Söyledikleri kadar varsın. Bu Sırat değil, seni onlara, onları sana bağlayan söz köprüsüdür. Senin için seni söyledikleri yüzüne en az iki yürekten kan dolmuyorsa yıllar cam ayazlarına konuşur. Kendi çizgileriyle oynarken uçarıdır, sert gece ayazının yalnızın ölümüne güzellemesi kadar hazin. Başladığı yere dönen delişmen dere, her akış biraz da aklın zorudur. İnadın bir nedeni var; sabırsız yara kabuğu gibi kıyısını aşındırırken tanımamak aksini. Aynasına küskündür acı su. Aç gönlünü artık gece bilgisine, çürümeden önce olgunluk gelir.
Ellerine dokunur gibi yap. Sevgiyle öptüğün yüreği yıkar gibi. Bir eşyasını al birinden ve kullanırken kendini oyna. Tuzdan deniz süz, kendini senin olmayanı yitirme korkusundan. Sormadan bulamazsan yalanı, gül aldanışlarını unut. Zar ağlasın, erisin arı kanatların. Zakkum düşlerine konuk altıgen uçuşlara deli bal erisin. Gizli hatıralara gülümseme beyazı jestler çiz, yeşil göllerde yel dokunuşları silsin yanlışları. Al, kar harfleri damıtılmış yalnızlığın, emzirdiğin çoğunluğun zehirli tadından bir damla. Evleriyle hüznü de boşalmış yasak mıntıkalar dışında bulamayacağın tasvirler. Birbirinden unutkan renklerde geçirgen gövdenin bize uzak ışığı sorgusunu bul.
Ve su, bir tek şimdi varız, sen bizden önce ve bizden sonra. Seni tanrı gönderdi, kovduğu bizim gibi, cennetinden kovduklarının yanına. İhtimalin sonu kapıdaki yüzler, bir aşiret deneyi, suskunluğunun demlendiği izbe bataklık. İçeri girmek için birer bahane unutman gereken. En güzel bahane kapı önlerinde bulunur, çitte savurgan, kirpiğin sıkı naz geceleri. Kaç yıkamada aklanacak eski giysilerin yaması, kaç Elvan gül solunca belleğinde, can özgesi yansıdıkça paslı kılıçlarda sen temiz türbelere mi akacaksın? Toprağa gömük uğultu katliam, içe dönük her söz sesini aramaktır, figan buluşamadığınız pişmanlık, pişmanlıkla başlayan bir başka buluşma. Yalnız kendini ağlatmaksa yine de marifet. Kalıntı sözcüklerdir bizi, seni yürüten, başkasının kolları gibi düğümlü ağaçlar arasında, arasında sanki gerçeğin iki hayalinin, her birimizi ayrı yöne çeken gölgelerin bıraktığı buluşmaya istekli tek sıra sözcükler, sıra bozan sevimli, birkaç adım ötede ilerleyen söz demek buluşma;
Bitince solgun günler, dudaklarımızdaki başkasının sessizliği, ayıp, zulüm, suç gibi eksiksiz bu düşüş ve üç dört gün daha…
Kıyıda bir gölge sana bakacak, geçip giden bulutlardan kalan sözcüklerle
SÖZ KIZILDERE SÖZÜ!
“Ölmesen yenileri doğmazdı. Annem abimin kulağına küpe fısıldamazdı adını.” Bu, bundan on iki yıl önce bir duvar gazetesine Mahir Çayan’a ilişkin yazdığım yazıdan bir tümceydi. Yazıdan hatırımda kalan bir başka ayrıntı Mahir Çayan’ı bir otobüste Samsun’dan Ankara’ya doğru üniversite okumaya giden bir gencin uzak aklına ulaşarak betimlemeye çalışmamdır. İmgelemim onun kafasını bir otobüs camında tersine akan ağaçlıklar içinde bırakmadığı kendi yansımasıyla bir arada buluvermişti. Onun hayaline doğru utana sıkıla yol alırken şöyle demiş olabilirim: “Yansımada ne bulmuştu? Merak daha dayanılır bir işkence yolu muydu düş söktüren bilmenin gölgesinin yanında? Bir kez bildikten sonra düşüncesiz durmaya hangi yürek dayanırdı?”
Şimdi yansımanın gözündeki Mahir Çayan’ı görmeye çalışıyorum. Üç görüntü ediyor hesaplarıma göre…
Anımsayabildiğim en eski zamandan birkaç yıl sonrası seksenlerin başına denk düşerken ben bir ilkokul öğrencisiydim. Tipik cennet bir köy yerinde en ayırt edici olay köyümüzü ortasından ayıran dereydi. Derenin özel bir adı yoktu; adı Dere idi. Dere denmesi en çok da kaynağın olduğu yere yakışıyordu. Ovada adını yadsıyan dere, aşağıdan yukarıya doğru dağ uçurumuna yaslı ve şaşılası ada dayalı Dere’ye dönüşüyordu. En az dere olduğu yerde. Bu ad sıra dışı bir yanının olmamasından da ileri gelebilirdi. Munzur dağlarından doğan tüm dereler gibi yeni silinmiş akvaryum camı görünümü ve eşsiz alabalıklar. Adı gibi katışıksız, soğuk suyunun ona armağanıydı. Başka herhangi bir takı, sıfat bulandırır endişesi. Yatağında özgür akmak böyle mi olurdu? Onu oluşturan bölümlerin birer adı vardı, ola ki bu adların toplamına eşitlenmekti Dere. Köy yerinde bir yatakta akan bir şeyi toplamak için kaynağa inilirdi. Buna yağmur duası da denebilirdi.
Dere dağdan kopardığı çağıltısı, köpükler oluşturan minik çavlanlarıyla aşağıya ilerlediğinde sola doğru bir rota izler ve Fırat’a karışırdı. Benim solum iyimser. Doğaya bağımlı köy halkının, solcu diye bilinen oluşumlara yakın durmasında o derenin de payı olduğu yönündeki kuşkularımda gram deseniz gerileme yoktur. Düşünceme göre Mahir Çayan otobüste başını sola devirmiştir, sonra yansımasının sağa yattığını görünce gözlerini kapamıştır.
Anneme dönmek istiyorum. Annem kendisinin başka bir ad verdiği abime üç veya dört kez kesintisiz olarak Mahir derdi. Belki abimi biraz erken doğurmuş olmasının açığını böyle kapatıyordu. Abim, Çayan’ın ölümünden sonra doğsa bir şey değişir miydi? Bence güzel gelen aynı adı vermek değil, onu ara sıra hatırlamaktı, oğul söz konusuysa bu bir anne için her an demekti. Ardı ardına aynı tonda, bir sonrakini gücendirmeden çıkan “Mahir, Mahir, Mahir!” dizisi küçük camlara vuran yağmur sesi gibiydi. Ya “Mahir Çayaaan!” diye noktalanan sevgi seline ne demeli... Ben gücendim mi camdan sessiz akan damla gibi? Mahir adının kutsandığını o günlerde anlamıştım bizim evde, abimde cisimleştiğini, kanımca buna itirazım olmadı. Bu adın abimde anımsanmasının fonetik bir karşılığının olduğunun da bilincindeydim, başka nedenlerin de. Abimle yarışmak gibi bir derdim yoktu. Tek sorun benim adımın fonetik olarak karşılık bulduğu bir kahraman adının hazırda bulunmayışıydı. Sadece o olsa hadi neyse… Besbelli bu kahramanlar nasıl yapmışlarsa, söylemin hangi inceliğini, sivri ucunu bulmuşlarsa bu uzak köye ulaşmışlardı. Ve ben onların adlarına bile uzaktım. Bunun üzerine bu kahramanları kendimle özdeşleştirdim. Eski bir solcunun öğüdünde bulduğum yeni kimlik sayesinde.
