Basına ve Kamuoyuna!
1. 24 Kasım günü saat 16.00 sularında Batman’ın Gercüş ilçesi yakınlarında bulunan Bêgirman karakoluna ait iki kulubedeki işgalci TC ordusuna ait askerlere yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı tarafımızdan netleştirilememiştir.
- Ayrıntılar
Bize en çok gerekli olan, sözüne uyma gücüdür.
Biz söze inandık, değer verdik. Maalesef, en çok bu noktada değer veriyoruz, sözler kandırıcı olmamalıydı. En büyük silahımız söz silahıydı. Onun da işleyebilmesi için, temsil ettiği anlam ne pahasına olursa olsun, yaşama geçirilmeliydi, yaşamsallaştırılmalıydı.
Sözleriyle oynayanlar, diyebilirim ki en büyük tehlikeyi teşkil edenlerdir. Biz mutlaka tutarlı olmak zorundayız. Bu halkın en çok değer verilen bir sözcüsüysem, bu sözcünün sözlerine verdiğiniz sözler temelinde uymanız demek; halka bağlı olmayı başarmak demektir. Başka hiçbir yöntemle, kendimizi kanıtlayamayız ve güçlendiremeyiz. Artık bir yalancılar toplumundan çıkabilmeliyiz. Yalanla yaşamı örülmüş, inanılmaz gaflet, kandırma, sahtekârlıkla kendini yaşatmaya çalışan bir topluluk olmaktan çıkabilmeliyiz. Bu da söze bağlılıkla, söz ve adımları, pratiği veya yaşamın, savaşımın gereklerini birleştirmekle mümkündür.
Yalancılık; sınıflaşmanın ve ona dayalı her türlü kötülüğün en etkili silahıdır. Hâlbuki bir davası olan kişinin, partinin, halkın en üst düzeyde, en basit bir hayat planı olur. Söylenen ve yapılan eğer uyumluysa başarıya gidebilir. İşte biz, burada bunun bir kez daha çelişkisini yaşıyoruz. Kaldı ki, burada kimse kimseyi bilinçli yalancılıkla suçlamıyor. Tam tersine, iyi niyet yalancılığıyla karşı karşıyasınız ve en tehlikelisi de budur. Zayıf, her zaman yalana başvurma ihtiyacı duyar. Başarıyla görevini yapamayanlar mutlaka yalan silahına sarılırlar. Bunu görüyorum. Eğer kendi içlerinde bir gücü yaşasaydılar, gerçek bir güçlenmenin imkânlarını kendilerinde yaratsaydılar, yalan silahına, gaflete, sahtekârlığa düşmez ve başvurmazlardı. Bu bir halkın kaderi olmamalıydı. Partimiz içinde bu tür yalancılığa son verebilmeliyiz.
Yalanlarla beni savunmak istiyorsanız, bu ne kadar hazin bir şey! Hepinizin ister farkında olun, ister olmayın, kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük olur. Siz yaşamı ne sanıyorsunuz? Bu yalanı galiba durduramayacağım. Dediğim gibi en kötüsü de, zayıflığını, güçsüzlüğünü; bu bir devrim ise, devrimin savaş sorunlarını, devrimin parti sorunlarını çözemediğini, gereklerini yerine getiremediğini, girilecek en fırsatçı, en saptırmacı, boşa çıkarıcı tarzda gösterecektir. Dolayısıyla, bunun göstergeleri olan yüzeysellik, ikiyüzlülük, bunalım ve buna benzer bireysellik, tasarrufçuluk, bencillik, bütün bunlar örgüt içindeki en abartılı yalanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Şu anda bakıyorum PKK’nin üst düzeyinde neredeyse yüzde doksan yalanla inşa gerçekleştirilmek isteniyor. Her gün bunu yıkmaya çalışmazsan, kocaman yalanlardan ibaret bir binamız olacak ve en ufacık bir sallantıda gümbür gümbür üzerimize yıkılacak. Ne hazin bir şey!
Size güzel konuşmayı, özlü olabilmeyi, tutarlı olabilmeyi öğretemedik mi? O kadar sözler verdiniz. Bir gün bile olsa bağlı olmanın gereğini neden duymadınız? Gereklerini yerine getirerek, bir gün bile kendinizi aşarak geneli yaşamaya niye gelmediniz? Kendi bencilliğinizi bir gün inkâr etseydiniz ne olurdu? Yalancılıklarınızı, bile bile zarar veren yanlarınızı, yönlerinizi unutsaydınız ne olurdu? Bir gün, “ben değil de hepimiz” diyebilseydiniz kıyamet mi kopardı? İliklerinize kadar işlemiş bencillik ve ondan kaynaklanan her türlü kötülük!
Siz adam olmayı ne sanıyorsunuz?
Öyle yöntemler geliştiriyorsunuz ki, bunun adamlıkla ne alakası var? Güzel, etkili bir sözün ve davranışın sahibi olmak sizde hiç mümkün değil mi? Hep böyle yalan rüzgârları mı esecek? Bu beni bile artık yerinde duramaz hale getirmiş. Çok yönlü yalan rüzgârları! Büyük denge gücüm olmasaydı, her gün yerle bir olurdum. Hâlbuki biz ne güzel ve oldukça da gerçekleşebilecek planlar çizmiştik. Tavır, tarzları, tempoları ayarlamıştık ve bütün bunlarda da anlaşmıştık. Hatta adına ideolojik-siyasi birlik demiştik. Hiç umurunuzda mı? Kös kös dinleyin, bildiğinizi daha sonra okuyun; bununla iflah olmazsınız, lanetli gerçeklik asla yakanızı bırakmaz.
O görkemli dağlarda, o en temiz havalarda ve sularda özgürlük nefesi kadar değerli bir şey var mıydı? Siz bunu yok saydınız ve kendi teneffüs edilemez havanızı egemen kıldınız, yaşanmaz bir durum ortaya çıkardınız. Kaldı ki, o tek bir yaşam olanağıydı, tarihimizde belki de yüreğimizin kendini bağlayabileceği biricik ortamdı. Üzerine insanlığımızı çok yönlü gerçekleştirebileceğimiz süreçti. Tabii umurunda mı yaşamı bir sigara dumanından ibaret sayanlar için! Kendi yalanlarına kendini kaptıranlar için bütün bunların hiçbir anlamı yok!
Ne yapacağım bu yalancılara?
Burayı yalnız tartışmıyorum, ülkedeki yalancılar sürekli birbirlerini taklit ediyorlar. Bir halk adına nasıl böyle olunuyor ve davranılıyor? Hayret! İstese yapabilir, artık yapabilecek durumlar ortaya çıkarılmış, tuhaf bir durum! Sanki arkanızda hazineleriniz mi var? Eminim ki, bir Koç veya Sabancı ailesinden birini getirsek, böyle tutuculuk yapmaz, mutlaka olumlu, doğru şeyleri görür ve bir şeyleri doğru yapmak isteyecektir. Kesin bunu belirtebilirim. Ama bizimkilerin sanki her birisi Firavun kadar, Harun kadar zengindir, arkalarında hazineleri var, bırakmamak için büyük tutuculuğu, saptırmacılığı yaşıyorlar! Hayret ediyoruz! Hazinelerinin altını eşelersen, pis kokularından başka hiçbir şeyleri yok! Garip dediğim olay bu! Bir şey yok “ben bir şey değilim olamam” durumunu yaşıyorlar, oynuyorlar daha doğrusu!
Görüyorsunuz ki, kendiniz en dramatik sözleri veriyorsunuz, bu kadar tersinin ustalığını nasıl geliştiriyorsunuz? Hayır, ben demedim bana söz verin diye. Benim aklımın şaşırdığı diğer bir nokta da budur. İnsan bu kadar ikiyüzlü olabilir mi? Bu neden bu kadar gelişmiş, anlam veremiyorum. Yapamayacağınız bir sözü neden bu kadar sevdalı bir tarzda veriyorsunuz. Gittikçe kuşkulanıyorum artık. Bu büyük saldırı ve düşmanlıkla sözü artık tüketiyorsunuz. Hâlbuki her sözümüzün bir kanun biçiminde değer bulması gerekiyor. Çünkü bunlar en hayati sözler. Anladım, çok zayıfsınız, sermayeniz yok, metelik kadar değer ifade edilmiyor. Ama biz emeğe inanmıştık, emeğin yaratabileceğine de inandık ve yaratıyordu da. Siz buna saldırdınız. Kolektif emek yaratacaktı, kaybettiğimiz her şeyi bize geri verecekti, ama siz kolektif emeğe saldırdınız veya saldıranlara göz yumdunuz. Korkunç bir bencilliğe sığınıldığında, her şey onunla işlemez hale getirildiğinde; kolektif emek gitti, binlerin emeği gitti. Bir savaşta ordu gitti, bir parti ortamında yoldaşlık gitti.
Sanki sizleri kandırmışım gibi bir havada görüyorum sizleri. Sizi ben kandırmadım, sizi düşman kandırmıştı, aileleriniz kandırmıştı; dünyaya getirirken, büyütürken ve ölüme gönderirken kandırmıştı. İnceleyebilirsiniz beni, tartışabilirsiniz de. Sizlerin yüzünü gerçeklere döndürmek, yaşama getirmek istiyorum. Bunda varım, işte sonuna kadar meydan açık!
Düşmanın bir iddiası; gençliğinizi elinizden aldığıma dairdir. Provokatörler de bunu söylüyordu. Ve siz buna inanmışsınız, en kötü inançtır bu! Buna inanmasaydınız, bu kadar düşmanlık yapmazdınız. Bizim doğru çizgimize “ne kadar kopardıysam kârdır” mantığıyla bu kadar yüklenmezdiniz. Çünkü birilerine bu felsefe hakim olursa; “bu örgüt, bu Önderlik benim yaşamımı çalmış, elimden alıyor” demişse, onun yapacağı tek şey var, o da ortada. Bir değere amansız saldırmaktır, intikam almaktır ve bunu yaptınız. O kaybettiğiniz sözde yaşamınızı almak istiyorsunuz, var mı öyle bir yaşam? Yok! Kendisinden çalınan bir yaşam var mı? Yok! Ama aldatıyor, düşmanın yalanlarına kendini inandırıyor, provokatörlere ilgiyle bakıyor, “hakikaten öyle, o zaman bu örgütün, bu Önderliğin ben de canını okurum. Benim en güzel günlerimi, gençliğimi benden çaldığına göre, hatta beni çok zorladığına göre” diyor. İşte o yaptığınız bireyciliğin doğru tanımı budur. Siz intikam alıyorsunuz. Ama bu yanlış! İddia ve ispat ediyorum ki, yaşamınızı çalan ben değilim.
PKK’de yoğunlaşma; varsa bir yaşam gücünüz, gençliğiniz, onun çalınması değildir! Bu büyük bir yanılgı! Çalan başka yerde, kandıran başka yerde! Biz tersini yapıyoruz; çalınanı size vermenin yollarını, yöntemlerini veriyoruz. Örgüt bunun içindir, bu çok öfkelendiğiniz, kendinize tezat teşkil ettirdiğiniz örgüt sizden çalınan her şeyinizi, hatta gençliğinizi de iade etmek içindir. Yaşamaya değer gençliğin öğreticisiydi, onun örgütüydü, onun savaşçısıydı, ordusuydu.
Ben iddia ediyorum, size böyle intikam alacağınıza gelin benimle tartışın diyorum. Gerçekten ayıp değildir tartışmak. İkna olmadıysanız, en azından uzak durun. Çok iyi biliyorsunuz, zorla köleleştirmek bizde yoktur. İsteyen istediği gibi kaçabiliyor da. Bu düşman yönlendirmesi ne kadar etkili olabiliyor. Bin defa tekrarlıyorum, sizi bağlayamıyorum; düşman uzaktan kumandayla mesaj yolluyor, harfiyen alıyorsunuz ve uyguluyorsunuz, hem de dolaylı bir biçimde.
En önemlisi de, oynanan bir diğer oyun “ben adam olamam” oyunudur. “Zorla mı yaptıracaksınız, ben böyleyim” diyor. Neymiş böyle olmak; en silik, en iddiasız, en örgütsüz, en güdülerine, en hafifliklerine, en fakirliğine, en hiçtenliğine, artık yaşıyor mu yaşamıyor mu belli değil. Buna oynayan kişiliğe müdahale ediyorum, kıyamet koparılıyor. İddia ediyorum ki, bu kişiliğin savunulacak bir yanı yok. Her şeyi ile çürük, fakir, her şeyi ile zavallı, elle tutulur bir yanı yok. Burada ortaya çıkan diğer bir iddianız; “sen bu kişiliği diriltemezsin, bu kişilik yan gelmiş, yan gider, battı balık yan gider” demektir. Bu çok kötü bir iddia! En yüzeysel, en gayri ciddi yaklaşımdır bu! Bizim yapabileceğimiz en büyük iyilik, hızla bu laubali, yalan kişiliği aşabilmektir.
Düşmanın özel savaş politikası; ortamı böyle kişiliklerle doldurmaktır. Bütün toplumumuzu etkiliyor, bütün toplumsal süreçlerimizi bu tip insanlar üreterek dolduruyor, boşa çıkarıyor. “Sınıf savaşı, kişilik savaşı” diyorsunuz, bunun en doğru ifadesi bizim tarzımızda dile gelir. Biz bu ülke insanları için değerli yaşam imkânları ortaya çıkarmak için ne kadar nefes nefese çalıştık. İnanılmazı, mucizeyi başardık ve birileri buna yükleniyor, bas bas bağırıyor; “bu bize yakışmaz, bize yakışan sidik yarışıdır”. Bu çok kötü bir yarışçılık!
Ben hep hayalimden geçirdim; etkili bir yön veren olmak, etkili bir başaran olmak, düşmanı görüp değerlendiren olabilmek, etkili bir güzel yaşam parçasını yaratabilen olmak istedim ve her şeyi buna göre ayarladık. Tam da bu noktaya vuruluyor. Şeytanın bile bu kadar başarılı olacağını sanmıyorum. Biz de ortaya çıkanlar, adı geçen şeytanlara taş çıkartacak cinstendirler. Nasıl gelişmişler hayret ediyorum! Hz. Muhammet’in bu yönlü kabiliyetine de hayranım. Şeytan dediği, o devrim sürecinde herhalde çok zorlandığı için, bu tür soyluluğu boşa çıkarmak isteyen her şeye şeytan demiş ve yerinde bir deyim! Bu anlamda çok yakınız birbirimize.
Biz, partiyi suçlardan kurtulmak için inşa etmek istiyoruz.
Parti; suç ortamının, suç toplumunun aşılmasıdır.
Ama tersine dayatılan, “bu toplumdan da daha suçlu olacaktır” yaklaşımıdır. Yaklaşımlarınız bunu çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Bu kötü bir şey! Lanetli olmaya bu kadar gönüllü olmak en tehlikelisi oluyor. Bütün kutsal planlarımız böylece alt-üst edilmiş oluyor. O kadar çaresizleri oynuyorsunuz ki, bu daha da bitirici! Bu halk adına bir tane akıllı ve yerinde adımlar atanı göremiyoruz. Sizin için önemli olan; en iddiasız, en eften-püften günleri doldurmaktır. İnanmışsınız artık, “yaşamınız üzerinde parti oynuyor” diye düşünüyorsunuz. Bu düşman iddiası! Size söylüyorum; bakın halkınıza, ailelerinize, metelik kadar değeri var mı? Bakın ülkenize, nefes alınacak bir ortamı var mı? Neden gerçeklere gözünüzü kapatıyorsunuz?
Düşmanın etkili olacağını düşünüyordum da, bu kadar etkili olacağını düşünmüyordum. En büyük gücü cephede değil, teknikte değil, sayıda değil; bu zihniyette, bu yaklaşımda en büyük düşmanı yaşıyorsunuz. İçinize, beyninize, ruhunuza öyle işlemiş ki, artık hiçbir hekim çare olamıyor. Bunu kanıtlamak istiyorlar “sen de bir hiçsin, asla bizim üzerimizde etkili olamazsın, biz örgüte gelemeyiz, birliğe gelemeyiz, ancak birbirimizi boşa çıkartırız, bunun en iddialı gücüyüz veya elimizden gelen en gelişkin savaş budur” diyorlar. Bravo! Ne kadar başarılısınız! En hazin olanı, bu topraklara metelik kadar değer vermeyen kişiliğin, sanki bu halkı beş para etmez, hiç yüzüne bakılmaması gereken anlamsız bir yığınmış gibi veya yığın da değil, bir hiçmiş gibi yaklaşması, bunun yerine kendi bencilliğini göstermesidir. Ben bunun bütünüyle yalan olduğunu ispatladım. Onu abartarak, onu derinleştirerek, tam bir hastalık haline getirerek yaşam gerçeği olunabilecekmiş gibi sunmanın, en büyük hilekârlık olduğunu gösterdim.
Soru soruyorum; yaşamak mümkün değil mi?
Bazı doğru sözler temelinde, bağlı kalabileceğiniz bir kaç sözünüz olmaz mı? Evrene savurduğum sözleri toplarsak, belki dünya kadar eder. Halen de anlamıyorlar. Bravo düşmana diyorum! Bayağı etkiliymiş, bayağı başarmış! Bunun için zaten beni tek sayıyor. Kendi malları iyi tanıyor. Çok çarpıcıdır! Kimin düşmanı diyeceğim, acaba düşmanı tanıyor musunuz?
Düşman ben miyim, adına şimdi TC diyoruz veya onun tarihi uzantıları mıdır; bunun da adını doğru kavramamız gerekir. Bu kadar düşmanını unutup düşmanca savaş haline getirmek, sanıyorum karşıdaki düşman adına olmak demektir. Artık ben de kendimi yanıltmamak zorundayım. Bu kadar örgütü işlemez duruma getiren, bu kadar düşmanla savaşacak orduyu işlemez duruma getiren, düşmana çalışıyor demektir. Benim bu kadar söz gücümü kıran demek; çok etkili bir biçimde bana karşı düşmanlık yapıyor demektir. Artık bazı gerçeklerin adını doğru koymamız gerekiyor; sınıf savaşı, bireysel iktidar savaşı, yalan savaşı, adını ne koyarsanız koyun; gerçekten benim bir düşmanım var, ben de düşmanımın düşmanıyım ve orta yerde durma olmaz.
Savaşta çok kızgın iki saf vardır, kim ki üçüncü taraftan, orta yolcu saflardan bahsediyorsa, bu kesinlikle sahtekârdır, yalancıdır! Çünkü savaş çok kızgın, bunu benim ispatlamama gerek yok. Karşımızda bazı örgütler vardı eskiden, onlar bile devreden çıktı, ne adı kaldı, ne sanı. Kim bu orta yolculuktan artık bahsedebilir? Hangi orta yolcu kişilik, hangi orta yolcu cephe? Bunu konuşan, orta yolculuk adına anlaşmış, uzlaşmıştır. Kime karşı? Tek bir düşman sözcüğüne yer yok; bizim partimizin anladığı anlamda merkezileşmeye, birlik oluşumuna, savaş taktiklerimize, yoldaşlık anlayışımıza, yaşam tarzımıza karşı bu konuşturuluyor. Bunun adı en tehlikeli iç düşmanlıktır!
“Zemini varmış, bütün yapı zemin olmuş” diyorlar. Yapının bilinen toplumsal özellikleri, düzenin tamamen fethettiği bu kişiler, elbette ki bu blokla uzlaşacaklar. Zaten gücünü bu anlamda daha ötede düşmandan, daha yakında dolaylı olarak sizin teşkil ettiğiniz zeminden alıyorlar. Halk adına etkili bir ses olsaydı, her yönde tek bir kişi bile olsaydı, mümkün müydü bu uzlaşma, mümkün müydü bu bloğun oluşması? Ama yok maalesef!
Yaptırılmak istenen; “terk et bu meydanı, parti ortada yok, ey baş belası!” diyorsunuz bana. “Ne uydurmuşsun, gençliğimizi, yaşam umutlarımızı yerle bir ediyorsun, defol git!” diyorsunuz bana, bunu söylüyorsunuz. Yüzlerinize baktığımda çıkan sonuç bu. Bu kadar sözüne anlam vermeyenin, değer vermeyenin, kanıtlamak istediği, “sen kim oluyorsun, sen kaç para edersin” demesidir. Orduya gelmeyişinizin, partileşmeye bu kadar karşı duruşunuzun biricik anlamı budur. Ben kişiliklerle fazla savaşmak istemem. Benim savaşımım uzun süre kendimleydi. İdeolojik savaşıyorum, orada çözüme giderim. Bazı çok temel kavramlar üzerinde savaşırım. Hele Kürt tarzı söz konusu olduğunda, o asla içinden çıkılamaz savaşına bir saniyemi vermem.
Çok çarpıcı anlatmıştım: Aile bana tek hedef olarak, “büyü de bizim düşman var, karşı koyacaksın, baş edeceksin” dediğinde, buna karşı koymaktı. Daha sonra bizi “namussuzluk”la da suçladılar. Size söylüyorum; dünyaya gözümü açtığımdan beri hiç yapamayacağımı anladım, bana dayatılan bu savaşıma çocuk halimle “yapamam” dedim. Başka şeylerle uğraştım ondan sonra, halen bunu sürdürüyorum.
Sizin dayattığınız savaşı ben kabul edemem, metelik kadar değer veremem. Nenem, anam, babam yıllarca kuşkulu gözlerle bana baktılar, “bunun namus anlayışından, kişiliğinden kuşku duymak gerekir” dediler. Siz de aynı durumdasınız, sizin savaşımınıza ortak olmayacağım. Sizi o zavallılığınızla, o köhne kötürümlüğünüzle baş başa bırakacağım. Beni bu pis kavganıza bulaştıramazsınız. Büyük tecrübem var bu konuda. Kardeş katili, halkın mutlaka birbirini büyütmesi, birleşerek büyütmesi gerekenlerin katilisiniz. Çok yanlış! Bir savaş tarzının ve ondan kaynaklanan her tür entrikacılığın, komploculuğun ustasısınız. Ben buna gelmem.
Ben en erken yaşlarda, en tehlikeli düşman diye bana dayatılan ailenin çocuğunu kendime en yakın yoldaş seçtim. O yaşlarda çocuk sezgim veya çocuk halim bunun daha doğru olduğunu söyletti. Kalkmışlar, aradan kırk yıl geçmiş, bana bu köhne savaşı dayatacaklar, alet edecekler! Kimin karşısındasınız? Tanrılarınız yok, imanınız çoktan kurumuş, ne söylesem yine bildiğinizi okuyacaksınız ama ben de gerçekleri böyle haykırmak zorundayım.
“Ailecilik” diyorsunuz; biz aileciliği de en erken yaşlarda bu temelde çözmedik mi, en büyük savaşı vermedik mi? Öyle bildiğiniz gibi de savaşmadım, onların tarzına tenezzül etmedim. Kendi büyüklüğümü daha o yaşlarda ortaya koydum ve kim tanıyorsa, daha o dönemden beri benim oldukça değerli bir sempatizanımdır, yetmiş yaşındakiler bile öyledir. Bu nettir, gidin görün!
Hiç tahmin etmezdim! Yirmi beş yıl geçtikten sonra bu çizgide, -işte 18. yılını da resmen dolduruyoruz- bu kadar etkili bir biçimde dayatılacağını düşünmezdim. Açık söyleyeyim; ben bu oyuna gelmem! “Sen çok şeyimizi aldın” diyeceksiniz. Şehitler son nefeslerini bizim için verdiklerini söylediler. Siz yaşıyorsunuz, gün gün hesaplayın, bazılarınıza vereyim. Yaşıyorsunuz, daha çaptan düşmemişsiniz. Varsa bazı özlemleriniz, kesinlikle tatmin edebilirsiniz. Borç listesini hazırlayın benim için. Kalkacaksınız, “yok öyle şeyler” diyeceksiniz. Hayır! Siz kesinlikle bir şeyler istiyorsunuz. Yanlış anlamayın, kuruş kuruş borç isteyecek halimiz yok. O anlamda ciddi bir çalışmanız da yok. Başka anlamlarda, size göre anlayışlarınız varsa, size göre bazı özlemleriniz varsa, onlara fırsat verilmediği için bizi kendinize borçlu sayıyorsunuz ve yöneliyorsunuz.
Kimi ağa gibi yaşamak istemiş, ama meteliği yok, “senin bana ağalık borcun var, ben tam ağa olmak istiyordum aslında, sen bunu önledin, bir ağa için çok imkân, çok değer gerekir, hepsini sen engelledin ve bana bunu vereceksin” diyor. Kimisi “sen küçük-burjuvanın hakkını yedin, hayalleri vardı, rüyaları vardı, onu yaşamak istiyordu, bunlar da çok değerliydi. Sen bunları da engelledin, şimdi sen onların borcunu vereceksin” diyor. Kimisi de köle, hem avare, hem de hamal gibi çalışmış, “şimdi onun karşılığını vereceksin” diyor. Gözleriniz o kadar açılmış ki, hayretler içerisindeyim!
Sözde ben hepinize oyun oynamışım! Siz benim oyunumu bozmak istiyorsunuz. Bunu raporlarda açık dile getiriyorlar; “yönetimdekiler özellikle gözlerimizi açtı, ama başvurduğumuz tek mücadele, Önderlikten hesap sorma oldu, birbirimizden ve daha sonra da halktan” diyorlar. Böyle devam ediyor. Güzel öğrenmişsiniz, fakat doğru değil, bunları yanlış öğrenmişsiniz! İddia ve ispat ediyorum ki; bu hayalleriniz koca bir yalandan ibarettir! Ağalığınızla, küçük-burjuvalığınızla, hamallığınızla metelik kadar üretici bir değere sahip değilsiniz. Sadece iddiası var, o kadar!
Çok daha genel bir iddianız, dolayısıyla bizi borçlu görmeniz şu noktada; “sen ne karışıyordun, bizim kendimize göre bir yaşamımız var, sigara dumanı kadar hafif de olsa, bu yaşamımızdı, sen bunu engelledin” diyorlar. Bu çok genel bir talep! Bir yerde ABD’nin, dünya çapında sosyalizme karşı yürüttüğü insan hakları teorisini, en dar, Amerika’dan bile çok daha geri bir biçimde parti içinde yürütüyorsunuz. Başka yerlerde insan hakları gerçekten çiğneniyor, bunun anlaşılır yanları var. Fakat bizim içimizde insan hakları dediğiniz; hiçbir değeri, niteliği olmayan, avare, tamamen iflas etmiş, hiçbir üretici değeri olmayan, boş saatlerin her birisi sanki yüz dolar değerliymiş gibi üst üste koyuyorsunuz. Bazıları “yirmi yıl geçmiş”, bazıları “on yıl geçmiş” diyor. “Say günleri, say saatleri ve hepsini çarp yüz dolarla, bu kadar bilançoyu öde” diyorsunuz. Yaklaşımlarınızın özünde bu var. Yoksa bu kadar öfkeyi, bu kadar inatlaşmayı niye gösteriyorsunuz? Demek ki alacağınız var, onu ödemediğim için!
Malımız nedir? Partimizdir! Varlığımız-canımız nedir? Partide gizlidir! Buna saldırıyorsunuz, bu çok net! “Ya bize borcunu verirsin, ya da parçalarız, parçalara böler yaşarız” diyorsunuz. Bu da doğru değil! Ben de iddia ve ispat ediyorum ki; sizin bütün bu günlerinizi, saatleri üst üste koyalım, bir on kere daha çarpalım, karşımıza çıkacak olan kocaman eksili bir rakamdır. Yani sıfırdan da öteye, bir iflastır! Dene kendini, git düşman kapısında çalıştır! Bazılarınız yaşıyor! Hem de düşman için en gerekli hizmeti yapsın, karşılığında bulacağı yaşamı ölçsün! Artık bunu görün ve ne iseniz öyle olun. Cimri hesabı mı bu, yüz yıllardan beri kalmış tenekeden ibaret bazı sermayeler mi var, onları artık altın diye bize yutturmayın. Böyle bir hazineniz yok!
Emek hareketi başlangıçtaki iddiası şuydu; ideolojik, siyasi, manevi, moral, estetik bakımından yoksunuz, fakat birleşirsek, doğru esaslar temelinde çalışırsak kazanabiliriz. İddia buydu, programın da ilk maddesi budur. Onun felsefesinin de ilk maddesi budur ve herkes böyle başladı işe. Bu PKK’yi başka nasıl tanımlayabilirsiniz? İlk öncülerini düşünün; Hakiler nasıl çalıştı, Kemaller, Agitler çeşitli aşamalarda nasıl emek kattılar. En son bu kahramanlık şehitleri nasıl çalıştılar? Karşılık istediler mi? Tam tersine, hepsi partiye borçlu hissetmediler mi kendilerini?
Siz Hayri’den daha mı yücesiniz?
Onun bütün ahı, mezara borçlu gittiği için değil midir? Sizin gibi hiç birisi özlemini, ihtirasını dayattı mı? Hiç birisi örgüte başkaldırdı mı? Kolektivizmi işlemezsizliğe tabi tuttu mu? Hiç birisi yoldaşlarını zorladı mı? Hiç birisi en ufak hak talebinde bulundu mu? Tam tersine, veremedikleri için üzülmediler mi? Kendilerini yakmadılar mı, kendilerini bir kuru kemik parçasına döndürmediler mi? Hücrelerine kadar kendilerini havaya savurmadılar mı? Eğer “doğru” diyorsanız, o zaman üzerinize düşen görev nedir?
Onların yaşamından öğreneceğiniz bir kaç kelime varsa, o da örgüt, yoldaşlık, amaca bağlılıktır. Bu kadar vahşice öldürüldüler. Onların anısına bir intikam gerekmez mi? Hem de nefes nefese, başka sonuç çıkarılabilir mi? Haydi bunlar sizin için fazla anlamlı değil diyelim. Yaşam çok çekici, kendinizi yaşamak istiyorsunuz, buna da hakkınız var. Bir kuş bile yuva yaparken, yılanın kolay ulaşamayacağı yerde yapar diyoruz veya herhangi bir yaratık kendi cinsini yok edecek bir ortamdan uzaklaşıp biraz varlığını sürecek ortamı arar. Bunlar doğada ilk göze çarpan, hiç de araştırma, incelemeye gerek duyulmadan fark edeceğiniz hususlar değil mi? Yaşamak için yılanlardan uzak durmak gerekmez mi? Yılan yanı başındayken, alacağın ilk tedbir ona bir taş fırlatmak değil midir? Yaşamın ABC’si bunu söyletmiyor mu?
Eğer biz kendimiz için değil, bir halk için, yalnız kendimizle, kendimize dayanarak savaşmak istemiyorsak, en az beş on kişiyle, bir bölükle savaşmak zorunda değil miyiz? Nerede görülmüş tek kişinin savaştığı? Halk savaşında nerede görülmüş? Halkı yadsıyan savaş başarısı nerede görülmüş? En fedai yoldaşlarını bile bir tarafta bırakanın savaşçılığına inanılır mı? En birleşmesi gerekenleri bir tarafa itip “ben bölük komutanıyım” diyene kim inanabilir? Yaşamak için düşmanı görmek gerekir ve onunla savaşacak araca sahip olmak gerekir. Bunun dışında hiçbir yerde yaşam yöntemi tespit edilememiştir. Beni kandıramazsınız! Söylediğiniz her şey sadece yalanı geliştirmektir. Düşmanın da yaptığı, toplumumuzu propaganda ile muazzam bir yalana boğmaktır.
Yaşamınıza değer veriyoruz, onun imkânlarını iğne ucuyla kazıyarak önünüze sunduk. Siz ise gözü dönmüşlükle -bu konuda bazı özlemleri ağır basanlar için söylüyorum- yüklendiniz. Ben şunu da iddia ettim ki; yaşam umudu görkemlidir, mutlaka yaşayacağız, hem de özgür ve soyluca. Ama kesinlikle onun etle tırnak gibi, hele günümüzde şiddetli bir savaş bağı ile bağlantısı vardır. Onun örgüt bağıyla bağlantısı vardır. Onun inanılmaz bir duygusallıkla, dikkatle, saati değerlendirmekle bağlantısı vardır. Burada ne sizi yerle bir etmek için hitap geliştiriyorum, ne de size yalvarmak için. Burada sizi bir kez daha ciddiyete, tutarlılığa, anlayışa, söze saygılı olmaya çağırıyorum. Beğenmiyorsanız, çekip gideceksiniz. Komploysa birbirinize karşı değil, bana açıkça göstermeye; partiye değil, halka değil, kıza değil, zavallı veya size çok umut bağlamış savaşçıya değil, bana yapacaksınız. Bir ilginiz, bir saygınız veya bir öfkeniz, bir nefesiniz varsa, önce benimle geleceksiniz. Çünkü bu esastır, bunsuz yaşam yürümez. Bunsuz toplumsallıkla, onun siyasal, ulusal ifadesinde bir milim dahi öteye gidilemez.
Kırk yıldır çalışıyorum ve bu halk için inanılmaz bağışları, inanılmaz fedakârlıkları yapıyorum. Hiçbir zaman benim kör nefsim için bu kadarını ayırayım demiyorum. Hepsi sırtımda büyük bir yük, bu halk değerleri bu halkın kendisine tam bırakılsa da, ben kurtulayım diyorum. Gidip tarlada çalışsam da, bu bireysel emeğimle biraz daha kendimi rahat yaşamayı dört gözle bekliyorum. İçtiğim bir tas su, bir pilavı, tarlada çalıştığım dönemleri hatırlıyorum; iş dediğinin hiçbir tadı yok ve kaldı ki ağır bir yük. Çarçur olduğunda koruyamadığım için canım çıkıyor, gerçek budur. Çıkmışlar, “nasıl ele geçirebiliriz?” diyorlar. Ne ele geçirmesi? Size söylüyorum, ağır bir yük! Bu halkın oğul ve kızları sadece başarılı bir savaşçılık istiyorlar. Onu verebilirsen, başında yer alabilirsin. Onu veremezsen, elini bile uzatamazsın, bakamazsın bile. Ancak bu temelde herkes herkese yaklaşım gösterebilir. Aksi halde affedilmez bir suç olur!
Bu suç kişiliğini artık aşacaksınız!
Bütün suçlarınızı benim adıma yapamazsınız. Ben bu kadar suç sorumlusu olamam. Dayanılmaz bir yük haline geliyor, çıldıracağım. Bu kadar suçu nasıl taşıyabilirim. Hepiniz suçlarınızı biriktirin Önderlik adına; Allah bile olsa dayanamaz ve affedici olamaz. En basit bir emekçi insan, sadece insanların birlikte temiz çalışmasından güç alan yaratıcı bir insanım veya böyle emek sahibi olarak yaşamayı oldum olası ilke edinmiş birisiyim. İlk günden günümüze kadar değil suç, en ufak bir çirkinliği kabul etmeyen birisiyim. Nasıl bu kadar çirkinliği bana yığabilirsiniz? Kabul etmiyorum! Bu kadar sağır mısınız veya neden bu kadar saldırgan oluyorsunuz? Kimse sizi zorla yanıma getiriyor mu, ben sizi kandırdım mı? Benim en çok peşinden koştuğum anlayış birliği değil midir, ortak çalışma değil midir, güzel çalışma değil midir? Bunun dışında benim bir ilkem var mı?
Evet, söz tutarlı değil midir? Niye beni tanınmaz hale getiriyorsunuz? Ya çok överek, ya çok dolaylı yerle bir ederek yapıyorsunuz bunu. En basit anlaşılması gereken, doğrulara en yakın insan değil miyim? Öyle değilsem, niye karşıma çıkıp beni sert ithamlarla açığa çıkarmıyorsunuz? Niye bu kadar dolaylı yollarla ben başka türlüymüşüm gibi yaklaşımlar peşindesiniz? İçiniz niye bu kadar rahat değil? Ortada varsa bir rahatsızlığınız, haykırın. Bir fiske bile dokundurduysam, açık duruşma yapalım, açık mahkeme, halk huzurunda yapalım. Korkmayın! Göreceksiniz, hiç böyle durum yok!
Biraz güç birikmiş, onun üzerine tehlikeli hesaplar ve bu hesapları için inanılmaz sözler, davranış türleri geliştirin, bunu bir dolambaçlı yollarla dayatın; kırk yılda uğraşsanız hesabınız başınıza dökülür, altından bile kalkamazsınız. Onun için bir an önce vazgeçin! Her şey sizi yoldaş olmaya zorluyor. Başka hiçbir kaçacak yer yok! İhtiraslarınız ne kadar büyük, iddialarınız, ben merkeziyetçiliğiniz, firavunluğunuz bile olsa, artık o noktadan sonra her şey sizi yoldaşlığa zorluyor. Kararınızı açık, dürüst ve uygulanabilir esaslar dahilinde vereceksiniz. Hiç endişelenmeyin, bizim sorgulamamızda, mahkememizde insanı aşağılayacak tek bir kelime yoktur, ama kandırmaya da yer yoktur!
Neye varsanız, o kadar olun!
Neye olmazsanız onu da açık söyleyin!
Unutmayın ki; burada çözümlenen, yargılanan, sonuca giden bireyin şahsında yeni toplum, ulus esaslarımız kadar, siyasetin, hukukun, hatta ekonominin temelleridir. En önemlisi de anı anına yaşadığınız savaşımın gereklerine bir an önce ulaşmadır, gereklerini yerine getirmedir. Hiç kimse kendiyle sınırlamasın bazı iddiaları ve cevapları. Genel konuşulduğu artık anlaşılmalıdır. Hesaplar halk adına alınmalı, halk adına verilmeli ve onun somut iradeli birliği olarak parti adına olmalıdır.
…
Bu sorgulama süreci, PKK tarihinde 18. yıl gerçeği göz önüne getirildiğinde, büyük çözümsel bir güç haline geliyor. Eğer sonuçlarına bütün partililer dikkat ederse, başta sorgulamayı şu veya bu yönden ister karşınızda, ister başka alanlarda olsun, dürüstçe ve derince yaşarlarsa, bir arkadaşımız şahsında çok iyi dile getirildiği gibi, çoktan ölümcül olan noktaların müthiş bir yaşamsal güce kavuşma anlamına geliyor. Kördüğümlerin İskender kılıcıyla çözülmesi anlamına geliyor. Küçümsemeyelim bu değerlendirmeleri, sonuçlarına titiz bağlı kalınırsa, düşman bu silahla bize ne kadar kaybettirdiyse, biz bunu tersine doğrulttuğumuz için büyük kazanacağız. Onun için yüksek değer biçiyorum ve sonuçları da kesin büyük gelişmelerle, başarılarla dolu geçecektir.
Reber APO
24 Kasım 1996
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
22 Kasım günü saat 20.30 sularında Amed-Bingöl yolu üzerinde bulunan Fis köyü yakınlarında işgalci TC ordusu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
PKK sadece özgür yaşayanların partisi değil aynı zamanda özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin de partisidir. Boşuna HPG komutanlarından olan Kemal Garzan “PKK özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin partisidir” dememiş.
PKK’yi tanımak istiyorsak, istiyorsanız öncelikli olarak PKK’yle özgürlüğün bağını iyi kuracaksınız aksi taktirde hiçbir şeyi PKK’ye dönük sağlıklı ve isabetli değerlendiremezsiniz.
Kim ne derse desin bu davaya yüreğini yatıranlar kesinlikle zırnık geri adım atmadan yürümesini bilenlerdir. Ve bu yüreği de PKK’nin ideolojisinden ve tabii ki onun önderliğinden aldıkları kesindir. Ve birde bu ideolojinin ve de önderliğin en iyi temsilcileri olan, bu çizgiyi cisimleştiren şehitlerinden almışlardır bu kocaman bükülmez yüreği.
İşte böyle yüreklere sahip olanlar, “Şehitlerimiz kendileri için hiçbir şey istemediler, kişisel taleplerde bulunmayı kendilerine layık görmediler” tarzında aramızda ayrılmadan da böyle yaşayanlardır.
Açıkça belirtelim, dünyanın belki de en yumuşak, en esnek, en uzlaşmaya ve tartışmaya açık, sorunlar ne kadar ağır olursa olsun bunları çözmeye yatkın, kin beslemekten en uzak, aşiretçi ve kan davası gütmekten en fazla nefret eden bu bağlamda da insan yaşamının onurluca sürdürülmesi için en fazla barışa yatkın insanları kesinlikle PKK’lilerdir.
Öyle kimilerinin bellediği gibi yakıp yıkan hiç değildirler. Sekterlik buralarda en fazla ayıplanan ve eleştirilendir. Yine kan davası gütmek buralarda sadece eleştiri konusu edilmez aynı zamanda horlanır, ilkellik olarak görülür. Buralarda bağcı dövmek yoktur buralarda üzüm yemek için mücadele edilir.
Evet, ister inanın ister inanmayın PKK dünyada en fazla konuşmaya, tartışmaya, konsensüs sağlamaya açık olan partidir. Ve PKK’lilerde en rahat ve aklıselim temelinde tartışılacak insanlardır.
Dediğimiz gibi öyle söylendiği gibi “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyenler hiç değildirler. Gidin nerede bir PKK’li ya da PKK’ye yakın duran bir birey varsa orada kesinlikle siz sivri bir dil bulamazsınız. Çünkü sivrilik PKK’de zayıflığın bir işareti olarak ele alınır, sivrilik kendisine karşı özgüvensizlik olarak ele alınır. Ve gerçekten de açın bakın nerede sivri bir dil varsa, nerede sekter bir yaklaşım varsa orada kesinlikle bir özgüvensizlik söz konusudur. Başka bir cümle ile ifade edecek olur isek, sivriliğin diğer yönü liberalizmdir yani ilkesiz uzlaşmacılıktır. Bunun da adı özgüvensizliktir.
Evet, PKK’liler dünyanın en konuşmaya, tartışmaya yatkın insanlarıdır. Ve dediğimiz gibi dünyanın en fazla uzlaşmaya yatkın insanlarıdır.
Ancak PKK’lilerin birde hiç kimseye ama hiç kimseye boyun eğmeyen bir özelikleri vardır. Dünyanın topu da gelse bir PKK’li bildiğinden tek bir adım bile geri adım atmaz. Çünkü PKK’liler özgür yaşam dışında tek bir dayatmayı kabul etmezler. Yani “PKK özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin partisidir.”
Açın tarihi bakın ne kadar çok PKK’li özgürlüğü için canını ortaya koymuştur. “Yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek” ancak ve ancak özgürlüğe tutku düzeyinde bağlı olmakla sergilenebilecek bir tutum ve davranış olabilir.
Bu bağlamda bağımsız bir kişiliği kendisine esas almıştır. PKK, bağımsızlık ilkesinden asla ama asla yaşamın tüm sahalarında bir milim bile geri adım atmayan bir harekettir. “Bağımsızlığı bir ruhsal, düşünsel duruş, bir tutum, yaşam tarzı olarak ele almış, bir irade olarak görmüştür.”
PKK önderliğinin bağımsızlık ilkesi ve anlayışında: “Özgürlük, özgür yaşam biçimi çok içerilmiş” bir durumdadır.
Ve işte bunun için diyoruz ki PKK Özgür Yaşayanların Partisidir.
Özcesi, Özgürce yaşamak isteyenler bir saniye bile gecikmeden bu özgürleşme zeminleriyle buluşmaya gelin.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
“Başarmak dışında başka bir alternatifimiz yok”tur diyor bir HPG komutanı. Ve doğrusu bizde bu HPG komutanına en içten duygularımızla katılıyoruz.
Bugünlerde PKK’nin yeni bir doğum gününü kutluyoruz. Ve doğaldır ki böyle günlerde biraz da olsa bu gerçeklik üzerine konuşulması ve yazılması gerekiyor. Hele birde bu gerçeklik gerçekten de herkesi etkiliyor ise…
“Önder Apo, 27 Kasım’da sadece yenilmez bir parti kurmadı. Yeni bir halk, yeni bir gençlik ve yenilmez bir ordu yarattı.”
Bu yenilmezliğin temel bir nedeni hiç şüphe yoktur ki ortaya çıkardığı inanç değerleriyle bağlantılıdır. Ancak bu inanç değerlerini yaratabilmek içinde başarıyı getirecek olan şartları yaratmaktır. Başka bir deyimle, “başarmak dışında başka bir alternatif bırakmamaktır.”
Bunun elbette belirli yolları vardır.
“Bir; düzenden kopacaksın, düzen yaşamından ilişkilerinden kopacaksın.”
Ve bu düzenden kopma işi sadece dağda yaşamakla olmuyor. PKK’liler dağa çıktıkları için düzenden kopmamışlardır. PKK’liler ilk kopuşlarını halen şehirlerde yaşarlarken sergilemişlerdi.
“Şehirdeyken de PKK düzenden kopmuştu… Şehirde değil, nerede olursa olsun, zindanda da olursun her yerde de kopuş kopuştur. Ayrı düzen, ayrı düzendir, ayrı yaşam sistemi ayrı yaşam sistemidir. PKK bu kopuşu bu sistemi baştan oluşturdu.”
Yine bu kopuş yeter mi elbette yetmez. Bunun içinde eğer başarmanın dışında başka yol bırakılmayacaksa o zaman PKK’liler gibi olacaksın. Yani, “24 saat çalışacak, PKK düşüncelerini propaganda edecektin. Propaganda edecek kadar da bilecektin! Bir aracı değil, tümüyle militanı olacaktın.”
Bu şu demektir, PKK’nin düşüncelerini sadece almayacaksın, bunları içleştireceksin, kendine yedireceksin, sadece söz düzeyinde bağlanmayacaksın, kabul ettiğin andan itibaren bu düşünceler senin yaşamının birer parçası olarak yaşayacak.
Aksi taktirde düzenden kopuş sağlanmış olmayacaktır. Fedakarlık yapmış olacaksın, eziyet çekmiş olacaksın, belki de büyük bedellerde vermiş olacaksın ancak düzenden kopmadığın için, PKK’yi de tümden kendinden oturtamadığın için her zaman sistem içileşmeye açık olacaksın. Bu ise “başarmak dışında başka bir alternatifiz yoktur” olmayacaktır. Çünkü sistemin içinde kaldıkça sistemin sınırları ve bakışıyla değerlendireceksin ki bu da başarısızlık demek olacaktır.
Ve başarmanın belki ikinci önemli hususu eğitimdir.
“Kendini eğitmektir. PKK düşüncelerini propaganda etmekle görevli olan, onu öğrenmek zorunda, öğrenebilmek için de kendisini eğitmek zorundaydı. Dolayısıyla PKK’ye katılımın önemli bir ölçütü de PKK’nin teorik-ideolojik çizgisini öğrenmek, özümsemek ve propaganda edecek, propaganda ajite edecek güç, nitelik kazanmaktı. Böyle olmazsa PKK çalışmasında yer alamazsın. Bir şey yapamaz hale gelirdiniz” demek olacaktır.
Özcesi yeni bir 27 Kasım’a doğru giderken PKK’ye ve onun özgürlük gerillasına gönül vermiş olan tüm gençler öncelikli olarak düzenle ilişkilerini sorgulayacaklar, “ne kadar sistemden kopmuşum, ne kadar sistemle iç içeyim(?) sorularını iyi soracaklar.
Ve tabii birde sistemin bireyi tutsak aldığı üç güdüye hakim olacaklar. Yani “yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek“ ilkesine göre yaşayacaklardır. Yine çoğalmayı kendilerine dert etmeyeceklerdir. Yine yaşayabilmek için gerekli olandan fazlasına ne göz koyacak ne de peşinde koşacaklardır.
Bunlar olur ise o zaman sistemin dışına çıkılmış olacaklardır. Birde işte bu sistemin dışına çıkılmanın bilincine varmak için kendilerini her ortamda eğiterek, yeniden bir özgür kimlik için kendilerine yüklenirlerse orada artık “başarmak dışında başka bir alternatif yoktur” gerçeğiyle yüz yüze gelinecektir.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Çatışma iklimi yoğunlaşıyor, siyasi arena da ise son sürat bir hız söz konusu! Tabiri caizse mevsim normallerinin çok üstünde bir sıcaklık siyasetin merkezinde yer edinmiş bulunmaktadır.
Özellikle açlık grevleri, İsrail-Hamas savaşı, Suriye krizi ve bununla bağlantılı olarak da Kobanê ve Serekanî’deki kirli oyunlar baş döndürücü gelişmeler olmaktadır. Tüm bunların yanında gündemin gölgesinde kalan iki önemli gelişme daha var. Kimyasal Necdet’in Suudi krallığına yaptığı ziyaret ve askeri okullarda müfredata alınan seçmeli “Kur’an Dersi”.
Geçtiğimiz hafta tayyip erdoğan’ın da katıldığı bir törenle tüm kamuoyuna yerli tankın tanıtımının ardından, özel’in gerçekleştirdiği bu Arabistan ziyareti ilk elden insanın aklına acaba “beş yüz milyon dolarlık” bütçeye sahip bu projenin kaynak temini için mi gitti diye bir soruyu getiriyor.
Bunun yanında yine bu ziyaret eksenli olarak suriye genelinde ve özellikle kuzeyinde savaştırılan çeşitli taşeron yapılar için kaynak mı gerekiyor diye farklı bir soruyu daha getiriyor insanın aklına. Her ne nedenle olursa olsun, özel’in gerçekleştirdiği bu açılım gerçekten de ilginç olmaktadır.
Arabistan’a yaklaşık yirmi yıldır bu sıfatla herhangi bir Türk yetkilinin gitmediğini-temaslarda bulunmadığını da ayrıca not etmek gerekiyor.
***
Bunun yanında gündemin gölgesinde kalan ikinci önemli husus ise mevcut askeri okullardaki yeni eğitim müfredatı! Burada askeri öğrencilere verilen, seçmeli dersler! Oldukça dikkat çekici bu gelişmeleri cemaat ve malum çevrelerden bağımsız düşünmek, gereğinden fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır.
Geçtiğimiz yıllarda belki hatırlardadır halen; Balyoz davasında askerin camileri bombalaması gibi kurguların-darbe planlarının kamuoyunda oluşturduğu etki üzerine; dönemin genelkurmay başkanı yaptığı basın açıklamasında ilginç notlarda bulunmuştu.
“Allah Allah, nidaları ile taarruza geçen askerler, nasıl olur da camilerin bombalanmasını ister” diye, etkileyici tarzlarda sorularda bulunmuştu. Hatta bu ithamların yalan ve basit bir medya oyunu olduğu yönünde verilen brifingler fazla işe yaramadı.
Neden mi?
Düşman mevzilerine “Allah, Allah” nidalarıyla saldıran ordunun genel sorumlusu ve kurmay heyetinin başkanı; itham olarak yansıtmaya çalıştığı balyoz davasından dolayı cezaevine sokuldu! Yani Genelkurmay başkanı örgüt lideri olduğu iddiasıyla tutuklandı, demek ki ordu da herkes “Allah allah” nidalarına sahip değilmiş!
Fiili gelişmelere göre bazıları bu nidalarla düşman üzerine giderken, diğer bazıları da karargahlarda oturup-kafa kafaya vermişler ve camileri nasıl vuracaklarını, nasıl halkı galeyana getirecekleri üzerine çeşitli planlar/kurgular yapmış.
***
Bunun neticesinde ise;
Cemaat ve hükümet olaya el attı. Askerlerin din bilgisi ve kur’an hakkında bilgileri yetersiz görüldü büyük ihtimalle! Yoksa dünyanın hiçbir ordusunda bulunmayan bu inanç eğitiminin ne savaş sanatında, ne de askerlik erbabında yeri olmadığını herkes iyi bilmektedir.
Hatta bu konuda yaşanan bu ilk’e kimsenin şaşmaması ve bilvesile daha da memnun olunmasını da başka türlü açıklamak pek mümkün değildir.
Kimyasal Özel’in iş başı yaptığı anda aslında ordu’ya bir müdahale yapılmıştı. Geçtiğimiz dönemde gerçekleşmiş bu hamlenin neticelerini bolca gördük. Aslında Kimyasal Özel ile Tayyip Erdoğan arasındaki bu ilişkinin de harcını oluşturan bu müdahale; geçmişin Genelkurmay başkanının kendi dönemi hakkında söylediği “başbakan tak diye söylüyordu, biz de şak diye yapıyorduk” betimlemesinden farksız olmakta.
Günümüzde bölgenin ve iç siyasetin yaşadığı bu hareketli mevsimde ordunun ve askerlerin de yaşadığı bu olağanüstü değişimin şifrelerini anlayabilmekteyiz. Fakat gündemde hak ettiği yeri bulamamasının nedenleri üzerine düşündüğümüzde, fazla izah edilecek-elle tutulacak bir yeri olmadığını görebilmekteyiz.
Askeri liselerde müfredat değişimi ve genelkurmay başkanı suudi sermayesinin peşinde iken, gelen son bilgilere göre Şemzinan kırsalında 38 asker yaşamını yitirmiş… İşte normal akılın anlamada zorlandığı bohem nokta burası olmakta!
Askerlerin eğitim sistemindeki değişim ya da elde edilecek yeni kaynaklar; malumatınız bazı gerçekleri değiştirmeye yetmiyor.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Kasım günü saat 15.00’da Osyan’dan Şırnak’a doğru giden skorsky tipi bir helikoptere yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Denilecek ki Türk gençleri Kürtlere karşı askerlik yapmayın çağrısının bir anlamı olabilir mi? Soru haklı olabilir ancak çıkmayan candan umut kesilmez diye de bu topraklarda bir atasözü vardır. Bizde halen canın çıkmadığına inandığımız için Türk gençlerinin Kürdistan’a gelip askerlik yapmamaları için çağrıda bulunuyoruz.
Günlük olarak ne kadar Türk gencinin öldüğünü hepimiz günlük olarak izliyoruz. Türkiye’de gelip Kürdistan’da askerlik yapmak kelimenin tam manasıyla akılsızlıktır.
Akılsızlık dediğimiz için kimisi bizi eleştirecek ve hatta hakaret yağdıracaktır. Aklı biz: “Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us” olarak ele alacaksak o zaman akılsızlığı yukarıda söylediklerimizin tersi olarak almamız gerekir. Yani düşüncesizlik, anlamamak, kavramamak dememiz gerekiyor.
Haksız bir savaşın aleti olmak ne kadar akıllılıktır? Başka bir halkın ülkesine gelip o ülkenin öz evlatlarına karşı dünyanın en haksız savaşının bir askeri olmak ne kadar ahlakidir? Sizin olmayan bir ülkeye gelip, dağına taşına “ne mutlu türküm diyene” diye bağırmak ne kadar vicdanı bir durumdur?
Evet, Türkiye gençlerine soracağımız binlerce soru vardır. Ve bunun için diyoruz ki Kürdistan’a gelip askerlik yapmayın.
Her gün televizyon ekranlarında onlarca hikaye öğreniyoruz. Nefes filminde dile geldiği gibi size dönük yapılan toplam haber 45 saniyedir. Ondan sonrada unutulup gidiliyorsunuz. Acı çeken ananız, babanız, kardeşleriniz. Varsa bir yavuklunuz, yavuklunuz; evliyseniz varsa bir eşiniz, eşiniz; varsa çocuklarınız, çocuklarınız. Başka da dediğimiz gibi unutuluyorsunuz. Başkasının toprağında toprağa düştüğünüzde vatan sağ olsunun da ahlaki bir anlamı yoktur.
Yeniden söylüyoruz gaza gelip ülkemize askerlik yapmaya gelmeyin. Hele birilerinin özel olarak belirttiği “düşürseniz şehit olursunuz” hikayesi külliyen yalandır. Çünkü siz bizim topraklarda toprağa düşerseniz bir şehit olmazsınız. Şehit hiç sayılmasınız. Diğer dünyaya inanıyorsanız eğer, orada işgal ettiğiniz toprakların halkı sizden mahşer günü işgal bir ordunun askeri olduğu için mutlaka hesap soracaklardır. Bakmayın düştüğünüzde arkanızda söylenen “helal olsun” sözlerine. Helal etme eğer siz bir işgal ordusunun askeri iseniz boştur.
Ne zamandan beri Müslümanları öldüren bir Müslüman şehit kabul edilmiş?
Ne zamandan beri bir avuç oligark için gidip suçsuz insanları öldürenler kahraman olmuşlardır?
Ne zamandan beri başkasının toprağına göz dikenler yani o toprağa tecavüz edenler destan olmuşlardır?
K. Nurhak arkadaşımızın birkaç ay önce yazdığı gibi: “Türkiye halklarının işgal süreçlerinde düşmanlara karşı gösterdikleri direnişlerde canlarını ortaya koymaları ve bu amaç uğrunda ölmelerini şehitlik olarak ele alınmış ve kutsanmışlardır. Ve İslamiyet’e göre işgal sürecinde toprakları için direnen insanlara eğer bu uğurda canlarını vermişler ise şehit sayılırlar, eğer yaralanmışlar ise gazi unvanını verilir. Sonuç itibariyle insanlar işgale karşı direnişmişler ve bu uğurda ya canlarını vermişlerdir ya da canlarının bir parçasını vermişlerdir. Ve dediğimiz gibi bunun için İslam dini bu durumu önemsemiş ve ödüllendirmiştir.”
En genel ve sözün tam manasıyla şehitlik: ““Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslüman”dır.
Peki, Türkiye’de Kürt gerillalarına karşı savaşa giden kaç tane Türk ya da Türkiyeli canını verdiğinde gerçekten şehit kategorisine girer?
Bir kere Kürdistan’da ölenler öncelikli olarak Allah yolunda ölmüş değildirler. Nedeni ise eski tarihlerde denildiği gibi “kafirlere” karşı sürdükleri bir savaş yoktur. Kürtler Müslüman’dır.
Dinini müdafaa meselesi de bu manada boşa düşer. İslam’a saldıran ve onu tehdit eden bir özgürlük hareketi yoktur.”
Evet, katletmeye gittikleriniz ne dinsizdir ne de İslam değerlere saldıran insanlardır. Ne de gelipte Türkiye topraklarını işgal eden güçlerdir.
Yani askerlik yaptığınız Türkiye devleti sizi mayın tarlasına sürülen eşek gibi kullanmaktadır. Bunun için diyoruz ki bu duruma alet olmayan. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’a gelip Kürt gerillasına karşı savaşmayın. Ve bunun için diyoruz ki haksız bir savaşın içine girip ailenizi ve sizi sevenleri acıya boğmayın.
Ve bunun için diyoruz ki Türk ve Türkiye gençleri lütfen ama lütfen Kürdistan’a askerlik yapmaya gelmeyin.
Derler ki “Ölümün kapısını herkes yanlış çalar.” Ama biz diyoruz ki ölümün kapısını Kürdistan’a gelerek hiç çalmayın. Ailenizle sevdiklerinizle birlikte huzurlu ve mutlu bir şekilde uzun yaşayın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tuhaftır ama Türkiye’de savaşı sevmeye başlayanlar öyle görülüyor ki çoğalıyor. Dünyanın her yerinde savaş karşıtlığı yükselişe geçerken, Türkiye’de bu trend tersinedir. Savaş taraftarlığı İnn’dir.
Bu durum incelenseydi çarpıcı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Toplumun ruhsal durumunu anlamak açısından da böyle bir araştırma iyi olabilirdi.
Örneğin, Türkiye toplumunda giderek gerilmelerin kendisini fazladan baş gösterdiğini insan çok rahatlıkla görebilir. En küçük bir eleştiriye bel altı sözlerle bu toplumun sözde en ileri olanları veriyor. Tahammülsüzlük had safhada. Birbirini vurmalar, hırsızlıklar, tacizler, tecavüzler, hoşgörüsüzlük, trafik cinayetleri, kadın katliamları, cinnetler, sataşmalar derken gerçekten de toplum giderek zıvanada çıkıyor.
Şimdi denilecek ki bizim toplumumuzda yukarıda saydıklarınız hiç eksilmedi ki!
Elbette bizim toplumlarda şöyle ya da böyle yukarıda söylediklerimiz her zaman az çok var olageldi. Nedeni açıktır, iktidar erkinin baskı unsuru olarak bulunduğu her yerde, yine devletli toplulukların var oldukları tüm zamanlarda ve tabii birde nerede ata erk sistemler varsa oralarda dediğimiz gibi böyle barışı, huzuru kaçıran durumlar hep yaşanmıştır.
Ancak Ortadoğu gibi dini değerlerin çok yüksek olduğu, yine neolitik değerler diye bildiğimiz toplumsallığın her zaman kabul gördüğü bir mekanda bu yaşam bozukluklarını frenleyen toplumsal bir mekanizmada hep var olagelmiştir. Buna biz politik ahlaki toplum diyoruz. Yani toplumunun kendisini böyle gerilmelere karşı savunduğu bir mekanizma.
Biraz bu toplumu bilenler bilir ki, eskilerde iki komşu arasında bir husumet çıktığında o mekanın büyükleri, ruh spileri yani ak yüzlüleri araya girer ve bu negatif durumları aştırırlardı. Bu ise toplumumuzun ya da toplumlarımızın sürekli bir dengede –anti toplumsal iktidar erklerine rağmen-ayakta kalmasını sağlarlardı.
Ancak bu denge bir müddettir tamamen bozulmuştur. Bu bozulmayı en fazla tetikleyen güç pragmatizmi ileri düzeyde kendisine esas alan iktidar odakları sağlıyor. Eskilerde bir kavram vardı, gemisini kurtaran kaptandır diye, bugünlerde bu felsefe tamamen topluma sirayet ettirilmiştir. Öyle ki “doldur cebini nasıl doldurursan doldur” misali.
Evet, çok aşırı derece de bir pragmatist siyasetin sonucu olarak toplum tamamen çıkarcı hale getirilmiştir. Çıkarların ya da çıkarcıkların olduğu mekanlarda kesinlikle iki yüzlülükler hatta yüz yüzlükler yaşanır. Yani ahlaki değerler ayakaltına alınır. Böyle yerlerde herkes başının çaresine bakar. Gemisini kurtaran gerçekten de kaptan olur. Ya da her koyun kendi bacağından asılır. Yani bacağından asılmamak için bir an önce diğer koyunların bacaklarını asılacak yere götürerek kendini kurtarmak esas olan olur.
Evet, şimdi Türkiye’de tamamen var olan ahlaki durum budur. Bu ise bir çöküştür. Bu ise bir bitiştir. Bu ise insanlıktan kopuştur. Bu ise ölümlere davetiye çıkarmadır. Bu ise başkasının ölümünde hiç mi hiç rahatsız olmamadır. Bu ise kendisinin açılım alanı için başkalarını yok saymadır. Bu ise gerçekten de maymunlaşmadır.
Hani diyorlar ya: “Görmedim, Duymadım, Söylemedim” yani üç maymunu oynama, tamamen böyle bir duruma gelmek demektir.
Bir yerde “Görmedim, Duymadım, Söylemedim” haline gelinmiş ise orada artık toplumun kendisini yenilemenin mekanizması bitirilmiştir. Yani burada toplumu ayakta tutan toplumsal ahlak dokusu ayaklar altına alınmıştır.
Türkiye’de böyle bir durumun yaşandığını görmek için sadece ama sadece akşam haberlerinde birkaç dakika ana haber bültenlerine bakmak yeterlidir de artar da. Hatta imkanınız varsa Salı günleri mecliste düzen partilerinin yaptığı toplantılara bakmanız da yeter. Hem haberlerde, hem bu parti toplantılarda gösterilenler, sergilenen diller bir toplumun nasıl bitirilişe götürüldüğünü açıkça gözler önüne serer.
Evet, dünyanın her yerinde savaş karşıtlıkları gelişirken buralarda savaş kışkırtkanlığının böyle popüler olmasının bir nedeni, belki de en önemli nedeni bugün Türkiye’de iktidar erki görevini icra eden pragmatizmin yani her şeyi mubah gören ve her şeyi satarak kendisine gelecek açmak isteyenlerin politikalarının ta kendisidir.
Bu durumu durdurabilmek için, bir an evvel, ertelemeden hızla ahlaki politik değerlerin oluşması için hepimizin harekete geçmesi gerekir aksi taktirde yarın çok geç kalmış olabiliriz.
Şiho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 21 Kasım günü saat 10.00’da Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Oramar karakoluna asker ve cephane taşıyan helikopterlere yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. 2 kobra ve 1 skorsky helikoptere yönelik gerçekleştirilen eylemde 1 kobra ve 1 skorsky tipi helikopter etkili vurulmuştur.
- Ayrıntılar