Daha henüz oyun çağımızdayken gerillada silah arkadaşı olduğumuz Halil İvedi (Fadıl) Hasan Çelik (Cemil), Hasan Adak (Behri) ve öteki pek çok arkadaş ile mahallede oyun arkadaşıydık. Halkımızın ve ülkemizin gerçekliğinden dolayı yarım kalan doyamadığımız oyunlarımızın özlemi içimde, yüreğimdedir hala.
Bunlar arasında en sık oynadığımız oyun Gurki bilezi oyunuydu. Bu oyunda: sicim ile sarılarak yapılmış yan yana açılmış iki avuç içine sığacak büyüklükte bir çaput top ile yukarıdan aşağı, topa vuruş noktasına doğru kalınlaşan orta boy bir sopa vardır. Takımlar, düz bir alanda, epeyce bir mesafede karşılıklı yerlerini aldıktan sonra, bir takımın görevlisi, topu karşı takımın üzerine fırlatır; karşı takımın görevlisi de elindeki sopa ile üzerine gelen topa vurmaya çalışır. Bu takım havalanan topu yakalarsa oyunu kazanır; yakalayamazsa kazanan öteki takım olur.
Bu satırları okuyan, batı merkezli düşünmekten muzdarip ışıldak okuyucu, o egemen nitelikli salt analitik “bilgeliği”nin ekeliği içinde:
Aaa… Bu oyun Amerikan beyzboluna ne çok benziyor… Diyecektir.
Ma, ne var ki böyle bir söylem ve yaklaşım; bir nineyi torununa benzeterek ona:
Aman nineciğim, torununuza ne kadar benziyorsunuz, hık demiş burnundan düşmüşsünüz vallahi, ancak bu kadar olur ha… Demek kadar absürt, abes, ve görünüşteki bütün kesinligine rağmen ters ve komik bir durumdur bu okuyucu…
Ma bu, her şeyi kedisiyle başlatan narsist eğemen batı merkezlilikteten, bu dramatik komiklikten hepimiz bir parça muzdarip değil miyiz?
Bizim Gurki bilezi Amerikan Beyzboluna değil, Amerikan Beyzbolu bizim Gurki bileyize benzetilebilir.
Çünkü bugünkü batı toplumları ve egemen sınıflı toplum uygarlığı, egemen tarihin kaydetmekten bilinçli bir özenle kaçındığı, yok saydığı kadın eksenli çağda, Kürdistan’dan-Botan’dan batıya Avrupa’ya göç eden kadın eksenli tarım toplumları ve onların tarım uygarlıklarının üzerinde yükselmektedir. Öyle ki günümüzün sanayi ve sanayi ötesi toplumlarının altyapılarındaki tarım toplumu ve tarım uygarlığının kadın eksenli temel degerlerini, mümkün olsa da tutup çekiversek, geriye beyni-iç organları alınmış insan kadavrası gibi bir şey kalır ki, bu da zaten mevtadır, okuyucu…
Nitekim bugünkü centilmen İngiliz egemenleri soyluların tutkulu hobileri Golf oyunu da bizim Botan çıkışlı bir oyundur. Centilmenler gocunmasınlar ama Botan’da bu oyunu özellikle Koçer çobanları oynarlar. Aryen çobanlarının ana yurtları Botan’ın sadık Koçer çobanlarının Anglo-sakson soylularından centilmenlerinden daha tutkulu oynadıkları bu oyunda: Gurki bilezi de ki toptan çok daha küçük ve çok daha sıkı sarılmış bir top (Kürtçe Go…) bu kez topa vuruş noktası bir sopa; ve topun içine girebileceği büyüklükte bir çukur vardır. Her oyuncu kendi başına olmak kaydıyla iki-üç-dört ve daha fazla oyuncuyla oynanan oyunda, oyuncular ellerindeki sopalarla vurdukları topu, yerdeki çukura sokmaya çalışırlar.
“Go bilezi” yani top oyunudur. “Go” ile “Golf”ün köklerinin de aynı olduğu görülür.
Gerillanın Anılarından
- Ayrıntılar
İlkokula başladığım günü bugün de anımsıyorum. Kapalı, tek düze dünyamda yaşadığım farklı bir gündü. Merak, heyecan, şaşkınlık, sevinç, kaygı yüklü karmaşık duygular… O ilki yaşayan herkes bilir… Kahkahalar içinde gülmeye de, çığlıklarla ağlamaya da hazır halde sıralarında oturan öğrencilerin yazgısı artık öğretmen ve onun zihniyetine bağlıdır. Karşımızda kara tahtanın önünde ayakta konuşan yetişkin birini dinliyor, fakat söylediklerini bir türlü ayrıştırıp, anlayamıyorduk. Devletin bizi eğitmek, babamın deyimiyle “adam” etmek için yolladığı bu yetişkin kişinin o durumda neler hissettiğini bilemem. Fakat bizim duygularımızın toplamı büyük bir şaşkınlıktı.
Bir süre sonra bize hariçten gazel okuyarak sonuç alamayacağını anlamış olsa gerek ki öğretmen, üst sınıflardan bir öğrenciyi tercüman olarak getirdi. Kimin oğluydu anımsamıyorum ama bu tercüman öğrenci, öğretmenin bize ana dilimiz Kürtçeyi yasakladığını, yine ana dilimiz Kürtçe ile duyurdu. Tercümanımızın ana dilimiz Kürtçe ile bize bir bir izah ettiğine göre: bundan böyle derste, teneffüste birbirimizle; evde, anne, baba ve kardeşlerimizle Kürtçe konuşmayacaktık (!).
Öğretmen herhangi birimizin Kürtçe konuştuğunu görür ya da duyarsa bizi şiddetle cezalandıracağını, döveceğini söylüyordu. Dahası öğretmen kendisinin olmadığı, ulaşamadığı her yerde başkaları tarafından bu konuda izlenip, gözleneceğimizi, bu kişilerin Kürtçe konuştuğumuzu kendisine bildirmesi durumunda da bizi cezalandırıp, döveceğini söylüyordu.
Devlet bizi eğitmeye, bizi zor yoluyla ana dilimizden vazgeçmeye zorlayarak; ana dilimizi bize zor yoluyla unutturarak başladı. Devletin bize verdiği ilk ders bizim, devletten aldığımız ilk eğitim bu oldu.
Sen söyle okuyucu: bize terörist demekten, mazoşistlere özgü garip bir haz duyan devletin bu uygulamaları terör değilse nedir? Bundan daha zalim ve alçakça bir terör olur mu? Devletin bu yolla kişiliğini parçaladığı Kürt çocuklarının sayısı kaçtır? Bu yolla kişilikleri parçalanan Kürt çocuklarının toplumsal yaşamdaki durumları, sorunları nelerdir? Bu sorular Türkiye’nin ve dünyanın pedagoglarınca ele alınıp, işlenmesi gereken bir insanlık sorunudur. Daha okulun ilk günlerinde öğretmenin devlet adına koyduğu ana dil yasağına rağmen okulda, teneffüste ana dilimle Kürtçe konuştuğum için öğretmenin içimizden örgütlediği arkadaşlar tarafından ihbar edildim. Sınıfta öğretmen tarafından cezalandırılmak üzere arkadaşların karşısına kara tahtanın önüne çıkarıldım. Dört kişiydik; teneffüste okulun önünde kendimizi kaptırdığımız oyunda çığlıklarımız bile Kürtçeydi…
Ana dillerini konuşmaktan suçlu yedi yaşındaki dört çocuk olarak bak nasıl cezalandırıldık okuyucu: Kürtçe konuştuğumuz için bizi cezalandırmak üzere kara tahtanın önüne çıkaran öğretmen elinde esaslı bir sopayla başımıza dikilmiş vahşi bir öfke içinde:
Domalın ulan! Diye hırlıyordu.
Anlamı neydi, ne demekti bu? Bilmiyorduk. Öğretmenden ve onu bizi eğitmek için yollayan devletten çok geri (Botan vahşileri) olduğumuzdan anlayamıyorduk. Biz korku içinde ne yapacağımızı bilmez halde bön bön öğretmene bakıyorduk. O yani eğiticimiz pedagog da hırlama ötesine geçmiş, öfkeden öte cinnet içinde:
Domalın dedim ulan! Diye uluyordu.
Öğretmen (ama ne öğretmen…) kendisiyle dil birliğinden yoksun olduğumuz için; derste bize anlattığı şeylerin esasını bir de vücut diliyle anlatır, jest-mimik hareketleriyle olmadık maymunlukları, şebeklikleri yapardı.
Kendini Kürt çocuklarını Türkleştirme çalışmalarına adamış bu ülkücü büyük Türk pedagogu pandomim sanatından tatmin edici bir sonuç alamazsa, resim sanatına başvurur, küçük ‘vahşiler’ olarak bir türlü anlayamadığımız konuyu, ‘büyük uygar’ olarak o, birde kara tahta üzerinde beyaz tebeşirle çizdiği çizgilerle anlatırdı bize. Bu büyük Türk münevverine bir plaket olsun verilmiş midir acaba? Devlet bencil ve nankördür. Böylelerini alır, önce ekonomik olarak düşürüp, mahkum eder; sonra ideolojik kültürel olarak balon gibi şişirir, ardından da göreve atayarak, üç-beş kuruşa eşşek gibi çalıştırır. Sonra da egemen yaşamda ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak her bakımdan domalmış halde bir kenara fırlatıp atar onu.
Bu domalma bahsinde öğretmen hırlayıp, uluyor fakat nedense bir türlü uygulamalı izaha girişmiyordu. Bunun yerine çılgın bir öfke cinnet içinde ve iğrenç küfürler eşliğinde:
Domalın ulan! A…. S… min…. Sıpaları diye haykırarak, elindeki sopayla kıyasıya vuruyordu bize.
Fakat biz, bizden istenenin ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmediğimizden iyice perişanlıyorduk okuyucu.
Sonunda kan-ter içinde çaresiz kalan ittihatçı büyük pedagog, üst sınıftan Türkçe bilen bir tercüman getirdi. Ona sorunu anlattı. O da bize uygulamalı olarak tercüme etti: buna göre;
Avuçlarımızı diz kapaklarımıza bastırıp, gövdemiz ve başımız yere paralel oluncaya dek belimizi kırıp, eğiliyorduk. Batı merkezli örgütlü egemenlerin Prusya ekolünden İttihatçı pedagogu da elindeki sopayla kalçalarımıza vuruyor, vuruyor, sonunda hırsını alamayıp, tekmeyle girişerek, bizi yere yıkıyordu.
İşte okuyucu bu İttihatçı pedagog öğretmen ve onu bize yollayan “yüce” devletten aldığımız ikinci ders bu oldu.
İkinci ders konumuz devşirme ittihatçı resmi Türk argosunun çocuk eğitimi (pedagojisi) ile ilgisinin ne olduğunun izahı elbette ki kuralsız asimilasyoncu devlet kurumuna düşer. Eğer yaşıyorsa, kendiside devlet tarafından ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak domaltılıp, bir kenara atılmış olduğu kesin olan o zavallı, öğretmene değil.
Bu kadar değil okuyucu, konu ne denli kokuşmuş ve iğrenç bir konu olursa olsun, yine de ele alıp, kabaca irdelemek zorundayız.
Devlet görevlisi öğretmenin ana dilimiz Kürtçeyi konuştuğumuzda bize uyguladığı cezalardan biri de, kendi deyimiyle “eşek tranşıydı”. Devletin öğretmeni, o gün ya da o an eşşek saatinde değil de eğer “eşref” saatindeyse, ana dilini konuşma suçunu işlemiş olan erkek öğrencileri sınıfın önüne çıkarıyor, elindeki makas ile onların saçlarını çeşitli biçimlerde mesela bir favoriden ötekine, alından enseye kadar kesip kırparak “haç” işareti yapıyordu.
Ana dillerini konuşma suçunu işleyen kız arkadaşlar da, devlet öğretmeninin evine su ve odun taşıma, temizlik vb. angarya işleri yapmakla cezalandırılıyordu.
Bir de bu her bakımdan terbiyesiz hergele zıpçıktı İttihatçı devlet sıpası, hem hepimize toplu hem de her birimize ayrı ayrı “kırolar ve kıro” diye hitap ediyordu. Adabı ittihattan geliyor ya…
Bu konuda senin durumun nedir okuyucu? Devlet senin üzerine öğretmen kisvesine büründürdüğü hangi zebanisini yolladı? Ve ana dilini konuşma suçunu (!) işlediğinde sen daha yedi yaşındayken o küçücük ya da kepçe fakat kesinlikle pespembe saydam kulağından tutup körpe başını kara tahtaya çarptığında, o yaşta sana neler olduğunu bu güne dek anlayabildin mi? yalnız ve yalnızca ana dilini konuştuğun için seni nasıl dövdü? Sana hangi hakaretleri etti? Anımsıyor musun? Mutlaka anımsa ve asla unutma; nedenlerini, sonuçlarını anla, anlat va aş okuyucu!
İçimizdeki bu dert çok ağır ve çok derindir okuyucu… O yaşta uğradığımız derin kişilik kırılmalarımızın zaman içinde kişilik parçalanmalarına dönüştüğünü; bu konuda bütün yaşam süreçlerimizi belirleyen çok derin, çok ağır ve üstelik örtülü (bilincinde olmadığımız, ayrımına varmadan yaşadığımız) köklü kişilik sorunlarına neden olduğunu görüp anlamalıyız okuyucu.
İnsan kişiliğinin, yaşamının bütün süreçlerinde baştan sona belirleyici olan, toplumsal kültürel genleri üzerinden gelen kalıtsal ve bunun üzerine çevresine daha ana rahmindeyken sağlamaya başladığı edimsel alt yapı değerlerinin oluştuğu, sıfır altı yaş arası çekirdek birikimini alçakça kırıp, dökerek; bize “Türkleştiğin ve benim gibi olduğun oranda toplumsal yaşama katılabilirsin! Değilse sana yaşam hakkı tanımam. Kendini Kürt olarak ifade edemezsin!” diyen ve bu dediğini devlet zoruyla, şiddetle uygulayan bir zihniyetin hakim olduğu yaşama-düzene; kırılıp, parçalanmış bir kişilikle yedi yıl geriden başlamanın kendimizde, halkımızda ve insanlıkta yarattığı sonuçları anlatalım, ortaya koyup, tartışalım. Birbirimizin terapisti olalım, bu dertle, bu yükle yaşanmaz okuyucu…
Yaşadıklarımızın çocuklara uygulanan bir İttihatçı devlet terörü olduğunu haykıralım! Böyle bir terörle uğradığımız kişilik parçalanmaları ve kişilik sorunlarımız içinde egemen dünyada kendimizi toplumsal ifade çabamızın sonucu “arabeskliğimizi” anlayalım ve aşalım…
Böylesine ağır ve korkunç devlet terörü altında sürdürmeye çalıştığımız toplumsal yaşamda, çocuğun insanın sonradan kazanabileceği toplumsal yetenekleri, becerileri kazanamayıp, devlet terörüyle savrulduğumuz metropol varoşlarında heba olduğumuzu… Anlayalım ve herkese haykırarak duyuralım.
Doğanın insana lütfettiği, toplumsal, kültürel genlerimizdeki, potansiyel yeteneklerimizi açığa çıkaramadığımızı ve bizde yüklü bu harikulade insanlık değerlerinin açığa çıkmadan yitip, gittiğini, halkımızın ve insanlığın bu bakımdan tahmin edilemeyecek kayıplara uğradığını haykıralım! İç Asya’dan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Anadolu ve Mezopotamya’ya gelen devşirme birileri, geldikleri yerlerde uğradıkları kimlik yıkımının kompleksini, güçlerinin yettiği herkesi kimliksizleştirip, kendine benzetme çabası içindekiler ulus devlet kurup, temel güdülerini doyuracaklar diye, bize reva görülenlerini bütün çıplaklığıyla bütün dünyaya anlatalım.
Gerillanın Kaleminden
- Ayrıntılar
Gizemdir gerilla. En göz önündeki zamanlarda bile aslında görünmezdir gerilla. En çok beklenen yerde karşınıza çıksa bile, gizemli bir sürprizdir gerilla. Gizem bir taktik yada bir strateji değildir gerilla için. Onun varolma biçimidir gizem. Bu öyle belli bir dönemin, belli bir zamanın askeri örgütlenme biçimiyle alakalı değildir. O, ezilenlerin tarihten süzülerek gelmiş bütün direnme biçimlerinin bileşkesidir. Sadece ulusların, sınıfların yada herhangi bir toplumsal kesimin, kendini varetmek için başvurduğu bir savaş ve ordu biçimi değildir.
O, içinden çıktığı her toprağın rengini alan, biçimini alan, ruhunu alan, herşeyiyle tam bir gizemdir. Onun gizemi, gizemli olma çabasıyla alakalı değildir. Onun gizemi, bilinen aklın dışında varolmasıyla alakalıdır. Bilinen akıl mülkiyetin, tahakkümün, zülmun aklıdır. Bilinen akıl, egemenlikçidir, cinsiyetçidir, doğa düşmanıdır. Bilinen akıl, sonuna kadar zülumkardır, hilekardır, yalancıdır. Bilinen akıl, güce tapar, maddeyi esas alır, ruhsuzdur. Ve bu yüzden bilinen aklın sınırları içinde akıl üretenler için, büyük bir gizem, bir muammadır gerilla.
Kontr-gerilla diye bir savaş taktiği ve onun kütüphanelere sığmayan teorilerini geliştirseler de, hep yenilmişlerdir gerillaya karşı. Ve en çözdük dedikleri zamanda bile, habire yeni teoriler üretmelerinin nedeni, herşeyiyle bir gizem olmasındandır gerillanın. Özgürlüktür gerilla. Doğayla bütünlük, toplumsal eşitliktir gerilla. Zülme karşı başkaldırı, zalimin korkulu rüyasıdır. Savunduğu toprak kadar toprak, savunduğu toplumun herkesiminden birşeyler taşır kendinde.
Ezilen sınıftır gerilla. Ezilen cinsttir, ezilen halktır, ezilen çocuktur ve talan edilen topraktır gerilla. Beş bin yılın bütün direnme biçimlerini kendinde bir ruh haline getiren en gizemli direnişçi olan kadın cinsinin taa kendisidir gerilla. Egemenler için bu kategorilerin hepsi yeniktir çünkü adı üzerinde, ezilendir onlar. Yenilmişsen, ezileceksin doğal olarak. Fethedilmişsen, sömürüleceksin doğal olarak. Sömürülüyorsan, susacaksın, boyun eğeceksin,merhamet dileneceksin, şükredeceksin hatta.
Egemen akıl, iktidar aklı bunu bilir, bunu söyler, bunu emreder. Bunun dışındaki hiç bir düşünme biçimi akılcı ve gerçekçi değildir. İşte tam da bunun için gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın ve gerçeğin dışında ve ötesindedir gerilla. Bu, onun tarihsel varolma biçimidir. Egemenlerin tarihi onları hep öcü, şeytan, cadı, terörist ve bir sürü adla tanımlamışlarsa da, onlar halkın bağrında hep yer bulmuşlardır kendilerine.
Dağların derinliklerindeki direnen aşiretin kahraman süvarileridir onlar. Çölün en fırtınalı yerinde bir bedevi atının sırtındaki heybetli Ali’dir onlar. Amazonlardaki orman hayaletleri Zapatistalardır onlar. Karacadağ’ın eteklerindeki Hedwan’ın süvarisi Derwêşê Evdi ve on iki süvarisidir. O yüzden egemenlerin kitaplarında korku kaynağı ve kötülük simgesiyken gerilla, halkların masallarında, efsanelerinde ve destanlarında tanrısal gizemin yenilmez kahramanlarıdır onlar.
Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında bir akılla vareder kendini. Zülme karşı direnişin, adaletsizliğe karşı eşitliğin, iktidara karşı özgürlüğün aklıyla düşünür. Hürafelerin ve küfrün diline karşı, masalın ve efsanenin dilidir onlar. Çünkü bütün haramların, günahların kaynağında yasak elma vardır. Bilgisizlik üzerine inşa edilir iktidar. Bilgisizlikle beslenir zülum. Ve bilgisizlikten doğar bütün teslimiyetler.
Gizemdir gerilla. Çünkü Adem babalarının izinden gitmiştir. Bütün bilgi ağaçlarının bütün bilgi meyvelerinden süzülmüş bir aklın sahibidir gerilla. Toprağın çocuğu, ormanın kardeşi, börtü böceğin oyun arkadaşıdır o. En gizli çeşmenin, en saklı meyvenin, en sağlam sığınağın usta bilicisidir o. Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında, bilinen hayatların dışında, bilinen yaşam biçimlerin dışında kendini varetmenin ustasıdır o.
Ol bu sebeple, gizemin dışında kalanların gerillaya ilişkin söyledikleri her söz beyhude bir yalan, çaresiz bir laf kalabalığının ötesine geçemez. Ve yine ol bu sebepledir ki bu gizemin dışından gelenler için gerillayla savaşmak, sadece gölgelerle savaşmaktır. Bu savaşı yaşayanlar bilirler, o yüzden en gelişkin silahlar, en ileri teknolojiler, en kale kalekollar kurtaramaz onları gecenin gizemli savaşçılarından. Vurulur belki en kıyıcı silahlarla, en atom teknolojilerle ama eksilmez, hep çoğalır gerilla. Çünkü kurumayan çeşmenin, dinmeyen rüzgarın ve bereketli toprakların çocuğudur gerilla.
Yenilmez, hep çoğalır. Çünkü hiç bir masalda, hiç bir destanda, hiç bir efsanede yenilmez kahramanlar. Bilir bunu, onu bağrında besleyen halk, kucağında besleyen toprak ama bilmez, zülmun aklı ve akıldaneleri. Zülum hep zalimin elindeki kırbaç ve kurşunla konuşur. Gerilla ise hep sabır ve sessizlikle örer direnişini. Çünkü bilir o, hiçbir zülmun kırbacı işlemez sabra ve hiç bir mermi işlemez gününü bekleyenlerin suskunluğuna. O yüzden sabırla ve suskunlukla örer gerilla, zalime karşı mazlumun gazabını. Ve o, kendi gizeminde bilgesidir zaferin. Zafer gazapla gelecekse, o bilir, en büyük gazap mazlumun ahıdır. O boğuk, o derin, o öfke dolu ah, birikir de birikir gizemli sessizliklerde, sabırlı suskunluklarda. Sonra çatlar sabrın taşı ve çığlığa dönüşür suskunluk.
İşte gizemi gerillanın çatlamış sabır taşı ve zülum sessizliklerindeki ahın çığlık hali olmasıdır. İşte bundandır mazlumlar için en tanıdık bir evlat olarak kucaklanan yüreğinin bir parçası, gözünün bebeğidir gerilla. Hep gözlerinin önünde hep görülebilen, hep duyulabilen bütün gözlerin ve kulakların duyup görebildiği bir gerçektir gerilla. Zülmun azap askerleri için ise bütün zamanların gizemi, tanrıların acımasız yıldırımıdır o. Mazlumlar için nerde görseler onları, ‘hoşgeldiniz, biz de sizi bekliyorduk’ denilip ekmeklerini bölüştükleri sevgili evlatları, umut dolu yarınlarıdır. Zalimler ve savaş borazancıları için ise hep ‘nereden çıktı bunlar’dır.
Gizemdir gerilla. Mazluma hep aşikar olan, zalimi kör eden...
Bir yıldan fazladır Kürdistan dağlarının bir çok yerinde bir gizemi paylaştım gizemin çocuklarıyla. Olup bitenler hep gözlerimin önündeydi. Cehennemi acılarını ve bütün cehennemlerin, yanında sönük kaldığı suskunluk zamanlarını paylaştım. Bir bahar ve bir kış paylaştım. Bir kışın bu kadar ateşten ve can yakıcı olabileceğini ve insanların yüreklerinde bu kadar gazap biriktirebileceklerini büyük bir hayret ve hayranlıkla izledim. Ve yazdım bunları.
Onlarca canlarını kışın amansız donduruculuğu içinde çağın bütün ölümcül teknikleriyle canlarına can kattılar bereketin topraklarına. Kahpe pusularda en güzel oğullarını ve kızlarını bembeyaz kara gömdüler. Komutan Rûbar’ı, komutan Hamza’yı, komutan Brûsk’u, komutan Arjin’i, komutan Berfin’i, komutan Armanc’ı, komutan Rûken’i ve onlarca canlarını bembeyaz kara ve derya yüreklerine gömdüler.
Cehennemler demlediler yüreklerinde. Gazapla emzirdiler akıllarını ve yüreklerini. Bahara cehennemler sığdırma sözüyle beklediler, dağların gelinliklerinden soyunmasını. Bütün kış boyunca onlar paylaştılar bunları benimle. Ve ben defalarca yazdım. Bu baharın ateş halaylarına gebe olduğunu. Baharla birlikte onlar düştüler yollara. Ben de peşlerine düştüm.
Yaşadığımız topraklar herşeyiyle baharı yaşıyordu. Baharların en bereketli toprakları ise çöl suskunluğunda kalsın istiyordu zulüm sistemlerinin sahipleri. Oysa zamanı gelmişse baharların, kimse güzelliklerin filizlenmesini engelleyemeyecekti bu topraklarda. Arjîn ve on beş güzel yoldaşının o kahpece katledişleri bile milyon bahara gebeydi. Bu kadar bereketli tohum düşecekti toprağa, hem de en bereketli toprağa ve çöl kısırlığı beklenecekti bu topraklardan. Bu ancak zalim kafaların kısır akıllarının bekleyebileceği bir kör hayal olabilirdi. Toprağın bereketli aklı olan çocuklar sadece zamanını beklediler baharın.
Baharla birlikte düştüler yollara. Bereketli akılları ince ince, derin derin ustaca cehennemler örmüşlerdi zulmün piçlerine. Bu topraklar kabul etmez piçleşmenin hiç bir biçimini. Baharda budanır ağaçlar piçlerinden. Temizlenir toprak ayrıksı piç otlardan. Ve kalekollarında yanılgılı güvenlerinde zulmün piçliğinden beslenen kiralık tetikçiler örülen cehennemlerin farkında değildirler. Oysa bütün kış, çığ çığlığında örülmüştür cehennem. Toprağın anaları bütün sevecenlikleriyle ertelenmesini istemişti baharı. Zalime bile şefkat tükenmiyordu onların yüreklerinde.
Biliyorlardı, eriyen karlar sadece boz renkli sular akıtmayacaktı ovalara. Kana boyanmış kardan kan selleri akacaktı ovalara ve analar, bütün şefkatlerinin bile bu sellere engel olamayacağını biliyorlardı. Sokaklardaki çocuklar, bahar oyunlarının, dağdaki oyun arkadaşlarının oyunlarına karışacağını biliyorlardı. O yüzden boş şişeler ve avuçlarını dolduracak taşlarla doldurmuşlardı zulalarını. Gizem mendillerini yüzlerine örtmenin binbir şeklini icat etmişlerdi.
Yani herkes öngörmüştü bu baharı. Kaçınılmazdı ateş halayları. Dağdan kopan ilk selle birlikte başlayacaktı halay. Zaten adet değil mi bu topraklarda, hep halaylarla karşılanır bahar. Ve en güzel halayları, ateşin ve güneşin çocukları Newroz ateşinin etrafında tutarlar. Ve Newrozla birlikte başladı ateşin halayı. Sonra dağlardan usul usul halaylar inmeye başladı ovalara. İşte o zaman gizemi göremeyen iktidar körleri ‘nereden çıktı bunlar’ diye başladılar tiz çığlıklar atmaya. ‘Kimin halayı bu’ diye anlamsız sorular sordular. ‘Neyin halayıdır diye bu’, anlamsızlıklara boğmak istediler bütün akılları.
Oysa halay başında bu halayın Rûbar vardır, Hamza vardır, Brûsk vardır, Armanc vardır, Rûken vardır, Mahir vardır, Berfin vardır, Arjin vardır. Toprağın bereketine bereket katanların ateşten halayıdır bu. Onlar halay başı, peşlerindekiler sevinçli halayın çocuklarıdır sadece. Nereye baksam bu gerçekler gün gibi aşikârdı.
Eylem hazırlığında günlerce, haftalarca yürüyen gerilla hangi köye, hangi zoma, hangi mahalleye inse yediden yetmişe tek bir cümleyle karşılıyordu onları, ‘Hoşgeldiniz heval. Gözlerimiz yollarda kaldı.’ Ve hemen herkes görev bilinciyle ve büyük bir disiplinle harekete geçiyordu. Çocuklar hızla köşe başlarına nöbete koşuyorlar. Analar kıştan ördükleri çorapları çıkınlarına koyuyorlar. Genç kızlar ve gelinler tandır başlarında ekmek pişirmeye gidiyorlar. Delikanlılar hemen kuşanıyorlar ve kurye olmanın, milis olmanın ciddiyeti ve disipliniyle kulaklarına fısıldanan görevlerinin başına geçiyorlar.
Her şey halay uyumunda. Sevinçli karşılamalar, fısıltılı işbölümleri ve uyumla hareket eden yediden yetmişe bir halk. Hepsi herkesin gözleri önünde ama bunu sadece gizemi çözenler biliyor, görüyor. Gizemin dışında kalanlar ise sağır ve kör. Bir gerilla komutanı kılık değiştirerek bir karakolun içine giriyor. Keşfini yapıp çıkıyor. Herkes görüyor bunu, karakolda kalanlar dışında.
Sonra düşüyoruz yollara. Her yol boyunda gizli işaretler, gizlenmiş erzaklar ve cephaneler, küçük pusulalar ve benim de tam anlayamadığım ve sormaya çekindiğim bir kişinin taşıyamayacağı büyük demir parçalar. Bunları kim, ne zaman ve nasıl bıraktı buralara, şaşırıyorum. Bazen yanımda yaşlı bir komutana, ‘heval kim ve ne zaman bıraktı bunları’ diye soruyorum. Gülümsüyor. ‘Reşkê şevê’ diyor. Anlıyorum ki tarihin derinliklerinden yardıma gelmiş gecenin cinleri.
Her türlü tekniğe karşı o kadar ilginç tedbirler geliştiriyorlar ki deşifre olmuş şemsiye taktiği dışında bilgi veremiyorum burada. Duysalar o tekniği geliştirenler, tekniklerinin bu kadar basitçe boşa çıkarılabileceğini, kilit vururlardı fabrikalarının kapılarına.
Yürüyoruz. O kadar uzun yürüyoruz ki, bu her yaştan gerillaların takatı nereden bulduklarına şaşıyorum. Bazen saatlerce iniyoruz derin bir vadiye. Tamam, her halde vadiye inecektik, yolculuk bitti, diyorum. Bu sefer başlıyoruz dimdik bir yokuşu çıkmaya. Saatlerce, günlerce yürüyoruz. Bir bakıyoruz bir zozandayız. Koskoca kar kevilerin yanında, yemyeşil çimenlerin ortasında, bir gölün kıyısında mola veriyoruz. Herkes düzlüğün kenarındaki kayalıkların arasına bırakıyor çantalarını. Çaylar yapılıyor. Erzaklar çıkarılıyor.
Çay ve yemekten sonra bu yorgunlukta fırsat bu fırsat herkes bir kayanın dibinde uyuyup dinlenecek diye bekliyorum. Artık orta yaşı biraz devirmiş olan kadın bir gerilla, çevresindekileri tahrik etmeye çalışıyor. ‘Heval’ diyor, ‘Allah bu meydanı birrê için yaratmış sanki’ diyor. ‘Birrê’ lafını duyunca bütün yorgunluk uçup gidiyor. Zaten böyle durumlarda tahrike gelmeyen oportünist sayılıyor. Ve hemen takımlar belirlenip dünyaya tepeden bakan bu zozanlarda nöbetçiler çıkarılıp eyleme hazırlanan gerilla grubu başlıyor birrê oynamaya. Öyle bir keyif ve ciddiyetle oynuyorlar ki, oportünist damgası yememek için ben de dalıyorum oyuna. Kan-ter içinde kalıyoruz. Birrê bitiyor, ara veriyoruz. Bir çay içiyoruz.
Sonra eskilerden biri mendil kapmaca öneriyor. Kadın gerillalar zaten hazır. Bu oyunda kendine fazla güvenli erkek gerillalar, kaptırıyorlar mendili çoğunlukla. Ben iyice yoruluyorum. Kahkahalar eşliğinde bitiriyoruz mendil kapmacayı. Oturuyoruz. Komutanların çoğu bir tarafa çekiliyor. Birşeyler planlıyorlar, belli. Diğerleri bir tarafa çekilip silahlarını temizliyor, raxtlarını kontrol ediyorlar.
Akşama doğru, nereden çıkıp geldiklerini anlayamadığım başka başka gruplar geliyor. İçlerinde yüzü puşilerle örtülü, tam donanımlı sivil giyimli olanların da olduğu oldukça kalabalık bir güç birikiyor orada. Her şey bir eylem hazırlığının olduğunu gösteriyor. Kısa bir toplantı yapılıyor. Böyle bir zamanda yapılacak eylemin tarihsel, siyasal ve askeri hedefleri anlatılıyor. Ama somut hedef eylem anına kadar gizli tutuluyor hep. Eylem başlayana kadar Şitazina ve Oramar karakolları olduğu aklına gelmiyor hiçbirimizin.
Eylem başladıktan sonra o kadar çok yerden ve o kadar değişik silahlarla ateş altına alınıyorlar ki, haftalardır bu gruplarla dolaşmama rağmen yine de şaşıyorum, bu kadar çok güç ve bu kadar ağır silah nasıl taşındı buraya diye. Oysa belki de onlarca karakolun arasından ve hep tepemizde olduklarını bildiğimiz her türlü keşif uçağı ve uyduların altında yürüyerek gelmişiz buraya. Hepsine karşı öyle ilginç tedbirler alınmış ki, bu koskoca ordu ve en gelişkin teknik kör ve sağır kalmış. Yada belki de gerçekten beraber yürüdüğüm, ekmeğini paylaştığım, beraber oyun oynadığım bu insanlar sadece hayalet belki. Yada gecenin gölgeleri onlar. Neticede ben de görerek anlıyorum ki ne kadar gözümün önünde olsalar da, ne kadar herşeylerini paylaşsalar da benimle, gizemdir gerilla. Ve bu gizemi sadece yaşayanlar anlayabilir.
Fazla uzun sürmüyor saldırı. Düşüyor karakol. Giriyorlar içine. Eylemlerini tamamlayıp yerleşiyorlar araziye. Günlerce sürüyor çatışmalar. Kuşatılmış karakollara ve tutulmuş araziye girmek için her türlü yol deneniyor. Ama öyle tedbirler alınmış ki nereye adım atsa, görünmez bir duvara çarpıyor işgalci askerler. Hangi dağı dolanmak isteseler, adeta ateş fışkırıyor toprak. Gözlerimizin önünde dört helikopter düşüyor. Sonradan onlarca askerin cenazesi gelen başka helikopterlerce alınıp kaçırılıyor adeta.
Şitazina ve Oramar’da yapılan devrimci operasyon günlerce devam ediyor. Gücün bir kısmı geri çekilirken, arazinin derinliklerinde arazi hakimiyeti kuran güçler iyice sağlamlaştırıp mevzilerini yerleşiyorlar bölgeye. Olup bitenler askeri taktik ve siyasal etkiler bakımından güçlü sonuçlar yaratıyor. Ama hepsinin ötesinde, bahara tek bir eylem yapamaz halde çıkması beklenen gerilla, bu toprakların baharının halaybaşı olduğunu gösteriyor bütün dünyaya.
Fabrikalar uçaklar üretebilir. Tanklar, toplar üretebilir. Çağın zulüm orduları en profesyonel eğitimlerle, en gelişkin tekniklerle donatılabilir ama hiç bir teknik ve hiç bir profesyonel ordu, topraktan filizlenmesini önleyemez bir çiçeğin. Kış bitmiştir. Dağlar soyunmuştur gelinliklerinden. Ve ekilen tohum bire bin fışkırmıştır bu bereketli topraklardan. Ve yine devrimci operasyonlarda baharın bereketli bağrına güzel oğulları ve kızları düşüyor bu halkın.
Baharın ardı yaz ve sonbahardır. Bu topraklarda daha hangi ateş halaylarının ince ezgisi derinden derinden bir halay hazırlığındadır, bilinmez. ‘Ne yapmak istiyor, neden yapmak istiyor ve nasıl yapacak gerilla’ diyenlere, sorularınız beyhudedir demek gerekir. Çünkü başlamıştır halay ve halaybaşları dışında kimse bilemez bir sonraki oyunu. Bu oyun, gerilla oyunudur. Öngöremezsiniz sonrasını. Çünkü gizemdir gerilla...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Gabar’ın güzelliğinde tüm Kürdistan dağlarının aşkını yüreğinde taşıyan, 2007’nin aralık ayında kutsal topraklarımıza ekilen o altı asi kardeleni yeni bir aralık deminde anmak kuşkusuz kolay değil. Zor olduğu kadar acı olan kaybının yüreğimizde yarattığı umulmaz acının gölgesinde yeniden o günlere dönmek, yazarken anımsamak o yüzleri, yürekleri, beraber yaşanmış anıların sıcaklığına sığınmak kolay değil. Çok zor da olsa bir yoldaşlık görevi olduğunun farkındayım. Sizi gücüm oranında ifade etmek istiyorum.
Adı Gülbahar, gerçekten de adı gibi ilkbahar gülü kadar her mevsimde güzeldi. Serhat’tan Önderlik sahasına, güneyden Botan’a kadar diyar diyar dolaştı. Gerillacılık tadında ülkenin birçok sahasında mücadele verdi. Uzun bir mücadele geçmişine sahipti. Bütün yıllarını dolu dolu yaşadı. Her yılına, her anına bir başarı sığdırdı. Başarılarını Gabar’ın görkeminde Agit’in diyarında daha da yükseltmek için 2007’de Botan’a yüzünü döndürdü. Genç yaşta devrim saflarına katılmıştı. O yüzden kendisini PKK’nin asi çocuğu olarak tanımlardı. Gülbahar yoldaş denince iradeli, iddialı, azimli militan duruş akla gelir. Gülbahar yoldaş planlı, örgüt kaygılarıyla yaşayan, doğru komuta gerçeğinin temsil gücü idi. Yoldaş canlısıydı. Kadro yaratmayı seven, bunun çabasını sürekli veren, bunu kendi görevi gören bir tarzın sahibiydi. Kadro yaratmada ustaydı. İnsanları yaratmak onları anlamaktan geçer. Önderlik eğitimini gördüğü yıllarda, Önderlik “Gençleri PKK ruhuyla yaratın” demişti. Bu noktada Önderliğe yanıt olmayı kendine amaç edindi. Her kadın gerilla yoldaş gibi Gülbahar yoldaş da nice acılar, zorlanmalar yaşadı. Acılarını, zorlanmalarını güce, güzelliğe dönüştürdü. Örgütün gücüyle buluşturduğu kişiliğini yaratmayı bildi. Örgütün merkezi sahalarında edindiği güç ve birikimle Botan sahasına yürümek istedi. Agitlerin aşkını yüreğinde taşıyarak, Zelallerin gerçeğinde militanlığa kilitlenerek hep güneşe yürüdü. Bu yürek sıcaklığı ile umut ve heyecanla Gabar’ı adımladı. Sevgi ekti Gabar’a, sevgisiyle fethetti yoldaş yürekleri. Çok kısa sürede alanı tanıdı. Alana gelir gelmez tüm alanı dolaştı, tüm alan yapısıyla konuştu. Görevden eyleme, eylemden yaşama her şeye en önde koştu. Ustaca bir katılım sergiledi. Ona bakarken ürkerdim. Nice yitirdiğimiz yoldaşlar gibi onun da bir talihsizliğe kurban gitmesinden korkardım. Sorxwinler, Adıllar, Heviler gibi yoldaşlar için yaşadığım kaygıları bu yoldaş için de yaşadım. Heval Gülbahar Önderliğin yeni paradigmasının militanıydı. Korkularım ve kaygılarım beni yanıltmadı. 3 Aralık 2007 saldırısında asice, son kurşununa kadar savaştı. Kahramanca direnerek adı gibi Gül olup ekildi Gabar dağlarına. Gabar için, örgüt için basit bir kayıp değildi. Öncü komutan olma iddiasını taşıyan Gülbahar yoldaşın kaybı, YJA STAR için de telafisi güç olan bir kayıptı. Cesur, fedakar, kaygısız yaşayan ve savaşan Gülbahar yoldaş, sürecin gerektirdiği militan duruşu en zirvede yaşıyordu. O yüzden kaybı kolay değildi. Sarsıcıydı kaybı, daha uzun soluklu yaşaması gereken yoldaşlardan biriydi.
Gülbahar yoldaşla şehitler kervanına katılan diğer Navser kardelenlerini de anmak gerekir. Beritan GUYİ, diğer adı Mercan olan bu yoldaş adı gibi güzeldi, asiydi, sevgi yüklüydü. Adını aldığı büyük özgürlük şehidimizin çizgisinde Beritanlaşmıştı. Özünde tüm güzellikleri yaratmıştı. Rozerin yoldaş Aydın kökenli, oldukça birikimli, bağlı ve inançlı bir yoldaştı. Aydın olmanın gereğini özgürlük savaşının en ön saflarında yer almayla yerine getirmeyi militanlığının koşulu sayardı. İnsanı, doğayı seven, romantik bir gerillaydı. İnsanların gerçeğine inmeyi seven, gerillacılığı dile, yazıya döken bir yoldaştı.
Xwinda yolaş, genç ama yaşından daha büyük bir olgunluğa sahipti. Gabar’ın görkemli geçmişinden aldığı güçle kendinde bütün güzellikleri yaratmıştı. Tam bir yoldaş canlısıydı. Gabar’a layık bir militan olmayı istiyordu. Yoldaşı için yapamayacağı bir şey yoktu. Yoldaşı için büyük bir özveriyle çalışırdı.
Harun TORİ, Gabar’ın eski kadrolarındadı. Güneye tedavi amaçlı bir dönem gider. Örgütün bütün ısrarlarına rağmen yeniden Gabar’a yüzünü döndürür. Düşmana karşı çok öfkeliydi ve bu nedenle savaşımını güçlü veriyor, bütün öfkesini silahıyla kusuyordu. Amaçlarına göre yaşayan ve amacına ulaşmada hiçbir engel tanımayan bir mücadele ruhu vardı. Gabar’a ikinci gelişinde komutan olarak görevlendirilmişti. Tüm yoldaşlar onu severdi. Yoldaşları gibi Gabar’ın dağları, taşı, suyu da onu sımsıcak bağrına bastı.
Serdem yoldaş, büyük bir mücadele ısrarından sonra hasretini çektiği Kuzey sahalarına ulaşmıştı. Kuzeye gidebilmek için üç yıl önerisinde dayatıcı olmuştu. Konumundan dolayı örgütün kuzeye göndermediği Serdem, yoldaş kendi ısrarıyla Gabar’a gelmişti. Çocuklar gibi şendi, mutluydu. Gabar’a sevdalıydı ve aşıklar gibi heyecanlıydı. Kaygısızca, sevgiyle, aşkla erkenden Gabar’a alıştı. Gabar’ı sevdi, Gabar da onu sevdi. Bir gün onunla birlikte göreve gitmiştik. Köyüne yanaştığımızda köyden gelen sesleri dinledik. Çocukların seslerine karışan hayvanların sesini dinledikten sonra Serdem’e duygularını sordum. Bu küçük köyde gözlerini dünyaya açmıştı. Bir film şeridi gibi çocukluğu gözlerinin önünde canlanmıştı. Acılarını, gözyaşlarını akıttığı, evinin bahçesinde oynadığı çocukluk oyunlarını bir bir hatırlıyordu. Çok duyguluyum, diyordu. O yüzden gözyaşlarıma hakim olamıyorum diyordu. Duygularım çok karışık, bu toprakları öpmek istiyorum, dedi. Tam da böyle derken gözyaşları o mavi gözlerinden usulca süzülüverdi. İnsanın yüreğini burkan bu yaşlı gözler karşısında ağlamamak, duygulanmamak elde değildi. Ülkemin senin gibi güzel gençlerine ağlamak yakışmıyor, dedim. Böyle de sürdü o gecenin hüznü. Genç yoldaşım hayata doyamadan, gençliğine nice acılar, özlemler, sevinçler, katarak tüm yaşanmış ve yaşanmış zamanların Serdem’i oldu.
Yeni bir aralıkta devrimimizin yol göstereni şehitlerimizi yaşam aydınlığımız olarak belliyoruz. Anılarının tutarlı bir takipçisi olma kararlılığını bir kez daha yeniliyorum.
Sidar BOTAN
- Ayrıntılar
35 yaşının 21 yılını gerillacılığa sığdırmış, tek kelimeyle gerilla vurgunu, Kürdistan dağlarının tutkunudur Adıl yoldaş. 14 yaşındayken katıldığı gerilla mücadelesinden onu ancak 21 yıl sonra gelen şahadet ayırdı. O Gabar dağının doruğunda özgürlük zamanını bedeninde dondurarak ölümsüzleşti.
Adıl yoldaş Cudi dağının eteklerinde Hezil nehrinin üzerine kurulmuş ana kadın toplumunun bütün özelliklerini capcanlı koruyan Bilikan köyünde dünyaya gelmiş, burada büyümüş gerçek bir dağ Kürdüdür. O dağların heybetinden aldığı gururu, asiliği, onuru kişilik edinmişti. Dağ kürtlerinin özgürlüğe düşkünlüğünü, uygarlık merkezlerine yanaşmazlığını, ele avuca sığmazlığını ruh edinmişti. Zira Adıl yoldaş Cudi gibiydi, Cudi’liydi.
Cudi insanlığın tufandan sonraki döl yatağı, uyarlık beşiği. Hayat orada yeniden başlamış, insanlık burada boy vermiştir. Adıl yoldaş gözlerini dünyaya Cudi’yle açmanın bütün özgünlüklerine, ayrıcalıklarına sahip olarak yaşam denizine karıştı. Cudi heybetinde büyüttü yüreğini.
Cudi’li olmanın sırrına kaç kişi erişmiştir sahi? Cudi’yi bunca gerçek kaç kişi hissetmiş, yaşamıştır? Cudi’li olmak…
Cudi’li olmak insanlığın gizlenen bütün tarihini bilmekle özdeşti. Cudi'li olmak tarihin bütün sırlarına tanık olmanın kendisiydi. Cudi'li olmak ataerkil uygarlığın sınırlarına takılmamak, etki alanına girmemekti. Cudi'li olmak insanlığın özgürlük değerlerinin sürdürücüsü olmak, ana kadın toplumunun mirasçısı olmak ve dağ kuytuluklarında boy vermiş etnisitenin demokratik değerleriyle şekillenmekti. Cudi'li olmak doğayla barışık anayla şekillenmiş özgür toplumun, sade, gururlu, vakur savaşçıları olmaktı. Zira insanlığın özü, emeği, özgürlüksel değerleri Cudi'ye öylesine kazanmış, öylesine yansımaktadır ki, bunlarla büyüme şansı insanı hakikatin, gerçeğin sırrına ermeye götürür. Bundandır bura insanındaki özgürlüğüne düşkünlük, uygarlık merkezlerine yanaşmazlık.
Cudi'nin insanlık için anlamı bir yana, Kürtler için önemi, anlamı çok farklı. Kürt anaları her sabah gün doğumunda Cudi'ye yüzlerini döner, Cudi'den yükselen güneşe dua ederler. Onlar için Cudi tüm muratların babasıdır. İnsanın muradı neyse Cudi'ye dönerek ister. Zira Cudi kimin ne muradı varsa gerçekleşmesi için gerekli güce sahiptir. Cudi murad arayanlara kucak açar, güç verir, korur.
Bütün sarp, asi, inatçı yapısına, karakterine rağmen Cudi insanlara murad dağıtan, yol gösteren mekandır. O ne zaman ki insanlar zorlanırsa, imdadına koşan, ölüme karşı hep yaşam üreten, Azrail'le savaşan, tanrılara kafa tutarak insanı yücelten coğrafyadır. Yeryüzünde ayak basıp yaşayabilecek başka hiç bir yer bulamadığında imdadına koşup insanlığa yer yurt olan ana kadındır Cudi. Ve bağrından insanlığı yaratan verimli hilalin ana kaynağıdır Cudi.
İşte insanlığa beşik, yaşama kaynak Cudi'nin çocuğudur Adıl Bilika. Özgürlük mücadelesine, Kürt halkına, insanlığa kendini adayan otuz beş yılık ömrün hikayesidir Cudi’li Adıl yoldaşın hikayesi. Bunca kendini adaması, halkının, özgürlüğün hizmetine sunması, Cudi'yle özdeş karakterinin, yapısının, kişiliğinin gereğidir. Oda tıpkı Cudi gibi kendini halkına, insanlığa, özgür yaşama adamış, o uğurda yaşamış ve insanlığa mal olmuştur. Cudi’li olarak Adıl yoldaş gerçek bir özgürlükçüydü. Hayatını özgürlük değerlerini korumaya adamış gerçek bir devrimciydi.
Kürdistan özgürlük mücadelesinde Botan her anlamda isyan beşiği, fedakarlık, bağlılık, serhildan diyarıdır. Cudi Botan’ın merkezi olarak Gabar’la birlikte özgürlük ateşinin yakıldığı kalelerdir. Cudi ve Gabar diriliş devriminin direniş kaleleridir. Bu kalelerde yakılan ateş bütün Kürdistan’ı aydınlatmış, kölelik uykusundan uyandırmış, sömürünün dondurduğu yürekleri ısıtmış, özgürlük maratonunu başlatmıştır.
15 Ağustos hamlesiyle gerilla mücadelesinin yükseldiği, diriliş devriminin o sıcak atmosferinin tam ortasında şekillenir Adıl yoldaş. 15 Ağustos atılımını, Cudi’li olarak iliklerine kadar hisseder, heyecanına ortak olur, yürek ve bilinci mücadele ateşinde olgunlaşır.
15 Ağustos eylemleriyle Kürdistan’ın kalbi Botan da kölelik tarihi, sömürgecilik, baskı, zulüm, asimilasyon yerle bir edilmiş, Kürdistanlı kadınlar, çocuklar, gençler, erkekler ve yaşlılar yeniden doğmanın, ölüm uykusundan uyanmanın sevincine boğmuştur. Agit yoldaşın öncülüğünde Eruh Şemdinli’de eyleme koşan Apocu gerillaların silah sesleri anaların zılgıt sesleriyle karşılık bulmuş, genç kızlar ve erkekler özgürlük- kurtuluş haykıran seslerle yürek ve beyinlerini bilemişlerdir. O günlerde genç bir Cudi olan Adıl yoldaş da özgürlük haykıran Agitlerin sesleriyle, anaların tililileriyle yurtseverliğin politik bilincini, yürek atışlarını geliştirir.
Cudi’nin özgürlük doğasında, havasında karaktere, ruha, kişiliğe kavuşan Adıl yoldaş için Agit’in öncülüğünü kavrayış, onun yoluna yöneliş zaten hep beklediği, atılmaya hazır olduğu, asırlardır özlediği, hiçbir koşulda doğruluğundan kuşku duymayacağı, yaşam olarak belirleyeceği tek seçenektir. Zira o ardılı olduğu özgürlük tutkunu ataları Cudililer gibi uygarlığa, onun şehir merkezlerine yönelmemekte ısrarcıdır. Yurdunun, dağlarının üzerine karabasan gibi çökmüş işgal ve sömürüyü ortadan kaldırıp, diliyle, doğasıyla, kültürüyle dağlarını, insanlarını özgürleştirmek asıl derdi, asıl arayışıdır. Tüm uygarlık kurumları, şaşalı vitrinleri, aşağılayan yoksulluğuyla şehir devletiniz sizin olsun, biz dağlarımızı, doğamızı, ülkemizi, köylerimizi istiyoruz diyen Adıl yoldaş için Agit öncülüğünde gerillacılık ve onun Apocu öğretisi bir an için bile olsa kuşku duymadan, sorgulamadan atıldığı yol olmuştur. Bu yolda geçen 21 yıllık ömür, mücadele duruşu, pratiği Adıl yoldaşın ne kadar inançlı, iddialı, aşk düzeyinde bağlı ve tutkulu olduğunun kanıtıdır. O gerçekten Apocu felsefeye, onun Agit öncülüklü gerillacılığına aşıktı. Bu tutkuyla aralıksız yirmi bir yıl gerillacılık yaptı. Dağlardan bir an için bile olsa ayrılmadı ve 21yıl sonunda Gabar da toprağa karışarak aşkını sonsuz buluşmaya, ölümsüzlüğe, ebedi mutluluğa dönüştürdü.
Adıl Bilika Apocu hareketin gerilla örgütü içinde çok tanınan, bilinen, güven duyulan, askeri performansından söz edilen, en önemlisi de Botan denildiğinde en çok akla gelen yoldaşlardan oldu. O bir gerilla komutanı olarak hep ön cephede, pratiğin içinde yer aldı. Hareketli gerilla birliklerinin başında Cudi’den Gabar’a, Besta’dan Garısa’ya, Herekoldan Çatak’a, Başkale’ye koşan, eylem üzerine eylem yapan, her an düşmanın hareketini takip eden, ona darbeyi vuracak taktikler üreten, eylemler geliştiren komutandı. O hiçbir koşulda komutanlığını salt yönlendirmeye, koordineye indirgemeyen, her an pratiğin içinde en önde olan, Botan’ın bütün zorlu doğa ve savaş koşullarını yoldaşlarıyla birlikte paylaşan gerçek bir militandı. Ona kelimenin gerçek anlamıyla eylemci, militan öncü demek en doğru tanım olur. Dört mevsim ve yılları aşan gerilla komutanlığı Botan’ın her alanında yaşam bulmuş, zaten ana yurdu olan Botan’ı gerilla pratiğiyle birlikte karış karış tanımış, hissetmiş, belleğine kazımıştı. Öyle ki Adıl yoldaşın altında oturmadığı ağaç gölgesi, üstüne çıkmadığı kaya, suyundan içmediği kanisi yoktur Botan’ın. Bundan dolayıdır Adıl yoldaş Botan’sız anlatılamaz. Ağzı, dili olsaydı Botan doğasının, coğrafyasının açıktır ki en iyi onlar anlatırdı Adıl hevali. Onu anlatmak yoldaşları da olsak bizlere birde bu yüzden zor gelmekte, en yaldızsız, en katıksız, en gerçek kelimelerin bile onu anlatamayacağı duygusuna boğmaktadır. Zira onu Botan dağlarının, suyunun, havasının, taşının en önemlisi de Cudi’nin yüreğinden, dilinden, hislerinden yazmalı insan.
Adıl yoldaş iki defa Önderlik sahasında bulunmuş, bizzat Önderlikle olma imkanına kavuşmuş, pratiğini, kişiliğini, tarzını Önderlik çözümlemeleriyle özgürlükçü, Apocu tanımlara kavuşturmuş ve bunlardan aldığı güçle ideolojik duruş ve kimlik edinmiş Apocu bir devrimciydi. Önderliğe bağlılığı en zorlu süreçlerin üstesinden rahatlıkla gelebileceği kadar büyük ve içtendi. O Apocu öğretinin katıksız, karşılıksız, inançlı bir eylemcisi, militanı, öğrencisiydi. Önderliğin ona biçtiği misyon, verdiği değer onun tarafından mutlaka dürüstçe bağlı olmayı esas aldığı, kendisini adamakta tereddüt etmediği, fedaice katıldığı çizginin kendisi olmuştur. Ve o bir çizgi militanı olarak, Apocu öğretide geçirdiği 21 yıl gibi koskocaman bir zamana dürüstlük, bağlılık, fedakarlık, militanlık sığdırmıştır. Öyle ki koskocaman bir zaman dilimi olan bu 21 yıla geçirdiği ciddi bir hatası, onu halk ve Önderlik karşısında utandıracak bir ayıbı, beklentisi, pratiği olmamıştır. Gerçekten o en sade, yalın anlatımla beklentisiz bir adanmışlığın, inançlı bir bağlılığın, sürekli ve geliştiren bir emeğin sahibi olmuş ve mütevazice yaşamıştır. Yetkinin, misyonların yarattığı hiçbir ayrıcalığı, yaşam lüksü, beklentisi olmamış, her an en önde militanca savaş pratiğine katılmayı, ahlak edinmiş, Apocu PKK kültürüyle pişmiş gerçek bir devrimcidir. Bu ahlakın gereği olarak sadece 15 Ağustos’la başlayan ARGK dönemine değil, 1 Haziran’la başlayan HPG öncülüklü hamle dönemine de en önde militanca katılmıştır. 15 Ağustos döneminin militan komutanı, 1 Haziran hamlesinin öncü militanı, komutanı olarak tarihe geçmiştir. 1 Haziran hamle sürecini Zagros’ta başlatmış, ardından Botan eyaletinde öncü katılımını devam ettirmiştir.
Adıl yoldaş 1 Haziran hamlesinin öncü komutanıdır. Ve tarihe böyle geçecektir.
On dört gibi oldukça küçük bir yaşta gerillaya katılmış, yoğunluklu olarak zorlu savaş koşullarında ve sürekli pratik içinde pişmişti. Buna karşın ideolojik-felsefi gelişmeye önem veren, teorik olarak yoğunlaşan, düşünsel yoğunlaşma ve gelişmeyi oldukça önemseyen bir anlayışa sahipti. Bu anlayışın sonucu olarak ideolojik-teorik düzeyi ve bununla bağlantılı düşünce kapasitesi, değerlendirme tarzı Apocu aydınlanma felsefesine göre yoğrulmuş, şekil almıştı. Zira o her alanda başarıyı esas alan, gelişmeyi dayatan hırsın sahibiydi. Ondaki gelişme ve başarı hırsı onu sıradanlaştırmamış ta baştan beri bulunduğu her alanda onu öncü yapmış, hatta bazı yönleriyle ünlü yapmıştı. Evet o aynı zamanda ünlü bir askeri komutandı. Ünü, askeri yeteneklerinden, taktik hakimiyetinden, ses getiren eylemlerinden ve düşmana büyük darbeler vuran vuruş kabiliyetinden geliyordu. Bu mübalasız bir gerçektir de. O halkımızın ve hareketimizin gönlünde taht kuran büyük komutanlar Cumaye Biliki, Şerif Sperti, Hamza Cizre, Rojhat Bilezeri, Pıling Erdal, Zelal, Agiri, Nujin, Kurtay yoldaşların yoldaşıydı. Onlarla yaşamış, onlarla ortak sorumluluklar yüklenmişti. Hepsinin devamı, mücadele arkadaşları ve ardılı olarak Adıl yoldaş onlara bağlılık temelinde sonraki on yılları başarılı bir militanlıkla karşılamış ve onların diyarında onlarla buluşarak ölümsüzleşmiştir. Bu anlamda denilebilir ki o yoldaşa bağlı, vefalı, içtenlikli bir dava arkadaşı, yürek yoldaşıydı. Onun felsefesinde yoldaşları yalnız bırakmak, ters düşmek hiç yer almadı ve yoldaşlığın gereklerine en sade tarzda, en içten samimiyetle bağlı kaldı.
Adıl yoldaş hiç yorulmayan, adeta hiperaktif bir mücadele enerjine sahipti. Ondaki enerji devrim tutkusu ve aşkıyla her koşulda sinerji biçimindeydi. Yıllar, koşullar, zorluklar, ihanetler, haksızlıklar onu yormuyordu. O inandığı amaçlar uğruna, güvendiği Önderlik çizgisinde sürekli beslenen bir heyecana, tutkuya, sevince ve bunun mücadele enerjisine sahipti. Gerçekten yorulmak bilmiyordu. Yorgunluk, yeterlilik onun felsefesinde yoktu. Ne kadar yapsa amaca ulaşılmadığı sürece az olduğuna ahlaken iknaydı ve amaca ulaşma yolunda çalışmayı en büyük erdem sayardı. Bu erdemi onun en genel kişiliğinin de ifadesiydi. Düşmana kin ve öfkesi sonsuzdu, erkenci çözümlere ve bunu savunan anlayışlara karşı her zaman için tavrı netti. Onurlu, özgürlükçü, öz iradeli bir çözüm onun inandığı gerçek çözümdü ve ona göre bunun yolu da öz güce dayalı meşru savunma mücadelesinden, demokratik halk serhildanından geçmekteydi. O bu inançla 1 Haziran hamlesinin meşru savunma çizgisi temelinde mücadelesini sürdürmek üzere Botan’a Gabar sorumlusu olarak yöneldi.
Botan’a geçmeden önce geçecek güçleri büyük bir moral motivasyonla eğitti. Botan’a gideceği için çok mutluydu. Bu mutluluğuna, heyecanına tanık yoldaşları olarak ona imrenmemek mümkün değildi. Böylesine büyük iddia ve heyecanla yine büyük askeri tecrübe ve birikimiyle Botan’a ulaşmasının mücadelemiz adına büyük başarılara yol açacağına hepimiz iknaydık. Adıl yoldaş Botan da olursa Botan farkı olur, mücadele yükselir inancı, beklentisi herkesçe ortak kanıydı ve o bu tarihi sorumluluğun bilinciyle Botan’a yöneldi.
Bu beklentinin, güvenin hiçte yersiz olmadığını heval Adıl’ın Botan pratiği ispatladı. Zira Adıl yoldaşla Botan’ın Agit ruhu canlandı.
2007’nin sonunda gerçekleşen Gabar eylemi Agitçe bir taktiğin, vuruşun Adıl yoldaştaki gerçekleşmesiydi. Türk özel savaş hükümetinin ABD, İsrail ve AB’nin de desteğini alarak örgütlediği imha konsepti Adıl yoldaşın öncülüğündeki Gabar eylemiyle büyük darbeyi aldı. Adıl yoldaş Agit çizgisindeki stratejik duruş ve taktik vuruşla özel savaşı hiç beklemediği bir anda kalbinden vurdu ve Oramar’a, Zap direnişine giden sürecin önünü açtı.
Evet Adıl yoldaş, Botan’a son yönelişin diğer bütün yürüyüşlerinin toplamı olarak görkemli oldu. Halkımız ve hareketimiz adına görkemli başarıla imza attın. Biliyoruz seni anlatmak, seni bütün gerçeğin ve bütün yaptıklarınla anlatabilmek, yazabilmek neredeyse imkansız. Buna ne bizim kelime hazinemiz ne de sayfalar yeter. Ama açık olan şu ki sen onurlu yaşadın, başarılı yaşadın, dolu dolu yaşadın. 21 yılana yüzyıllar sığdırdın. Botan’la dünyaya gözlerini açtın ve tam 35 yıl sonra Botan’la bütünleşerek ebedileştin. Sana bağlılığın bizdeki tek ifadesi seni hayallerinle, anılarınla, özlemlerinle yaşatmak ve mutlaka önderlik ve halkımızın özgür olacağı yarınları yaratmaktır. Mücadele arkadaşların, ardılların olarak bu uğurdaki mücadelemizi yükselterek sürdüreceğimizin ve mutlaka başarıya ulaşacağımızın sözünü veriyoruz.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Soğuğun tenimizi tırmalayacağı bir mevsime doğru ilerliyoruz. Mevsimlerden sonbahar, aylardan kasım.
Kasım ayının sonlarına doğru geldi haberin. Sadece tenimizi değil, yüreklerimizi de tırmaladı dağ doruklarından eşkıya bir rüzgarla gelen soğuk. Şimdi neresinden tutmaya çalışsam, bir karanlık karşılar beni. Ronahi’m, aydınlığım, ışığım, yıldızım, dolunayım…
Özgürlük dağlarında farklı geçer kışlar. Özgür yaşam gerillası özlem ve sevgiyle büyüttüğü umutlarının sıcaklığında ısıtırlar yüreklerini. Ama henüz kışa girmeden yüreklerimizi tırmaladı soğuklar. Kara kışın ürpertici bakışları karşıladı apansız, zamansız, hiç beklenmedik anda. Yüksek tepelerin zirvelerine henüz düşmüş karlar var, bu kışın ne kadar zorlu geçeceğinin haberini verircesine tebessümler fırlatan.
Bir göçün haberi yankılandı bu topraklarda. Esmer gülüşlü, kara gözlü yoldaşım bir hoşça kal bile demeden, usul usul, bu sonbahar mevsiminin kasım ayında gitti. Gitti de arkasında nice anı, özlem ve birikmiş sevda sözleri bırakarak.
Şimdi çocukluğumdan bir zaman dilimine gidiyorum. Durmadan koştuğum, nefes nefese kaldığım. Susadığım, karşılaştığım ilk çeşmeden kana kana su içtiğim. Şimdi durmaksızın koşan bir çocuk bıraktın arkanda. Nefes nefese kalmış ve olabildiğincede susamış. Bakışlarında susuzluğumu gidermek isterdim. Hissediyorum, dilim damağım kurumuş. Sen de bilirsin ki, yoldaşa olan özlemdir beni susatan. Sana olan hasretimdir beni koşturan, nefessiz bırakan.
Soğuk buz gibi etrafımda dolanıyor. Bedenimi sarmalıyor ilk. Hafif hafif yüreğimin derinliklerine işliyor. Bu gece de olabildiğince ayrıksı. Bir sonbahar gecesi, dolunayda ararken gülüşünü, yıldızlar kötünün habercisi. Henüz söylenmemiş nice sözüm vardı zulamda taşıdığım. İlk fırsatta bir bir dökeceğim dediğim. Ama ha bire yüzüme çarpıyor soğuk rüzgarlar. Oysa karın yağışını severim. Severim dağların beyaza bürünmesini. Gelinliğini giymiş taze bir gelin gibi durur karşımızda, biraz utangaç ama hayranlık uyandıracak derecede güzel.
Yangın yeri bir zaman dilimi ama havada soğuk var. Dağların zirvesinde ise birikmiş, bir süredir yağmur boşaltan bulutların döktüğü mevsimin ilk karı. Suskunluğunu sorgulamıyorum bu gecenin. Ne de sonraki zaman aralığının… Kendimden biliyorum. Ronahi’siz bir kış geçirecek yürekler.
Bir kamyonun kasasında, sonbahar mevsimin kasım ayında, dolunaylı bir zaman diliminde beraber çıktığımız yolculuk gelir aklıma. Nedendir bilmem, dolunayın yüzüne dokunuşu belirir gözlerimin önünde. Havada soğuk vardı. Ama senin her dalgınlığında her birimizin bakışlarında sıcak tebessümler çoğalırdı. Anlayamamıştık, anlamak için çok çaba sarf etmemiştik. Dolunayla olan bağını hissedememiştik. Şimdi bir dolunaylı zaman dilimine doğru ilerliyoruz. Havada soğuk esintiler var. Dudaklarımızı çatlatan, gözlerimizden sebepsiz yaşlar akıtan.
Bir şiir diziyorum dolunayla taranmış saçlarına;
Henüz celladımın soğuk suretiyle karşılaşmadan
Gülüşünle büyütüyorum inancımı
Gözlerindeki ışıkla koyulurum yola
Bir yolun henüz başındayken karşılaştığım seni
Çocukluğumun koşturan zamanlarına sığdırırım
Güneşe, aya, yıldızlara, ışığa
Sunarım özlemimi, senli sevdamı
Henüz böylesine üşümemişken
Anlasınlar diye tüm sevinçlerimi…
Dolunaylı zamanları saysam
Ömrümün yarıdan fazlası olur
Dolunaylı bir zaman dilimine doğru giderken
Dolunayla taranmış saçlarını alırım avuçlarıma
Ve
Teninin kokusunu salarım rüzgarlara
Götürsün diye sana hasret her bir diyara…
Soğuk rüzgarlar dolanır etrafımızda. Mevsimlerden ise sonbahar. Sararan yaprakların düşüşüne şahitlik ederim her gün. Rüzgarlar nicedir cellada oynuyor. Aylardan kasım ve kasımın son demleri. Kış yüzünü gösteremeye başladı bile. Dağ doruklarında düşen karlar var yüreğimi ürperten.
Bir kış mevsimine doğru ilerlerken geldi haberin. Haberinle soğuklar bir başka baskın çıktı. Üşüyen bedenim değildi. Yüreğimde bir yerlerde, sana olan özlemlerimdi tir tir titreyen. Seni özlemek yaşamın kendisiydi. Şimdi daha iyi anlıyorum. Ama henüz son sözümü söylemedim. Senin de bilmeni isterim ki, koşturan o çocuk, şimdi sana ulaşmanın sabırsızlığı içerisinde. Şimdiden heyecanı kaplamış yüreğimi. Tüm telaşlarımı bertaraf edip, sana olan susuzluğumu gidermeye geliyorum.
Diren RONAHİ
- Ayrıntılar