“Anlatılanlar sonra gelir, düzensiz, telaşlı yazgıdan da sonra. Anlatılmak izdüşümü olmaktır unutma; tarife uğrayan gölgelerdir. Çokça bulunurlar, çabuk da kaybolurlar. Gerçeği en iyi yansımalar bildirir ama bunun kendilerine yararı olmaz. Sende bugüne sürgün yılların kokusu sinmiş uzaklık, sırtını döndüğün her şeyde senden ayrı bir varoluş, bu ikisinin öyküsüdür. Gel bugün öyküyü dinle, sonra ayaklanırsın. Ayaklanmasan bileklerini kesen zinciri başka türlü anlatamam.” Bunu ciddiyetle düşündüm. Ne olduğunu o günlerde anlamaya başladığım geleceğin ağır baskısı altında. Ondan kaçarken ona sürükleyen etkili bir baskıydı. Araya yıllar girdi, ne değişti bilmiyorum, annemin abime art arda Mahir deyişi ise kulaklarımda capcanlı.
Onlar bizdendi. Artık üç devrimcinin (Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya) bizde neden o kadar tutuldukları, “gençler” denerek bağırlara basıldığı anlaşılıyordu: Ölümün üç değişik biçimini altın tepside sunmuşlardı gözden düşmüş, her anı eli kolu bağlı ölümü kıskandıracak bitirilmelerle yüz yüze insanlara. Tek başına işkence acısı, üç kişilik darağacı, kurşunlarla delik deşik olmuş on beden. Ancak bu yolla aralanabilmiş yaşam umutları.
Kızıldere de böyle bir yerdi. Tokat ili Niksar ilçesine bağlı bir köy. Diyelim bir deresi vardı, tan kızıllığından almıştı adını. İnsanları hep yoksul ve suskundu, bitkin yüz çizgilerinden hemen silinebilecek kuşkudan bile çekiniyorlardı. Köy Türkmen köyüydü. Alevilerdi. Bir zaman yenilmiş Baba İshakların torunlarıydı kim bilir. Kapıları zorba düzene karşı durmuş herkese açıktı. Bu nedenle kapılar hemen açıldı, aynı dramatik nedenle de ihbar yapıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edileceklerdi. Onlar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) önderleriydi, Mahir Çayan ise THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi). Mahir Çayan ve yoldaşları 27 Mart 1972 günü Ordu Ünye’deki NATO üssünde görevli üç İngiliz teknisyeni yanlarına alarak Kızıldere’ye getirdiler. Amaçları pazarlık yoluyla idamları engellemekti. Eğer bunu başaramazlarsa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı.
68 kuşağının ruhu dipdiriydi. Ayrışmalar henüz bir ağacın küçük dalları kadar uzaklığı anlatıyordu. Öyle olmasa ne olur? Türkiye şimdilik yarı sömürge ya da tam sömürge değildi. Dikta mıdır, oligarşi midir sorunsalından çıkışta Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim anlayışlı günlerindeydiler. Kırdan kente mi, kentten kıra mı devrim tartışmaları bir hafta soluklansa kıyamet kopmazdı. Kıyamet Ankara Merkez cezaevinde koptu kopacaktı. Ya da daha yakında Kızıldere’de. Örgüt dedikleri şu durumda ilkelerini başka türlü yorumlamaya ve diğeri için yapılacak her girişime göz yummaya saygılıydı. Söz konusu olay suyun içinde eriyen şekerin durumuna benziyordu. Kimlikler birbirine karışarak yeni biçimler alır ama asla kendi varoluş gerçeğini yok sayamaz; su bir şekilde sudur, şeker de nasıl olmuşsa o suyun içine girmiş şeker; ıslak şeker, tatlı su. Öncü savaşı vererek kendini feda eden devrimciler devrimin önkoşuluydu. Bu o gün devrimcilerin ayrım gözetilmeksizin devrimci olmasıyla çelişmiyordu, kendini kanıtlamak için de bulunmaz fırsattı bir eylem. Zaten biri ölürse diğerinin yaptığına yaşamak denmezdi, devrimcilik hiç denmezdi. En önemlisi onları bir araya getirenin düşman bilinci kadar dost, yoldaş, halk sevgisi olmasıydı. Buna siper kardeşliği-yoldaşlığı diyorlardı.
Muhtarın evindeki bekleyişin ardından çevrelerini faşist 12 Mart 1971 cuntasının silahlı güçleri tarafından sarılmış halde buldular. Operasyonun başında, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün vardı. Rehineleri umursamayan faşist kelle avcıları belli ki aldıkları kesin bir emri uyguluyor ve teslim olmak dışında bir seçeneğe şans tanımıyorlardı.
30 Mart 1972 gününün şafağından öğlene kadar süren bekleyişin ardından düşman saldırısı başladı. Donanımlı gelmişlerdi. Helikopterler, bir evde kuşatılan on bir kişilik bir grubun ateş gücünü kat be kat aşan silahlarıyla çok sayıda asker, köylülere göre NATO unsurları bile. Yani biraz sonra “mübalağa cenk olundu” dedirtecek her şey.
Devrimcilerin kararlılığı tamdı. Bunu evin damına konuşma yapmak üzere çıkan Mahir Çayan kuşku götürmez biçimde vurguluyordu: "Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" Ezilen, sömürülen insanların çocuklarıyla bir sorunları olmadığını, hatta onların hakları için mücadele edildiğini şu sözlerden daha iyi ne anlatabilirdi; "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin!"
Grubun tartışılmaz önderi henüz yirmi altı yaşındaki Mahir Çayan’dı. Başka kimler yoktu ki. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç ileri kadroları Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Saffet Alp. Ayrıca THKO öncülerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da oradaydı.
İlk vurulan damın başında bulunan Mahir Çayan oldu. Ardından diğerleri. Evde bulunanlar gerektiğinde kendilerini havaya uçurmak üzere bombalarını çıkardılar. Yoğun makineli ateşi sürüyordu ve faşist sürü hiçbir kural tanımayacağını göstermek istercesine köy evini roketatar ateşine tutmuştu. Bir roketin eve isabet etmesi sonucu ellerindeki bombaların da patlamasıyla kalan devrimciler ve rehineler can verdiler. Yaralı durumdaki Saffet Alp ise gelen askerlerin kafasına sıktığı kurşunla yaşamını yitirdi. Oradan yalnızca Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak kurtuldu.
Evet, Kızıldere böyle bir yerdi. Onlar gitmeyene kadar fazla kimsenin adını tesadüfler dışında duymayacağı, duysa unutacağı bir yer. Niksar, Tokat neyi değiştirir. Zaten sonra adını değiştirdiler, Ataköy yaptılar. Niksar’dan alıp Almus’a bağladılar. Belediye de olmuş. Hepsi bir anlam ifade etse de gerçek söz konusu olduğunda Kızıldere son mermi kafaya sıkıldığında haritaların çizdiği çizgileri kanla silmiş, çoktan başka derelere karışmıştır. Sağa akan Karadeniz ırmaklarının Karadeniz tarafından tersine, sola çevrilmesi gibi, kaynağa. Hiçbir düş kırıklığının yok edemeyeceği kesinlikte.
- Ayrıntılar
Örgütlü toplum kendini sağlama almış toplumdur. Kendini sağlama almış toplum ise bir bütünen kendini, kendi özüne denk bir şekilde yeniden oluşturmuş toplum demektir. Bu ise özüne daha güçlü bir şekilde dönmüş toplum demektir.
Unutmayalım ki savaşçı iktidar güçleri kendilerini yaşatabilmek için, var kılabilmek için toplumu var eden, toplumu oluşturan tüm değerlere inanılmaz ölçüde saldırmışlardır.
Toplumu en çok var eden temel değeri nedir? Toplumun ahlaki örgüsüdür. Yani bir toplumu bir nevi tutkal gibi bir arada tutan değerleridir. Bunlara hangi ad takılırsa takılsın, ama biz biliyoruz ki tarihsel oluşumuna baktığımızda, toplumu en çok bir arada tutan değerlerinin başında kimseye boyun eğmeme değeridir. Yani özgür duruş arayışıdır. Diğer önemli büyük bir değeri ise ortakça yaşama değeri yani arayışıdır.
Tarihsel şartlar gereği de olsa, zorunlukta olsa sonuç itibariyle toplum var olabilmek için, yaşamını sürdürebilmek için bir arada yaşamak zorunda olduğunu iyi bilince çıkararak, bir arada yaşamanın değerlerini ya da normlarını geliştirmeye çalışmıştır.
Hem özgürce yaşamayı hem de bir arada, ortakça, eşitçe, hakça kalmayı ve öyle kendileri korumayı neyle başarmışlardır diye bir soru sorsak vereceğimiz cevap kesinlikle örgütlü duruşlarıyla olacaktır. Yani bir toplum ayakta hem de özgürce kalmak istemiş ise önce kendisini örgütlemiştir. Hem de a’dan z’ye kadar kendisini örgütlemiştir.
Bu örgütlü duruşa birçok bilim insanı öz savunma demiş. Kimisi buna politik ve ahlaki toplum demiş. Kimisi özgürlüğe aşık olma demiş. Her halukarda bu duruşa her bilim insanı ya da tarihçi saygı göstermiş.
Ne var ki bu tarihsel gerçeklik savaşçı iktidar güçlerince ayakaltına alınarak, ters yüz edilmeye çalışılmıştır. Ve çoğu zaman da bu başarılmıştır. Öyle ki toplumların özgürce yaşama istemlerine ket vurulmuştur. Gemlenmiştir. Hem de oluşum halleri olan ortakça yaşam gelenekleri dinamitlenerek. Örgütlü halleri param parça edilerek. Yani bireycileştirilerek. Bu sağlandıktan sonra o bireyleri esir almak, teslim almak, yaptırmak istediklerini ona ya da onlara yaptırmak hiçte artık zor olmamıştır.
Dikkat edelim çağımızın son icadı olan kapitalist modernite diye tabir ettiğimiz toplumu parçalama motoru olan bir sistemin yaptığı ilk iş nedir? Toplumu toplum olarak tutan tüm örgülerine saldırmasıdır. İnsanların tutunacakları hiçbir değer bırakmamasıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi sadece tek başına insanları bırakmasıdır. Meşhur deyimle; her koyun kendi bacağında asılır misali, toplumun tüm fertlerini tek tek yakalayarak, düşürerek, peşine takarak bacağında asmasıdır.
Bir kere toplum ya da insan bu hale gelmiş ise orada artık özgürlük kalmamıştır. Orada toplumsal değerler yani yaşam –özgür yaşam ahlakı- kalmamıştır. Orada güzel işler yapma kalmamıştır. Orada doludizgin köleleşmeye doğru bir gidiş oluşmuştur. Orada kapitalist modernist çağın halkları köleleştirici, tutsak alıcı, sömürge altına alıcı politikalarına kayış artık başlamıştır.
Dikkat edelim, ülkemizde yaşanmış olan gerçeklik böyle ortaya çıkarılmadı mı? Ülkemiz böyle cendere altına alınmadı mı? Toplumu parça parça edilerek, birbirine düşman haline getirilerek, düşürülerek, kendileri için kullanarak derken, tahrik edilerek, provoke edilerek, ezilerek, katledilerek bu hale getirilmedi mi? Bu yöntemlerle bu hale getirildiği açıktır.
Peki, bunun tersine dönüştürülmesi, yeniden kendi eski formuna yani orijinal haline gelmesi nasıl gerçekleşecektir? Özgürce ve ortakça yaşanmışlıklara geri dönüş nasıl sağlanacaktır?
Açık ki yeniden ahlaki ve politik değerlerine tümden kavuşarak, yani toplum yaşamının tüm alanlarında örgütlü hale gelerek, siyasetimizi kendimiz oluşturarak, ekonomimize sahip çıkarak, toplumsal alanımızı yeniden ortaklaştırarak- dayanışmacı kılarak, toprağımıza, suyumuza, havamıza, enerjimize yani doğamıza sahip çıkarak. Kendi kültürel değerlerimize sahip çıkıp yeniden yaşatarak, neolitik çağlardaki gibi bu toprakların en güzel rengi olan kadınların özgürlük istemlerine hem saygı duyarak hem de bu özgürce çıkışın yanında durarak, kendi güvenliğimizi kendimiz sağlayarak, komşu halklarla demokratik ve barışçıl bir tarzda kendimiz ilişkilenerek, zihniyetimizi geçmişin o kir pasından arındırırken bunu kendimiz yaparak ve böyle daha nicesini ve nicesini yaparsak, kendimiz oluruz, kendimizin oluruz.
Aksi taktirde hep birilerinin oluruz ki, birilerinin ise bize sunacakları en iyi lütfunda kölelik zincirlerini daha fazla takmaları olacağını en iyi bize son yüz yıllık tarihimiz bize göstermiştir.
Evet, bu zincirleri kırmak ve param parça edebilmek için daha fazla örgütlü olmaya -hem de a’dan z’ye kadar –örgütlü olmaya su ve hava kadar ihtiyacımız olduğu kesindir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Neresinden başlayacağımı bir türlü bulamadım. Nihayetinde, en vaktinde başlamaya karar verdim. Rüzgârın yaprağı savurduğu gibi bir uçurum aşkıdır yaşam. Böyle nasıl demeli TİN bir sesi vardır insana karsı. Yani insana sonsuz bir acı hiç bitmeyeninden ve ölüme terk edilmiş umut ağızın gerçeği olmuştu yaşam. Tam bu noktandan sonra yeşermeye başladı yaşam. Belki vaktinden çok geç belki de ayetin şiddeti gibi anında terleten silkelenmeydi benim dağ hikâyem. İlk ayetin dağlara inmesi ve ilk ayetin dağlardan insanlığa ulaşması arasında hiçbir fark yoktur. Hakikat kendini hep tamamlar. Yaşamda ki enerjiyi yeşertir can verir renk katar ve kendinden ötesini lanetler ve yeni anlamlar katarak ulaşır sistemin zavallı insanına. Beyninde milyonlarca parçalar milyon tane boşluklar yaratılan O insanlardandım.
Ben yaşamımı iki ye ayırdım
Kitaptan önce ve kitaptan sonra
İlk ayetin sesini dağlardan duyduğumda lisenin son yılıydı: gözlerime bir kitaplığın rafının ikinci sırasında bir roman yansıdı. romana şiire yazıya hiç ilkimde yoktu yani. O şiddetli yaşam ergenliğinin ve dayatılan baskıcı aile gerçekliğinden başka hiç bir şey anlaşılmıyordu. Sadece gençliğin verdiği özgürlük isteminin deliliği vardı. Yaşamın özgürlük anlayışından uzak bir anlayışlar dünyası vardı: kendime göre bir özgürlük aileye göre özgürlük ve bunların anası olan modernite’nin yarattığı virüslü bir özgürlük vardı. Bunların o kocaman görünen baskı ve istekleri karşısında okumanın değerine ulamsak hakikatin tüm gerçeklerinin onunda secde etmesiydi. Yani yaşamımı ikiye ayırmamı sağlayan bir kitaptı. Bir kavalın ezgisiydi ismi. Sadece ismi hoşuma gitmişti: Beni böyle bir kavalın içindeki gizlenmiş hakikatlere ulaştıracağına nerden bilebilirdim. Gözümün o rafa gitmesi o heyecanın nasıl yaratıldığında ki muammayı halen bulamadım. Zaman Sonbaharın insanı ağırlaştıran doğada manalar aramaya sürükleyen yaşama yönelik vicdanına yönelik bir hesap verme mevtsiydi. O zaman kapımı çalıp içeri girmişti…
Aile ve geçmişin korkuları
Kitabı okumaya başladım ilk günden içindekileri bana öğretilenin tersiydi, ailemin bu kadar ters ve korkunç yaklaşımlarının nedeni sistemin yaratığı tahribatlardan kaynaklı olduğunu belirtebilirim. ilk yasamı orda ilk direnmeyi orda ve ilk yalnızlığı orda öğrendim.. Yalnızlaşıyordum çünkü: Aile geleneği toplum geleneği sistemin çarkına hep su taşıyordu. Elâzığ sistemin en korkunç çuvallar geçirilmiş bir Kürdistan şehriydi bir oyuncak hamuru gibi olmuştu. İnsanları sistemin tüm kalıplarına hazır bir asker misali bir durumla karşılaştırıyor seni. Anne baba ilişkisinden ev ortamını sorgulayan ve toplumu irdeleyen gelişmeler oluyordu küçücük beynimde. Yalnızlığın yoldaşlığını ilk orda tanıdım. Kitapla ailede tartışmalar gelişiyordu ama hep bastırılmış dinden öte bir dogmalarla tıpkı manasız bırakılmak istenen kuran ayeti gibi. Düşündüğümün yaşamda ters resmedilmesi bende artık dayanılmaz anlam kaybına, o yaşamdan öteye yönümü çeviriyordu. Erkeğin liderliği Hakim’ken, kadının yaşamın her yerinde olmasına rağmen, hiç yaşamadığı gerçekliğini çözmeye başladık, bir bebeğin o ilk nefesinizdeki mukadderliğe, maaddi prangaların vurulması, bir koruyucunun günlüğü 25 dil olup insanlığı öldürme, gülümsemeleri bir çiçeğin kendi rahminden yarattığı o hakikat kokularının yitirilmesi ve nicelerinin de yitirilmiş yasam deryası yönümü dağların yaşamına çevirmişti…
Artık kıblem dağlar olmuştu..
Kapitalist modernite’nin yarattığı tüm o ezik duyguların sahibiydim. Az veya çoğu önemli değildi bunları artık biliyordum. Dayanılmaz bir yüktür fark etmek ve yaşayamamak. Bir kadının bir erkeğin bir toplumun veya doğanın artık kendi özünü yaşayamaması beni yalnızlıklara dağlara cevirdi. Ve bunun böyle sürmesi delirmekti ölmekti yaşama ihanettin ta kendisiydi. Evet, kimi zaman fikrinden ödün vermemek için adeta tüm sistemin yarattığı o maddi kalıplar o ailevi kalıplar ve toplumun kalıplarına karşı savaşlar veriyordum, kaybetmiyordum ama ani bir hırs ani bir savaşım gururunun sonradan geçici bir yalnızlık olduğunu anlıyordum artık. Beni bir şeylerde güçlü kılıyordu bu savaşımlar hakikat özgürlüğünün peşine düşmeyi değil, Onu yaşamayı dağlara dönmeyi değil Ona doğru yürümenin vakti olduğunun habercisiydi. Bir haber alır koşarsın ya hiç durmadan işte bende bu habere karşı artık yüreğimi beynimi ayaklarımı durduramıyordum... Ve yürüdüm dağlara..
Dağın farkı neydi?
Bir çocuğun ebeveynlerini görüp koşarak kucağına zıplaması ve o an sonsuz gülücüklerin yüzünde yaratılmasından hiçbir farkım yoktu artık. Yeniden bir doğuş yeniden bir yaşam yeniden var olma gülücükleriydi benimkisi. Yeni bir doğuş sancılar yaşatır insana gülücüklerin tek nedeni sancılardır aslında. Dağlar kişiye direnmeyi iradeyi yoldaşlığı ve ahlakı tane tane peygamber ’sel sabırlarda öğretiyor insana. Bir bebeğin ilk adımındaki ölümsüz gülücüklerin nedenini anlıyordum. Dağlarda bir adım atmanın yarattığı serüvenleri duyguları her an geçtikçe aşkın sevincin kişide yarattığı filizlenmeği yazmak bile insanı kendi hakikatine ulaştırıyor… Dağın insanda yarattığı yoldaşlığı neyle anlatmalı? Bir kadının kendini yeniden yaratması kendi gücünün gerçekliğine ulaşmasını neyle tüm dünyaya duyurmalı? Ve insanı sorgulamalara götürmesini neyle yazmalı? Yaşamadan bilebilir misin?
Neden mi dağlara?
İnsan anıları ile yaşayan bir canlıdır. Sistem yaşamını düşünüp yoğunlaştığım vakitler uçurumlardan bakmış gibi oluyorum. Nasıl yaşanılmış böyle diyor insan kendine. Bu kadar kendi zevklerine düşürülmüş bu kadar bencil hazincı bu kadar yıkımları yaratan bir yaşam tarzının sürdürülmesine insan nasıl boyun eğiyordu? Bu kadar yok edeci bir sistemin kuşağı olmanın ürpertisini anlıyor insan.. Neden mi Dağlara? Denince düşünmeye gerek yok yoldaş Sağına soluna bakmak yeterli. Annenin o bastırılmış sesi yüreğine ulaşmaz mı? Doğacak olan çocuğun özgür yasayamayacağınızı düşünmek yetmez mi? Basit bir ölümü kendine yakıştırabilir mi insan? Bunları düşünmeye zaman veriyor mu sistem… Artık yeter demeli insan haykırmalı durmadan yaşama doğru yürümeli ve Vakti geçmeden kendini adamalı dağlara…
Avareş NİRVANA
- Ayrıntılar
Size eskilerden çok eskilerden bir hikaye anlatacağım. Maria Magdellena’nın hikayesi ve sizinde çok iyi bildiğiniz bir hikaye. Yapılan bazı araştırmalar ve bazı araştırmacıların görüşüne göre Hıristiyanlığın yeni yeni yayıldığı ve Hz. İsa’nın bir peygamber olarak tanındığı dönemlerde Maria Magdellena İsa’nın sevdiği kız olarak bilinir. Maria Magdellena o toplumun için de fahişe olarak teşhir edilerek tanrılar katında günahkar bellenerek ölüm fermanı verilen birisidir. Ve bu fermanı uygulamak için bir araya gelen kendilerini “günahsız” sayanlar Maria’yı recmetmek için meydanda toplanırlar. Ceza mutlaka hayata geçilecektir, vakit gelmiştir artık. İlk taşı atmak için hazırlanırlar ve birden bire Hz.İsa çıkagelir; yüzünü halka dönerek “ilk taşı günahsız olan atsın “der ve İsa Mesih bu sözü söyledikten sonra herkes elindeki taşı yere atarak dağılır. Çünkü taşı kaldıran tüm erkekler bu konuda yani zina konusunda günah işlemişlerdir.
Şimdi size bu hikâyeyi niye anlatıyoruz; son zamanlarda gündemde olan Özgecan cinayetinin perde arkasıda budur aslında. Binlerce yıldır kadın üzerine yürütülen erkek egemenlikli zihniyetin sonuçlarının birer devamı ve bu zihniyetten kendisini kurtaramayanların vahşetidir. Bu ülkede bu cinayetler ilk değildir ve sonda olmayacaktır. Daha önce Münevver Karabulut’ta böyle katledilmişti. Sorun belli. Sorun beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin çözümlenmesi, bilince çıkarılması ve bunun sonucunda da bu kirlenmiş zihniyetten kopuştadır. Yani zihniyet devrimi sağlamaktan geçmektedir.
Yaşanan bu vahşetin asıl suçlusu AKP hükümetidir ve onun iktidara gelişinden beri çıkardığı yasalardır. Bu cinayetlerin ortağı Tayyip’in kendisidir. İktidara geldiği günden beri kullandığı eril ve baskıcı egemen erkek dilden dolayı bu cinayetlerin sayısı artmıştır. AKP hükümetinin kendisi bu cinayetleri engelleyici yasalar çıkartmadığı gibi bu cinayetlere ortak olmuş ve desteklemiştir.
Daha geçen ay;“kadın ve erkek eşit değildir, bu fıtrata aykırıdır” diyen Tayyip şimdi ise Özgecan'ın katillerine en büyük cezanın verileceğini söylemekte ve timsah gözyaşları dökmektedir. Alacağı tedbirler ise; otobüslere buton koymak, alo şiddet hattı açmak, dijital kelepçe sistemi vb. buna kargalar bile güler.
Peki, sormak lazım bu tür tedbirler Münevver Karabulut cinayetinde işe yaradı mı? Veya Güldünya için, Şemsiye Allak için işe yaradı mı? Yaramadı tabii. Yaramadı çünkü pansuman tedbirlerle sorunlar köklü çözülemez. Çözülemediğini de günlük kadın kıyımlarından görüyoruz. Bunun tek çözümü vardır o da; eril, egemen, baskıcı, tahakkümcü erkek zihniyetinin çözülerek terk edilmesidir.
Friedrich Nietzsche devleti şöyle tanımlamıştı: “Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir.” Devlet, soğuk soğuk yalan söyler ve ağzından; ben halkın ve ulusum devletiyim yalanı hiç düşmez. Unutmayalım ki yalancının mumu ancak yadsıya kadar yanar ve ardından da söner, sönmek zorunda kalır.
Gün geçtikçe şiddet toplumu olduk çıktık. Dışarıda, mecliste, evde bir şiddet güruhu almış başını gidiyor. Bu güzelim insanlar nasıl bu hale geldi veya nasıl bu hale getirildik? Bir kartopu yüzünden bir birini öldüren, mecliste bir yasa tasarısı için tekme tokat birbirine giren bu insanlar, nasıl bu hale geldi cevabı belli. Cevabı: erkek egemenlikli devlet zihniyeti.
Peki, buna karşı ne yapılması gerekiyor? Öncelikli olarak dile getirildiği gibi erkek egemenlikli zihniyetin hızla terk edilerek doğaya, insana ve tüm varlıklara yakın duran kadın zihniyetinin ve aklının tüm insanlığa yayılması gerekiyor. Kadının artık sistemden kopması kendi komünlerini ve öz savunmalarını yaratması ve bu eril zihniyetten kopup yeni bir dünya yaratması gerekiyor. Yani bir zihniyet devriminin yaratılması gerekiyor.
Abdullah Öcalan bu durumu “gül devrimi” olarak tanımladı. Kadının kendi meclislerini, kendi komünlerini, kendi sistemlerini kurup bu devletçi ve eril zihniyetten kopması şart. Kadının güçlenmesinin tek yolu kopuştan geçiyor. Kadının köklü bir biçimde erkek egemen gerçekliğinden sadece cins boyutuyla değil; felsefi, ahlaki, siyasal, toplumsal vb. geriliklerin etkisinden kopması gerekiyor. Çünkü gücü olmayanın özgürlüğü eşitliği olamaz. Bunun için birlik olmalı ve gerektiğinde bu kirlenmiş ve insan vicdanını inciten dünyayı yıkmak için ayağa kalkmalıdır. Kadın güçlendikçe egemen zihniyet daha da vahşileşecektir. Çünkü kendi ölümünü ve yok oluşunu görmektedir bu eril zihniyet.
Kazanan ve özgürleşen kadın; insanlığın doğuşu yani aydınlığın doğuşu ve mutlaka ama mutlaka karanlığın batışıdır. Ve bu mücadelenin kazananı kesinlikle kadınlar olacaktır.
Xemgîn Amed
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak belirtelim ki; şiddet kültürü iktidar adacıkların oluşumu ile başlamış ve ne zaman ki kendini kurumsallaştırmış ise bu şiddet savaş halini alarak halkların, tüm insanlığın başına bela olarak bugüne kadar gelmiştir.
Bunun için şiddete karşı köklü duruş bireysel karşı duruş ile giderilemez. Köklü karşı duruş bu bağlamda ideolojik bir duruşu gerektirir.
Nedir bu ideolojik karşı duruş?
Şiddetin köklerine inerek oradan alıp getirmek, çözmek ve karşı çözümü bulmayı gerektirir. Bu bizi doğal toplum diye tabir ettiğimiz, insanlığın ilk şiddetsiz hafızasına kadar götürür. Orada varsa bir şiddet o da birilerini tahakkümüne almaktan ziyade yaşam ihtiyaçlarını aşmayacak bir şiddet olacak ki, buna da ne kadar şiddet denilir, bu da tartışmalıktır. Ancak ne zaman ki doğal toplumda var olan; ortakçı, paylaşımcı, barışçı, eşitlikçi ve de adaletli yaklaşımlar, ana yanlı toplum yerine ataerkin hüküm sürdüğü toplum düzenine yerini bıraktı, oradan başlayarak bugüne kadar bu şiddet ve savaş kültürü adım adım gelişti. Ve unutulmasın ki ata erk denilen erkeğe dayalı sistem kendisini devlet haline getirerek kurumlaştırdıktan sonra ise şiddet tümden kurumsallaşarak, önceleri olmayan, ayıplanan adeta normal hale getirildi. Ve nitekim bugün içerisine doğduğumuz dünya maalesef böyle erkek şiddetine dayalı, kadını dışlayıcı bir dünya haline gelmiş ve getirilmiştir.
Bunun için diyoruz ki kadın şiddetine karşı duruş önce ideolojik bir duruşla mümkündür. Önce erkek egemenlikli zihniyete karşı verilecek mücadele ile bu mümkündür. Önce kendi oluşmuş ya da oluşturulmuş olan egemenlikli zihniyetimize karşı mücadele etmemizle mümkündür.
Bu yapıldıktan sonra yapılacak başka mücadele yöntemlerine geçmek daha yerinde olur. Aksi taktirde ormanı bırakıp ağaçlarla uğraşır ya da çok meşhur olan deyimle, bataklığı bırakıp sivrisinekle uğraşmış oluruz ki bu da sonuç vermez. Ya da sonuçları harcanmış olan emeklere denk düşmez.
Evet, önce eril ve egemen zihniyete karşı bulunduğumuz her yerde cephe açmalı ve mücadele etmeliyiz. Önce iktidar zihniyetine karşı durmalıyız. Önce iktidarın en yoğunlaşmış hali olan devlete ve devlet zihniyetlerine karşı durmalıyız. Önce tahakkümün her türlüsüne karşı durmalıyız.
Bunu yaparken de şiddet uygulayan egemen zihniyetlere karşı da elbette çok ciddi bir duruş ve tavır içerisinde olunması şarttır. Ve bunu yaparken kendimizi bunun dışında tutmadan yapmalıyız ki inandırıcı olsun, sonuç alsın.
Bugün Türkiye’de günlük olarak karşımıza kadına el uzatan, şiddet uygulayan, taciz eden vakalara rastlamaktayız. Günlük olarak ruh sağlığımız bu tür vakalarla bozuluyor. Bozmaya çalışıyorlar. Bu sinir bozucu, insanı insan olmaktan utandıran zihniyet bozukluklarına karşı da yapılması gerekli çok şey vardır ve olmalıdır da.
Birçok toplumda -bizim bile bildiğimiz- toplum normlarına uyulmuyorsa sosyal tecrit cezaları vardır. Toplumlar bunu ahlaki değerlerine dayandırarak yapıyorlar.
Örneğin; bazı toplumlarda, toplumun ahlaki değerlerine uymayanları dıştalıyorlar, içlerinde tutmuyorlar, atıyorlar. Yine bazı yerlerde sosyal tecrit dediğimiz, suç işleyen yani toplumun ahlaki değerlerine riayet etmeyenlerle, toplum konuşmuyor. Söz konusu edilen bireyler kendilerini düzeltene kadar bu durum, yani sosyal tecritlik durumu devam ediyor.
Konumuza dönersek; kadına şiddet uygulayanlara, el kaldıranlara, taciz ve tecavüz edenlere ve hakaret edenlere karşı bir hamle biçiminde sosyal tecrit neden uygulanmasın.
Bir ön adım olarak, önce bu tür kişi ve kişiliklere-tahakkümcü ve egemen iktidarcı zihniyete karşı mücadelemizi yürütürken- selam vermeyelim. Selamımızı keselim. Yüzlerine bakmayalım. Yüzümüzü böylelerinden çevirelim. Ve bu eylemimizi bu tür kişi ve kişilikler kadınlardan özür dileyene kadar sürdürelim. Ve bunu bir kampanya olarak tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayalım.
Evet, Kadına kem gözle bakan egemen erkek zihniyetine karşı, her yerde bir kampanya biçiminde, “Selam Verme” kampanyasını geliştirerek, hastalıklı olan bu zihniyete her cepheden savaş açalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kapitalizm özü itibariyle zincerlerinden boşalmış bir bireyciliktir. Bireycilik ise her türlü nefsi düşüştür. Bu bağlamda kapitalist modernist kültüre karşı duruş her şeyden önce bu nefsi düşüşe ya da düşürülüşe karşı duruştur.
Şunu iyi bilelim ki; kapitalizm ideolojisi olan liberalizm her şeyden önce özü itibariyle toplumsal olan insanı toplumsallıktan kopartmadır. Bir bireyi ne kadar toplumda kopartırsa o kadar insan olmaktan, ahlaki olmaktan koparta bilir.
Kapitalist kültür bunu neyle başarıyor, ya da toplumsallığı neyle yıkıyor? Ya da toplumsallığın mezarını nasıl oluşturuyor? Yukarıda ifade ettiğimiz gibi mezar oluşturmayı derin bireycilikle sağlıyor. Kişi birey oldukça toplumsallığa katkılar sağlar, birey olmaktan çıkarsa yani bireycileşirse orada toplumun mezarını kazmaya başlar. İşte mezar kazıcılığın başladığı yer bireyin nefsine yani kişiliğine hakim olup olmamasıyla ilgili bir durumdur.
Kapitalist kültür liberal ideolojisiyle her insanın zayıflığına hitap eden bir kültürdür. Bu bağlamda liberalizm bireyin zayıflıklarını hortlatma ideolojisidir. Bu ise nefstir.
Dikkat edelim kapitalist kültür önce bireylerin güdülerine hitap ediyor. Gösteri bir toplum olarak kendisini şekillendiren bu toplum dışı kültür, bireyi toplumun karşısına dikmek için ya da dike bilmek için elinde ne kadar maddi imkan varsa devreye koyuyor. Maddi imkan her şeyden önce gözle görülenlerdir, elle tutulanlardır, tadılanlardır, kokusu alınanlardır.
Kapitalist modernist kültüre karşı durmak bunun için her şeyden önce kişinin kendisine karşı mücadelesinden geçer. İslami deyimle nefsini terbiye etmekten geçer.
Kapitalist kültür öyle sanıldığı gibi büyük şeylerle insanının terbiyesini bozmuyor. Tam tersine küçük küçük şeylerle insanın terbiyesini bozuyor, insana el atarak kendisine benzetiyor. Öyle ki çoğu zaman içimize sızdırdığı ideolojik bakışını fark etmeden bizi birde bakmışız kendisine benzetmiştir. Bir kere insan kapitalist modernitenin kültürünü edinmiş olsun, ona benzemiş olsun artık orada geri dönüş çok mu ama çok zor oluyor.
Maddi kültür öyle sanıldığı gibi etkisiz bir kültür değildir. Tam tersine insanı zayıf düşüren, etkileyen hatta binlerce kez görüldüğü gibi insanı kendisine karşı çıkara bilecek kudreti olan bir kültürdür.
Tarihteki tüm tasavvufçulara bakalım, peygambersel çıkışlara bakalım hepsinde ortak olan kesinlikle maddi dünyaya karşı uyarıcı olmalarıdır. Çünkü onlarda görmüşlerdir ki maddi kültüre karşı güçlü bir zihinsel duruş olmadı mı, aynen Çernobil vakası gibi insanın içine hem de en derinliklerine kadar sızarak, etkisiz kılabiliyor.
Evet, bunun için her şeyden önce nefs savaşını iyi vermemiz gerekmektedir. Bu ise bir lokma yemekten başlar bir parça elbiseyi giyişe kadar, bir cıncık boncuktan başlar egosunu gösterme zeminini sunmalara kadar, bir kuruş paradan başlar duyguları okşayan maddi değerlere, derken ne kadar böyle insanı sisteme çekebilecek şey varsa oraya kadar götürür.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, kapitalist modernist kültüre karşı duruş olmadan gerçek manada sistem içileşmekten kurtulunamaz. Sistemin dışına çıkılamaz. Sisteme karşı alternatif olunamaz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Kusmuk, kusulan şey anlamındadır. Gerçekten de DAİŞ insanlığın kustuğu tüm kötülüklerdir. Deniliyor ya Pandora’nın kutusu, aynen öyle bir kutuda dışarıya fırlamış ne kadar böyle kötülük varsa hepsinin toplama olan bir kusmuk.
Çok uzun bir süre olmasa bile şimdiden Ortadoğu halklarının ruhsal dengesini bozan bir faşizan yapı hale geldiği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Öyle ki geçmişte insanların kelleriyle kale yapan faşizan ve despot yapılardan daha ileri bir faşizan ve despotluğu günlük olarak sergilemelerinin yanı sıra, insanı katletmenin de en ileri teknolojisini icat etmişe benziyorlar. Koyun‘nun kellesini keser gibi insanların boğazına hiç bir şey olmamış gibi bıçak dayayan ve de kameraların önünde tüm dünyaya göstererek kesen bu yapı sıradan bir insan psikolojisine sahip olamazlar. Yine Ürdünlü pilotu kafese yerleştirildikten sonra benzinle yakan ardından ise kepçelerle üstünden geçerek en sadist bir tarzda katleden bir yapı sağlıklı olamaz. Ya da insan olamaz.
Böyle bir yapı gerçekten de tüm insanlığın başına beladır. Bugün Ortadoğu’da olup bitenler Orta Afrika’da öyle görülüyor ki daha acılı ve sancılı bir şekilde gerçekleştiriliyor. Yüzlerce, binlerce insanın kellesini kesen Boko Haram DAİŞ’in bir benzeri ve hatta kendisidir. Yine Charlie Hebdo’yu yapan zihniyette aynı zihniyette aynı zihniyettir.
Gerçeklik böyle iken o zaman yapılması gerekli olan karşı duruş nasıl olmalıdır? Karşı duruş nasıl alınacaktır?
Dağlarda duyabildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla DAİŞ’in uyguladığı yöntemin bir benzerini başka ülkelerde uygulamaya kalkışıyorlar. Güya DAİŞ’ten çekinmediklerini ifade etmeye çalışmış oluyorlar. Örneğin Ürdün hunharca katledilen Pilotlarına karşı verdiği cevap hemen idam ve hava saldırıları olmuştur.
Bu ne kadar doğru bir cevabı teşkil edebilir ki? Belki bir pansuman yöntemi olarak bir rol oynayabilir. Lakin pansuman yöntemler asla uzun vadeli olamazlar. Bunlar hep geçici çözümlerdir. Geçici çözümlerin ise insanlığın başına ne kadar büyük belalar yarattığını da bilmem söylememize gerek var mı?
DAİŞ’e karşı mücadele elbette bir kararlılığı gerektirir. Ancak bu kararlılık DAİŞ’in temellerine dinamit koyacak bir zihniyet dünyasıyla mümkündür. Bunun için eğer Arap devletleri DAİŞ’e karşı bir mücadele geliştirmek istiyorlarsa önce kendi içlerinde inanılmaz ölçüde demokrat olacaklardır. Demokrasinin önünü açacaklardır. Halkların renklerini tanıyacaklardır. Kadına öncelik vereceklerdir. Tüm inançlara eşit mesafede aynı saygı temelinde saygı gösterecekleri gibi tüm farklı halk ve etnisiteleri yönetimlere taşıyarak bir nevi kendi iç güvenliklerini sağlama alacaklardır.
Aksi taktirde DAİŞ gibi faşizan yapılar her zaman fitne fesat oyunlarıyla –bugün yaptıkları gibi-içlerine sızarak karşıt mücadeleyi zayıf düşürebileceklerdir. Bunun olmaması için belirttiğimiz gibi önce kendi içimizde Demokratik Ulus modeline yakın bir modeli kabul edeceğiz ve pratikleştirmesi için de çalışacağız.
Bu olursa, o zaman insanlığın kusmuğu olan DAİŞ bir tükürükte dışarıya huruçlanarak atılacak ve hak ettiği yani tarihin çöp sepetine atılacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Öncelikle 15 Şubat uluslararası komployu şiddetle kınıyorum.1999 yılı 15 Şubat gününde Kürt ve ezilmiş halkların öncülüğünü yapan, önderlik şahsında gerçekleşen komplo sadece Kürdistan değil bütün Orta doğu halkının sahsına yapılmış bir komplodur. PKK gerçekliğinin farkına varıp bitirmek isteyen güçler şahsında gerçekleşen ve büyük etki yaratan komplo süreci ağır ve yoğun geçmiştir. Önderliğin İmralı adasına götürülmesiyle, Kürt ve diğer özgürlüğü bekleyen halklar çok ağır süreçlerden geçtiler. Yaşam tıkanmıştı resmen. PKK bitti biz kazandık diyen devletlere Önderliğin hayır! Asıl şimdi başlıyor hamlesi oldu. Önderliğin yetiştirdiği, gerçekleri anlatabildiği militanlarla PKK dimdik ayakta durdu.
İmralı sürecinden bu yana önderlik paradigmasıyla gün geçtikçe hızla büyüyüp güçlenen PKK uluslararası güçlere en iyi cevap olmuştur. Gerilla hareketi gün geçtikçe mucizeliğini ortaya koydu. Her şartta her koşulda halkı için yaşamayı göze aldı ve Kürdistan olduğu gibi biz gençlerde ışık oldu. Önderliğin bizim şahsımıza gerçekleştirmek istediği yaşamı, bizde önderliğe söz vererek hep beraber inşa inandık ve adım attık. Bir PKK militanı olarak 15 Şubat ı yas olarak görmüyorum. Tam tersine benim şahsıma bir diriliştir. Komployu gerçekleştiren güçlerin düşüncesi önderlerini alırsak biter giderler gibiydi ama tam tersi oldu. Süreç ağır geçmiş olabilir fakat bu komplo yeniden dirilişe vesile oldu. Her gün mücadeleme olan sevdam daha da artıyor. Kinim, nefretim, öfkem daha da büyüyor. Önderliğin düşünceleri, perspektifleri, İmralı adasında gösterdiği irade, kadına verdiği değer ve inanç beni daha da güçlendiriyor. Bize gösterdiği çizgide yürümeyi öğretiyor, her gün özgürlüğe bir adım daha yaklaştığımızı gösteriyor.
Militan kişiliği kendimizde yaratmak, halkı için kendini tamamen feda etmek önderlik çizgisinden geçiyor. PKK’ lileşmek PKK kişilik ve ahlakını almak, önderliği azda olsa anlamak demektir. Teori ve pratikte bir olabilmektir ola bilmektir amacım. .Her saniye her dakika önderliği yaşayarak önderliğe yoldaş olabilmektir amacım. Önderliğin İmralı adasında olması biz PKK militanları için çok üzücü olduğunun belirmek isterim. Ancak her gün her saniye bizimle beraber olduğunu da söyleyebilirim. En anlamlı bütünlük ruhsal ve düşünsel, ideolojik bütünlük ve birliktir. Düzen disiplinimiz, askeri duruşumuz, şehitlere bağlılığımız önderliği hissetmekten geliyor.
Önderlik partiyi bugünlere getirebilmek için büyük mücadeleler verdi. Önderlikle beraber bu mücadeleye başlayan birçok arkadaş şahadete ulaştılar. Geçmişten günümüze kadar binlerce halkımız katledildi, onlarca çocuk faili meçhul cinayete kurban gitti, binlerce militan büyük komutanlar şehit düştü. Yani PKK bu günlere gelebilmek için çok ağır bedeller ödedi. Kendi şahsımda bunlar çok ağır şeylerdir, önderliğe cevap olabilmek için büyük sebeplerdir. Bunları görerek katılımın en iyisini sergilemektir amacım. Bunun yanında çocukken 15 Şubat benim için kara gündü, üzüntüydü, isyandı, çaresizlikti, hayal kırıklığıydı, umutsuzluğa düşüştü. Fakat şimdi 15 Şubat benim için düşman gerçekliğidir, vücudumdan iliklerime kadar inen öfkedir, gün geçtikçe militan kişiliğime güçlenmeme etkendir.
Nujiyan SERHAT
- Ayrıntılar
Şubat ayını hep karanlık, deli, belirsizlik ve insanı kasvete sokan, sağuk bir ay olarak değerlendiririz. Halktada bu böyle. Ama bizim için 9 Ekim’den sonra 15 Şubat komplosu ile tam karanlık bir ay olarak ele alındı. Fakat unutmamak gerekir ki, her zaman madalyonunu iki yüzü vardır. Nasıl bakar ya da yorumlarsan, o yön belirgin olur. Şubat ayında, bir halkın umutlarını söndürmek istediler ama şunu hesaba katmadılar. Mevsimsel bir hata yaptılar. Şubatın kara yazgısının ve sağukluğunun ardına gizlenmeye çalıştılar. Oysa, o şubat anlayışı onların yaratımıydı. Çünkü Rêber APO bu anlayışı çoktan tersyüz etmişti. Nasıl ki, Şubat o bembeyaz örtüsünün altında baharı mayalıyorsa, RêberAPO’dahalk düşmanlarının karanlık hesaplarına karşın, barış ve özgürlükte ısrarın özü olan PKK mücadelesinin aydınlık meşalesi oldu. Onlarca sempatizan, yurtsever, militan gerçeği, RêberAPO’ya olan bağlılıklarının özü olarak, Şubat’ın karanlıklarını ve buzlarını bedenlerinden yaktıkları meşaleler ve özgürlük tililileri ile aydınlatıp, eritmişlerdir.İşte düşmanın ummadığı ve planlarını boşa çıkaran bu bütünsellik ve en zor bağlılık gösterme tarzı!
Başkanım, sizden ayrılığımızın 12. yılına giriyoruz. Ama biz bu ayrılığın acısını ilk anki sıcaklığıyla halen yaşıyoruz. Yaşam fırtına ve sarsıntılarla doludur, derdiniz. Ve yaşamdaki acıların da en büyük öğretmen olduğunu yine sizden öğrendik. Egemenlikli uygarlığın kendi çıkarlarından dolayı halklar üzerine uyguladığı yoğun baskı ve acılarda; PKK de, bir kırlangıç fırtınasına tutulmuş gibi savrulmaya çalışıldı. Ama Şubatın kar, soğuk ve donukluğunda bitirilmek istenirken, kardelenler misali tüm nazik, sade ve narinliğiyle, beşbin yıllık kronikleşen iktidar ve onun despotik karakterine bir karşı koyuş ve direngenlik içinde varlığını yaşamsallaştırdı PKK.
Şubat bilseydi, bu karanlık komplo planlamasına tabii olur muydu? Sanmıyorum. Çünkü, ben şubatı, bir ananın hamilelik süresinin en son yoğunlaşmış evresi olarak tanımlıyorum. Bu diyalektik döngü varoluşun her evresinde yeniden doğuş, canlılık ve yaşam olarak hep varola gelmiştir ve varola gitmeye de devam edecektir. Bu sebeple Şubat’a da özünde bir ihanet edilme durumu sözkonusudur. Biz mücadelemizle hem insanlık tarihinin hem de doğanın özgürlükçü deviniminin özüne denk bir akışını gerçekleştirme çabasını veriyoruz. Egemenlikçi zihniyetin karattığı bir ay olmasından dolayı, Şubat da, insanlık doğal toplumun gerçek özüne ulaştığında, kendini aklamış olacaktır.
Başkanım, bu 12 yıl içerisinde yaşadıklarınızı, çaba ve mücadelenizi, herkes ve herşeye rağmen gösterdiğiniz tempo, irade ve binyıllara bedel düşünsel-ideolojik-toplumsal-kültürel eserlerinizi herkes görüyor ve her geçen gün insanlık tarihindeki onurlu yerinizi almanızı görmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Hala bu kadar saldırgan ve tahammülsüz olmaları da sizin bu karakterinize galip gelememekten ve dahası her şeye rağmen bu kadar etki alanınızı genişletmenizedir. Yaşamınızda yenilgilerden yengileri yaratmayı hep bildiniz ve yaşam amacınız hep zaferi kişilik sahibi olmak oldu. Düşmanın ve hatta içimizdeki bazı kesimlerinde anlayamadıkları ya da çözümleyemedikleride bu gerçek . Bu karakterinizle, düşmanın halkımız, mücadelemiz ve tarihi değerlerimiz üzerine yürüttüğü bu kadar yoğun saldırı ve komplolara hep engel oldunuz ve onların tüm hamlelerini bir karşı atak olarak tersine çevirmeyi ve boşa çıkarmayı, yengiye dönüştürmeyi, tarihi bilincinizin ışığında hep başardınız.Egemenlikli tarih anlayışının yanılgısı,tarihi bir tekerürden ibaret görmesidir. Oysa tarih eğer doğru okumasını bilirsen hiçbir zaman tekerrür etmez. Belirli koşul, zaman ve mekandandolayı her nekadar bazen benzer sonuçlar gösterse de özde devamlı bir farklılığı içinde barındırır. Egemenlikli sistemin bize uygulamak istediği, tarihte yaşadığımız talihsizlik ve yenilgileri aynı zaman ve dönemlere denk getirerek yenilgi ve boyun eğmeyi bir kadermiş gibi bize özümsetmek ve direncimizi kırmak istem ve planlarından başka bir şey değildir. Sizin de hem kendi şahsınızda ve hem de Kürt halkının özgürlük mücadelesinde yapmak istediğiniz, egemenliğin yarattığı bu verilitarih anlayışının yanılgısını ve amaçlılığının gerçek yüzünü göstermektir. Kayada biten bir çiçek olan PKK’nin ortaya çıkışında ve kısa zamanda halkların özgürlük umudu olmasından başlayarak, bu baş aşağıgidişin halkların kaderi olmadığını, zor ve hilelerle halklara içirilmeye çalışılan bir kandırmaca olduğunu da ispatlamış oldunuz.
15 Şubat 1925, Kürtlerin yakın tarihinde kara bir gün olarak ve halkların umutlarının kırıldığı bir gün olarak,Şex Saîd’in pek çok komplo ve oyunla esir alındığı ve serhildanın bastırıldığı bir tarihtir. Sizinde uluslar arası bir komployla esir alınmanızın bu tarihe denk getirilmesi bir tesadüf olmayıp, oldukça bilinçlice ve planlanarak tasarlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Mesaj şudur, her başkaldırdığınızda önderinizin ve halk olarak sizinde sonunuz hep katliam ve soykırım olacaktır. Bu ezilen halkların değişmez bir yazgısıdır. Kısaca “tarih tekerrürden ibarettir” anlayışının bir gereğinden başka bir şey değildir. Ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Kürt halkı ve onun bağrından çıkan özgürlük militanlarıda, Başkanım, sizin bilgeliğinizle açmış olduğunuz bilim yolunda bir tarihi bilinç düzeyine ulaşmış ve bu yolda ilerlemeye devam eden bir gerçekliğe kavuşmuştur. Bu saye de, insanlık, kendi yaratımı olan tarihinde hak ettiği yere sonunda mutlaka ulaşacak ve tanrıçaların öz kızları ve oğulları olarak, okyanusların maviliğine eş özgürlük deryasında birer anlam damlaları olarak varlıklarını yaşayarak devam ettireceklerdir.
Tüm karartılmışlığına rağmen ŞUBAT da bu bilimsel tarihi bilinç ışığında kendi öz varlık anlamına kavuşacak ve gebeliğin son aşaması olan yeniden doğumunu özgürce gerçekleştirecektir. Bu özgürlük doğumunda ebelik rolü, tanrıça ananın öz evladı olmayı başaran, tüm verimliliklerden arınmış olan siz özgür insana bahşedilmiştir. Şubatın koynunda mayalanan bahar özlem ve inancıyla, BAŞKANIM.
Berî DERSİMÎ
- Ayrıntılar
KOBANÊ sadece bir direniş alanı ve direnişin zafere ulaştığı bir alan değildir. Kobanê aynı zamanda bir direniş ve başarma ruhudur. Bu bağlamda Kobanê ruhu her alanda, tüm çalışmalarda en aktif bir şekilde olmaz denilen ortamlarda bile, büyük bir coşku, özveri, irade ile mücadele etmedir de.
Bugün hepimiz Kobanê’de ortaya çıkan destansı direnişi kutluyoruz, yanında olduğumuzu da belirtiyoruz. Lakin her yerin nasıl birer Kobanê haline getirilmesi gerektiğini yeterince dile getirmiyor ya da yaşamımızı ona göre örgütleyemiyoruz.
Unutmayalım ki Kobanê neredeyse dört cephesi kuşatılmış bir haldeyken, imkanların en kıt ve inancın en az olduğu bir ortamda büyük bir inanç ve moral yüksekliği ile ortaya çıkmıştır. Halkımız, halklarımız ve sol-sosyalist güçlerde büyük katkı sunmuşlardır. Lakin Ortadoğu’nun tüm gerici güçleri neredeyse bir cephe haline gelerek-özelde de TC Devleti’nin öncülüğünde –saldırılarını bir dakika durdurmamışlardır. Hatırlayanlar bilir; herkes “Kobanê düştü ha düşecek” diye “çiftetelli” bile atmıştı. “Haydi Kanton’unuzu savunun” diyen seslerde halen kulaklarda yankısı olmalıdır. Ve tabii büyük güçlerin de Kobanê’nin ayakta kalamayacağının söylemeleri de unutulmuş değil. Hele oralarda “devrim mevrim diye bir şey yok, sadece konjonktüreldir” diyen ve direnişin çökeceğini bekleyenlerde az değildi. Yine özelde Kuzey Kürdistan'da faşizan ve gerici DAİŞ yapılarına açıkça arka çıkan ve bu bağlamda da Kobanê’nin düşmesi için dua edenler de az değildi.
Ama görüldü ki tüm bunlar boş hayal ve içi boş ve özü itibariyle de kof böbürlenme ve niyetlerden öteye bir şey değildiler. Bir kere yeter ki insan kendisine güvensin. Yeter ki insan umudunu yitirmesin. Umudun zaferden daha değerli olduğunu hafızalarda silmesin. Ve buna inadına bağlanarak kendini var kılmasını bilsin. O zaman orada azmin ve iradenin yıkamayacağı hiçbir güç ve hiçbir engel olamaz. Olamadığını bize Kobanê gösterdi. Ve bir yoldaşımızın dile getirdiği gibi: “Ve unutma, en güzel göz, toprağına bakan ve ona sevdalanan gözdür” ve yeter ki o göz körelmesin, o yürek kararmasın, o inanç kırılmasın, o sevda tükenmesin. Gerisi denildiği gibi teferruattır, ayrıntıdır. O da dayanma gücü, emek ve çalışmadır, direnmedir. Etini dişine takarak inadına da meydanlarda bu toprakların özüne denk bir şekilde durmaktır ve vuruşmaktır.
Buna biz dağın dünyası diyelim. “Dağ dünyası, Kürdün yitik ruhunun kendi rengini, kendi sesini ve nefesini kalıba döküp, biçim kazandığı dünyanın adıdır. Ruhlar dünyasının yitiklik eşiğine getirilmiş çocuklarının varoluşa tutundukları hayatın bütün bağları dağlar dünyasında kurulur.”
Ya da ne bilelim bir başka yoldaşımızın ifade ettiği gibi: “An. An ol, anda yarat, anda çoğalt, anda gül, anda kuşat, anda gerçekleş, anda anlamlandır. Anlamlı anı yarat. An ile tarih yaz. Devrimcilik an be an yaratmaktır.”
İşte Kobanê an be an yaratmaktır. Bunu ise buna inananlar yapabilir, beyin ve yürek gözlerini açanlar yapabilir ve birde bu açılan yürek ve beyin gözlerini takip edenler yapabilir.
Özcesi; Kobanê sadece bir zaferin adı değil, Kobanê sadece halkların buluşması değil, Kobanê sadece inadına bir direnmekte değildir. Kobanê her yerde, her zamanlarda bağlı kalınması gerektiği ve ona göre tüm yaşamımızı örgütlememiz gerektiği bir ruhtur, özgürlüğe koşan, hiç kimsenin önünde-şartlar ne olursa olsun- diz çökmeyen, şikayet etmeyen, koşulsuzlukları koşula çeviren, umutsuzluğu umuda çeviren, kara kışları sıcak ve yeşil bahar ve yaz aylarına eviren yaşam duruşunun da adıdır.
Ve bunun için Kobanê demek yeniden kendi köklerine giderek, oradan bugünlere, tüm saldırılara inat nasıl gelindiğini bilerek yaşamasını bilmektir. Tarihi bilmektir. Tarihini bilmektir. Özgürlük tutkusunu bilmektir. Ve tabii ki tüm bunları bilerekten var olma meydanında ve meydanlarında büyük bir arzu ve istekle Kobanê’deki kadın gerilla ve militanlar gibi tilililerle, zılgıtlarla faşizmin üstüne ikirciksiz bir şekilde yürüyerek destanlar yaratmasını da bilmektir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar