Biz sınırı geçmenin heyecanını yaşarken, düşman tarafından ateş açıldı, pusuya düşmüştük. Atış yerlerinden anladığımız kadarıyla, düşman tüm stratejik yerleri tutmuştu. O an düşmanın dikkatini üstüme toplamak için hemen öne atıldım ve cevap verdim. Böylece arkadaşlar kurtulabilir diye düşündüm. O anda arkadaşlar da geri çekildi, ben de tam kalkacaktım ki, düşmanın arka yolu da tuttuğunu gördüm. Amaçları tam çembere almaktı. O esnada araziye yöneldim. Yolu tam bilmediğimden ötürü şaşırdım. Gün yavaş yavaş ağaracak, gün doğacaktı. Ben o an kendimi sağlama almak için oradan uzaklaşmalıydım. Karşımda derin bir vadi vardı. Hemen oraya sürükledim kendimi. Fazla uzaklaşmadım, yabani bir çamın yarattığı kuytuluk dikkatimi çekti. Ağacın arkasında mağara gibi bir yer vardı. Burası, düşmanın tuttuğu yerlerin aşağı tarafı oluyordu. O anda güneşin aydınlığı kendisini tepelerde belli ediyordu. Vadi az çok kamuflajlı sayılırdı. Fakat izlerime dikkat etmeliydim. Dört gün orada öylece kaldım. Yanımda su yoktu. Düşman seslerini rahatça duyuyordum. Her gün bir işkence gibiydi. Gece sızmalı bir şekilde suya indim ve bulduğum bir poşetle yanıma su aldım. Düşman arazideydi. Bense araziyi bilmiyordum. Çaresiz bekliyordum...
Bu süreçte bir de arkadaş buldum kendime. Her sabah bir kuş adeta yoldaşların selamını alıp yanıma geliyordu. Bu bana ümit ve moral veriyordu. Kuş ile sohbetimiz olurdu. Bir gün kuşa “buradan sıkıldım çıkıp şehit oluncaya kadar düşmanla çatışmak istiyorum” dedim. Dağ kuşu bilir gerillanın dilini. Yüreğimde kaynayan volkanı adeta görürcesine bana; "direnmelisin ki! Hasret kaldığın yoldaşları görebilesin" dediğini hissettim sanki. Yüreğimde bir kıvılcım gibi taşıdığım umuttu adeta. Sonra, seni bekleyen büyük görevlerin var. Ancak böyle üstesinden gelirsin dedi. Yanımda erzak kalmamıştı, bu yüzden takatsiz de kalmıştım. Ertesi gün küçük arkadaşım gecikmişti, etraf da sessizdi ve düşman geri çekilmişti. Ama arkadaşımdan hatırsız ayrılmak istemiyordum ve bekledim... Öğleden önce kuş geldi. Ona gitmek istediğimi söyledim. O da onaylarcasına kanat gerip uçtu. Akşamüstü yavaş yavaş oradan ayrıldım. Vadi çalılıklıydı ve bu da yürümeme engel oluyordu. Yamaçları ise sarptı. Arkadaşların istikametine doğru tahmini olarak yol alıyordum. Halsizlik bana hakim olmak istediyse de arkadaşların özlemi ve hasreti bana güç veriyordu. Bu düşüncelere dalmışken, önüme çıkan uçurumu tırmanmak zorunda kaldım. Biraz tırmandım, fakat başım döndü ve kayadan yuvarlandım. Kendimden geçmiştim. Gün doğumuna yakın uyandım, düşmanın sesini tekrar duydum. O esnada silahımın yanımda olmadığını fark ettim. Silahımı kayadan düşerken kaybetmiştim. Gerillada silahsız kalmak, ölümle kol kola olmak gibi bir duyguya kaptırıyor insanı. Civar tepelerden düşman sesleri geliyordu. Çaresiz akşama kadar orada kaldım. Akşamüstü düşman karşımdaki tepeyi bırakınca, sabah geldiklerini ve akşam bıraktıklarını anladım. O esnada önce silahımı bulmayı sonra da düşmanın bıraktığı yere gitmeyi düşündüm. Silahımı bulduktan sonra, düşmanın kullandığı yoldan oraya çıkma kararı aldım. Gittiklerinden emin olduktan sonra bitkin bir halde tepenin yolunu tuttum...
Tepeye girdim, mevzilerde açılmamış bir kaç konser buldum. Gün doğmadan buradan uzaklaşmalıydım. Epey uzaklaştım. Artık sabaha doğruydu ve gün ağarıyordu. Seher yıldızı o esnada Xantur'un zirvesinde gözüme çarptı. Asi Xantur’u ve genel coğrafyayı hemen tanımıştım. Gözlerim gülüyor, yüreğim titriyordu. Çünkü Xantur karşımdaydı. Nice yıllar koynunda gerillayı saklamıştı ve hala da saklıyordu. O sarsılmaz duruşuyla gerillaya hep cesaret veriyordu Xantur. Her zaman gizemli bir duruşu vardı. İşte o an güneş Xantur tepesinden bana gülümsüyordu. Arkadaşları özleyen, Xantur’u gören gözler gözyaşlarını tutamadı.
Ş.Reşit Bozan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 15 Temmuz günü saat 07:00 ile 00:30 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke bölgesi üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Tarihi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuz ikinci yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz üçüncü direniş yılına girerken düşmanının bile takdirini kazanmış bulunan bu büyük direnişi selamlıyoruz. Etkisi bugün çok daha taze ve güçlü olan bu tarihi direnişin yaratıcıları M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşları ve Onların şahsında tüm özgürlük mücadelesi şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Şehitlerimizin amaçlarını başarma sözümüzü bir kez daha yineliyoruz.
Büyük Devrimci Lenin’in tarihi bir sözü var. “Büyük eylem odur ki, karşıtının bile takdirini kazanır” diyor. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi işte böyle bir eylemdi. Mazlum Doğan’ın Newroz Direnişi ile başlayan ve Dörtlerin 17 Mayıs direnişi ile devam edip 14 Temmuz Ölüm Orucu ile doruğa ulaşan tarihi Zindan Direnişi işte böyle bir eylemdi. 12 Eylül Cuntasının şefi Kenan Evren’i, Dağ Kapı meydanında zindanı göstererek “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız amaçlarından vazgeçiremiyorsunuz” demek zorunda bıraktı.
Zindan Direnişinin büyüklüğü önünde eğilen sadece Kenan Evren miydi? Elbette ki hayır! Kenan Evren’den Tayyip Erdoğan’a kadar Türkiye’yi yöneten herkes açık veya gizli bu gerçeği itiraf etmek zorunda kaldı. Hatta Tayyip Erdoğan 1982 Büyük Direnişlerinin yaşandığı Diyarbakır zindanının kapısında gözyaşı dökmek zorunda kaldı. İşte büyük eylem böyle olur! Kalıcı özelliklere sahip tarihi eylem böyle gerçekleştirilir.
PKK Zindan Direniş gerçeği öyle büyük ve güçlüdür ki, etkisi Kürt halkı ve demokratik güçler üzerinde bu gün de taptazedir. Üzerinden otuz iki yıl geçmiş olmasına rağmen bu etki azalmamış, tersine her yıl daha da artmıştır. Otuz ikinci yıldönümü de işte böyle güçlü ve taze etki altında yaşanmakta ve kutlanmaktadır. Her alanda etkinlikler düzenlenmekte, 14 Temmuz Direniş Ruhu temelinde tüm yurtsever güçler kendi duruş ve tutumlarını yeniden gözden geçirmekte ve bu büyük direnişin kahraman şehitleri saygı ve minnetle anılmaktadır.
Büyük Zindan Direnişinin yaşandığı 1982 yılında doğan çocuklar bugün otuz iki yaşında ve yaşamlarının en kudretli çağındadırlar. Geçen otuz iki yıl boyunca binlerce Mazlum, Ferhat, Hayri ve Kemal doğmuş ve Kürdistan’da söz konusu direnişin etkisi altında yeni bir kuşak yetişmiştir. Artık Kürt toplumuna yön veren bu kuşaktır. 14 Temmuz Ruhu, Zindan Direniş Ruhu Kürt toplumunu yönetmektedir. Zindan Direniş Ruhu bugün yepyeni bir toplum haline gelmiş durumdadır.
PKK’yi PKK yapan, diğer tüm örgütlerden ayıran ve bugün halklaşmış bir yapıya ulaştıran işte bu gerçekliktir. Her yerde kitleler “PKK halktır, halk burada” demektedir. Zindanda direnemeyip teslim olan tüm örgütler sıfırı tüketirken, PKK’yi böyle kahramanlık hareketi haline getiren 1982 Zindan Direniş gerçeğidir. 1982 yılında zindan gerçekten de tam bir mihenk noktası haline gelmiştir. Zindan sınavından direnerek geçenler büyür ve halklaşırken, söz konusu sınavda teslimiyetçi davranarak kalanlar bugün esameleri bile okunmaz hale gelmiştir.
Gerçek böyleyken, bugün bazıları “PKK’ye alternatif parti kuracağız” diyerek ortalıkta arzı endam etmektedirler. Güya KDP adıyla yeniden partiler kurmaya çalışmaktadırlar. Peki o zaman böylelerine şu soruları sormazlar mı? PKK kültürel soykırım rejiminin alternatifidir, peki PKK’ye alternatif olmak isteyenler kimin yanındadır? Daha 1982 yılında PKK Diyarbakır zindanında Kürt halkının özgürlüğü için tarihin en büyük direnişini geliştirirken, sözde PKK’ye alternatif olanlar hangi direnişin sahibi olmuşlardır? PKK otuz yıldır dağda gerilla direnişi yürütürken, kendisine alternatif diyenler nerede yaşamışlardır? Bugün 14 Temmuz Ruhuyla Rojava halkı dünya gericiliğine karşı kahramanca direnirken, PKK’ye alternatif olduğunu söyleyenler hangi safta yer almaktadır?
Kuşkusuz benzer soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Fakat bu kadarı da yeterli oluyor. Çünkü söz konusu iddiada bulunanlar daha fazlasına değmiyor. Sözüm ona kendilerine Kürt diyen ve Kürt halkının özgürlüğü için mücadele ettiklerini söyleyen bu tür çevreler, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’a karşı Tayyip Erdoğan’ı destekliyor. Kürdistan halkının onuru ve özgürlüğü için direnen Kobanê halkını ve Kürt özgürlük savaşçılarını değil, Rojava’da sivil halka karşı en vahşi katliamlarla saldıran IŞİD çetelerinin yanında yer alıyor.
Bugün 1982 Zindan Direniş Ruhu, 14 Temmuz Direniş Ruhu Rojava direnişinde, Kobanê direnişinde yaşıyor. Bundan otuz iki yıl önce Diyarbakır Zindanında tarihin en görkemli direniş ruhunu ortaya çıkaran Kürt gençliği, bugün de aynı ruhu Kobanê’de, Rojava Kürdistan kent ve kasabalarında yaşatıyor. Nasıl ki otuz iki yıl önce özgür insanlık Diyarbakır Zindanında temsil edildiyse, bugün de Rojava kent ve kasabalarında temsil ediliyor. Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin direniş ruhu Kobanê direnişine öncülük ediyor.
Kobanê direnişi sadece Rojava Devriminin kalbinin çarptığı yer değil, tüm Kürt halkının ve Kürdistan Devriminin kalbinin attığı yer oluyor. Bir avuç işbirlikçi-hain dışında tüm Kürtler Kobanê halkının yanında ve onunla dayanışma içinde bulunuyor. Kobanê Demokratik Özerk Yönetiminin yaptığı “Seferberlik Çağrısı” tüm Kürdistan’dan ve demokratik insanlıktan destek görüyor. 14 Temmuz Ruhuyla 19 Temmuz Devrimini gerçekleştiren Rojava halkı, bugün Kobanê Direnişini geliştirerek özgür insanlığın sesi olma tutumunu devam ettiriyor.
Unutmayalım ki, IŞİD çetelerinin Kobanê’ye yönelik saldırıları Rojava Devrimini tasfiye etmeyi amaçlayan kapsamlı bir saldırının çok önemli bir parçası oluyor. Bu saldırı esas olarak 30 Mart yerel seçimlerinin ön gününde başlatılmış ve Kobanê halkının kahramanca direnişiyle boşa çıkartılmıştı. Bugün cumhurbaşkanlığı seçiminin ön gününde yeniden başlatılmış bulunuyor. Bu planlı saldırının arkasında AKP ve KDP başta olmak üzere küresel ve bölgesel gericiliğin tamamı yer alıyor.
Söz konusu vahşi saldırının hedefi ise Kobanê’den başlamak üzere Rojava Devrimini adım adım boğmak oluyor. Bu uğursuz plana göre, güya önce Kobanê düşürülecek ve böylece Afrin etkisiz kılınacak, ardından ise IŞİD çete saldırılarına dayanılarak Cizîre hain Kürtler tarafından ele geçirilecek! Bu durum, IŞİD’in Irak saldırısıyla yürürlüğe konan planın ikinci aşaması oluyor. Buna dayanılarak ilan edilmeye çalışılan Kürt Devleti ile IŞİD’in Kuzey’e yayılmasının önü alınmak isteniyor. Herhalde ondan sonra da Türkiye ve İran’ın bölünmesi adımlarına sıra geliyor.
Dikkat edilirse, Kobanê’ye dönük saldırı sadece Rojava halkını hedeflemiyor, onunla birlikte tüm bölge halklarını ve insanlığı hedefliyor. Dolayısıyla Kobanê Direnişi de tüm bölge halklarının ve özgür insanlığın ortak direnişi oluyor. Hem Kobanê ve hem de Rojava halkı bu gerçeğin derin bilincine sahip bulunuyor ve tamamen bu bilinç temelinde direniyor. Kendine verilen bu geniş destekten ve 14 Temmuz Ruhundan aldığı güçle de tarihi insanlık direnişini zafere götürme kararına sahip bulunuyor.
Bu temelde 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuz ikinci yıldönümünü ve Rojava Özgürlük Devriminin ikinci yıldönümünü selamlıyor, tüm devrim şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, özgür insanlığın kalp atışı olan Kobanê direnişine ve direnişçilerine üstün başarılar diliyorum! Herkesi Özgür Kobanê Yönetiminin seferberlik çağrısını duymaya ve dikkate almaya davet ediyorum!
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi tanıklarından Cevher Kandal; Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve 'Dörtler' gibi birçok kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin bugünlere gelmesinde temel taş olduğuna dikkat çekiyor.
1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde birçok direnişe ve ölüme tanıklık eden 71 yaşındaki Cevher Kandal, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni anlattı.
Hilvan'ın Kırbaşlı Köyü'nde Millet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri M. Celal Bucak'a yönelik 30 Haziran 1979 yılında gerçekleştirilen bir eylemde yaşamını kaybeden PKK'nin ilk şehitlerinden Salih Kandal'ın amcası Cevher Kandal, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin tanıklarından biri. PKK'nin çalışmalarına sempati duyduğu için Urfa bölgesinde PKK'nin yaptığı bazı toplantılara katılan Cevher Kandal (71), 1980 yılında yeğeni ile birlikte Diyarbakır Cezaevi'ne konuldu. Diyarbakır Cezaevi'nde 3 yıl kalan ve 21 Mart 1982 yılında bulunduğu koğuşta 3 kibrit çöpü yakarak gerçekleştirdiği eylemde yaşamını yitiren Mazlum Doğan, 14 Temmuz 1982 yılında Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz'la mahkemelerde gidip gelirken karşılaşan Kandal, sorumlu olan M. Hayri Durmuş'un fırsat bulduğu her an kendileri ile konuştuğunu söyledi.
'Allah yok peygamber de izinde'
Cezaevi şartlarının dayanılmaz olduğunu kaydeden Kandal, Cezaevi Müdürü Esat Oktay'ın köpeği "Co"nun tutukluların üzerine saldırtıldığını ve köpeğin yaptığı hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını belirtti. Birçok işkenceye maruz kaldıklarını söyleyen Kandal, "Ne ekmeğimiz ne de suyumuz vardı. Üzerimize pislik dökerlerdi. Oranın Komutanı Esat Oktay şöyle diyordu: 'Allah yoktur peygamber de izinde!' Oktay, gözlerimizin önünde su içiyordu. Birden hücrelere girip bizi uyandırıyorlardı. İnsanlara pislik yediriyorlardı. Onurumuzu ayaklar altına almak için bizi soyuyorlardı. Mardinli bir arkadaş vardı, onlara 'En büyük namussuz sizsiniz. Siz bizi çıplak bir şekilde gördünüz ne kazandınız?' diye sordu" şeklinde konuştu.
'Durmuş yol gösterirdi'
Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren "önderler" ile birlikte katıldığı mahkemelerin etkisinde kalan Kandal, "Hayri Durmuş mahkemede 1.5 saat konuştuktan sonra 'ölüm orucuna giriyoruz' dedi. Ardından Ali Çiçek de mahkeme heyetine 'Ben de açlık grevine giriyorum' dedi. Mahkeme heyeti Ali Çiçek'e onu sevdiklerini yaptıklarından geri dönmesini ve buna benzer birçok şey söyledi. Ali Çiçek kabul etmedi. Hakime karşı başı dik bir şekilde korkusuzca yaptıklarını söylüyordu ve düşüncelerini savunuyordu. M. Hayri Durmuş her zaman bize mücadeleyi anlatırdı. Bize yol gösterirdi. Yol ve bizi kurtaracak kişileri bize o gösterir ve 'birçok yol var' derdi" dedi.
Kandal, M. Hayri Durmuş ile hakim arasında duruşma salonunda geçen diyaloglara tanık olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: "Hakim Hayri Durmuş'a şöyle diyordu: 'Ben size yardım ederim. Sizin bu yaptıklarınız köylerdeki kavgalara benziyor. Biri birini döverken '15 kişi dövdü' diyorlar. Ben nasıl 15 kişiyi suçlarım'. Hayri Durmuş da bir buçuk saat konuştu ve şöyle dedi: 'Şimdi siz beni bıraksanız da ben gitmem. Ben ne hakim, ne binbaşı ne yüzbaşı ne de sizin sözlerinizi tanırım. İşte arkadaşlarım da benim yanımda. Bunları bize söylemenizi, hiç tavsiye etmiyorum.' Sonra Ali Çiçek kalktı ve Hayri Durmuş'un sözlerine katıldığını söyledi. Kemal Pir de kalkıp aynı şeyleri de söyledi. Sonra Akif Yılmaz da kalktı ve o da onlara katıldığını söyledi."
'Durmuş'un konuşması ağlattı'
M. Hayri Durmuş'un yaptığı konuşmada "Bizim neyi niçin yaptığımızı, siz bizden daha iyi biliyor ve anlıyorsunuz" sözlerinden sonra duruşmaya katılan 12 avukatın ağladığını söyleyen Kandal, mahkemede katiplik yapan kadının da ağladığını ve daktilosunu düşürdüğünü ifade etti.
Mahkemeye giderken kendi yaşadıklarını da dile getiren Kandal, "Bizi mahkemeye götürürken ben önden yürüdüm. Benim için 'Bu Salih Kandal'ın amcasıdır' dediler. Yedinci Kolordu Komutanı Kemal Yamak oradaydı. Ben oradan geçerken 'O yaşlı adam buraya gelsin' dedi. 'Dede sen nasıl buraya geldin?' diye sordu. Ben de dedim ki; 'Ben bilmiyorum Salih benim yeğenimdir. Komünisttir. Bu işlere karışmış, adam öldürülmüş benim üzerime atıp buraya getirdiler.' Yanımızda bir üstteğmen vardı, o da 'Doğru söylüyor komutanım' dedi. Üsteğmen komutanına 'Salih Kandal'ı tanıyor musun?' diye sordu. O da tanımadığını söyledi. Bunun üzerine Yüzbaşı komutanına 'Onun adına duymuşsundur. Bu çevrelerin hepsi onun elindeydi. öğretmendir. Kemal Pir'in arkadaşıdır' dedi. Bunun üzerine benim için dedi ki: Bunu bırakın gitsin."
'Mazlum kendini halkı için feda etti'
Yaşanan tüm işkence ve şiddete karşı 1982 yılında Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve 'Dörtler'in eylemlerine başladıklarını bildiren Kandal, 1982 yılının Newrozunda Mazlum Doğan'ın ilk eylemi gerçekleştirdiğini ve Mazlum Doğan'ın ölümü üzerine M. Hayri Durmuş'un kendilerine konu hakkında bilgi verdiğini ifade etti. Kandal, Mazlum Doğan'ın gerçekleştirdiği eylem üzerine M.Hayri Durmuş'un söylediklerini şöyle anlattı:
"Hayri Durmuş bize, 'Mazlum Doğan kendini halkı için feda etmiştir. Mazlum Doğan bir yazı yazıp bugünün Newroz günü olduğunu ve kendisini halka feda etmek için bu eylemi yaptığını söylemiş' dedi. Daha sonra Kemal Pir de Mazlum Doğan ile son yaptıkları konuşmayı anlattı. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın kendisine 'Şimdi gündüz mü gece mi?" diye sorduğunu söyledi. Kendisi ona gece olduğunu söylemiş ve Pir, Mazlum Doğan'a 'Neyin var, bir şey mi oldu?' diye sorduğunu söyledi. Mazlum Doğan da "Ben gece mi gündüz mü bilmiyorum" cevabını vermiş. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın bu sözlerinin ardından eylemini gerçekleştirdiğini anlatmıştı."
'Amed Cezaevi zulmün kalesiydi'
Kandal, Mazlum Doğan'ın eyleminin ardından aynı koğuşta kaldığı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin'in 125 kişinin kaldığı koğuşta kendilerini yaktıklarını anlattı. Amed Cezaevi için "zulmün kalesi" diyen Kandal, orayı görenlerin Türkiye'de yaşamaması gerektiğini ve Salih Kandal, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve'Dörtler' gibi birçok şehidin yaşamlarını bu mücadele uğruna feda ettiğini söyledi. Bugün yapılanların ve gelinen aşamada Özgürlük Mücadelesi şehitlerinin büyük katkısı olduğuna dikkat çeken Kandal, " Kemal Pir bizden bu mücadeleyi her yerde herkese anlatmamızı isterdi. Biz o zaman kimseye Kürt olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi rahatlıkla söylenebiliyor" dedi.
NESRİN YAZAR
- Ayrıntılar
Diyabakır zindan direnişçileri yeni dönemi görkemli bir direnişle açmış bulunuyorlar. Tutarlı sorumlu devrimcilik, en zor koşullarda da yaşansa zafer kazanmasını biliyor. Bu direnişin ispatladığı temel hakikatlerden birisi budur.
Cezaevindeki yoldaşlar, tarihin kaydettiği en amansız koşullarda ve en uzun süreli bir direnişi önemli bir başarıyla kilometre taşı döşeyerek dönülmez bir noktaya getirmişlerdir. Bu, kendiliğinden veya bazı hapishane koşullarını düzeltmek için geliştirilen bir direniş değildir. Tam tersine, şanlı halk savaşımımızın önümümüzdeki dönemini güçlü karşılamak, buna kendi şanlı direnişleriyle yaraşır bir katkıda bulunmak için, bilinçli ve planlı bir şekilde geliştirilmiş ve böylelikle en zor koşulların devrimciliğinin nelere kadir olabileceğini ortaya çıkarmışlardır. Bunu çok şanlı bir direniş olarak görmek gerekiyor. Çünkü bu direniş, aynı zamanda bir de ister lehte ve isterse aleyhte olsun, koşullara devrimci iradenin nasıl mücadelede bulunabileceğini bir kez daha en görkemli biçimde ortaya koymuştur. Devrimci olmanın bu temel kıstasının en güçlü karşılığını vermiştir ve aynı zamanda da bu dönemin bir sonucu olmuştur.
Onların gerçekleştirdikleri kısa vadeli son direnişleriyle ulusal kimliği resmi düzeyde düşmana itiraf ettirmeleri en üst düzeyde bizzat faşist askeri rejimin başı Evren ve Özal' ın bunu kabul etmeleri, Milli Savunma Bakanlığı'nın açıklaması ve yine muhalefet Partilerinin de en azından bunları kabul etmeleri, bütün resmi siyasi düzenin adeta başka çaresinin olmadığını bilerek kabul etmek zorunda kalması, ulusal direniş tarihinin önemli bir aşaması, onun bir sonucu ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bundan öğrenilecek epey ders var. Bu, özellikle insanlığın ulusal kurtuluş için ve her türlü köleliğe karşı direnmede izlenmesi gereken yolu bunda iddialı olanların nasıl yaşaması ve neleri, nasıl yaratmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Bu elbette buna yol açan Partinin ideolojik siyasi çizgisi kadar, onu doğru uygulamanın ne demek olduğunu da çok açık ortaya çıkarıyor.
Burada süreklilik denilen bir olay var. Şüphesiz ki onlar sekiz yılı aşkın sürekli bir direnmeyi salt kendi başlarına yürütmüyorlar. Her düzeyde faaliyetlerimizin birleşik etkisi bunda önemli rol oynuyor. Ama her şeye rağmen, yine de onlar kendi mevzilerinden sökülmüyor, o mevzileri sürekli savunuyor ve bunu giderek önemli bir başarı noktasına kadar götürebilmiş bulunuyorlar.
Şüphesiz bu direnişin tarihi uzundur. Onu burada aşama aşama değerlendirecek değiliz, ama düşmanın onlara dayattığı koşullar ve muntazam güç dengesizliği içinde onların insanlık onuru ve düşüncülerini, sadece ve sadece yüreklerine dayanarak savunma gibi bir durumları var ki, daha çok bunun anlamı üzerinde durmak istiyoruz. Onlar bu direnişleriyle tarihin tanıdığı en barbar bir rejime karşı ve Partimizin önderlik ettiği mücadelenin bu aşamasının sağlam bir cephesi olarak, adeta daha sonra sağlanacak bir çok gelişmeyi, daha şimdiden belirlemişlerdir. Düşmanın tavizler politikasının nasıl ortaya çıkabileceğini kanıtlamış ve orada resmen bir taraf olarak kendilerini temsil etmişlerdir. Bunu Partinin direnişçi sloganıyla dünyaya ilan etmişlerdir.
Daha yakın bir süre önce, sömürgecilik yirmi yoldaşa idam cezası verdiğinde, cezaevindeki yoldaşlarımız yeri göğü çınlatan sloganlarıyla sömürgeciliği kahrettiler, Partiyi ve Parti Önderliği'ni yüceltmeyi başardılar. Bunlar çok önemli direnme örnekleridir. Daha o sloganlarının yankısı kulaklardan silinmeden, hemen ardından gelişen bu direnmeler var. Bununla Türkiye ortamını ve düşmanı bir kez daha kendi gerçeklerine eğilmelerine sağladılar. Doğru ve insani olanı, insan hakları ve demokrasinin gereklerine dikkat etmeyi dayattılar. Diyarbakır gibi, sömürgeciliğin en yoğunlaştığı, özel sömürge valisinin karargâhı olan bir alanda, bütün dikkatlerin bir kez daha direniş üzerine çekildiği geniş bir kamuoyunun yaratılması, Partimizin en önemli bir hamlesinin gerçekleştirildiğini ve düşmanın o muazzam provokasyonlarının boşa çıkarıldığını gösteriyor.
Direnişe Diyarbakır'da bizzat yığınların katılımı, hemen hemen bütün kesimleri çekmesi ve hatta iktidarından muhalefetine kadar, bütün düzen Partilerinin bile buna ılımlı yaklaşma gereği duymaları, ne kadar bir etkiye sahip olduğunu ortaya çıkarıyor.
Tabii ki yoldaşlarımızın amacı sadece böylesine basit kazanımlar sağlamak değil, gerilla mücadelemize bir katkı sunmak ve şanlı bir dönemin öncülüğünü yapmaktır. Diğer gelişmeler kesinlikle bunu gösteriyor. Partimizin gelişmeleri sıcağı sıcağına onlara ulaşıyor ve böylelikle onlar bir görevi yerine getiriyorlar. Demek ki, devrimciler koşullar ne kadar zor ve edinilen bilgiler ne ölçüde az olursa olsun, ona gereken karşılığı verebiliyor, iradi gücü dayatabiliyor ve sonuç alabiliyorlar.
Başta Diyarbakır zindan direnişçiliği olmak üzere, bu cephedeki direnişler Partimizi epey beslemiştir. Biz, 1982 ve sonrasında ülkeye henüz fazla yönelmemişken bile, onlar en büyük direnişi gerçekleştirmişlerdir. Onların o dönemdeki direnişleri ,öncülük düzeyinde bir direnme ve çağrıdır. Dolayısıyla bizim daha sonraki atılımımız bunu tamamlar niteliktedir. İkisi de özlü ve birbirini güçlendiren direnmedir. Tüm yönleriyle doğru kavranıp uygulanması gereken bu direniş hareketlerimizi tamamen doğru kavramak ve gereken devrimci sonuçları çıkarmasını iyi bilmek gerekiyor.
Çok iyi biliyoruz ki, onlara da dayatılan provokasyonlar vardı. Bu direnmelerin mirasını tersyüz etmek için bir yandan düşman elinden gelen her şeyi yaptı, diğer yandan içerde de reformizm yönetimle her türlü işbirliğini geliştirerek, onu çarpıtmaya, ulusal kurtuluşu özünden boşaltmaya ve böylelikle etkisini alabildiğine zayıflatmaya çaba gösterdi. Ama sorumlu Parti devrimciliği her şeye rağmen bunlara iyi karşı koydu. Bizler de benzeri gelişmeleri dışarda yaşadık. Unutmayalım ki onların okuyacak bir kitapları, yazacak bir defterleri, seyredecekleri bir televizyon, dinleyecekleri bir radyoları yoktur. Ama o koşullarda doğru tahlilleri ve doğru devrimci görevleri ortaya koyabilirler. Bunun sonuçları ve belgeler elimize ulaşabilmiştir. Görüyoruz ki Partinin yaşadığı gerçek ne ise, orada da aynı muhtevada geliştirilebilmiştir. Bu PKK'nin tarihi çıkışı ve çizgisinin özelliklerine tutarlı bağlılığın bir sonucudur. Burada gerçekler budur.
Daha sonraki 19841985 atılımları vardır. Onların bu atılımımıza da destek oldukları, hem güç alıp, hem de güç verdikleri biliniyor. Bu hamlemize dayatılan provokasyona, işbirlikçilerin oyunlarına, özden boşaltma çabalarına karşı, tutarlı direnişimize, onlar da birliklerini koruyarak leke getirmemiş, en ufacık bir talepte bile bulunmadan başı dik ve en onurlu karşılığı verdiler. Bu noktada onlardan öğreneceğimiz önemli dersler vardır. Bu derslerden en başta geleni ortaya koydukları tutarlı particiliktir. Kesinlikle en ufacık bir talepleri olmadığı gibi, tam tersine yapmak istediğimize büyük bir katkıdır. "Partinin yürüttüğü mücadeleye biz de elimizden geldiğince, böyle bir çabayla karşılık vermek istiyoruz" demeleri, işte bu gerçeğin somut bir örneğidir. İstedikleri tek şey gelişmelerden daha fazla bilgilendirilmeleridir. Nitekim okuduğunuz raporları ve mektupları bu çerçevededir.
Son direniş katkılarını daha da geliştirmiştir. Hatta halk savaşımımızın yönlendirmesi doğrultusunda bir adım olduğu için, stratejik bir düzeye kadar getirmiştir. Nitekim direnişe geniş halk güçlerini katan bir gelişme olmuştur. Tabii ki bir de kısa vadeli bir kazancı vardır. Bu ulusal kimliği resmi düzeyde itiraf ettirmesi, Türkiye içinde demokrasi mücadelesine çok güçlü bir ivme kazandırması, önderinin her türlü feryadına rağmen, bir SHP'yi bile doğru demokratik bir konuma zorlaması, adeta buna mecbur etmesi, hatta ANAP'ta dahil, düzen Partilerinin kendilerine daha anlayışlı davranılması gereğini duyma noktasına getirilmesidir. Bu direnişin büyüklüğünün Türkiye demokrasisi üzerindeki etkileridir.
Direnişe katılanların sayısı iki bin olarak veriliyor. Bu sayı daha da kabarabilir. Altı yüze yakın yoldaşın ölüm orucu gibi bir direnişi göze almaları söz konusudur. Bu onları ürkütüyor. İsteklerinin yerine getirilmesi kararlığıyla altı yüz kişinin ölüm orucuna devam etmesi, Çankaya merkezi de dahil olmak üzere, bütün bir rejimi sarsıyor ve onları çok erkenden böylesine beklenmedik tavizlere zorluyor. Bu kadar kişinin büyük bir çoğunlukla kararlılık içinde ölüm orucunu sürdürmesini TC kaldıramaz. TC açısından burada dünya çapında büyük bir yenilgiye uğrama tehlikesi vardır. İşte onları geri adıma zorlayan da bu gerçektir. Yoksa ılımlı olduklarından, ya da âlicenaplıklarından kaynaklanmamaktadır. Kaldı ki en azgın bir şoven olarak Evren'in son konuşması vardır. Kars'ta, '1988 Kış Askeri Tatbikatı' günlerindeki konuşmasında, Sarıkamış'ı hatırlatarak "cesedimizi çiğneyip geçmeden onlara bu vatanı böldürtmeyiz" demiştir. Bunun anlamı şudur; böyle bir kimliği kabul etmeyeceğiz. Ama o bu gerçeği bizzat itiraf etmek zorunda kalmıştır. Uzun barbarlık tarihinde, şoven karakterine ve faşist rejim belli bir yetkinleşmeye ulaşmış olmasına rağmen, onun böyle bir itirafta bulunması direnişin büyüklüğünü göstermektedir. Burada hayatlarını sonuna kadar ortaya koyan devrimcilerin kararlılıklarını kanıtlamaları vardır. Bu itiraf, bunun üzerinden sağlanmıştır.
Ciddi bir dönem yaşanmaktadır. Kürdistan alabildiğine korkular çemberi içine alınmış, provakasyon yöntemleri alabildiğine uygulanmakta, tavizler, satın alma ve bilinen birçok yöntem devrededir. Böyle bir ortamda ve her türlü yozluğun, suiistimalin, toplum dışılığın yaşandığı Diyarbakır gibi bir zeminde gerçekleştirilmiş olması, bu direnişin değerini daha da büyütmektedir. En zor dönemde, en hayati konularda, en çok cesaret ve fedakârlık isteyen bir eylemin gerçekleştirilmesi her türlü değerlendirmenin üstündedir. Ebetteki böyle bir direnişin etkileri de aynı biçimde büyük olacaktır.
Demek ki tutarlı devrimcilik direniyor ve kazanıyor. Bu gelişmelerin altında kesinlikle bu gerçek vardır. Bizim de yoğun bir biçimde üzerinde durduğumuz alanlar, koşullar ve zaman lehimize, ya da aleyhimize nasıl olursa olsun, her zaman gelişme kaydetmek mümkündür. Ulusal Kurtuluş ve devrimci demokrasinin artık yaşamının zorunlu bir aşaması olduğu yerde, bunun gerçeği mutlaka yapılır, sorumlu devrimcilik bunda başarı kaydeder. Eksiklik ve olumsuzlukları mesele yapamaz.
Bugün halen içte ve dışta Partiye dayatılan her türlü tasfiyeci, bozguncu birlikten uzak çabaları hatırlayalım. Savaşa gönülsüz, ikircikli yaklaşma, hatta bunun üzerinde sayısız kişisel yaşam hesapları içinde olma, bireyselliğin bir eğilim haline getirilmesi, bu gelişmelerle tamamen çelişmektedir. Bunların kabul edilemeyeceği çok açıktır. Direnişçilerin neyi nasıl söyleyip, neyi nasıl yapacakları ortadayken, esas alınması gereken ölçüler başka ne olabilir? Öyle adamlar var ki, son derece elverişli alan ve koşullarda bile doğru dürüst bir Parti çalışmasını yürütmüyorlar, kendilerine sevdalanarak rahat koşulların etkisi altında yozlaşıyorlar. Biz buna PKK faaliyeti ve yoldaşlık diyebilir miyiz? Bu örneklerin PKK'deki yoldaşlığın gereklerine son derecede uzak oldukları çok açıktır. Bunlar direnişin gelişim özellikleri ve amaçlarının ne olduğunu bilerek kendilerine çekidüzen vermek zorundadırlar. Ve açık ki bu durumlar teorik izahlarla bazı gerçekler ileri sürülerek geçiştirilemez. Bütün bu gelişmeleri bu tiplere tek bir söz hakkı dahi vermemek için ortaya koyuyoruz.
Bu direnişte bir yoldaşın şehit düştüğü haberini aldığımız M.Emin Yavuz yoldaşı iyi tanırım. Bizim ilk grup faaliyetlerimize ilkokul düzeyindeki bir eğitim seviyesine sahip olduğu halde, ama tam bir emekçi olarak en canlı biçimde katılan biriydi. Hilvan'daki çalışmaların en önünde yer aldı. Taşocaklarında ve diğer en zor işlerde çalışıyordu. Fakat çok canlıydı. Toplantılarımıza gelirken hiçbir şey esirgemezdi. Çok fedakâr ve cesurdu. Ağalığa karşı çok büyük bir kini vardı. Kesinlikle anti feodal, demokratik bir çıkışla mücadeleye gelmişti. Nefret ettiği ağalığa ve faşist güçlere karşı halk kişiliğini dayatmak ve halkın özgürlüğünü temsil etmek için, çok azimli ve kararlıydı. Tüm toplantılara çok yüksek bir ilgiyle katılıyordu. Oysa geniş aile sorunları vardı, bakmakla mükellef olduğu çocukları vardı, yoksuldu. Sürekli feodal baskılarla yüz yüzeydi. Buna rağmen katılımını esirgemezdi.
En az donanımla zindana girdiğinde uzun süre direnebildi. Bu direniş bugün dokuz yılı geride bırakıyor. M. Emin Yavuz yoldaş, PKK’nın ilk kitleselleştiği dönemden başlayarak kavgalı yumruklu direnişlerden silahlı gösterilere kadar ve her türlü zorluk altında bütün direnişlere katılmış en son olarak da TC egemenliğine karşı böylesine bir direnişte sonuna kadar direnebilmiştir. Bu bir gerçeği kanıtlamaktadır ki, o da şudur; baştan itibaren PKK’nın direnişinde bu kişiliklerin imzası vardır.
Bazıları bugün PKK adına çok şey söyleyip kendilerini çok şeye sahip görebilirler, ama bunlar önemli yanılgılarla doludur. Özellikle bu dış zeminlerde bu tip yanılgıları yaşayanlar az değildir. Oysa PKK'yi PKK yapan en baştan günümüze kadar bu tip çalışmalar ve bunların sahipleridirler. Büyük Parti yüreği, Partinin büyük direnişçi, tutkulu kişiliği, bu kahramanların omzunda yükseliyor. Belki çok laf yapmasını bilmemişlerdir, ama bütün önemli direnişlere de vardırlar. Bu kahramanların birleşik etkisi kazanan PKK'dir.
Biz, her zaman yaşayan özü görmek gerektiğinden söz ettik. Esas alacağımız budur. Adeta insanlar yanlarından bile geçemiyor. Tek kelimeyle bunlar terbiyesizlik yapıyorlar. PKK’nın çıkış ve gelişiminin ana esaslarını kavramak ve bağlı olmak gerekir. Tekrar belirtmek gerekirse, bizim direnişçi değerlerimizi her yönüyle anlamak gerekir. Biz, bu insanlara direneceğimize dair söz verdik. Onlar da söz vermiş ve şereflice direnmişlerdir. Birçoğunun çocukları vardı, ekmek bulamayacak kadar yoksullardı, donanımları çok zayıftı, çok vahşi koşullarda yaşıyorlardı, ama bu noktaya kadar gelebildiler.
Demek ki, Emin yoldaşın yaşamı Partimizin şanlı doğuşuna ve direnişçi tarihine denk gelen bir yaşamdır. Baştan sona kadar, Partimizin ana atardamarlarından birisidir. Onun yaşamı ve kişiliği kendi önderlerinin şahsında bir halkın özgürlüğe nasıl kalkışacağının kanıtlanması, halk kişiliğinin nasıl yaşayıp ortaya çıkarılacağının gösterilmesidir. Aynı zamanda bizimle sağlam yoldaşlık içinde kalmak isteyenlerin nasıl bağlı kalmaları gerektiğinin ortaya konulmasıdır.
Onlar donanımsızlardır, ama Partiye bağlılık kesin, direnişe bağlılık kesindir. Madem ki onlar bunu gerçekleştirebilmektedirler, o halde bunca donanım ve en geniş özgür direnme olanaklarında kimse başka dayatmalarda bulunmamalıdır, başka önderlik sevdaları içine girmemelidir. Zindan direnişçilerinin anılarıyla uyumlu yaşamak, her türlü soysuz yaşamı Parti yaşamının yerine koymak mıdır? Yine her türlü mücadele ve gelişme imkanı olmasına rağmen, iki insanla doğrudürüst ilgilenmeme ve birde en popüler önderlik sıfatlarını, kişinin kendisine yakıştırması mıdır? PKK'nin militan kişiliğiyle bunlar arasında hangi bağlardan bahsedilebilir?
Partimizin gerçek militan kişiliğini şahsında temsil eden M.Emin Yavuz yoldaşın, bunu çok güçlü bir direniş içinde şehitlere kadar ulaştırmasıyla Partimiz fiziksel olarak büyük bir evladını kaybetmekle birlikte, tarihi bir halk kişiliğini önderliğini de kazanmış olmaktadır. Rus devriminde tüm dünya halklarının tanıdığı Babuşkin vardı. Bizde bu yoldaşı böyle değerlendirdik. O kendisine verilen böyle bir isme layık olduğunu ortaya koymuştur. Partimiz ve halkımız için de böyle kişilikler vardır ve daha da çıkacaktır. Bu Partimizin şanındandır.
Partiye ve şehitlerin anısına kesin bağlılık, bugün yüzlerce ve binlercesini ortaya çıkarmıştır. Böyle yüzlerce şehit vardır. Adsız bir Parti emekçisi, bir direniş kahramanı olarak gösterişsiz, ama derinden bir katılımla ilk günden son nefes anına kadar Parti ve halkın çıkarlarını esas alan M. Emin Yoldaş, en eski bir yoldaş olması itibarıyla da bu gerçeği en güçlü bir anı olarak bize hatırlatırken, boş yaşamadığını, önemli direnişlerde büyük etkisinin olabileceğini ortaya koyuyor. Onu ve onun şahsında bütün direniş şehitleri ve direniş kahramanlarını bu temelde selamlıyoruz.
Şubat 1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Van Eyalet Komutanlığımız tarafından, ‘2 Temmuz 2014 tarihinde Türk ordu güçleri tarafından Başkale-Dirêjkê alanında şehit düşürülen Şervan arkadaşımız anısına, 8 Temmuz 2014 tarihinde, aynı alanda, arkadaşımızı şehit eden İşgalci TC ordusu birimine yönelik olarak bir misilleme eylemi yapıldığı ve kayıp verdirildiği’ bildirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 7 Temmuz günü işgalci TC ordusuna ait birlikler Şemzinan sınır hattında bulunan Dola Orle bölgesinde pusulama faaliyetleri gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. Bir süredir Hakkari'nin Gever ilçesine bağlı Şahe köyü çevresinde ve Şemzinan ile Medya Savunma alanlarımız sınırında bulunan Hacıbeg suyu üzerinde işgalci TC ordusu pusulama faaliyetleri yürütmektedir.
- Ayrıntılar
Tarihte insanlığa en büyük zarar veren savaşların bir türü dinler ve mezhepler adına yürütülen savaşlardır. Elbette bu çok ciddi zarar veren savaşlara milliyetçi duygularla yüklenmiş savaşları da eklemek ve saymak gerekiyor. Bir farkla milliyetçilikle yüklenmiş savaşlar son iki yüz yılın savaşları iken, din yüklü savaşlar bin yılların savaşlarıdır.
Savaşların ilk günden başlayarak her zaman negatif yüklü oldukları bilinen bir gerçekliktir. Çünkü: “Savaş toplumsal yaşamdaki yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimidir ve toplumsal doğayı derinden yaralar ve sakatlar.” Bir istisna olarak halkların istilalara karşı geliştirdikleri özgürlük savaşlarıdır.
Şimdi Ortadoğu’da her iki savaş biçimi iç içe yürürlüktedir. Hem halkları köle altına almak isteyen savaşlar-ki bunlar çok vahşice yürütülüyor- hem de halkların kendi özgürlüklerini sağlamaları için direniş savaşları olarak adlandırılan öz savunma savaşları.
Ne acıdır ki bugün Ortadoğu’da yürürlüğe konulan mezhep savaşları insanlık tarihinde çokça ve sıkça görüldüğü gibi tamamen kör savaşlardır. Akıl ve mantıktan uzak yürütülen savaşların ise ne zaman, nerede ve nasıl sonlandırılacağı bilinmez. Çünkü tarihin farklı evrelerinde bu tür savaşlar insanlığın başına yüz yıllarca musallat olmuşlardır. Bir Avrupa’da dile getirilen yüz yıllık savaşların altında kesinlikle bu tür savaşlar vardır. Bizler yüz yıllarca süren, binlerce farklı mezhep ve tarikata mensup bireylerin katledilmelerini dile bile getirmiyoruz. Sadece ve sadece yüz yıllık savaşın bedelinin, bir Avrupa için neler olduğunu en iyi Avrupalılar bilir diyoruz.
Benzer bir şekilde bu tür savaşların Ortadoğu’da nelere yol açtığı da biliniyor. Sadece bizler İslamiyet’in başlangıç yıllarına giderek, bugüne kadar taşınan farklı mezhep kavgalarını dile getirmiş olsak, ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Öyle ki aynı topraklarda, aynı bayrak ve çoğu zaman aynı düşüncelerle bezenmişlerin bile mezhep kavga ve savaşlardan dolayı hangi tür yaklaşımlar içerisinde olduğunu herkes bilir.
Özcesi akıl ve mantıktan uzak ama yürek ve duygu yüklü savaşların tahribatları korkunç oluyor. Korkunçluğu her türden savaş gibi fiziki olarak insanı ya da insanlığı hedeflemiş olmasıdır. Lakin diğer savaş türleri -ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar -bir şekilde durdurma yolları bulunurken mezhep, din ve milliyetçilikle körüklenmiş savaşların durdurulması çok mu ama çok zordur.
Ortadoğu’da mezhep, din ve kapitalizmin bu topraklara ektiği ulus devlet zihniyetinin yarattığı milliyetçilikler sonucu geliştirilen hastalıklı savaşların durdurulmasının tek yolu kesinlikle ve kesinlikle halkların kardeşliğine dayalı olan zihniyet formudur. Bu zihniyet Ortadoğu’da galebe çalmadan, başat hale gelmeden bu topraklarda şiddetin en tehlikesinin her zaman gündemde olabileceği bilinmelidir.
Ortadoğu gibi bir coğrafya; halkların, renklerin, dinlerin, mezheplerin, tarikatların ve de bin bir türlü sivil toplum örgütlerin renkli coğrafyasıdır. Bu coğrafya bu renklerin bir arada yaşayabilmesi ile bugünlere gelebilmiştir. Elbette tarihte her zaman bu coğrafyada savaş durumları yaşanabilmiştir. Ancak bu coğrafyada ne zaman ki savaşlar din, mezhep ve de milliyetçiliklere yani kavimlere dönüşmüş ise orada kesinlikle en büyük vahşetler yaşanmıştır. Yani bu coğrafya ne zamanki kendi renginden hareket etmemiş ise ve başkalarının dayattığı renklere göre yaşamak durumunda kalmış ise orada kesinlikle yaşanan kan ve revan olmuştur.
Ortadoğu’da kan ve revan’lı anların yaşanmadığı anlar halkların en iyi bir şekilde birlikte yaşadıkları, ortaklaştıkları yani belli bir hoşgörü ve demokratik kültür temelinde birbirlerine karşı saygı gösterdikleri anlar ya da çağlar olmuştur. Çünkü Ortadoğu’da ortaklaşmanın ve savaşsız yaşamanın tek yolu budur. Başka da bir çözüm yolu bugüne kadar bulunamamıştır. Gerici odakların buldukları karşıt çözüm modeli kesinlikle sadece ve sadece kan getiren Mezhep, Din ve Milliyetçilik savaşları olmuştur.
Şimdi Ortadoğu’da ya da Ortadoğu’nun tam ortasında bulunan Irak ve Şam’da yaşananlar tamamen gerici ve halkların ortaklığını dinamitleyen bir savaş gerçekliğidir. Bu savaşta halkların tek bir çıkarı yoktur ve olamazda. Yüz yıllarca birbirlerine karşı geliştirilen bir savaş yaşanmaktadır. Yarın bir gün ya da çok ileriki bir tarihte bugün Irak ve Suriye’de olup bitenleri ya da Libya’da yaşanmış olanların tümünün altında Küresel Emperyal güçlerin çıkarları temelinde organize edilmiş oyunlar olduğu gerçeği açığa çıkarsa, kimse şaşırmalıdır. En az da Kürtler şaşırmalıdır.
Çünkü biz Kürtler bugün biliyoruz ki küresel güçler Kürtlerin özgür olmamaları için ne kadar da çok dümen çevirmişler. Ne kadar da çok alttan alta oyunlar sahnelemişler. Ne kadar da çok parçalayıcı, bölücü rol oynayarak kendilerini vazgeçilmez kılmışlar. Ve ne kadar da çok kendilerini bu coğrafyanın kurtarıcıları haline getirmişler.
Bu durumda bugün olup bitenleri daha derinlikli ele alarak irdelemek temel bir görev olmaktadır. Hemen olup bitenlere dalarak birilerini oyunlarına gelmemek çok önemli olmaktadır. Ne şu mezhebin, ne şu dinin ne de şu milletin milliyetçiliğine destek sunmamalıyız. Bizim desteğimiz sadece ve sadece halkların ortaklaşmasını, karşılıklı hoşgörüsünü, kardeşliğini savunan bir yaklaşım ve anlayış olabilir. Aksi taktirde insanların ölümüne sebebiyet verecek bir duruma gelebiliriz ki bu asla ama asla af edilemez.
Tarih şuna şahittir ki, halkların ortaklaşması, dinlerin kardeşleşmesi ve hoşgörüleşmesi sağlanmadan Ortadoğu her zaman başkalarının poligon sahası yani atış sahası olmaya devam edecektir. Ve maalesef bugün Ortadoğu herkesin poligon sahası haline getirilmiştir. Keşke Ortadoğu’ya emperyalistler tarafından satılan silahların bilançosu bir yayınlanabilse!
Halkların özgürlüğünü savunanlar olarak, halkların kardeşliğini Ortadoğu’nun tüm sahalarına oturtamadığımız için, bizim vereceğimiz bir özeleştiri elbette olacaktır. Eğer bu gün kör savaşlar bölgemizi kasıp kavuruyorsa, bizim yeterince başarılı olamadığımızın ve yeterince halkların çizgisini savunamadığımızın ve örgütleyemediğimizin bir kanıtıdır bu, bu ise yeterince derinlikli bir özeleştiriyi gerektirir.
Bizler özgürlükçüler, toplumcular olarak ve de demokratik toplumcular olarak özeleştirimizi ancak ve ancak pratik sahada halkların kardeşliğini sağlayarak vereceğimize de inanıyoruz. Evet, bunun için öncelikli olarak halkların kardeşliğini savunan herkes, her kurum, her birey, her örgütlü yapı mutlaka ama mutlaka bir yolunu bulup halkların kardeşliğini geliştirerek projelere katılmalı, imzasını atmalı ve de bir fiilen kendisi ya da kurumu aktif katılmalıdır.
Aksi taktirde gerçekten de gelişen bu Mezhep Savaşı herkes için çok mu ama çok tehlikeli bir gelişme olacaktır. En çokta halkların kardeşliğini, halkların demokratik konfederalizmi temelinde geliştirmek istenen Demokratik Özerkliği ve bunu tüm halklara bir çözüm modeli olarak götüren çizgi, bakış, anlayış, ideoloji, felsefe ciddi darbe alacaktır. Çünkü gerçekten de halkların kardeşliği temelinde geliştirilen demokratik ulus modelinin temeline bu mezhepçi, dinci ve milliyetçi savaşlar dinamit koymaktadır. Bu gerçekliğe bile baksak bugün Ortadoğu’da bu mezhep savaşlarının kesinlikle ABD ve onlara yardım ve yataklık eden batılı güçlerin çıkarları olduğu rahatlıkla görülebilecektir.
Bunu bilerek her özgürlük savaşçısının, özgürlüğe gönül vermiş olan çalışanının, dostunun, taraftarının, demokratın, feministin, çevrecinin ve de her türlü azınlık temelinde kendisi örgütleyen birey ve yapıların mutlaka ama mutlaka bu küresel yeni Mezhep Savaşı konseptine karşı mücadele etmesi gerektiği açıktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Planlama faaliyeti esas olarak mevcut devrim için hazır öğe ve imkanlardan kalkarak, mevcut amaçlarımız doğrultusunda eylem programımızın nelerden ibaret olması ve buna en doğru çalışma tarzıyla, nasıl yaklaşılması gerektiği sorunudur. Planlama faaliyetinin özü, tanımı budur.
Her şeyden önce, dönem itibarıyla harekete geçmeye hazır hangi güçler söz konusudur? Bunların düzeyi, durumu nedir? Çizilen amaçlar, perspektifler hangi eylem programımıza hem gereklilik, hem de olanak tanıyor. Hangi örgüt ve eylemlilikle bunlara ulaşacağız? Buraya kadar ki tüm çalışmalarımız değerlendirilecektir. Partinin örgüt düzeyi, kitlelerin uyanışı, ilgi düzeyi önemlidir ve ele alınacaktır. Diğer objektif etkenler, düşmanın durumu, halkın dayandığı objektif şartlardan yola çıkılacaktır. Partinin amaçları, özellikle de belli bir dönem için amaçları nedir? Hangi zeminde ve daha ayrıntılı dönemler göz önüne getirildiğinde nasıl bir uygulamayla gerçekleştireceğiz? Tüm bunları değerlendirmek gerekecektir.
Her şeyden önce devirmek, bunun için adım adım geriletmek durumunda olduğumuz faşist sömürgeci rejimin güncel durumuna bakmak gerekiyor. Bu Parti edebiyatımızda sıkça üzerinde durulan bir husustur.
Gelişme dönemine daha yetkin tahlillerle karşılık vermekteyiz. Bugün sadece kendi değerlendirmelerimizle yetinmemek gerektiğini biliyoruz. Düzenin en sağ partileri bile "her düzeyde derin bir bunalım yaşanıyor. Bunu sadece bir hükümet bunalımı olarak değil, tüm alt ve üst yapıda değerlerin alçalması, yozlaşmasıyla birlikte, maddi alandan bütün manevi alanlara kadar yansıyan bir bunalım olarak görmek gerekir" diyorlar. Şüphesiz buna temel teşkil eden alt yapıdır.
Rejimin alt yapısı, günümüz için her karşıdevrim hükümetinde ve onun yönlendirdiği rejimlerde olduğu gibi, kitleler üzerinde baskı ve sömürüyü görülmemiş biçimlerde artırılmasında ifadesini buluyor. Ekonomiden, devletin en temel politikalarına kadar yansıyan tutumlarında görülüyor. Ekonominin çözmek durumunda olduğu sorunlar daha çok güncel sorunlardır. Tam bir bunalım ekonomisi haline gelmiştir.
12 Eylül faşist rejimi, esas itibarıyla gündemleştirdiği sorunları çözmek için, daha çok Türkiye tarihinde kapitalist gelişmenin emperyalizme bağımlılığı ile, Ortaçağ kalıntılarını iç içe geçirmiştir. Baştan itibaren tekelci bir avuç kapitalistin tekelleşmesi doğrultusunda yoğun çaba vardır. Bunun için yönlendirilen mali sermayenin bir kaç banka etrafında yoğunlaştırılarak, devletin yoğun desteğiyle dış rekabetten ve içten ise diğer sınıfların taleplerinden koruyarak, para politikalarıyla oynayarak ayakta tutma çabaları vardır. Olup biten her şeyi aslında bir avuç kapitalistin gelişmesi uğruna harcanan çabalardan, politikalardan ibarettir. Başlangıçta ticari ve mali olan sermayenin daha sonra sanayi sermayesine dönüşüm vardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuruluş yılları esas itibarıyla Türk tüccar ve milli sermaye sınıfı ortaya çıkarmak, bu temelde yaratılan sınırlı bir birikimle sanayiye yönelmek, bunu da dışa karşı sert bir korumayla gerçekleştirmek için harcanan çabalarla doludur. Bu anlamda M.Kemal dönemi, bir kapitalist gelişmeye sonuna kadar imkan tanıyan dönemdir. Sermaye palazlanır, devletçilik yoluyla sanayileşmenin yolu atılır. Bu tam bir soygundur.
Şunu belirtelim ki, TC'nin kuruluş yılları işçi sınıfının ve daha çok da köylülüğün amansız sömürüsünün gerçekleştiği yıllardır. Tekeller biçiminde üstte bir yoğunlaşma vardır. Kentte her türlü sendikal çalışma, kırsal alanda ise köylülerin toprak ağalarına karşı toprak istemleri sert baskı yöntemleriyle bastırılıyor. Yeni bir sınıf bir kurmayın eliyle geliştiriliyor. II. Dünya Savaşında bunlar daha da palazlanıyor. Soygun ve el koymalar bu dönemde daha da artmıştır. Sermaye büyümüştür ve büyüyen bir burjuvaziye tanık olunuyor.
Eskiden Türk milli burjuva çıkarlarını koruyan devlet, yavaş yavaş büyük burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik bir sınıf temeline kavuşuyor. Bildiğimiz CHPDP ayrışması, bunun üst yapıya yansımasıdır. DP iktidarı yılları, TC'nin emperyalizmle ilişkilerinin daha da artması, ABD bağımlılığının gelişmesi, küçük burjuva ve orta kesimlerin payının azalması yıllarıdır. Halkın emekçi kesimlerinin de daha çok geriletilmesi biçiminde bir dönüşümdür. Bu konuda kırsal alanda olsun, ticari, mali ve giderek de sanayi alanında olsun, burjuvazinin palazlanması sürecinin bir adım daha ileri gitmesidir. Bunun sonucunda uluslararası tekellerle işbirlikçilik gelişiyor, toprak kapitalizmi gelişiyor. 1960'larda ortaya çıkan durum böyleydi. Bu dönemde işbirlikçi tekelci kapitalist gelişme sağlanmış ve buna karşı orta ve küçük burjuvazinin eskiden devlet içinde yer almış olan kesimlerin muhalefetine yol açmıştır. Bu muhalefetin ordu içindeki temsili ve CHP'nin buna kolkanat germesi söz konusudur. Bu 27 Mayıs hareketinde ifadesini bulur.
27 Mayıs daha önce devletten pay alan, orta ve küçükburjuva ile bürokrat burjuva kesimlerin gerilemelerine bir tepkidir. Bunlar 27 Mayıs Anayasasıyla tekrar kendilerine, başta ordu olmak üzere bürokrasi içinde bir yer, bir olanak elde ediyorlardı. Bunun için burjuva anlamda bir demokratik açılımdan bahsedilir. Yani tekelci gelişmenin biraz dizginlenmesi söz konusudur. Fakat kısa bir süre sonra, tekrar AP ve CHP koalisyonları, ardından tek başına iktidar olan AP'nin uluslararası sermayeyle, emperyalizmle ilişkileri geliştirmiştir. Sömürü yoğunlaştırılmış, sınıfsal ayrışım daha da hızlandırılmıştır.
Bu dönemde Kürdistan'daki kapitalist gelişme de açılım kaydeder. Mali sanayi sermayesi toprak kapitalizmine göre daha ileri bir duruma geçer, hatta ticaret burjuvazisinin de önüne geçmeye çalışır. Bu da bir rekabeti doğurur. AP hükümetleri döneminde ortaya çıkan bu durum, üstten bir çekişmedir. Yoğunlaşan sömürü emekçilerde de bir kıpırdanmaya yol açar. Orta kesim bu konuda biraz hareketliliğe geçer. Kendi konumlarını sürdürmek açısından emekçilerin hareketine göz kırpar, onlardan destek arar. Bu bildiğimiz radikal gençlik, devrimci gençlik hareketinin de doğuş zeminidir. Bu zeminde belli bir hareketlilik ve devrimci uyanış başlar.
12 Mart daha çok mali ve sanayi burjuva kesimlerin palazlanmasına olanak vermek amacıyla, gelişen devrimci gençlik hareketini bastırmak için geliştirilir. Daha sonraki süreç, 12 Mart'ın çerçevesinde kısmen gelişir, ama zaman zaman bu onu aşar. Özellikle devrimci gelişmelerin mevcut çatlaklarından yararlanarak geliştirilen bir süreçtir. Bunlar, bir yandan CHP, bir yandan AP ve diğer iki küçük parti arasındaki çelişkilerdir. Bu bir koalisyon dönemidir ve daha sonraki süreçte, daha çok 12 Eylül'ün tepki duyduğu bir dönemdir. Bu koalisyonlar siyasal denetimin zayıflamasına yol açar. Bu temelde bir çok grup ortaya çıkar.
Hemen söyleyelim ki bütün bu süreç, TC'nin bünyesinde tüm çelişkilerin açığa çıkması anlamına geldiği gibi, hepside zayıf bir çelişki durumundaydı. Üstten devleti yönetenler önemli oranda yönetemez duruma düşmüşlerdir. Orta kesimler kendi durumundan rahatsızdırlar. Emekçiler rahatsızlıklarını bilinçli örgütlülüğe doğru taşırmaya çalışırlar, ama hepsi de zayıftır. Bu durumda en güçlü, en organize kurum yine ordudur. Türk devletinin temel etkeni olan ordu, bu konuda komünist kollama hareketi için her zaman görev başındadır.
Öyle bir noktaya gelinir ki, normal sivil kurumlarla, parlâmentoyla, partilerle TC'yi yürütmek mümkün değildir. Partiler yetmez duruma düşmüşlerdir. Parlâmento çözüm üretemez durumdadır. Hükümetler hızla kurulup dağılmaktadır. Halk muhalefeti denetimsizdir. Fazla örgütlü olmasa da gelişme göstermektedir. Bu bir dönemin sona erişi anlamına geliyor. Üst yönetimde düşülen zaaf, alt'ın homurtularıyla birleşince bir devrimci durum ortaya çıkıyor, ama bu devrimci durumu değerlendirecek devrimci bir örgüt olmadığı, kırk yamalı bohça gibi olan sol grupların, bırakalım devrimci bir örgütün ihtiyacını giderme, işi daha da çıkmaza sürükledikleri için bir sonuca gidilememiştir.
Sivil kurumlar da bu gelişmeye çare olmadıkları için tek yıpranmamış kuvvet olarak duran ve aynı zamanda güçlü bir siyasi etkisi olan, faşist bir kurumlaşmayı kendi içinde yürüten, disiplinli ve planlı ordu gücü devreye girmiştir. Aynı güç biraz planlı bir çabayla kendini tek alternatif hale getirmiştir. Sivillerin toplumu yönetemez durumda olduklarını kanıtlamak için gelişini biraz geciktirmiştir. Özellikle Demirel başta olmak üzere, sivillerin denetiminde orduyu yıpratmamak için, göz göre göre sivilleri yıpratmaya yönelmişlerdir. 'Ordu yıpranacağına siviller yıpransın, toplum sivillerden nefret etsin' planıyla hareket etmişlerdir. Bunların hepsi işbirliği halindedir.
Sivillerin orduya karşı demokratik bir kurum olma durumu da yoktur. Fakat artık işleri döndüremez hale gelmişlerdir. Toplumun bunlardan kurtulması için veya toplumun orduyu arzu etmesi için, bunların yönetemez, kargaşayı önleyemez bir güç olduğunun kanıtlanması gerekiyordu. Demirel'in çokça yakındığı ve "denetimimiz altında çalışmıyorlar, bizi yıpratmaya çalışıyorlar ki, halk kendilerini kurtarıcı ve müdahale etmesi gereken güç olarak benimsesin" biçimindeki sözleri doğrudur. Sivil kurum, parlâmento kendini üretemez durumda olunca, ordunun bunu daha da körükleyeceği ve onları daha da iş göremez duruma düşüreceği açıktır. Buna bir defa niyetlenmişlerdir ve 78'lerden itibaren programlarında bu vardır.
Buna bir de tabandaki durum ve özellikle de Kürdistan'da gelişme istidacı gösteren Ulusal Kurtuluş Hareketi eklenince, cumhuriyeti yeni temeller üzerinde üretmek, yeni alt ve üst yapı kurumlarına kavuşturmak zaruri bir görev olmuştur. Bunun için, eski sivil kurumlarını önce denetim altına almak, sonra yasaklamak, parlâmentoyu, bütün partileri ve hatta liderliklerini tasfiye etmek, irili ufaklı bütün devrimci gruplar üzerinde amansız bir terör uygulamak ilk yönelimi olmuştur.
Halk kitlelerinin kendi beklenti ve umutlarına cevap vermeyen burjuva yönetimler dışındaki arayışlara düşmemeleri için, söz konusu hareketler üzerinden adeta silindir gibi geçilmiştir. Kitlelerin "biz de kendi kendimizi yönetebiliriz" düşüncesine kapılmamaları için, önce uyarı, daha sonra da ezme yöntemlerini geliştirmişlerdir. Uygulanan baskının yanısıra, muazzam bir ideolojik etkilenme altına alma yöntemiyle kendilerine karşı koyabilecek bir kişi bile bırakmamışlardır. Kitlelerin umutları adeta doğduklarına bin pişman ettirilerek başlarına yıkılmıştır. Tek kurtuluş yolu olarak ordu öncülüğü, Kenan Paşa'nın benimsenmesi politikaları ve uygulamaları söz konusudur. Hatırı sayılır bir desteği, bu baskı ortamında, propaganda ve pasifikasyon yöntemleriyle geliştirilmesi söz konusudur.
12 Eylül'ün gelişi, bastırmacılığı ve kendini yeniden kurumlaştırması durumu vardır. Oluşturulan Anayasa, Partiler Yasası ve demokrasiye dönüş taktiklerinin tümü, 12 Eylül'ün kurumlaştırılmasıdır, bunun sivil maskeyle sürdürülmesidir. Demokrasiye geçiş, özellikle de uluslararası emperyalizmin ve NATO'un da desteğini almak için bir maskedir. Alt yapıda, ekonomide tekelleşme ve holdingleşme, gelişmiş uluslararası tekellerden alınan payları yoğun bir biçimde artırmıştır. Buna karşı içte kemerleri sıkma ve iç tüketimin kısıtlanması, ticaretin geliştirilmesi yöntemiyle, dış tekellerin çıkarları da gözetlenerek, sermayenin bir avuç tekelcinin elinde yoğunlaştırılması için politikalar geliştirilmiştir. Bu, daha insafsız bir sömürüyü getiren ve sömürüyü gerçekten bütün sağ partilerin de söylediği gibi, bir talana kadar götüren politikanın adıdır.
Bu dönemde geliştirilen Özal ekonomi polimacılığı, sonuna kadar uluslararası sömürüye açılmış bir Türkiye demektir. Emekçilerin daha önceki ücret düzeylerinde %35'lere varan düşme, köylülüğün ürünlerine biçilen başfiyattaki düşme, memur maaşlarını dondurma yaşanmıştır. Hatta içte sanayi kesiminin payının bile azaltılması ve tüm bunlardan edinilen payların bir avuç ihracatçı ve mali tekellerin emrine, uluslar ası sermayeye verilmesi durumu vardır. Bu politikayı esas alan ANAP'ın kuruluşu, ANAP'la bu ekonomi politikanın sürdürülmesi ve Milli Güvenlik Konseyi ile ortaklaşa bir iktidarın bunlar tarafından götürülüşü söz konusudur.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar