En yaşamsal savaş adımlarından birisini bu baharla birlikte atmaya çalışırken; dirilişin olduğu kadar kurtuluşun da kadın devrimciliği temelinde hem büyük bir fırsat olması ve hem de küçümsenemez olanaklarla yaşam bulması, bütün yönleriyle değerlendirilmesi gereken ve belki de en büyük coşku kaynağı kadar yüzyılların kaybettirdiğinin bu coşkuya, bu inanca dayanılarak bulunması imkan dahilindedir. Bu özgürlük imkanı kadar heyecanlandırıcı, ayağa kaldırıcı, değiştirip dönüştürücü başka bir hedef, başka bir nesneden bahsetmek mümkün olamaz. Tarih her zaman özgürlük imkanını önümüze vermez. Hele hele kadın köleliği sözkonusu olduğunda, özgürlük şansı belki de biriciktir ve bu bir kere gündemleşiyor, önünüze seriliyor. Savaş biraz ortaya çıkardı ki, kadın kimliği ancak kapsamlı bir mücadeleyle gün yüzüne çıkabilir. Bunu gün yüzüne çıkarmadan zaferle bile sonuçlanacak her devrim erkek egemenlikli gelişecektir ve özgürlük yaşamını gerçekleştirme de hep sakat kalacaktır. Bu savaş, bu çalışmalar, gerçekten yaşam adına dişe dokunur ne elde edeceksek onun içindir. Ve bu sağlanmadıkça da başta kadın kişilikleri açısından, herşeyi yaşamaktan da öteye kahredici bir yaşam belalısı olmaktan öteye gidilemez.
Büyük bir özveriyle biz nasıl ki Kürdistan halkı için, hatta ilerici insanlık için bir devrim hamlesi geliştirmeye büyük özen gösterdiysek ve bunun inanılmaz, az, neredeyse imkansız denilebilecek koşullarından yola çıkarak gerçekleştirdiysek, kadın özgürlüğü için de ondan daha farklı olmayan, belki de özgür yaşam olanağının mucizelere bağlı olduğu bir koşuldan yola çıkarak bir özgürlük bilinci, iradesi ortaya çıkarmaya büyük özen gösterdik. Tam istediğimiz gibi olmasa da, kadın özgürlüğünde katedilen mesafenin eşsiz değerde olduğu ve hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar kıskançça korunulması gereken bir yaşam başlangıcı olduğu kesindir. Nasıl ki bazı uluslar için, hatta çok çeşitli sosyal inançlar için bazı miladi başlangıçlar varsa; kadın özgürlüğü sözkonusu olduğunda bizim attığımız bu adımların da özgür yaşam anlamında bir başlangıç olacağı, yalnız Kürdistan için değil tüm dünya kadınlığının da özgür yaşamında bir yeri olacağı kesindir. Anlamı böyle olan bir adımın içinde savaşırken, şüphesiz bunun çok sancılı geçeceği, büyük bir bilinç savaşı kadar irade savaşını gerektireceği açıktır. Yüzyılların, bin yılların köleliğini büyük bir düşünce savaşıyla, iradeyle vermedikçe, çokça özlediğiniz özgür yaşam şansını kazanamayacağınız da bir o kadar gerçektir. Zorluklar, amacın, özgürlük savaşımının karekterinden ileri gelmektedir.
Genelde kadın kitlesine hakim olan duygu yüklü yaklaşımların, bilinçle donatılmadıkça, siyasileşmedikçe, hatta askerleşmedikçe fazla anlam ifade etmeyeceği açıktır. Bu zorlu savaşı önünüze koymamızın nedeni, savaşta bir katkınız olmasından da öteye, cins özgürlüğünün, onun sosyal devriminin başka tür bir çaresi olmadığı içindir. Her devrimde genellikle kadın ya sembolik kullanılmıştır ya da kadın üzerine daha fazla şirin sözcüklerle yüklenilerek işin altından çıkılmak istenilmiştir. Bütün devrimlerde az çok bu böyle yapılmıştır. Ama ilk defa bizim devrimimizde sorunu çok çıplak ortaya koymak, kadını en başta erkekler için olduğu kadar her tür hakkın, gelişmenin sahibi olarak görmekten tutalım, onu yaşamın her adımı içerisinde de nasıl yer etmesi gerektiğine dair bir düşünce, bir örgütlülük çabası içine girişmek bu çabalarımıza nasip olmuştur ve büyük önemi vardır.
Şüphesiz klasik yaşam ölçülerine göre çok tersi durumlar var. İstediğiniz gibi ne bir sahip bulabilirsiniz, ne bir ya-şam, ne bir rahatlık. Tam tersi, önce kendi kendinizin sahibi olacaksınız, önce "nasıl bir yaşam" gerekir sorusuna kendinizde yanıtlar geliştireceksiniz. Bunun için "nasıl bir vatan, nasıl bir özgürlük ve bunun için nasıl bir savaş" sorularına kadar bir yanıtınızın gelişmesi gerekecektir. Biz buralarda, bu konularda ikiyüzlü olamayız. Eğer eşitlik, özgürlük lafta kalmayacaksa, bu sorulara verilecek yanıtlarla mümkündür. Kadın gerçekten bir kimlik sahibi olacaksa şüphesiz kendisinin en başta sahibi, beyni olacak, iradesi olacak, gücü olacaktır. Bunun dışında söylenecek her söz, boş kalmaya mahkûmdur.
Bunları oldukça sizlerle tartışmaya ve sizleri bu temelde yoğunlaştırmaya özen gösterdik. Öyle sanıyorum bunun ne kadar önemli olduğunu şimdi daha iyi idrak ediyorsunuz. Hiçbir devrimin, hatta Ortadoğu'da hiçbir halkın ağzına bile alamayacağı birçok gerçeklik sizde şimdi yaşam buluyor. Geçmişte yanından bile geçemeyeceğiniz silah, örgüt, irade ellerinizdedir ve bu herhalde en güzel bir gelişmenin sahibi olmadır. Sanmıyorum bir insan için, özellikle bir kadın kimliği için bundan daha iyi bir bağış veya çokça yapmak istedikleri gibi bir armağan söz konusu olsun. En büyük armağan öz-gürlük imkânıdır, o da fazlasıyla verilmiştir. Bunu takdir edememek köleliklerinizle bağlantılı olabilir; bunun tadına ulaşamamak, bunun anlamını tümüyle kazanamamak köleliğinize bağlanabilir. Ama mevcut durumuyla bile tüm bu zorluklara katlanarak geldiğiniz bu düzey gösteriyor ki, özgürlük her-şeyden daha değerlidir. Pratiğiniz bunu kanıtlamıştır. Büyük kadın şehadeti, başta Zilan sembol kişiliğinde çarpıcı bir ifadeye kavuştuğu gibi; kadının inadına dayanması, bu mevcut geri haliyle bile neyi tercih ettiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Mesele bunu daha da yenilmez kılmak, yaşamı savaş için, ateşi içinde temizce kazanmak, kendini bu temelde kazandıkça yaşam hakkını değerlendirmektir. Toplumla, Ulusal Kurtuluşla, olacaksa kendi iradesiyle bunda hakkettiği yeri bulabilir. İşte bu şansı yakalamış bulunuyorsunuz.
Şüphesiz bütün bunlar sabır gerektirir, bitmez tükenmez çaba gerektirir, çünkü kolay değil. Unutmayın ki beş para etmez, kendisini de infilak etmiş bir Kürdistan erkekliği, sadece kadına yük teşkil eder, acı çektirir ve en kötüsü de kişiliğini tanınmaz hale getirir. Bundan daha işkenceli, acı bir mahkumiyetin olacağını sanmıyoruz. İşte siz bundan kurtuluyorsunuz. Bunu kesinlikle takdir etmek durumundasınız. Bunu taktir edemeyen bir kadın militanın en aşağılık olduğunu belirtmem gerekir. Kadın da hesaplaşabilmeli tüm kölelikle, tarihle, vatan düşmanlarıyla, özgürlük düşmanlarıyla ve kendini bu temelde tanımlayabilmeli, örgütleyebilmeli, savaştırabilmelidir. Bu sadece bir görev değil, kadın için temelde bir haktır.
29 NİSAN 1998
Önder APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal'de sürdürülen direniş kapsamında;
1. 31 Mart günü saat 15.30 da Tepe Alişorpe-(Sitti Zeynep mahallesi civarı) Gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Kuzey Kürdistan’da Önderliğimizin ve hareketimizin adım adım geliştirerek sürdürdüğü özgür - demokratik mücadele süreci stratejik bir değer taşımaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Mart günü saat 00:00 - 05:00 ve 30 Mart günü saat 08:30 - 09:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Kandil alanı sınır hattında bulunan İran karakolları Dola Kokê alanına yönelik obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Şengal’de sürdürülen direniş kapsamında 29 Mart günü saat 18.30 da Suka Jer mahallesi çevresinde Gerillalarımız tarafından bir suikast eylemi gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal'de sürdürülen direniş kapsamında;
1. 28 Mart günü saat 10.00 ile 11.00 arası Şehit Erdal tepesi civarında bulunan çeteler yönelik gerilla güçlerimiz bir eylem gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Halk Savunma Merkez Karargah Komutanlığımız son günlerde artarak devam eden bilinçli ve kasıtlı olarak geliştirilen askeri saldırılara ilişkin bir açıklama yapılmıştı.
- Ayrıntılar
DAİŞ Ortadoğu’da halklara karşı kullanılmaya devam ediliyor. Öyle ki tam bir yıkım gücü olarak nerede ortaya çıkmışsa orada, tam felaketle sonuçlanan neticelere yola açıyor. Yine insanlık değerlerinin hiç birini dikkate almayan, ezip geçen, çiğneyen bir vurucu güç olarakta da ileri düzeyde rol aldığı da her geçen gün daha iyi görülüyor.
Çok önceleri yazılarımızda Kemik Kırma Hareketi olarak DAİŞ’i nitelemiş olmamız doğrulanıyor. Ortadoğu’da emperyal blokun gerçekleştirmek istediği planlar yürümeyince, devreye herkesi hizaya getirecek bir gücü suni bir şekilde oluşturma ihtiyacı doğmuştu. Ve bu gücü oluşturdular.
Dikkat edelim; bu güçle Irak’ı dizayn ettiler, İran’ı dizayn ettiler, KDP’yi dizayn ettiler, Suriye’yi dizayn ettiler, Türkiye’yi daha doğrusu AKP’yi dizayn ettiler. Ve tabii bunları yaparken Kürdistan Özgürlük hareketini es geçmek istemezlerdi. Ve Kürdistan Özgürlük Hareketini dizayn etmek için de kaç zamandır, dört yandan DAİŞ çetelerini özgürlük hareketine ve özgürlüğü için ölümüne mücadele eden Kürt ve Kürdistanlı halkların üstüne saldırtıyorlar.
Ortadoğu’nun bu puslu havasında en çok yararlanan, ya da yarar sağlayan gücü hangi güçtür diye soracak olursak, vereceğimiz cevap kesinlikle emperyal güçler olacaktır.
Dikkat edelim; Irak kaybediyor, İran kaybediyor, KDP kaybediyor, Suriye kaybediyor, Türkiye kaybediyor, özgürlükçü Kürtler ise binlerce gencini kaybediyor.
Ya kim kazanıyor? Emperyal güçlerin neredeyse tümü ama en çokta İsrail devleti ya da Siyonizm demek daha yerinde olabilir.
Siyonizm özü itibariyle, kendisine karşı yürütülen savaşı başkalarının topraklarında, başkalarının eliyle yürütme ideolojisi ve siyasetidir. Başka meşhur bir deyişle; İsrail’in savaş tarzı tam bir Vekalet Savaşıdır. Kendi savaşını başkalarına havale ederek, kendi topraklarında yürütülen savaşı ötelemektir. Siyonizm bunun için oldukça kirli bir ideolojidir. Son tahlilde Siyonizm’in Yahudilikle de alakası yoktur, olamaz da.
Siyonizm’in diğer bir marifeti ise Ortadoğu’da herkesin herkesle savaştırılmasıdır. Aynen bugünlerde gündemde olan savaşlar gibi, herkesin herkese karşı savaştırılması gibi.
Ortadoğu tam bir kan deryası. Bu kan deryasında kim kazançlıdır. Silahlarının satımı için öncelikli olarak silah satan İsrail ve de Batı Devletlerinin silah satan Bekoyu Avanları. Almanya gibi, Fransa gibi, Çekoslovakya gibi derken ne kadar böyle ülke varsa, bunların tümü gibi.
Yine dikkat edersek, Ortadoğu’da halklara yaşatılan kan deryasında halklar kırdırtılırken, emperyal güçler kazanmaktadır. Denilecek ki ama bakın günlük olarak DAİŞ’e bombalar yağdırılıyor?
DAİŞ’e bombaların yağdırıldığı doğrudur. Peki, bu insanlık dışı güce silahlar nereden geliyor? Deniliyor ki bir ara Musul’a saldırmışlardı orada almışlar. Yine Suriye’nin-örneğin Rakka gibi-bazı kentlerini ele geçirdiklerinde edinmişlerdir.
Söylenenler doğru olmasına doğrudur da, nasıl oluyor ki Kobanê’de 12 bine yakın ölü bırakan bir DAİŞ, yeniden Cizre Kantonu’na saldırabiliyor? Tikrit’te darbe yiyor, Şengal’de darbe yiyor? Kobanê’de darbe yiyor? Darbelerken binlerce ölü bırakıyor. Yaralı veriyor.
Peki, nasıl oluyor da buna rağmen Rojava’da cephe üzerine cephe açabiliyor?
Bir de; bu güce katılanlar nerede kimlerin eliyle gelmektedir? Terörist olarak görülen bir güce yurt dışında gelişler o kadar kolay mı olur? Tamam, Araplar içerisinde katılanlar var. Suriye ve Irak, hatta Türkiye’de de katılanlar var. Bunlar doğru. Ancak Batı Kapitalist devletlerinin kimi istihbarat örgütlerinin eliyle DAİŞ’e nasıl teslim edildiklerini ise her geçen gün, daha iyi görüyor dünya.
İşte bunun cevabı Provokasyon ve Yıkım Örgütü olarak oluşturulmuş olan DAİŞ çete örgütüyle bağlantılıdır. DAİŞ’e diyorlar ki Kürtleri vurun, Kürtlere diyorlar ki DAİŞ’i karşı direnin. Ve hatta Kürtlere DAİŞ faşizmine karşı büyük direndiklerini de özenle dile getirerek, tahrik ediyorlar.
Burada da dikkat edersek kazanan kesinlikle İsrail’dir. DAİŞ ölse de İsrail kazanıyor, DAİŞ kazansa da kazanan yine İsrail’dir. Sistem ya da oyun öyle tasarlanmış ki, her hâlükârda İsrail kazanıyor.
Tuhaf gelebilir ama DAİŞ Ortadoğu halklarının başına musallat olarak piyasaya sürülürken, halklar kaybediyor. Direnenlerde kan kaybediyor, direnmeyenler zaten teslim alınıyor.
Provokasyon gücü dememizin nedeni bu ikilemdir. Ortadoğu’daki çelişkileri kendi lehlerine çevirmek için gerçekten de halkların başına büyük bir bela olan bir yıkım gücüne ihtiyaç vardı. Ve bu büyük yıkım gücü bugün –belirttiğimiz gibi-Ortadoğu’da rolünü oynuyor.
Unutmayalım; işte bu büyük yıkım ve provokasyon gücü DAİŞ ve onları maşa gibi kullanan İsrail -başta olmak üzere -emperyal güçler durdurulamaz ise tarihte bugüne süzülüp gelen insanlık değerleri ayakaltına alınmaya devam edeceği gibi, birileri de bu yıkıma uğrayacak olan kültürün yerine kendi kültürünü ekmeye çalışacağını bilmekten yarar vardır.
Kendi öz kültürümüzü çiğnetmemek için, kendi toplumsal varlığımızı savunmaya almak için erkenden pratik tedbirler almak her yurtseverin, devrimcinin temel görevi olmalıdır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Enternasyonal kişi kendi ulusal sınırlarını aşan yani uluslararasılaşan ya da ulusları kendi bağrına alarak ulusüstüleşen kişi demek oluyor.
İnsanlık tarihinde enternasyonal kişiliklere çok rastlarız. En çok bilinen bir olay Spartakistlerin direnişine çok sayıda farklı halktan direnişçinin katılmasıdır. Hiç şüphe yok ki; enternasyonal duruşu Spartakistlerin direnişi öncesine de götürebiliriz.
Ve tabi geçen yüz yılda da enternasyonal kişiliklerin ileri düzeyde katıldıkları direnişler olmuştur. En bileni İspanya İç Savaşı’ydı. Bu direnişe dünyanın dört bir yanında solcular, sosyalistler, anarşistler akarak Franco faşizmine karşı durmuşlardır. Ve tabi yine Yunanistan’da da Alman faşizmine karşı verilen direniş mücadelesinde de benzer sahnelere rastlıyoruz.
Daha yakın tarihte ise insanlığın yüreğine taht kurmuş olan Che Guavera’yı biliyoruz. Bir Arjantinli olarak yola koyulan Che, Venezüella’da sosyalist öğretiyi öğrenir, 1953 yılında Küba Devrimi’ne katılır, ardından ise önce Kongo ve Afrika ve 1967 yılında ise Bolivya’ya doğru yola koyularak, şahadetine kadar bu enternasyonal duruşunu sergiler.
Che’nin: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi!” sözleri halan kulaklarımızda yankılanmasının bir nedeni, Che’nin enternasyonal duruşu olduğu açıktır. Ve tabi aynı zamanda Vietnam için sarf ettiği şu sözlerdir: “Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleblerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır. Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz.”
Bu sözleriyle Che tüm insanlığın sadece “Vietnam haklıdır, desteklemeliyiz, yardım etmeliyiz” dememiştir. Daha da ileriye götürerek, Vietnam’da olup bitenleri kendisine yapıldığını yaşayarak, hissederek, Vietnamlıların yanında mücadele etmeye davet etmiştir.
Che’nin çocuklarına bir nevi vasiyet olarak bıraktığı mektubunda ise: “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” sözleri onun enternasyonal olmanın derin duygularını bizlere daha iyi göstermektedir.
Evet, enternasyonal kişi her şeyden önce: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinin en derin yerinde hissedebilin” kişidir.
Ve bugün 21. Yüz yılının başında uluslararası faşizan güçlerin Ortadoğu’yu kavurdukları bir tarihi an’da, Rojava Kürdistan’ında yeniden bir enternasyonal direniş kültürü yeşeriyor. Ve bu direniş kültürüne Ortadoğu’da halkların kıyımını hedefleyen faşizan DAİŞ güçlerine karşı Kürtlerin direniş cephesine ilk elden katılan büyük enternasyonalistler Türkiye ve Arap halklarının genç evlatları olmuşlardır. Ve tabi kendi topraklarını savunan Asuriler, Ermeniler, Çeçenler derken birçok farklı halktaki genç insanlar olmuşlardır.
Rojava Devrimi’ni dünyanın dört bir yanına taşıyan Kobanê direnişiyle ise bu enternasyonal akış birçok farklı halktan insanın akmasıyla daha da büyük bir anlam kazanmıştır.
Örneğin; Kobanê direnişine Amerikalı gençler başta olmak üzere, Almanlar, İngilizler, Fransızlar derken böyle birçok halkın evladı, aynen İspanya İç Savaşı’nda oluşturulan Uluslararası Tugaylar misali enternasyonal katılımlar akmıştır. Kobanê direnişi derken tüm Rojava Devrimi’ne akış her geçen gün de artmaktadır.
Evet, Rojava Devrimi adım adım Uluslararası Tugaylara doğru gitmektedir. Enternasyonal ruh Kobanê başta olmak üzere tüm Rojava Devrimi’ne yayılırken, hem katılımları hem de faşizme karşı gösterdikleri direniş ruhlarıyla da Kurdistan toprağına düşen çok sayıda Enternasyonal Ruh, dünyada yeni bir enternasyonlizm dalgasına yol açacakları kesindir.
İngiliz olan; Kemal yani Erık Konstandıno Scurfıeld, Avustralyalı Bagok Serhet-Ash Johnston; Alman-Afrikalı olan Avaşin Tekoşin Güneş-İvana Hoffman, Türkiyeli devrimciler Sarya Eylem Deniz-Sibel Bulut, Paramaz Kızılbaş- Süphi Necat Ağırnaslı, Serkan Tosun ve böyle toprağa tüm halkların özlemleri için düşen nice genç enternasyonalistler…
Başka diyarlarda Kürdistan’a gelip mücadele eden onlarca enternasyonal devrimcinin yanı sıra, bizatihi bu topraklarının farklı halklarında olan insanlar…
Ve de Kürdistan dağlarında yönlerini Rojava Devrimi’ne döndüren nice gerilla savaşçılar…
Evet, bugün Rojava’da yeni bir dalga gelişiyor ve bu dalga -aynen zamanının Franco faşizmine karşı direnen ve karşı koyan Uluslararası Tugaylar gibi-gün gün gelişiyor ve genişliyor. Bu gelişmenin altında yatan temel neden her devrimcinin yüreğinde taşıdığı insanlık sevgisi, adaleti olduğu kesindir. Bu sevgiyi en derinden yaşayan Türkiye Devrimci örgütlerinden olan MLKP başta olmak üzere birçok devrimci örgüt bu ruhu daha da gürbüzleştiriyor. Bu sevginin ve özlemin Che’nin ta yıllar önce söylediği gibi: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin” duygular ve bilinçten kaynaklandığı da kesindir. Ve bunun ise çok büyük ve derin bir enternasyonalist ruh olduğu kesindir.
Evet, yeniden yeşeren Enternasyonal Ruh’a denk bir şekilde yönümüzü yüz yılımızın enternasyonal mabedi olan Rojava Devrimi’ne çevirirken, Ortadoğu’da halkların gelecek özgür yarınları için canlarını Kürdistan toprağına akıtan tüm devrimcilerin önünde saygılıyla eğiliyor ve onların takipçileri olmaya çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Söyledikleri kadar varsın. Bu Sırat değil, seni onlara, onları sana bağlayan söz köprüsüdür. Senin için seni söyledikleri yüzüne en az iki yürekten kan dolmuyorsa yıllar cam ayazlarına konuşur. Kendi çizgileriyle oynarken uçarıdır, sert gece ayazının yalnızın ölümüne güzellemesi kadar hazin. Başladığı yere dönen delişmen dere, her akış biraz da aklın zorudur. İnadın bir nedeni var; sabırsız yara kabuğu gibi kıyısını aşındırırken tanımamak aksini. Aynasına küskündür acı su. Aç gönlünü artık gece bilgisine, çürümeden önce olgunluk gelir.
Ellerine dokunur gibi yap. Sevgiyle öptüğün yüreği yıkar gibi. Bir eşyasını al birinden ve kullanırken kendini oyna. Tuzdan deniz süz, kendini senin olmayanı yitirme korkusundan. Sormadan bulamazsan yalanı, gül aldanışlarını unut. Zar ağlasın, erisin arı kanatların. Zakkum düşlerine konuk altıgen uçuşlara deli bal erisin. Gizli hatıralara gülümseme beyazı jestler çiz, yeşil göllerde yel dokunuşları silsin yanlışları. Al, kar harfleri damıtılmış yalnızlığın, emzirdiğin çoğunluğun zehirli tadından bir damla. Evleriyle hüznü de boşalmış yasak mıntıkalar dışında bulamayacağın tasvirler. Birbirinden unutkan renklerde geçirgen gövdenin bize uzak ışığı sorgusunu bul.
Ve su, bir tek şimdi varız, sen bizden önce ve bizden sonra. Seni tanrı gönderdi, kovduğu bizim gibi, cennetinden kovduklarının yanına. İhtimalin sonu kapıdaki yüzler, bir aşiret deneyi, suskunluğunun demlendiği izbe bataklık. İçeri girmek için birer bahane unutman gereken. En güzel bahane kapı önlerinde bulunur, çitte savurgan, kirpiğin sıkı naz geceleri. Kaç yıkamada aklanacak eski giysilerin yaması, kaç Elvan gül solunca belleğinde, can özgesi yansıdıkça paslı kılıçlarda sen temiz türbelere mi akacaksın? Toprağa gömük uğultu katliam, içe dönük her söz sesini aramaktır, figan buluşamadığınız pişmanlık, pişmanlıkla başlayan bir başka buluşma. Yalnız kendini ağlatmaksa yine de marifet. Kalıntı sözcüklerdir bizi, seni yürüten, başkasının kolları gibi düğümlü ağaçlar arasında, arasında sanki gerçeğin iki hayalinin, her birimizi ayrı yöne çeken gölgelerin bıraktığı buluşmaya istekli tek sıra sözcükler, sıra bozan sevimli, birkaç adım ötede ilerleyen söz demek buluşma;
Bitince solgun günler, dudaklarımızdaki başkasının sessizliği, ayıp, zulüm, suç gibi eksiksiz bu düşüş ve üç dört gün daha…
Kıyıda bir gölge sana bakacak, geçip giden bulutlardan kalan sözcüklerle
SÖZ KIZILDERE SÖZÜ!
“Ölmesen yenileri doğmazdı. Annem abimin kulağına küpe fısıldamazdı adını.” Bu, bundan on iki yıl önce bir duvar gazetesine Mahir Çayan’a ilişkin yazdığım yazıdan bir tümceydi. Yazıdan hatırımda kalan bir başka ayrıntı Mahir Çayan’ı bir otobüste Samsun’dan Ankara’ya doğru üniversite okumaya giden bir gencin uzak aklına ulaşarak betimlemeye çalışmamdır. İmgelemim onun kafasını bir otobüs camında tersine akan ağaçlıklar içinde bırakmadığı kendi yansımasıyla bir arada buluvermişti. Onun hayaline doğru utana sıkıla yol alırken şöyle demiş olabilirim: “Yansımada ne bulmuştu? Merak daha dayanılır bir işkence yolu muydu düş söktüren bilmenin gölgesinin yanında? Bir kez bildikten sonra düşüncesiz durmaya hangi yürek dayanırdı?”
Şimdi yansımanın gözündeki Mahir Çayan’ı görmeye çalışıyorum. Üç görüntü ediyor hesaplarıma göre…
Anımsayabildiğim en eski zamandan birkaç yıl sonrası seksenlerin başına denk düşerken ben bir ilkokul öğrencisiydim. Tipik cennet bir köy yerinde en ayırt edici olay köyümüzü ortasından ayıran dereydi. Derenin özel bir adı yoktu; adı Dere idi. Dere denmesi en çok da kaynağın olduğu yere yakışıyordu. Ovada adını yadsıyan dere, aşağıdan yukarıya doğru dağ uçurumuna yaslı ve şaşılası ada dayalı Dere’ye dönüşüyordu. En az dere olduğu yerde. Bu ad sıra dışı bir yanının olmamasından da ileri gelebilirdi. Munzur dağlarından doğan tüm dereler gibi yeni silinmiş akvaryum camı görünümü ve eşsiz alabalıklar. Adı gibi katışıksız, soğuk suyunun ona armağanıydı. Başka herhangi bir takı, sıfat bulandırır endişesi. Yatağında özgür akmak böyle mi olurdu? Onu oluşturan bölümlerin birer adı vardı, ola ki bu adların toplamına eşitlenmekti Dere. Köy yerinde bir yatakta akan bir şeyi toplamak için kaynağa inilirdi. Buna yağmur duası da denebilirdi.
Dere dağdan kopardığı çağıltısı, köpükler oluşturan minik çavlanlarıyla aşağıya ilerlediğinde sola doğru bir rota izler ve Fırat’a karışırdı. Benim solum iyimser. Doğaya bağımlı köy halkının, solcu diye bilinen oluşumlara yakın durmasında o derenin de payı olduğu yönündeki kuşkularımda gram deseniz gerileme yoktur. Düşünceme göre Mahir Çayan otobüste başını sola devirmiştir, sonra yansımasının sağa yattığını görünce gözlerini kapamıştır.
Anneme dönmek istiyorum. Annem kendisinin başka bir ad verdiği abime üç veya dört kez kesintisiz olarak Mahir derdi. Belki abimi biraz erken doğurmuş olmasının açığını böyle kapatıyordu. Abim, Çayan’ın ölümünden sonra doğsa bir şey değişir miydi? Bence güzel gelen aynı adı vermek değil, onu ara sıra hatırlamaktı, oğul söz konusuysa bu bir anne için her an demekti. Ardı ardına aynı tonda, bir sonrakini gücendirmeden çıkan “Mahir, Mahir, Mahir!” dizisi küçük camlara vuran yağmur sesi gibiydi. Ya “Mahir Çayaaan!” diye noktalanan sevgi seline ne demeli... Ben gücendim mi camdan sessiz akan damla gibi? Mahir adının kutsandığını o günlerde anlamıştım bizim evde, abimde cisimleştiğini, kanımca buna itirazım olmadı. Bu adın abimde anımsanmasının fonetik bir karşılığının olduğunun da bilincindeydim, başka nedenlerin de. Abimle yarışmak gibi bir derdim yoktu. Tek sorun benim adımın fonetik olarak karşılık bulduğu bir kahraman adının hazırda bulunmayışıydı. Sadece o olsa hadi neyse… Besbelli bu kahramanlar nasıl yapmışlarsa, söylemin hangi inceliğini, sivri ucunu bulmuşlarsa bu uzak köye ulaşmışlardı. Ve ben onların adlarına bile uzaktım. Bunun üzerine bu kahramanları kendimle özdeşleştirdim. Eski bir solcunun öğüdünde bulduğum yeni kimlik sayesinde.
“Anlatılanlar sonra gelir, düzensiz, telaşlı yazgıdan da sonra. Anlatılmak izdüşümü olmaktır unutma; tarife uğrayan gölgelerdir. Çokça bulunurlar, çabuk da kaybolurlar. Gerçeği en iyi yansımalar bildirir ama bunun kendilerine yararı olmaz. Sende bugüne sürgün yılların kokusu sinmiş uzaklık, sırtını döndüğün her şeyde senden ayrı bir varoluş, bu ikisinin öyküsüdür. Gel bugün öyküyü dinle, sonra ayaklanırsın. Ayaklanmasan bileklerini kesen zinciri başka türlü anlatamam.” Bunu ciddiyetle düşündüm. Ne olduğunu o günlerde anlamaya başladığım geleceğin ağır baskısı altında. Ondan kaçarken ona sürükleyen etkili bir baskıydı. Araya yıllar girdi, ne değişti bilmiyorum, annemin abime art arda Mahir deyişi ise kulaklarımda capcanlı.
Onlar bizdendi. Artık üç devrimcinin (Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya) bizde neden o kadar tutuldukları, “gençler” denerek bağırlara basıldığı anlaşılıyordu: Ölümün üç değişik biçimini altın tepside sunmuşlardı gözden düşmüş, her anı eli kolu bağlı ölümü kıskandıracak bitirilmelerle yüz yüze insanlara. Tek başına işkence acısı, üç kişilik darağacı, kurşunlarla delik deşik olmuş on beden. Ancak bu yolla aralanabilmiş yaşam umutları.
Kızıldere de böyle bir yerdi. Tokat ili Niksar ilçesine bağlı bir köy. Diyelim bir deresi vardı, tan kızıllığından almıştı adını. İnsanları hep yoksul ve suskundu, bitkin yüz çizgilerinden hemen silinebilecek kuşkudan bile çekiniyorlardı. Köy Türkmen köyüydü. Alevilerdi. Bir zaman yenilmiş Baba İshakların torunlarıydı kim bilir. Kapıları zorba düzene karşı durmuş herkese açıktı. Bu nedenle kapılar hemen açıldı, aynı dramatik nedenle de ihbar yapıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edileceklerdi. Onlar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) önderleriydi, Mahir Çayan ise THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi). Mahir Çayan ve yoldaşları 27 Mart 1972 günü Ordu Ünye’deki NATO üssünde görevli üç İngiliz teknisyeni yanlarına alarak Kızıldere’ye getirdiler. Amaçları pazarlık yoluyla idamları engellemekti. Eğer bunu başaramazlarsa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı.
68 kuşağının ruhu dipdiriydi. Ayrışmalar henüz bir ağacın küçük dalları kadar uzaklığı anlatıyordu. Öyle olmasa ne olur? Türkiye şimdilik yarı sömürge ya da tam sömürge değildi. Dikta mıdır, oligarşi midir sorunsalından çıkışta Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim anlayışlı günlerindeydiler. Kırdan kente mi, kentten kıra mı devrim tartışmaları bir hafta soluklansa kıyamet kopmazdı. Kıyamet Ankara Merkez cezaevinde koptu kopacaktı. Ya da daha yakında Kızıldere’de. Örgüt dedikleri şu durumda ilkelerini başka türlü yorumlamaya ve diğeri için yapılacak her girişime göz yummaya saygılıydı. Söz konusu olay suyun içinde eriyen şekerin durumuna benziyordu. Kimlikler birbirine karışarak yeni biçimler alır ama asla kendi varoluş gerçeğini yok sayamaz; su bir şekilde sudur, şeker de nasıl olmuşsa o suyun içine girmiş şeker; ıslak şeker, tatlı su. Öncü savaşı vererek kendini feda eden devrimciler devrimin önkoşuluydu. Bu o gün devrimcilerin ayrım gözetilmeksizin devrimci olmasıyla çelişmiyordu, kendini kanıtlamak için de bulunmaz fırsattı bir eylem. Zaten biri ölürse diğerinin yaptığına yaşamak denmezdi, devrimcilik hiç denmezdi. En önemlisi onları bir araya getirenin düşman bilinci kadar dost, yoldaş, halk sevgisi olmasıydı. Buna siper kardeşliği-yoldaşlığı diyorlardı.
Muhtarın evindeki bekleyişin ardından çevrelerini faşist 12 Mart 1971 cuntasının silahlı güçleri tarafından sarılmış halde buldular. Operasyonun başında, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün vardı. Rehineleri umursamayan faşist kelle avcıları belli ki aldıkları kesin bir emri uyguluyor ve teslim olmak dışında bir seçeneğe şans tanımıyorlardı.
30 Mart 1972 gününün şafağından öğlene kadar süren bekleyişin ardından düşman saldırısı başladı. Donanımlı gelmişlerdi. Helikopterler, bir evde kuşatılan on bir kişilik bir grubun ateş gücünü kat be kat aşan silahlarıyla çok sayıda asker, köylülere göre NATO unsurları bile. Yani biraz sonra “mübalağa cenk olundu” dedirtecek her şey.
Devrimcilerin kararlılığı tamdı. Bunu evin damına konuşma yapmak üzere çıkan Mahir Çayan kuşku götürmez biçimde vurguluyordu: "Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" Ezilen, sömürülen insanların çocuklarıyla bir sorunları olmadığını, hatta onların hakları için mücadele edildiğini şu sözlerden daha iyi ne anlatabilirdi; "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin!"
Grubun tartışılmaz önderi henüz yirmi altı yaşındaki Mahir Çayan’dı. Başka kimler yoktu ki. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç ileri kadroları Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Saffet Alp. Ayrıca THKO öncülerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da oradaydı.
İlk vurulan damın başında bulunan Mahir Çayan oldu. Ardından diğerleri. Evde bulunanlar gerektiğinde kendilerini havaya uçurmak üzere bombalarını çıkardılar. Yoğun makineli ateşi sürüyordu ve faşist sürü hiçbir kural tanımayacağını göstermek istercesine köy evini roketatar ateşine tutmuştu. Bir roketin eve isabet etmesi sonucu ellerindeki bombaların da patlamasıyla kalan devrimciler ve rehineler can verdiler. Yaralı durumdaki Saffet Alp ise gelen askerlerin kafasına sıktığı kurşunla yaşamını yitirdi. Oradan yalnızca Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak kurtuldu.
Evet, Kızıldere böyle bir yerdi. Onlar gitmeyene kadar fazla kimsenin adını tesadüfler dışında duymayacağı, duysa unutacağı bir yer. Niksar, Tokat neyi değiştirir. Zaten sonra adını değiştirdiler, Ataköy yaptılar. Niksar’dan alıp Almus’a bağladılar. Belediye de olmuş. Hepsi bir anlam ifade etse de gerçek söz konusu olduğunda Kızıldere son mermi kafaya sıkıldığında haritaların çizdiği çizgileri kanla silmiş, çoktan başka derelere karışmıştır. Sağa akan Karadeniz ırmaklarının Karadeniz tarafından tersine, sola çevrilmesi gibi, kaynağa. Hiçbir düş kırıklığının yok edemeyeceği kesinlikte.
- Ayrıntılar