Otuz yedinci yıla girerken şu hususlar bir kez daha doğrulandı: Son otuz altı yılda Kürdistan’da özgürlük, Kürtlük ve insanlık adına yaşanan tüm gelişmeler PKK’nin doğrudan veya dolaylı etkisi altında olmuştur. Geçmişte dolaylı etkisi altında gerçekleşenler de otuz altıncı yılda doğrudan etkiyle sağlananlar haline gelmiştir. Güney Kürdistan’daki mevcut yönetimin ve toplumun IŞİD saldırıları karşısında korunması gibi!
Diğer yandan otuz altıncı yıl mücadelesinin PKK’yi küreselleştirdiği biliniyor. Dolayısıyla PKK’nin otuz yedinci yıla girişi küresel düzeyde kutlanıyor. Bu durumun küresel düzeyde Kürdü inkar eden sistemin kırılmaya başladığını gösterdiği açık. Yine tüm ezilenlere hitap eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik-ideolojik çizgisinin hedef kitleye güçlü bir biçimde ulaşmaya başladığı ortada. Kuşkusuz bunlar gerçekleşmiş olan tarihsel gelişmelerdir.
Ama daha önemlisi, Birinci Dünya Savaşı ardından yok sayılan ve yok edilmesi için üzerinde soykırım uygulanan Kürt toplumunun, PKK’nin otuz altı yıllık mücadelesi sonucunda kendisini yok sayan dünyanın umudu ve öncü gücü haline gelmiş olmasıdır. Bu gerçek başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm ezilenler ve halklar açısından böyle olduğu gibi, IŞİD faşizmi karşısında direnemeyen tüm devletler açısından da böyledir.
Herhalde küresel düzeyde son kırk yılda yaşanan en önemli olay budur. Antifaşist dünya, kırk yıl önce dünyanın yok saydığı bir halkın varlık ve özgürlük mücadelesi etrafında birleşmiş ve kendi varlığını burada görür hale gelmiştir. Bu durum reel sosyalizmin çözülüşünden de, Körfez Savaşı'ndan da, ABD müdahalelerinden de çok daha önemlidir. Aslında son yarım yüzyılın mucizesi olarak tanımlanabilir. İşte PKK’nin otuz yedinci yıla girişinin bu kadar yaygın ve görkemli kutlanmasını yaratan temel gerçeklik budur. Her yerde Kürt halkı, “PKK halktır, halk burada” demiştir. PKK’yi kendi kimliği olarak gördüğünü açıkça ifade etmiştir.
Sürece yön veren esas gerçeklik bu olmasına rağmen, MHP Lideri Devlet Bahçeli 28 Kasım günü, yani PKK’nin yeni yıla girişi kutlamalarının yoğun olarak yaşandığı bir günde Dersim’e, yani söz konusu kutlamaları en çok yaşayan Kürt illerinden birisine gitmiştir. Tabi bu hareket durduk yere ciddi bir gerginliğe ve çatışmaya vesile olmuştur. Aslında yaşananlardan çok daha fazla ve sert olaylar da olabilirdi. Eğer bunlar olmadıysa, bu durumu Dersim halkının ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin sağduyusuna bağlamak gerekir.
Şimdi MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin bu tutumunun tam bir provokasyon olduğu tartışmasızdır. Başta Dersimliler olmak üzere tüm Kürt toplumu üzerinde çok ağır bir tahrik etkisi yapmıştır. Fakat MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi bu davranışa tahrik edenin de Başbakan Ahmet Davutoğlu olduğu açıktır. Birkaç gün önce Dersim’de yaptığı bir konuşmada, “Yüreği yetiyorsa Bahçeli Dersim’e gelsin” diyerek çok açık bir tahrikte bulunmuştur. Yine Bahçeli’nin Dersim’e gitmesi üzerine de “Önemli olan biz söylemeden önce gitmesiydi” diyerek söz konusu tahriki sürdürmüştür.
Ahmet Davutoğlu’nun bu sözlerinin son derece gayriciddi olduğu açıktır. Geçmişte benzer sözleri Tayyip Erdoğan da zaman zaman söylüyordu. Fakat asıl güç olan Tayyip Erdoğan yine de bazı hususlara dikkat ediyordu. Tayyip Erdoğan’ın kopya kağıdı olan Ahmet Davutoğlu bu kadar da yapamıyor. Aslında oturduğu koltuğun ehli olamadığını ortaya koyuyor. Daha birkaç ay geçmeden su kaynatmaya başlamış bulunuyor.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu MHP Lideri Bahçeli’yi niçin tahrik ediyor ve bunu niçin Dersim üzerinden yapıyor? Bunun AKP ile MHP arasındaki bir seçim kavgası olduğu söylenebilir. Zira her iki partinin de hitap ettiği ortak bir kitle var ve 2015 genel seçiminde bu kitlenin tutumu önemli olacak. Bu anlamda AKP yönetiminin MHP’nin üzerine gitmesi anlaşılırdır. Fakat bunun PKK’nin otuz altıncı kuruluş yıldönümünde olması ve Dersim üzerinden yapılması anlaşılmazdır. Çünkü her iki durumda çok ciddi bir çatışma etkenidir. O halde AKP Yönetimi Dersim’de çatışmaların olmasını ve PKK ile MHP’nin çatışmasını istemektedir. Ahmet Davutoğlu’nun söz ve davranışlarının başka bir izahı yoktur.
Fakat AKP yönetiminin Dersim yaklaşımları bununla sınırlı da değildir. İster Cumhurbaşkanı ister Başbakan olsun, bir bakıyorsunuz ortada hiçbir neden yokken cırt-bırt Dersim üzerine bir şeyler söyleyiveriyorlar. Yani Ahmet Davutoğlu’nun en son Devlet Bahçeli’yi tahriki tesadüf ve tekil bir olay değil. AKP yönetimi CHP’yi sıkıştırmak istedi mi, en kolay yöntem olarak Dersim üzerine konuşmayı buluyor ve tarihi Dersim soykırımını böylesi ucuz bir polemiğe ve oy kavgasına alet ediyor.
Bunu çok uzun bir süredir bilinçli ve planlı olarak Tayyip Erdoğan yapıyordu ve şimdi de yapıyor. Şimdi bir de çömezi Ahmet Davutoğlu aynı şeyi yapmak istiyor. Ama tabi Tayyip Erdoğan gibi usta olmadığı için yüzüne gözüne bulaştırıyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP yöneticileri Dersim soykırımı üzerinden, Dersim halkının derin acıları üzerinden siyasi karşıtlarına karşı mücadele yürütmeyi planlamış bulunuyor. Çünkü sadece CHP’ye dönük yaklaşım böyle değil, aynı zamanda HDP ve MHP’ye dönük yaklaşım da böyledir.
Bu biçimde AKP, Dersim soykırımı nedeniyle sözde “Özür dilemiş” oluyor. AKP yağdanlığı basın bu durumu böyle gösteriyor. Halbuki AKP Yönetimi Dersim soykırımı üzerinde oynuyor, Dersim halkının acılarını oy avcılığında kullanmaya çalışıyor. Bu kadar ciddiyetsizliğe ve vahşete de pes doğrusu! Şimdiye kadar hiçbir parti böylesi acılı olaylarla böyle alay etmedi, tarihi acılara böyle ucuz yaklaşmadı. CHP soykırımı uygulayan parti oldu, fakat sonuçlarına karşı bu tür ciddiyetsiz bir yaklaşım içinde olmadı.
Açıkça görülüyor ki, AKP Yönetimi Dersim Soykırımı'nı tanıma ve özür dileme gibi ciddi bir tutum göstermiyor. Tersine Dersim halkının acılarıyla oynuyor, bu acılar üzerinde oy avcılığı yapıyor. Bu tutum Dersim halkına da tüm Kürt halkına da ciddi bir saldırı ve hakarettir. Burada Dersim Kürt gerçeğini de, Alevi gerçeğini de tanıma diye bir şey yoktur. Tersine bunlara hakaret etme ve alaya alma, gayriciddi bir tutumla bunlardan yararlanma çabası vardır.
Peki Dersim halkı ve tüm Kürt halkı AKP’nin bu tür hakaretlerine karşı daha ne kadar sessiz kalacaktır? AKP’nin at oynatmasına daha ne kadar fırsat verilecektir? Bu noktada artık kesin tutumlu olmak ve AKP’ye hak ettiği dersi gecikmeden vermek gerekiyor. Dersim halkının ve Kürt toplumunun acılarına bu tür ciddiyetsiz ve çıkarcı yaklaşımlara asla fırsat vermemek gerekiyor. AKP gerçeğini iyi tanımak, karşıtlarını çatıştırma oyununa gelmemek ve ağzının payını vermek önem taşıyor. Dersim halkının da Kürtlerin de, tüm demokratik güçlerin de en temel görevidir bu.
Dersim gerçeği tarihin derinliklerinden gelen büyük bir özgür toplumsallık gerçeğidir. Bu gerçeğe dayatılan 1937-38 katliamları tamı tamına bir soykırımdır ve en ağır bir insanlık suçudur. Dolayısıyla Dersim halkının yaşadıkları ciddidir ve ciddiyetle ele almayı gerektirir. Yani AKP cıvıklığıyla ele almayı kaldırmaz. Dersim soykırımına çok ciddi yaklaşmak gerekir ve suçlularının mutlaka hesabını vermesi zorunludur. AKP yaklaşımı da, CHP ve MHP yaklaşımı da özünde soykırıma sahip çıkma yaklaşımıdır ve birbirinden pek farklı değildir. Bu yaklaşımın hesabını sormak demokratik güçlerin en temel görevlerinden birisidir.
Bu temelde Dersim Soykırımı'nı lanetliyor, katledilişlerinin yetmiş yedinci yıldönümünde Dersim direnişçileri Seyit Rıza ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz!
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan, tarihinin en kritik dönemeçlerinde birinde yine geçmektedir. Öyle ki hem dostları hem de düşmanları alabildiğinde net çizgilerle taraflarını belli etmektedirler. Dostları Kürtlerin de artık bu dünyada özgürce bir yaşam sürdürmelerini isterlerken, düşmanları ise inadına Kürtleri alışıla geldikleri köleci sistemin içerisinde, kölece bir yaşama reva görmektedirler. Birinci gerçeklik budur.
Diğer önemli bir gerçeklik ise, Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Kürtlere biçilmiş olan statü daha doğrusu statüsüzlüktü. Öyle ki Sykes-Picot denilen antlaşmayla esasta Kürtler yok sayılmaya başlanmış ve Lozan Antlaşmasıyla da bu yok sayılma tescillenmişti. İşte bu yok sayılmışlık ilk kez adım adım aşılmaktadır. Tarihi bilenler bilirler ki, emperyalistler Kürdistan’ı dörde bölmüş, parçalamış ve bu şekilde de yönetmeyi kendilerine daha uygun görmüşlerdi. Birde öyle bir statü oluşturmuşlardı ki, kimse dokunamasın, değiştiremesin ve yıllarca sürsündü. Bu dokunamamaya sömürgeci devletler de dahildi. Yani bölge güçleri bile yaratılan statüye karışamayacak, dokunamaycaklardı. Bölgede az da olsa Kürtlerle barışmak ve uzlaşmak isteyen biri çıkmış olsaydı, buna da emperyalistler izin vermeyeceklerdi. Nitekim vermemişlerdi.
Unutmayalım ki 1958 yılında Irak’ta krallığı kaldırarak yerine cumhuriyeti getiren Abdulkerim Kasım biraz da olsa Kürtlerle ilişki geliştirdiğinde hemen götürülmüştü. Neden Abdulkerim Kasım götürülmüştü? Abdulkerim Kasım Kürtlere karşı ortak oluşturmuş olan CENTO’dan çekilerek fiilen bu Kürt karşıtı Pakt’ı sonlandırmıştı. Sen misin bizim oluşturduğumuz statüyü sıfırlayan ve değiştiren diyerek birkaç yıl sonra Abdulkerim Kasım’ı devirmişler, ardından ise BAAS’cıların elliyle idam ettirmişlerdi.
İşte bu kadar Kürt karşıtlığı temelinde oluşturulmuş olan Ortadoğu’daki sistem ve statü ilk kez değişmeye yüz tutuyor. Bu çok önemli bir durumdur. Hem de Kürdistan'da on yıllarca verilmiş olan özgürlük mücadelesinin kaderini tayin edebilecek bir değişim ve dönüşümdür.
Yenilersek; hem Kürtler müthiş bir kalkışı yaşıyorlar, hem dostları ilk kez Kobane etrafında ciddi destek ve dayanışma göstermektedirler. Hem de düşmanları dünyanın ve bölgenin tüm gerici ahlak ve ölçüleriyle Kürtlerin adım adım geliştirmek istedikleri demokratik özerk yapılarına karşı saldırıya geçiyorlar. Geçmişlerdir. Ve birde belirttiğimiz gibi uluslararası güçler ilk kez Kürtlere yakınlaşma ya da az da olsa onları tanımaya dönük adımlar atmaktadırlar. En azından eski düşmanlıklarını yapmayacaklarına dönük mesajlar vermekte ve adımlar da atmaktadırlar.
Bu iki durum Kürtler için özelde de özgürlükçü Kürtler için yeni imkanlar ve kapılar aralayacağı açıktır. Bu bir yönüdür, ama bu durum doğru değerlendirilmez ise Kürtlerin büyük tehlikelerle karşı karşıya kalacakları da açıktır. Çünkü faşizm diz boyu Kürtlere yönelmektedir. Hem de bölgesel ayaklarıyla birlikte, tamda Kürtlere karşı fiziki soykırım ve fiziki olarak sürgünler temelinde bu gelişmektedir.
İşte tarihin bu çok kritik anında, Kürtlerin hem özgürlüğe yakın oldukları hem de büyük yok olma tehlikeleriyle yüz yüze oldukları bu anda, Kürt gençlerine düşecek, gerçek manada tarihi görevler vardır. O da: SEL YÜRÜYÜŞÜ temelinde an’a ve sürece yüklenmeleridir.
Tarih halklara her zaman böyle keskin ve net pozisyonlar sunmaz. Tarihin böyle keskin ve net anlarında, yürümesini bilenler, gitmek istedikleri duraklara daha rahat ve daha erken vara bilirler. Ama unutmayalım ki; halkları bu salimen duraklara götürecekler gerçek manada gençler olacaklardır. Hem de büyük SEL YÜRÜYÜŞÜNE sahip gençler.
Sel Yürüyüşüne Sahip Gençlik Olmak demek her şeyden önce tarihin bu an’ını hissederek, yaşayarak kendi üzerlerine düşeni yapmaya aday olmaktan geçiyor. Aday olmak da elbette yetmez. Bizatihi bu Sel Yürüyüşünün içerisinde yer alarak önüne düşecek tüm görevleri önüne katarak götürmesini bilmekte gerekir.
Tarihi her zaman biraz da gençler yazmıştır. Tarihin defter ve kitaplarında belki onların isimlerine rast gelinmez ama gerçek manada tarihin çarklarını her zaman gençler çevirmişlerdir. Sosyalist hareketler tarihe damgasını vuran gençlerin hakkını teslim etmek için her zaman gençlerin rollerine değinmiş ve onlara devrim anlarında aktif rol alma görevlerini atfetmişlerdir. Ancak Kürdistan özgürlük mücadelesinde gençler sadece önemli rol alacak bir kesim değildirler. Kürdistan özgürlük mücadelesinde gençler en önemli öncü güçlerin başında gelmektedirler. Kadınlarla birlikte Kürdistan Devrimi’nin öncü ve sürükleyici güçleri oldukları açıktır. Kürdistan Devrimi bir kadın devrimi olmasından dolayı, doğalında kadın en önde hem de en ön cephede yerini alırken, birde tahakküme, iktidara ve de devletçi yapılara karşı ideolojik bir duruşu olan özgürlük mücadelesinin -doğalında en önde yürüyen diğer gücü ise -gençlik olacaktır.
Gerçekler ve görevler böyle olduğuna göre o zaman Kürdistan gençliği- hiç olmadığı kadar bu -tarihin devrim an’ına yüklenerek kendi görevlerine sahiplenmesi gerekir. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi; bu görevler ne sıradan görevlerdir, ne de sıradan görev yaklaşımlarıyla altında kalkılabilecek görevler ve sorumluluklardır. Tarihin bizlere yükledikleri görevler çok hızlı, ivmeli bir yürüyüşle yerine getirilebilir. İşte biz bu hızlı ve ivmeli yürüyüşe Sel Yürüyüşü diyoruz. Bir nevi her şeyi önüne katıp götürecek bir Sel akışı.
Seller doğaları gereği çok gür akarlar, hızlı akarlar, silip süpürürler, yeni yataklar oluşturarak başkalarının arkalarında daha rahat akmalarını sağlarlar, olanak sunarlar. Ancak böyle güçlü yatakları açabilmek için gerçekten güçlü akmasını bilmek gerekiyor, aksi taktirde Sel olup akış olmaz, olsa olsa bir çay biçimindeki bir akış olur ki, bu da bir şeyi değiştirmez.
Evet, tarihin bu an’ında, devrim momentumda Kürt Gençleri tamamen gür akmasını bilmelidirler. Kiminin aklı almaya bilir de, ancak kim demiş ki dünyanın büyük değişimleri sadece akılla yapılmıştır. Değişim ve dönüşümler için her şeyden önce büyük duygular gerektirir. Büyük yürek atışları gerektirir. Büyük heyecan ve coşku gerektirir. Bu büyük duygu, yürek atışı, heyecan ve coşku ise Kürdistan gençliğinde fazlasıyla vardır.
Gerçekler böyle ise-ki öyledir- o zaman büyük SEL YÜRÜYÜŞÜNE SAHİP GENÇLİK OLMAK için bir an önce harekete geçmeli, ellerimizde bulunan mevziileri daha da genişleterek derinleştirmeliyiz. Bunları sağlarken de sürekli dağlara olan akışımızı ise ivmeli bir yürüyüşle de hızlandırarak, güçlendirerek sağlamasını bilmeliyiz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
15 Eylül’de faşist IŞİD çetelerinin saldırısıyla başlayan Kobanê Savaşı üçüncü ayına girdi. İki ayı aşkın bir süredir Kobanê halkı ve Rojava Devriminin özgürlük ve savunma gücü YPG-YPJ kuvvetleri söz konusu faşist ve soykırımcı saldırıya karşı direniyor. Bu direnişe tüm Kürt halkı ve demokratik güçler de çok önemli bir destek veriyor. Direniş kendi etrafında küresel düzeyde faşizme karşı bir Demokrasi Cephesi yaratmış bulunuyor. YPG-YPJ güçleri ile Güney Kürdistan Pêşmergeleri ve ÖSO birlikleri arasındaki ittifak da bu temelde gerçekleşmiş oluyor. ABD öncülüğündeki koalisyonun direnişe desteği de bu temelde gerçekleşiyor.
Kobanê direnişinin atmış günü aşarak üçüncü ayına girmiş olması mucize gibi bir şey. Neden? Çünkü, gerçeği söylemek gerekirse içinde olanlar da dahil hiç kimse direnişin bu kadar uzun süreceğine inanmıyordu. Saldırıyı başlatanlarsa iki günde, bilemedin bir hafta içinde Kobanê’yi düşürüp tümden ele geçireceklerini hesap ve umut ediyorlardı. Fakat yanıldılar. Küçük gördükleri ve yeteneklerine inanmadıkları Kürtler, onlara tarihin en büyük dersini verdi. Küresel insanlık da başta uzun süre seyirci kalsa da, Kürt direnişinin özgür insanlığa katkılarını görünce giderek destek verme eğilimine girdi.
Şimdi yaşanan direniş Kütler açısından da, insanlık açısından da kıvanç verici bir temelde ilerliyor. Direnişte yeni ve önemli siyasal ve askeri gelişmeler ortaya çıkıyor. Denebilir ki, “1 Kasım Dünya Kobanê Günü” ile birlikte bölgedeki her şey değişmiş durumda. Çünkü, bu durum Kürtler üzerindeki küresel inkarı ortadan kaldırdı. Dünya genelinde yeni bir cepheleşme ve ittifak düzeni ortaya çıkardı. Artık bölgedeki hiçbir şey Kobanê direnişinden önceki gibi değildir ve böyle bir dönüş de olamaz. Bölgedeki ilişki ve ittifaklar yeniden karılıyor ve bu durum yeni bir Ortadoğu’nun oluşmasına doğru yol alıyor.
Kürtler açısından şu söylenebilir: Artık yeni ve demokratik bir Ortadoğu Kürtsüz asla var olamaz. Böylece yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yok oluş sürecine alınan Kürtler, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde insanlığın yükselen güneşi oluyor. Yeni ve demokratik Ortadoğu’nun öncü kurucu öğesi haline geliyor. Kürt Ulusal Kongresi temelinde Kürtlerin demokratik birliğinin zemini sağlamca döşenmiş bulunuyor. Kürtler için küresel ilişki ve ittifakların önü ardına kadar açılmış hale geliyor.
Küresel inkar kırılıp Kürt birliği ve uluslar arası ilişkilerinin önü tamamen açılırken, bölgenin kültürel soykırımcı ve sömürgeci güçlerinin Kürt inkarını devam ettirmekteki ısrarları sürüyor. Bu noktada İran Devleti fazla ses çıkarmaz ve büyük olasılıkla gelişmeleri anlamaya çalışırken, Türk Devleti ve AKP Hükümeti adeta yavuz hırsız misali Kürtleri suçlayarak onlardan geri adım atmalarını istiyor. Belli ki AKP Hükümetinin bu tutumu nafile ve tehlikelidir. Çünkü demokratik Kürt yükselişi karşısında durmak hiç kimseye yarar getirmez. Dolayısıyla bunda ısrar edenler çok geçmeden kendi kendilerine ne kadar tehlikeli bir kuyu kazmış olduklarını görürler.
Kobanê direnişi öyle bir noktaya geldi ki, karşısında hiçbir güç duramıyor. Karşısında duranlar hemen insanlık vicdanında lanetleniyor. Dolayısıyla özünde karşıt olanlar bile görünüşte direniş yanında durarak ondan faydalanmaya çalışıyor. Herkes Kobanê direnişinin yarattığı olumlu etkiden biraz pay kapmaya çalışıyor. Bu nedenle AKP’nin karşı durmaya çalışması sadece kendini bitirir. Kürtlerle demokrasi ve kardeşlik temelinde birlik oluşturamayan bir Türkiye’nin bu dünyada hiçbir geleceği olamaz.
Böyle önemli siyasal gelişmeler yaratmış olan Kobanê direnişi askeri bakımdan da önemli gelişmeler yaratıyor. Faşist IŞİD saldırıları durdurulup kırılmış durumda. Artık IŞİD çeteleri ilerleyemiyor. Şimdi taktik saldırı ve ilerleme sırası direniş güçlerinin eline geçmiş bulunuyor. Kobanê’den gelen haberler YPG-YPJ güçlerinin artık daha aktif olduğunu ve şehrin önemli bir kısmını IŞİD’den geri aldığını gösteriyor. Dolayısıyla direniş güçleri şimdi daha umutlu ve güvenli hareket ediyor. YPG Karargahından yapılan açıklamalar direniş güçlerinin hızla ilerleyeceğini gösteriyor.
Daha da önemlisi, YPG Karargahı artık gerilla taktikleri uygulayabilecek bir konuma ulaştıklarını ifade ediyor. Bu durumda şimdi artık savaş sadece Kobanê içinde ve savunma mevzilerinde sürmüyor. Bir yandan Kobanê içindeki savunma savaşı etkin olarak sürdürülürken, diğer yandan YPG-YPJ birlikleri kırsal alanda gerilla harekatları düzenliyor. Halep- Til Ebyad yolunu YPG güçleri kesip denetime alırken, Til Ebyad- Kobanê yolunu da sık sık işlemez kılıyor. Kırsalda birçok alanın YPG-YPJ güçlerinin kontrolünde olduğu belirtiliyor.
Kuşkusuz bu durum önemlidir ve YPG’nin gerilla yapar hale gelmesi savaşın gidişatını değiştirecektir. Bu konuda AKP Hükümetinin çetelere desteği de ciddi bir sonuç vermeyecektir. Kaldı ki IŞİD ile ittifak AKP için gittikçe astarı yüzünden pahalı hale gelmiş bulunuyor. Çünkü, gün geçmiyor ki bu konuda yeni bir bilgi ortaya çıkmasın. Eskiden Musul’da kalan elçilik personelinin operasyon gücü olduğu söylenirdi. Şimdi ise Kobanê’ye dönük IŞİD saldırılarını Süleyman Şah Türbesindeki Türk özel kuvvetlerinin planladığı ve yönettiği söyleniyor. AKP mevcut politikalarını sürdürüp Kürt düşmanlığı yaptıkça hep bu tarzda ifadelere maruz kalacaktır.
Elbette Kürdistan, Bölge ve dünyada bu kadar tarihi gelişmelere yol açın bir direniş bedelsiz yürütülmemektedir. Kobanê ve Rojava direnişi güç eşitsizliği de değil, her türlü teknik güce karşı Kürt yurtseverliğinin göğüs germesi temelinde yürütülmektedir. Bu da büyük kahramanlıkları ve tarihsel destan yazmaları ortaya çıkarmaktadır. Kürtler her gün onlarca şehit ve yaralı vererek bu zorlu direnişi geliştirmektedir.
Kimler kahramanca savaşıp şehit düşmedi ki geçen iki ay içinde!? YPG-YPJ’nin yüzlerce şehidi ve yaralısı var. Bunların her biri diğerinden kahraman! Gerçekten tarihin en büyük fedailik ve kahramanlık hareketi yaşanıyor. Büyük Zindan Direnişçiliği gerillada doruğa ulaşmış bulunuyor. Tarihin şen çocukları en büyük özgürlük destanını yazıyor. Arîn fedailiği ve Diyar kahramanlığına her gün yenileri ekleniyor. Bunlardan biri de Ekim ayının son haftasında şehit düşen Destîna Gulaber adlı takım komutanı oluyor.
Destîna Gulaber adlı Kandil’in tombul kızı, Kobanê’nin tarih yazan büyük kahramanlarının en sonuncuları arasında yer alıyor. Kandil’de başlayan mütevazi yaşam, Kobanê’de ölümsüzlük mertebesine ulaşıyor. Daha küçük yaşta olmasına rağmen, 2000 yılında Kandil’in gerilla güçlerinin eline geçmesinden heyecan duyarak gerillaya katılan o günün Gulaber’i, Kobanê’nin IŞİD faşistlerine geçit vermeyen Komutan Destîna’sı oluyor. Destîna komutasındaki bir takım kadın gerilla gücü, IŞİD’in gün boyunca her türlü tekniği kullanma temelinde saldırı sürdürmesine rağmen savunduğu binayı terk ve teslim etmiyor. Çaresiz ve başarısız kalan faşist IŞİD çeteleri, çareyi tüm binayı havaya uçurarak direnişçileri katletmekte buluyor. Böylece özgür kadın iradesi karşısında küçüldükçe küçülüyor.
Destîna, Kürdistan özgürlük gerillasının fedailik ve kahramanlık özünü ifade ediyor. Kürt kadınının özgür yaşam tutkusunun ve yenilmez iradesinin sembolü oluyor. Kadın gerillacılığının ulaştığı kahramanlık ve direngenlik düzeyini gösteriyor. Tüm Kürt kızlarına ve özelde de Kandil ve Başur kızlarına özgürlük için direnme çağrısı yapıyor. Biz inanıyoruz ki, cefakar ve kahraman Kürt kadınları Destîna’nın silahını yerde bırakmayacak! Özgür Kürdistan ve özgür yaşam amacını başararak Destîna’nın rahat uyumasını sağlayacak! Kandil’in afacan kızı Destîna Gulaber şahsında tüm Kobanê direniş şehitlerini bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
1970’li yılların devrimci militanlarından ve Devrimci Yol Hareketinin önderlerinden Nasuh Mitap yaşamını yitirdi. Kendisini saygıyla anıyoruz ve her zaman da anacağız. Tüm devrimci-demokratik güçlere de baş sağlığı diliyoruz. Nasuh Mitap’ın büyük emekler verdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha çok büyüyerek zafere ulaşacağına inanıyoruz. Yine Kobani sınırında Türk askerinin kurşunları ile katledilen yürekli kadın Kadriye Ortakaya’yı da saygı ve minnetle anıyoruz. Büyük emek verdiği ve iman edercesine inandığı Kobani direnişinin mutlaka zafere ulaşacağını belirtiyoruz.
Nasuh Mitap, 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı direnen genç militanlardan biri oluyor. Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C Hareketinin gençlik kesiminde yer alıyor. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist askeri darbelerinin ağır işkencelerini yaşıyor. Belli ki ölümüne yol açan kanser hastalığı uzun yılları kapsayan bu işkence ve hapishane sürecinde oluşmuş bulunuyor. Tabi kolay değil 12 Mart ve 12 Eylül işkencelerine dayanmak.
Nasuh Mitap’ın 1974-1980 arasında devrimci gençlik mücadelesine önderlik eden militanlardan olduğu biliniyor. O mücadele ki, Özel Harp Dairesi’nin paramiliter faşist güç olarak MHP gençlik kollarını donatıp devrimci gençliğe ve emekçilere saldırttığı ortamda her gün onlarca çatışma yaşanarak verilmiş bulunuyor. Bu dönem mücadelesinin yüzlerce şehidi var. Yine faşist MHP saldırılarına dayanarak darbe yapan 12 Eylül cuntasının da idam ve işkence ile katlettiği yüzlerce şehit var. Bu vesileyle tüm özgürlük ve demokrasi mücadelesi şehitlerini saygıyla anıyoruz.
Nasuh Mitap’ı 12 Mart faşizminin aşılmasında önemli yeri olan Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği-ADYÖD sürecinden tanıyoruz. Bizden bir önceki devrimci kuşaktan oluyor. Kendisi 1971 direnişinin genci olurken, bizim kuşak da ADYÖD direniş sürecinin genci oluyor. Dolayısıyla dikkatle izlediğimiz ve her şeyi öğrenmeye çalıştığımız devrimci ağabeylerimiz içinde yer alıyor. MHP faşizmine karşı devrimci gençlik mücadelesinde önemli bir yere ve role sahip bulunuyor.
Hem bir devrimci gençlik mücadelesi olması ve hem de sosyalist hareketin yeniden toparlanmasını ifade etmesi bakımından ADYÖD pratiğinin çok önemli ve öğretici dersleri var. Çok kısa bir süreyi kapsamış olsa da, bu gerçek değişmiyor. Zaten daha bir yılını bile doldurmadan kapatılması da bu gerçeği ifade ediyor. Eğer kökleştirilmek istenen faşist sisteme ciddi zararlar vermeseydi, hemen kapatmazlardı. Daha birkaç aylık bir mücadele gücüyken kapatılmış olması, faşist düzene ne kadar karşıt olduğunu ve zarar verdiğini gösteriyor.
Devrimci Gençlik Hareketinin ADYÖD çatısı altında yürütülen bölümünün öğrettiği iki temel olgu var: Birlik ve mücadelecilik! Bunun sağlanmasında da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Nasuh Mitap’ın tutumu ve çabaları belirleyici role sahip. Bir yerde bu iki genç devrimcinin tutumu, çabaları ve tartışmaları ADYÖD pratiğini yarattı diyebiliriz. 1974 baharında ADYÖD’ü oluşturabilmek için bu iki devrimcinin haftalara yayılan tartışmaları daha taptaze belleğimizde duruyor.
Demek ki ADYÖD pratiği öyle kolay ve çabasız gerçekleşmedi. Yine bilinçsiz ve ilkesiz gerçekleşen bir hareket olmadı. Tersine haftalarca süren tartışmalar ve aylarca harcanan çabalar sonucunda ilkelere dayanan bir devrimci-demokratik birlik olarak ortaya çıktı. Demek ki doğru yaklaşılır ve çaba harcanırsa devrimci-demokratik güçler bir örgütsel çatı altında birleşebiliyorlar. Faşizme ve oligarşiye karşı birlik içinde demokrasi mücadelesi verebiliyorlar.
Nasuh Mitap’ın cenaze törenini tv’den izliyoruz. Devrimci-demokratik güçlerin çok büyük bir bölümü 1970’li yılların devrimci gençlik önderi Nasuh Mitap’ın tabutu başında bir araya gelmiş bulunuyor. 1974 baharında ADYÖD çatısı altında tüm devrimci-demokratik güçlerin birleştirilmesinde en önemli rollerden birini oynayan Nasuh Mitap, tam kırk yıl sonra cenaze töreninde de tüm devrimci-demokratik güçleri birleştirmeyi başarıyor. Cenaze töreni gibi kısa süreliğine bile olsa söz konusu bir araya gelişi önemsememiz gerekiyor.
Eğer devrimci-demokratik güçlerin yeni bir birliğine vesile olursa, herhalde o zaman Nasuh Mitap mezarında daha rahat uyuyacak. Eğer tüm devrimci-demokratik güçler bir çatı altında birleştirilirse, işte o zaman Nasuh Mitap’ın anısına doğru sahip çıkılmış olacak. Bu nedenle de tüm devrimci-demokratik güçlere büyük görev ve sorumluluklar düşüyor. Neredeyse Ortadoğu’nun her yerinde devrimci durumun yaşandığı bir süreçte Türkiye’deki devrimci-demokratik güçlerin birliği bölgesel düzeyde hayati önem taşıyor.
Hem Türkiye, hem de Ortadoğu tarihi öneme sahip çok kritik bir süreçten geçiyor. Körfez Savaşı ile başlayan ve adına Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç bölgemizi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor. Yine 2011 başından itibaren gelişen ve adına “Arap Baharı” denen süreç Suriye ve Irak çatışmalarına sahne olarak Kobani pratiğinde Kürdistan’a kilitlenmiş bir konumu yaşıyor. Bu da Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliği birinci dereceden yürüten Türkiye’nin söz konusu siyasi-askeri mücadelenin merkezi haline gelmiş olması gerçeğini ifade ediyor.
Peki böyle bir süreçte Kürt karşıtı stratejide ısrar eden ve IŞİD faşizmi ile birlikte olan AKP iktidarıyla Türkiye nereye gidecek? Bu soruyu kendine sormayana, sorup da doğru ve yeterli cevap vermeyene değil devrimci-demokrat, yurtsever ve aydın bir insan bile denemez. Böylesi kişi ve hareketler tarihin acımasız yargısından ve suçlamasından kurtulamaz. Eğer 2015 genel seçiminden de başarıyla çıkarsa AKP’nin yeni bir Kürt savaşı temelinde Türkiye’yi felakete götüreceği açık. 30 Ekim Milli Güvenlik Kurulu toplantısının böyle bir karar aldığı tartışmasız.
Peki 2015 seçiminde AKP’yi kim yenilgiye uğratacak ve Türkiye’yi söz konusu felakete yuvarlanmaktan kim kurtaracak? Herhalde aklı başında olan hiç kimse bunu MHP’nin yapabileceğini düşünmez. O halde geriye CHP kalıyor. Peki bugünün CHP’si bunu yapabilir mi? Yapamayacağı çok açık. Hem siyasal ve stratejik yaklaşımı, hem de örgütsel durumu bunu açıkça gösteriyor. Günümüz CHP’si AKP’yi aşan hiçbir şey söyleyemiyor. O halde Türkiye’yi AKP’den kurtarma görevini CHP’nin yerine getireceğini beklemek, MHP’den beklemekten pek farklı değil. Dolayısıyla CHP’den beklentili olarak destekleyici konuma düşmek tarihin en hatalı demokratik siyaseti olur.
O halde geriye kim ya da kimler kalıyor? Çok açık ki, tüm eğilimlerden demokratik güçler, tüm demokratik güçlerin birliği. Türkiye’yi böyle bir süreçte AKP felaketinden ancak demokratik siyaset kurtarabilir. Bunu tek başına başaracak bir demokratik hareket olmadığına göre, o halde tüm demokratik güçlerin birliği zorunlu. Yani HDP, ÖDP, EMEP başta olmak üzere tüm demokratik güçlerin seçim ve eylem birliği yapmaları 2015 seçiminde Türkiye’yi yeni bir alternatif çıkışa götürebilir. Yoksa karşı karşıya kalınacak felaketten demokratik güçler de sorumlu olur.
Biz bunu söyleyince, bazı partiler “Biz devrimciyiz, devrimci birlik yaratırız” diyorlar. Nasuh Mitap’ın da içinde yer aldığı Mahir Çayan hareketinin devrimci olduğunu belirtiyorlar. Böylece “Demokratik birliği” güya geri görüyorlar. Halbuki söz konusu devrimciler hep demokratik halk devriminden söz ediyorlardı. Dolayısıyla başarı için “Demokratik birlik” şarttır. Kaldı ki istedikleri kadar devrimci birlik yapsınlar, kimse kendilerine bir şey demiyor. Yine en geniş demokratik birlik, devrimciler arası birliği dışlamıyor ve engellemiyor.
Bu nedenle böylesi kritik bir tarihi süreçte herkesin konumunu gözden geçirmesi ve 2015 seçiminde AKP’yi gerileterek demokratik siyaseti yönetim alternatifi yapacak bir birlik tutumu içine girmesi büyük önem taşıyor. Bu temelde Kadriye Ortakaya ile Nasuh Mitap’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz. Anılarının tüm demokratik güçlerin birliğini yaratmaya vesile olmasını diliyoruz! Yüksek bir sorumlulukla bunun başarılacağına dair inancımızı bir kez daha ifade ediyoruz.
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
TC Devleti insanlık tarihin en karanlık güçlerinden biri olan DAİŞ ile sıkı fıkı ilişki içerisindedir. Hatta yer yer DAİŞ ile ilişkilerinin organik bağlar taşıdığını da çokça söylemiştik.
Yine daha önceleri DAİŞ denen uluslararası toplama çete örgütünün uluslararası güçler tarafından nasıl kullanıldığını ve yönlendirildiğini de belirtmiştik. Kendilerince Ortadoğu’da yürümeyen planlarını gerçekleştirmek için bir müdahale de bulundular. Ve ne zaman ki yapacaklarını yaptırdılar ve Ortadoğu’da birçok gücün burnunu sürterek istedikleri yere getirdiler. Plan dahilinde yürüyen birçok saldırı ardından, aşırı güçlenen DAİŞ’in eskiden planlanmış olanlara göre hareket etmemesi, uluslararası güçleri DAİŞ’e yönelmelerine götürdü. DAİŞ ise daha önce flörtlü olduğu uluslararası güçlerle arasına mesafe açarak, ancak kapitalist modernitenin bir yaratımı olan ulus devletçi hastalığı olan milliyetçilikle, bölgede tam faşizan bir politik yönelim içerisine girerek, bölgede yaşayan birçok halka ve inanç gurubuna temsil ettiği faşizan değerler temelinde büyük insanlık suçları işleyerek yönelimlerini sürdürdü.
Irak ve Güney Kürdistan'da Şebek Kürtlerine, Kakai Kürtlerine, Êzîdî Kürtlerine, Hristiyanlara, Asurilere, Şii Araplarına, Şii Türkmenlere ve Rojava’da tüm Kürtlere, Alevilere ve daha farklı Ortadoğu renklerine karşı nasıl bir kırım içerisine girdiğini, tecavüz, kaçırmalar, gasp, kafa kesmeler, insanlığın hafızasında ne kadar çok kötülük varsa hepsini bir arada temsil ve uygulamasıyla DAİŞ’in yaptıklarını hepimiz birlikte gördük.
İnsanlık tarihinin belki de en karanlık sayfalarından biri olan böylesine faşizan bir yapıyla TC devleti özelde de AKP en ileri düzeyde organik olarak ilişkidedir.
DAİŞ belirttiğimiz gibi birçok halka ve renge yöneldiği bir gerçektir. Ancak en çok yöneldiği yapı Kürtlerdir. Kürtlerin birçok farklı rengine sadece yönelinmiyor. Daha da ileri giderek Kürtlerin en kadim renklerini topraklarından sürüyor. Şebekleri, Êzîdîler, Kakaileri sürmek için neler yaptıkları ortadadır. Yaklaşık 500 binin üzerinde Êzîdî yurtlarında sökülüp atıldı. Benzer durum Şebekler içinde geçerlidir. Yine Rojava’da bir Halep’te Kürtlerin sürülmesi, en son olarkta da Kobane’de 160 bin insanın Kuzey Kürdistan’a nasıl geçtiği de ortadadır.
Daha acı ve trajedik durum ise yarın belki de yarından daha yakın bir zaman içerisinde DAİŞ Güney Kürdistan’ın birçok farklı yerinde Kürtleri sürmeye dönük saldırılar içerisinde olacağıdır. Bir Xaneqin’in, bir Mendeli’ne DAİŞ’in saldırmamasını kim söyle bilir? Yine farklı yerlerde yaşayan Şii Fehlilere yönelmemesini kim söyle bilir? Kerkük’e saldırmamasını kim söyleyebilir? Şengal’de yaşananların orada yaşanmayacağını kim söyle bilir?
Bu söylediklerimize dediğimiz gibi yine Rojava’nın tümünü eklersek, yaşanacakların boydan boya bir Toplum Kırım olacağı açıktır. Kaldı ki bugüne kadar yapılanların tümü bir Kırım’dır. Soykırım’dır. Sürmedir. Göçertmedir.
Kürtler tarihleri boyunca birçok kez böyle köklü kırımlarla yüz yüze geldiğini hepimiz biliyoruz. Kürtlerin ağıtlarını dinlerken, bu kırımların ne kadar köklü yaşandığını görmek mümkündür. Ya da yakın tarihte Kuzey Kürdistan'da boşaltılan 4000 köyü dile getirebiliriz. Yine Güney Kürdistan'da Saddam tarafından Enfal’de yakılan binlerce köyü ve buralarda göçertilen yüzbinlerce Kürdistanlıyı da ifade edebiliriz. Rojava’da Arap Kemeri adı altında uygulanan politikayla ne kadar çok insanın sürüldüğü zaten ortadadır. Ve tabi birde 1981-82 yılında İran’da katledilen binlerce Kürt ve boşaltılan köy ve sürgün edilen yüzbinlerce Kürt’ü de dile getirebiliriz.
Benzer bir anlatımı ise yine 70-80 yıl önce Kuzey Kürdistan'da, Güney Kürdistan'da ve Doğu Kürdistan'da yaşananları da anlatabiliriz. Dersim’in ve diğer Kürdistan şehirlerinin nasıl boşaltıldığını herkes biliyor. Toplu kıyımları, jenositleri ise dediğimiz gibi herkes biliyor.
Özcesi Kürtler hep sürüldüler. Hep göçertildiler. Kıyımlara uğradılar. Şimdi yeni bir tehlikeyle karşı karşıyadır Kürtler. Tehlikeleri yukarıda ifade ettik. Hem Güney Kürdistan'da hem de Rojava’da Kürtlerin sürülme tehlikesi vardır. Ancak yarın aynı tehlikenin Doğu Kürdistan'da ve de Kuzey Kürdistan'da yaşanmayacağını kim söyle bilir ki?
Kürtler bu büyük tehlikeyi yaşarken, bu büyük kıyımlarla yüz yüze gelme ihtimali var iken, Kürtleri böyle büyük bir Kıyıma uğratmak isteyen DAİŞ adındaki toplama çete örgütüyle TC Devleti’nin ve de AKP Hükümeti’nin ilişkilerinin organik olduğu ne anlama gelir? Kürtler Kıyımla karşı karşıya, AKP ise Kürtlerin DAİŞ’e karşı sürdürdükleri sert mücadelelerine karşı ellerinde ne geliyorsa onu yapacak. Yine DAİŞ’e karşı protesto eylemleri içerisinde olan Kürtlerin onlarcasını aynı biçimde AKP ve onlara yakın duranlar katledecek.
Bir yandan Kürtler büyük Fiziki Kırım ve Sürülme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar, diğer yandan ise bu Kırım ve Sürülmeyi gerçekleştiren faşizan yapıya tamamen destek sunan bir AKP ve Devleti var iken Kürtler ne yapacaklardır?
Bir kere önce Kürtler çok acilen ulusal birliklerini sağlamaları gerekiyor. Bunun yolu Ulusal Kongre’dir. Geçmişte ileri sürülen içi boş birçok gerekçeyi bir köşeye atarak bu Ulusal yapıya gitmek gerekiyor. Kürtler yine daha önce Başkan Apo’nun dile getirdiği ortak bir Diplomasi Kurumu oluşturmaları gerekiyor. Ortaya çıktı ki askeri güçlerini ortaklaştırabilirler, yine ortak bir Askeri Komutanlık oluşturmaları gerekiyor. Ve yine bir yönetim mekanizmalarını oluşturmaları da gereke bilir.
Bunlar yeter mi? Yetmez.
Niçin yetmez? Kürtler büyük bir Kıyım ve Sürülmeyle yüz yüzedirler. Onun için öncelikli olarak Kürtler tamamen, tüm parçalarda, Savaşan Halk Gerçekliği ’ne göre kendilerini örgütlemeleri gerekiyor.
Dikkat edelim, DAİŞ Maxmur’a yöneldiği zaman eğer HPG’nin gerillaları yetişmeselerdi, halka güçlü bir moral ve motivasyon sağlamasalardı, Hewler’in boşaltılacağı bile tartışılır hale gelmişti.
Evet, böyle olmaması için tüm Kürtler, hatta Kürdistan'da yaşayan tüm halklar ve hatta Ortadoğu’da yaşayan tüm renkler, inançlar, halklar ve ne kadar böyle azınlık yapılar varsa, bu Savaşan Halk Gerçekliği stratejisiyle örgütlenmeli ve Ortadoğu tarihinde yaşanmış tüm kötülüklerin bir nevi bileşkesi olan DAİŞ faşizan çete yapısına karşı oluşturacakları Öz Savunma’larıyla kendilerini korumaları gerekmektedir. Elbette özelde Kürtler ve Kürdistan'da yaşayan herkes bu olağanüstü duruma göre kendilerini örgütlemeleri daha fazla gerekmektedir.
Bunu yaparken de DAİŞ ile yan yana, kol kola yürüyen, bir AKP’nin ve TC Devleti’nin politikalarına karşı da ortak bir duruş içerisinde olmaları gerektiği de zaten açıktır. AKP’nin Kürtlere karşı Soykırım Politikalarını ısrarla sürdürdüğü gerçeği de dikkate alındığında, Kürtlerin hangi soykırım tehlikesi ve tehdidi altında olacağını da bilerek, olağanüstü bir katılımla, her yerde, hızla, kendimizi örgütlemeli DAİŞ ve AKP faşizmine karşı ortak bir duruş içerisinde olmalıyız.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
İttihat-ı Terakki’nin en tanınmış simalarından biri, Balkanlarda görevliyken çeteci tarzın geliştirilmesinde en çok fazla rol alan Enver Paşa ismindeki kişidir. Süreçle hızla İttihat-ı Terakki içerisinde yükselerek Genel Kurmay Başkanlığı’na kadar terfi etmiştir. Irkçılığın, milliyetçiliğin, önceleri Pan İslamizm ardından ise Pan Turanizmin de yetkin bir temsilcisi ve de Osmanlıyı Birinci Paylaşım Savaşına süren kişidir de.
İttihat-ı Terakki halklara karşı işlediği suçlarla biliniyor ve anılıyor. Yine hukuk dışı-Demirel’in deyimiyle ifade edecek olursak-rutinin dışına en fazla çıkan bir örgütünün de adıdır İttihat-ı Terakki. Önceleri güya halkların ortaklaşmasını, Osmanlıyı kurtarma temelinde yaklaşım sergileme imajı verse de, süreçle bunun böyle olmadığını, tam tersi bir istikamette hareket ederek halklara Hitler Faşizmi’ne örnek olacak kadar bir vahşet pratiği sergileyen bir faşist örgüttür İttihat-ı Terakki.
İttihat-ı Terakki’nin öncüleriyle AKP’nin lider kadro arasında ilginç benzerlikler bulunmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi kurulurken Osmanlı’nın kurtarılması için yola çıkmış ancak 1906 yılında-özelde Balkanlar’da-çark ederek tamamen bir milliyetçi, ırkçı çizgiye girilmiş ve adım adım Mezopotamya’nın birçok rengini acımasızca katletmekten geri durmamışlardır.
Dikkat edelim aynı durumunu bizler bugün AKP’nin lider kadrosu için de görüyoruz. Kürt Halkı’nın Türk Halkı’yla kardeş olduğunu söyleyen bir Davutoğlu’ndan, Kürtlere ölüm fermanı veren bir Davutoğlu’na gelmiş bulunuyoruz. “Kobane ile çözüm sürecinin ne alakası var” dan, “Kobane bizim iç işimiz değil” den, “PKK ile IŞİD bizim için aynıdır” söylemlerine gelinmiştir.
İttihatçıların beyin takımında yerini alan Üçlü’ye, yani Üçlü Triumvira denmektedir. Bunlar Enver, Talat ve Cemal ismindeki sözde paşalardır. Bunlardan Dahiliye Nazırı Talat Paşa Ermeni Halkı’nın katliamıyla görevlidir. Cemal Paşa Arapların katliamıyla görevlidir. Ve Enver ise Kürtlerin katledilmesinde görevlidir.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın Halep Valisi’ne gönderdiği telgraf metni şöyledir: “Türkiye de yaşamakta olan Ermenilerin ortadan kaldırılması için Cemiyet talimatları uyarınca nihayet alınan karar daha önce size bildirilmişti. Bu karara aykırı bir tutum içinde olanların görevlerinin başında tutulmamaları gerekir. Atacağınız adımlar Ermenilerin sonunu getirici nitelikte kesin ve keskin olmalıdır. Hiçbir şekilde yaşa, vicdana ya da kadın, erkek ayrımına bakmayın” diyerek katledilmelerinin talimatını vermiştir.
Cemal Paşa dediğimiz gibi Arapları katletmekle görevlendirilmiştir. 6 Mayıs 1916 Yılı’nda onlarca Arap Aydın’ı bizatihi Cemal Paşa tarafından idam edilmişlerdir. Halen bugün bile bu gün Araplar içerisinde Şehitler Günü olarak anılmaktadır. Bu planlamanın çok önceleri planlandığını gösteren belgelerin bulunduğunu ve bu belgelerden birinde: “Bazı Arapça kaynaklarda bir grup Arap Subay’nın 1912’de önemli bir belgeyi ele geçirdiği belirtilmektedir. İttihatçı bir liderin üst düzey bir subaya gönderdiği bu mektupta şunlar denmektedir. “Arapları düşman ateşine maruz bırakın ve onlardan kurtulmaya bakın; çünkü onları öldürmek çıkarımızadır. Kürtler ise sağ tutulmalıdır. Çünkü Ermeni Toprakları’nda onlara ihtiyacımız var.” denilmektedir.
Kürt Kıyımı’nda ise dediğimiz gibi Enver Paşa görevlidir. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’nda giderek zayıfladığında,1916 Yılı’nın 1917 Yılı’na bağlayan kışında yüz binlerce Kürt, Kürdistan’dan batıya zoraki sürülmektedir. Bu sürgünlerde kimi belgeye göre 700.000 Kürt yaşamını yitirmiştir. Bunu uygulayan Enver Paşa’dır. Bilindiği gibi Ermeni Kıyımı daha doğrusu Soykırımına İttihatçılar çok erkenden geçmişlerdi. Gerekçeleri ise “savaş esnasında düşmanlarla işbirliği yapma” suçlamasını öne sürerek, 1,5 milyon Ermeni katledilmişti. Ermenilerden sonra sıra Kürtlere gelecekti. 1916 yılında Anadolu’ya sürülen Kürtlere-önceden hazırlanmış bir plan gereğince-, nüfusları yüzde beşten fazla olmayacak, ana dilleri yasak edilecek, aydınları ve büyükleri çocuklarından kopartılacak ve Türkçe öğrenme zorunlu kılınacaktır. O meşhur “Zo gitti, lo kaldı” sözü bu dönemlerden kalma olan bir söz olduğunu unutmayalım. Yani ‘Ermeniler katledildi sıra Kürtlere gelmiştir!’ anlamındaki bu sözün gereklerini daha sonra İttihatçılar yerine getirmişlerdi.
90 bin askerin korkunç kış şartlarında öldüğü Sarıkamış Seferi’nden, yaşananlar tam bir felaketti. 90.000 askerden10.000’in sağ kalabildiği, özellikle de donmaktan ve açlıktan kurtulabildiği bu sefer, sonuçları açısından korkunçtu. Enver Paşa buna rağmen yok yere şu sözleri sarf etmemiştir: “Sarıkamış Çarpışması’na dıştan bakarsak yenildik sayılır. Fakat gerçekten muzafferiz. Çünkü Sarıkamış Ormanlarından Erzurum’a kadar uzanan yollar üzerinde on binlerce Kürt Genci’nin cesedini bıraktık” diyebilecek kadar Kürt Soykırımı’na angaje olmuştur.
Aynı Enver Paşa Sarıkamış Seferi’ne çıkmadan önce: “Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki Kolordu ile arkalarına düşerek ricata mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. IX. Ve X. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit Ordu mahvolmuş demektir” diye yazdığı bilinmektedir.
Davutoğlu’nun halleri tam da Enver Halleri olduğu açıktır. Davutoğlu’nun serzenişleri ile dönemin Enver Paşa serzenişleri benzerdir. Enver büyük bir Turan sevdasıyla, Turan’a yönelmeden önce bu coğrafyada yaşayan –sayısal olarak-en büyük halkı yok etmek için elinden geleni yaparken, bugünde benzer bir şekilde Davutoğlu Kürtleri hedeflemektedir. Hem de tüm Kürtleri. Öyle ki “bir Toma yerine beş Toma alacağız” diyerek bu hedefine ulaşmak istediği dile getirmektedir.
Sözü uzatmadan belirtelim ki yeniden bir İttihatçı zihniyetle karşı karşıyayız. Tarihte nasıl ki Triumvira iş bölümü temelinde halkların kırımına girişmiş ise bugün de benzer bir şekilde bir yönelimin planlamasını yaptıklarını görülüyor. Erdoğan, Akdoğan ve Davutoğlu üçlüsü kendince bir plan dahilinde halklara yönelmektedirler. Bu planda öyle görülüyor ki Kürtler, Davut Enver’e verilmiştir. Enver’in neme nem bir hayalci ve Türk milliyetçisi olduğunu tüm tarihçeler yazıyor. Bunun için, Büyük Turan Ülkesi için Orta Asya’nın Pamir eteklerinde, Çegan tepesinde, Sovyet Kızıl Ordusu’na karşı bir çarpışmada öldüğünü de herkes biliyor.
Şimdi de Davutoğlu ve üçlüsü benzer bir Türkçülük ve Turancılık sevdasıyla yola çıkmışlardır. Bunun için Kürt Halkı’na, Rojava’ya, PKK’ye, Kürt Gençleri’ne derken herkesi hedef tahtasına koyarak saldırmaktadır.
Doğası gereği o zaman sorulması gerekli olan soru: “Enver Paşa Yeniden Mi Hortluyor?” sorusudur.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Siyaset, Arapça sözlüklerdeki anlamıyla, bir nesneyi dikkatle gözlemektir. Var olan toplumsal sorunları ise büyük bir öngörülüyle görerek çözmektir. Bu işi yapan siyasiler ise olacakları önceden görerek toplumuna yol göstermektir. Bu bağlamda siyasetçi toplumun öncüsü ve yol göstereni olmaktır.
İtfaiyenin, temel görevi yangın söndürmektir. İtfaiyecilik ise yangın söndürme kuruluşudur. Bu işi yapana ise itfaiyeci deniyor ki görevi, yangın söndürücülüktür.
Hiç şüphesiz siyasetçi ile itfaiyecilik mesleki olarak birbirine yakın görülebilir. Nede olsa her iki meslekte sorun çözücüdürler. Birisi söndürerek toplumu rahatlatırken bir diğeri de yaptıklarıyla toplumu rahatlatıyor.
Belki normal ortamlarda her iki mesleğin birbirine yakın duruşu anlaşılırdır. Ancak eğer bir yerde faşizme yakın şartlar varsa orada bir siyasetçinin görevi itfaiyecilik olamaz. Faşizm doğası gereği bastırmadır, sindirmedir, katletmedir. Faşizme yakın durumlar yaşanıyorsa, halk günlük olarak coplanıyorsa, dilini kullanmak isteyen bir toplumun kendi alnının teriyle oluşturduğu okullar kapatılıyor ve zincirleniyorlarsa, yanı başında katledilmekle yüz yüze kalan bir Kürt Şehri için yola çıkan kapı komşular hem coplanıyor, hem gazlanıyor, hem taranıyor ise orada şartlar normal yürümüyordur. Hele birde bu Kürt Şehri’ne yapılan saldırılara en çokta Kürt Sınır Köylerini boşaltarak DAİŞ örgütüne her türlü lojistik, insan, silah desteği göz göze veriliyorsa orada gerçekten de siyasetçinin görevi itfaiyecilik olamaz. Toplumun sinir uçlarına saldıran bir rejime karşı toplumun kalkışı söndürülemez, dindirilemez. En azından bu halkın “siyasetçisiyim” diyenler bunu yapmamalı.
Kobane’de yaklaşık 25 gündür Kobane ve savaşçıları ayaktadır. Dünyanın en faşizan ve insanlık düşmanı gücü olan uluslararası toplama çete güçleri tüm güçlerini toplayarak Kobane’ye saldırıyor. Bu toplama çete örgütüne akıl verenlerin kesinlikle Türk Askeri Güçleri hatta Özel Savaş Güçleri olduğu açıktır. Bunun böyle olduğunu günlük olarak ekranlara yansıyan çetelerin sınırları geçişleridir, TC Devleti’nin onlara verdikleri silahlardır, cephanedir. Ve de Suruç’ta ayakta olan halkı engellemek için her şeyi yapan bir devlettir.
Gerçekler böyle iken, Kobane kuşatmasını en çok savunan, en çok destekleyen TC Devleti olmasına rağmen, hatta bununla yetinmeyerek Afrin’e saldırı hazırlığı bile yaparken gidip; “Hükümet Kobane’nin düşmesini istemiyor” gibi sözler sarf etmek tek kelimeyle öngörüsüzlüktür. Bunlar yetmediği gibi ikide bir; “TC devleti Kobane’ye silah vermeli, neden ABD DAİŞ’i daha etkili vurmuyor, neden TC Devleti angajman kuralı gereği DAİŞ’i vurmuyor” gibi sözleri sarf etmede benzer bir öngörüsüzlüktür.
Hem TC Devleti’nin DAİŞ’i desteklendiği söylenecek hem de onlarda silah istenecek. ABD’nin DAİŞ gibi toplama çete örgütünü yönlendirdiği söylenecek ama günlük olarak ABD’nin DAİŞ’i etkili vurulması istenecek. KDP’in Rojava’nın düşmesini istediği söylenecek ama KDP’den destek istenecek. Bunlar tek kelimeyle kocaman çelişkilerdir. Ya söylenenler yanlıştır, ya da kocaman bir apolitiktik yani politikasızlık vardır.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, TC Devleti ilk günden beri Kobane Politikası’nda Rojava Devrimi’nin düşmesi için her şeyi yapmıştır, yapmaktadır, yapacaktır da. O zaman bu gerçekler bilinerek TC Devleti’ne ve onun hükümetine yaklaşım sergilenmelidir. Erdoğan ismindeki kişi DAİŞ ile PKK’nin aynısı olduğunu söylüyor. Taner Yıldız gibi birisi aynısını sarf ediyor. Bülent Arınç gibi birisi daha da ileri giderek, “sözde Kanton kuracaklardı” diyor. Yine siyasi işlerle sorumlu olan Yalçın Akdoğan ise daha düzeysiz ve faşizanca saldırıyor.
Gerçekler böyle iken sanki durum normalmiş, sıradanmış, her şey olağanmış gibi bir hava takınmak Siyasi İtfaiyecilik olduğu görülmek durumundadır. Kürt Özgürlük Hareketi sürecin kendileri için bittiğini söylemekte, Kobane’ye saldırıların TC Devleti tarafından yapıldığını açıklamakta, basın günlük olarak TC Devleti’nin DAİŞ’lere nasıl arka çıktığını belgelemekte, hatta TC Devleti’yle içli dışlı ve sarmaş dolaş olan ABD bile TC’nin ne kadar DAİŞ’e destek sunduğu söylerken, tam tersini içeren açıklamalarda bulunmak, tek kelimeyle gerçekten de öngörüsüzlük olduğu gibi söylenenler ise Siyasi İtfaiyeciliktir.
Kürdistan'da Siyasi İtfaiyecilik hiçbir zaman sonuç alan bir politika olmamıştır. Elbette belki bazı durumlarda bunlarda olabilir. Ama bugün Kobane diz boyu kan ile boğuşurken, halkın ayağa kalkışını açıklamalarla söndürmek, siyaseti okuyamamaktır. Kaldı ki AKP denilen partinin ilk günden başlayarak muazzam bir şekilde oyalama taktiğini uyguladığı biliniyor. Hem de büyük bir ustalıkla bu tarz bir siyaset yürüttüğünü bugün sokakta ki her sıradan insan bile biliyor. Yine söylem ile pratik ya da söylem ile eylem arasında dünyada belki en büyük mesafeyle yaşayan tek rejim, tek siyasi güç AKP’dir. Ve bunun öncülüğü ise Erdoğan’dır.
AKP ve Erdoğan söz ile eylem uyumsuzluğu demektir. Söz ile eylem çelişkisi demektir. Söz ile uygulamanın tersi demektir. Hatta bir ara bir Türk Yazar’ın deyişle, “AKP’nin söylediklerinin tersi doğrudur. AKP neyi söylüyorsa tersini yapandır.”
Evet, gerçekler böyle olmasına rağmen ikide bir Kürdistan Halkı’nın ayaklanışını söndürmek, geriletmek maalesef siyaseten sadece ve sadece Siyasi bir İtfaiyeciliktir. Siyasi İtfaiyecilik ise gerçekten sadece ve sadece Özgürlük Arayışlarına, bir halkın ayağa kalkışına zarar vermektedir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar