Kürdistan toprakları yaklaşık 20 yıldır büyük altüst oluşları yaşıyor. Binlerce yılın düşman işgallerinin, bu kutsal topraklarda yarattığı altüst oluşlar gibi değil kuşkusuz. İşgale uğrayan onurunu, varlığını derinden sürdürmüş olan Kürt halkının savaşındaki altüst oluşun en önemli özelliği sosyal-siyasal boyutudur. Bir toplumun yaşama kendi dili, bilinci ve iradesiyle "ad verme" olayı, yine yaşadıklarının farkında olarak onları yorumlamayıp birbirine eklemesi günümüz gerçekliğinde gerçekleştirmekle aynı anlamdadır. Kürdistan Devrimi bu yönüyle farklılığını, gücünü, 21. yüzyıla az bir zaman kala, bu anlamda da ortaya koymaktadır.
"Ad verme" olayı anlama olgusuyla bağlantılıdır. İlk çağlarda yaşamın sağlanmasında ya da kolaylaşmasında "anlamı" yakalanan şeylerin ilk adını verenler kutsal sayılırlar. Çünkü çevredeki nesnelere ad verme gücü, anlama-düşünme, onu dillendirmekle bir bütündür. Ad vermek, "bu insandır, bu topraktır vb." demek insanın çevresindeki her şeyi farketmesi, dünyayı keşfetmesi ve insanlaşma serüvenine yeni halkalar eklemesi anlamını da taşımıştır.
"Ad verme" gücü, yaratıcılıkla bağlantılıdır. İnsanın yaşamına yaratıcılığı yerleştiren kadın olmuştur. Doğurma olgusu kadındaki yaratma gücünün bir yansımasıyken, çevreye, canlılara, doğaya, kısaca yaşama olan ilgisi de buna bağlı olarak büyük olmuştur. Yaratma olgusu yaşam olgusuyla, kadında bir bütünleşmeyi yakalamıştır. Dünyaya gelirken küçük canlının dünyayı tanımasının sorumluluğu bir yana, içinde bulunulan insan topluluğunun da bu tanışmaya olan ihtiyacı, kadını, insan-doğa-yaşam üçgeninin temel köprüsü olma göreviyle birleştirmiştir.
Kadın, ağacı, kuşu, kötüyü, güzeli adlandırarak insan benliğinin büyümesini sağlamıştır. Yani yazısız bir tarih yaratmıştır. Yazısız ve dile dayalı bir tarih... İşte kadın bu tarihte onbinlerce yıl varlığını, adını, iradesini kimseyi ezmeden yükseklerde tuttu. İşte bu tarihte kadın tanrıçaydı...
On binlerce yıl sonra bugün... Kadın, bunca yüzyıllar boyu yitirdiği 'tanrıça' gerçekliğini yeniden sağlam temeller üzerinde yükseltme çabasını sürdürüyor. Bir savaş veriyor; hem de acımasız ama bir o kadar kendinden taraf adaletini, insanlığını yitirmeden yapıyor bunu. Ataerkilliğin insan kanına bulaştırdığı doğayla insanın yürüttüğü savaşı, asıl ilkelerine kavuşturma görevi bugün yine kadına düşüyor. Her şeye yeniden "ad" vermek gerekiyor. Kürdistan topraklarındaki insanlaşma savaşı, kadının yeniden tanrıçalığıyla buluşma savaşı oluyor; ama bu savaşı kirletmeden sürdürüyor.
Yeniden başlayabilme gücü, insanın tarih boyunca sağlam tutmak istediği bir yanıdır. Her acıdan sonra inançtan vazgeçmeden yeniden yürümeye başlamak, her darbeden sonra yeniden başını dik tutarak adımını atmak insana özgüdür. Bu bir erdemdir. Bu erdemin içinde duygu yoğunlaşmasının yanında düşünce de vardır ve bunların bütünlediği gerçekçi yaklaşım vardır.
Kadın gerçekliğinin, Kürdistan Devrimi'nde, yaşamın her olgusuna, her anına anlam vermesi, o olgu ve anları yaratıcılıkla birleştirmesi 'tanrıçalık' olgusuna da doğru bir yaklaşımı ifade etmektedir. Kadın, bu devrimin içinde varlığını, bu yolda verdiği yüzlerce bedeliyle ortaya çıkarmıştır. Yaşama, insana ait ne varsa her şeye yeniden ad veren Kürdistan kadının miladını ise 30 Haziran 1996 tarihi belirlemiştir.
