Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Ağustos günü 19.00-20.30 saatleri arasında Amed-Bingöl yolu üzerinde gerillalarımız tarafından yol ve kimlik kontrolü gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos günü saat 09.30’da Medya Savunma Alanları’na yönelik topçu saldırıları düzenleyen TC ordusunun Çele’ye bağlı Xantepe askeri üs bölgesine yönelik olarak gerillalarımız tarafından havan toplarıyla bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
‘85 yılının yaz aylarında bir efsane dolaşıyordu Botan eyaletinde. Sadece dinlenilen, hayal edilen bir efsane değildi bu. Elini uzatsan dokunacağın kadar yakın, beynini ve yüreğini saracak kadar gerçekti. İçimizde, bize ait olan ama bir o kadar da uzak bir efsaneydi. Ne gökyüzünün genişliği ne de toprağın bereketi bu kadar şaşırtıcı ve gerçek değildi.
15 Ağustos eylemi öyle esmişti ki, yüreklerdeki inançsızlıklar, güvensizlikler kaybolmuştu. Çocukların oyunları değişmiş, gençlerin yüzü dağa dönmüş, yaşlıların umutları tekrardan yeşermişti. Herkesin gözü kulağı bir sese yönelmiş, yaşamları o sesten gelecek en küçük bir söze bağlanmıştı.
Son günlerde bir eylemden bahsediliyordu. Kaşura ve Haftan’in yolu üzerinde, sınır ticaretini durdurmak amacıyla kurulan karakola eylem yapılmıştı. Karakol sınırdan kaldırılmıştı. Halk bu eylemin neden yapıldığını tahmin edemiyordu. Karakol, ticareti durdurma bahanesiyle hem halka eziyet ediyor hem de tüm ekonomik geliri durduruyordu.
Bir köylü ile karşılaştım. O kadar mutlu ve gururlu görünüyordu ki “Heval Agit karakolu yerle bir etmiş. Ticaret yolunu açmış. Agit halkın durumunu iyi biliyor. Özelikle de fakirlerin...” diyordu.
Kürt halkı, devrimciliğe yeni başlamamıştı. Yıllardır birçok örgüte kucak açmış, evini barkını, varını yoğunu hatta canını bile vermişti onlara. Ama gel gör ki, devletin haksızlığına, sömürüsüne karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, halkın tüm değerlerini ölçüsüzce harcamışlardı. Ahlaki ölçüleri zorlar olmuşlardı. Bütün bunlar, Kürt halkını devrimciliğe ve devrimlere karşı soğutmuş, inançsızlığı geliştirmişti. Böylesi bir durumda yapılacak olan ise içe büzülme, kendi yağında kavrulmaydı ki, 15 Ağustos’a kadar da böyle sürdü.
15 Ağustos, sözün ve eylemin birlikteliğini ispatlamış, sönmüş inanç alevlerini tekrar yakmıştı. Militanlarının oturuşu kalkışı, halkın malına inançlarına verdiği değer, halkın partiye günden güne bağlanmasını sağlamakla kalmamış, ölümüne canlarını ortaya koyma cesaretini de doğurmuştu.
Bunda öncülüğü Agit arkadaş oynuyordu. Halkın en ufak bir eşyasına sonsuz değer verir, onlardan izinsiz ne bahçelerine, ne de tarlalarına el sürerdi. Zarar verenleri ise anında uyarırdı. Sahipsiz bulduğunu sonuna kadar korur, sonra onu sahibine teslim ederdi.
Dolunay geceyi tüm parlaklığı ile aydınlatıyordu. Ağaç yaprakları arasından sızan ay ışığı pörsümüş kuru otlara vuruyordu. Rüzgar ılık ılık esiyordu. Ben ve Ferhan, Bındarine’de koyunları otlatmaya çıkarmıştık. Köyden uzaklaşır, uzaklaşmaz koyunları serbest bırakmış, bir ağacın dibinde uyumuştuk. Koyunların, tarlalara girdiğinden köylülerin yeni biçtiği otları yediğinden habersiz, rüyalar görüyorduk.
Derinden gelen bir sesle uyandım. Önce karşımda duran bu karartıyı tanıyamadım. Ama uyku sersemliğim geçince bunun, 84 yılında Partiye katılan köylümüz Resul olduğunu anladım. Çok atik bir hareketle ayağa kalktık. Bize “korkmayın, ben hevalım” dedi. Heval olduğunu duymamız ikimizin de korkmasına yetiyor da artıyordu bile. Her ne kadar halk arasında onlardan mükemmel bahsediyorlarsa da, devlet tam tersini, onların Rusya’dan geldiklerini, “dinsiz, terörist” olduklarını söylüyordu. Bu korku birazda devlet korkusuydu.
“Bir arkadaş sizi bekliyor. Sizinle konuşmak istiyor” dedi. Bizi görmek isteyenin kim olduğunu söylememişti. Bulunduğumuz yerin biraz yukarısında bir kayanın önünde durmuştu. Koyunları etrafına toplamıştı. Elinde baston vardı. Omzunda ise askeri parkesi. Ay ışığı gözbebeklerinde ışıl ışıl yanıyordu. Öyle heybetli duruyordu ki, içimize korku dolmuş, bize ne yapacağını merak ediyorduk. Tam önünde durduk.
“Hangi köydensiniz” diye sordu. Ardından da adımızı öğrenmek istedi. Cevaplarını aldıktan sonra sesini yükselterek “Köylüler sabahtan akşama kadar ot biçiyor, siz ise koyunları tarlalara bırakıyor sonrada uyuyorsunuz. Günah değil mi? Bu suç değil mi? Suç işliyorsunuz. Köylülerin emeğini boşa çıkarmamalısınız, dikkat edin” dedi. Tüylerim ürperdi. Utandım. Dizlerim titriyor ağzımı açamıyordum. Hem söylediklerinden hem de onun gür ve sert sesinden oldukça etkilenmiştim.
Kimdir? Nedir? Bu gece yarısı nereden geliyor ve nereye gidiyordu. Hiçbir şey düşünemiyordum. Kara sakalları ve çakmak çakmak yanan gözleri yüzüne daha sert bir ifade vermişti.
Sözü bittikten sonra yola koyuldu. Daha üç adım atmamıştı ki döndü. “Daha önce arkadaşlara partiye katılacağınıza söz vermişsiniz. Uygun bir zamanda gelirseniz iyi olur. Sözünüzü yerine getirmeniz gerekir. Özellikle, siz Firaz arkadaşa söz vermişsiniz” dedi ve yoluna devam etti. Gurubun en arkasında yürüyen köylümüz Resul, yanımıza yavaş yavaş gelerek, “onu tanıdınız mı?” diye sordu, “hayır kimdir?” dedik. Resul göğsünü kabartarak “Heval Agit” dedi. Eylemlerini duyduğumuz, sözünü, sevgisini masal gibi dinlediğimiz bu insanı, hiç göremeyeceğimi, benden çok uzak olduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi, onu görme istemi ile dolup taşıyordum. Günlerce, bakışları, el hareketleri, kayanın önünde ay ışığı vurmuş saçları, elindeki bastonuyla gözümün önünde canlandı. Sesi kulağımda çınlıyordu. Ne yapacağımı bilmeden dolaştım durdum. Her gece onları görme ümidi ile dağlara çıkıyordum. Bir yandan korkuyor, bir yandan da büyük bir bağlılığın geliştiğini duyumsuyordum. Sanki bir şeylerimi kaybetmiştim. Belki de yaşamım boyunca sahip olmadığım ve olamayacağım çok değerli bir şeyi kaybetmiştim. Her yerde onu arıyordum. Beni, aradığımın ne olduğunu bilmeden sürükleyen içimdeki bu duygu, önü alınması imkansız bir çağlayan gibiydi.
O günlerde yine bir eylemden ve Agit arkadaştan bahsediyorlardı. Diyorlardı ki; “arkadaşlar caddeye pusu atmışlar. İki arkadaş asker elbiseleri giymiş. Diğer arkadaşlar ise mevzilenmişler. Araba gelince asker elbisesi giyen iki arkadaş arabayı durdurmuş. Ne yazık ki, bu iki arkadaşta da Türkçe bilmiyormuş. Türkçe bilmeyen askeri gören halk ne olduğuna anlam verememiş. Tam bu sırada Agit arkadaş, arabaya binmiş ve arabayla Çatak girişindeki denetleme kulübesine saldırı düzenlemişler” Eylemin başarısı dilden dile dolaşıyordu.
Sonbaharın ilk günlerinde, aradığımı bulma umudu ile içimdeki çağlayanın bir dalgasına kapıldım. Eylül ayı ortalarında Haftanin’e ilk parti eğitimimi almak için gönderildim. Arkadaşlar, Haftanin’in derin vadilerinden birinde üslenmişlerdi. Agit arkadaşı gördüm. Gözlerime inanamıyorum. Onu uzaktan uzun bir süre izledim. Elindeki M-16’yı sanki vücudunun bir parçası gibi tutuyordu. Çok saygılıydı. Karşısındakiyle konuşurken ona bakarak dinliyor. Ve arada bir başını sallıyordu. Yanına gittiğimde beni ve Ferhan’ı hemen tanıdı. Bizimle uzun uzun konuştu. Ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyor, söylediklerini dinleyemiyordum. Hatırımda kalan “bakın bu gördüğünüz arkadaşlar sizin oralılar, bizim halkımızın çocuklarıdırlar. Biz, daha önce birbirimizi gördük, konuştuk. Siz bu konuşmalar üzerine Partiye katıldınız. Bize inandınız biz de size inanıyoruz. Bu nedenle mutluyuz. İnanıyoruz ki, sizde öylesinizdir”
Konuşmanın sonunda “şimdi eğitim göreceksiniz. Eğitiminiz bittiğinde, parti sizi gerillacılık yapmak istediğiniz yere gönderir” dedi.
Bu, onu ikinci ve son görüşümdü.
Benavok alanındaydık. Zagros’ların güneyinde olan bu alana Xakurke’den gelmiştik. Kalabalık bir grup Haftanin alanına geçince tüm erzaklarımızı onlara vermiş, yaklaşık iki gün erzaksız yürümüştük. Bir arkadaş telaşla;
-“Heval! Heval! diye seslendi.
-“Ne oldu?” dedim
-“Bir koyun sürüsü bu tarafa doğru geliyor” dedi
Buna oldukça sevinmiştik. “Çok iyi. Bir tane koyun isteyebiliriz” dedim.
Başka bir arkadaş;
“Onları tanımıyoruz. Karşıtlarımız olabilir” dedi.
Cevabım çoktan hazırdı.
-“Buraları tanımıyoruz ama çobanları tanıyoruz. Onlardan kötülük gelmez” dedim. Ben ve Bedri zaman kaybetmeden çobanın yanına gittik. Onunla biraz sohbet ettik. Ona iki gündür aç olduğumuzu ve ondan koyun istediğimizi söylememiştik, çoban kalktı, sürünün içinden en besili olanını seçip bize hediye etti. Başka bir şeye ihtiyacımızın olup olmadığını sormayı da unutmadı.
Yüreğimizi biraz daha büyüterek ayrıldık çobanın yanından.
Bir gün ve bir gece boyunca yürümüştük. Daha da yolumuz vardı. Yolumuz bir karpuz tarlasının içinden geçiyordu. Bu sırada, öncülerimizden biri bir karpuz kopardı. Şiyar(Kazım KULU) arkadaş bunu görmüş fakat o an uyarı yapmamıştı. Tarladan çıkıp güvenlik açısından uygun bir yere geldiğinde Şiyar arkadaş hepimizi durdurdu. “kısa bir açıklama yapmak istiyorum” dedi.
Konuşmaya başladığında kızgınlığı ses tonundan anlaşılıyordu. “halkın malına izinsiz dokunmak bize yakışmaz. Bu PKK’nin ahlakında da yoktur. Halka hizmet için dağlara çıkmışsak, onların malını izinsiz almak olmaz. Bu tarz bize ait değil. Arkadaşlar buna dikkat etsinler” dedi. Toplantı bittikten sonra yürüyüşe devam ettik. Bahçelerin içinden geçiyorduk. Hiç birimiz elimizi sebze ve meyvelere sürmedik.
Bugün bile nereye gidersem gideyim, izinsiz hiçbir şeye dokunmam.
Şemzinan yolundan geçen düşman arabasını pusuya düşürdük. Arabayı imha etmeden önce içindeki tüm eşyaları çıkardık. İhtiyacımızdan daha fazla eşya ele geçirmiştik.
Aylar önce bir çobandan aldığımız eski su bidonumuzu atıp, arabadan aldığımız yeni su bidonunu kullanmak istedik. Şiyar arkadaş müdahale etti ve tüm arkadaşları topladı. Toplantı konumuz, kullanabilecek olup da atılan su bidonu üzerineydi. Toplantımız saatlerce sürdü. Şiyar arkadaş anlattıkça anlatıyor biz ise yaptığımız bu hatanın nedenini anlamaya çalışıyorduk.
“Eğer yeni olan su bidonu olmasaydı, bu eski bidonu kullanmaya devam edecektiniz. Oysa yeni olanı bulma imkanı var diye eski fakat kullanabilecek olanı atıyorsunuz. Peki, hiç düşündünüz mü? Bu anlayış bizi nereye götürür. Ülkemizde ordumuz büyüyecek, binlerce arkadaş gelecek. Şehit düşenler olduğunda “nasıl olsa yenileri geliyor, ordumuz büyük mü diyeceğiz? Bu sözler ağır gelebilir, ama değerlerimize sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Eğer eskimiş ise onarılmalı. Sonuna kadar onu kullanmalıyız”
“Agitlerden aldığımız gelenekle yürüyoruz ve biz yürüdükçe zaferin yakın olduğunu görüyoruz”
Şerif Goyi
- Ayrıntılar
İnsan yaşamı değerlidir
İnsan doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir
İnsan yaptığı tercihler karşısında sorumludur.
Bu üç önerme tüm kesimlerin normalde ortaklaşması gereken hususlardır. İnsan eksenli düşüncelerin, tüm dinlerin ve devletlerin sözde anayasalarının da ortaklaştığı bir noktadır. Marjinal düşünceler, liberal yaklaşımlar, anarşist felsefe de bu üç önermeye karşı çıkmaz.
Fakat burası Türkiye. Kendisini demokrasi kalesi olarak adlandıran ve otuz yılı aşkındır bir savaş halinde olan bir ülke. Burada birçok doğru ve gerçekte olduğu gibi bu üç önermeyi içeren durumlarda da işler tersinden işliyor. Söylemler hiçbir zaman gerçeklerle bir olmuyor. Doğru hiçbir zaman gerektiği gibi işlemiyor.
Tarih 14 Temmuz. Yer, Amed’in Farqîn ilçesi kırsalı. Bahar aylarından itibaren yürütülen imha operasyonlarının bir yenisi sürdürülüyor. Öğlen saatleri. Sıcak mı sıcak bir yaz günü. Sabırları taşmış bir grup gerilla operasyona gelen askerlerle çatışmaya giriyor. Sonuçta 20’yi aşkın asker ölüyor. 2 yoldaşımız da şehit düşüyor.
Çatışmanın ilk haberleri ajanslara düştüğünde her zaman olduğu gibi büyük bir yaygara koparılıyor. Tüm Türkiye kamuoyu askerlerine sahip çıkıyor izlenimi yaratmak, toplumda PKK’ye karşı infial yaratmak, Kürtlere karşı linçi örgütlemek için ortaklaşıyor. Tüm zıtlar PKK’ye karşı birleşiyor.
Saatler ilerledikçe bilgi kirliliği de doluşuyor ekranlarda, sayfalarda. 7 PKK’li öldürüldü haberi yayılıyor bir anda etrafa. Kısmi bir tatmin dolaşıyor, avuntu bir de. “13 askerimizi kaybettik ama 7 tanesini de öldürdük” diyebiliyor birçoğu.
Sis çekiliyor, dumanlar dağılıyor ama mantıklı sorular bir türlü gelmiyor.
Neden operasyonlar devam ediyor? Eylemsizlik halinde olan gerillalara karşı neden imha saldırısı düzenleniyordu? Bunu yapan gücün amacı neydi? Tüm Türkiye’yi kucaklayacak (!) bir toplumsal sözleşme hazırlığındaki bir hükümet ve devlet neden oldukça yüksek sayıda bir kesimin desteklediği insanları katletme peşine düşmüştü? İnsan yaşamının korunmasına adalı sözde devlet yasaları neden kategorize edilerek ötekileştirilen insanların avına çıktı? Aydın’da, İstanbul’da, İzmir’de veya herhangi bir Türkiye metropolünde, şehrinde yaşayan bir Kürt neden bu çatışma gerekçe edilerek linç edilmeye çalışılıyor? Bunun kime ne faydası var? Bunun altında yatan düşüncenin, linç toplumuna gidişi tetikleyen bu yaklaşımın örgütlenmesinde kimler nasıl çıkar bekliyor?
Ve yüzlerce soru daha.
Ama bir şey hep göz ardı ediliyor. Yeni ‘stratejik’ yaklaşımların da temelinde yatan özel, paralı orduyla ilintili bir şey.
Çatışmada ilk başta 7 PKK’linin öldürüldüğü söylendi. 2 cenaze morgda bulundu, aileleri aldı ve toprağa verdi. Peki, o geriye kalan 5 cenaze nerede? Ne oldu onlara?
Cevap verildi aslında. O 5 cenaze aynı operasyon içinde askerlerin yanında operasyona çıkan ve gerillalarımıza tuzak kurmaya çalışan sözde akıllıların gerilla kıyafeti giydirdiği kontralara aitti. Yani onlar da TC ordusu bünyesinde operasyona katılan askerlerdi. Neden o kıyafetleri giydiler, bilmiyoruz. En azından şimdilik. Ama yılların savaş tecrübesiyle söyleyebiliriz ki sıcak çatışma öncesinde o birlik o arazide gerillalarımıza yönelik faaliyet yürütüyordu ve operasyon esnasında hedef olmamak için askeri güçle hareket etmeye başladılar.
Aslında neden giydikleri çok önemli değil. Kime bağlı güçler olduğu ve neden öldürülmelerine rağmen sahip çıkılmadığı daha önemli.
Olayla ilgili açıklamamızda bu beş gerilla kıyafetli kontra birliğin (net sayısı bilinmediğinden beşten de çok olabilirler) arkadaşlarımızla girilen çatışmada imha edildiği belirtilmişti. Sonrasında birkaç küçük itiraz dışında ses eden olmadı.
Şimdi bu birliğin ordu bünyesinde olduğunu biliyoruz. İhtimaller şöyle;
Bunlar kontralaştırılmış, kayıt dışı bir pozisyon sahibi olan suçlular.
Bunlar özel görevlendirilmiş, görev icabı bu pozisyona ulaşmış devlet görevlileri (jitem de diyebilirsiniz)
Bunlar Erdoğan’ın yeni örgütlediği ‘özel ordu’nun elemanları.
Ama sonuçta ne olurlarsa olsunlar sahiplenilmeyen, kayıt dışı görünen hayalet bir birliğin üyeleri. Aldığımız bilgilere göre Erdoğan’ın oluşturmaya çalıştığı hayalet ordudaki sözleşmede böylesi bir madde var. “Operasyonlarda, çatışma anlarında öldürülürseniz haber yapmama, yayımlamama, resmi çatışma kayıtlarına girmeme durumu ortaya çıkabilir.” Deniliyor. Yani ölecekler ama kimse bilmeyecek. Böylelikle PKK ile mücadele edecek kayıt dışı, kamuoyunu rahatsız etmeyecek bir hayalet ordu yaratılabilecek. Hatta kayıpların yükselmesi durumunda bunları PKK’ye mal edebilecek, PKK’nin kaybı gibi yansıtabilecek de. Bu tabii ki istatistik yaklaşım gösterenlerde de bir rahatlık yaratacak. Tıpkı bu çatışmada olduğu gibi.
Bu amacı, stratejiyi çözmeyi denemiyoruz. Bu çok önemsiz. Biraz daha insani yönüne dönelim.
Yukarıdaki üç önermeye geri dönelim.
İnsan yaşamı değerlidir.
İnsan doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir
İnsan yaptığı tercihler karşısında sorumludur.
Bu özel ordu içinde yer almaya çalışan kesimleredir sözlerimiz.
Sözde sizleri düşünen devletiniz ince politikalarla önce işsizliği körükledi, en iyi eğitimlerden geçseniz bile iş kapılarını kapattı. Sizleri öyle bir çaresizliğin içine itti ki yılana dahi sarılmaya kabulsünüz. En sonunda ya paralı asker, ya da kirli bir sopa halini almış polis gücü içine dahil edilmek için uygulanan bu oyunu hepiniz yuttunuz (kene ısırması sonucu ölen polis memuru gibi. Ziraat mezunu polis!). Şimdi hem de para karşılığında insan öldürmeye, avlamaya çıkıyorsunuz. Savunduğunuzu düşündüğünüz toplumla aranızda kocaman bir duvar örüyorsunuz. İncinmiş bir ruh dünyası, kararmış bir vicdan duvarını kendi ellerinizle örüyorsunuz.
Aslında size göre karlı bir iş bu. Hem bozulmuş psikolojinizi düzeltecek, hem toplumda aşılanan linç havasına denk yaşayacak hem de buna rağmen para kazanacaksınız.
Toplumu koruduğunuzu söylüyorsunuz ama o toplumun umurunda bile olmayacak kayıt dışı insanlar topluluğusunuz. Korumaya, kollamaya yemin ettiğiniz devlet sizi insanlığınızdan ederken bunun farkında bile değilsiniz. Bir bayrağa sarılı tabut sizi bekleyen en olumlu seçenek.
Değer mi buna?
Gözü kapalı atlayacağınıza durun da düşünün. Yaşamınız değerli mi gerçekten? Doğru ve yanlışı birbirinden ayırabiliyor musunuz? Yaptığınız tercihin sizi götüreceği yere hazırlıklı mısınız? Yaptığınız tercihin sorumluluğunu kaldırabilecek misiniz?
Aman ha, iyi düşünün.
Sonuçta olan ailelerinize, sevenlerinize olacak. Ve bilinçli bir şekilde yükseltilmeye çalışılan ırkçı, faşist hava ile havasını soluduğunuz ülkenizin insanları birbirini boğazlar duruma gelecek. Kazanan sizi işsizliğe iten, sizi cinnet psikolojisine iten, yaşamınızı sizden çalan devlet olacak.
Tablo bu. Güvenmeyebilirsiniz, propaganda yapıyor diyebilirsiniz. Siz bilirsiniz. İnanın hiçbir şeyi kaybetmekten korkmayan insanların en yapmayacakları şey yalan söylemektir…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Polislere açık çağrıda bulunuyoruz; ülkemizi terk edin, aksi taktirde başınıza geleceklerin tümünde siz kendiniz sorumlu olacaksınız.
Geçmiş yazılarımızın birkaçında Japonların:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” bağışlamam diye söylediklerini çokça dile getirmiştik.
Yukarıda dile getirilen bu söz polisleri çok sevdikleri için dile getirilmemiştir. Büyük kirli çıkarlarını savunmak için oluşturdukları bu özel savunma gücü egemenlerin, iktidarların, sömürgecilerin, hırsızların, tahakkümcülerin, hiyerarşik yapıların olmazsa olmaz kurumlarından bir tanesi olduğu için devletin göz bebekleri olarak korunmuşlar ve böyle sözleri polisler için sarf etmişlerdir.
Devlet dedikleri insanın kanı üzerinde şekillenen aygıtın en güçlü savunucu bekçileri-geçmişte bunlara hangi isim takılmış olursa olsun-polislerdir. Denilecek ki ordularda vardır. Elbette ordularda vardır. Bu ordular hem içe hem de dışa karşı bu sömürge, kan emmici ve insan emeğini çalan aygıtı korumak için oluşturulmuşlardır. Ve de başka halkların değerlerini gaspı için de bu vurucu ordu güçleri oluşturulmuşlardır. “Şiddet araçlarının kullanımının örgütlü hale gelmesine ordu diyoruz. Devleti ordu etrafında örgütlenmiş bir kurumlaşma olarak görmek daha doğrudur. Devletleri bir iç savaş kurumu olarak kabul etmek lazım” diyor bir yoldaşımız. Bu bağlamda devleti sürekli şiddet üreten bir kurum olarak görmek yanlış olmayacaktır. “Örgütlendirilmiş, sistem kazandırılmış haline de savaş diyoruz. Savaş tamamen bir başkasının ürettiği değerlere el koymak için geliştirilen baskı eylemi oluyor. Savaşın iki karakteri net bir biçimde ortaya çıkıyor: Bir; karşıdakini yok etme, imha etme, öldürme, böylece onun değerlerine el koyma, gasp ve talan etme. İki; iradesini kırma, teslim alma, böylece haraca bağlama değerlerinin bir kısmını alma, onu sürekli kendine hizmet ettirecek, artı değer üretecek bir konuma getirme Savaşın kökeninde gasp, sömürü ve talan vardır. Ürettikleri değerleri sömürmek, talan etmek, gasp etmek kadar, değer üreten, emek gücünü, varlığını gasp etme, teslim etmeyi de ifade ediyor.” Savaşı böyle tanımlamak her halde yanlış olmayacaktır.
Savaşla, şiddetle, baskıyla, zorla, cebren elde edilen bu değerleri daha doğrusu bu gaspı ve talanı koruyan, kollayan, egemenlerce oluşturulmuş olan bu kurumlaşmış yapı polis gücüdür. Her şeyi af edebileceğini ancak; “polisime el kaldıranı asla” etmem sözü böyle anlam kazanan bir sözdür.
Özcesi polisler kirle, kanla, zulümle, insan ölümleri üzerinde oluşturulmuş bir yapının bekçiliği yapan kurumsal bir yapıyı teşkil ediyorlar. Her polis bunu bilerek polislik yapacaktır. Her polis bunun farkında olarak bu “kirli baskı düzenini koruma görevini” yapacaktır.
Bu “kirli baskı düzenini koruma görevi” Kürdistan’da başka ülkelerde icra edildiği gibi zaten yürütülmüyor. Başka ülkelerde daha doğrusu devletlerde bu polis gücü iktidarları, egemenleri ve onların değerlerini korumakla görevli olduğunu yukarıda yazdıklarımızdan anlaşılıyordur. Ancak Kürdistan’da polis bu kirli çıkarları beklemenin ve kollamanın da ötesinde başka görevler üstlenmiştir. Kürdistan’da polislik yapan güç ve güçler öncelikli olarak bir halkın kimliğini eritmenin, kişiliklerini rencide etmenin, onurlarını çiğnemenin de güçleridirler. Polisin bu bakımdan Kürdistan’da öncelikli olarak ilk görevi bir halkı iğdişleştirmenin yani sindirmenin, ürkütmenin, kişiliksizleştirmenin ve de ruhen çökertmenin de adı oluyor. Bu mana da başka devletlerden çok daha ileri düzeyde halkları hiçleştirmenin gücü rolünü oynuyorlar.
Böylesi bir güç Kürdistan’da kabul göremez. Böylesi bir güç ezen ve sömüren iktidarcı güçler için resmi ve hatta hukuki olabilir ama Kürdistan halkı için bu güç gayri meşrudur. Kendi varlığına kasteden bir güç asla ama asla kabul göremez.
İşte Kürdistan’da görev yapacak polisler birde bunu bilerek Kürdistan’da polislik yapacaklardır. Bu bilinçle polislik yapacaklara söyleyeceklerimiz yoktur. Bu türden olanlar zaten faşist, tekelci, tekçi bir devletin bekçi k’leridirler. Ne var ki bunun bilincinde olmadan Kürdistan’a para için, “vatanseverlik” için ya da başka bir amaç uğruna gelenleri uyarıyoruz.
Kürdistan’a gelmeyin.
Kürdistan’da görev yapmayın.
Kürdistan’ı terk edin.
Kürdistan’a tayininizi yapmayın ya da bu görevden ayrılın.
Yok mutlaka Kürdistan’da yaşamak istiyorsanız polislikten istifa edin. Halkımıza zulüm etmemek için bu işe bulaşmayın.
Son zamanlarda polislere özel yöneldiğimizi söyleyenler var. Kendilerini akıllı bilen kimi emniyetçi polis gazetecilerde güya “artık polislere yöneleceğimizin” öngörüsünü yaparak ne kadar analist olduklarını söylüyorlar. Böyle analizcilere ihtiyaç yoktur. Biz alenen, açıkça, herkesin duyacağı bir şekilde söylüyoruz: polisler ülkemizi terk edin. Aksi taktirde olacaklarda, yaşanacaklarda kendiniz sorumlu olacaksınız.
Şimdiye kadar hedef alınan polis eylemleri sadece uyarı amaçlı yapılan eylemlerdi. Bundan böyle uyarmayacağız. Bundan böyle uyarılarımızı sadece ve sadece pratikleştireceğiz. Gerilla söylediğini yerine getiren bir güç olarak söylediklerine bağlı kalacağına inanın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halk hemen adını koydu: Kimyasal Necdet! Kürtler bu konuda oldukça yaratıcı. Çok acı örnekler yaşamışlar çünkü. Örneğin Halepçe’yi yaşamışlar. Kimyasal gazla beş bin evlatlarını kaybetmişler. Saddam Hüseyin’in kuzeni Kimyasal Ali’yi tanımışlar.
Şimdi yeni Genelkurmay Başkanı yapılan Necdet Özel’in geçmişini öğrenince hemen Kimyasal Ali’yi hatırlıyorlar. Başta Roj TV olmak üzere bazı basın organları ay başından beri Necdet Özel’in marifetlerini anlatıyor. Cudi’de, Muş’ta, Hakkari’de neler yaptığını ortaya koyuyor. Nasıl kimyasal gaz kullandığını ve ne kadar insanı öldürdüğünü belgeliyor. Bu durum yani Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in çıktığı kürsüde neden özellikle “Hukuk içinde savaştım” vurgusunu yapmaya ihtiyaç duyduğunu da anlaşılır kılıyor.
Necdet Özel gerçeği konusunda aydınlanan halkta infial duyguları gittikçe yayılıyor. Kürtler Kimyasal Ali’den kurtulduklarını sanırken meğer Kimyasal Necdet’le de karşı karşıya geliyorlarmış! Birine zorla bıraktırılan mesleği bu kez diğeri devralıyormuş. Elbette bunu öğrenmek halkı öfkelendiriyor. Bu öfkenin nereye varacağı da henüz bilinmiyor.
Ülkemizde bir kişinin Genelkurmay Başkanı olurken böyle halk tepkisiyle karşılanması herhalde ilk kez yaşanıyor. Şimdiye kadar hep övgü dolu veya ihtiyatlı sözler sarf edilirdi. Paşa’da çoğunlukla olmayan bazı önemli meziyetler bulunmaya çalışılırdı. Fakat şimdi olumsuz özellikler bir bir ortaya konuyor. İlk defa bir genelkurmay başkanı böyle eleştiriliyor.
Bu duruma bakarak insan “Ülkemizde iyi şeylerin olduğunu, demokrasinin geliştiğin, genelkurmay başkanının bile açıkça eleştirildiğini” söyleyebilir. Nitekim böyle değerlendiren, mevcut durumu “Askeri vesayetin aşılması” olarak görenler de var. Fakat Necdet Özel’in şimdiye kadar yaptıklarına bakınca insan bu görüşlere katılamıyor. Toplumda “kendini savunacak bir kişi” değil, “kendini düşman gören bir kişi” algısı gittikçe yayılıyor.
O halde gerçek böyleyken böyle bir kişi neden Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirildi? Şimdi herkes bu soruyu soruyor ve cevabını anlamaya çalışıyor. Sorunun muhatabı olan hükümetten ise, şimdiye kadar tatmin edici herhangi bir yanıt gelmemiş bulunuyor. Bu da mevcut soruyu daha yakıcı kılıyor. Öyle ya, orduda başka general mi yoktu? Neden Necdet Özel tercih edildi? Toplumun başına nasıl bir askeri yönetim getirildi? Benzer soruların hepsi AKP hükümeti tarafından cevaplandırılmayı bekliyor.
Bunlara bir de Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirilmesinin normal yollarla olmadığını eklememiz lazım. 2010 Ağustosunda çatışmalı geçen Yüksek Askeri Şura toplantısında son anda Jandarma Genel Komutanı yapılmıştı. Şimdi Kara kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirken, bir anda paraşütle atlar gibi Genelkurmay Başkanı oluverdi. Daha görevde iki yılı bulunan eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve diğer kuvvet komutanlarının toplu istifası sonucunda bu durum gerçekleşti.
Şimdi haklı olarak herkes şunları soruyor: Ordunun içinde ve üst yönetiminde ne oluyor? Birbiriyle kavgalı olduğu bilinen ordu-hükümet arasındaki ilişkiler nasıl seyrediyor? Işık Koşaner ve diğerleri neden böyle toplu bir şekilde istifa etti? Necdet Özel niye istifa etmedi de Genelkurmay Başkanı oldu? Bunu generaller mi istedi, yoksa hükümet mi?
Benzer sorular daha da çoğaltılabilir. Çok soru sormak da normaldir. Çünkü, çoğu ordu mensubu olan “Ergenekon davası” adında toplu bir yargılama yapılıyor. Yine çok sayıda başarısız kalmış darbe girişimlerine dair yargılamalar var. Emekli kuvvet komutanları, ordu komutanları, generaller tutuklu. Dahası halâ görev başında olan bir çok general ve subay da tutuklanmış durumda. Kısaca olağan normal bir durum yok. Son derece olağanüstü ve çatışmalı bir süreç yaşanıyor. Necdet Özel işte böyle çatışmalı bir süreç içinden sıyrılarak Genelkurmay Başkanı oluyor.
Yakın tarihimizde benzer olaylar var mı? Anlatıldığına göre Kenan Evren’in genelkurmay başkanı olması buna benziyor. Kenan Evren Ege Ordu Komutanı olarak emekliliğini beklerken, genelkurmay ile hükümet arsındaki çelişkiler sonucunda diğer aday generaller peş peşe emekli olunca, Kenan Evren birden bire kendini Kara Kuvvetleri Komutanlığında buluyor. Sonrası da malum! Ardından Genelkurmay Başkanlığı, onun ardından da cunta şefliği geliyor. Belliki böyle tırmanışlar tehlikeli oluyor. Çünkü, sahibi “Ne oldum delisi” hastalığına tutuluyor.
Bir başka benzer olay da Doğan Güreş’in genelkurmay başkanı oluşudur. O da 1990 başında dönemin genelkurmay başkanı Necip Toruntay istifa edince genelkurmay başkanı olmuştu. Yani Necdet Özel’inkine çok benziyor. Körfez krizinde genelkurmay ile Cumhurbaşkanlığı görüş ayrılığına düşünce Necip Toruntay istifa etmişti! Tabi bu, resmi açıklamaydı. Gayrı resmi görüşler ise, Doğan Güreş’in önünü açmak için planlı bir girişim olduğu yönündeydi. Yüksek Askeri Şura’ya kalsa Doğan Güreş genelkurmay başkanı yapılmayabilirdi. Buna da bir tür yumuşak darbe diyenler oldu. Bunun da sonucu malum! Kendini “kurtarıcı” yapan Doğan Güreş, hükümeti denetime alarak topyekûn savaş konsepti temelinde ülke tarihinin en kanlı katliamlarından birini yürüttü.
Kuşkusuz Necdet Özel de böyle yapar demiyoruz. Dahası elbette bunlar gibi yapmasını istemiyoruz. Fakat hamhayalci de olmamız gerekiyor. Besbelliki, Necdet Özel’in geçmişi kirli. Hem de savaş suçlusu sayılabilecek kadar kirli. Nitekim Avrupa’dan bu yönlü sesler yükseliyor. Genelkurmay Başkanlığına gelişi Kenan Evren ile Doğan Güreş’inkine benziyor. Kenan Evren ile Doğan Güreş’in yaptıkları da ortada. Toplum bu iki kişinin kirlettiği tarihi nasıl temizleyeceğinin arayışı içinde. Böyle bir ortamda yeni bir tarih kirletici olmasın diyoruz. Sütten ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyiyoruz. Ülke ve toplumun yeni bir Evren veya Güreş’i kaldırması mümkün değil!
Geçen yıldan beri bir çok general emekli edilirken Necdet Özel Genelkurmay Başkanı yapıldığına göre, burada bir seçimin ve tercihin olduğu açık. Doğan Güreş örneğinde olduğu gibi ordu içinden mi yapıldı bu? Yoksa AKP hükümetinin tercihi mi bu yönlü oldu? Bunu şimdilik bilemiyoruz. Fakat sonunda hükümet kararnamesiyle Necdet Özel görevlendirildiğine göre, o halde sorumlu hükümettir, hükümet tercih etmiş ve benimsemiştir. Dolayısıyla Necdet Özel’in yapacağı her şeyden AKP hükümeti sorumlu olacaktır.
AKP hükümeti, o kadar general içinden niye Necdet Özel’i tercih etti. Kimyasal silah kullanacak kadar gözükara ve tehlikeli bir kişi olduğunu bilmiyor muydu? Elbetteki biliyordu ve her şeyi bilerek yaptı. AKP toplumun hissiyatını ve Kürtlerin kaygısını hiçe saydı. AKP bu biçimde hukuku da hiçe saydı. Her şeyiyle savaştan yana, hem de kirli savaştan yana tutum koydu. Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan, çağrı yaptığı özel harekatçıları, kendisi eski bir kontrgerillacı olan Necdet Özel yönetiminde eğitip harekete geçirmeyi düşünüyor.
Nereden bakılırsa bakılsın Usta Tayyip’in yönetiminde ülkemiz bir felâketin içine sürükleniyor. Bu tehlikeli gidişe “Dur” diyenler olmayacak mı?!..
Adil BAYRAM
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
9 Ağustos günü saat 23.15 sularında Ordu'nun Mesudiye ilçesine bağlı Çardaklı köyü kırsalında gerillalarımız ile operasyona çıkan TC ordusuna ait bir birlik arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda Koçer - Yılmaz Suiçer arkadaşımız kahramanca direnerek şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Ağustos günü saat 10.30 sularında Bingöl-Elazığ yolu üzerinde bulunan Topalan karakolu ve Bayrak tepesi arasındaki bölgede hareket halindeki askeri konvoya yönelik olarak gerillalarımız bir eylem gerçekleştirmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın ölü ve yaralı sayısı tarafımızdan netleştirilememiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Ağustos günü sabah saat 06.30’da Hakkari’nin Şemdinli ilçesinin Rubarok beldesine bağlı Çema tepesinde bulunan askeri birliğe yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Geçtiğimiz hafta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşü yine yaptırılmadı. Böyle kritik bir süreçte siyasal tutum olduğu netçe görülen bir şekilde bu görüşmenin engellenmiş olması elbette önemlidir. Bu önem Kürt Halk Önderi’nin durumundan çok Türkiye siyaseti açısından geçerlidir. Çünkü Önder Abdullah Öcalan şimdiye kadar barışçıl çözüm için mevcut koşullarda yapabileceğinin hepsini yapmıştır, hem de fazlasıyla yapmıştır. Bu nedenle de en son görüşmede avukatlarına “Görüşe gelmeyebilirsiniz” demiştir.
Bu açıdan, dikkat edilirse avukat görüşünün engellenmesinin Kürt Halk Önderi açısından ciddi bir önemi ve etkisi yoktur. Fakat Türkiye siyaseti açısından önemi çoktur. Türkiye’nin bir demokrasi ve hukuk devleti olduğunu söyleyenleri yalanlayan somut bir kanıttır. Dahası İmralı sisteminin nasıl bir rehine sistemi olduğunu da gösteren açık bir olaydır. Çünkü “Demokratik Çözüm” ve “Adil Barış” protokollerini hazırlayıp sunan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bu temelde sürecin ilerletilememesi nedeniyle hem PKK’yi hem de devleti eleştirmiş, son avukat görüşmesinde “Bu koşullarda artık yapabileceği bir şeyin kalmadığını” belirtmiştir. Hükümet tarafından avukat görüşünün engellenmesi işte bu tutuma bir cevap olmaktadır. Açıkça Kürt Halk Önderi’ne yönelik “Barış için değil, PKK’nin tasfiyesi için çalışacaksın” baskısı yapılmaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hukuk gereği olan avukat görüşünün siyasi bir kararla engellendiği aynı hafta içinde oldukça dikkat çekici başka bir olay daha yaşanmıştır. Kürdistan’da reformist-teslimiyetçi çizginin kuramcısı olarak tanınan Kemal Burkay, yani başka bir Kürt Lider otuzbir yıldır yaşadığı İsveç’ten Türkiye’ye dönmüştür. Elbette bu dönüş bir bakıma normal görülebilir ve “Bunda ne var” denilebilir. Fakat bu dönüş öyle normal ve kendiliğinden bir dönüş değildir. Bir yıl önce bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çağrısı ve yardımcısı Bülent Arınç’ın özel çabası sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Burakay’ı İstanbul hava alanında Vali yardımcısı karşılamış, polis tarafından sıkı korunan bir otele yerleştirilmiş, kendisine emniyet tarafından özel bir güvenlik tahsis edilmiştir. Dahası bir düzen içinde özel kabuller yaptırılmakta, stüdyo stüdyo dolaştırılıp TV ekranlarında canlı özel yayınlara çıkartılmaktadır.
Bütün bunları görünce insanın “Devletin ve basının Kemal Burkay aşkı ne kadar da fazlaymış” diyesi geliyor. Ama elbette gerçek böyle değil, ortada Kemal Burkay aşkı falan yok. Eğer olsaydı otuzbir yıldır sürgünde sürünmek zorunda kalmazdı. Peki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşünün bile engellendiği hafta devleti ve hükümeti Kemal Burkay ile bu denli birleştiren şey ne? İşte bunu sağlayan iki husus var: Birincisi AKP hükümetinin yeni stratejisi, ikincisi ise âdeta bir kuyruk acısı haline gelmiş olan PKK karşıtlığı! İşte görünüşte aşk düzeyinde olan bu birlikteliği sağlayan şeyler bunlar.
Kim ne derse desin, Türkiye ve Kürdistan’da devlette ve bazı çevreler içinde ciddi bir Apo ve PKK karşıtlığı var. Öyleki bu karşıtlık bazen akıl sınırlarını da zorlayan ve ideolojik-politik farklılığı tümden aşan bir noktaya varıyor. Hikâyedeki kuyruk acısı gibi yani! Yeminli bir düşmanlık gibi yaşanıyor. Her şeyi ile reddetme olarak ortaya çıkıyor. Üslûpta çoğunlukla küfür ve hakarete varıyor. Birbiriyle en düşman ve kavgalı olanları bile birleştiriyor. Örneğin son Kandil saldırısında İran ile ABD’nin aynı cephede yer alması gibi!
Kemal Burkay’ın geliştirdiği ideolojik-politik çizginin temel bir özelliği de böyle. Zaman zaman bu özelliği giderici tutumlar içine girmeye çalışsa da, bir bütün olarak kendini bundan kurtarabilmiş değil. Herkes biliyor ki, PKK’ye ilk olarak “Terörist” diyen Kemal Burakay’dır. Bu tutumu Türkiye’nin özel savaş yönetimlerine önemli destek sağladığı gibi, uluslararası alanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin “Terörist” olarak nitelenmesinde de âdeta yol gösterici olmuştur. Bu nedenle, eğer yeninden başlayacaksa Kemal Burakay’ın bu tür konularda özeleştiri yapma borcu vardır.
Belliki “PKK karşıtlığı” hastalığına tutulmuş olanlardan biri de AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. Bu bir kompleks gibi bir şeydir. Elbette bunun kaynağı Kürtlere ve Kürdistan’a dayatılan soykırım ve sömürgeciliktir. Kendisini Kürt soykırımından sorumlu gören herkeste bu hastalık bir biçimde vardır. Örneğini TC Devleti böyle bir hastalık kompleksle muzdariptir. Şoven Türk milliyetçiği de özü itibarîyle böyledir. Öyle anlaşılıyor ki, devletle bütünleştikçe ve devletleştikçe AKP ve Tayyip Erdoğan da aynı hastalıkla bulaşık hale geliyor. Bugün AKP siyasetini tümüyle PKK karşıtlığı belirliyor. PKK’ye karşı olan neyse onu yapıyor, kim PKK’ye karşıysa onunla birleşiyor. Geçmişte PKK’ye karşı savaşan özel savaş hükümetleri gibi yani. Günümüzde AKP ile Kemal Burkay’ı birleştiren de işte bu hastalık oluyor. Kemal Burkay ne derse desin, devletin ve AKP hükümetinin yaklaşımı kesinlikle böyledir. Eğer Kemal Burkay böyle olmasını istemiyorsa, o zaman bu gerçeği görerek buna karşı mücadele eder.
AKP hükümetinin yeni stratejisine gelince, aslında ortada yeni bir strateji de yok. AKP 2009 Mayısında ortaya attığı “Açılım” oyununu devam ettirmeye çalışıyor. Neydi bu oyunun temel özelliği? İçi boş demokratikleşme söylemiyle âlemi aldatmak ve beklenti yaratmak, hukuku ve silahı kullanarak başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere tüm gerçek demokrasi hareketin tasfiye etmek! İşte gerçek AKP stratejisi budur. Baştan beri olduğu gibi, özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden bu yana bu stratejiyi uyguluyor. İki yılı aşkın süredir uygulanan bu stratejinin sonuçları da ortada.
AKP hükümeti şimdi de bu stratejiyi daha da derinleştirerek uygulamaya çalışıyor. İkinci komplo düzeyindeki yeni saldırı planı da bu çerçevededir. ABD ve AB ile bu çerçevede anlaşmıştır. İran, Suriye ve Irak siyasetlerini buna göre yürütmektedir. KDP ve YNK ile ilişkilerini buna göre düzenlemektedir. İşte Kemal Burkay’ın Türkiye’ye dönüşünü âdeta devlet töreniyle karşılarken, 12 Haziran seçimi öncesi oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu bölmeye çalışması da bu amaçladır. TSK karargahındaki dizayn ile yeni “Özel Harekat Birlikleri” örgütleme çabası da bunun bir parçasıdır.
AKP’nin yeni politik planı netleşmiştir. Siyasî ve askeri operasyonları en üst düzeyde yoğunlaştırmaya çalışmaktadır. Zaten siyasî soykırım operasyonları devam etmektedir. İran ve YNK ile anlaşarak Kandil üzerinden PKK’ye yönelik bir stratejik askeri saldırı başlatmıştır. Ramazan’dan sonra da Behdinan’a, Medya Savunma Alanlarına yönelik daha kapsamlı bir askeri saldırı yapacaktır. Yeni genelkurmay ve özel harekât ordusu bunun hazırlığıdır. İşte Kürt soykırımını gerçekleştirmek için böyle topyekûn bir stratejik saldırı yaparken, Kemal Burkay ve benzerlerini de iç ve dış kamuoyunu aldatmak için bir vitrin olarak kullanmak istemektedir. “Biz Kürtlere değil, teröre karşıyız” demek istemektedir. Şiddetle ezilen Kürtlerin Kemal Burkay etrafında toplanmasını planlamaktadır. Taki PKK yok edildikten sonra da sıra Kemal Burkay’a gelecektir.
Kemal Burkay bütün bunlara karşı olduğunu söyleyebilir. Devlet ve hükümetle herhangi bir anlaşmasının olmadığını belirtebilir. Nitekim bunları ifade de ediyor. Kemal Burkay’ın niyet ve hesaplarında bunlar olmayabilir. Zaten biz de olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat devlet ve AKP gerçeği de böyle, belirttiğimiz gibidir. Kemal Burkay’ın niyet ve hesapları dışında böyledir. Eğer gerçekten hükümetle bir anlaşması yoksa, o halde hükümetin bu gerçeğini görmeli ve bu yaştan sonra da hata yapmamalıdır, AKP’nin sinsice geliştirdiği soykırıma alet olmamalıdır. Hatta mümkünse oluşmuş Kürt demokratik birliğine katılarak, AKP’nin bu oyunlarının bozulmasına katkı sunmalıdır.
Halk açısından da şunları belirtelim: Kim ne derse desin, son derece kritik bir sürece girmiş durumdayız. AKP’nin niyet ve planları tehlikelidir. Yeni bir uluslararası komplo saldırısı başlamıştır. Herkes bu gerçeği iyi görmeli ve bu tehlikeli AKP saldırı ve oyunlarına karşı uyanık olarak gereken direnişi göstermelidir. Kürt halkının geleceğini ve özgürlüğünü bu kutsal direniş belirleyecektir!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar