Basına ve Kamuoyuna!
1. Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Sorpiyan ve Kilise köyleri çevresinde TC ordusuna bağlı, aralarında kadınlarında bulunduğu 17 kişilik bir kontra grubu, gerilla elbiseleri giyinerek halka baskı uygulamakta ve çevre alanlarda keşif faaliyeti ile pusulama yapmaktadır. Bölge halkımız bu kontra gruplara karşı duyarlı olmalıdır.
- Ayrıntılar
Rêber APO
Partimizin silahlı direnişinin sekizinci yılı ve bunun üst bir evreye sıçratılmış biçimi olan 15 Ağustos Atılımı’nın birinci yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Tarihsel ve güncel somut gerçeklerimiz, bu süreçte ileriye yönelik yaşanması, düşünce ve eylem ile aşılması gereken çürüyen yapıların ne olduğunu, her zamankinden daha parlak bir biçimde ortaya koymaktadır. Salt bir silahlı direniş olmaktan da öteye, çok çeşitli özelliklere sahip olan bu tarihsel atılımın, gerek geçmişin aydınlatılması, gerekse daha da önemli olarak, önümüzdeki dönemin devrimci kazanımlarının neler olabileceğinin hesaplanması açısından, derinliğine kavranmasında hayati önem vardır. Gelişmenin altındaki doğru düşünce kadar, onun ruhunu ve bu ruhun biçimlenmesi için adeta çıplak yüreğini ortaya koyarcasına sergilenen eşine ender rastlanır direnişçiliğinin de öğreteceği çok şey vardır... faşist baskı ve sömürüyü en çok geliştiren çağdışı, çağdışı olduğu kadar da kendini en ince yöntemlerle gizleyen bir egemen sınıfa, emperyalizmin en tehlikeli bir işbirlikçisine karşı, kendi öz tarihinden ve çağdaş insanlık gelişiminden uzak bırakılmış, unutulmuş bir halk olan Kürt halkı adına verildiği, asla unutulmamalıdır. İşte bu gerçek, beyinlerimize kazınırcasına kavranır ve sürekli yoğun bir tarzda dile getirilirse, atılımın önemi ancak o zaman ortaya çıkabilecektir.
15 Ağustos Atılımı, yalnızca partimiz ve halkımız açısından tarihsel bir rol oynamakla sınırlı kalan bir eylem değildir. O, başta Türk sömürgeciliği olmak üzere bütün kapitalist emperyalist düzenin temsilcilerini sarsmış ve onları telaşa boğan bir yangının alevlerini tutturmuştur. Bu yangın yalnızca bulunduğu yeri sarmakla kalmamış, alevlerinin sıcaklığı Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halkları başta olmak üzere ilerici dünya halklarının yüreklerini ısıtırken; sömürgecilere, her türden işbirlikçi ve uşaklarına ise terler döktürmüştür. Bu atılımın yarattığı yeni gelişmeler karşısında, çeşitli güçler mevcut politikalarını gözden geçirmek, yeni çözümler ve arayışlara girmek zorunda kalmıştır. Bu eylemlerin yarattığı çok yönlü etkileri kavrayabilmek ve sonuçlarını değerlendirebilmek için, onun ortaya çıktığı ortamın ve dönemin özelliklerine bakmak, bu eylemler karşısında çeşitli güçlerin içine girdikleri tutumları incelemek gerekmektedir. Bu yapıldığında, ancak onun tarihe damgasını vuran karakteri ve rolü anlaşılabilecektir.
15 Ağustos Atılımı, Türk sömürgecilerinin devlet yapısı içerisinde faşist kurumlaşmayı önemli oranda sağladığı ve bu faşist özü gizleyecek biçim değişikliklerine gitmek amacıyla planlar oluşturduğu bir dönemde gerçekleştirildi. 12 Eylül darbesinin ardından, hızla sürdürülen çalışmalarla dört başı mağrur bir faşist düzen, tüm topluma egemen kılınmıştır. Ancak içte ve dışta yönelecek muhalefeti etkisizleştirmek için, uygulamaların göz boyayıcı bir tarzda yürütülmesi gerekmektedir. Bu amaçla, ‘demokrasiye dönüş’ aldatmacasına başvurulur, düzenin fideliğinde oluşturulmuş partilerle, seçimlere gidilir. Türkiye’nin belli şehirlerinden başlanarak, sıkıyönetim görünüşte kaldırılmaya başlanır. Yapılan planlar gereği muhalefet etkisiz kılınmış olduğundan, 1983’le birlikte ‘ülkede demokrasi tesis edilecektir.’ Cunta, azgınca saldırılarında olduğu gibi, bu göz boyama faaliyetinde de gerek içteki, gerekse dıştaki dayanaklarından tam destek almaktadır. Böylece iktidarını sağlama bağlama çabası içindedir. Cuntaya hazırlıksız yakalanan sol geçmiş hatalar›n›n kefaretini ağır ödemiştir. Faşist cuntaya hazırlıksız yakalanan sol hareket ise, geçmiş hatalarının bölünmüşlüğünün kefaretini çok ağır bir tarzda ödemiş, yalnızca darbeler altında ezilmekle de kalmayarak, soylu davasına sahip çıkamaz hale getirilmiştir. Tutuklananlar dışında kalan kesim ise örgütsüz bir tarzda çıktığı Avrupa’da tasfiye ile yüz yüze bırakılarak teslim alınmıştır. Tasfiyeciliğin çemberinden bir türlü çıkamayan sol hareketler, yalnızca kendi kendilerini tüketmekle de kalmayarak, geçmiş tarihlerinde de ortaya çıktığı gibi, 12 Eylül rejiminin politikalarının adeta birer uygulayıcısı haline dönüştürülmüşlerdir. Adeta birbirleriyle yarışırcasına, devrimcilik adına ne kadar soylu değer varsa, hepsine karşı saldırıya geçmiş, teslimiyet ve ihaneti bir meziyet gibi meşru kılmaya çalışmışlardır. Faşist cuntaya karşı devrimi örgütleme görevine sırt çevirerek, umutlarını ‘demokrasiye dönüş’ çabalarına bağlamış ve 1988 seçimlerinde, parlamentoya adaylıklarını koyma umudu ile yaşamaya başlamışlardır.
PKK dışında kalan güçleri etkisizleştiren faşist cunta, hedeşerine ulaşmada önünde en büyük tehlikenin PKK olduğunun bilincindedir ve ona da son bir darbe vurarak imha etmek amacıyla, 1983 Mayısı’nda, Güney Kürdistan’a müdahale eder. Amaç; PKK hareketinin tüm kadrolarını bu alanda imha ederek, teslimiyeti dayatarak, başaramadığını burada kılıç ile başarmaktır.
Ancak bu plan, faşist Türk ordusunun ağır kayıplar vermesi ile sonuçlanır. Bu saldırı ile birlikte, aynı dönemde devrimci hareketimize dayatılan provokasyon hareketi de boşa çıkartılır. Diğer taraftan önderleri, devrimci hareketleri ya imha ya da tasfiye edilen ve bağları kopartılan kitleler, cuntanın azgın saldırıları ve pasifikasyon politikası sonucu iyice sindirilmiş, korkunç bir umutsuzluk, yoksulluk ve acı içine çekilmişlerdir. Cuntanın insanlık dışı dayatmalarına tepki duysalar da öndersiz oldukları için, bunu açığa vurmamakta, cuntanın demagojileri altında, devrimci mücadele umutları önemli oranda sarsılmış bulunmaktadır. Devrimci hareketlere vurduğu darbelerle artık güçlü bir muhalefetle karşılaşmayacağını uman ve suskun kitlelerin durumuyla da bu umutları pekişen faşist cunta, iktidarını daha rahatça yürütebileceği inancındadır, üstelik dünya kamuoyunu da buna inandırmış durumdadır.
İşte 15 Ağustos tarihsel atılımı, böylesi bir dönemde gerçekleştirildi. Umutsuzluğun, yılgınlığın, tasfiyeciliğin ve teslimiyet bulutlarının topluma ve sol hareket içindekilere bir kabus gibi çöktüğü böylesi bir ortamda, bu inanılmaz, adeta mucize gibi bir şeydi çoklarınca. Yine düşman ve efendileri için tam bir şoktu. İnanamadılar önce, sonra geçmişteki isyanların bir benzeri sandılar. Ordu ‘isyan var’ diye ayağa kalktı. Kürdistan’a yığıldı. Ancak ortada ne bir isyan ne de eylemi yapanlar vardı. Gelişmeleri hafife almak istediler bu kez, fakat kendilerini en rahat hissettikleri bir dönemde, böylesine güçlü, örgütlü eylemler gerçekleştirebilen, üstelik hiçbir kayıp vermeden geri çekilen devrimcilerin gücü karşısında bunu da yapmadılar. TC, tarihinde ilk kez karşılaştıkları böylesi eylemlerin, kendi sonlarını getirecek bir yangının ilk kıvılcımı olduğuna inanmak istemediler, ancak gerçekler acımasızdır ve o gerçeklere boyun eğmek zorunda kaldılar. Ordularının büyük bir kısmını Kürdistan’a aktararak, her yerde devrimci avına çıktılar. Kürdistan’ı baştan sona kapsayan operasyonlar gerçekleştirdiler. Devrimcilerin barınma koşullarını tamamen ortadan kaldırdıklarına duydukları güvenle, onların eylemi gerçekleştirip sınırdan geri çekildiklerini söylemeye başladılar. Ordunun içine düştüğü aczi gizlemek için, daha iyi bir gerekçe bulunamazdı da. ‘Yakaladık, çember daralıyor, sonları geldi’ propagandalarının sonu gelmeyip, bir tek devrimci dahi yakalanmadıkça, Kürdistan’ın zor coğrafik koşullarının da etkisiyle ordu içinde kaynaşmalar, bunalımlar, kaçışlar baş göstermeye başladı. Kahraman Mehmetçik, daha savaşın ilk adımlarında tökezleyip, koşuğunu açıkça ortaya koydu. “Yenilmez Türk ordusu” efsanesi yerle bir oldu.
Ordunun yapısında görülen bu sarsıntı, tüm devlet yapısında da ortaya çıktı. Devlet otoritesi yerle bir oldu. Dört yıl boyunca yapılan, devrimcileri bir daha dirilmemek üzere, “bitirdik” demagojisinin koşuğu açığa çıkınca, tüm devlet yetkilileri birbirlerine girdiler. Sorumlu aramaya başladılar. Cuntanın başı, ‘dokunulmaz ilah Evren’e dahi tepki gösterilerek, önüne koyduğu hedeşerdeki başarısızlığının devlet varlığını tehlikeye soktuğu ifade edildi. Hükümet içinde çalkantıların önü alınamayarak çeşitli kılıflar altında tasfiyeler başladı. Her türlü sorunun tek çözüm gücü olduğunu iddia eden faşist rejimin inanırlığı yerle bir oldu. Cuntanın efendileri emperyalistler karşısında da güç duruma düştü. Kürdistan’daki bu yeni gelişmeler, yalnızca Türk cuntasını gafil avlamakla, onu şaşırtmakla kalmadı, cuntanın devrimcileri bitirdiği demagojisine inanan emperyalist çevreler ve uluslararası kamuoyu da derin bir şaşkınlık içine düştü. Emperyalist çevreler, olayların gerçek karakterini kavrayarak Türkiye’ye yaptıkları yatırımlardan vazgeçmeye, yine dünya basın yayın organları, eylemleri ve Kürdistan halkının mücadelesini uzun uzun işlemeye başladı. Tüm dünyaya unutturulmaya çalışılan Kürdistan ve Kürt gerçekliği böylelikle etrafındaki tecrit duvarının yıkılması ile tartışılmaya, dikkatler buradaki mücadeleye çekilmeye başlandı. Emperyalist ülkeler, Kürdistan politikalarnı bu çerçevede yeniden gözden geçirmeye başladılar. Diğer taraftan, yıllar yılı Kürdistan gerçekliğine gözlerini kapatan sosyalist çevreler de bu yeni gelişmelerle birlikte, Kürdistan’daki mücadele ile biraz daha yakından ilgilenme sürecine girdiler. Böylelikle 15 Ağustos Atılımı, KUKM ile dünya sosyalist ulusal kurtuluşçu ve ilerici devrimci güçleri arasında bir köprü rolü oynamış oldu.
15 Ağustos eylemi Türk devletinin yüzündeki maskeleri yerle bir etti. 15Ağustos eylemleri, faşist Türk devletinin yüzündeki tüm maskeleri yerle bir eden eylemler oldu. O güne kadar demokrasiye döndüğü yolundaki safsatalarla dünya kamuoyunu aldatan Türk faşist cuntası, Kürdistan halkına yönelttiği insanlık dışı saldırılar ve operasyonlarla bu konuda nasıl bir aldatmaca içinde olduğunu gösterdi. Türk egemen sınırlarının bu en son temsilcileri, görülmemiş bastırma, demagojik saptırma, teşhir ve örtbas etme yöntemlerini çeşitli biçimlerde kullanarak, direniş gerçekliğimizi halkımıza ve dünya halklarına çarpık bir tarzda yansıtma çabasına girdiler. Eylemlerin kendilerinin demokrasiye geçiş çabalarını sabote etmeye yönelik olduğunu iddia ettiler ve eşkıyalık suçlamasında bulundular. Ancak tüm bu demagojiler, kendilerinin demokrasi ve halk düşmanı yüzünün açığa çıkmasını engelleyemedi ve ilerici insanlığın bu çağdışı barbar güce tepkisi yeniden artmaya başladı. Ancak devrimci eylemlerimizi böyle değerlendirip saldıranlar, yalnızca Türk sömürgecileri değildi. İcazetli sol ve Kürt küçük burjuva reformistleri de hep bir ağızdan bu eylemlerin provokasyon olduğunu ve demokrasiye dönüş çabalarını baltalayacağını ileri sürerek, en alçakça saldırılarla yöneldiler. Liberal burjuvazinin peşine takılmış olan ve tüm planlarını 1988 seçimlerine göre yapan bu sahte sol güçler, ortamın kızışmasından son derece rahatsız olarak, kendilerine de bir mücadele çağrısı olan bu soylu eylemlere kraldan daha kralcı kesilerek saldırdılar. Düzene karşı durması gereken bu güçlerin, sosyal şoven, reformist anlayışlarından dolayı gerçekler karşısında kör ve sağır kalmaları, hatta bununla da kalmayarak direnişe saldırmaları ve devrimci hareket karşıtı kutsal ittifaklar oluşturmaları, kendileri açısından gerçek bir talihsizlik olmuştur. Bütün bu tutumlar, bu güçlerin PKK’nin önderliğindeki silahlı direnişin, 15 Ağustos Atılımı’nın değerini düşürme ve onu örtbas etme çabalarının ifadesi olmakla kalmamakta, halkların çıkarlarına ne kadar ters düştüklerini de ortaya koymaktadır. Onların bu konumları, halklarına karşı yerine getirmeleri gereken, ancak ısrarla kaçındıkları görevlerinin neler olduğunu da ortaya koymaktadır. Ve bu aynı zamanda bölgemizde, tarihte ve günümüzde, emperyalizmin işbirlikleri vasıtasıyla karmakarışık hale getirdiği çelişkiler yumağının nasıl çözüme kavuşacağı konusunda da birazcık sağduyu sahibi olan insanlar için, zengin deneylerle doludur.
Binyıldan beridir süren mücadele konusunda, başta Türk basını olmak üzere, onunla beraber neredeyse nağmelerine kadar aynı telden çalan sahte sol ve reformist akımların yayın organları, inkarcılığa başvuruyor ve çarpıtmalarda bulunuyorlar. Ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen, haklı olan ve saygı duyulması gereken halk gerçekliğimize saldırmaktan çekinmiyorlar. ‘Eşkıyaların hareketi, bölücü çıkış, yıkıcılık’ Türk burjuvazisinin kendi katliamlarını gizlemek için basını, radyosu ve televizyonunda tekrarladığı günlük nakaratlardır. Diğer taraftan PKK’ye, Apoculuğa karşı kutsal ittifaklar kuran, yerli işbirlikçi, reformist kesimler ve her zaman onunla işbirliği içinde olan sosyal şovenizmin sorunları çarpıtması, gerçeğin ismini bir türlü koymak istememesi, sanki gelişmeler bir önderlik olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi davranmaları, Türk burjuvazisi kadar bile namuslu olamamaları, ne pahasına olursa olsun direnişe isim olarak sahip çıkmaları, ama onu gerçekleştiren gücü ve direnişin kahramanlarını yerle bir etme konusunda her türlü çılgınlığa başvuracak kadar sağduyu yoksunu olmaları gerçeği... Bu konuda söylenecek çok şey vardır. Akıtılan her damla kanın, toprağa düşen her direniş kahramanının söyleyeceği, bu işah olmazlara kabul ettireceği çok şey vardır. 15 Ağustos yüce atılımı ve sonrasındaki gelişmelerle PKK, kendi önderliğinde halkımızın makus talihini yıkma yolunda tarihsel bir adım atmıştır. Yüreğimiz üzerindeki pası, ondan da öte Türk burjuvazisinin deyişiyle, beton kalıpların parçalanmış, halkımızın başucuna dikilen mezar taşlarını alıp fırlatmış, ölümü pek de kolay kabul etmeyecek bir halk gerçekliğinin ifadesi olmayı bilmiştir.
Elbette ki halen eksiklikler, zayıflıklar çok fazla ve yetkinleşme gereği var. Düşmanın hala imha sevdasından vazgeçmeyecek kadar, bize hayat hakkı tanımaması söz konusu. Eskisi kadar kör bir inkarcılık tarzında olmasa da ilerici insanlığın hala çok haksız bir biçimde halkımızın kaderine karşı ilgisizliğinin sürüp gitmesi gerçeği var. Ama bütün bunlara rağmen gerçekler inatçıdır. Hele halkların ilerici, devrimci gerçekliği çok daha fazla inatçıdır ve hakkını alma konusunda, her türlü baskıcı, gelişmiş barbarlık yöntemlerinden daha güçlüdür. Buna inanarak mücadeleyi sürdüren öncü, elbette ki susmayacaktır. Elbette ki bu barbarlıkları ve düzenbazlıkları açığa çıkaracak, kendi zayıflıklarını güce dönüştürmesini bilerek, kendisi için kader diye çizilenin tüm geçersizliğini ortaya koyacak ve çağımızın en büyük haksızlığını ortadan kaldırmak için, büyük bir namus ve onur savaşını sonuna kadar götürmesini bilecektir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos günü Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Badibê ve Hababê alanları arasındaki Şehit Reşo alanı TC ordusu tarafından kundaklanmıştır. Kundaklama sonucu başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos günü Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Badibê ve Hababê alanları arasındaki Şehit Reşo alanı TC ordusu tarafından kundaklanmıştır. Kundaklama sonucu başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
10 Ağustos günü öğlen 12:00 ile 11 Ağustos günü sabah 08:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Çarçela alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve top saldırısı yapılmıştır.
12 Ağustos 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Ağustos günü Batman’ın Sason ilçesine bağlı Geliyê Zorê, Şex Hamza, Sinda, Dumila ve Vegenê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Çoğu zaman hayatın kendi pencereleri olduğuna ve her daim de ne kadar çok pencereden bakılırsa hayatın anlamının derinleşeceğine inanmışımdır. Biz dağlardayız yani kimine göre terörist, kimine göre bölücü, kimine göre uslanmayan maceracılarız vs, vs uzayıp giden ve geneli kendinden makul kavramlar içinde lanse edilmeye çalışılırız… Öyle ki son dönem tartışmalarında bizlere yer aramaya başlayan, hatta dağdan inmemizin kendi düşüncelerinin sığlıklarında geliştirecekleri projelerle pek ala mümkün olabileceğine inananların sayısı da gün geçtikçe artmakta. Başta da söylediğim gibi hayatın güzellikleri başka pencerelerden bakabilmekte yatıyor daha da somutlaştırırsak; başkaları için yaşamayı gözünü kırpmayanların işidir hayatın akışına anlam biçmek ve uslanmadan ömür vermek… Ötesi karanlıkta aynaya bakmak olur, onun da çok fazla bir anlamı yoktur.
Çoğu zamanlar TV’yi, köşe yazarlarını takip ettiğimde söylenenlerin, ortada dolaştırılan kurguların saçma yönlerini komik buluyorum. Fakat bunların getirisi ne olur diye düşündüğümde, açık belirtmek gerekirse; böyle devam ettiği halde şafağın çok da aydınlık olduğunu söylemek her halde aşırı iyimserlik olur diye de düşünüyorum. Bundan dolayı da ilk başta dikkatimi çeken noktada kullanılan argümanlar oluyor, mesela bir siyasi görüşmede, taraflardan biri kendi kimliğini absürtlüğün daniskalığında şekillendirmeye çalışıyor, yine bu görüşmeye yönelik muhalefet yapmak isteyenler de görüşmeyi “Kandil’le ya da İmralı ile yapılmış sayıyor”!
Aslında kısa bir hikayenin kıssasıyla meramımı daha iyi anlatabilirim; bir gün ermişi ziyaret edenler sormuşlar ermişe “bize gerçek sevgiyi söyleyenlerle, sevgiyi yaşayanları gösterebilir misin?” diye. Tabi bunun üzerine de ermiş “olur göstereyim” demiş ve bir sofrayı hazırlatmış. Ondan sonra hazırlanan bu sofra için bir grup getirtmiş ve gelen grubun önüne meşhur, uzunluğu bir metre olan derviş kaşıklarını koydurtmuş. Sofranın etrafında oturanlar ellerine aldıkları bir metre uzunluğundaki kaşıklarla, önlerinde bulunan tabaklardaki çorbayı içmeye çalışmışlar. Fakat bunun mümkün olmadığını anlayarak, her biri kurulan bu ermiş sofrasından aç kalkmışlar, bunun üzerine ermiş, yanındakilere “gördüğünüz gibi bunlar sevgiyi söyleyenlerdi” demiş ve ardından diğer bir grubu sofranın başına davet etmiş. Gelen ikinci grupta yer alanların yüzlerinde aydınlık ve göz bebeklerinde çakmak çakmak kıvılcımlar varmış. Bu grup sofranın etrafına kurulduğunda, ellerine aldıkları kaşık ile kendilerini doyuramayacaklarını çok iyi bildikleri için başlamışlar karşısında oturanları doyurmaya. Tabi hal böyle olunca sofranın etrafında oturanların sevgiyi böyle yaşamaları sonucu hepsi sofradan afiyetle kalkmışlar. Bunun üzerine gördüklerine şaşırmış olan ziyaretçilere bizim ermiş, “gördüğünüz gibi bunlarda sevgiyi yaşayanlardı” demiş.
Yaşadığımız bu günlerde, geliştirilen bu tartışmalarda nedense bazıları inatla ellerinde tuttukları derviş kaşıklarıyla çorbadan içmeye çalışıyorlar, ama bırakın çorbadan içmeyi, gün geçtikçe üstlerini ne kadar kirlettiklerini dahi göremiyor ve inatla kaşığı daha çok çorbanın bulunduğu kaseye daldırmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da sevginin söylenmesi ve yaşanması arasındaki gerçeklik, içinden geçmekte olduğumuz böylesi hassas bir dönemde daha fazla bir önem kazanıyor.
Daha öncesinde ifade ettiğim gibi biz dağlarda yaşayanlarız, yani dağın çocukları-cumartesi analarının gözyaşıyız… Elimizde tuttuğumuz kaşıklarımızla karşımızdakini doyurmayı erdem bilecek kadar müreffeh bir gönlümüz, döndüğünde ıslık çalacak kadar yürekli olan direnişçilerle dayanışacak kadar güçlü omuzlarımız var. Siz hala terörist, bölücü felsefesine yapışıp, üzerinizdeki kirlerin farkında olmadan, pencerelerinizden ucuz matlıklardaki hülyalarınıza dalıverirseniz tarih denilen ve durmadan büyüyen organizmanın içinde hep karanlık olarak kalacaksınız…
Sözün anlamından ziyade, böylesi bir dönemde taşınabilecek tek kaygı geleceğe neleri bırakacağımızdır. bundan dolayı da geliştirilecek argümanların değişmesi ve dünyalarınızda başkalarını da doyurabilmenin önceliklerinizin arasına girmesi önümüzdeki sürecin inşasında belirleyenler olacaktır. Yani demem o ki; hayatın anlamına ulaşmaya çalışmak, farklı pencerelerin pervazlarına yaslanmak bazen hayatın kendisi olmaktadır.
- Ayrıntılar
Daha küçük bir çocuktum, ortaokula gidiyordum. Biraz da minnacıktım. Tıfıl tıfıldım.
Orta biri bitirmiş, orta ikiye hazırlanıyordum. Ben yeni bir eğitim ve öğretim yılında soykırımcı okula gitmeye hazırlanırken, yıl 1980 yılı idi. Aylardan ise Ağustos ayının sonlarıydı. Daha 12 Eylül askeri darbesi de olmamıştı.
Yeni bir eğitim yılına hazırlanırken köydeydim. Ailem de köydeydi. Daha bir bütünen Amed’e taşınmamıştı. Ben okul hazırlığını yaparken, ailem de bir bütünen Amed’e yerleşmenin hazırlıklarını olanca hızıyla sürdürüyordu. Hazırlıklar sürerken ben de, bol bol ceviz topluyordum. Bir gün yine ceviz toplarken, köy çocukları bir haber getirdiler. Dediler ki, üç cendirme gelmiş. Herkesi çağırıyorlarmış. Tüm köylüleri bir yere topladılar.
Ardından bir köylümüzün ellerini arkadan kelepçelediler. Ayaklarını da bağladılar. Sırt üstü yere yatırdılar. Ayaklarındaki çorapları çıkardılar. Bir cendirme yaşlı köylümüzün göğsüne oturdu. Çavuş olan bir cendirmenin komut vermesiyle birlikte, üçüncü cendirme de falakaya yatırdıkları köylümüzün ayaklarını vurmaya başladı. Vuran cendirme yorulunca, köylümüzün oğlunu çağırdılar. Oğula, babasına falaka işkencesini yaptırdılar. Cendirme vuruyordu, bizim köylü acıyla haykırıyordu. Oğluna vurdurtuyorlardı, babası yine inliyordu, ax u wax çekiyordu. Acıyla haykırıyordu.
Köylümüze işkence yaparken, hepimize de seyrettiriyorlardı. Bununla bizi sindirmeye ve korkutmaya çalışıyorlardı.
İşkenceye bir bahane de bulmuşlardı. Güya köylümüz, bir polisin silahını karakoldan çalmışmış. En dikkat çeken yön ise o zaman bu üç cendirme, tam tamamına 60 km uzaktan yaya yürüyerek bizim köye gelmişlerdi. O zaman üç cendirme demek, üç Allah demekti. Onların olduğu yerde Allah yoktu. Onların olduğu yerde Allah onlar, gerisi kul köle... Velhasıl bizim şişko ve yaşlı köylüyü öyle bir hale getirdiler ki, ayak derileri su ile dolu balon vaziyetindeydi. Etle deri arasında toplanan, aslında su rengini alan kandı. Bu durumu gören ben, eski ben olmayacaktım artık.
Amed’de okusam da, ailem oraya taşınmış olsa da, asla köyden de vazgeçmeyecektim. Şehirden ziyade köyde yaşamak arzusundaydım. O zaman bu arzumu ancak 4 yıl sonra yerine getirebilecektim. 4 yıl sonra dediğim 1984 yılıydı.
Hatırladığım kadarıyla da yeniden köye gittiğimde Haziran ayının sonuydu. Köye yetiştiğimden bir saat sonra amcam da ilçeden köye geldi. Zaten evi köydeydi. İhtiyaçlar için ilçeye gitmişti. Daha ilçede işini bitirmeden amcamı ve yakınımızdaki köylerden birkaç köylüyü düşman askerleri ilçe merkezinden toplayarak zorla yakınımızda ki bir köye getiriyor. Yakınımızdaki köyde altı kişilik bir gerilla grubunun olduğuna dair bir istihbarat, bir ajan tarafından düşmana bildiriliyor. Düşman bunun üzerine binlerce askeri, cemse ile panzerlerle HRK gerillalarının bulunduğu yerin yakınına taşıyor. Helikopterlerle de yakın tepelere indiriyor. Amcam ile diğer köylüleri de zorla öncü kobay olarak kullanıyor. Sonuçta çatışma çıkmıştı. Çatışma bitince amcam ile diğer köylüleri düşman serbest bırakıyor. Tabi ki, sonradan amcam köye geldi. Amcamın sıcağı sıcağına anlattığına göre çatışma çıkar çıkmaz, tüm askerler tir tir titremeye başlamışlar. Oruç ayı olduğu için bazıları oruçluyuz demişler. Bazıları hastayım demişler, korkudan hepsi kendisini geri çekmiş. Erzurumlu bir Kürt asker ise hemen öne atılmış ben savaşırım demiş. Nasıl hücuma kalmış, arkadaşlar bunu oracıkta vurmuşlar, yaralanmış ama ölmemiş bizim “alavere dalevere Kürt Mehmet nöbete” desturuyla hareket eden ahmak.
Daha 15 Ağustos’a bir buçuk aylık süre vardı. Köyümüzde gerillanın ilk kurşunları patlamıştı bile. Üçüncü gün yine bir çatışma çıktı ve ikinci kurşunları da patladı. Artık 15 Ağustos adım adım geliyordu. Köyden Amed’e döndükten birkaç gün sonra 15 Ağustos’ta ilk kurşun da atıldı.
Bir geriye dönüp baktığımda eskiden üç cendirme ile Kürdistan’daki koskoca bir ilçe ve doğal kale gibi dağlar zapturapt altına alınırdı. 60 kilometre yürüyerek, her adımını bir işgal adımı olarak atan cendirme yerine ancak 40 ile 50 bin askerle aynı yere girebilen bir Türk ordusunun halini düşünün. Bu hakikati düşünebilenler, ondan sonra 15 Ağustosun nasıl bir hamle olduğunu ve ne tür devrimlerin içe gelişmesine kaynaklık ettiğini daha iyi anlayabilirler.
Derler ya “bazen bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.”
Yaşayarak, çatışarak gördüm yazdıklarımı. Bu yazdığım iki olay yaşadıklarımı anlatmak açısından okyanusta damla misalidir. Kumsalda ise bir kum tanesi olmasa da iki kum tanesi misalidir.
Özcesi bu makalede yazdıklarım 15 Ağustos atılımının kazanımları açısından sadece kumsaldaki iki kum tanesi kadardır. Okyanustaki bir damla kadardır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Ağustos günü Batman’ın Sason ilçesine bağlı Geliyê Zorê, Şex Hamza, Sinda, Dumila ve Vegenê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Ağustos günü (bugün) sabah 04:00-05:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Basya alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar