Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Haziran tarihinde saat 15:30 ile 00.00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi ile Çukurca sınır hattı üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 8 Haziran tarihinde saat 00:00'da Amed'in Lice ve Hani ilçeleri yolu arasında İşgalci TC ordusuna ait içinde Özel harekat timlerin bulunduğu bir panzere Türk devletinin gerçekleştirdiği Lice katliama karşı yerel bir gerilla birliğimiz misilleme eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımızın bir deyimi vardır, “eğri otur, doğru konuş” diye. Eğri oturulsa da doğru konuşulduğunda toplumun ahlaki ölçülerine denk yaklaşım gösterilmiş olur. Yok, eğer doğru oturulmuş olsa da yanlış konuşmak ise toplumun ahlaki değerlerine ters düşmek olduğu gibi ahlaksızlık olur.
“Söz ve anlam birbirine bağlıdır ama anlam sözden daha güçlüdür. Anlam söz ile dillendirilir ama söz onu yeterince izah etmeyebilir. Çirkinliğin olduğu yerde güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Çünkü çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir.”
Mevcut olan gerçekten çok kötü olduğu için kin duymak yanlış değildir. Tersine kötü olana karşı kin beslememek, bu kötüyü olduğu gibi kabul etmek tek kelimeyle insan olmaktan çıkmaktır.
Yuhanna İncilinin ilk cümlelerinden birinde bir belirleme var. “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve tanrı sözdü” deniliyor. Sözün ise yalansız olması, doğruluktan şaşılmaması gerektiği de ortadadır.
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Bugünlerde yapılan tek kelimeyle budur.
“Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar” derler, yine “Korku, yalan doğurur” derler. Bunun için de: “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler” dememiz de gerekiyor. Başka bir deyimle: “Dünya tükenir, yalan tükenmez” misali Türkiye cumhuriyeti devleti yalan söylemekten bir türlü vaz geçmiyor.
Yalan, özel savaş rejimlerin en etkili silahlarından birisidir. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
“Özel Savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Toplumla ilgili olana karşı savaşı, özel savaşla en çok yalanla yürütüyor faşizan devletler. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi TC devleti direnişçi, özgürlükçü, devrimci güçlere karşı en çok kullandığı silah, yalan silahıdır. TC devletini birkaç adım aşan bir güç ise bu konuda AKP’dir. AKP Şili’de uygulanan “yirmi yalan bir doğru eder”i çok daha ileriye taşırmıştır. AKP artık “bin yalan bir doğru etmese bile, yine de bu yalan söylenmelidir” diyerek kendisine karşı olanlara karşı müthiş bir yalan kampanyasını yürütüyor.
Örneğin en son “dağlara çocuklar kaçırıldı” yalanını günde bin kere söyleyerek kendilerince bir doğru çıkarabilecek umuduna kaptırdılar. Bir doğru etmeyeceğini bilseler de yine de bu yalana devam ediyorlar.
Öyle görülüyor ki bu yetmedi, dağa çocukları gönderenlerin kendi çocuklarını Amerika’da Harvard’larda ve İngiltere’nin Oxford’unda okuttuklarını dillendirmeye başladılar. Bu yalan öyle tutmuş olmalıdır ki, Kürdistan'da polisler bile Toma ve Panzerlerinin içerisinde megafonla konuşurken; “siz burada eylem yaparken, sizi buraya gönderenlerin çocukları yurtdışında okuyor” demekten kendilerini alamıyorlar.
Ve birde sözde Amed’de çocukları kaçırılanlar ise, “neden benim çocuğum dağa gidiyor sizin çocuğunuz Amerika ve İngiltere’ye okul okumaya gidiyor” diye tempo tutturuyorlar.
Bu da yetmiyor benzer söylemleri RTE’da kullanıyor. Haydi, biz yukarıda yalanlara çanak tutarak katılanları anlıyoruz da, peki sana ne oluyor RTE?
Senin çocukların nerede okul okudular acaba?
Örneğin Türkiye’nin gündeminde bir türlü düşmeyen Oğlun nerede okudu?
Ya Kızların nerede okudu? Hani birde muhafazakâr olduğunu söylüyor ancak kızları ise yurtdışında, kapitalizmin merkezinde okumadılar mı?
“Tencere dibin kara seninki benden kara” mı demeli? Yoksa “Tencere yuvarlanmış kapağını mı bulmuş” demeli?
Halbuki hafıza kaybı ve balık hafızalı olmayan biri bilir ki daha birkaç gün önce Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Amerika’ya –hem de Harvard üniversitesinde- oğlunun mezuniyet törenine katılmak için gitti. Biz sadece bu birkaç örneği verelim, diğer örnekleri ise dibi birbirine benzeyenler sıralasınlar.
Yukarıda ifade etmiştik, “eğri oturun ama lütfen az da olsa doğru konuşun” diye. Tüm dinlerde yalan kesinlikle yasaktır. Suçtur. Dini tabirle günahtır.
Haydi, insanlardan korkmuyorsunuz onu anladık, bari Allah’tan korkun ve artık sunturlu ve kuyruklu yalanları söylemekten vazgeçin, yalan atmayı bırakın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Toplumsallığın kendisi bir ruhtur” denilir. Bu bağlamda toplum bir ruhsal birlik anlatımıdır, ifadesidir demek en doğru yaklaşımdır. Ne var ki yabancılaşmış bir toplum ise bu anlamda ruhsal birliğinden kopmuş demektir ki, bu da toplum olmaktan çıkmaktır.
Bizde biliyoruz ki “toplumsallık insansal yaşamın varoluş koşuludur, toplumsallık olmadan yaşam olmaz.” Çünkü yaşamın kendisi toplumsallıkla anlam kazanır, toplumsallıkla var oluşunu sürdürebilir.
Topluma ait olan bir insan bu gerçekliği bildiği için yaşama saygısı olan insan hassas olur ve böyle de yaşar. Büyük yaşam davaları olanların büyük korkuları vardır. Doğru yaşamak isteyenin temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı doğru anlamak ise yaşamın özünü yani hakikatinin peşine düşer. Bu bağlamda da hakikat arayışı yaşamı anlama arayışıdır ve bu arayışı yapan bireydir. Sensin ve benim, tüm insanlıktır. Yani, hakikat sendedir dolayısıyla yaşam sendedir.
Sömürgecilik bu yaşam hakikatini yitirilmesini esas alan kirli bir politik yönelimdir. Çünkü sömürgecilik öncelikli olarak bir toplumu ayakta tutan en temel var oluş gerekçelerine saldırarak onu yıkımı esas alır.
Özcesi sömürgecilik kirleticidir. Çirkinliğin olduğu yerde ise güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Yani doğal olan, olması gereken bastırılsa, özünden kopartılırsa orada güzellik değil çirkinlik gelişir.
Herkeste bilir ki çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir. Bununla bir olan, bununla bir araya gelen, buna ses çıkarmayan ise özü itibariyle insan olma duyarlılığını yitiren bir kişiliktir. Yani Uzlaşmacı kişilik kinsiz kişiliktir, bu da toplumların yaptığı tespit olarak tamamen bir kendinden uzaklaşma, kendi olmaktan çıkma, kendi değerlerine ters düşmedir ki buna da “namussuzluk” kategorisine girme deniliyor. Halbuki doğru olan kötülükle, çirkinlikle bir araya gelme değil, tersine iyi olanla bir araya gelmek olmalıdır. Bir ustanın dediği gibi: “İnsan iyide birleşir kötüde uzlaşır.”
Uzlaşma ise özü itibariyle-ahlaki değerleri dikkate alarak-yapılmıyorsa, ilkelere göre yapılma yerine ürkmekten, korkudan yani boyun eğmeden dolayı yapılıyorsa orada kesinlikle kirli bir uzlaşma var demektir. Şikâyetçilik bir tür uzlaşmaya çağrıdır. Şikâyet dilinin anlamı özü itibariyle “benim üzerime bu kadar geliyorsunuz” demektir, özü budur. “Bana daha az bir baskı uygula, köleliği biraz daha yumuşat ben yumuşatılmış kölelik koşullarında seninle yaşamaya varım” demektir. Bu da uzlaşma dilidir. Şikayetçi dilidir. “Şikâyetçi dil köle dilidir,” hatta köle dilidir ve uzlaşmanın altında insan yoğunlaşınca, köleliği yıkmamanın olduğu görülür, yani kölelikte çakılıp kalma ve kölelik ruhu vardır, bu da özgürlük tutkusu zayıf bir kişiliğin ve toplumun duruşudur. Bunun da insan olmaktan çıkma olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Neden bu böyledir?
“Sömürgecilik kişilikte tahribatı derinleştirir, sömürgecilik toplumu dağıtır, toplumun dağıtılması köksüzlüğe mahkum edilmesi anlamına gelir.” Hele bu Türkiye'de uygulanan biçimiyle bu kültürel kıyımı esas alan bir sömürgecilik biçimiyse ona dayanıyorsa, bu kültürel kıyımın, soykırımın sonucu, hasta bir toplumsal yapının ortaya çıkışıdır. Böylesi bir ortamda ancak Patolojik kişilikler doğar.
Tüm sömürgeci yapıların ortaya çıkardıkları yapılar patolojiktir. TC devleti de Kürdistan’ı sömürgeleştirdiği bugünden yana Kürt insanını hasta kılmak için elinden ne gelmiş ise yapmıştır.
Dikkat edelim, TC devleti ve sömürgeciliği kesinlikle Kürt’ü düşürmek için tüm gücünü bugüne kadar aralıksız olarak uygulamaya koymuştur. Eğer bugün sömürgeciliğin okullarına, ordusuna ve tüm kurum ve kuruluşlarına Kürt insanı özelde de gençliği gönüllü gidiyorsa orada kesinlikle kişilik olarak bir patolojik durum söz konusudur. Böyle hareket eden bir kişilik ise hasta bir kişiliktir. Hastalığın ise ruhsallıkla ilgili olduğunu dile getirmeye gerek var mı?
Kürdistan Özgürlük Devriminde üzerinde en çok durulan hususun kişilik sorunu olması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Kişilik bozukluklarını çözmeyle ilgilidir. Neden buna gereksinim duyuldu? Çünkü Kürdistan'da muazzam bir kişilik tahribatı varda ondan, gerçek olan budur. Kendi gerçekliğinde bu kadar kaçmak, düşmanı düşman olarak görmemek, çocuğunu TC askerine sanki bir şey yokmuş gibi göndermek, kendi dilini unutturan hatta kendi diline karşı bu kadar hakaret eden, kültürünü hem eriten hem de bitiren böylesine bir eğitim sistemine aksi taktirde neden aileler çocuklarını gönüllü gönderir? Ya da giyim ve kuşamıyla neden ısrarla katledene benzemek için çaba içerisine girilir?
Nedeni açıktır, sömürgeciliğin yarattığı kişiliğin ortaya çıkardığı gerçeklik budur. Ve daha tuhaf olanı ise hasta olanın bunun için farkında olmamasıdır. Hastalığın en önemli belirtisi, kendisini sağlıklı hissetmek duygusudur. Halbuki “tedavi olmamın kendini tedavi etmenin en önemli yollarından biri hasta olduğunu bilmek, hastalığı bilmek, hastalığı teşhis edebilmektir” denilir.
Bu durumu insanın ruhsal duruşuna aktarırsak bireyin kendisini tanıması yani kendisini bilmesi gerektiğidir. Buna ustalar “kendiliğinden bilinç“ diyorlar. Yani kendisi için bilinç…
“Varlık olmak kimlik kazanmaktır, farkında olmak bile kendi kimliğinin farkında olmaktır. Birey olarak bile kendi farkın kimliğindir, onun için kimliksiz olunamaz. Kimliksizlik, insan olmaktan çıkıştır.
Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilincidir. Tarih bilinci nedir? kendini tanımaktır, kendini tanımakta kimliğini tanımaktır.”
Kendi kimliğini tanıyan bir birey ise sömürgeciliğin kararttığı gerçeklikten çıkmış birey demektir. Kendisi olmak demektir. Kendisi olabilmenin yolu ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sömürgeciliğe karşı durmaktan geçer. Bunun da yolu açıktır, bellidir.
“Kürt halkının içine düşürülmüş olduğu korkunç aşağılanmadan duyduğumuz büyük utancı en büyük güç kaynağımıza dönüştüreceğiz” diyerek, bize bu düşürülmüşlüğü reva görenlere karşı dik durarak, özgürlük kavgasına her şart altında katılmaktır.
Aksi taktirde Ahmet Arif’in şiirlerinde dile getirdiği gibi sadece ve sadece “yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır” gerçekliğini aşmayacağı gibi, yaşamın katledilmesi olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
PKK’nin özünü şehitlerin gerçeğinden arayıp bulmak ve öğrenmek lazım. PKK Kürt halkı için bir milat, özgürlük, eşitlik ve demokratik bir hareket olduğu tartışma götürmez somut bir gerçektir. Önderliği, şehitleri ve gerillası bunun iradi kimliğidir. PKK’nin Önderliği ve gerillası dünyada eşi benzeri görülmemiş fedakârlıklara girmiş. Halkın özgürleştirmek için canından fazla bir şey olsaydı verirdim ya da son nefesinde yaşam mücadelesinde son sözü; mezar taşıma, halkıma borçluyum yazın veya yaşamı o kadar seviyoruz. Onun için yaşam uğruna ölüme gidiyoruz. Binlercesi daha gencecik yaştayken şu veya bu biçimde tarihin seyrini değiştirecek söz, duruş ve pratikleriyle yeni Kürt kişiliğin kimliğini yarattılar.
Evet, onlarında kendilerine özgü bir yaşam tarzları vardı. 5 bin yıllık erken zihniyetin yarattığı yaşam tarzından kopuyorlardı. Sistemin verdiği anlamasız yaşamı aşmışlardı ve insanlık için yeni bir doğuş ve yaşam anlamı içeriyordu. Onun için bitkinlik, yorgunluk, tereddüt vb. düşünülecek şeyler olamazdı. Onlar bir günün bir yılın ya da birkaç asrın hesabını yapmıyorlar. Onlar sonsuza dek yeni bir yaşam insan ve tarih yaratıp tüm insanlığa mal etmek peşindeler. Bu tarihte komplo, ihanet, ayrımcılık düşünülemiyor. Buna ulaşmak içinde olağanüstü çabalar, fedakârlıklar, cesaret göstererek hiçbir bireysel hesap yapmadan kar kış demeden yılın dört mevsiminde akılların tahmin edemeyeceği yani bilimin keşif etmediği yaşamı yaşadılar. Yollar, sular, dağlar, ovalar geçtiler. Her gerillanın bir günü kitaplara sığmayacak kadar anlam dolu duygu düşünceye sahip proje yapılanlarda vardır. Büyük umutlar ve güven yaşamaktadır; ama yazılmıyor. Yazılmamış sır kalıp belki de yazmalı. Bir ruh gibi doğanın derinliklerinde rüzgâr esintilerine katarak, insanlara nefes, iyi bir duygu ve düşünce yaratıyor. Gelelim 2006, 2007’ye bağlayan Muş Güneyinde kış kampında bir grup Kürt halkının özgürlük gerillasının yaşadıkları anılar.
Kış üslenme kamp hazırlıklarımız durmadan tüm hızıyla sürüyordu. Yılın sonuna gelmiştik. Sonbahar yağmurları gittikçe kara dönüşmüştü. Özellikle Andok dağı ve Berbıheyv gibi yüksek tepelerin zirvelerinde mantar gibi beyazlıklarını kilometrelerce uzaktaki yerleri gösteriyordu. 2006 yılının baharında Muş Güneyinde 14 gerilla yoldaşlarımız binlerce asker, korucu ve teknik üstünlüğe karşı kahramanca direnerek şehit vermiştik. Artık tüm hesaplarımız ve hassasiyetlerimiz ona göre oluyordu. Tekrarın yaşanmaması için büyük bir sorumlulukla her arkadaş çok titiz davranıyordu. Her zaman şu sözü kendimize hatırlatıyorduk. Küçük bir hata telafi edilmeyecek kayba yol açabilir diyorduk.
Grubumuz 9 gerilladan oluşuyordu. Yoldaştık, dikkat edelim yoldaştık. Aynı amaca bağlanmış annemiz, babamız ve akrabalarımızdan daha çok birbirimize bağlıyız ve inançları çelikten daha güçlüdür. Onun için her gerilla yüzlerce askere karşı gelebilecek güçtedir. Hem ideolojik, psikolojik, siyasi, maddi, manevi moral açıdan bu böyledir. O inanmış, güvenmiş yeniçağın insanı oluyor.
Evet, 9 gerillaydık; ama bu 9 gerilla Garzan eyaletinden sorumlu arkadaşlardı. Grupta eyalet komutanı, cephe, bölge ve eyaletin tecrübeli kadın komutası vardı. Onun için o kışta tüm eyaletin ihtiyaçlarını tartışacak planlayacak görevine sahiptiler. Taktikten eyleme, pratikten yaşamının ince ayrıntılı bir eğitim programı üzerinde durulacaktı.
3 ayın günlük programı şöyleydi. Rojbaş saat 5, kahvaltı saat 6, sabah eğitimi 7.30, ara 11-1, öğlen eğitimi 1-4.30, günlük tekmil, akşam yemeği 4.30-6, saat 6’da da jeneratör açılıyor. 9’a kadar varsa CD’de bir film izlenir olmazsa bireysel yoğunlaşma yine sohbet ve toplu tartışalar. Yat saati 9, varsa yoğunlaşmak isteyen yani okuyup yazmak isteyen arkadaşlar için jeneratör bazen 11’e kadar açık kalıyordu. Böylece dolu bir gerilla grubun programı sadece resmiyete bağlanmış yanı oluyordu. Dakikasına anlam katmaya çalışan bu arkadaşlar bir gün Çekdar Amed arkadaş bir öneri geliştirdi. Bana şu öneriyi sundu; “heval TV’de atari oyunu var. Biraz oynayalım. Bende sıcak bakmadım. Dedim ki gerekiyor mu, faydası var mı?
Çekdar arkadaş; “siz bilirsiniz heval”
Araya diğer arkadaşlarda girdi. Azad Başkale, Azad Çermik, Selim Kotol, Argeş Siirt, Serdar Amed; “heval bizce de birazda değişiklik olsun. Biraz oynayalım dediler.
Çekdar arkadaş gülüyordu. Bende Çekdar arkadaşı çok seviyordum. Kavgalıydık ama açık ve dürüst özellikleri çok belirgindi. Her şeyiyle gözler önündeydi; ama ben gerillada bir şeyin önü açıldı mı artık o gelişiyor biliyorsunuz. Alışkanlık ve bağımlılık yaratıyor. “Tamam” dedim. Bir oynadık. Bir daha bırakmadık. Her gün saat 6’dan 7’ye kadar sıraya girip kim daha çok duvar örecek yarışmaya giriyorduk. En çok Çekdar arkadaş puan alıyordu. En az Selim arkadaş anlıyordu. Hepimiz Selim arkadaşa yardım ediyorduk. Yine fazla sayı olmuyordu.
Şimdi o kamptan Selim ve Çekdar arkadaşlar şehittirler. Azad Başkale ve Argeş Sert esir düşüp zindana atıldılar. Diğerlerimiz burada kalıyoruz.
Cevizlerimiz vardı. Kış boyu fırınlı sobamızda baklava, değişik türden pasta ve kek yapıyorduk. En güzeli de yer altı odamıza yani mangalarımıza hortumla su taşımıştık. Küçücük yer altı bir banyo yapmıştık. Böylece kış boyu başta Selim arkadaş, okuma yazması olmayan arkadaş onu da öğrendiler; çünkü programımıza öğrenme işi de koymuştuk.
Dakika dakikasına gelişmeleri Mezopotamya radyosundan dinliyoruz. Süreci oradan ele alıyoruz. Hem Önderliğin hem de örgütümüzün açıklamalarını oradan takip ediyorduk. Günde her saat başı Türk TRT radyosundan Türkiye’deki gelişmeleri takip ediyorduk.
Bahara girme moralini yaşıyorduk. Her arkadaş kendi başında bir sürü plan ve proje yapmıştı. Kimisi böyle eylem yaparız. Kimisi şöyle açılım yaparız. Kimisi de yeni savaşçı vb. çalışmaları üzerinden yoğunlaşıyorduk.
Kıs sürecinde 1-2 operasyon oldu; ama sonuçsuz sona ermişti. Mart ayına girmiştik. Ayın 5. günüydü. Birden lapa lapa bir kar yağdı. Bizde fırsattır. Son bir kez daha bu karda kendimize 15-20 günlük yakmak için kuru ağaç toplayalım diye eğitime ara verdik. 2 saat kuru ağaç topladık birden kar durdu. Bulutlar dağıldı. Havalar açıldı. Bahar güneşi çevreyi vurdu. Akan su ve ağaçların kökünden buharlar kalkarak sıcaklığını gösterirken biz de çıkan kardaki izlerin derdine düşmüştük; çünkü baharda havalar açılınca her an operasyon yapma ihtimali vardır. Alelacele topladığımız odunları mangaya taşıdık. Çıkan izleri yine karla kapattık. Ama biri üzerine gelseydi hemen fark ederdi. Çok iz çıkarmıştık. Yağışlı havadır deyip kartopu oynadık. Güreş tuttuk ve kamuflajı eskisi gibi olması mümkün değildi. Artık uzaktan belli olmayacak şekilde kamufle edip yer altı köşklerimize çekilmiştik.
Ertesi gün sabah saat 6’ydı. Elimizi, yüzümüzü yıkadık. Kahvaltı yapmamız için sofraya oturur oturmaz çok uzaktan sinek sesine benzeyen çok derin bir ses duydum. His ve sezgilerime güveniyordum. Skorsky helikopterin sesi dedim. Selim arkadaş çok duyarlı ve uyanıktı. Helikopter dememle birlikte ayağa fırladı. 20 metre mangadan çektiğimiz tünelin sonundaki karşıya kaçtı. O anda 6 Skorsky askeri taşıyan helikopterle 4 Kobra savaş helikopteri Kozmê dağından çıkıp Muş Güneyinin orta alanına indirmelere başladılar. Kar diz boyu Berbıheyv, Serê Spî, Kozmê Kurtık, Andok ve Muş Güneyinin orta ve iç alanların tamamında indirmeler yaptılar.
Selim arkadaş çağırdı. Bizi arkadaşların hazırlamasını istedi. Yanına gittiğimde güler bir yüzle görüyorsun. R.arkadaş geçen yıl 18 gün sonra yine Muş Güneyinde 14 arkadaşımızı şehit ettiler. Şimdi de bizi şehit etmek isteyecekler; ama kolay olmadığını onlara göstereceğiz. Çok soğukkanlı, rahat bir yaklaşım sergiledi.
Kuşbakışı kampımızın 400-500 metre yakınımda bulunan bir tepeye askerler çıktı. Askerleri zor görebildik. Hepsi kar elbisesini giymişlerdi. Silahlarına beyaz bez sarmışlardı. Çıkardıkları izlerden askerleri görebiliyorduk.
Operasyonun 4.günüydü. 24 saat hazır bekliyorduk kampı bırakmak istemiyorduk; çünkü daha tehlikeli olma ihtimali vardı. Operasyonun 5.gününün sabahında baktık ilk gün tuttukları tepeye yine tuttular. Artık her yerin operasyon yaptıklarını sonuçta bulunduğumuz yerede bugün veya yarın operasyon yapacakları büyük ihtimal dahilindeydi. Bu gece kampı bırakıp bırakmama tartışmasına girdik. Benimle birlikte Selim, Azad Başkale ve Argeş arkadaş kampın bırakılmasından yana görüş belirtti. Azad Çermik ve Çekdar arkadaşlar bırakılmamasından yana görüş belirttiler. Serdar arkadaş, Amed ve Cudi nasıl uygun görürsek ona katılacaklarını söylediler. Sonuçta kampın bırakılmasına karar verdik.
Şimdi küçük bir hata felaket getirebilir. Kar yumuşak, ay ışığı var. Kampa yakın derede su akıyor. Ona ulaşsak izleri kaybedebiliriz; ama suların kenarlarında derelerin birleştikleri üçgenlerde düşmanımızın pusuları da büyük ihtimal dahilinde olması lazım. Ayrıca gece keşif dürbünleri çok gelişmiş.
Karın sertleşmesini bekledik. Gece saat 12’ye geldi. Kar sertleşmedi. Çıkmaya karar verdik. 100-150 metre uzaklıkta olan dereye indik. Suya girdik. Kar suyuydu. Keskin ve buz gibi soğuktu. 3 saat suda yürüdük. Baktım arkadaşlar ara istiyorlar. Zaman altın değerindedir; ama ara vermeyede mecburum; çünkü ayakları donan takatten düşen arkadaşlar var. Su kenarında 2-3 metre genişliğinde bir taş üzerinde durduk. Fazla yayılamıyoruz. İz çıkacaktı. Arkadaşlara durumları sordum. Ne var ne yok. Sonbaharda yedek bir sığınak yapmıştık. Onun hizasına gelmiştik ve arkadaşların önerileri oraya gitmekti. Bense daha uzağa gitmemizi söylüyordum. Baktım Argeş arkadaşın ayakkabısı su da gitmiş. Ayakları donduğu için farkına varmamıştı. Bende öyle görünce yedek sığınağa gidelim dedik. Çok tehlikeliydi. Sabah askerler bulunduğumuz sığınağın üstünden geçtiler.
12 Mart sabahında Türk basınında önce Lice Kulp arasında iç çelişkilerden dolayı birbirlerini öldüren 7 gerilla cenazesinden bahsetti. Sonra Kulp’a bağlı Şen yaylasında olayın olduğunu yineledi. Biz başta anlam veremedik. Bir arkadaşın sivildeki ismini veriyordu. Baktık akşam Mezopotamya radyosu anında haberi verdi. Endişelere girmiştik. Haberleri daha çok ben takip ettiğim için arkadaşlara da söylemiyordum bu olayı.
Operasyonun niçin bu kadar uzadığını başta öğrenemedik. 13 Mart’ta operasyon geri çekildi. Bizde kampımıza geri döndük. Benim endişeli ruh halimi önce Çekdar arkadaş sordu. Selim arkadaşta uzaktan gözün altında beni yokluyor. Arkadaşlara demişti “niçin R.arkadaş bu kadar düşünüyor? Akşam 5’te Mezopotamya haberinde hem operasyonun uzun sürmesi hem de verilen kayıp haberlerini öğrenmiştik. Mereto adında biri içimizden kaçmış, daha sonra geri gelip katılmış ve Dorşin alanımızda üslenen Sason ve Dorşin gücünü uykuda tarayıp katletmişti. Hakkımızda da düşmana detaylı bilgi verdiği için düşman operasyonu uzamıştı.
Öğrenir öğrenmez Çekdar arkadaş ağlamaya başladı; çünkü Çekdar yürütmüştü. Sonbaharda düzenlemesini yapıp yanımıza almıştık. En çok onları o tanıyordu. Niçin onlardan ayrıldığını, niçin onlarla şehit olmadığını bir sürü suçlayıcı soruları kendisine soruydu ve hepimizi çok acı ve derin bir duygusal atmosfer oluşturuyordu. Selim ve Çekdar arkadaş Bitlis tarafına vermeyi planlıyorduk. Bu arkadaşlar şehit düştükten sonra şehit düşen arkadaşlar Behzat Derik, Bilal Mardin, Hüner Hewreman, Botan Serhat, Serhat Serhat, Sipan Batman ve Rêber Amed. Böylece intikam ve çalışmalarını devralmak için Selim ve Çekdar arkadaşı Dorşin alanına düzenledik. 3 ay pratikten sonra 10 Haziran 2007’de yaralı bir arkadaşı kurtarmak için her iki arkadaş canını feda ettiler. Yoldaşlık bağlılığı böyledir. Bir arkadaşımızı kurtarmak için onlarca arkadaş şehit vermiştik.
Böylece sayısal küçük ama düşünce ve onuru büyük olan bu gerilla grubu veya her gerilla yaşam büyük anlamlar içeren yaşamı yaşamanın gayretinde. Onun için zaman, mekân ve imkân onun için önemli olsa da belirleyici değil. Selim ve Çekdar yoldaş gibileri an’ın devrimcileri olmuşlardı.
Baharda intikam alınacaktı. Muş Güneyinde Dorşin’de, Sason’da, Mutki’de, Şehit Cuma’da, Tatvan’da, Siirt, Şirvan, Bitlis Garzan’ın her yerinde eylemler oluyordu. Tekmilin başlangıcı Dorşin’deki şehitlerin anısına eylem yapılmış deniliyordu ve kuzeydeki tüm gerilla güçleri intikam almak için baharı sabırsızca bekliyorlardı.
Evet, gerilla inatçı, ısrarlı, kimsenin yanına bırakmayacak ilke ve anlayışa sahiptir. Gerilla yaşamını kazanılmasını beceren insanlardır. Baharda çıkar başlar maceralı serüvenine. Dağ, bazen zozanlık bazen ormanlık bazen ay ışığında kaybolan yıldızlar eşliğinde bazen de kapkaranlık gökyüzünde renklendiren yıldızlar bazen de yağmurda çınlanan şimşekten göz kamaşır yolda durunca yorgunluğunu geçirir. En iyisi ve güzeli de neyin yaptığını bilmesidir.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Kürdistan dağlarına çıkan Kürdistan gençlerine dönük bazıları çeşitli değerlendirmelerde bulunuyorlar. Ve bu bazı çevrelerin söylediklerini doğrusu ele almalı ve değerlendirmeye tabi tutmamız gerekiyor.
Şunu peşinen söyleyelim ki Kürdistan’da faşizan zihniyet var oldukça dağlara-özgürlük dağlarına –çıkış ve akış devam edecektir. İstenildiği kadar tedbir alınsın, istenildiği kadar hile ve oyunlara başvurulsun, dediğimiz gibi insanlık dışı faşizan zihniyet var oldukça hiç kimse ama hiç kimse Kürt gençlerinin dağlara özgürlük uğruna mücadele çıkışlarını önünü alamayacaktır.
Eğer gençlerin dağlara akışı durdurulmak isteniyorsa önce Kürdistan’da faşizm son bulacaktır. Kürdistan’da sömürgecilik terk edilecektir. İşgal terk edilecektir. Bu dünyada yaşayan her halk gibi Kürt halkının meşru ve haklı olan hakları geri iade edilecek ve Kürt halkına yaşatılanlar için özür dilenecektir. Aksi taktirde dediğimiz gibi dağlar her Kürt gencinin hatta her Kürdistanlı ve Türkiyeli gencin gönlünde özgürlük arayışının yeri olarak hep ve her zaman kalacaktır.
Bir kere şunu belirtelim ki Kürdistan özgürlük gerillası tek bir genci zoraki olarak dağa almadığı gibi dağlara akan küçük yaştaki Kürt gençlerini geri göndermek için o kadar uğraşmasına rağmen tek birini bile geri gönderememektedir. Gönderemediği için bu gençlerin güvenliklerinin sağlanması için bin bir dereden su getirerek sağlamaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda sorun dağlara gençleri zorla getirme değildir. Esas sorun ve esas soru neden bu kadar gencin dağlara aktığıdır. Ve bu soruyu öncelikli olarak sömürgecilik ve bu zihniyetin temsilciliğini yapan tüm sömürgeci kurumlar yapmalıdır.
Kürt gençleri uygulanan bunca özel savaş uygulamalarına rağmen neden dağlara akar?
Neden faşist ve sömürgeci devlet bu kadar imkanlar sunmasına rağmen gençler ısrarla dağlar deyip oraları –yani şehirleri- bırakıp gerillaya akmaktadır?
Neden tüm basınınızla bu kadar karaladığınız, utanmadan hakaret yağdırdığınız gerillayla buluşmak için binlerce genç en büyük zorluklara rağmen dağlara akmaktadır?
Evet, neden bu kadar ailelerine, kendilerine, yaşam alanlarına el atığınız halde körpecik gençler özgürlük dağlarına özgürce nefes alabilmek için gerilla alanlarına çıkmaktadırlar?
Bunlar TC devletine ve onların şeflerine sorulması gerekli olan sorulardır. Ve tabii birde Kürdistan’da sömürgecilik ile yaşanabileceğine inananlara için de soracağımız birkaç sorumuz vardır.
TC devleti zoraki gençlerimizi TC askerliğine alırken neden çocuklarınızı kendi evlatlarınızı öldürmek için bu faşist devletin askerliğini yapmasına izin veriyorsunuz?
Bu faşist devlet sizlerden, tüm Kürdistan halkından zoraki vergi alırken-ki bu devletlerin çalma ve çırpma biçimidir-neden karşı çıkmıyorsunuz?
Kürdistan’da gayri ahlaki ve gayri hukuki ve gayri meşru bir şekilde kalan bir devlete hem de faşist bir devlete nasıl bel bağlayarak onun ekmeğine yağ sürebiliyorsunuz?
Dünyanın neresinde görülmüş ki sömürgecilere el açılmış? Sömürgecilerin yapmak istediklerine destek sunulmuş? Sömürgecilerin yapmak istediklerine arka çıkılmış?
Evet, dünyanın neresinde görülmüş ki sömürgecilerin aklı ile hareket edilmiş?
Evet, Kürdistan’da faşizm ve sömürgecilik doludizgin yaşanırken nasıl olurda sömürgecilik kurumlarına evlatlarınızı gönderebiliyorsunuz?
Dünyanın neresine giderseniz gidin kesinlikle sömürgecilik sömürgeciliktir ve yapılması gerekli olan bir an evvel sömürgecileri ve tüm sömürgeci uygulamaları bir an evvel söküp atmaktır. Bu sömürgeciliğe karşı mücadele etmektir. Ve gerektiğinde ise canını bu sömürgecileri söküp atmak için canını ortaya koymaktır.
Evet, bugün Kürdistan gençleri; bu faşizan sömürgeciliği Kürdistan’da söküp atmak, bir nebze de olsa rahat nefes alabilmek ve de az bir şey de olsa onurlu yaşayabilmek için dağlara akmaktadırlar. Ve gençliğin bu onurlu duruşu oldukça da dediğimiz gibi dağlara akış sürecektir.
Bu olmazsa yani dağlara akış sürmezse sömürgecilik sonuna kadar Kürt halkını sömürgeleştirmek için her şeyi yapacaktır. Nitekim başka halkların yaşadıklarında biliyoruz ki: “Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır… Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” demektedirler. Bu ise: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” olmak demektir.
Evet, böyle kirli ve düşürülmüş durumu aşmanın tek bir yolu vardır: “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” diyerek sömürgeciliğe ve uygulamalarının tümünü Kürdistan’da söküp atmak gerekiyor.
Ve bunun ise gerçekten sadece ve sadece bir yolu vardır, o da: Kürdistan gençleri dağlara akacak, Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan tüm halkların özgürlüğü için er meydanına çıkacaklardır.
Bunun başka da bir yolu yoktur!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 7 Haziran tarihinde saat 12:30'da Hakkarinin Şemzinan ilçesine bağlı Gerdiya alanında yapımına devam eden Derik karakoluna malzeme taşıyan araçlara gerilla güçlerimiz ağır silahlarla uyarı ateşi açmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 3 Haziran tarihinde işgalci TC ordusu Siirt'in Eruh ilçesine bağlı Mişare mıntıkasında bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 4 Haziran tarihinde saat 09:30 ile 13:00 arası ve yine aynı gün 20:00 ile 22:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Metina bölgesi üzerinde yoğun keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Halkımızın Türk devletinin çözüm sürecini tehlikeye sokan, ateşkes koşullarını ihlal eden, karakol, kalekol ve askeri amaçlı baraj yapımına karşı Lice ve çevresinde gelişen halk hareketi giderek büyüyor.
- Ayrıntılar