Başından bugüne kadar PKK tarihi 30 Haziran 1996 tarihiyle yeni bir dönemeci yakalamış ve devrim yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Bu tarihi yaratan ve o güne "ad" veren Zilan yoldaş, bu aşamanın altına imzasını canıyla atmıştır. Zilan (Zeynep Kınacı) yoldaşın gerçekleştirdiği, sadece bir eylem değildir. "Düşmana vurulan bir darbe" olarak değerlendirmek kuşkusuz çok yetersiz kalacaktır. Bu aşama Ulusal Önderimiz Başkan Apo tarafından bir "milad" olarak nitelendirilmiştir. Evet bir milad ve bağrında devrimin insanlık tarihi kadar zengin olan ilkelerini, yeni yaşam felsefesini, geleceğe dair soruları, cevapları, çözüm formüllerini taşımaktadır. Zilan eylemi, dünyaya yeniden bir anlam verme ve onu yeniden yaratma eyleminin kendisi olmaktadır. En önemli özelliklerinden biri de kadını, yitirdiği tanrıçalık gücüyle buluşturmasıdır. Kadına tarih yaratma gücünü, kişiliğini göstermiştir Zilan.
Binlerce yıl sonra insanlık Zilan için diyecek? Tarihi kendisiyle başlatıp yine kendisiyle bitirmeyi yaşayan kişilikler, Zilan yoldaşı, O'nun kendinde yaşama geçirdiği PKK felsefesini sadece '96 yılıyla sınırlı olarak düşünebilirler. "'96 yılında mücadeleyi yükseltti" demek, bu bakış açısını yansıtacaktır. Halbuki çok kutsal bir değer olarak korunan, bu temelde geleceğe bırakılan yaşam ilkelerini anlamak, binlerce yıla yayılan yaşam felsefesine sahip kişiliklerin yaklaşımı olmalıdır. Zilan bunun adlandırıcısı, yaratanı olmuştur.
Zilan yoldaşın bu noktada Başkan Apo'yla kurduğu bağ, binlerce yıla yayılan bir yoldaşlığın kendisi olmaktadır. İçinde acı yok mu, kuşkusuz var. Ama binlerce yılın acısı karşısında fedai kişiliğin çözdüğü bir acı olmaktadır bu. Bir birey olmaktan çıkarak, yüzyıllara açılma cesaretinde olan bu kişilik, acıya da yeni bir anlam vermiştir. Başkan Apo'nun omuzlarına, şehitlere bırakılan görev, bu binlerce yılın acılarını en aza indirgemek anlamındadır. Zilan yoldaşın, Başkan Apo'nun yaratmak istediği büyüklüğü anlama çabası, O'nu büyük olmayı hedeflemeye götürdüğü bir gerçektir. Bu, kişinin kendini aşmasıdır. Bu, binlerce kilometre ötede olursa da ya da birbiriyle hiç konuşulmasa da, yaşanması gereken an'ın militanlığında buluşmaktır. An'ı zaferleştirmektir. Bir yerine milyonların vicdanına sökülmemecesine yerleşmektir. "Gereken yerde ve gereken an'da" doğruyu yaratma gücünde ve sadeliğinde olma anlamındadır.
Zilan kişiliği bazıları için korkulması gereken bir güçtür. Çünkü bu kişilik hiçbir gizliliği, sahteliği rahat bırakmıyor. Kimse Zilan'ın gözlerine bakarak yalan söyleyemiyor. Çünkü Zilan gerçektir, yaratılmış olandır ve binlerce yıla yayılmıştır. Belki Zilan kişiliği karşısında sahteliği yaşadığını sananlar olabilir. Ama insanlık tarafından anılacak olan onlar değil, Zilan olacaktır.
Zilan yoldaş, kadın tanrıçalığının ilkelerini oluşturmuştur. Kürdistan Devrimi'nin kadın savaşçıları bu tanrıçalığı yaratarak, devrim ilkelerini tarihe maledip büyüterek anlamlandırabilmeliler. Bu kolay mı? Tabii ki hayır. Ne mutlu ki Zilan yoldaş, tanrıçalaşmanın yollarını kolaya indirgememiştir. Başkan Apo'dan yola çıkarak uzayan ve geçmişle geleceği kendinde buluşturan tarza gerçek bağlılık da bu şekilde olmalıdır.
Zilan felsefesi, yeni yaşam manifestosu olarak anlaşılmalı. Bu partinin, devrimin önümüze koyduğu, "görevden de öteye bir haktır, aşkın kendisidir."
Serxwebûn / Haziran 1999
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Haziran günü Siirt’in Pervari ilçesiyle bu ilçeye bağlı Heşet köyü arasındaki yolu kesen işgalci TC ordusuna ait birlikler köylülere ait araçları tarayarak, bazı çadırları da tahrip etmiştir.
- Ayrıntılar
Sözleri yerli yerine oturtmak önemlidir. Çünkü her sözün bir anlamı vardır. Bunun için sözleri kullanırken anlamlarından uzaklaştırmamalı ve içlerini boşaltmamalıyız. Söz anlamını yitirirse, içi boşaltılırsa yozlaşır. Bir kere sözler yozlaşmayı görsün, gelecek olan tek bir kelimeyle felakettir. Dinlerin çokça dile getirdikleri gibi kıyamettir.
Sözlükler istismarı: “İşletme, yararlanma, Birinin iyi niyetini kötüye kullanma, Sömürme” olarak ele alıyor. Tecavüz ise Arapça bir kelime. Genel manada: “Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış.“ yine: “Başkasının hakkına el uzatma.” Ahlaki açıdan ise: “Namusuna saldırma, sarkıntılık” olarak değerlendiriyor sözlükler.
Dikkat edilirse istismar ile tecavüz kelimesinin anlamları arasında dağlar kadar fark vardır. Öyle ki kıyamet koparılması gerekli olan yerde kelimelerin özüyle oynanarak toplumun göstereceği refleksleri öldürülmek için egemenler her türlü oyunu oynayabilmektedirler. Tersi de geçerlidir, egemenler toplumun normal karşılayacağı bir hususu özel ele alarak, kaşıyarak, manipüle ederek, yalanlarla, dolanlarla, şişerek toplumu gerebilmektedirler.
Bizler egemenlerin bu tür yol ve yöntemleri kendi psikolojik savaş araçları olarak kullandığını biliyoruz. Ancak sözde kendilerine demokrat diyenlere, sosyalistlere, toplumcu diyenlere ya da aydın ve sanatçılara ne demeli?
En son Bingöl’de bir Kürt kızına tecavüz eden 8 asker serbest bırakıldı. Daha önce benzer bir durum Mardin’de yaşı daha da küçük olan bir kıza yüzlerce devlet görevlisi tecavüz etmişti. Siirt YİBO’larında olup bitenleri de herkes biliyor. Yine benzer kirlilikleri Pozantı’da görmüştük. Gardiyanlar, öğretmenler aklandı. Tecavüzcüler bırakılırken de, küçük yaştaki kızların “gönüllüce” bu tecavüzde yer aldıklarını dile getiren gerekçeler öne sürülmüştü.
Devlettir bunu yapıyor. Çünkü devletin kendisi bir tecavüz organıdır. Yukarıda tecavüzü: “Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış“ olarak ele almıştık. Hangi devlet, denetimine aldığı topluma saldırmaz, hücum etmez, germez, baskılamaz, zoraki para almaz, hizaya getirmez? Verilecek olan cevap tek kelimeyle, tüm devletle bunu yapar.
Özcesi devletlerin tümü tarihsel olarak tecavüzcüdür. Çünkü toplumun değerlerine saldırarak, değerlerine el koymuşlardır. Öyle sanıldığı gibi gönüllü olarak sözleşmelerle toplumlar devletlere dahil olmamışlardır. Tam tersine nerede bir devlet varsa orada zor vardır, şiddet vardır, talan vardır, gasp vardır, hırsızlık vardır, çapulculuk vardır, baskı vardır, sindirme vardır, bireyi ve toplumu küçültme olduğu gibi toplumu köle haline getirme vardır. Böyle olan bir devlet elbette ki kendi silahlı kollama kuvvetlerini sonuna kadar savunacaktır. “Kel başa şimşir tarak” misali “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş.”
Bunun için devlet ve devlete yakın olan çevrelerin Bingöl’de ve Mardin’de yine Türkiye ve Kürdistan’ın herhangi bir yerinde halklara ve fertlerine karşı devlet ve unsurların el uzatmalarını, tecavüzlerini koruyacakları ve üstünü örtecekleri anlaşılırdır.
Ya peki diğer kutupta yer alanlara ne demeli? Günlerce TV’lerde izliyoruz. Tüm bir toplumun kıyamet koparacak bir olaya “uzman çavuşların istismarı” gibi oldukça laubali, ciddiyetten uzak değerlendirmeleri insanı çileden çıkarıyor.
Bir toplum nasıl savunulacak? Bir toplumun değerlerine nasıl saygılı olunacak? Bir toplumun ahlaki değerlerine karşı bu denli düşürülmüş bir saldırıya karşı toplum ne yapacak? Bizler ne yapacağız?
Evet, bizlere düşecek olan, herhalde faşizanca gerçekleştirilmiş bu ve benzer olayları yumuşatmak olamaz. Olmamalıdır. Yapılması gerekli olan böylesine iktidarın toplumun tüm hücrelerine saldırısının en kirlisini deşifre ederek, toplumun yaşam emarelerini şaha kaldırmaktır. Toplumun haklı olan reflekslerini derman olmaktır.
Öyle ki toplumun göstereceği reflekslerle devletin ve de unsurların bir daha toplumun ahlaki değerlerine saldırısının önünü almaktır.
“Önemli olan, iyi bir ahlakla toplum ve bireyin donanmasıdır. Uygarlık ve modernite canavarlıkları (Leviathan) ne kadar saldırıp yok etmeye çalışsalar da, ahlaki toplumu o denli savunmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz.”
Bu bilinç ve sorumlulukla devlet ve iktidar odaklarının toplumun ahlakına düşürmeye dönük yaptıkları, yapacakları her saldırıya karşı mutlaka ama mutlaka kendimizi savunarak cevap vermek insan olmanın olmazsa olmazlarının başında geldiği açıktır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kapitalist modernitenin tüm insanlığı felakete sürüklediğini –birkaç çapulcu sermayedar ve onların bekçileri dışında-herkes görüyor. Dünyamızın hem de çok güzel dünyamızın her geçen gün daha büyük tehlikelerle yüz yüze kaldığını gerçekten görmeyen yok gibidir.
Sistem deyim yerindeyse tam bir iflası yaşıyor. İflası bizler “Borçlarını ödeyemediği mahkeme kararı ile tespit ve ilân olunan tüccarın durumu, batkı ya da yenilgiye uğramak, değerini yitirme” olarak ele alır isek gerçek manada kapitalist sistemin bir çöküntüyü yaşadığını görebiliriz.
Ekolojik dengesizlikler bile dünyanın ne hale getirildiğine bakmamız için yeterdir Daha somut olarak: “Unutmamak gerekir ki, çevre halkaları milyonlarca yıllık evrimle oluşmuştur. Genelde son beş bin yıllık, özelde son iki yüz yıllık tahribatlar, milyonlarca yılın evrim halkalarından binlercesini koparmayı daha kısa sayılabilecek bu zaman diliminde gerçekleştirmişlerdir. Kırılış reaksiyonu başlamıştır. Nasıl durdurulacağı kestirilememektedir. Atmosferde başta karbondioksit (CO2) oranı ve diğer gazların yarattığı kirlenmenin, mevcut haliyle yüzlerce, hatta binlerce yıl temizlenemeyeceği öngörülmektedir. Bitkiler ve hayvanlar dünyasında yaşanan yıkımların sonuçları belki de tam anlamıyla ortaya çıkmış değildir. Ama her iki dünyanın da en az atmosfer kadar S.O.S işareti verdiği açıktır. Denizler ve ırmakların kirlenmesi ve çölleşme daha şimdiden felaket sınırlarına dayanmıştır. Tüm belirtiler kıyametin doğal dengenin bozulması sonucunda değil, bir kısım şebekeler halinde örgütlenmiş gruplar eliyle topluma yaşatılacağını göstermektedir. Elbette bu gidişata doğanın vereceği yanıtlar da olacaktır. Çünkü o da canlı ve zekâlıdır. Onun da tahammül gücünün sınırları vardır. Direnmesini yerinde ve zamanında gösterecek, bu yer ve zaman geldiğinde insanların gözyaşlarına bakmayacaktır. Çünkü kendilerinin yeteneklerine, bahşedilen değerlere ihanet etmekten hepsi sorumlu tutulacaktır. Kıyamet de böyle öngörülmüş değil miydi?”
Kıyamet yani çöküş dediğimiz budur.
Dikkat edilirse biz adaletsizliklerden söz bile açmadık.
Sınıflar arası dengesizlikler sonucu yaşanan ona çelişkilerden söz etmedik.
Birilerinin karnı daha fazla şişsin diye açlıktan kırılan milyonlardan da söz etmedik.
Kültürel soykırımlardan dolayı her geçen gün varlıkları tehlikeye düşünlerin her geçen gün gelişen tepkilerinden de söz açmadık.
İnsanlığın nur aynası olması gereken kadın cinsinin metanın da ötesinde sadece ve sadece birilerinin zevki için ayaklar altına alınmasını da dile getirmedik.
Bin yıllarca, binlerce, on binlerce ak yüzlü insanın özenle, milim milim geliştirdikleri toplumu ve toplumları bir arada tutma çimentosu olan ahlak değerlerini ayaklar altına alınmasından da söz açmadık.
Yüz binlerce yılın ürünü olan ortakçı yaşamın sonucu olarak ortaya çıkmış olan komünal değerlerin yitimine karşı başkaldıran toplumsal refleksten de söz etmedik.
Cüce haline getirilen insanın isyanından da söz etmedik.
Evet, böyle söz etmediğimiz yüzlerce değer vardır. Bu değerlerin tümü büyük bir arayış içerisindedir. Ne var ki arayışlarını bir araya getirerek, birleştirerek bir potaya taşırarak bu değerleri ayakaltına alan tekelci iktidarcı güç odaklarına karşı ciddi bir direniş içerisine giremiyorlar. Halbuki insanlığın neredeyse yüzde doksanın çok üstünde olan bir oran, var olan bu hırsızlık düzenine karşı müthiş öfkelidir. Öyle ki bir dakika bile bu sistemle yaşamak istememektedirler.
Başkan Apo bu çevrelere ilişkin: “Sistem konusunda ve sistemin krizde olduğuna ilişkin genellikle ortak kanıya sahipler. Çıkış konusundaki görüşleri söz konusu olduğunda aralarındaki farklar büyür. Evrimci değişimden devrimci değişime, barışçıl yöntemlerden savaşçıl yöntemlere kadar çok farklı yollar önerilir. Devlet ve iktidar değiştirmeyi devrim sananlar olduğu gibi, devletsiz ve iktidarsız toplumu önerenler de vardır. Hepsinin kökleri esas itibariyle Fransız Devrimi’ne dayanır. Düşünce yapıları milliyetçilikten komünizme, dincilikten pozitivizme, feminizmden ekolojiye kadar geniş bir perspektif sunar. Bunlarla oldukça iç içe oldukları halde bu gerçeği fark etmezler.
Bir genelleme yapılırsa, sosyal konumları itibariyle orta sınıfın iktidar ve sermaye tekelleri dışında kalan ana kesimine dayandıkları söylenebilir. Kapitalizm karşısında durumları gittikçe güçleşen, belli bir modern eğitimden geçmiş aydınların öncülüğünü yaptığı bu hareketler toplumun ezici çoğunluğunu kapsamaktan uzaktır. Kapitalizmde çıkarı olanlar kabaca yüzde on ise, kapitalizme muhalif olanların oranı da aynı seviyededir. Toplumun yüzde sekseni her iki kesim açısından kapitalist olmayan toplum olarak, çözümleme ve çözümlerde özne değil nesne konumundadır. Kapitalizm toplum üzerinde kârı hesaplarken, muhalifler toplumu ancak dışarıdan sürüklenilebilecek bir yığın gözüyle değerlendirirler. Kapitalist moderniteyi aşamamalarının temelinde bu gerçeklik yatar.”
Halbuki yapılması gerekli olan kapitalist moderniteyi aşmak olmalıdır. Bu ise en geniş yelpazede çok köklü ve derin bir ideolojik ve felsefik bakışı gerektirir. Bu geniş bakış edinildikten sonra da adım adım bu geniş kesimleri kapitalist sisteme karşı örgütlemeye gelir.
Bunu yapamaz isek kapitalist modernite bugüne kadar yaptığı gibi her zaman yeniden yeniden kendisini örgütleyerek yaşadığı sürekli krizden bir çıkışı hep bulabildiği gibi bundan böyle de bulabilecektir.
Boşuna: “Kapitalist modernite olarak sistemin sürdürülemez bir kriz yönetiminde yaşadığını belirtirken, yeni bir ‘devrimci durumdan’ bahsetmiyoruz. Devrimin objektif şartları olarak da değerlendirilen bu tip durumlar geçmiş tartışmalarda çok istismar edildi. Pek başarılı sonuçlar çıkarıldığı söylenemez. Krizlerden bol bol kriz yönetimleri kadar daha sert karşıdevrimler de çıkabiliyor” dememiştir Başkan Apo.
Bir kere perspektifimizi geniş tutmalıyız. Kapitalist moderniteyi gerileterek özlenen ve hayal edilen cennetimsi komünal demokratik sisteme ulaşabilmek için öncelikli olarak:
a-Geçmişin tüm sosyalist deneyimlerden yararlanmalıyız. Yine tüm sosyalist kesimlerle ilişki içerisinde olmalıyız.
b-Anarşist diye tabir edilen devlet ve her türlü iktidarı ret eden güçlerle ve bireylerle ilişkilenerek mutlaka ama mutlaka bir araya gelebilmeliyiz.
c-Başkan Apo’nun en eski sömürge ve ulus olarak değerlendirdiği kadını komünal demokratik sistemin en başat gücü görerek her yerde ilişkilenmeyi esas alarak bir nevi “En Eski Sömürgenin Başkaldırısı” deyip kadınsız bir başkaldırının mümkün olmayacağını bilmeliyiz.
d-Yok olmakla karşı karşı kalan dünyamızı kurtarmak isteyen herkesle ilişkilenmeyi esas alarak bir nevi “Çevrenin Başkaldırısı”na sahip çıkanlarla bir olmalıyız.
e-Ulus devlete karşı duran tüm çevrelerle ilişkilenmek. Çünkü Ulus devlet tekleştiricidir. Renksizliktir. Körlüktür. Karadır.
f-Bunun için öncelikli olarak her türden yerelliği ulus devlete karşı savunan, “Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri”ni destekleyerek kültürel dejere olmalarını önünü almasını bilmeliyiz. Bu konuda müthiş ilkeli yaklaşarak tüm kültürel hareketlerle ilişkilenmesini bilmeliyiz.
g-Yine çokça muhafazakar ve gerici diye mimlenen, “Dinsel Kültür Hareketleri: Dinsel Geleneğin Canlanışı” olarak görerek yakın durmalıyız. Bu direnişi özünde kapitalist modernitenin ahlakı yok eden canavarlığına karşı bir başkaldırı olarak görmeli ve sahiplenilmelidir.
h-Başka bir eğilim ise, her çeşit komünalliği, yerelliği, kendisi olmak isteyen: “Kentsel, Yerel ve Bölgesel Özerklik Hareketleri”le de ilişkilenmek olmalıdır.
Özcesi kapitalist modernitenin karşısına çıkmak istiyorsak öncelikli olarak bu insanı cüceleştiren, ruhunu ve tüm maddi-manevi değerlerini kemiren sisteme karşı gücümüzü birleştirerek bir karşı koyuş içerisinde olmalıyız. Esas olan budur. Birçok kez yapıldığı gibi detaylara takılarak bir birbirimizi boğarak bir araya gelmeme olmamalıdır. Tersi olmalıdır. Birleşmek olmalıdır. Bir araya gelme olmalıdır. Ortaklaşma olmalıdır.
Bunun için diyoruz ki, kapitalist moderniteye karşı birleşmek, birleşmek ve yine birleşmek…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve kamuoyuna!
1. 27 haziran günü saat 8.00 ile 10.00 arası İşgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımıza bağlı Xakurke bölgemizde alçak uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Bitlis’in Tatvan ilçesine bağlı Êz, Kusoka, Cihangez köyleriyle Hizan ilçesi kırsalında gerillalarımızın kıyafetlerini giyen kontra birlikler halka baskı yapmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Geri çekilme faaliyetlerini sürdüren gerillalarımız Şırnak ili Çırav dağı mıntıkasında daha önce şahadete ulaşan 3 yoldaşımızın cenazelerini halka teslim etmiştir.
- Ayrıntılar
Önder Apo 21 Mart 2013 Amed Newroz’uyla Kürdistan'da milyonlarca insanın önünde yaptığı tarihi konuşmasıyla yeni bir çözüm yolunu hepimize gösterdi.
21 Mart’tan bu yana epey zaman geçti. Denilecek ki 21 Mart’ın üstünde sadece 3 ay geçmiştir. Normal süreçlerde 3 ay’ın bir kıymeti harbiyesi olmayabilir, lakin tarihin kritik anlarında bırakalım 3 ay’ı, günlerin, saatlerin önemleri vardır. Öyle ki akşam bir şey vardır, sabah kalkmışsınız ki başka bir şey vardır. Hatta öyle ki her şey değişmiş.
Evet, tarihi momentlerde geçerken her an’ın dolu dolu yaşanması gerekiyor. Öyle ki yapılması gerekli olanlar bir saniye bile ertelenmeden yerine getirilmelidir. Aksi taktirde o an geçmiş ise artık o an’ı bir daha yakalamak mümkün olamayabilir.
Önder Apo biz gerilladan yapmamızı istedikleri vardı. Ateşkes ilan ederek, zaman içerisinde çatışmasız bir ortamı yaratmak için Kuzey Kürdistan'da gerilla güçlerimizi çekmemizi istedi. Elbette Önder Apo’nun söylediği birçok husus daha vardı. Ancak biz gerillalar için en önemlileri ve de en zor olanları bunlardı. Tüm zorluklara rağmen önderliğimizin bizden istediklerini yerine getirmek için 21 Mart’ın ardından henüz iki gün geçmeden ateşkes ilan ettik. Yine 25 Nisan günü gerilla güçlerimizin 8 Mayıs 2013’de çekilmeye başlayacağını açıkladık. Ve nitekim Kuzey’de gelen birçok gerilla gücümüzün çekilişlerini ve de kendi alanlarımıza varışlarını da medya üzerinde Türkiye ve dünya halklarıyla paylaştık. Yaklaşık 6 aydır da bu gösterdiğimiz duyarlılıktan dolayı da tek bir askerin burnu kanamamıştır. Türkiye ortamı bu ateşkesten dolayı büyük bir nefes alarak kendine gelmeye başlamıştır.
Evet, gerillalar olarak yapacaklarımızı yaptık. Demokratik siyasete şans tanınması, fikirlerin tartışması ve çatışması için ya da zamanında bir liderin belirttiği gibi: “yüz çiçek açsın, bin fikir tartışsın” misali silahları kullanmadık. Biz kendi cephemizde bunları yaparken güya ortamın demokratikleşmesinin sözünü tüm halkların önünde Türkiye hükümeti deklere etmişti. Artık silahların yerine demokratik halklar öne çıkacaktı. Yine Kürdistan'da sürdürülmüş olan tüm kirli oyunlar, savaş hep gerillayla izah edilerek bir nevi tonlarca biber ve gazı Kürdistan halkına sıkılmasını silahlı mücadele ortamıyla izah etmeyi de ihmal etmediler. Bunları yaparlarken de Türkiye halklarını çok ama çok büyük manipülasyonlarla Kürdistan’da sürdürülen çok haklı devrimci direnişe karşı milliyetçilik ve tek bayrak, tek devlet, tek millet, tek vatan ve onca tekçi sloganları altında toplanmasını da başarmasını bilmişlerdir.
Gerilla çekilme kararı alıp geri çekilmeye başlayınca hiçte söylendiği gibi demokratik siyasetin önü açılmadı. Hiçte farklı düşüncelerin kendilerini özgürce ifade etmelerinin önü açılmadı. Hiçte içeriye rehin olarak alınan 8000 Kürt siyasetçisi, sivil toplumcu, barış aktivisti, sendikacısı, tıpçısı, feministi, melesi, çocuğu, genci bırakılmadı. Yine 400 kanser hatası olan tutsak serbest bırakılmadı.
Bırakalım bunların yapılmasını AKP iktidarı bir kere askeri amaçlarla keşif faaliyetlerini durdurmamıştır. Bugüne kadar planlamalarında olmayan yerlerde bile fırsat bu fırsat deyip karakollar inşa etmeye başlamışlardır. Yine koruculuğun lav edilmesi gerekirken korucu sayılarını artırmaya başlamışladır. Kürdistan kültürel mirasını sular altında bırakan barajları tam gaz inşa etmeye devam etmektedirler. Orman kesmeler Erciş’te görüldüğü gibi yüz binlercesini kesmek için harekete geçmişlerdir. Rojava'ya desteklediği ve silahlandırdığı çeteleriyle saldırmaya devam ediyorlar. Halen ağızlarını açarken terörist, eşkıya demekten vazgeçmediler. Hakaretleri günlük olarak sürüyor. Roborski olayını Sümen altı yapmaktan çekinmiyorlar.
Tuhaf Kürdistan'da sözde Kürt halkıyla barışmayı ararlarken bu kez dünyanın tonlarca biber ve gazını Türkiye halklarının yüzlerine sıkmaya başladılar.
Sözü çok uzatmadan AKP iktidarı gerillanın rahatlattığı Türkiye ortamını çok ama çok kötü bir şekilde kullandığı gözlemi her geçen gün gelişiyor.
Hani demokratik siyaset deniliyordu? Demokratik siyaset Gezi Parkında olup bitenler mi? Halen tutsak bulunan binlerce silahsız siyasetçi mi?
Hani düşünceler ve fikir savaşı yürütülsündü?
Ve hani silahlar susunca Kürdistan'da askeri hareketlik duracaktı?
Özcesi AKP iktidarının söyledikleri, topluma vaat ettiklerinin tek bir tanesi gerçekleşmemiştir. Tekçi zihniyet hatta megolomanlaşmış bir iktidar hırsı çok daha fazla bir şekilde toplumu tutsak almaya gelişerek devam etmektedir.
Durum buyken her halde gerillanın yapacakları olur. Kimse gerillanın iyi niyetini suiistimal etmemelidir. Ve hiç kimse fırsat bu fırsat deyip hem halkımızı tek görmemeli hem de Türkiye halklarını sahipsiz bilmemelidir.
Ve çok doğaldır ki Kürdistan gençliği ve duyarlı olan Türkiye gençliği bu şartlar altında bir an evvel bu gidişata dur demek için dağlara akmasını bilmeli.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Tüm dinlerin ortak bir noktası vardır; komünal yaşama çağrı yaparlar. Komünal yaşam esasen toplumsal olan yaşamdır. Ve dinler toplumsallaşmayı yaratmak için çalışırlar. Daha doğrusu toplumsallıktan kopmuş olanı frenleyerek raydan çıkışa dur deme hareketleridir.
PKK çıkışı itibariyle toplumsallaşmayı yaratmak için ortaya çıkmış bir harekettir. PKK, TC devletinin dayattığı yok oluşa dur demek için baş aşağıya gidişi frenleme hareketidir. Bu bağlamda PKK biraz da dinler tarihinde insanlığa umut olmuş hareketlere benzer. Aslında tüm sosyalist hareketlerin ortak noktaları da biraz dini hareketlere benzemeleridir. Tuhaf gelebilir ama dinler nasıl ki ortakçı yaşama çağrıysalar sosyalist hareketlerde hep ortaklaşmaya çağrı olmuşlardır.
Musa ile Yahudilerin çelişkisi Musa toplumsal bir yaşamı tercih ederken büyük bir Yahudi kesimi bireyci, ortaklaşmadan uzak bir yaşamı tercih etmeleridir. sept diye bilinen çalışmama günü esasen biriktirmeye karşı alınmış bir tedbirdir. Altı gün çalışacaksın yedinci gün ise ibadet edeceksin fikri esasen kirleten bireyci biriktirmeye karşı bir duruştur. Komünal duruş. Benzerini hatta daha ilerisini biz İsa’da görüyoruz. Neredeyse yaşamın özü ortakçılıktır. Kim İsa’nın elindeki lokmasını paylaşmadığı söyleyebilir ki? Ya Hz. Muhammed’i? Öyle bir sistemi hedefler ki tümden toplumsal olsun. Ya Zerdüşt’e, Buda’ya ve Konfüçyüs’e ne demeli?
Böyle nice insan sevdalısı Peygamberi sıralamak mümkündür.
Gerilla insanlığı toplumsallaştıran ne kadar insan eylemi varsa hepsine sahiplenen kimliktir. Gerilla bu bağlamda ilk toplumsal oluşum olan doğal toplumu en çağdaş biçimde temsil eden güçtür. Çağ olarak çok büyük farklılıklar olsa da aynı ilk çağlardaki gibi ortak çalışan, ortak üreten, ortak paylaşan, ortak yaşayan, ortak tüketen ve her kişinin ihtiyacına ve gücüne göre çalışmaya katılan kimliktir.
Daha da açalım.
Gerilla’nın yaşamı ortakçıdır. Aynı büyük insan Şeyh Bedrettin’in dediği gibi “her yerde her şeyde hep beraber demek için” misali, gerillanın yaşamı hep beraber. Size tuhaf gelebilir ama gerilla da en çok nefret edilen özelliklerin başında bireycilik kariyerizm, kıskançlık, yetkicilik gibi sadece birileri için biriktiren özellikler gelir. En sevilen özellikler; genelleştiren, ortaklaştıran, kolektifleştiren, hükmetmekten kaçınanlardır. Belki daha söylenecek çok özellikler vardır. Ama biz bunlarla yetinelim.
Gerilla’da ihtiyaçlar bir merkezden temin edilir. Kimin ne ihtiyacı varsa bulunduğu birim ya da gerilla gücü içerisinde liste halinde hazırlanıp ihtiyaçları temin edilen kuruma verilir. Ve bu kurum ihtiyaçlar temelinde bunları çözer. Burada para yok, burada mal ve mülk yoktur. Gerillanın üzerindeki her şey komünaldır. Toplumundur, gerilla toplumunun.
Bu bağlamda mülkiyet bireyler üzerinde yönlendirici rol oynayamaz, para birilerini yoldan çıkaramaz ya da para bireyleri satın alamaz. Çünkü burada para yoktur, burada mülkiyet yoktur. Ortak üretilip ortak ihtiyaçlar temelinde tüketilen değerler vardır. Bunun içindir ki her gerilla kendisini devrimin en iyi temsilcisi görür. Tuhaf gelebilir ama her gerilla kendini en iyi PKK’li bilir. Çünkü PKK en damıtılmış komünal yaşamdır. Gerilla ise bu damıtılmış komünal yaşamın cisimleştiği alanların başında gelir.
Evet, gerilla komünal kimliktir dedik. Komünalizm Kürtçe bir kelimeye yakın duruyor. Kom Kürtlerde toplum ya da topluluk anlamına gelir. Ve biz gerillalar bu toprakların rengi olarak hep ortak olandan yanayız. Giyimimiz, kuşamımız, silahlarımız vb. birçok şeyimiz birbirine yakındır. Hastaysanız farklı bir mazeretiniz varsa bu ayrı ancak bir gerekçeniz yoksa siz başka yoldaşların kullandıklarını kullanırsız. Gerilla da biraz maddi değerler açısından farklı durmak ayıplanır, hoş görülmez. Denilecek ki bunun dışında yaşayanlar olmadı mı? Bende derim ki böyleleri çok çıktı, belki halen içimizde de vardır. Ancak kim bunlara gerilla olarak görüyor ki? Ya da kim bunları PKK’li olarak görmüştür ki? Böylesine tipler içimizdeyken de isterlerse komutan olsunlar ama bunlar PKK’li olmadılar ve olamazlar.
Bir ton ton ailesi buna örnektir. Ton ton ailesi içimizdeyken de PKK’li değildiler. Zaten olmadıklarını kendileri bugün daha “samimice” itiraf ediyorlar. Önderlik bu aileyi eskiden beri emek yiyici olarak nitelemişti, hırsız ve lümpen olarak değerlendirmişti, bugünlerde bu tiplerin PKK’yle hep çeliştiklerini söylemeleri güzel bir şeydir. Ve bu aileye benzeyen birçok tip içimizden kaçıp gitmiş, temel bir nedeni de bu komünal yaşama gelmemeleridir. Bir önceki yazımızda üç felsefik ilkeden söz açmıştık. Bu ilkelerin yanına siz bu sade, komünal yaşamı da ekleyin. Birçok öğe ortak yaşama gelemedikleri için kendi bireyci, hayvanlaştırıcı, tüketen, bencil, hoyrat yaşamını dayatmaya kalkışmışlardır. Ve PKK’de bu geri bireycileştiren ve toplumda uzaklaştırıcı özeliklere karşı durduğunda kaçıp gitmişledir.
Sonuç yerine; gerilla komünal yaşamı en ileri düzeyde Bedreddince yaşayan toplumsal güçtür. Belki dünyanın birçok yerinde komünal yaşama denemeleri vardır. Ancak hiçbir yerde Kürdistan gerillası kadar bu düzeyde, kapsamlı, topluluk halinde olanı yoktur. Ve gerilla bu ortaklaşmayı sadece gerilla da uygulamıyor. Gerillaya meyilli ne kadar genç varsa bulundukları alanlarda benzer tarzda yaşamayı esas alıyorlar. Yine gerillaya bağlanmış kitlelerde benzer özellikler göstermektedirler. Ve bu yeni bir yaşamdır, yeni bir toplumsal kimliktir. Yani ortakçı, paylaşan, kolektif komünal kimliktir. Gerilla ise bu komünalizmin kimliğidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
26 Haziran günü saat 06.00 da İnsansız hava araçları ve Skorski helikopter deste Amed'e bağlı Pasur , Hazro ve Lice ilçeleri arasında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar