Bir yılı aşkın bir süredir, yaşananlar/söylenenler/yazılanlar/çizilenler… Hem anladığını sananları, hem anlamış gibi görünenleri, hem de anlamaya çalışıyormuş edasındakileri defalarca nakavt etmiş bu süre içinde değişmeyen temel şeyler;
*Karakol veya kalekol yapımlarında neden HPG tarafından müdahale de bulunuyor
*Kürt illerinde ve ilçelerinde gerçekleşen gösteriler de, neden polisle çatışmalar oluyor
*Rojava konusunda sınır hattında yer yer gerginliklerin yaşanması neden engellenmiyor
*Dağdan ölüm haberleri gelmiyorken, neden halen dağa yaşamaya gidiliyor
*İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bilumum Türkiyenin batısında neden Kürtler meydanı boş bırakıyor
Bu şekilde çoğaltabilecek örnekleri yan yana, alt altta getirdiğinizde bunlara verdiğiniz cevaplar, gösterdiğiniz tepkiler sözü edilen bu süre içerisinde neyi anladığınızı, ne kadarını kavradığınızı ve neleri yaptığınızı bir ayna gibi yüzüne tutacaktır!
Çok kestirme bir şekilde “…eğer bunlar varsa, süreç müreç yok” diyebilirsiniz!
Ya da iyimser bir dille “…tamam bunlar oluyor ama yine de her şey güzel olacak” da diyebilirsiniz pekala…
Yani;
Ne söylerseniz söyleyin, bu olanları veya yaşananları ilk elden etkileme güçleri yoktur bunların.
Fakat yine de sizi bunlardan kaçıramazlar, sizin sorumluluğunuzu ortadan kaldıramazlar! Nerede durursanız durun, vaki olan biraz da budur…
O zaman tekrar başa dönmek gerekirse;
Süreç denilen şey var mı? Belli değil olup olmadığı varsa bile neye benzediğini halen net bir şekilde göremiyoruz.
Sıraladığımız maddelere göre günlük gelişmeler ortaya çıkıyor mu? Muhtemelen evet, o zaman sırat köprüsü üzerinde yaşanıyor her şey!
Basın, Hükümet ve devlet kanallarında bunlara yönelik her fırsatta çeşitli yönelimler, topluma yönelik müdahaleler oluyor mu?
Kuşkusuz…
HPG’nin tavrı, müdafaası veya meşru savunması, bunlara rağmen bunlar yürütülüyor mu?
Evet diyenler için; peki, daha iyi ve bütünlüklü mücadele için daha fazla neler yapılabilir sorusuyla yüzleşiyor muyuz!!!
Evet demeyenler için; madem karşı taraftan saldırılar ve sulandırmalar durmadan devam ettiriliyor; reaksiyon bağlamında sadece seyretme-ufak çapta yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla rahatsızlığın tevazusunu göstermenin dışında; neler yapılabilir sorusuyla yüzleşebiliyor muyuz!!!
Tüm bunların neticesinde tuhaf bir hikâyenin, karakteri olduğumuz ortaya çıkıyor.
O kadar benzerlik ve o kadar psişik bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız işte; baktığımız yerde ve bakışımız da, karşımıza çıkan yine biziz…
Gördüklerimiz karşısında, anlamaya çalıştıklarımızın karşılığında ne yapıyoruz? İşte bu tuhaf hikayenin son sözünü yazacak, önermesini ortaya koyacak olan da bu sorunun cevabıdır…
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Ellere ellere diye Nasreddin Hoca’nın bir hikayesi vardır.
Hoca bir gün minarede vaaz verirken; fakire, fukaraya, kimsesize, dilenciye, hiçbir şeyi olmayan herkese yardım edilmesi gerektiğini, kimin neyi varsa hiçbir şeyi olmayanlarla paylaşması gerektiğini geniş geniş anlatır. Kaldı ki bu söylenenler hem bu topraklarda yeşermiş olan kültürün gereğidir, hem de İslam dininin bu topraklarda kurallara bağlayarak bıraktığı bir mirastır.
Nasreddin Hoca vaazını verir. Akşam eve döner ve bir köşeye çekilerek yemek saatini bekler. Beklemeye bekler ancak akşam yemeği bir türlü gelmez. Bir türlü gelmediği gibi geleceği de yoktur. Yoktur çünkü Nasreddin Hoca’nın eşinin yemek yapacak herhangi bir hareketi de yoktur. Saatlerce bekleyen Hoca eni sonunda dayanmaz ve “hanım hanım geç oldu, akşam yemeğini yemeyecek miyiz(?)” diye sorar. Nasreddin Hoca’nın eşinin verdiği cevap ise: “Aman Hoca sen minarede vaaz vermedin mi, fakire, fukaraya, dilenciye neyiniz varsa verin diye. Bende evimize gelen dilencilere, fakir ve fukaralara evde neyimiz varsa verdim. Ne nevalemiz ne de azığımız kaldı. Bunun için de yemek yapmadım” olacaktır.
Nasreddin Hoca bu beklenmedik ve acayip duruma; “ama Hanım benim söylediklerim ellere elleredir” diyecektir.
Şimdi Türkiye devletinin siyasetçilerine baktığımızda günlük olarak söyledikleri ağırlıklı olarak “ellere ellere” siyasetidir.
Örneğin bir iki gün önce Türkiye devletinin ve de Akp’nin dışişleri bakanı olan Davutoğlu Ukrayna’da olup bitenler için: “Ukrayna’da yeni Berlin duvarı örülmesin” cümlesini çok ciddi bir şekilde sarf etti.
Ciddi olmasına ciddi. Malum Berlin Duvarını zamanının Doğu Almanya’sı 1961 yılında Batı Berlin’den ayırmak için inşa etmişti. Ve bu duvar yıllar yılı herkes için bir nevi bir utanç duvarı olarak kalmıştı. Ne kadar insanın bu duvarları aşmak isterken yaşamını yitirdiğini söylemeye gerek bile yoktur.
İşte bu Berlin Duvarına atfen Davutoğlu: “Ukrayna’da yeni Berlin Duvarı örülmesin” diyor. Muhtemeldir ki bu cümlenin ardından da birçok böyle buna benzer sözü de eklemeyi unutmamıştır. Çünkü böyle sözler hem duygu doludur, hem demokratik içerikli kokarlar, hem insan haklarını çağrıştırır, hem başka insanlara karşı empati yapılmış olunur, hem baskıcılığa karşı çıkılmış olunur, hem insanın vicdanı olunur ve tabii birde genel manada insanlığa ne kadar duyarlı olunduğu söylenerek insanlığın yanında yer alınmış olunur.
Ve akp denilen cenahın sadece bu bakanı böyle değildir. Aslına bakılırsa bu cenahın tüm siyaset tarz Davutoğlu’nun yukarıda ifade ettiğimiz sözlerinde gizlidir. Akp’nin siyaset tarzını çözmek istiyorsak, akp’nin siyasetini görmek istiyorsak ve de akp siyaset tarzını anlamak istiyorsak bu sözleri masaya yatırıp çözümlememiz gerekiyor.
Şimdi Ukrayna’da yeni Berlin Duvarları örülmesin. Tamam, örülmesin ve doğru olanda budur. Halklar birbirlerinden ayrıştırılmasın. Birbirlerine karşı düşman hale getirilmesin. Çitler örülmesin. Davutoğlu’nun dediği gibi bilakis sınırları daha şeffaf hale getirmek de gerekiyor. Tamam, bu söylenenlerin tümü doğrudur.
Peki, bir soru soralım; bugün Rojava Kürdistan’ınıyla TC devletinin hatta bu TC devletinin akp bakanı olan Davutoğlu’nun denetiminde Nusaybin’de yapılan Berlin Duvarına ne demeli?
Peki, Kilis ve İslahiye mıntıkasında Rojava’nın Afrin alanına komşu olan yerlerde kazılan hendekler, çekilen teller, döşenen mayınlar, çekilen telli elektrikler ve sonunda da yapılan duvarlara daha doğrusu Berlin Duvarlarına ne demeliyiz?
Ve tabi Kürdistan’ın birçok yerine böyle kurulan çok sayıda Berlin Duvarları var. Hakkari’nin güneyine düşen birçok dağlık alanına kurulması planlanan ve birçok yerde de yapımına başlanan böylesine Berlin Duvarına ne demeli?
Duvarlardan söz etmişken devam edelim. Kürdistan’ın birçok alanına kurulan Kalekol adı altında tamamen beton Duvarlara ne demeli?
Akp’nin emri ve aklıyla KDP’nin Rojava Kürdistan ile Güney Kürdistan’ına şimdilik kazdığı hendekler ardından gelecek olan telli, dikenli, ışıklı Berlin Duvarına ne diyeceğiz?
Evet, böyle Berlin Duvarları meselelerini dizip devam edebiliriz.
Bir insanın ya da bir hareketinin samimi mi sahtekar mı olduğunu test etmenin en basitinde bir denklemi vardır: Bu denklem söz ile eylem arasındaki uyumdur. Sözler eylemlere yansıyorsa-ideolojik duruşu ne olursa olsun, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz- orada bir samimiyet vardır demektir. Lakin söz ile eylem uyumlu değilse –size yakın olur ya da uzak olur- orada bir sahtekarlık kesin vardır. Orada bir hile vardır. Orada bir kandırma vardır. Orada bir kurnazlık vardır. Ahlakı en dar anlamda: “Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları” olarak ele alırsak, o zaman orada tam bir ahlaksızlık var demektir.
Şimdi Davutoğlu’nun ve de bu akp denilen partinin söylediklerini bu temelde mercek altına aldığımızda –istisnasız görülecektir ki- her zaman ama her zaman tamamen toplumsal ahlaki değerlerden uzak bir siyaset tarzı gütmektedirler. Bu siyaset tarzına ise bizler “ellere ellere siyaset tarzı” diyelim.
Dikkat edelim ve bu söylediklerimizi akp’nin söyledikleri her şeye ama her şeye uygulayalım ve o zaman görülecektir ki akp siyaset tarzında söz ile eylem hep uyumsuzdur. Söz ile eylem birbirini tutmaz. Söz ile eylem hep çelişiktir.
Ama lakin insanlığın tarihte süzülüp gelen en güzel sözlerini, insanlığa hitap eden en güzel değerlerini utanmadan -bu tarz bir ahlaksız kullanma biçimiyle- akp insanlarda halen umut yaratarak, insanları kandırabiliyor. Kandırılmamak için yapmamız gereken basit bir formül vardır, o da: Söz ile eylem arasındaki uyuma bakarak söylenenlerin samimi mi yoksa ahlaki değerlerden kopmuşluk mu olduğuna bakmaktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Mayıs tarihinde sabah saat 8.30’da Meskan Tepesi’nin yakınında gerilla güçlerimiz üzerine 2 koldan gelen işgalci TC ordusu güçleriyle bir çatışma yaşanmıştır. İki kolda gerçekleşen çatışmada tespit edilen TC ordusunun 2 ölü 1 yaralısı vardır.
- Ayrıntılar
Geçen hafta Mahir Çayan çizgisi üzerine bazı hususlara değinmiştik. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği haftada 1971 direnişçilerinin devrimci-demokratik birliğe nasıl yaklaştıklarını ifade etmeye çalışmıştık. Bu hafta da Haki Karer çizgisi üzerinde durmak istiyoruz. Büyük Devrimci Haki Karer’in şahadetinin 37. Yıldönümü yaşanıyor. Otuz yedinci Şehitler Günü ve Ayında Kürt halkı Haki Karer’i ve kahraman şehitlerini anıyor. Haki Karer kişiliği Mahir Çayan çizgisini çok daha ileri ve anlamlı hale getirmiş bulunuyor. Kürt ve Türk halklarının devrimci-demokratik birliğinin gerçek temsilcisi ve sembolü oluyor.
Öyle anlaşılıyor ki, geçen hafta yazdıklarımız bazı çevrelerin pek hoşuna gitmemiş. Mahir Çayan’ın birlikçi devrimci-demokratik çizgisinin dile getirilmesi, bir türlü birliğe gelmeyen ve hep ayrıksı ve parçalı duran bazı çevreleri rahatsız etmiş. Bu tür çevreler, bizi “AKP yanlısı, AKP’ye karşı mücadele edemeyen” biçiminde tanımlıyormuş. Geçen on iki yılın pratiği ve AKP’ye karşı kimin ne kadar mücadele ettiği ortada! Bu konuda doğru söyleyen geçmiş pratiktir. Yoksa birilerinin iddia etmesi bir şey ifade etmez. Fakat devrimci-demokratik güçlerin birlik olmasından bu tür çevreler neden bu kadar rahatsızlık duyuyorlar, anlamak mümkün değil. Belli ki suçüstü yakalanmış gibi bir durumu yaşıyorlar. Ancak ne olursa olsun, kendi önümüzde engel olmaktan başka bir işe yaramayan mevcut sol statükoculuğu yıkmak ve marjinalizmi aşmak gerekiyor.
Haki Karer Ordu’nun Ulubey İlçesinden emekçi bir ailenin çocuğu. Daha Ordu’da lise okurken Mahir Çayan ve arkadaşlarının düzenlediği “Fındık Mitingi”nden etkilenerek devrimci sempatizan oluyor. 1971-1972 Öğretim yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ne giriyor ve devrimci gençlik hareketine katılıyor. Bir öğrenci evinde beraber kaldığı hemşerisi Kemal Pir ile birlikte Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile tanışıyor. Ordulu Devrimci Haki Karer’in yaşamı bu tanışmadan sonra değişiyor.
Sanki üç yıl önceki tarih yeniden tekerrür ediyor. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ikilisinin yerini bu sefer Abdullah Öcalan ve Haki Karer ikilisi alıyor. Türk ve Kürt halklarının yetiştirdiği en bilinçli ve önder evlatları bu biçimde bir araya geliyor. Mahir Çayan “Cevahir’imi kalbime gömüyorum” derken, Abdullah Öcalan “Haki benim gizli ruhum gibiydi” diyor. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimci önderlerin anılarını yaşatmak için önderlik sorumluluğu üstlenen Abdullah Öcalan, Haki Karer’in anısını yaşatmak için de PKK’yi örgütlediğini belirtiyor.
Haki Karer, “Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı tartışılamaz” diyen Mahir Çayan’ın çizgisini Kürt Özgürlük mücadelesine bizzat katılarak daha da ileri götürüyor ve pratikleştiriyor. Tabi bu süreç öyle kolay ve düz bir biçimde gerçekleşmiyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Haki Karer 12 Mart faşizmine karşı devrimci gençlik çalışmalarını birlikte yürütüyor. Her ikisi de 1974 yılındaki gençlik örgütlenme çalışmalarına aktif olarak katılıyor ve Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği’nin yönetiminde birlikte yer alıyor. Böylece aralarındaki yoldaşlık ilişkisi iyice pekişiyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Haki Karer, ADYÖD’ün kapatılması ardından Devrimci Yol Grubu yönetiminde kurulan Ankara Yüksek Öğrenim Derneği’nde doğal olarak yer alamıyor. Ancak bu ikili kendi örgütlenmelerini nasıl geliştireceğini de pek bilmiyor. Kısa bir süre yakın ilişki içinde birer grup örgütleme çalışması yürütüyorlarsa da, daha sonra tek grup olarak çalışmalarını Kürdistan’a kaydıran bir hat izliyorlar. “Apocular” ya da “Kürdistan Devrimcileri” olmaktan PKK olmaya doğru ilerliyorlar.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu süreci “Türkiye devrimci hareketi çok örgütlü ve güçlüydü, çok sayıda grup vardı, Kürdistan ise örgütsüz boş bir alandı, bu örgütsüzlüğü gidermek için biz de Kürdistan’a yöneldik” diye ifade ediyor. Yine AYÖD’ün tekelci ve ayrılıkçı tavrı nedeniyle Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerini koordineli olarak örgütleyemediklerini belirtiyor. Bu durum Haki Karer’in devrimci yaşamının akışını da ifade etmiş oluyor.
Burada şu iki hususun altını kalın bir çizgiyle çizmemiz gerekiyor. Birincisi, eğer Devrimci Yol Grubu ayrılıkçı değil de birlikçi yaklaşım içinde olsa, o zaman PKK gruplaşması Türkiye Devrimci Hareketiyle en azından koordineli olarak örgütlenecek ve Haki Karer de Türkiye devrimci örgütlenmeleri içinde mücadele edecektir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yaklaşımının bundan başka sonuç vermesi mümkün değildir.
İkincisi ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi eğer çok söylenen deyimle “Kürtçü” olsa, yani dar bir Kürt milliyetçiliğini esas alsa, o zaman Ordulu Devrimci Haki Karer’in bu hareketin içinde yer alabilmesi, Önder Abdullah Öcalan’ın “Gizli Ruhu” düzeyinde katılım gösterebilmesi ve şahadetinin de Kürdistan Şehitler Günü olarak kabul edilmesi asla mümkün olmaz. Oysa bütün bunların hepsi gerçekleşmiş bulunuyor. Kürtler 37 yıldır 18 Mayıs 1977’yi “Şehitler Günü” olarak anıyor. Çağdaş Kürt Direnişi olan PKK Hareketi Haki Karer’in adıyla örgütleniyor. Otuz yedi yıldır Kürt gençleri, Kürt halkının kızları ve oğulları Haki Karer’in anısına direnip yirmi binden fazla şehit vermiş bulunuyor.
İşte Haki Karer gerçeği ve çizgisi de budur! Bunun Mahir Çayan çizgisinden kopuk olmadığı, o çizginin Kürdistan’daki sürdürülmesi olduğu tartışmasızdır. Mahir Çayan’ın devrimci birlik çizgisinin en ileri düzeye çıkarılmasını ifade ettiği açıktır. Gerçek bu iken, sanki PKK daha yeni Türkiye halklarını stratejik müttefik olarak kabul ediyormuş gibi bir hava yaratılıyor. KCK Yürütme Konseyi’nin 30 Mart seçimi öncesi yaptığı “Stratejik birlik” çağrısı böyle tanımlanmak isteniyor. Bu tür yaklaşımların PKK gerçeği ile bir ilişkisinin olmadığı ortadadır. Bu yaklaşımları her şeyden önce Haki Karer gerçeği yalanlamakta ve Önder Abdullah Öcalan öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketinin gerçek toplumcu ve halkların kardeşliğinden yana olan gerçeğini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Haki Karer gerçeğini doğru anlamak gerekli ve önemlidir. Eğer Kürt sorununun çözümü ve Kürtlerin özgürlüğü ile birlikte bir Türkiye demokratikleşmesi öngörülüyorsa, o zaman Haki Karer gerçeğinden ders çıkarmayı bilmek gerekir. Bunun tersi de doğrudur. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümü öngörülüyorsa, o zaman da yine Haki Karer gerçeğinden öğrenmek gerekir. Çok açık olarak görülüyor ki, Haki Karer gerçeği hem Kürt özgürlüğü oluyor ve hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi. Kürdistan’ın özgürlüğü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi daha kırk sene önce Abdullah Öcalan ve Haki Karer kişiliklerinde böyle bir birlikteliğe ulaşmış bulunuyor.
Haki Karer’in temsil ettiği bu çizgiyi belli ki hepimizin esas alması ve özümsemesi gerekiyor. Halkların kardeşliğini ve demokratik birliğini ifade eden bu çizginin tüm sorunların çözüm yolunu aydınlattığı açıkça görülüyor. O halde Kürt de, Türk de bu çizgiyi esas almak, burada birleşmek ve çözümü bu çizgide aramak zorundadır. Haki Karer ve Kemal Pir gerçeği işte bu kadar anlamlı, önemli ve çözümleyicidir.
Bu temelde, şahadetinin otuz yedinci yıldönümünde büyük devrimci Haki Karer’i ve şahsında tüm Özgürlük Mücadelesi Şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum! Tüm Kürt halkını otuz yedinci Şehitler Günü’nde ve Şehitler Ayı’nda, 18 Mayıs’ta ve tüm Mayıs ayı boyunca Haki Karer’i ve tüm kahraman şehitlerimizi anmaya, şehitliklerimizi ziyaret etmeye, şehitlerimizi anma toplantıları ve etkinlikleri düzenlemeye ve şehitler çizgisinde kendimizi gözden geçirerek yenilemeye davet ediyorum!
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
SELAHATTİN ERDEM
- Ayrıntılar
Leyla Kasım 1952 yılında Kerkük’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini gördükten sonra ailesiyle birlikte Bağdat’a göç etti. Bağdat’ta lise öğrenimini tamamlayan Leyla Kasım, 20 yaşındayken Kürdistan öğrenciler birliği (YXK) ile tanıştı ve onlara destek verdi. Leyla Kasım bu dönemde peşmergelere katılma kararını verdi.
1-KDP peşmergesine katıldığı zaman Kürtler, özellikle Büyük Güney’de hassas bir dönemden geçiyordu. 1974’ün baharında Baas rejimi Kürtlere karşı savaş açtı ve yoğun tutuklama ve katliamlar gerçekleştirdi. Birçok Kürt ailelerini Bağdat’tan çıkardı. Irak rejimi Qeledize kentini bombaladı. Bombalama sonucunda 3 sivil yaşamını yitirdi. Daha sonra Halepçe’yi bombalayan rejim, birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden oldu. Bu dönemde Leyla Kasım’a Kürt halkının sesini dünyaya duyurmak amacıyla bir uçak kaçırma görevi verildi ve kendisi bu görevi büyük aşk ve tutkuyla uygulamak için yola koyuldu. Ancak bu eylemde istenilen düzeyde başarılı olamadı. Daha sonra Leyla Kasım ve 4 arkadaşıyla birlikte 24 Nisan 1974 yılında Baas rejimi tarafından esir alındı. Leyla Kasım ve 4 arkadaşıyla birlikte 13 Mayıs 1974 yılında idam edildiler. Yargılama esnasında Leyla Kasım mahkeme hâkimine “beni öldürün fakat şu gerçeği de bilin ki; benim öldürülmemle binlerce Kürt uyanacak. Ben Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda canını feda etiğimden dolayı sevinç ve gurur duymaktayım”dedi. İdam sehpasına giderken bile ulusal marşımız olan Ey Raqip marşını hep okuduğunu söylenmektedir. Böylesi görkemli ve anlamlı mücadele sahibi olan binlerce Kürt geçleri tarihe damgasını vurmuştur. Tabi Baas rejimi hoyratça katletti. Bu insanların anılarını her dönem güncel tutmak ve onların intikam mücadelesini yükseltmek bizim için kutsal bir görev olmaktadır. Kuşkusuz günümüzde Leyla’nın dediği gibi Kürdistan’ın bağımsızlığı ve özgürlüğü uğruna binlerce Kürt kadını mücadele edip, halkı uğruna gözünü kırpmadan bedenini feda etmektedir. Leyla Kasım kendi dönemine göre Kürt tarihinde Irak Baas rejimi karşısında çağdaş bir direniş destanı yazdığını belirtmek mümkündür. Bunların yanı sıra dönemine göre yoğun bir Kürt, feodal kültürü çatısı altında yaptığı özgürlük çıkışıyla birçok kadında medeni cesaretin gelişmesi, ulusal bilincin derinleşmesinde büyük bir katkıyı sağladığını dile getirmek mümkündür.
Leyla kasım kişiliği ve karakter yapısı gereği öyle sıradan bir kadın olmamaktadır. Son derecede bilinçli ve aydın bir düşünsel yapıya sahiptir. Bu anlamda Kürt Kürdistan tarihinde önemli ve anlamlı bir yere sahip olduğunu belirtebilirim. Bilindiği gibi 1974 yılından bu yana düşmanın talan ve asimilasyon, soykırım politikalarına karşı Kürt toplumu da yoğun bir mücadele vermektedir. Özelde de özgürlük güneşimiz Önder APO’nun öncülüğünde bu mücadele güçlendirilip günümüze taşırılmıştır.
Özgürlük Güneşi’nin ışınlarından enerji ve güç alan Kürt kadını her alanda aydınlanıp güçlü bir örgütlülük düzeyine ulaştığını görmekteyiz. Bunun en somut örneklerinden bir tanesi de PKK içindeki kadın özgürlük mücadelesidir. Yine YPJ, YJA-Star ve PAJK askeri-ideolojik merkezi etrafında büyüyen ve gittikçe gelişen bir kadın hareketinin devrime öncülük eden bir konuma gelmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan Kürt toplumu ve özelde Kürt kadını, 21. Yüzyılda insanlık, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin temel garantisi haline gelmeyi başarmış bulunmaktadır.
En yakın tarihe bir göz atığımızda bile görülecektir ki her türlü yönelim ve zorlu koşular altında Suriye rejimine ve orada bulunan bütün muhalif ve gerici çete guruplarına karşı amansız bir direniş sergilenmektedir.
Bu bakımdan bizler kadın hareketi olarak da geçmiş tarih gerçekliğimizden ders çıkaran ve Beselerin, Zarifelerin, Leyla Kasımların, Zilan ve Semaların düşmana karşı verdikleri mücadeleden sonuç çıkarmayı bilip, düşmanın her türden onursuzlaştırıcı ve sömürgeci sistemine karşı mücadeleyi güçlendirmekle anlamlı cevabı verdiğimizi söylüyoruz.
Kürt toplumu olarak çok önemli ve kritik bir aşamadan geçmekteyiz. Özellikle de önümüzde bizi bekleyen yoğun bir mücadele dönemi vardır. Demokratik ekolojik ve kadın özgürlükçü bir sistemi Ortadoğu’da ve Kürdistan toplumunda yaratmak kadının özgürlüğünden ve özgürlük mücadelesinden geçtiğini unutmamak gerekir. Çünkü bütün eşitsizliğin ve adaletsizliğin temeli kadın köleliğinde ve erkek egemenlikli zihniyetten doğduğunu, her geçen gün yapılan bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bu anlamda salt bu hususları tespit etmekle yetinilmemelidir. Bir de günlük yaşamsal ve siyasal politik sistem içinde bunun mücadele araçlarını doğru ve yerinde kullanma çabalarımızın güçlendirilmesi gerekmektedir.
Günümüzde kapitalist modernite sisteminin göstermelik olarak kendisini demokrasi ve barış sözcükleri altında insanların duygu ve hayal dünyasına sunduğu gereği bir kandırmacadan ve yalandan ibaret olduğunu yakından görmemiz gerektirmektedir. Özelde de kendi sistemini ve modern yaşam anlayışını Ortadoğu halklarına, gençliğine, kadınına entegre edebilmek için gerek en gelişmiş teknolojik araçlarından, yine askeri güç gösterilerinden vb. ihtiyaç duymadığım birçok sosyal, psikolojik, kültürel baskıyı uygulamaktadır.
İnsanlığa sunduğu tek yaşam seçeneği günü birlik yaşamak, bireyci ve bencil bir insan tiplemesinin yaratmayı hedeflemektedir. İnsanların insanlık adına verdiği devrimci mücadelesinden vazgeçtirmeyi ve bu konuda direniş geleneğini tarihten silmeyi istemektedir. Bu konuda çağın temel gerekliliklerinden olan kadın özgürlük mücadelesini yükseltmek ve bu mücadelenin sonuçlarını kalıcı bir demokratik modernite sistemine dönüştürmektir.
Bu temelde kadın özgürlük mücadelesini Ortadoğu sisteminde yaratmak ve her türden cinsiyetçi, feodal, dini kalıplar adı altında kadına her alanı daraltan ve çıkış kapılarını kapatan bu sistemsel geriliklere dur demek her kadının meşru ve adil hakları arasında olmaktadır.
Bu vesileyle Leyla Kasım’ın şahadet yıl dönümünü değerlendirirken başta bütün Ortadoğu kadınları olmak üzere, özelde de Güney Kürdistan kadının yaşadığı çıkmaz ve bunalımlara da çözüm gücü oluşturmak bakımından da kendilerini her alanda yetkinleştirmeyi ve sistem karşısından sunulan yaşam tarzının olduğunu yaşam tarzını olduğu gibi kabul etmekten ziyade, Leyla Kasım’ın mücadelesine bağlılık gereği olarak, her alanda kendi örgütlülüklerini güçlendirmek ve ulusal yönden kendi kültür ve geleneklerine sahip çıkmak gibi bir görevle karşı karşıya olduklarını düşünüyorum. Bilindiği gibi son yıllarda çokça Güney Kürdistan’da kadın intiharları ve değişik biçimde kadın katliamları basına yansımaktadır. Bu durum karşısında sesiz kalmamakla birlikte bu olayların temel kaynağına teşkil eden etkenlerden bir tanesi de 5000 yılık erkek egemenlikli sistem olduğu gerçeğinden yala çıkarak her dönemkinden daha çok Ataerkil düşünce yapısına karşı durmak ve buna karşı kendi demokratik haklarının koruma mücadelesinin yükseltilmesi gerektiğini belirtebilirim. Özellikle de Güneyde var olan sistem gerçekliği kadının en doğal yaşam hakkını bile elinden alacak bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Kadın katliam ve cinayetlerinin hiçbir şekilde meşrulaştıracak bir gerekçeye yer vermemek ve reel zeminin olmadığını düşünmekteyim.
Leyla Kasım Baas gibi bir diktatör sistemine karşı boyun eğmeyen bir kadın olduğundan dolayı onu sahiplenmek ve anlamlı kılmak kadın özgürlük mücadelesini erkek egemenlikle zihniyete karşı vermekten geçtiğini belirtebilirim.
Bu bakımdan erkeğin kadın topluluğu etrafında sarmış olduğu örümcek ağını koparıp, parçalamak en önemli hususlardan birisi olduğuna inanmaktayım. Bir de PKK öncülüğünde gerçekleşen kadın mücadelesinden güç almak ve kendisi için bir moral güç görmek gereklidir. Sistem içinde kadının yaşadığı yalnızlık psikolojisi, çok yönlü çözümsüz ve güçsüz bırakılan yaklaşımlarla dolu olmaktadır.
Bütün sorunların çözümü kadının sistem karşısında yaşadığı kaos ve bunalımların temel yolu ideolojik ve sosyal bakımdan kendisini politik alanda güçlendirip, siyasal alanda kendisini güç haline getirmekten yatmaktadır. Siyaset politika ve diplomatik alanı salt erkeğe ait bir meslek ve çalışma sahası olarak görmek yanılgılı ve yanlış bir yaklaşım olduğunu görmek gerekir.
Bilindiği gibi yeni bir bilim dalı olarak jineoloji bilim dalı kuruldu ve bu bilim dalının güçlenmesi aynı zamanda birçok toplumsal alanda yaşanan kadın ve toplum sorunlarına çözüm gücü ve getirme temelinde yetkin bir rol oynaması beklenilmektedir. Jineoloji alanında kendini doğru tanımlamak ve bilince çıkarmak önemli bir husus olduğunu düşünüyorum. Kadın olarak geçmiş tarihini bilmek ve cinsiyetçi toplumun beyinlerimizde duygu ve düşünce, ruhsal yaşamımızda yaratmış olduğu parçalanmayı, aşıp kendimize ayıt olabilmeliyiz. Biz kadınlar olarak hiç kimsenin, özelde de erkeğin namusu olmadığımızı bilmeliyiz ve en çokta bu eğilim, mantık yapısıyla mücadele etmeliyiz. İnsanın namusu onun özgür ve onurlu yaşamından geçmektedir.
Bence önemle üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise son dönemde BDP, DTKA ve KCD kuruluşları öncülüğünde sağlanan eş başkanlık sistemini güçlendirmek ve Ortadoğu’nun her alanında bu sistemin kurulması için mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Demokratik bir sistem olduğu kadar, kadın topluluğuna karşı dayatılan eşitsiz anlayışların önünü önlemek açısından örnek teşkil edecek bir örgütlenme modeli olmaktadır. Yine gerçek demokratik toplumun kurulması açısından da ahlak ve politik toplum zihniyetinin yaşamsal kılınması açısından da belirleyici bir rol oynayacağını vurgulamak mümkündür. Bu temelde reel gerçeklikleri ele alacak olursak her bakımdan bizleri, kadınlar olarak güçlü bir mücadele dönemi beklemektedir. Tarihte yaşanan devrimci kadın geleneğini canlı tutmak ve günümüzle anlamlandırmak önem kazanmaktadır.
Bilindiği gibi günümüzde Kürdistan’ın birçok yerin de öncülük ettiği çeşitli biçimler ve yöntemlerle mücadele vermektedir. Kürt kadının bu düzeye ulaşmasında kuşkusuz, Özgürlük güneşimiz Önder APO’nun eşsiz emekleri ve çabası sonuncunda yakalanmıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi ve kopuş teorileri kapmasında kendinde gerçekleştirdiği zihinsel devrimle birlikte her geçen günün ideolojik bakımdan öneminin farkına varmaktadır.
Mezopotamya devrimi kadının özgürlüğünden ve bağımsız mücadelesinden geçtiği gerçeğinden yola çıkarak Ortadoğu’da güçlü bir toplumsal dönüşüme ve gelişmeye öncülük edecek olan, kadınlar olmalıdır. Çünkü en çok toplumda yaşanan savaş ve kaos kargaşadan zarar gören, mağduriyet yaşayan kadınlar ve çocuklar olmaktadır. Toplumsal anlamda günümüzde temel sorunları arasında en başta gelen kadın sorunu olmaktadır. Bu anlamda kadın sorunu etrafında gelişen çelişki ve ilişkileri bilimsel bir bakış açısıyla ele alıp çözmek gerekmektedir. Kadın köleliği üzerinden inşa edilen egemen sistem gerçeğini aşmak ve aştırmak kadın özgürlüğüyle yakından bağlantılı olmaktadır. Önder APO’nun da dediği gibi; “köleliğin olmadığı yerden egemenlik yükselmez” tezi bu anlamda gerçeğini tam anlamıyla doğrulamaktadır.
Düşünün bir toplumda eğer herkes eşit ve özgür haklara sahip ise orada egemen ve ezilen sorunu olmazdı. İktidarlaşmış sistem elindeki güç ve sermaye birikimini insanların düşünce dünyasına bir tahakküm aracı olarak kullanıp, kendisini hâkim kılmaktadır. Yine en bariz örneklerden biri de işçi ve patron ilişkisi arasında ki fark olmaktadır. Nedir bu fark? İşçinin kendi yaşamını idame edebilmek için bir avuç paraya muhtaç kılınmaktadır. Bunun üzerinden insanlar arasında alt üst sınıf anlayışını derinleştirmeyi esas almaktadır. Durum bundan ibaretken ortaya çıkan sonuç kendisini insanlar arasında veya kadın-erkek arasında var olan uçurumların daha da derinleşmesine katkıda bulunmaktadır. Kadınlara sistem tarafından bilinçli ve büyük bir ideolojik uzmanlıkla biçilen roller ve misyonların var olması söz konusudur. Özelliklede erkek her zaman evin direği ve evin her anlamdaki ihtiyacını maddi ve manevi anlamda sözde karşılayan bir pozisyon ve görevle sorumludur. Kadına düşen görev ise çocuk bakıcılığı evin temizlik makinesi, erkeğin cinsel güdülerini tatmin eden bir zorunlulukla karşı karşıya bırakılmasıdır. Oysaki en büyük haksızlık buradadır. Yine kadının biyolojik olarak zayıftır tabiriyle kadını her zaman bir cinsel meta parçası olarak ele alınan yaklaşımlarla, kadın köleliğini meşrulaştıran yaklaşımların köklü bir biçimde aşılması ve bu cinsiyetçi eğilimlerin aşılması gerekmektedir.
Yaşadığımız çağ gerçekliğinde en çok emek veren, yaşam bağıyla bağlantıları güçlü olan kadın toplumu olurken, nedense bu gerçeklikleri gören gözler kör ve görmez bir duruma gelmiş bulunmaktadır.
İşte devrimci kadınlar anısına sahiplenmek ve onları yaşamsal kılmak dediğimiz şey de tüm bu ters-yüz edilen gerçekliklerle mücadele etmemizi güçlü bir şekilde gerektirmektedir. Kadınlar açısından diğer bir tehlikeli durum ise sistem karşıtı reflekslerin neredeyse yok edildiği gerçeğidir. Post modernite sistemi çağın her türden gelişmiş teknolojik ve bilimsel olanaklarından yararlanıp, kendisini şeker şerbet yapma gibi gösterip kendisini fark ettirmeden insan hafızasını etkileyip cahil bir toplum ve birey gerçeğini yaramak istemektedir.
Özgürlük kavramı adı altında insanlığa sunduğu her şey köleleştirmedir. Bu açıdan yaşanan toplumsal sorunların ciddi anlamda insan yaşamında tehditler yaratması ve neredeyse bu sorunların çözümü anlamda tüm kapıların kapatıldığı, yaşanan her şeyin tanrının farz etiği ve bunu bir kader olarak ele alıp herkes tarafından kabul görülmesi hususunda liberal bir havayı yaratmak ve bu havayı her kese benimsetmeyi, özümsetmeyi çok profesyonelce topluma kabul ettirmeyi başarmış bulunmaktadır.
Biz kadın topluluğu olarak tarihimizi, evrenimizi ve kendi kişiliğimizi felsefik açıdan çözümledikçe gelecek yaşamımızı özgür ve demokratik kılabiliriz. Çünkü şimdiye kadar her şeyden maruz bırakılan kadın toplumu üzerinde oynanan iktidar savaşının özünü yansıtmaktadır. Yine bazı ideolojik ve politik nedenleri olmaktadır. Eğer kadınlar bilinçlenir, bilimsel alanda gelişirse, tabi ki kandırılacak bir alan kalmaz. Erkek sistemi açısından bilim insanlarının kadın olmayışı, ünlü ve derin felsefecilerin çıkmaması öyle kendiliğinden değildir.
Tabi ki tarihte birçok kadın kişilikleri çıkmış, ancak bastırılmış ve kendisini yetkin kılacak alanlar ortadan kaldırılmıştır. Örneğin Ortaçağ karanlığından öncesi ve sonrası da birçok bilim kadın çıkmış ve cadı ve şeytandır cadı avına çıkılıp kadınların yakılıp engizisyonlardan geçirilmiştir. Egemen sistem şu gerçeği çok iyi hesaplamaktadır. Eğer kadın köleliği olmasa kendisini ayakta tutacak bir dal kalmayacaktır. Bu nedenledir ki kadın özgürlüğünün önlerinde binlerce engel ve barikat kurulu tutulmaktadır.
Günümüzde de önemli olan kadınların tek yürek ve tek sesle bu gerçeğe karşı durmasıdır. Bıkmadan usanmadan mücadele etmesidir. Avrupa’da bazı cinsiyetçi çitler kırılmış olsa da var olan feminist ve genel kadın haklarını savunan kadın kuruluşları, günümüz açısından çok belirgin olmamakla birlikte, kapitalist modernitenin derin ideolojik etkileri altında olduğu için, hem kadın haklarını ele alışta hem de demokrasi anlayışlarında sistemin özünden boşaltılmış demokrasi anlayışını aşamadıkları için gerçek anlamda kadın özgürlük mücadelesini verememektedirler. Örneğin eşitlik anlayışı bilene, her zaman erkeklerin sahip oldukları anlayışın kendisine tanıtılmasını savunan anlayış yanlış ve yetersiz kalmaktadır. Önemli olan kadınların kendilerini sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda bağımsız bir alana sahip olmaları ve ideolojik olarak bağımsız bir iradeyi temsiliyet düzeyine ulaştırılmasıdır.
Kadın zaten özü itibariyle sosyalizmi ve komünal değerleri temsil etmektedir. Bir de kadın toplumun temel hücresini oluşturduğu için doğal anlamda kendisine pozitif bir ayrıcalığın tanıtılması ve özel bir yere sahip olması gerekmektedir.
Bu vesileyle Leyla Kasımın 46. şahadet yıl dönümünü anarken Kürdistanlı ve bütün kadın devrimcilerin şahadetleri önünde eğiliyor ve anılarını ölümsüz kılacağının sözünü veriyoruz. En büyük umut ve ayallerimiz olan kadın devrimini Ortadoğu ve Kürdistan toplumunda gerçekleştirmek için Kadın Özgürlük Hareketi olarak her döneminkinden daha çok özgür ve yaşanılır bir dünyayı yaratmak için güçlü bir mücadelenin sahibi olacağımızı belirtiyoruz.
Diyana Amanos
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 6 Mayıs tarihinde işgalci TC ordusu Mardin Stewre'ye bağlı Avina Köyü, Cıvırê Köyü, Dengiza Köyü, Dengiza Köyüne bağlı Gırê Şıra ve Barmanê ye bağlı Evtê kırsalında bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Kapitalist uygarlıkların gelişimiyle birlikte önem kazanan ve içeriğinde önemli değişimler yaşayan kurumların başında ülke, ulus, cumhuriyet, yurttaşlık, laiklik, demokrasi, hukuk ve insan hakları gelmektedir. Bunlardan insan hakları kavramı her gün yeni açılımlar kazanarak genişleme göstermektedir. Tüm bu kavramlar başlangıçta ve gelişim dönemlerinde ifade ettikleri anlamı günümüz koşullarında aşmakta ve yeni anlamlara kavuşmaktadır.
Toplumsal yaşamın bu en temel kavramlarını ve kurumlaşmalarını daha yakından görmek, kapitalist toplumun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır
- Hukukun bireye ve mensubu olduğu dar ama vazgeçilmez toplumsal kimliklere uygulanması demek olan insan hakları hukuku, yeni gelişen ama çok önemli görülen çağdaş uygarlığın diğer temel bir kurumudur. İnsan hakları, kapitalizmin oluşmasıyla birlikte yükselen değerleri, yani özgür düşünce, inanç ve yaşam iradesini tanımayı esas alan hukuklaştırma düzenini ifade etmektedir. Yükselen bireysel değerler, hak ve hukuk olarak daha somut, açıkça belirlenmiş, yasal güvencelere kavuşturulmuş, dolayısıyla güçlendirilmiş olarak bireylere layık görülmektedir.
İnsan hakları denilince; sınıf, ulus, din, cinsiyet, etnik grup ve ırk ayrımı yapılmadan, sadece insan oldukları için herkesin sahip olması gereken özgürlüklerine tanınan güvenceler akla getirilmektedir. Bireyin özgürce gelişmesi için bu haklar temel teşkil etmektedir. Bunlardan düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve gösteri hakkı, anadilde eğitim gibi temel bireysel haklara birinci kuşak haklar, ekonomik ve sosyal içerikli olanlara ikinci kuşak haklar ve halkların kültürel varlıklarını özgürce geliştirme ve yaşamaları biçimindekilere üçüncü ve en son tanınan haklar denilmekte; böylece bu haklar üç bölüme ayrılmaktadır. Evrensel çapta tanınması gereken bu haklara hiçbir gerekçeyle karşı çıkılamaz. Tüm bu hakların başında yaşama hakkı gelmektedir. Devletin savaş halleri dışında öldürme yetkisinin olamayacağı öngörülmektedir.
Gelişme halinde olan insan hakları, çok daha ahtapotlaşan devlet gücüne karşı bireyi korumaya yöneliktir. Devlet denetiminin alabildiğine arttığı bir dönemde, buna karşı gittikçe yalnızlaşan bireyi korumak önem arz etmektedir. Kapitalist toplumdan önceki dönemlerde aşiret, din, vakıf gibi kurumlarda belli bir güvencesi olan bireyler, bu kurumların zayıflamasıyla çok güçsüz durumlara düşmüşlerdir. Tek başına yaşamın güçlükleri, eğitim, sağlık ve iş konularında güvencesizlik bireyi son derece tehdit etmektedir. Aile kuramamakta, kursa da sürdürememekte, doğan çocukların eğitim ve sağlık sorunlarının altından çıkamamaktadır. Aslında tüm bu hususlar kapitalizm karşısında eski toplum biçimlerinin çözülmesi ve yeni toplumun özümsenememesi sonucu sorun haline gelmektedir. Çözülen ilişkiler, bireyi vahşi kapitalizm karşısında çok zor durumlara düşürmektedir. Birey eskiyle yeni arasında çaresizliğe mahkûm edilmektedir. İnsan hakları hukuku daha çok bu boşluğun bir ürünü olarak gelişim göstermektedir. Bireyin hem ulusal hem de uluslarüstü hukuk tarafından yeterince güvenceye kavuşturulduğu söylenemez.
İnsan haklarının bir parçası olarak en son gelişen kavramlardan bazıları da kadın, çocuk ve çevreye ilişkin haklarla ilgilidir.
Kadın en eski ve en alttaki sınıf olarak katmerli bir baskı ve sömürü konusudur. Yeni yeni önü açılan kadın sorunu, kapitalist toplum çerçevesine sığdırılamayacak kadar kapsamlı bir konudur. Kadın özgürlüğü tüm özgürlüklerin genel ölçüsü olarak henüz ilk adımlarını atmaya hazırlanmaktadır. Kadın çağından erkek çağına geçiş, kadın aleyhine büyük kayıplarla yol açmıştır. Beş bin yıllık sınıflı toplum tarihi en çok kadına kaybettirmiştir. Çok yönlü baskı, hakaret, cinsiyet ayrımcılığı, her çeşit eşitsizlik kadına layık görülmüştür. Adeta yanmış, yakılmış olan kadın, küllerinin altından yeni yeni temizlenerek çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bireysel tüm hakların hiçbir koşula bağlanmadan kadına tanınması en başta gelen bir husus olması gerekirken, en sondan ve o da sınırlı olarak gündemleştirilmesi, haksızlığın derin ve tarihsel boyutlarıyla ilişkilidir. Konu sosyolojinin bir bilim dalı olabilecek kadar kapsamlı ve kendi başına programlı, planlı, örgütlü demokratik siyasal ve hukuk mücadelesine uzun vadeli girişmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Ulusal ve sınıfsal mücadeleden hem öz hem de biçim olarak daha özgün olup hayatiyet arz etmektedir.
Günümüzde ancak sorunun adı konmuş, içeriğiyle tam belirlenmemiştir. Programı, stratejisi, örgüt ve eylem biçimleri gündeme tam anlamıyla oturmuş olmaktan uzaktır. Tarih nasıl sınıflı toplum uygarlığına kadının cins köleliği temelinde bir zorbalık, savaş, sömürü ve yalancılık tarihi olarak başladıysa, kadının özgürlük mücadelesi ve onun başarısıyla da bir özgürlük, barış, eşitlik ve doğruluk tarihi olarak yeniden yaratılacak ve yazılacaktır. Bütün göstergeler yeni uygarlığın şafak vaktinde kadın özgürlüğünün belirleyici rol oynayacağını ve tekrar ama daha üst düzeyde bir özgür kadın çağının yaşanabileceğini göstermektedir.
Çocuk hakları da ana, baba ve devlete bırakılamayacak kadar önemli bir konu olduğunu her geçen gün daha açıkça ortaya koymaktadır. Tüm hayvan yavruları arasında en zor gelişeni olan insan çocuğu, çok özel ve bilime dayalı bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Vahşi erkek egemenliğine dayalı düzen; köle, kadın ve emekçiden sonra en çok çocuğu mahvetmiştir. Erkek düzeni çocuğu asla tanımayacak kadar kör, vicdansız ve zalimdir. Sınıflı toplumun ilk dönemlerinde tanrılara sürekli çocuklar kurban edilirdi. Belki şimdi fiziki kurban verilmemekte, ama manevi kurbanlık hızından hiç kaybetmeden devam etmektedir. Yavru psikolojisini erkeğe göre daha iyi tanıyan ve vicdanlı olan kadın, bilgisizliği ve olanaksızlığı nedeniyle anne olarak rolünü tam oynayamayacak durumdadır. Devletin tepeden buyurgan yöntemleri de zaten çocuk dünyası için tümüyle yabancıdır. Bu çok genel çerçeve bile, çocuk haklarının mutlaka kapsamlı bir düzenlemeye tabi tutulmasını gerektirmektedir. Eğitim, sağlık ve oyun başta olmak üzere, anne şefkatini, barışı esas alan bir çocuk hakları bildirgesi ertelenemez bir görev olarak yerine getirilmeyi beklemektedir.
Çevre hakkı, daha çok artan nüfus ve teknolojik kirlenme nedeniyle temelinde kapitalizmin kâr zihniyetinin rol oynadığı, yerin üstünü ve altını, hatta atmosferini ve iklimini gittikçe yaşanılmaz durumlara götürecek kadar tehlikeye sokan durumlara karşı alınması gereken hukuki tedbirleri içermektedir. Çelişki artık sadece toplumun içini asalak bir sınıfın sömürüsüne terk etmekle yetinmeyen, şahane yaşam gezegenini de hedef alan daha büyük bir toplum-doğa çelişkisine dönüştürülmüştür. Evrensel çapta tüm toplumun bir çevre hakları mücadelesine girişmesi kaçınılmazdır. Başta bir çevre hakları manifestosu ve ona dayalı bir enternasyonalist çevre örgütünün seferber edilmesi, genel insan hakları, demokratik siyaset ve hukuk mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak, iç içe ve birlikte verilmeyi zorunlu kılmaktadır.
İnsan hakları kavramı dar hukuk çerçevesini aşarak, siyasallaşma ve felsefenin ele alması gereken temel ahlâki ve politik olgu ve kurumlaşma olarak yeniden değerlendirilmeyi zorunlu kılmaktadır. Baştan beri vurgulamaya çalıştığımız toplumsallıkla bireysellik arasındaki çelişkinin üst düzeyde yeniden ve yeniden çözümlenmesine ve kurumlaşmasına ulaşmadıkça, derinleşen uygarlık bunalımı aşılamaz. Neolitik çağın bunalımı nasıl Sümer sınıflı toplum senteziyle, yani devlet ve uygarlık çağına geçişle aşıldıysa, sınıflı toplum ve devletin tüm alt ve üstyapı kurumlarının sistematik ifadesi olarak uygarlık çağının yaşadığı büyük sorun ve bunalımları da ancak birey-toplum dengesini, özgürlük ve eşitliğini tüm insanlık açısından kabul edilebilir düzeyde senteze kavuşturan yeni insanlık adımıyla aşılabilir. Bazıları bu adımı postmodernizm (çağdaş uygarlık, modernizm sonrası) olarak değerlendirirken, bir kısmı da tarihin sonu biçiminde değerlendirmektedir. Her iki kavram da içerik olarak yetersizdir. Daha çok burjuva sınıf bakışını esas almakta, kapitalist uygarlığın açmazlarını ve tükenişini tüm insanlığın sonu ve bitişi gibi sunmaktadır. Tersi olarak, liberalizmi veya faşizmi ebedi düzen olarak sunmayı çağrıştırmaktadır.
Dar sınıf ve ulus tahlillerine dayanan çözüm ve kurumlaşmaların kapitalist toplumun çelişkilerini aşamayacağı açığa çıkmıştır. Tüm sınıflı ve devletli toplumların, alt ve üstyapı kurumlarının sistematik ifadesi olarak devletleşmeyle yaşadığı derin bunalım ve sorunları çözümleme yeteneğinde olmadıkları açığa çıkmakta, anlaşılmaktadır. Durum ne ‘postmodernizm’, ne de ‘tarihin sonu’dur. Klasik uygarlık mantığıyla, yani yeni sınıflar ve devletler düzenini yaratmayla sorunların aşılamayacağı bir tarihi döneme gelinmiştir. Bunda yine tarihin her döneminde olduğu gibi, bilim ve teknik seviye belirleyici rol oynamaktadır. Bilim ve teknik klasik sınıf ve devlet mantığını geçersiz kılmıştır. Bilgi ve iletişim çağı sürecin önemli bir boyutunu dile getirmektedir. Ama yaşanan çağa sadece bilgi ve iletişim hakları ve çevre bilinci çağı demek de kendi başına yetmediği gibi, tüm bu olguları dikkate alan tarihi çıkışlara ihtiyaç vardır. Bu doğrultudaki çıkışların eleştirisini doğru yaparak, geliştirilecek yeni ideolojik kimliği oluşturmak ve bu çalışmayla sıkı bir pratik birliktelik içinde ekonomiyi ve kamu düzenini yeniden düzenlemek için hazırlanacak program, strateji ve taktik belirlemeler yeni insanlık çıkışını belirleyecektir.
Savunmamın uygarlığa ilişkin sonuç bölümünde bu konuya daha çözümleyici yaklaşılacaktır. Tüm değerlendirmemizde bu yönlü yapmaya çalıştığımız kısa girişler, konuların iç içe özelliğini gözden yitirmemek ve yakın bağlar içinde görülmesini sağlamak içindir.
Reber APO
Savunmalarından Derlemeler
- Ayrıntılar
Kayıp, yitik bir ülkenin çocukları olarak büyümüştük. Bizden önce de yüzlerce kuşak büyümüştü. Kayıp ülkede yaşanan yitik sevdalara sahne olan bir ülkenin toprakları üzerinde güne durmuştuk. Dedelerimizden, atalarımızdan, ninelerimizden dinlediğimiz kayıp ülkemi anlatan hikayelerle geçti çocukluğumuz. Oysa gerçekte ülkemiz kayıp değildi. Onun toprakları üzerinde yaşıyorduk. Onun toprağına dokunarak, çiçeklerini toplayarak, güzelliklerini yaşıyorduk. Ama kayıp sayılıyordu nedense ülkemiz. Ama hep bir gün ülkemizi görme umudunu taşıyorduk. Çocukluk günlerimizin düşlerini kayıp ülkemiz süslüyordu. Ülkemize ilişkin o kadar güzel ama bir o kadar da acılı hikayeler anlatılırdı ki, büyüyene kadar bu hikayelerin büyüklerimizin düşler ülkesinden hatırladığı hikayeler sandık. Ve büyüdük. Kayıp ülkemizin yeniden dağlarda söylenmeye başlayan türküsünde bulduk kendimizi. Ülkemiz için yeni bir ateş yakılmış dağlar başında, gölge düşen vadilerin derinliklerinde. Henüz çocuk yaşta olmama rağmen o söylenen türkünün nakaratında yerimi almak için bende yolların en eski hikayesinden adımladım dağları. İki yıl gibi bir zaman dilimi üzerinden geçmişti. Bende artık diğer ağabeylerim ve ablarım gibi bir gerilla olmuştum. Çatışmadan çatışmaya, pusudan pusuya koşup duruyordum. Kavgamız türkümüzü, türkümüz kavgamızı büyütüyordu. Küçükken en çok üzerine hikâyeler duyduğum dağlardan biri de Herekol’du. Gazabı ve öfkesi kendisinden daha büyük bir dağ diye anlatılırdı. Gidip orayı gördüğümde gerçekten öyle bir dağ olduğuna da inandım.
Herekol’a her gittiğimde onun ayrı bir güzelliğinin farkına varıyor ve onu doyasıya yaşıyordum. Tıpkı masallarda anlatılan bir dağ gibiydi. Masallarda anlatılan dağın ta kendisiydi. Ona vardığımızda masalın içine bizi de dâhil ediyordu. Biz oradayken anlatılan masalı bizi de kapsıyordu. Bize bir ana gibi kucak açıyordu. Kol kanat geriyordu. Bizi bütün kötülüklerden korumaya çalışıyordu.
Çünkü tarih boyuncu hep biz Kürtlere kucak açmış o yüzden Kürtlerin kadrini bilmesini istiyordu. Kadrini bilmeyene karşı gaddar olabilirdi. Zaten biz Kürtler tarihte kadir bilenler olarak biliniriz. Hele hele dağlar söz konusu oldu mu bu kadir her şeyin üstünde tutulur. 1995 yılı bahar aylarında Botan’da yine kapsamlı bir operasyon başladı. Biz o zaman Herekol gücü olarak hareket ediyorduk. Başlayan operasyon Herekol’uda kapsıyordu. Oldukça kapsamlı bir operasyondu. Ancak biz ilk etapta kapsamını anlayamadık. Operasyonun başladığı gün çatışmaya girdik. Çatışmadan sonra geri çekilme yaparak başka bir noktaya gittik. Bizim bölükte bir manga bayan arkadaştık. Kurtalanlı Berivan arkadaş bizim manga komutanımızdı. Her zaman ve her yerde olduğu gibi burada arkadaşlar tepeci çıkarmamız gerektiğini söylediler. Tepeyi genelde bir manga arkadaş çıkıp tutardı. Bizden beş arkadaş tepeyi tutmak için çıktılar. Tepe komutanı olarak da bizim manga komutanımız Berivan arkadaş çıktı. Biz diğer arkadaşlar da noktaya gittik. Şimdi şöyle bir şey de vardı. Eskiden arkadaşlar tepeye giderken akşamdan tutacakları tepeye çıkmayıp, eteklerinde bir yerde kalıyorlardı. Sabahla birlikte çıkıp tepeyi tutarlardı. Giden arkadaşlarımız da böyle hareket ediyorlar. Meğer düşman akşamdan tepeyi tutmuş. Ama arkadaşların bundan haberi yok. Tepeyi tutan düşmandan habersiz bir şekilde arkadaşlar tepenin biraz altındaki bir kayanın dibinde kalıyorlar. Arkadaşlar sabaha doğru tepedeki yerlerini almak ve birde keşif yapmak için harekete geçiyorlar. Askerler arkadaşların sabah gidip yerleşeceği mevzilere yerleşiyorlar. Arkadaşlar mevzilere doğru gidiyorlar ancak askerleri fark etmiyorlar. Askerler ise arkadaşları fark ediyor ve çatışma başlıyor. Bu arada biz, noktada kalan ben Rojda Şırnak, Gülistan adındaki arkadaşla bizde gözcülüğe gittik. Bir bölük, tepecilerle bizim aramızda kalıyordu. Keşfimizi yaptıktan sonra artık ateş yakabiliriz dedik. Tam da o anda tepecilerimizin çıktığı yerden silah sesleri gelmeye başladı. Silah seslerini duyunca arkadaşların çatışmaya girdiğini anladık. Arkadaşların yardımına gitmek için bir araya gelip plan yapmaya çalışırken bir anda kendimizi askerlerin içinde bulduk. Biz de atılan çemberin içinde kalmıştık. Zaten arkadaşların tuttuğu tepe ile bizim gözcülüğe gittiğimiz yer de birbirinden çok fazla uzak da değildi. Zar zor bir şekilde çemberi aşarak kendimizi noktadaki arkadaşların yanına ulaştırdık. Arkadaşlar büyük bir direnişle saatlerce çatışıyorlar. Avantajın askerlerde olmasına rağmen, arkadaşlar onlardan da birçok asker vuruyor ve yaralıyorlar. O geceden giden tepe grubunun hepsi bir süre sonra şehit düşüyor. Çatışma akşama kadar sürüyor. Bizler akşam geri çekilerek başka bir noktaya gitmeye çalıştık. Ancak düşman her yeri tutmuştu. O yüzden geri çekilmeye çalışırken pusuya düştük. Gece olduğu için avantajlıydık. Gece gerillanın özgür zamanı olduğu için bize bir şey olmadı. Sessizce planımızı yapıp ve o gece hiç kayıp vermeden pusuyu yarıp geçtik. Ama ertesi gün bir araya geldiğimizde gözlerimi acı bir hüzünle etrafta dolaştırıyordum. Biz bir manga bayan arkadaştık, geriye ise sadece üç kişi kalmıştık. Tepeye gidenler şehit düşmüştü yine farklı bir görev için başka bir yere giden diğer iki arkadaş da şehit düşmüştü ve geriye sadece biz kalmıştık. Operasyonun dışına çıkmak için geri çekilmeyi Çaçi tarafına yaptık. Yüreğim burkulmuş ve sızlıyordu. İçim kan ağlıyordu. Bu eksiklik bende öyle büyük bir boşluk yarattı ki, gözümü güne, geceye ya da patikalara diktiğimde onları arar oldum. Sanki görevden dönecekler ve onlara bir demli çay yapmam gerekiyormuş gibi bekliyordum.
Operasyondan sonra on beş bayan arkadaştan üç bayan arkadaş kalmıştık. Bu beni çok derinden etkiledi. Bahara çıkmanın sevinciyle koskoca zorlu bir kışa beraber göğüs germiştik. Ellerimiz beraber üşümüştü. Acısına rağmen beraber gülmüştük. Zaten alanda bir takım güç kadardık. Erkek arkadaşların sayısı alanda kırk kadardı. Biz bayan arkadaşların sayısı erkek arkadaşlardan az olduğu için arkadaşlar, bizlere yaklaşımları biraz daha duygusal oluyordu. Operasyondan sonra sadece üç kadın arkadaş kalmıştık. Onun acısını, burukluğunu bizden daha fazla erkek arkadaşlar yaşıyordu.
O yüzden biz geriye kalan üç arkadaşa yaklaşımları daha hassas olmuştu. İşte üç kişi kalmışlar ne olursa olsun onları korumamız gerekiyor gözüyle bakıyorlardı. Aslında bu yoldaşı koruma mantığıydı. Zaten gerillada bu her zaman olur. Yoldaşından önce kendisi eyleme, çatışmaya ve hatta ölüme koşar. Arkadaşlar da gelişen de o olmuştu. Çaçi tarafına gittiğimizde Botan’ın diğer bölgelerinde kalan arkadaşlarla görüştük. Ama arkadaşlar bizi görünce büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Çünkü o operasyonun içinden hiç birimizin kurtulacağına inanmıyorlardı. Gerçekten çok kapsamlı ve zorlu bir operasyondu. Biz operasyonun ortasında kalmıştık bizim alanımıza bize yardıma gelebilecek yakın bir güç de yoktu. Buna rağmen çemberleri yırtıp, pusuları aşarak bir bölük kadar arkadaş sağlam çıkıp arkadaşlara da ulaşmıştık. Arkadaşların bu yoldaşça yaklaşımı bana büyük bir güç veriyordu. Ama ondan sonra azalan sayımız, bende sonu gelmeyen bir hüzne bıraktı yerine. Gözlerim hep yollarda gelecek arkadaşları beklemeye başladım. Gelmeyeceklerini bilmeme rağmen bir gün mutlaka çıkıp gelecekler diye yıllarca gözlerim hep patikalarda oldu. Ve bu olay beynime kazınan anılardan biri olup bu günlere kadar geldi. Bu hiçbir zaman beynimden ve yüreğimden silinmeyecek. İşte bir gerilla olarak tarihime yazılan anılardan biride bu acı ama gerçek olan olaydı... Ve bu olay bende aynı zamanda kayıp ülkenin çocuklarına ilişkin acılı bir anı oldu. Evet, biz kayıp ülkenin çocuklarıydık.
Gerçekte ise ülkemiz vardı. Kayıp ve yitik değildi. Zaten düşmana da bunu anlatmak için dağ yollarını tutmuştuk. O yollara ömrümüzü adamıştık. Tıpkı bu olayda şehit düşen arkadaşlarım gibi... Biz geride kalanlar da direnişimize devam ediyoruz. Ve bir ömrümüz daha olsa onu da vermeye hazır bir şekilde her şeye rağmen dağdaki yolumuza devam ediyoruz...
Rüstem Alişer
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
5 Mayıs tarihinde saat 09.30 ile 11.00 arası işgalci TC ordusu Şırnak'ın Uludere ile Medya Savunma Alanlarımız Haftanin sınır civarındaki Deryê Davetiya ve Kilika Sinor alanlarına yönelikhavan ve obüs toplarıyla bombardıman gerçekleştirmiştir
- Ayrıntılar
6 Mayıs Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin kırk ikinci yıldönümü. Bizim kuşak kırk iki yıldır bu derin acıyı yaşıyor. Fakat bu acıyı daha derinden yaşayan, hatta daha oluşmadan hissederek önleme çabasına giren kuşkusuz Mahir Çayan ve arkadaşlarıdır. Kızıldere katliamının böyle bir acının yaşanmasını engellemek için geliştirilen eylem içinde gerçekleştiği ve söz konusu acıyı daha da büyütüp derinleştirdiği bilinen bir gerçektir.
Bizler kuşak olarak böyle büyük kahramanlıklar içinde ve derin acılar yaşayarak bu dünyayı tanıdık ve o gün bugündür yürüttüğümüz mücadeleye katıldık. Kuşkusuz bu büyük devrimci önderleri tanımadık, onlarla birlikte çalışmadık, fakat mücadele ruhumuzu ve bilincimizi onların yarattığı kahramanlıklar ve acılar içinde oluşturduk. Kim kimdir, pek bilmeyiz! THKP-C ile THKO neden ayrı iki örgüt oldu, fazla anlamayız! Ancak 1972 başından itibaren bu tür devrimci güçlerin faşizme karşı birlikte direndiğini ve Kızıldere yürüyüşünün bunun somut ifadesi olduğunu iyi bilir ve anlarız.
Bize söylendiğine ve sonradan öğrendiğimize göre, THKP-C ile THKO arasındaki temel görüş farklılığı ülkemizde gerilla mücadelesinin nereden başlayacağı noktasındaymış. THKP-C şehirden başlamalı derken, THKO kırdan başlamalı diyormuş. Velhasıl 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı şehirlerde çok fazla planlı ve örgütlü olmayan silahlı eylemler geliştirildikten ve toplum silahlı propaganda ile uyarıldıktan sonra söz konusu bu görüş farklılığı da ortadan kalkmış. Nitekim Sıkıyönetim Askeri Cezaevinden kaçtıktan sonra yaptığı Genel Yönetim toplantısında Mahir Çayan, “Şehirlerde yapılması gerekenin başarıldığı ve gerilla direnişinin artık kıra taşınması gerektiği” değerlendirmesinde bulunmuş.
Diğer bazı eylemler gibi Mahir Çayan ve arkadaşlarını Kızıldere’ye götüren eylemlilik de işte bu anlayışın sonucu olarak gerçekleşiyor. Aralarındaki görüş ayrılığı da ortadan kalktığı için THKP-C ile THKO birlikte eylem yapıyor. Yani aslında birleşiyor ve bir örgüt haline geliyor. Kızıldere direnişi bunun somut ifadesi olarak gerçekleşiyor. Zaten amacı da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesini engellemek. Yani THKP-C Önderi Mahir Çayan, THKO Önderlerini kurtarmak için kendi yaşamını ortaya koyuyor! Buradaki birlik ve yoldaşlık ruhuna bakın! Buradaki halka ve devrimci değerlere bağlılığa bakın! Buradaki değerlendirme ve yenilenme gücüne bakın! Mahir Çayan demek işte bunlar demek! İşte bunlar Mahir Çayan çizgisini oluşturuyor. Türkiye sosyalizminin ve demokrasisinin devrimci çizgisi de işte bu oluyor. Türkiye’deki demokratik devrim mücadelesinin temelleri işte böyle atılıyor. Bunlar tartışmasız ve silinemez olan ülke ve halk gerçeğimizdir. Bunlar Türkiye devrimciliğinin çizgi esaslarıdır.
Gerçek böyle olmasına rağmen, kırk iki yıldır Mahir Çayan çizgisinde yürüdüklerini söyleyenler peki böyle mi davranıyorlar? Mahir Çayan direnişçiliğinin mirası üzerinde var olanlar bu mirasın gereğini yerine getiriyorlar mı? Kuşkusuz bu sorulara olumlu cevaplar vermek mümkün değil. Eğer cevaplar olumlu olsaydı, yani Mahir Çayan’ın devrimci çizgisi yaratıcı bir tarzda ve kararlılıkla uygulansaydı, o zaman Türkiye demokrasisinin durumu kuşkusuz çok farklı olurdu.
O zaman Türkiye’de radikal demokrasi olurdu, AKP faşizmi değil. O zaman Türkiye’yi devrimciler yönetirdi, demogoglar değil. O zaman halktan en çok oyu demokratik güçler alırdı, faşist güçler değil. Kısaca kırk yıldır Türkiye toplumu faşist-oligarşik baskı ve sömürü altında değil, farklılıklara dayalı eşitlikçi ve özgürlükçü demokrasi altında yaşar ve yönetilirdi. Eğer kırk yıldır Türkiye’ye faşist-oligarşik rejim hakim olduysa ve demokratik devrim başarıya ulaşmadıysa, bunun temel nedeni Mahir Çayan’ın mirası üzerinde yürüdüğünü söyleyenlerin Çayan çizgisini doğru ve yeterli bir biçimde uygulamamasıdır. Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya önderliklerinin akibeti de benzerdir.
Bunun da baş sorumlusunun eskinin “Devrimci Yol Grubu” olarak adlandırılan ve bugün de ÖDP olarak devam eden hareket olduğu tartışmasızdır. Bu nedenle Devrimci Yol pratiğinin ve çizgisinin doğru değerlendirilmesi ve eleştirilmesi gerekir. Elbette bunu da Mahir Çayan’ın devrimci-demokratik çizgisi temelinde yapmak gerekir. Hem birlik ve hem de mücadele açısından bu çizginin Mahir Çayan gerçeğini nasıl tasfiye ettiğini görmek ve aşmak önemlidir.
Kuşkusuz birlik ve mücadele açısından Devrimci Yol pratiği de her zaman hatalı ve olumsuz değildir. Bu konuda olumlu tutum sergiledikleri dönemler de vardır. Örneğin 12 Mart faşizmi aşılırken devrimci gençliğin yeniden örgütlenmesini ifade eden Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği(ADYÖD) pratiği önemlidir ve olumlu yönü ağır basan bir pratiktir. Yine 12 Eylül faşist-askeri darbesi ardından geliştirilen Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi(FKBDC) örgütlenmesi de olumlu bir tarihi adımdır. Bunlar tüm sosyalist ve demokratik güçleri birleştirmeyi ve ortak örgütlülük içinde birlikte mücadele etmeyi içeren adımlardır. Mahir Çayan’ın birlik ve ortak mücadele çizgisine yakın adımlardır. Elbette olumluluk sadece örgütsel alanda atılan adımlarla sınırlı da değildir. Direniş mücadelesinde de benzer olumlu adımlar söz konusudur. Örneğin 1970’li yıllarda egemen kılınmak istenen MHP faşizmine karşı direniş önemli ve olumludur. İçinde eleştirilebilecek çok şey bulunsa da, genel planda direniş çizgisinin esas alınmış olması olumluluğu ifade etmektedir. Kuşkusuz bu dönemde direnen sadece Devrimci Yol Grubu değildir, pasifist gruplar dışındaki tüm devrimci güçler bu tarihi direnişin içinde yer almıştır. Ancak en büyük grup olarak Devrimci Yol’un direnişi seçmiş olması sonuç üzerinde ciddi etkide bulunmuştur.
Fakat Devrimci Yol Grubu’nun bunlar dışındaki pratiği olumsuzdur. Esas grup pratiğini belirleyen ise bu olumsuzluklardır. Örneğin ADYÖD’ten sonra AYÖD’ü dar grupçu yaklaşımla kurması ve devrimci gençlik örgütlenmesinin birliğini dağıtması çok olumsuzdur. Mahir Çayan’ın yarattığı birlik esas olarak burada yok edilmiştir. En büyük ve güçlü grup olmak tek başına hareket etmeyi veya herkesi kendine bağlamayı gerektirmez. Bu yaklaşım her şeyden önce demokratik değildir. Büyük grup demek, birlik ve mücadeleye öncülük etmek demektir. Demokratik büyüklük kendini pratikte böyle gösterir.
Yine 12 Eylül faşizmi karşısında geliştirilen FKBDC’yi 1982 sonunda dağıtmak ve devrimci-demokratik hareketi 12 Eylül faşizmi karşısında birliksiz ve mücadelesiz bırakmak çok olumsuz bir pratiktir ve tarihin en ağır suçlarından biridir. Halbuki PKK deneyimi gösterdi ki, FKBDC direniş çizgisinde pratiğe geçirilseydi 1990’ların başında Türkiye’de demokratik devrim olacaktı. Eğer bu engellendi ve faşist-oligarşik sistem geçici başarı kazandıysa, bunda Kenan Evren cuntası değil, Devrimci Yol Grubunun FKBDC’yi boşa çıkarması esas rol oynadı. Türkiye halklarını 12 Eylül faşizmi karşısında öncüsüz bırakan o dönemin Devrimci Yol sorumlusu olan Taner Akçam denen kişi oldu.
1990’lardan bu yana da ÖDP pratiği Türkiye halklarını öncüsüz ve Türkiye toplumunu demokratik alternatifsiz bırakıyor. Ne kendisi öne geçip diğer demokratik güçleri birliğe ve ortak mücadeleye çağırıyor, ne de oluşturulmaya çalışılan demokratik birliklere katılıyor. Hep ayrı ve görünüşte tek başına durarak sürekli devrimci-demokratik güçlerin birliğini parçalıyor. Sanki rejim adına demokrasi hareketini marjinal ve parçalı konumda tutmakla görevlendirilmiş gibi. Peki bunun Mahir Çayan’ın birlikçi ve çığ gibi büyüyüp iktidar alternatifi haline gelen çizgisiyle ne alakası var?
Son 30 Mart seçimleri bir kez daha gösterdi ki, ÖDP’nin bu parçalayıcı ve alternatif olmama çizgisi esas olarak sisteme fayda getiriyor. Sol demokratik güçleri parçalayarak CHP kuyruğuna takıyor. Kendi başına gibi görünüyor, ama aslında objektif olarak CHP kuyrukçuluğu yapıyor. Radikal demokratik güçlerin birliğini ve alternatif iktidar gücü haline gelmesini engelliyor. Sosyalist ve demokratik hareketi CHP’lilik içinde eritiyor. Şimdi yeni bir radikal demokratik alternatif olarak Halkların Demokratik Partisi(HDP) geliştirilmeye çalışılırken de en ciddi engel olarak ÖDP ortada duruyor. Ne kendini feshediyor, ne de gelip HDP birliğine katılıyor. Kendisi de farklı bir demokratik alternatif sunmuyor. Peki bu durum nereye gidecek ve kime hizmet edecek? Bunun Mahir Çayan çizgisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi var mı? Bunun radikal demokratik alternatifi etkisiz kılarak sisteme ve özellikle CHP’ye hizmet etmek olduğu açık değil mi?
Adına ne denirse densin ama bu durum artık kesinlikle bir son bulmalıdır. HDP önündeki ÖDP engeli kesinlikle aşılmalıdır. Bunun da en doğru yolu, kuşkusuz ÖDP’nin Mahir Çayan çizgisine girerek günümüzde bu çizginin pratikleşmesi olan HDP birliği içinde yer almasıdır. Yok eğer böyle yapmıyorsa, o zaman kim olduğunu ve kimlere hizmet ettiğini ortaya koymalıdır. Yoksa radikal demokratik hareket bu görevi yapacak ve ÖDP’yi gerçek ifadesine kavuşturmak zorunda kalacaktır.
Bu temelde idam edilişlerinin kırk ikinci yıldönümünde büyük devrimci önderler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı saygıyla anıyor, tüm devrimci-demokratik güçleri Mahir Çayan çizgisinde birleşmeye ve güçlü bir demokratik alternatif yaratmaya çağırıyoruz!
Selahaddin Erdem
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar