İnsan içine doğduğu toplumla var oluyor. Çoğu zaman toplum olmadan insanın var olamayacağı, var olsa bile bizim kullandığımız manada insan olamayacağı söyleniyor. İnsan bu bağlamda sadece biyolojik bir varlık olarak ele alınmıyor. İnsan derken toplumsallık bir varlık olarak ele alınması söz konusudur.
Bugün içine doğduğumuz çağda halen Kürtler tanınmıyor. Başka bir deyimle Kürtlerin toplumsallığı kabul edilmiyor. Kürtler kendi toplumsal varlıklarını kabul ettirebilmek için tam 40 yıldır direniş halindedirler. Toplumsallığını kabul ettirmek için verilen bedeller oldukça ağır da olmuştur. Belki de bu toplumsallığı köklü bir şekilde kabul ettirmek için daha büyük bedeller de ödenebilir. Bunun nedeni açıktır; toplumsallığın tanınmıyorsa, kabul görmüyorsa orada bir ret ve inkar vardır. İnkarın ve ret olduğu yerde ise fiziki ve kültürel yok oluş süreci devrededir demektir.
Eğer bugün Kürdistan’da yüksek bir sesle kültürel soykırım diye haykırıyorsak bunun nedeni bu gerçekliktir. Kürtlerin toplumsallığı bilinçli bir şekilde kabul edilmiyor, ret ediliyor, inkar ediliyor. Ve bununla da hedeflenen uzun vadeye yayılmış bir yok etme yani imha sürecidir. Buna kimimiz asimilasyon diyoruz, kimimiz de kültürel soykırım diyoruz. Kürt halk önderliği kaleme aldığı bir çalışmasında: “Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak” başlığını kullanıyor. Gerçekten de Kürt toplumsallığını ısrarla ret etmek özü itibariyle Kürtler için tehlike çanlarının çalması demektir.
Kürt toplumsallığına en büyük saldırı ise bilinçli bir şekilde geliştirilen, geliştirilmek istenen bireycilikle yapıldığını unutmamız gerekiyor.
Bireycilik bilindiği gibi kapitalizmin bir hastalığı daha doğrusu kapitalist modernitenin bilinçli bir şekilde tüm insan toplumsallığını dağıtmak için özenle geliştirdiği, ahlaki ve politik değerlerden uzak yaşam biçimidir.
“Toplumsal ahlakın çok zayıfladığı ve kapitalizmin özellikle postmodern aşamasında içine girdiği ‘gemisini kurtaran kaptandır’ ilkesinin egemen olduğu aşamasında, toplumsal değer yargılarıyla bağlarını kopartmış kimliği ifade eden insanlık durumu tam bir bireycilik hali olmaktadır. Bireycilikte bireyin kendi toplumuyla ilişkisi topluma saldırı durumu olmaktadır. Bu durum bir bencil olarak sadece tüketmekle yetinme hali değildir. Bencilik sadece kendini düşünme gerçekliği olduğundan, kendi çıkarı için toplum ve diğer toplumsal katmanlarla sürekli çatışır halde olmayı yaratır.”
Dikkat edecek olursak, insanlığın şafak vaktinde bugüne gelmesinde en önemli rol toplumsallığın oynadığı roldür. Toplumsallık insanlığı bugüne getiren temel güç olmuştur. İnsanlığın en temel değerleri olarak her zaman ahlak örnek gösterilir. Dayanışma yine öyle. Ortaklaşma keza. Yardımlaşma. Birbirini düşünme. Birbirini koruma, savunma, ortak değerler uğruna birlikte yaşama vb. yine tüm dinlerin verdikleri mesajlar da hep toplumsallığın güçlendirmesine dönük mesajlar olmuştur.
Ne zaman toplumsallığı kutsayan mesajlar azalır, ağırlıkta yıkım anlarında yani ahlaki çöküşlerin yaşandığı anlarda. Ahlaki çöküşlerin yaşandığı anlar en büyük vurgunların yapıldığı an’lar olarak da bilinir. Hırsızlık, fuhuş, pazarlama, yıkma, çalma, yalan-dolan, savaşlar gibi durumlar dikkat edilirse en çokta ahlaki çöküş anlarında rağbet bulur.
Bunun için öncelikli olarak ahlaka vurmak gerekir. Yani öncelikli olarak toplumsallığa vurmak gerekiyor. Toplumsallığa vurmanın en etkili silahı da yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bireycilikle yapılır.
“Bireycilik, birey ve bireyselliğin toplumsal değerlerden adeta intikam alırcasına tam bir toplum karşıtlığına dönüşmesi durumunu yaşamasıdır. Bunun için bireyciliğe kapitalizmin insan tipi demek yerindedir. Bu insanda toplumun tüm ahlaki değerlerine saldırmak temel bir davranıştır. Her şey ama her şey –kendisi de dahil- bu kişiliğin alım-satım malzemesidir. Günübirlik yaşam felsefesi içinde olmak ve tarihsel değer yargılara yabancılık, bu insan tipinin en belirgin özelliği olmaktadır. Toplumsal kolektivizme gelmeyen bireycilik, insanlar arası ilişkilerde çıkarcı olduğundan saldırgandır.”
Saldırganlığını kendi çıkarları için inanılmaz ölçüde savunmasıyla bağlantılıdır. Bir bit’i için yakmayacağı döşek ya da yorgan yoktur. Kendi çıkarı için satmayacağı değer de yoktur.
“Bireycilik, bireyin toplumda göstermesi gereken sorumluluk ve yaratıcılığı gösteremez. Bu gerçeklik, toplumu ören temel ilke olarak ahlaka saldırmak demektir. Sürekli kendi çıkarını esas alan insanın karşısındaki insanları düşünmemesi gerekir. Bunun için de karşıdakini kendisi gibi bir insan olarak ele almamak, kendisinden faydalandığı ve kendisi için kullanabildiği kadar yakınlık duymak, bireycilikle ortaya çıkan önemli bir anti-sosyal ilişki olmaktadır. Bu yaklaşımda insanın insana güven duyması gerçekleşmez. Toplumsal ilişkilerde ören ve kuran değil çözen ve yıkan ilişkiler üzerinden toplumda yeni ilişki ağları gerçekleştirir. Toplumdaki dayanışma, yardımlaşma, kolektivizm gibi temel insani ilişkiler en anlamsız ilişkilere dönüştürülünce, kendini kurtarmak, kendini kurtarınca da birçok insanı batırmak temel 'insani' özellikler biçiminde yeni bir sapkın yaşamın doğrusu haline getirilir.”
Kürt halk önderliği: “Kapitalist modernite dönemi, bireycilik ve tekelciliğin azami geliştirilmesi sonucunda ahlâki ve politik toplumun en işlevsiz halini yaşadığı dönemdir. Azami iktidar olarak ulus-devlet, politik karakterini azami ölçüde yitirmiş toplumdur. Ulus-devlet böylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplum ulus-devlet ve küreselleşen şirketler içinde âdeta eritilmiştir. Michel Foucault bu noktada toplumun savunulmasını özgürlüğün temeli olarak görür. Toplumun yitirilmesini (aşırı bireycilik ve tekeller tarafından, modernitenin ta kendisi olarak) sadece özgürlüğün değil insanın da yitirilmesi olarak değerlendirir” demektedir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Dünya tarihinde de görüldüğü gibi eğer bir toplumun dili yok olursa o toplum da yok olur. Hele hele bir de fiziksel bir yok oluşta yaşatılıyorsa o toplum tarihin tozlu sayfalarında yerini alır.
İnsanı bu dünyada var eden temel öğelerden birisi de toplumsallaşma gerçeğidir. Toplumsallık geliştikçe insanın tabiat içerisindeki yeri daha belirginleşti ve var oluş arayışı daha da güçlendi. Toplumsallığın da temel argümanı her toplumun kendi dili oldu. Dil toplumun kimliği, yaşama gerekçesi ve her şeyden önce de arayışlarına cevap oldu.
Tabiatta birçok soru vardır. En temel sorular her zaman ve her dönem için soruldu ve onlara cevaplar arandı. Bu soruların başında hiç şüphesiz ki “özgürlük nedir?” ve “nasıl özgürce yaşanır?” soruları geldi. Hele hele toplumsallaşmanın gelişmesine karşılık gelişen özgür yaşamın yok edilmesine neden olan sömürgeci zihniyet geliştikçe bu sorular daha da yakıcı hale geldi. “Nasıl yaşamalı?” sorusu da bunların ilklerinden biri oldu.
Nasıl yaşamalı? Tabii ki insan her şeyden önce kendi diliyle yaşamalı. Kendi diliyle yaşayan insan dünyayı dahi iyi algılar, daha iyi yorumlar, daha iyi takip eder. Eğer bir insan dil kargaşası yaşıyorsa o insanın toplumsallık içerindeki gelişimi diyalektiğe göre olmaz. Diyalektiğin kendisi doğallığa göre olanıdır. Eğer ki yaşamı doğallığında koparmaya çalışırsanız orada diyalektikte de sorun çıkar. Kimse buna da doğal gelişim diyemez. Bir de toplumun gelişimini ve yaşamına zorla ve bilinçlice müdahale ediliyorsa ona kesinlikle doğal gelişim denmez. Onun için de insanlık nasıl yaşmalı derken, doğal yaşamanın en vazgeçilmez gerçek olduğunu ifade etmek istemiştir.
“İnsan nasıl özgür yaşar?” sorusu ise ilk insandan günümüze kadar güncelliğini korumuştur. İnsan toplumsal gerçekliğiyle özgür yaşar. Adaleti, hak, hukuk ve ahlakı toplumsallığında bulur. Başkasının toplumunda bunların hiç birini bulamaz. Eğer özgür duygularla yaşamak isteniyorsa kendine ait yaşam argümanlarını ayakta tutmak zorundadır. Diğer haliyle nereye gitse de bu dünyada hep “yabancı” kalacaktır. Çünkü onu insan yapan temel argümanı olan dilini kimse kabul etmiyordur. Aynı Kürdistanlılarda olduğu gibi.
Kürt dili için bazıları “evrensel değil” onun için gerek yok diyorlar. Sözde evrensel olmayanın bilimsellikle alakası olmazmış, diyorlar. Özellikle şimdinin AKP’li Türk faşist ideologları bunları akademik söylemlerle topluma yutturmaya çalışıyorlar. Tabii kendileri bir kere alışmış her hapı yutmaya, aynı hapı Kürtlere de yutturmaya çalışıyorlar.
Bugün elli milyonluk bir toplumunun dili olan Kürtçe Güney Kürdistan’da temel eğitim dilidir. Yine Rojava devrimi ile birlikte oradaki tüm okullarda eğitim Kürtçe verilmektedir. Bu yerlerde Kürtler Kürtçe eğitim gördükleri için bilimsel gelişmelerde geri kalmadılar-kalmıyorlar. Daha düne kadar Arapça, Çince, Japonca vb. diller için “kargacık-kurgacık” diyenler bugün de Kürtçe için aynı sözleri söyleyerek politik olarak Kürtlere temel hakkı olan Kürtçe eğitim hakkını vermeyeceklerini söylüyorlar. Biz de bu sözleri söyleyenlere diyoruz ki; sizin o yüz yıllardır süren asimilasyon politikalarınıza rağmen biz anadilimizde eğitimi gerçekleştireceğiz. Belki bizim nesillere anadilde eğitim görmek nasip olmadı ama gelecekteki Kürt nesilleri için bunu gerçekleştireceğimize dair ant içtik.
Türkiye’de Türk olmayan çocuklara özellikle de Kürt çocuklarında “Türküm, doğruyum, çalışkanım...”sözlerini her sabah söyletmek en büyük faşizm olmaktadır. Bir taraftan Kürtlere anadillerinde eğitim vermeyeceksin bir taraftan da Kürt çocuklarını faşistçe asimile etmede ısrar edeceksin. Dünyada bir eşi benzeri olmayan bu faşist uygulamayı artık Kürtler kabul etmiyorlar-etmeyecekler. 19. Yy Hitler faşizmini bile geride bırakan bu uygulamalar insanlığın bir ayıbı olmasına rağmen halen kendini var ediyorsa, dünyanın adalet terazisinden sorun var demektir. Böylesi bir durumu en iyi görecek ve deşifre edecek olanların başında Kürt gençleri gelmektedir. Özellikle dünyayı yeni yeni tanıyan Kürt gençleri bu politikaları iyi okumak zorundadır. Özgürlük ve adaletin arandığı her alanda kendi toplumsallığına sahip çıkarak mücadelelerini her yerde yükseltmelidirler.
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
Ne demiştik Vekâlet kelimesi için, vekillik demiştik. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” diye tanımlamıştık. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye kullandığımızı hatırlatalım.
Bunun için Vekâlet Savaş’ına “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” demiştik.
Ortadoğu bugün hiçbir zaman olmadığı kadar başkaları adına yürütülen savaşlara sahne oluyor. Geçmişte bu işin başını hep İngiltere çekerdi. Ve bu savaş biçimine bizler “böl, parçala, yönet” dediğini biliyoruz. Bu savaş biçimi süreçle tüm emperyalist güçlerin savaş biçimi haline geldiğini de herkes gördü. Bir maşa’n varsa neden elini yakasın ki?
Öyle görülüyor ki TC devleti de tamamen böyle bir savaş biçimini kendisine esas almaya başlamıştır. Birilerini kendisi için savaşır hale getirerek Ortadoğu’da büyük savaşların fitilini çakmaktadır.
Rojava Kürdistan’ında Kürtler adım adım kendi öz yönetimlerini oluşturuyorlar. Ve bu onların hakları. 1963 yılından bu yana SuriyeKürtleri eritmek için her şeyi yaptı. Dil yasakları, kimliksizlik, tehcir, aşağılama, muhacirlik statüsü derken Kürtler her zaman tüm hakların dışında tutuldular. Kürtler bu statüsüzlüğe ve de horlamaya karşı en az 10 yıldır aralıksız mücadele ediyorlar. Hatırlayanlar bilir ki 2004 yılında Rojava’nın Qamışlo kentinde bunun için onlarca Kürt katledildi.
Özcesi Rojava’da Kürtler on yıllarca süren baskılara karşı direnişe geçerek kendi devrimlerini 19 Temmuz 2012 yılında ilan ettiler. Ve dediğimiz gibi adım adım o gün bugündür kendi öz yönetim çalışmalarını da yürüttüler. Ne var ki TC devleti, AKP öncülüğünde Kürtlerin bu uyanışına tahammül edemedikleri için birçok hile ve oyuna başvurdular. Önce Özgür Suriye Ordusu adındaki oluşumu Kürtlerin üzerine sürmeye çalıştılar. Ve çok tutmadı. Bu kez ABD’yi farklı şekilde Kürtlerin üzerine sürdüler. KDP’nin Rojava Kürtlerinin üzerine sürülmesi esasta bu gerçeklikti. Buda ilk etapta istenen sonucu almayınca bu kez Kürtlerin başına Cephet El Nusra adındaki hareketi musallat etmeye başladılar.
Herkese tuhaf gelebilir, güya AKP kuzey Kürtleriyle sorunlarını çözmeye çalışıyor havası veriyor. Bu havayı verirken, bolca kardeşlik, Türk ve Kürt ortaklığından da dem vurmadan edemiyor. Tüm bunları dillendirirken Rojava Kürtlerine ise inanılmaz derecede düşmanlık yapıyor. Dediğimiz gibi silahlı çete örgütleri para, silah, lojistik destek ve birde askeri eğitim imkanı sunarak, yetmediğinde ise bizatihi kendi komutanlarını içlerine koyarak bu savaşı sürdürüyor. Özcesi TC devleti Kürtlere açıktan düşmanlık ettiğini söylemiyor ancak parayla kendisi için savaşacakları bularak Kürtlere karşı savaş ediyor. Çok mu ama çok kirli bir Vekalet Savaşını Türkiye devleti AKP hükümeti öncülüğünde Kürtlere karşı sürdürüyor.
TC devleti bunu yaparken Kürdistan’da da Vekalet Savaşlarına katılan bir güç var. Bu gücün adı KDP’dir. Bir önceki yazımızda: “Dikkat edilirse Suriye’de yürütülen savaş bir nevi ABD’nin bölgede hegemonyasını daha fazla geliştirme savaşıdır. Ancak şimdiye kadar ABD devreye girmemiştir. İngiltere devreye girmemiştir. Lakin savaş da durmamıştır. Başka bir deyişle, ABD’nin yerine savaşan başka güçler vardır. Yani birileri ABD ve İngiltere’nin savaşını Vekaleten alarak yürütmektedir. Bu durumda Vekaleten Savaşı yürüten güçlerin başında birisi Türkiye iken diğer önemli Vekalet Savaş gücü ise KDP’dir” demiştik.
Bunun böyle olduğunu her geçen gün herkes daha iyi görüyor. KDP bırakalım ABD’nin çıkarları için Rojava’da savaşmayı, bu kez TC devletinin çıkarlarını korumak için Rojava’da bir Vekâlet Savaşı veriyor. KDP hem kendisi TC devletinin Vekalet Savaşını yürütüyor hem de kendisi adına başkalarını savaştırtıyor. Örneğin El Parti böyle bir çete örgütü konumunu yaşıyor. Hatırlayanlar bilir geçen sene TC dış ilişkilerinin Hewler Türk konsolosuna gönderdiği çok gizli belge basına yansımıştı. Bu belgede KDP’nin Rojava Devrimi’ne karşı nasıl bir rol oynayacağı açıkça dile getirilmişti. Rojava Devrimi’ne karşı silahlı faaliyetlerden tutalım da, ajanlaştırmalara, hatta Rojava’da gelecek olan Kürtlerin nasıl özgürlük hareketine karşı kullanılacağına kadar birçok detay belgede yazılmıştı.
Özcesi KDP’nin Rojava Kürtlerine karşı yapması gereken kontralık ve karşıtlık açıkça TC devleti tarafından çizilmişti. Ve o gün bugündür dikkat edersek KDP Rojava Devrimi’ne karşı tüm kirli oyunların içerisinde yerini almaktadır. Rojava Devrimi’ni ezmek için ne kadar çete gücü varsa bizatihi desteklemekte, silahlandırmakta, para vermekte ve Rojava Devrimi’ne karşı bu güçleri öne sürmektedir.
Yine bir önceki yazımızda: “Maalesef bu kez Vekaleten devralınan Savaşı emperyalist devletler ve Türkiye adına KDP, Rojava Kürtlerine karşı yürütmektedir. Bunun ise Kürtlerin iç ilişkileri açısından çok hayırlı bir savaş biçimi olmadığıileride tarihin bize göstereceği açıktır” demiştik.
Bir adım ileriye götürerek şunu söyleyelim: KDP’nin başkaları adına yürüttüğü bu kirli Vekalet Savaşı kesinlikle eninde sonunda en çok zararı KDP’ye verecektir. Çünkü Kürtler özelde de Rojava Kürtleri kendilerine karşı yürütülen bu kirli savaşa, politikalara gerekli olan en sert cevabı vererek, kim nereyi hak ediyorsa oraya gönderecektirler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Aynı zamanda yeni özgür Kürt gerçeği de oluyor bu. Çünkü PKK çağdaş Kürt direnişini temsil ediyor. Kırk yıllık yoğun bir mücadele içinde yeni Kürt bireyini ve toplumunu yaratacak düzeyde bir gelişme ortaya çıkarmış bulunuyor. İşte bu büyük gelişmeyi temsil eden bir olayı izliyoruz TV ekranlarında. PKKnin 11. Kongresini yaptığı haberini veriyor bültenler.
11. Kongre görüntüleri kırk yılın birikimini yansıtacak düzeyde. Divanın arkasında Önder Abdullah Öcalanın büyük boy bir resmi ortada duruyor. Resmin iki yanında on kadın ve on erkek resmi asılı. Hepsi de önemli süreçlerde direniş mücadelesine damga vurmuş şehitlerin resimleri. Haki Karerden Sakine Cansıza kadar bir zincirin halkaları gibi diziliyorlar. Doğal ya da resmi Merkez Komite üyeleri oluyorlar. Önder Abdullah Öcalanla birlikte KCKnin yirmi bir ışınlı güneşini oluşturuyorlar.
Kuşkusuz PKKnin şehit Merkez Komite üyeleri bunlarla sınırlı değil. Salonun sağ ön yanında, hemen konuşmacı kürsüsünün önünde on dokuz resimden oluşan bir pankart asılıyor. Bunlar da şehit Merkez Komite üyelerinin resimleri oluyor. Kongre salonundaki şehit resimleri sadece bunlar mı? Kuşkusuz hayır! Salonda neredeyse iki yüze yakın şehit resmi bulunuyor. Hepsi de şehit gerilla komutanlarının, ERNK ve KCK yöneticilerinin resimleri. Kimi genç kimi yaşlı, kimi kadın kimi erkek! Salon Önder Abdullah Öcalanın ve şehitlerin resimleriyle donanmış. Her yerde Önderlik ve şehitler var. PKK gerçekten bir Önderlik ve Şehitler partisi! Her konuşma Önder Abdullah Öcalanı ve kahraman şehitleri anarak ve selamlayarak başlıyor.
Kongre salonunu 120den fazla kadın erkek dolduruyor. Kimisinin saçı dökülmüş veya bembeyaz olmuş. Burdan bakınca insan Acaba PKK yaşlanmış mı? diyor. Diğer yandan daha henüz yirmisinde olan insanlar var. Kongre bileşimi kırk yıllık mücadelenin birikimini yansıtıyor. İçlerinde 26-27 Kasım 1978de Licenin Fis Köyünde yapılan birinci kuruluş kongresine katılmış olanlar da var, yeni ilk defa bir PKK Kongresine katılmakta olanlar da. Çoğunluğun ilk defa bir PKK Kongresine katılmakta olduğu anlaşılıyor. Fakat hepsinde aynı heyecan ve coşku var. PKK Kongresiyle Kürdistan Özgürlük Hareketinin yeni önemli kararlar alacağını herkes biliyor.
PKK Merkez Komitesinin kongrenin aldığı kararları açıklayan bildirgesi katılanlardaki bu bilincin abartı olmadığını açıkça gösteriyor. PKK Kongrede Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu ve dünyaya ilişkin ne varsa hepsini tarihsel bir perspektif içinde tartışmış ve hepsine dair de demokratik modernite çizgisinde yeni ve tarihi kararlar almış bulunuyor. Merkez Komite bildirgesinde sadece Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın başlattığı demokratik siyasi çözüm süreci temelinde Kürt sorununu çözmek için AKPye, Kürdistan Ulusal Kongre çalışmalarını başarıya ulaştırmak için başta KDP olmak üzere tüm Kürt partilerine, Rojava halkının özgür iradesinin kabul edilmesi için mevcut çete saldırılarının arkasında olan herkese çağrı ve uyarı bulunmuyor, bunlarla birlikte ideolojik sorunlardan askeri sorunlara, örgütsel sorunlardan ekonomik sorunlara kadar her türlü sorun için önerilen çözüm yolları yer alıyor.
Aslında PKKnin kongrede yaptığı değerlendirmelerin içeriğine ve geliştirdiği çağrıların gücüne de fazla takılmamak gerekiyor. Hiç kuşkusuz bunlar da çok önemli ve PKKnin değerlendirme ve çözüm gücü çok yüksek. Çünkü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın İmralıda geliştirdiği Savunmaların teorik ve felsefik düzeyi çok ilerde. Yirmi birinci yüzyılda başta kadınlar olmak üzere tüm ezilenlere kurtuluş yolunu gösterecek bir düzeyde. Tüm ezilenler için yeni bir özgürlük bilinci ve eylem kılavuzu olmayı ifade ediyor. Dolayısıyla PKKnin teorik ve ideolojik düzeyi tarihinin en ileri noktasına ulaşmış bulunuyor.
Bu nedenle elbette PKK Kongresinin içeriği ve verdiği mesajlar çok önemli. Ama bununla birlikte PKKnin 11. Kongresini de başarıyla yapabilmiş olması çok daha önemli. Herhalde şimdiye kadar 11 kongre yapabilmiş ilk Kürt partisi PKK! Kırk yıldır büyük zorluklar yaşanmış olsa da yenilip ezilmeden mücadele yürüten ve zafer iddiasını hala çok güçlü bir biçimde koruyan tek ve ilk parti PKK! Esas olarak bunları hiç küçümsememek ve büyük bir ciddiyetle ele alıp önemle değerlendirmek gerekir. Çünkü bu durum, PKKnin kırk yıldır özgürlük mücadelesinde sürekliliği kesintisiz olarak sağlayabilmiş olması her bakımdan Kürt toplumu için etkisi yüzyıllara yayılacak olan büyük birikimler ortaya çıkartmıştır.
PKK fiili doğuşunun kırk birinci, resmen kuruluşunun ise otuz beşinci yılında bulunmaktadır. Resmen PKK Kongresi olarak tam 11 kongre gerçekleştirilmiştir. Oysa daha 1977 yılında kültürel soykırım rejimi tarafından PKK oluşumunun imhasına karar verilmişti. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi tarafından en çok PKKnin imha ve tasfiyesi öngörülmüştü. Cunta şefi Kenan Evren Kürdistan üzerinde uçarken darbeye karar verdiklerini açıkça itiraf etmişti. O zaman NATOnun hararetle desteklediği Ergenekoncu yönetim PKKye altıncı kongre yaptırmayacağını iddia etmişti. 9 Ekim 1998den itibaren harekete geçirilen uluslararası komplo Önder Abdullah Öcalanın imhasına dayalı olarak PKKyi tasfiye etmeyi hedeflemişti.
Oysa PKK ideolojik, örgütsel ve pratik bakımdan tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. Kendi adıyla 11.Kongresini de başarıyla gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunun dışında PKK adıyla yapılmış olan altı genel konferans var. PKK Hareketi içinde kadın, gençlik, emekçi, basın, kültür örgütlerinin düzenlediği onlarca kongre ve konferans söz konusu. 2003 yılından bu yana Kongra Gel Genel Kurulu hemen hemen her yıl toplanıyor. Elbette bütün bunlar PKKnin gücünü ve ulaştığı düzeyi gösteriyor. Kürt toplumunun nasıl örgütlü ve demokratik bir toplum, bir demokratik ulus haline geldiğini ifade ediyor.
İşte PKK 11.Kongresi tüm bu gelişmelerin hem çok açık bir ifadesi, hem de başarıyla taçlanmasıdır. PKKnin kırk yıllık mücadele içinde yarattığı bu gerçekliği görmek ve artık kabul etmek gerekir. PKK ile Kürtler artık yeni bir toplum, yeni bir ulus haline gelmiştir. Kürt bireyi ve toplumu yeniden doğmuş, yeni bir ruh ve bilinç kazanmış, her bakımdan örgütlenip kendi özgür iradesini ortaya çıkarmış, ne pahasına olursa olsun var olma ve özgür yaşama kararlılığına ulaşmıştır. Gelinen bu noktayı ve ortaya çıkan Kürt gerçeğini artık kabul etmek zorunludur. Hala Kürdü inkar etmeye çalışmak anlamsız, bu temelde kan dökmek cinayetten de öteye en büyük insanlık suçudur.
Artık gerçekleşen PKK hakikatini ve onun netleştirip özgür kıldığı Kürt gerçeğini görmek ve kabul etmek gerekir. Bu temelde Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözmek gerekir. Kürt halk varlığını artık inkar etmek mümkün değildir. Benzer bir biçimde PKK ile Kürt gerçeğini birbirinden ayırmak da mümkün değildir. PKK 11.Kongre gerçeği ortadayken, hala inkarcı bir zihniyeti ve politikayı sürdürmeye çalışmak anlamsızdır. Aklı olan bu gerçeği görür ve PKK ile özgür Kürt gerçeğini kabul ederek demokratik ve halkların kardeşçe birliğine ulaşır.
11.Kongre ile PKK gücünü bir kez daha ortaya koymuş ve ciddi bir atak yapmıştır. Bu hamle Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın özgürlüğüne kilitlenmiş bir ataktır. Çünkü Kürt Halk Önderinin özgürlüğü Kürt halkının, Kürdistanın, Kürt kadınının ve gençliğinin özgürlüğüdür. Dolayısıyla güçlenen PKK, güçlenen Kürt halkı ve Kürt demokratik uluslaşmasıdır. Önümüzdeki süreç bu gerçeği çok daha net bir biçimde herkese gösterecektir. Merkez Komite bildirgesinde ifade edildiği gibi, Kürt sorununun çözümünde 11.Kongre zaferi yaratan bir final olacaktır.
Selahattin Erdem
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Demokrasi kavram olarak halkın yönetimi anlamına geldiğini herkes söyler. Yada klasik anlamda halkın iktidarı sözcüğü de çokça kullanılır.
Devrimlerin alt üst oluşları ifade ettiği de bir gerçek. Eskinin yıkıldığı, yeninin ise doğmaya aday olduğu da bir o kadar gerçek.
Geçmişlerde alt üst oluşları sadece negatif anlamda bir yıkma olarak anlaşıldığı da bilinmektedir. Yani yıkmanın, sözün tam manasıyla yıkmak olarak algılandığı gerçekliği göz önüne getirildiğinde neredeyse negatif anlamlarla yüklendiği de bir gerçektir.
Devrimlerin ise halkların tarihlerinde ne anlama geldiğini ise en çok halklar bilir. Çünkü devrim anları sözün tam manasıyla halkın demokrasinin yaşandığı anlardır. Sistemlerin yıkıldığı ya da yıkılmaya yüz tuttuğu ancak yeninin de henüz ortaya çıkmadığı anlarda -kimisi buna geçiş anları, kimisi kaos anları demekte-demokrasini en yalın ve derin hali yaşanır.
Boşuna tarihin böyle anları tüm renklerin ve ustaların “yüz çiçek açsın, yüz fikir birbiriyle tartışsın” manasında söylediği gibi kendisini açığa vurduğu anlar olmamışlardır. Böyle anlarda toplumun tüm kesimleri istemlerini en yalın bir şekilde kendilerini açığa vururlar.
Demokrasiyi bir yönüyle halkın kendi kendine yönetmesi olarak ele almıştık, ancak bir başka daha çarpıcı tanım ise yetkilerinin paylaşımıdır. Yani yetkilerin mümkün mertebe çok ele yayılması ve dağılmasıdır. Devrim anları işte tam da böyle anlardır.
İktidar güçleri artık yapmak istediklerini yapamaz durumdaysalar ve iktidar güçleri tüm yönetim güçlerini yitirmişler ise ya da yitirmeye başlamışlar ise, sistemleri param parça olmaya doğru gitmiş ise orada sözün tam manasıyla artık devrim anları yaşanıyordur demektir.
Şimdi Rojava’da yaşananlar, yukarıda dile gelenler ışığında tamamen bir devrimdir. Sömürgeci güçlerin iktidarı sarsılmıştır. Rojava’da Kürtler ve diğer halklar yan yana Baas rejiminin denetimi dışında yaşamaktadırlar. Kendi yönetimlerini parça parça inşa etmektedirler. Yıllardır söyleyemediklerini, yapamadıklarını özgürce her ortamda, tüm platformlarda haykırmaktadırlar. Bir adım daha ileriye götürecek olursak, sözün gerçek anlamında kendi demokrasilerini hürce yaşamaktadırlar.
Devrim anları dediğimiz anlar işte böylesine inşa anlarıdır. Bugün Rojava’da büyük bir inşa çalışması yaşanmaktadır. Kimin ne yeteneği varsa, kimin ne düşüncesi varsa, kimin nasıl bir projesi varsa bu anlarda gerçekleştirme zemini tüm zamanlarda daha fazladır.
Kim hayallerini gerçekleştirmek istiyor?
Kim tüm potansiyelini açığa çıkarmak istiyor?
Kim halkının ve halklarının yüreğinde ebediyen yerini almak istiyor?
Kim tarihin bu en nazik anında tarihe ismini altın harflerle yazmak istiyor?
Kim bugüne kadar bir türlü yapamadıklarını tüm yüreğiyle gerçekleştirmek istiyor?
Gerçekten de böyle onlarca soruyu peş peşe dizmek mümkündür. Çünkü süreç bir devrim anıdır. Süreç en ileri düzeyde demokrasiyi yaşama ve yaşatma anıdır. Süreç böyle hızlı akan tarihi bir anda akma anıdır.
Bunun için diyoruz ki kendisini gerçekleştirmek isteyenler yönünü Rojava Kürdistan’ına vermelidir. “Rojava’yı destekliyoruz” sözleri yerine bizatihi Rojava’ya yüzümüzü dönerek devrim anlarının tüm sıcaklığını yaşamaya gidelim.
Devrim anları hem böyle bireyin kendi hayallerini gerçekleştirdiği anlar iken, hem de yeteneklerini zirveye çıkardığı anlardır. Yani sevinçli ve coşkulu olma anları tamamen en iyi bir şekilde böylesi anlarda yaşandığı için birde yüreğimizi coşku seli ile çağlama anıdır bu an.
Sözü uzatmadan, bugün Rojava’da yaşanan böylesine coşkulu devrim anlarına katılmak, kendine gerçekleştirmek her Kürdistanlı gencin temel bir görevidir.
Yeniden belirtelim, yüzümüzü Rojava’ya çevirelim.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak ele almıştık. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” diye tanımlamıştık. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye kullanmıştık.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak ele alınabileceğini dile getirmiştik.
Bir önceki yazımızda Vekalet Savaşlarının yerine sorunları kendi içinde çözme anlamına gelecek yaklaşımımızı dile getirerek: “Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer” demiştik. Yine, “Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor” demiştik.
Kürdistan’ın 1800’lerden bu yana tümden savaş altına ya da içine alındığını hemen belirtelim. Bu savaş altına alma sadece Kuzey Kürdistan’da yaşanan bir gerçeklik olmadığını da hemen belirtelim. Kürdistan’ın dört parçasında başta Osmanlılar olmak üzere, İranlılar ve özelde de İngilizlerin çok kirli bir şekilde Kürtlere karşı savaş içerisinde yer aldıklarını da belirtelim.
İngilizlerin kendileri için her zaman birilerini savaşa sürdüklerini belirtmiştik. İngilizlerin o meşhur olan: “Böl, parçala ve yönet” politikaları gerçek manada tamda Vekâlet Savaşlarını dile getirir. Bölerek, parçalayarak sonrada yöneterek politika yapmak demek esasta başkalarını kendi maşası haline getirerek, kendi yerine savaşa sürmek demektir. Başkalarını kendi yerine savaşa sürmek demek gerçekten de ciddi maharet ve yetenek sahibi olmak demektir. Ve bu ciddi zeka ve yeteneğin İngilizlerden bulunduğu, Afrika’nın köleleştirme tarihini bilen herkes iyi bilir. Afrika’da insanların nasıl insanlık dışı uygulamalarla adeta insanlıktan çıkarıldığını tarih bize yazar.
Afrika’yı biliriz ancak biz Amerika’da nelerin yapıldığını da biliriz. Halkların nasıl soykırımdan geçirildiklerini de bilmeyenler yok gibidir. Eğer bugün ABD dünyanın her tarafında cirit atıyorsa bunun akıl hocalığını kesinlikle İngiliz siyasetinin yaptığını bilmeyen de yoktur.
Özcesi Kürdistan 1800 yıllarında boydan boya savaşa sürüklenmiş ve yüz yıl boyunca da onlarca katliamlarla yüz yüze gelmiştir. Kürtlerin tüm yenilgilerinin altında İngilizlerin bulunduğunu da tarih bize yazıyor. Asurlarla Kürtlerin, Ermenilerle Kürtlerin, Yezidilerle Müslümanların derken birçok farklı rengin birbirine karşı kırdırılmasının altında da kesinlikle İngilizlerin olduğunu da tarih yazıyor. Bu kadar kirlilik sadece ve sadece Ortadoğu’da kirli emellerini yürütebilmek içindi. Yine Basra Körfezi’nin Rusların eline geçmemesi içindi. Çıkarları zedelenmemesi için on binlerce insanı birbirine karşı kullanarak, kırdırarak savaştırmak sadece ve sadece kendi adına savaştırmaktı ki buna da biz Vekalet Savaşı ya da Vekalet Savaşları diyoruz.
Benzer bir durumu Kürtler bu kez daha ağır bir şekilde 1920’lerin başında yaşadılar. Bu kez Kürtler daha fazla katliamlarla yüz yüze gelmişlerdir. Ancak daha ağır olan durum ise bu kez Kürtlerin uluslararası sistem dışına itilmeleri daha doğrusu atılmaları olmuştur. Yani Kürtler yok sayılmışlardır, inkar edilmişlerdir. Sonrada göreceğiz ki uluslararası hukukun dışında tutulan Kürtler bu inkardan dolayı birçok İngiltere destekli ulus devleti tarafından imhaya tabi tutulacaklar, ancak dünyanın hiçbir ülkesinde- devletinde demek daha doğru olur- bu soykırımlara karşı tek bir itiraz ve refleks bile gelişmemiştir. Bırakalım sömürgeci devletlere karşı duruşu, uluslararası güçler birde Kürtleri gerici, şaki ve günümüzde ise terörist diye damgalayarak soykırımcılara arka çıkmışlardır. Bunları yaparlarken de her zaman birilerini kendileri için kullanarak yaptıklarını da belirtmemiz gerekir.
Sözü çok uzatmadan, bugünde İngilizler-buna siz ABD’de diyebilirsiniz-birilerini kendileri için savaştırıyor. Yani Vekaleten kendilerini için Savaşanları bularak, parasını vererek savaşa sürüklüyorlar.
Örneğin bugün Rojava Kürdistan’ında Kürt halkı ilk kez kendi öz yönetimini oluşturmak için kollarını sıvamıştır. 19 Temmuz 2012 yılında ilan edilen devrim esasta kendi yolunu çizme devrimidir. Kürtler kendi yolunu daha güçlü bir şekilde çizmek isterlerken bu kez yeniden ama daha kirli ve sinsi bir şekilde Vekalet Savaşçıları devreye girmiştir.
ABD ve İngiltere Suriye’de kendi sistemlerini kurmak istiyorlar ancak bir türlü bugüne kadar istediklerini gerçekleştiremediler. Bu hengamede Kürtler kendi devrimlerini ilan ederek bir adım ileriye atıldılar. Kürtlerin Rojava Devrimi bunların beklemediği bir adım olmuştur. ABD’nin bölgede jandarması olan AKP hükümeti Rojava Devrimi’ne en sert karşı çıkan olmuştur. Bunun için bölgede taşeron rolünü oynayan AKP birçok paralı çeteleri devreye koyarak Rojava Devrimi’nin üstüne salmaya başladı. Tüm bu planlar tutmayınca bu kez Rojava Devrimi’ne karşı Güney Kürdistan’da ilişkileri en üst seviyede olan güçleri Türkiye’nin eliyle ABD harekete geçirdi. Yani Türkiye’nin harekete geçirdikleri Güney Güçleri Rojava Devrimi’ne karşı şimdilik açıkta olmasa da, fiilen bir savaş başlatmışlardır. Sınırın kapatılması, El Parti adındaki çete bir örgütün silahlandırılması gibi birçok fiili karşıtlığını içerisinde bizatihi KDP vardır. KDP’nin bir kısmı vardır.
Dikkat edilirse Suriye’de yürütülen savaş bir nevi ABD’nin bölgede hegemonyasını daha fazla geliştirme savaşıdır. Ancak şimdiye kadar ABD devreye girmemiştir. İngiltere devreye girmemiştir. Lakin savaş da durmamıştır. Başka bir deyişle, ABD’nin yerine savaşan başka güçler vardır. Yani birileri ABD ve İngiltere’nin savaşını Vekaleten alarak yürütmektedir. Bu durumda Vekâleten Savaşı yürüten güçlerin başında birisi Türkiye iken diğer önemli Vekalet Savaş gücü ise KDP’dir.
Maalesef bu kez Vekaleten devralınan Savaşı emperyalist devletler ve Türkiye adına KDP, Rojava Kürtlerine karşı yürütmektedir. Bunun ise Kürtlerin iç ilişkileri açısından çok hayırlı bir savaş biçimi olmadığı ileride tarihin bize göstereceği açıktır.
Devam edecek
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bagok dağında bulunan Agit Suruç Şehitliğine Türk sömürgeci güçlerine bağlı faşist ordu birlikleri saldırı düzenlemiştir. Saldırıda şehitlik tahrip edilmiş, şehitler ebedi istirahatgahlarından alınarak kaçırılmışlardır. Halen de nerede ve nasıl bir durumda bulunduklarına dair bir bilgi yoktur.
Olay sıradan bir olay değildir. Sıradan bir askerin, polisin ve hatta mülki amirin emir vererek yaptırdığı bir saldırı değildir. Olayın tümüyle AKP hükümetinin ve onun başbakanı T. Erdoğan’ın görüş, telkin ve emriyle olduğundan kuşku yoktur. Olay öyle “provakasyon”, “süreci sabote etmek isteyen güçlerin işi” vb açıklamalarla geçiştirilecek bir gelişme değildir.
Hiçbir ahlak, kültür ve inançta veya felsefe, ideoloji ve siyasette mezarlara ve mezarlıklara saldırı yoktur. Mezarlıklar veya ülkenin şehitliği o ülke ve halkın en kutsal yerleridir. Bir yerde her halk ve ülke yönünü şehitlerine döner. Çünkü her halk ve ülke şehitleri ile kendisini var etmiştir. Şehidi olmayan hiç bir halk ve ülke yoktur. Onun içinde şehitler ve şehitlikler her halk için en kutsal değerle olmuştur ve olmaya devam edecektir.
PKK hareketi bir şehitler hareketidir, şehitler partisidir. Kürdistan halkı şehitleriyle varoldu ve kendisini bugünlere getirdi. Sayıları binleri bulan bu ülkenin en yiğid, en kahraman ve en güzel evladları yaşamlarını, mensubu olduğu Kürt ulusu kendi anavatanı Kürdistan’da Farsın, Arabın, Türkün, İngilizin ve Fransızın kölesi ve uşağı olmasın diye feda ettiler. Köle ve uşak olarak yaşamaktansa özgürlük ve onurlu bir yaşam için hayatlarını ortaya koydular. Ve biz geride kalanlara da onurlu ve özgür yaşamın yolunu gösterdiler.
Şimdi sömürgeci Akp hükümeti Kürt ulusu için en kutsal mekânlara, şehitliklere saldırmaktadır.
Savaşın en kızgın olduğu dönemde Çemço, Haftanin ve Xakurkê şehitliklerine saldırmış ve zarar vermişlerdir. Şimdi ise 1 Eylül Dünya Barış gününden sonra Kürt halkının ve dostlarının onurlu bir barış için iradelerini ortaya koydukları günlerin hemen arkasından onlarda şehitliklerimize, şehitlerimize saldırarak, en kutsal varlıklarımıza saldırarak cevap vermiş oluyorlar. Saldırı bizi biz eden, var eden, koruyan ve büyüten değerlerimizedir. Şehitler dünümüz, bugünümüz ve yarınımız ise saldırı hem geçmişimize, hem bugünümüze hem de geleceğimizedir. Şimdi geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize saldıran bir alçak düşmanla karşı karşıyayız. İnsanlarımızı mezarlarında bile rahat bırakmamayı esas alan dünyanın en ahlaksız düşmanıyla karşı karşıyayız. Ölülerimize tahammülü olmayanların dirilerimize tahammülü olacağını beklemek yada düşünmek kendini yanıltmaktır. Hala bu dünyanın en düşkün insanlarından, bu halk ve ülkeyi tanıyan adımlar atmasını beklemek sadece ve sadece kendini aldatmaktır.
Bir ordu olarak Türk ordusu bir gerilla birimine saldırabilir, birçok gerillanın şehit olmasına yol açabilirdi. Ya da bir gerilla birliği ateşkes koşullarında da olsa sömürgeci işgal birliklerine saldırı düzenleyebilirdi. Bunlar askeri mantık ve politik mücadelede yeri olan normal durumlardır. Yani bir izahı yapılacak durumlardır. Savaş tarihinde birçok kez ateşkes konumunda da olsa taraflar birbirlerine kayıp verdirmişlerdir. Ama en kızgın döneminde bile birbirlerinin ölü, yaralı ve esirlerine saygıda kusur etmemişlerdir. Bunun da sayısız örnekleri vardır.
Şimdi sömürgeci Türk ordusu ateşkes konumunda, hele hele geri çekilme konumunda olan gerillaların mezarlarına saldırıyor, tahrip ediyor. Bu Kürt halkına ve onu var eden tüm değerlerine en büyük hakarettir.
Şimdi Kürtler bu hakareti kabul edecekler mi etmeyecekler mi? Bir iki basın açıklamasıyla olayı geçiştirecekler mi geçiştirmeyecekler mi? Başta T. Erdoğan, A. Gül, N. Özel, M. Gülerolmak üzere tüm sorumlular Kürt halkından özür dileyinceye kadar kıyameti koparırcasına serhıldan yapacaklar mı yapmayacaklar mı? Şimdi Kürtler böyle bir durumla karşı karşıyadırlar.
Hepimiz ya bizzat şehitlerimizi son yolculuklarına uğurlarken yanlarında olduk, henüz soğumamış bedenlerini kucakladık. Yada tabutlarını omuzlayarak son görevimizi yapmaya koyulduk. Veya anavatan toprağından bir avuç toprak avuçlayarak mezarlarına septik. Bazen şehidin annesi, babası bazen kız kardeşi veya kardeşi şöyle hakırmadı mı? “Oğlum veya kızım tüm Kürtlerin şehididir. Serok Apo’nun ve tüm Kürtlerin başı sağ olsun” demediler mi? Şehitleri biz Kürtlere emanet etmediler mi? Peki şimdi barbar ve soykırımcı Türk ordusu onlara yani bize emanet edilen bu kutsal emanetlere saldırmıyorlar mı? Bu saldırıyı herkes duymadı mı? Şayet duymuşsa o zaman daha ne duruyoruz. Serhıldana kalkmak için daha ne yapılması gerekiyor? Bundan daha büyük hakaret olur mu? En büyük onun abidesi şehitlerimize saldırmaktan daha büyük hakaret var mı? Eğer şehitlerimize bugün sahip çıkamayacaksak o zaman nasıl kendimizi onurlu ve şerefli welatparêzler olarak kabul edebiliriz. Sadece Nusaybin, Kızıltepe ve Mardin yetmez. Tüm Kürtler ve Kürdistan ayağa kalkmalı, kıyameti koparmalıdır.
Ya özgürlük ve onurlu bir yaşam ya ölüm.
Faşist Türk sömürgecilerine haddini bildirmenin zamanıdır. Yanı başımızda Rojava halkı kendi topraklarını korumak ve onurlarına sahip çıkmak için ayağa kalmış durumdadırlar. Ha El- Nusra çeteleri “Allahu Ekber” diyerek Rojava Kürtlerine saldırmış, kadın ve çocuk demeden herkesi katletmiş, ha T. Erdoğan’ın ordu sürüleri Türklük ve İslam adına Kürtlerin en kutsal değerleri olan şehitlerine saldırmış. Ne fark ediyor? O zaman Kuzey Kürdistan’lılar da en az Rojava Kürtleri kadar kendi değerlerine sahip çıkmak için ayağa kalmalıdır. Şehitlerimizin gözleri üzerimizde ve ruhları aramızdadır. Onlar bizden rahat uyuyabilecekleri bir ebedi özgür toprak parçası istiyorlar.Şehitlerimize verdiğimiz söze sadık kalalım. Onlara uzanan elleri bir daha saldıramayacak duruma getirmek üzere kıralım.
Ya şimdi ŞEHİTLERİMİZE sahip çıkalım ya hiçbir zaman!
Ya şimdi SERHILDAN ya hiçbir zaman!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,yaptığı son açıklamayla Rojava Kürdistan halkını “Ülkede kalmaya,topraklarını terk etmemeye” çağırdı.Çünkü çok yoğun bir göç var,hatta ülkeden kaçış var.Rojava Kürdistan toprakları boşalıyor.Daha doğrusu bilinçli bir politikayla boşaltılıyor.Savaş Rojava’ya taşırılarak,kuralsız bir savaş yürütülerek ve de propaganda edilerek Rojava Kürdistan boşaltılmaya,insansızlaştırılmaya çalışılıyor.
KCK bu durumun bir oyun olduğunu belirtiyor.Aslında oyun içinde oyun oynanıyor.Önce çeşitli çete grupları oluşturularak,desteklenerek,beslenerek Rojava Devrimine ve halkına saldırtıldı.Giderek bu saldırılar Cephetül Nusra örgütünün saldırıları haline getirildi.Bir yandan El Nusra çeteleri sivil-asker ayrımı yapmadan tüm halka saldırırken,sivil yerlerde intihar eylemleri düzenlerken,diğer yandan da AKP ve KDP ticaret kapılarını kapattı.Böylece saldırılarla korkutulan ve ambargo ile zorlanan halk ülkeden kaçmaya yöneltildi.
Şimdi her gün oluk oluk insanlar Güney ve Kuzey Kürdistan’a kaçıyorlar.Kaçarak savaştan ve ambargodan kurtulmaya çalışıyorlar.AKP ve KDP bu kaçışı teşvik ediyor.Güney Kürdistan’a geçenleri ziyaret eden Mesut Barzani “Burası sizin eviniz,istediğiniz gibi kalabilirsiniz” diyerek Rojava’dan kaçışlara çağrı yapıyor.Tamda bu ortamda “Şam’da kimyasal silah kullanıldığı” haberleri yayılarak kaçışlar daha da hızlandırılmaya çalışılıyor.
KCK işte bunlara oyun diyor.Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,bu nedenle halkı sabırlı olmaya ve yerini-yurdunu terk etmemeye çağırıyor.Gerçekten de biraz yakından bakıldığında bir dizi oyunun iç içe oynandığı açıkça görülebiliyor.En başta KDP’nin tutumunda oyun var.Bir yandan sınır kapısını ticarete kapatarak halkın aç kalmasına yol açıyor,Rojava toplumunu savaşta desteklemiyor.Diğer yandan sınır kapısını sivil geçişlere açarak ve “Gelin,burası sizin ülkeniz” diyerek halkı Güney Kürdistan’a çağırıyor.Yani açıkça Rojava’yı boşaltmak istiyor.Peki bu oyun değil de nedir?
AKP’nin tutumu daha da derin ve kapsamlı bir oyunu içermektedir.En başta Rojava’ya saldıran çeteleri AKP örgütleyip silahlandırdı.Başta Ceylanpınar olmak üzere sınır kapılarından rahatça gidiş-dönüşlerini sağladı.Rojava’ya saldıran örgütler Antep’te,İstanbul’da toplantılar yaptılar.Kısaca Rojava’ya dönük saldırılar en çok Türkiye’den besleniyor.Diğer yandan baştan beri Rojava Devrimine karşı AKP ambargo uyguluyor. Tüm sınır kapılarını Rojava Devrimine kapalı tutuyor.
Bunlarla birlikte,aynı AKP Rojava halkının Türkiye’ye geçmesi için özel çaba harcıyor.İmkan yaratıyor,kolaylık sağlıyor,teşvik ediyor.Kuzeyli ailelerle akrabalık ilişkilerini kullanıyor.Bunlarla da yetinmiyor,Güney Kürdistan’a geçmiş olanları da Türkiye’ye geçmeleri için teşvik ediyor.Türkiye’de İstanbul’a kadar her tarafa bu insanları yayıyor.Dikkat edilirse,mülteci Arap toplumu için özel kamp kuruyor,ama Türkiye’ye kaçan Kürtler için kurmuyor.
AKP’nin buradaki amacı net ve açık.Birincisi,Rojava Devrimini tasfiye etmek istiyor.Rojava’da Kürtlerin bir siyasal statü kazanmalarına kesinlikle karşı.Bunu başka yollarla engelliyemiyorsa,o zaman Rojava’yı boşaltarak,insansızlaştırarak gerçekleştirmek istiyor.İkincisi,Rojavalı halkı Türkiye’ye yayarak asimile etmek,eritmek istiyor.Yani Rojava Kürtlerine de kültürel soykırım dayatıyor.O kadar obur ki,Kuzey Kürdistan toplumunu asimile etmesi yetmemiş,şimdi de Rojava Kürtlerini asimile etmeye,yutmaya çalışıyor.
Bunun en başta TC Devletinin yürüttüğü klasik inkar ve imha politikası olduğu açık.Belliki Suriye’deki savaş koşullarında da Türkiye yönetimi Rojava Kürtlerine bu politikayı dayatıyor,onları kültürel soykırıma tabi tutmak istiyor.Rojava’daki tüm oyunların da TC Devleti ve AKH hükümeti tarafından oynandığı açığa çıkıyor,bu konuda bir AKP-KDP ortaklığının var olduğu görülüyor.
Hatırlanırsa Rojava’daki 19 Temmuz 2012 Devriminden sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından Hewler Konsolosluğuna gönderilen bir yazılı talimat geç en kış basına yansımıştı.Aslında şimdi yaşanan her şey o yazılı talimatta vardı.Demekki şimdi yaşanan olaylar,yani savaş ve göç daha o zamandan planlanmıştı.Suriye’deki Kürtlerin bir statü eldi etmemeleri için çalışılması,bu amaçla KDP’nin uyarılması,Rojava’da karışıklı4k çıkarılması,Rojava halkının göçe teşvik edilmesi,bu konuda Güney Kürdistan’ın “Özgür Kürdistan toprakları” denerek çekici kılınması,Güney Kürdistan’a geçen Kürtlerle ilişki kurularak Türkiye’ye geçişin teşvik edilmesi,bunların hepsi Türk Dışişleri Bakanmığının talimatında yazılıydı.
Şimdi aslında bütünüyle bu plan uygulanıyor.Satırı satırına Türk Dışişleri Bakanlığının Hewler Konsolosluğuna verdiği talimatın gerekleri yerine getiriliyor.Demekki her şeyin,tüm yaşananların arkasında TC ve AKP var.Her şey önceden planlanmış olarak yürütülüyor.Rojava’ya kültürel soykırım rejimi uygulanıyor.Başta KDP olmak üzere bazı Kürt grupları da bu oyuna alet oluyor.Hepsi bu kadar!
Tabi bu durumun bir de PYD boyutu var.Rojava Demokratik Toplum Hareketi(TEV-DEM) tüm bu politikalara ve saldırılara karşı yiğitçe direniyor.Rojava gençliğinin direnişi gerçekten kahramanca.YPG tam bir fedai hareketi haline geldi.Rojava halkı saldırılar karşısında da,ambargo uygulamaları karşısında da yılmıyor.Evet,tüm bunların hepsi doğru ve çok değerli.Hiç bir biçimde küçük görülemez.
Fakat her şey bu kadarla mı sınırlı? Yapılması gerekenler sadece bunlar mı? Mevcut durum karşısında başka şeyler yapılamaz mı? Bizce PYD’nin ve tüm Kürtlerin yaşananları bu sonuçlar temelinde de sorgulaması lazım.Dar ve tek yanlı duruş ve mücadelelerle sonuç alınamaz.Dahası zarar görme,kazanımları kaybetme bile yaşanabilir.Bu açıdan dikkatli olmak ve olayları çok yönlü ele almak gerekir.
Dikkat edelim,19 Temmuz Devrimi savaşla kazanılmadı,kansız bir devrimdi ve doğru siyasetin başarısı oldu.Bu siyasetin merkezinde de Rojava’yı çatışma alanı haline getirmemek ve herkesle taktik ilişki içinde olmak vardı.Fakat şimdi Rojava Özgürlük Hareketi bu tutumda görünmüyor.Her şeyden önce,çok savaşçı kesilmiş durumda ve her şeyi savaşla halletmek istiyor.Halbuki önce siyasal yaklaşım gerekli,siyasette derin ve geniş olmak gerekli.Ama sanki siyaset unutulmuş gibi. Herkesle ilişki içinde olmayı öngören bir hareket,şimdi neredeyse herkesle savaşır hale gelmiş durumda.Belliki bunun düzeltilmesi gerekiyor.
Diğer yandan düşmanı iyice tanımak ve doğru tarif etmek lazım.Karşıt olan herkese “Çete” deyip geçmek fazla sonuç vermez.Deniyor ki,bu çete denenler El Nusra örgütüne aitler.Yine El Nusra örgütü de El Kaide’nin bir kolu.Bu durumda Rojava Kürtleri ve dolayısıyla tüm Kürtler El Kaide ile savaşa tutuşmuş oluyorlar.Hem de seferberlik düzeyinde! Halbuki bizim bildiğimize göre hiçbir parçada Kürtlerin El Kaide ile savaş yapma kararı yok.El Kaide’ye “Çete” de demiyorlar.Ayrıca Rojava da dahil hiçbir yerde şu koşullarda Kürtlerin El Kaide ile savaştan kazançlı çıkması mümkün değil.
El Kaide’nin Kürtlerle savaşma ve Rojava Devrimini yıkma kararı varmı,bilmiyoruz.Normalde olmaması gerekiyor.El Kaide’nin Kürtlerle,PKK ile savaştan kazanacağı fazla bir şey olamaz.Kaldı ki El Kaide ya da onun kolları böyle bir şey yapmak istese bile,bu durum Kürtlerin hemen savaşmasını getirmez. “Oldu bittiye geldik”demek de politik duyarlılık ve tedbirden uzak olunduğunu gösterir.
O halde Kürtlerin Rojava Devrimini yıkma amaçlı saldırılara karşı kesin bir tutumla ve sonuna kadar direnirken,aynı zamanda siyasetin çözümleyiciliğini kullanmaları da önemlidir.Aynı zamanda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığının ç ağrısına da kulak vermeli ve asla ülkeyi,Rojava’yı terk etmemelidir.Rojava halkı için şimdi şunlar lazım.Direniş,siyaset ve ülkede kalmak! Bu üç silahı iyi kullanırsa Rojava Devrimi yine kazanır ve her zaman kazanır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar