Adım Rezzan Andok, 1986 Diyarbakır Silvan doğumluyum. Aslen Batman’ın Kozluk ilçesi Beştarak(Golaye) köyündenim. Devlet baskısı ve ekonomik sebeplerden kaynaklı aile Diyarbakır’ın Silvan ilçesine göçtüğünden dolayı orada doğup büyüdüm.Ailem yurtseverdir. Özellikle çalışmaların yoğun olduğu ve bu çalışmaların ciddi bir biçimde çevrede de etkisini gösterdiği bir dönemde yurtseverliğini korumuş, düşman karşısında duruş sahibi olmuş bir geleneğe sahiptir. Bunun yanında içinde büyüdüğüm çevre de aynı biçimde bir tuttum sahibi olduğu için partiyle tanışmam çok zor olmadı. Çatışmaların Silvan’a yayıldığı, devletin kontra-gerilla örgütlemesi, Hizbullah’ın katliamları, faili meçhullerin yoğun olduğu dönemi yaşamam partiye olan ilgi ve katılımım üzerinde ciddi bir etkisi oldu. Yaşanılan olaylar, devletin aile üzerindeki baskısı (özellikle babamın o dönemde sık sık gözaltına alınıp işkence görmesi), düşmana büyük öfke ve intikam duygularımın gelişmesine neden olurken bununla birlikte örgüte büyük özlem ve tutkuyu yarattığını, küçük yaşta olmama rağmen yaşanılan çelişkilerden bu sonuca ulaştığımı söyleyebilirim. Ancak o dönemde pratik anlamda yapabileceğim bir gücün olmadığı kadar pratiğe sevk edecek bir bilincimin de geliştiğini söyleyemem. Daha çok ailenin de desteğini tam alarak düşmanın yozlaştırma mekanı olan okula yöneliyordum. Ailenin değimi ile ‘’Büyük adam olma’’ istemi ve çabasını veriyordum. Çünkü böylesi korkunç düşmana ancak büyük adam olunarak cevap vereceğime inanıyordum. Zamanla oluşan kişiliğin düşmana darbe vurmayı bir yana düşmanla bir işbirliğinin geliştiğini hissetmeme rağmen bunu aileye, çevreye anlatabilmek büyük bir ikna gücü ve çabayı gerektiriyordu. Bunu yapacak kapasitem yoktu. Ancak her zaman başvurduğum dostluk ilişkilerimle güç olmayı, düşmana karşı öfkemi canlı tutma yönelimi içerisindeydim. Şunu hiç unutmamam gerektiğine inanıyordum: Düşmana karşı öfkem ve partiye olan tutkum büyüdükçe büyük özlem ve büyük “İNTİKAM” gerçekleşecekti.
Genç yaşlarda çalışmalara başladım. Çalıştıkça Önderliğin yaratımlarını görüyor, heyecanlanıyor ve moral alıyordum. Ama hala bir teorik birikimim yoktu. Sadece duygularım ve düşmana olan kinim örgütlememi sağlıyordu. Beli oranda çevremdeki arkadaşlarımı harekete geçirmeye yetiyordu. Ama sorumluluk ve bilinç geliştikçe, Önderliği anlamaya, doğru bir mücadeleye yönelmem gerektiğini hissediyordum. Çok iyi biliyordum ki bende oluşan kin ve nefret kendi açımdan başlangıç için büyük bir etki oluşturmuşsa da partiye tam olarak fedai bir biçimde katılma yönünden yetersiz kalıyordu. Her insanın hayatında dönüm noktaları ve yeni oluşumlara sebep olabilecek tarihi önemde olaylar olur. Kendi açımdan da bu olaya denk, bu noktaya denk bir kaç olaya değinmek isterim. Birincisi, ‘92 veya ‘93 döneminde çevremde milis örgütlemesi biçiminde oluşan birimler vardı. Bir seferinde bu gruplarından biri devlet güçleri ile yaşanan çatışma sonucu saatlerce direnmiş sonunda da dört şahadet yaşanmıştı. Bu şahadetlere uygulanan bazı yöntemler insanın kabul edebileceği tarzdan değildi. Direniş sonucunda şehit düşen: Hadi, Feremez, Nazmi ve Vedat arkadaşların cenazeleri ile oynanmış, beyinleri çıkarılarak tavada kızartılmıştı. Onurlu ve vicdanlı bir insan sadece bu olayı bile kendisine esas alırsa dünyanın en büyük kinini taşır ve düşmana çok büyük bir intikam duygusu geliştirmesine yeter. Bu olayı hatırladığımda insanlığın ne hale düşürüldüğünü sorguluyorum.
İkincisi: Önderliğin ‘99’da uluslararası komplo sonucu esir düşmesi ve yaratılmak istenen ortam. Kendi açımdan ciddi bir şok etkisi yaratmış ve Önderliğe büyük tutkuyu geliştirmiştir. Sanki her şey bitmiş ve tek tek herkes alınıp öldürülecek havası vardı. Bu tabiî ki Önderliğin Kürt halkı için neyi ifade ettiğini açıklamak açısından önemli bir olaydır. Yani herkes bitmişti. Çünkü Önderlik Kürt halkı için her şeydi.
Üçüncü önemli bir olay olarak da yavaş yavaş katılmaya başladıktan sonra 2006 kışında Viyan Soran arkadaşın şahadeti bende ciddi bir sarsıntı yaratmış ve ciddi anlamda yoğunlaşmaya sevk etmişti. İlk defa “FEDAİ” kavramıyla tanışmış, arayışlarımın bu yönlü bir seyir kazanmasını sağlamıştı. Özgürlük mücadelelerinde egemen sistem sinsi, koplovari, kirli yöntemlerle direnişin önünü kesmeye çalışıp, bastırmaya yönelmiştir. T.C devleti de fırsat bulduğu her dönemde halka, harekete ve Önderliğe pervasızca yönelmiştir. Özellikle Önderliğe dönük tecrit koşullarını ağırlaştırarak İmralı sisteminin ağır koşullarını bir koz olarak kullanmaya ve bunu kadro ve halka kabul ettirmeye çalışmıştır. Kuşkusuz düşman bunu kadro ve savaşçıların etkisiz olduğu dönemlerde yapmıştır. Bu yönüyle İmralı tecridinin yaşanması başta kadronun cevapsız, direnişsiz, zayıf olduğu dönemlerde ağırlaştırılmaktadır. Ağır yönelimler geliştikçe fedai duruşların çıkması olması gerekenleri ifade etmektedir. PKK özgürlük tutkusunun Kürdistan’da canlanmasının zeminini, Kürdistan da fedai kişilik, duruş ile yaratmış ve fedai bir mücadelenin gerçekliğini oluşturmuş bir partidir. Bunun için diyoruz ki “fedailik PKK’nin yaşayan özüdür.” Fedai bir parti ve bunun en büyük fedaisi Önderlikdir. Bundan kuşku duymak ve gerekeni yapmamak en büyük ihanettir. Fedailik her zaman halkın toplumun ve bireyin özgür irade ve vicdani sorumluluk olarak en özgür eylemi ve en büyük yoldaşlığın zirveleştiği odaktır. Fedailer güvendikleri değerler için eylem yaparlar. Biz de en büyük amaç bu yönüyle Önderliğe bağlılık, Önderlik çizgisinin sevilen bir yoldaşı ve fedaisi olmaktır. Bireyin bu gerçekliği görüp yapabileceği en kısa zamanda özgürlük mekanı olan dağlara ve onun yoldaşlarının yoldaşı olmak kararını vermesi gerekmektedir.
Beş bin yıldır sömürülen kadın değerlerinin eylemcisi tüm dünya güçlerini karşısına alan en büyük savaşçı Önder Apo’nun eylemcisi, yine yüzyıllardır herkesin kendisine göre sömürülüp değerleri gasp edilen Kürdistan ve halkının bir eylemcisiyim. En önemlisi kapitalist sistemin genlerime kadar işlediği kendi öz değerlerime ulaşma yönünde bir eylemciyim ve ben çocukluk hayallerimin gerillasıyım. Bu müthiş bir sorumluluk ve aynı düzeyde bir mücadeleyi gerektirmekteydi. Fiziki olarak katılmış ama bazı his ve duyguların dışında her yönü ile sistemin oluşturduğu bir kişi ile karşı karşıyaydım. Paramparça edilmiş bir kişilik ile ancak sürüm sürüm sürünerek bir savaşım verilebilinirdi. Bu tabii ki yetmiyor, ciddi bir bilinç örgütlülük ve eylem istiyordu. İşte dağlar, gerilla ve eğitim bunun ilacıydı. Kendi değerleri ile yozlaşan kişiliğim aşılması çok zor bir anlamı ifade ediyordu. Zorlanmıyor muydum? Kesinlikle zorlanıyordum ama moral, irade, azim ve fedakarlık gerillayı ayakta tutan değerlerdir. Bunlarla yaşandığı sürece oluşuyor ve hedefime yaklaştığımı düşünüyordum. Yoldaşlarımı ve gerilla yaşamını seviyorum. Bir ilke olarak yaşama kendi irademle katılmayı esas aldım. Oluşan irade tamamıyla Önder Apo’nun yarattığı değerler ile açığa çıkıyordu. Yaşamak için savaşmak, büyük savaşabilmek için de doğru yaşamak gerekiyordu.
PKK’de yaşam kendini tüm özgürlük değerlerine adamaktır. Bu yönüyle bizler artık kendimizin değil tüm insanlığındık. Çünkü Önder Apo kadar hiç kimse tüm insanlık için bir ruh ve bilinç yaratmamıştı. Önder Apo’nun yaratmış olduğu paradigma tüm insanlığa hitap ediyor. Bizler katılacaksak bu paradigmaya göre, savaşacaksak bu paradigmaya göre savaşmak zorundayız. Bende olduğu gibi kuşkusuz herkesin birçok gerekçe ve intikam duyguları vardır. Önemli olan bunları örgütlemek, düşmana büyük darbe vuracak düzeye getirmektir. Bizler Önderlik ile buluşmadıkça bir hiçiz. Bunun için düşmana büyük vuracak koşulları barındıran partiye katılmak gerekiyor. Varsa bir gücümüz parti ile yoğurmamız gerekiyor. Ancak partileşerek büyük bir savaşım verilebileceğinden hiç kuşku duymamak gerekir.
Tüm bunların yanında birey yaşarken, kendini oluştururken, belli amaçlar doğrultusunda kendine yön vermek durumundadır. Amaçlar kişinin yaşadığı ortam ve o dönemdeki koşullar çevresinde belirlenir. Yine vicdani bir yansımanın ifadesi olarak da açığa çıkar. Kendi amacımı belirlerken beni en çok etkileyen olgunun vicdan olduğunu söyleyebilirim. Sorgulamalarım bana her zaman bazı gerçekleri açık bir şekilde gösteriyordu. Ben yaşamımı belirlerken; Önderlik gerçeği, halk gerçekliği ve parti gerçekliklerini göz ardı edemezdim. Bu yönüyle bir karar verilirken bu çerçevede olmasına özen gösterdim. Dolayısıyla amaç büyük ve Önderlik gerçekliği ile bütünleşmeliydi. Yine Kürt halk gerçekliğine denk bir çıkış ve partilileşmiş bir militan ile yola başlanmak zorundadır. Kendimi bunlar ile kıyasladığımda çok büyük ve ciddi bir çaba verdiğime inanıyordum. Çabamım büyük olması bende belli dönemlerde amacımdan uzaklaştıran bir duruşu göstermiş olsa da kendimdeki kararlılık ve bağlılığın canlanması ile her zaman amacıma ulaştığıma inandım. PKK oluşmuş ve yaşanılan yeni bir yaşamın mekânıydı. Önder Apo da bunu en çok yaşayan ve yaşatandı. Dolayısıyla yönelimlerin olduğu ve Önder Apo’ya saldırıların gerçekleştiği dönemlerde gelişen fedai duruşlar beni amacımda netleştirdi. Daha öncede belirttiğim gibi bu saldırılar bütün yetersiz yoldaşlığımızın bir sonucuydu. Bu noktada ben de diğer yoldaşlar gibi tarihin bir daha tekerrür etmemesine katılıyordum. PKK gerçekliğinde saldırılar Kemal’ce, Hayri’ce, Mazlum’ca durdurulur. Önderliğe yönelimi durdurmak Zîlan’ca bir tavrı göze almakla gerçekleşebilir. Ben de bunlardan kopuk bir yaşamı asla kabul edemezdim, etmeyeceğim de.
Gelinen aşama, yaşadığım dört buçuk yıllık gerilla yaşamı beni bu gerçeklikleri görmeye yöneltti. Çok değerli, anlamlı yoldaşlıklar yaşadım. Harun Ahmet, Azat, Tirej Erdal ve şu an bile her an her saat şahadet haberlerini aldığımız bir çok yoldaşımız. Tabii ki hiçbir mücadele bedelsiz başarıya ulaşamaz. Ancak bizler, son dönemlerde verdiğimiz bedeller ile bu savaşı başarıya götürmemiz gerekiyordu. Halkımız her gün işkence tutuklama yaşarken, çocuklarımız artık ihanet etmeyecek hayaller kurmamak için 5 yaşından alınıp eğitilmek bir yana öldürülüyor, işkence görüp tutuklanıyorlar. Gerçekten de tarih hiç bir zaman böyle bir düşman ile karşılaşmamıştı. Tarihte yaşanılan tüm savaşların bir kuralı, ilkesi, ahlakı vardı. Ama T.C ve AKP bu kural ve ilkeler bir yana ahlaksızlaşmış bir gerçekliğin somut ifadesidir. Ahlaksızlık en somut bir biçimde taçlandırılıyor. İmralı tecridini görmeyen, sarsılmayan iliklerine kadar hissetmeyen bir kişinin militanlığından, savaşçılığından, yurtseverliğinden, insanlığından kuşku duymak gerekir. Bu gerçekliği görüp de PKK’nin yaşayan özüyle bütünleşmeyip kendini, bu özle yani fedailikle gerçekleştirmeyen kişilik kesinlikle unutuyor, duygusuzlaşıyor, direngenliğini yitiriyor ve teslimiyeti yaşıyordur.
Kürt gerçekliğinde hisler, duygular, sevgiler ve umutlar körelmişken Önder Apo bunları tekrar canlandırdı. Hissettiği için Zîlan’ca tavırlar açığa çıktı. Sevdiği için Fikriler, Semalar oluştu. Direndiği için Beritanlar tanrıçalaştı. Ve zalimler tarihin en büyük direnişi ile karşı karşıyadır. Ancak bu zalimler tarihin en büyük savaşına da kendini hazırlamışlardır. O zaman bizim yapabileceğimiz kendimizi en büyük savaşa hazırlamak ve fedaileşmektir. Bu yönü ile bende kendimi fedai eyleme hazırlarken yaşamın ne kadar güzel olacağını görebilmekteyim. Yaşamı sevenler ancak büyük eylemler yapabilirler. Çünkü bizler özgür yaşamı yaratmak için bir mücadelenin içindeyiz. Zilanca tavır sergileme isteminin bende müthiş bir heyecan yarattığını belirtebilirim. Zilan en büyük sorumluluk duygusudur. Ve ben bu süreçte kendimi sorumlu hissediyorum. Büyük bir çıkışın yaşanması gerektiğine inanıyorum. Biliyorum ki şuanda benim gibi yüzlerce arkadaş var. Hareketimizin belirttiği gibi düşman bunu bildiği için baharın gelişinden müthiş korkuyor ve köşeye sıkışmış her yere pervasızca saldırıyor. 2012 senesi, PKK’nin tarihten almış olduğu direniş geleneği ile bir başarı ve özgürlük yılı olacaktır. Buna katkı sunmak, bunun savaşçısı olmak en onurlu pratik olacaktır. Ve kesinlikle zafere yakın olduğumuza inanmak zorundayız. Zafere kilitlenmiş bir savaşçının yaşamı anlamlı olabilir. Bizler kesinlikle düşman karşısında elini kaldırmış bir gerçekliğin savaşçıları değiliz. Biz buna ihanet deriz. Bizler bin sefer ölür ama yine kalkıp düşmana mermi sıkmasını kendine esas alan ve düşmanı bin kere öldüren bir gerçekliğin savaşçılarıyız. Bizler bize yaşama hakkı vermeyen, yaşamı haram eden ve yaşatmayan bir gerçekliğe karşı savaşanlarız.
Biz özgürlük savaşçıları kendimizi savaşın sanatıyla donatır ve savaş alanına öyle çıkarız. Bizler kadınla kölece yaşamı ve bunun ifadesi olan güdülerle yaşamayı değil kadınla anlamlı, özgür, onurlu bir yaşamın aşığıyız. Kadına aşığız. Çünkü kadın toplumsallığın oluştuğu merkezdir. Bizler kadınla beraber savaşırken, güzelleşiyor, güzelleştikçe seviliyor, sevildikçe de özgürleşiyoruz. PKK yaşamı yönünü anatanrıçaya dönmüş öyle savaşıyor. Bunun içindir ki erkek, devlet, iktidar bir korku içerisindedir. O da biliyor ki bu savaş zafere ulaşırsa adalet, eşitlik, doğallık, iyi, güzel, gerçek sevgi ve aşk tekrar canlanacak; kâr, çıkar, sömürü ortadan kalkacaktır. Bunu gören insanlık tüm gücü ile ana kadına dönecek ve özünü yaşayacaktır. Kadın köleliğin kalktığı mekanlar, özgür mekanlardır. Biz bu mekanlarda yaşamış bireyler olarak özgürlüğe olan tutkumuz gereği kadınla yaşamayı ve savaşmayı anlamlı buluyoruz. PKK’de kadın savaşmasını bilen, boyun eğmeyen, melekleşen, özgür yaşayan, erkeğe teslim olmayandır. Yaşanan bazı düşkünlükler PKK’nin özüyle çelişmekte, ne PKK erkeğini ne de kadınını temsil etmektedir. Biz buna müthiş karşıyız ve yaşamayacağız. Nasıl ki yıllardır içimizde teslimiyeti yaşayan anlayışlar son süreçte bir bir açığa çıkmışsa, kadına yaklaşımda güdüsel, düşürücü anlayışlar da yerle bir edilecek ve tümden bitecektir. PKK’deki kadın bunu hak etmiyor, diyoruz. Bunu yaşamamak için bilinç, irade, örgütleme, savaş, Önderlik felsefesine bağlılık gerekmektedir. Biz kendimizi ancak bununla donatırsak özgürlüğe yürüyebiliriz. Biz bu yürüyüşlerin yoldaşıyız. Kadının yoldaşı olabilmek, kadınla beraber savaşabilmek, zafer elde edebilmek zihniyet devrimini gerçekleştirebilmek bizim vazgeçilmezimizdir. Onun için kadın özgürleşmedikçe toplum özgürleşemez, diyoruz. Kürt toplumunun özgürlüğü kadın özgürlüğünden geçer, diyoruz. Çünkü erkek kendini yalana dayandırır. Yalanla oluşturulmuş bir sistemle yıllarca savaşıyoruz. Kürt kadını hiç bir zaman bu sistemin kadını olmadı, sürekli direndi. Belki günümüz gibi elinde kıleşi, bombası, ağır silahı yoktu ama sevgisi ile dili ile kültürü ile direndi. Özü ile yaşadı ve doğurduğu çocuklarına aktardı. En çok şiddetle karşılaşmasına rağmen yılmadı, umut ve ışık gördüğü her düşünceye bağlandı, aşık oldu. Ama kandırıldı, metalaştı, tecavüze uğradı. Kimse bu kadınlar Önderliğe nasıl bu kadar bağlıdır dememeli, gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortadaydı. Önderlik erkeği öldürmüştü. Bu gerçeği görüp savaşmayan, Önderliğe katılmadan bir kadın nasıl dayanabilir ki. Bir militan erkek ya da kadın bu gerçeklikten asla uzaklaşarak yaşayamaz, uzaklaştığında düşer, gelenekselleşir ve sistemi yaşar. Biz de yaşanan sorunların kaynağında da bu uzaklaşma yatmaktadır. Biz Ronahi, Beritan, Berivan, Viyan , Nuda, Dicle, Bese, Tekoşin, Çiçek ve Zilan tarzını yaşamsallaştırdığımız oranda aşkımızı güçlendirebiliriz.
Zafer ve özgürlük tutkusu ile Önderliğine bağlı bir halkın çocuğu olmak gurur verici bir duygudur. Tüm soykırım, imha-inkar ve gasp ile karşılaşan Kürt halkı PKK ile yeniden direndi, dirildi. Tam anlamıyla yeniden yaratıldı. Kürt halkı özgürlük mücadelesine binlerce çocuğunu feda etti. Yetmiyor birçok çıkışta en büyük fedai duruşları sergiledi. Tarih boyunca var olma-yok olma savaşımının içinde olan bu halk Önderlik ile artık varlığını kanıtlamış ve özgürlük mücadelesine kollarını sıvamış bir konuma gelmiş bulunmaktadır. Bu halkın geleceği artık kendi elindedir. Özgür olacaksa kendisi, köle olacaksa yine kendisi karar verecektir. Kürt halkı şunu çok iyi biliyor: İmralı’da tutsak bırakılan Önder Apo değil Kürt halkının özgürlük tutkusu, mücadele azmidir. Önderliksiz bırakılmayı bir kader olarak bize kabullendirmek istiyorlar. Hayır, beş bin yıldır Kürt halkı Önderini arıyor ve bulmuştur. Bu bir kader de olsa onu alıp değiştiriyoruz. Bir halk ancak Önderliği ile var olur. Bu saatten sonra artık kimse Kürt halkını birbirine düşman edemez, yok edemez ve savaştıramaz. Önder Apo Kürt halkının zihni, ahlakı, politikasıdır. Bir toplum ancak ahlak, zihniyet ve politika ile ayakta durabilir, varlığını sürdürebilir. Onun için Önderlikle en çok bütünleşmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz. Tabii ki Beko’larımız hala var ama onlar bizim için artık bitmiş gücünü yitirmiştir. Bu gerçekleri gördükçe de kahrolmaktadırlar. Önder Apo işbirlikçiliği, ihaneti ve teslimiyeti yok etme savaşımında büyük devrimler yaratmıştır. PKK halkı ile bütünleştiği bir dönemden geçmiştir.
Topyekün bir saldırı var. Bizlerde ancak topyekün direnerek bu komployu boşa çıkarabiliriz. Önderlik kendi açısından yaratmış olduğu yeni paradigma, felsefe, taktik ve strateji ile komployu boşa çıkarmış, “görüşmeye çıkmıyorum” tavrı ile yeni dönemin ruhunu yansıtmıştır. Bizler de bu ruha denk bir duruş ile süreci karşılamamız gerekiyor. Ruh direniş ruhudur. Ruh serhildan ruhudur. Ve artık zafer, özgürlük ve başarının tam zamanıdır. Buna inanıyor bunun da fedaisi olduğumuz için çok şanslıyız. Değil tutuklama, gözaltı, soykırım, asimilasyon bu halkı durdurmak bin tane atom bombası da artık bizi durduramaz.
BîJî SEROK APO
BîJî RAPERİNA GELEKî
AN JîYANEKî AZAD AN Jî NE DANA JîYANKIRIN
YAŞASIN ÖZGÜRLÜK MÜCADELEMİMİZ
AİLEME
Raporuma yazdığım tüm noktaları sizin de anlayacağınızdan hiç şüphe duymamakla beraber başta size hitaben bir yazı yazmama kararını vermiş olsam da özellikle düşmanın basın oyunlarından haberdar olmanız için bir kaç noktayı dile getirmek istedim. Belki yapacağım eylem televizyona, basına farklı yansır kaygısı ile sizin beni anladığınıza inanıyor, size müthiş bağlı olduğumu belirtiyorum. PKK’de kararları hiç kimse vermez, tarihi sorumluluklar ve vicdani muhasebeler insanı karar almaya götürür. Şunu iyi bilmenizi isterim: Bu yaşam tamamıyla kendi irademle seçilmiş ve bu tarzda bir eylemi de ben kararlaştırdım. Gerillada yaşadığım süre boyunca sizi çok özledim. Bir kaç kere arama ve ulaşma fırsatı bulsam da hem sizin hem de kendimi hazırladığım eylemim için güvenlik noktasında sıkıntı yaratacağını düşündüm ve aramadım. Bu eylemle onurlanacağınızı biliyorum. Siz de biliyorsunuz ki fedailerin arkasından ağlanmaz, gurur duyulur. Bunun için diyorum, beni güçlü karşılayın düşmana olan kininizi haykırın, kültürünüzü ve dilinizi koruyun. Bu noktada bir özeleştiri vermek istiyorum; gerilla ortamında dımılki konuşacak çok arkadaş olmadığı için ben son süreçteki çabama rağmen tam olarak dilimi koruyamadım. Ama rüyamda kendimde ve hayalimde hep öyle konuştum. Fazla bilgi sahibi olmadığım için tam olarak kimin ne iş yaptığını, öldüğünü bilmiyorum ama tüm insanlarımı sevdiğimi, onlar için mücadele ettiğimi bilmelerini isterim. Sadece babamı bir kaç kez TV’de gördüm yıpranmış ve yaşlanmıştı. Sağlığına dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Benim böylesi bir mücadelenin içine girmemde katkılarını unutmayacağım. Onun için borçluyum, böyle bir tarzla ödeyeceğime inanıyorum. Canım anam, benim katılacağımı ilk senin hissettiğini anladığımda korkmuştum. Sonra anladım ki sen sonuna kadar benimlesin. Ve ben senin için de savaşıyorum, bunu biliyordun. Sen tüm annelerin acısını her zaman hissettin. Güçlü olmanı istiyorum. Senin vermiş olduğun ahlak, terbiye ve eğitimin olmasaydı bu günlere gelemeyeceğimi biliyorum. Bunun için ben aslında senin eyleminim. Sana aşığım, bağlıyım seni çok seviyorum. Ve kesinlikle diyorum ağlama beni sahiplenmek istiyorsan güçlü olman gerekiyor, sonsuz sevgilerimle oğlunuz REZZAN
Devrimci Selam Ve Saygılar
Rezzan Andok
- Ayrıntılar
Bizde pusula ile hareket etme çok az yapılır, az sayıda arkadaş yapar ve hiç bilinmedik arazilerde kullanırlar, örneğin Karadeniz alanındakiler. Genel de arazi hâkimiyeti; doğal hafıza dayanmakta ve sık kullanımla sağlanma durumu vardır. Coğrafik yönlerde çok dillendirilmez. Doğu-Batı ekseninde uzanan yerlerin; çok güneş alan yerlerine ‘ Ber roj’ az güneş alan yerlerine ‘nizar’ denilmesi ve üstlenme-noktalama da dikkat edilmesi kaçılmaz olan yamacın adları sık kullanılır. Bu da ya kuzey ya da güney yamacı ekseni çerçevesinde olur ki karların erimesinde yani sıcaklık, soğukluk meselesinde önemli bir faktör olmasından kaynaklıdır. En çok kullanılan ve tariflerde dile getirilen sağ-sol, aşağı- yukarı gibi kavramlardır. Ha şunu da unutmadan söylemeliyim; çok az arkadaş birçok yıldızı bilirken genelde de kutup yıldızı tanınır ve onun da kuzeyi gösterdiği bilinir.
Yaşamın kendisi arazi üzerinde gerçekleştiğini herkes bilir. Kuvvetler arasındaki çatışmalarda arazi çok önemli bir faktördür ve her iki tarafta hâkimiyetini sağlamaya çalışır. Gerilla doğası gereği kullandığı arazi onun temel müttefiklerinden biridir. Bu durumu herkes bilir.
Gerilladaki arkadaşların arazi tanıma ve kullanmadaki durumlar nedir? Erken öğrenme gibi derdimiz oluyor mu, onu temel müttefik sayıyor muyuz, onun verdiği imkânları doğru değerlendirip onuna göre kullanıyor muyuz? Sorular artırılabilir. Tarihsel birçok savaşta kazanılması veya kaybedilmesinde arazi faktörleri de göz önüne alınmalıdır ki hemen tüm savaşlarda bunu gösterecek birçok olay dile getirilebilinir.
Hep şunu düşünmüşüm; nasıl ki birçok özel yetenek edinmek için beynim bir bölümünün onu öğrenmeye has, öz bir şey bahşetmesi gerekiyorsa bazı arkadaşların arazi hâkimiyeti görünce beyinlerinde özel bölmenin bu konuda zengin olduğuna yormuşum. Bu işin esprisi olarak algılana bilir fakat arazi karşısında avantajlı ve dezavantajlı olma durumunda bahsedebiliriz. İstisnai durumların var olduğunu bilmek şartıyla genel olarak gerillada köyde yetişmiş hatta Koçerlik yapmış olanları arazi hâkimiyetleri mükemmel oluyor şehirlerde apartmanlarda yaşamış olanların ki zayıf olmaktadır.
Dezavantajlı pozisyonda olanlar araziyi öğrenemezler mi? Tabi ki öğrenme azmi önünde hiçbir şey kurtulamaz yeter ki istek ve çaba olsun. Arazi mantığı veya hafızası dediğimiz şeyde bazı ince ayrıntılar ve onları öğrenme şartlarını yerine getirmekle mümkündür.
Araziyi tanıma düzeyleri farklı oluyor. Kimi sadece patikasını bilir, gider-gelir. Kimi de genel ayrıntıları bir bütün, kimi ise en ince ayrıntısı tek tek bilir. Bazıları ise zaten önümde yürüyen var öğrenme gayretini göstermezler. Gerekçekleri ise ‘arazim zayıftır’ veya ‘arazim yoktur’ derler.
Her bildiğin şeyin insana güven vermesi ve işlerini kolaylaştırması gibi araziyi tanımada gerilla yaşamında güven verici bir durum olup bildiğin kadarıyla işlerin kolaylaşır. Bu nedenlerden dolayı kullandığımız arazileri tanımak öğrenmek gerekir. Arazi öğrenme mantığımız zayıf olabilir fakat şu iddia edilemez; ‘hiç öğrenemem’ denilemez. Kendimden bilirim kafa yorunca öğrenebiliyordum fakat üzerinde durmayınca tanıyamazdım. Ben de öyle arazi yeteneğini zayıf olanlardanım. Herkesin öğrenme yöntemi farklı olabilir fakat gözlemlediğim kadarıyla en iyi öğrenme şekli yürüyüşlerde öncü olmaktır. Orta veya arkalarda yürüyorsan araziye ister istemez dikkatini veremiyorsun ya da vermiyorsun. Öncü iken durum farklı en ince ayrıntıya dikkat ediyorsun, patikanın üstünde miyim değil miyim hissi ile duyarlı halde olmak bile ayrıntıların üzerindeki zihnini açık tutuyor. Diğer yandan grubun verdiği sorumluluk nedeniyle arazide bir şey var mı yok mu? Duyarlılığı ayrıntıları tanımada çok önemli bir öğreticidir.
Öğrenmede bazen şu gelişir; bir defa gündüz bir defa gece geçersem ancak öğrenebilirim yaklaşımı fakat kuzeyde her yer o imkân bulunmaz; en önemli yerler hiç şaşırmamam gereken yerler -karakol ve korucu köyleri gibi- yerlerde ancak gece geçebilirisin.
Temelde kendine güven öğrenmede esas alınması gereken kuraldır. Aman kaybolur, aman patikadan çıktık diye paniklemek doğru değildir. İnsan ne kaybolur ne de patika çıktı mı yerinde çakılı kalır. Güven duyarsan kendine genel arazide bana bir şey olmaz dersen işler daha iyi yürür. Bu durumda dış etki ve müdahaleler işleri içinden çıkılmaz hale getirmemeli. Bir arkadaş şöyle diyordu “arazi nedir ki temel sırtlar ve dereler var bunları bilirsin patikalar ise mutlaka üzerine çıkarsın ve artık bırakmazsın “ işi o kadar kendine güvenle dile getirip basit bir şey haline getirmişti. Garzan’da bize on gün kuryelik yaptı.
Arazi sadece patikaları bilmek değildir bazen bunları bilsen bile kullanamazsın örneğin operasyon veya pusu olması durumunda araziyi genel kullanma gerekecektir. Bu nedenle arazi genel bilme en iyisidir tabi bunun için dolaşmak çok işe yarıyor. Bir arkadaş vardı, bildiği yoldan bir daha gitmemeyi daha çok tercih ediyor arazi de kendisine göre takılıyordu. Çoğu zaman o yürüyüş ve dolaşmaları işe yarıyordu. Nerde ne var, ne iş için kullanılabilir, neresi yol verir noktalamaya, üstlenmeye uygun mu? Hepsi için görüş sahibi idi , ‘arazi bilirkişisi’ diyordum.
Gerilla yaşamıyla çok sıkı bağları olduğundan dolayı arazini vazgeçilmezliği ve birçok konuda etkili olduğu bilinerek öğrenilir. Sadece git-geller için arazi kullanılmıyor. Yaşamın hepsini ondan kopmadan doğal olarak yaşıyorsun. Herkes öyle değil midir? Diye sorulursa sivilde doğal olmayan şey apartman dairesine sahip biri yağmurda orada kendini korur. Ya gerilla ne yapacak tabi doğadaki doğal yerleri mağara, korunaklı kaya altları bilmeli ki oralara sığınabilsin.
Öğrenmelerde dikkat edilmesi gereken diğer bir şey mevsim ne olursa olsun ona göre bilmek eğer bir sorun yaşanacaksa onu önceden görüp tedbirini almaktır. Ağaç yaprakları yeşilken biliyor, döküldüğünde şaşırıyor. Hele kar yağdığında hiç çıkaramıyor. İşaret olarak bellediği şeyler ise kar altın kalmışsa vay haline. Daha birçok durum sıralanabilir. Şimdilik bu kadar aklıma gelenler bunlar her arkadaş birçok olay ve durumla karşılaşmıştır. Bildiğimiz şeyler bunlar.
Normal insanlar için bir şeyi öğrenmede etkili olan temel faktör her halde öğrenilmesi gereken şeyi sevmesidir. Sevmediği şeyi de öğrenebilir fakat eğer severse daha kolay ve hızlı öğreneceği gerçeğini açık ve nettir. Arazi öğrenmede de sevme ve psikolojik etmen çok önemlidir. Araziyi sevenler ve psikolojilerini onda rahat kılanlar daha erken öğreniyorlar. Bu sevme işi de lafla olan, bir romantik gibi bir tablo karşısında sevgilerini dile getirmek demek değil, araziyi seven yerinde durmuyor istesen de durduramazsın geziyor ayrıntısı niçin kullanılabilir düşüncesi yeni gördüğü bir şeyin verdiği çeşme, mağarayı anlatması ona zevk veriyor. Sevgisi pasif değil aktif bir şekildedir ve gezmeleri onu psikolojik olarak da rahatlatıyor.
Gerillada gördüğüm bir şeyde kaldığı araziye göre şekillenmesidir. Eğer zozan alanlarda kalmışsa öyle yerleri sevip ve tercih ediyor. Ormanlıksa ormanlık, sert arazi veya yumuşak arazi gibi tercihler gözlemlenebiliyor. Her gerilla her türlü arazi ve şartlara kendi adapte etmesi ideal bir durumdur ki öyle olması istenir. Farklı farklı tercihlerin olması anormal bir durumda değil. Coğrafyanın insan psikolojisi hatta fizyoloji üzerinde etkileri olduğu belirtiliyor. Çok bilinen bir karşılaştırma İskandinav ülkelerindeki insanlarla Akdeniz ülkelerindeki insanların mizaç ve fiziksel karşılaştırmaları yapılır. Kürdistan’da bile coğrafik faktörler etkili olduğunu gözlemleyebiliriz. Kuzey insanı ile güney insanı hatta serhad insanıyla Urfa Mardin insanının üzerindeki etkiler ele alınabilir. Bir ayrımcılık yapmak için belirtmiyorum beklide çok az etkili olan bir durumdur fakat yok saymamak gerektiği kanısındayım. Geçmiş tarihlerde aynı dönem ve aynı toplumda da olsalar Atina ile Sparta’nın farklılıklarının bir sebebi de coğraflarına bağlanıyor. Her neyse kimi bunları kabul etmeye bilir. Gerilla olarakta her türlü coğrafyayı sevmek ve kendimizi ona göre adapte etmek gerekiyor. Bu genel kurala olsa da yine de bazı arkadaşlarda şunu görebiliyoruz; alıştığı araziyi sever ve ön plana çıkarır. Normalinde baksan arkadaşların dile getirdiği arazilerin yanında avantajları kadar dezavantajları da mevcuttur. Zozan araziler yüksektir, keşifleri daha kolaydır, suyu boldur vb. gibi birçok avantajından bahsedilebilir. Fakat yüksekliği nedeniyle doğal olarak güçlü bir fizik gerekiyor. Diğer yandan gündüz sıcak gece soğuk olması itibari ile sağlam bir bünye gereklidir. Ormanlık arazi kamuflajlıdır, fazla yüksekliğe sahip değil, zaman etkisi olmadan manevraya elverişli vb. gibi avantajlıdır. Fakat dezavantajları her türlü sivrisinek, tırtıl, orman tozu gibi doğal etmenler, keşiflerinin zorluğu vardır. Dediğim gibi kimi zozanlık araziyi seviyor kimi de ormanlık.
…
Yukarıdaki yazıyı üç- dört ay önce yazmıştım bu arada Şehit Zerdest arkadaş’ın defterini okudum ve gördüm ki bir arazide bir gerilla nasıl zevk alarak yaşıyor, duygularını , hisselerini nasıl dile getiriyor. Çok büyük bir coşkuyla yaşadığı her şeyi gözlemleyip –dağ, taş, kuş, çiçek, ağaç, dere, çeşme, su, bulut, kar,büyük hayvanından böceğine, vb.- orada ne yaşamış ve ne görmüşse hepsini mükemmel bir algıyla ele alıyor. Sanki hepsini her gün yeniden görürcesine heyecanla anlatması ve yaşaması var. Yaşadığı yeri normalleştirmeden hep büyük bir şaşkınlık içinde yaşaması var. Her gün yeni bir şeyi bulmuşcasına sevinç içinde olarak anlatmış ve yaşamış. Şahsen bende böyle değil. Demek ki algılama olayı, algı körelmesini yaşamamış hep canlı dipdiri bırakabilmiş, salt gördüklerinin çeşitliliğin çokluğu da değil, on binlerce yıl oralarda ne yaşanmış olabileceğinin tahmini ya da Kürt tarihinde Bedirhanbeylerin İsyan’ı gibi tarihsel olayların içine o coğrafya katması veya doğru yanlış olmasına bakılmaksızın halk içinde o coğrafya üzerinde geçen efsanelerin anlatımı hatta yerin ismine dair dilbilimcilik yapması orayı okuduğumda bana harikalar diyarına gitmiş gibi geldi. En önemlisi de birisin okuyup da orayı sevmesi için yazmış olmasından ziyade kendisinin gerçekten severek o coğrafya da haz almasını görmem oldu. Onu yaşadığı, onun sevdiği coğrafya parçası benimde hoşuma gitti. Oysa o defteri okumasaydım, o coğrafya parçası benim için çok anlamlı bir yer değildi, hatta gerillacılığa ters gelen bana uymayan bir dağ yığını gibi geliyordu.
Bu defterinde anlattığı dağ Herekol’dür, kendisi için çok anlam yüklemiş ve okuyan herkeste bu anlamı görüp bir parçada seveceğine inanıyorum. Şunu da anladım, yazmanında gerçekten bir sanat ve güzel ifadeyle ne kadar değer kattığını, Şehit Zerdeşt arkadaş güzel ve sanatsal bir dille yazdığı kanısındayım
1995’in sonlarında Garısa alanında Besta’ya kendimizi bıraktığımızda karşımızda kocaman yüksek ve çıplak bir dağ yığını olarak karşımdaydı Herekol, hafızamda fazla yer etmeyecek bir görüntü gibi gelmişti. 2004’te bu defa Derê Kaçe’den Besta’ya inerken sağ tarafından kalan aynı büyüklük ve anlam kriterlerine sahip fakat tek ayrı olan şeyi bakış açımın değişmesi ile Herekol. İyi çekilmemiş donuk mat fotoğraf gibi kaldı belleğimde, bu defa belleğimde yer edinmesi etkili olan tanıdığım cesur bir kahraman arkadaş o sıralar orada bir operasyona karşı eylem girişiminde silah kaldırması, ikinci silahta kaldıracağım deyip almaya giderken bir havan güllesi ile şehit düşmesiydi. Evet, o büyük savaşçı ve kahraman arkadaş Osyan’lı Resul’du. Kendisi ile Xakurke alanında KDP karşı yapılan çatışmalarda birlikte kalmıştım. O arkadaş unutamadığımdan onun şehit düştüğü yerde akılda kaldı.
Bende Herekol’ü bir fotoğraf, bir isim olarak kalmıştı, fakat Şehit Zerdest’te ise cancaplı her yeri her şeyi ona mutluluk veren ona hayat veren onun bir parçasıymış gibi anlatımını gördükten sonra araziye bakışlarımızın ne kadar da farklılıklar içerdiğini gördüm. Bendeki yavanlık Şehit Zerdest’teki zenginlik …
Yazıya Şehit Zerdest defterindeki giriş cümleleri ile bitirmek, onun ön duyguların bile ne kadar güçlü olduğunun göstergesi…
“Ülkemin gördüğüm ya da görmediğim her karış toprağının derin bir anlamı var benim için ülkede bir canım bütünlüğü gibidir adeta. Ortak bir sistem ve duyargaları var. Birbirini tamamlar, birbirini var eder, besler, korur…
İçindekilersiz bir ülkeyi neylersin kuşku yok ki insanıyla vardır. Onu anlamlı kılan güzelleştiren de o insanlardır. Renklerinin siyah sarı ya da beyaz olması önemli değil. Önemli olan o yaşama yüklenen anlamdır. Biz insan kızı ve oğlu için insanın en fazla değer taşıması bir abartı değildir. Tabi birey olarak kendi dışındaki toplumu, varlık olarak kendi dışındaki “canlı” ve “cansız” varlığını yadsımadan.
Özgürlük Hareketimiz PKK ile tanışmadan bende derin bir yurt bilinci yoktu. Bir yurdumun var olup olmadığını da biliyor değildim. Çocukluğumu yaşadığım köyümü yaylamızı gezdiğim kırlarımızı, dağlarımızı, içine girip, balık yakaladığımız dereleri, soğuk sularını içtiğimiz pınarları, üzerinde etrafında oyun oynadığımız kayaları-taşları, dutlarını, alıçlarını, eriklerini, armutlarını, mışmışlarını yediğimiz ağaçları, tavukları, eşekleri, kurbağa ve kertenkeleleri, arpa ve buğday tarlalarını, kelebekleri, dağ çayını, tüylü çayı, nane ve kekik kokusunu, türküleri, ağıtları, küfürleri, şakaları, kavgaları ve barışmaları, çapayı, çatlamış elleri,, gözyaşılarını, bereketi, sevinci, çığlığı hangi birini anlatsam ki hele özlemi, hasreti… terk etmezleri, terk edilmezleri anayı, umudu ve de öfkeyi…”
Şehit Zerdeş Anısına Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Hamza yoldaş Botan'ın bir köyünde, orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ortaokula kadar okuyabildi. Daha küçük yaştan başlayarak Kürt halkı üzerinde yürütülen inkar ve imha siyasetini, sömürgeciliği görerek buna karşı bir tepki içinde oldu. Düşmanın halkımız üzerindeki vahşi baskı ve uygulamalarını gördü, yaşadı.
Botan eyaletimizde başlayan 15 Ağustos atılımı ve gerillalaşma kısa sürede halk üzerinde etkisini gösterdi. Gerilla halkın beklentisine bir cevaptı. Gelişen gerilla mücadesi Hamza yoldaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı. Gerilla yaşamına ve dağlara ilgisi daha da artıyordu. O, 'Kürtler varolmalı ve özgürleşmek istiyorsa yapabilen herkes gerillaya katılmalı' görüşüne inanmıştı. Gerilla o süreç için Kürt halkının tek şansı ve sorunlarına çözüm gücüydü. Ve Hamza mutlaka orada olmalıydı. O sıradan biri olamazdı. Kimliksizliği kabul edemezdi. Asimilasyonu kabul edemezdi. Ve özgürlük çağrısına hayır diyemezdi. Kanı kaynıyordu, yüreği kıpır kıpırdı.
Her gece yattığında kendini dağlarda ve eli silahlı düşünüyor, sabahlara kadar uyuyamıyordu. Adeta gizli bir güç onu çekiyordu. Ve yavaş yavaş kendisini bulmaya, uykudan uyanmaya başlamıştı. O kararını vermişti. Köy yaşamı artık yetmiyordu. Özgürlük için savaşmalıydı ve sonuna kadar da bu yolda ilerlemeliydi. Hamza yoldaş bu kararına sonuna kadar bağlı kaldı.
Daha küçüklüğünden başlayarak örgütleyici ve önder olma özellikleri vardı. Çekiciydi. Çocuklar, gençler etrafına toplanıyor ve ondan bir şeyler almak istiyorlardı. Kişiliği ile kendini kanıtlamıştı. Etrafında doğal olarak bir grup oluşmuştu. Dağlara yalnız başına gidemezdi. Arkadaşlarını düşmanın insafına terk edemezdi. Bu düşüncelerle köyündeki arkadaşlarına düşüncelerini açtı. Onları da örgütleyerek, '90 yılında, rüyasındaki dağlara ve gerillaya kavuştu.
Agit yoldaşın şehit düştüğü Gabar dağı Hamza arkadaş tarafından kutsal bir kabe gibi yıllarca bir üslenme ve savaş alanı oldu. Birlikte katıldığı amcasını da kutsal Gabar tapraklarına verdi. Cesareti, atikliği ve savaş tarzındaki kurnazlığıyla düşmanın korkulu rüyası oldu. '92 yılında manga komutanlığı göreviyle düşman mevzileri üzerine gitmeye devam etti. Onun parçaladığı yanlız düşman otoritesi değildi; her şeyden önce bir kişilik dönüşümünü de sağlayarak sürekli yenileniyor ve parti ile birlikte yürümede ve bu temelde Önderlikle bütünleşmede, taktikle bütünleşmede gelişmeler kaydediyordu.
Bütün enerjisini gerillalaşma ve komutanlaşmada başarılı olmak için kullanıyordu. Ve pratiğinde başarılı olduğu için yoldaşları tarafından aranan, sevilen, sayılan bir komutan olmuştu. Hem kendini hem de denetimindeki yoldaşları eğitiyor ve partiyle bütünleştirmeye çalışıyordu.'93 yılında Gabar alanında takım komutanlığı, ardından '94 yılında da bölük komutanlığı görevini alarak Kerboran alanına geçti. Bu alanda başarılı bir pratik yaşadı. Denetimindeki güçleri hem geliştirdi, hem korudu, hem eğitti, hem de savaştırdı. Yoldaşları O'na büyük güven duyuyordu. O'nun olduğu yerde parti ve yoldaşlık vardı. Cesaret vardı, ruh vardı, askerlik vardı ve görev adamı olma vardı...
Partimizin 5. Kongresi'ne katılarak süreci daha iyi kavramaya ve buna göre bir yönelim içine girmeye başladı. Kongreden sonra Mardin eyaletine tabur ve bölge komutanı olarak gitti. Bu eyaletimizde partiye ve halka büyük zarar verilmişti. Hamza arkadaş çalışkanlığı, dürüstlüğü ve çalışma temposuyla hem yoldaşlarına hem de halka büyük bir güven verdi. Alanın yeniden partiye açılmasında önemli bir rol oynadı.
1995 yılında TC ordu güçleri ile Habızbına alanında çok şiddetli bir çatışmaya girdi. Karşı taraf Hamza arkadaşın çatışmada olduğunu bildiği için, var gücüyle yönelerek arkadaşları çembere aldı. Hamza arkadaş ve yanındaki bir takımlık güç çok şiddetli bir çatışmaya girdi. Tarihi bir direniş gerçekleşmekteydi. Düşman kayıp üstüne kayıp vermesine rağmen mutlaka sonuç almak istiyordu. Daha sonra bu çatışmada Mardin Asayiş Bölge Komutanının öldürüldüğü düşman tarafından açıklandı. Arkadaşların cephanesi artık azalmıştı. Hamza arkadaş da yaralanmıştı. Cephanesi bittiği için tabanca ile çatışmaya başladı.
Kurtuluş imkanı yok gibiydi. Çatışma içinde eyalet komutanı ile cihazla ilişki kurdu. Şöyle diyordu:
"Şu anda çemberdeyiz, cephanemiz kalmadı, kurtulma şansımız hiç yok. Çemberi yarmaya çalışacağız ancak zordur. Bundan sonra bağlantımız belki olmayabilir. Tüm yoldaşlara başarılar diliyorum."
Bu görüşmeden sonra cihazı ve üzerlerindeki örgütsel malzemeleri imha ederler. Yaralı olduğu için diğer arkadaşların gitmelerini ister. Kendisi onlara yük olmak istememektedir. Ancak arkadaşlar bunu kabul etmez ve kendileriyle birlikte götürürler. Daha sonra uygun bir yere bırakırlar. Televizyon ve radyolar Hamza yoldaşın şehadet haberini verir. Arkadaşların inancı da böyledir. Bu yüzden Hamza arkadaşın anısına askeri tören düzenlenir. Ama Hamza arkadaş, kendisi için yapılan bu askeri törene uzun ve sıkıntılı bir yürüyüşten sonra yetişir. Elbette O ölümsüzdür. Gelişi bütün yapıyı sevince boğmuştur.
'96 yılında kendi önerisi ile Parti Merkez okuluna gelir. O artık parti içinde bir sembol olur. Kahramanlık ve cesaret sembolüdür. Burada belli bir yoğunlaşma ve eğitim sonrasında tekrar ülke sahasına yönelir. Gittiği yer yine Botan'dır.
Cudi alanında Bölge komutanlığı görevini yapar. 1997-98 kışında yapısını eğiterek sürece katma çabası içindedir. Akademi'den ve Önderlik'ten aldıklarını yoldaşları ile paylaşır. Denetiminde bulunan yeni yapı içinde partileşmeyi, savaş ruhunu, cesareti, kararlılığı geliştirir. Kişiliği, ataklığı, canlılığı ve yoldaş sevgisi ile dolu olmasıyla herkesi partiye bağlamayı başarmıştır.
Hamza yoldaş bir irade savaşçısıdır. Yıllarca aç kalmış, açıkta kalmış ve ölümlerle burun buruna gelmiştir. Ama o hiç yılmamıştır. Mücadele azmini ve kararlılığını korumuştur. Doğal bir asker, komutan ve öncü olmuştur. En zor koşullarda çözümler bulmuş ve yaratıcı olmuştur.
'98 yılı baharında destan yazmaya kararlıdır. Taktiği ve tarzı yakalama iddiasındadır. Yaşamını buna adamıştır. Tam bir pratik adamıdır. Az konuşur, ancak konuştuğunu yapar. Deyim yerindeyse sözünün eridir.
30 Nisan 1998 günü düşman Cudi alanında çok kapsamlı bir operasyon geliştirir. Onbinlerce asker, küçücük bir coğrafya parçasına ve bir tabur gerillaya karşı saldırıya geçer.
Cudi dağının dorukları tam bir savaş alınıdır. Safine, Mıla Berme, Seçela ve Kox; havan, kleş, BKC, B-7 sesleriyle inlemektedir. Kobralar bir orayı bir burayı vurmakta, Skorsky helikopterleri beşer beşer indirme yapmaktadırlar. Ancak komutan Hamza'nın taburu iyi mevzilenmiş ve iyi savaşmaktadır. Düşman adım atamaz. Adım attığı yerde ölüsünü bırakır. Çatışma gün boyu sürer. Cihat ve Nudem yoldaşlar şehit düşer. Ancak düşmanın kaybı bunun on katıdır.
Hamza yoldaş çatışma boyunca bir maestro gibi savaşı yönetir. Çatışma içinde soğukkanlılığı ve kararlılığıyla yoldaşlarına ruh ve cesaret verir.
"Dostlarım var benim
yaşama gücü veren bana
toprağa kök salmamı sağlayan
Hissediyorum sizi dostlarım
olmasa da yüzünüz
saklasanız da benden
Birlikte olmayacak mıyız
söz verdiğimiz gün
Sonsuz ve törensel
Ağaçsız bir orman gibi..."
Geceyle birlikte tabur takımlara bölünerek manevralar yapar. Hamza yoldaş da bir takım ile birlikte hareket eder. Üstünde savaştığı coğrafyayı tanımamaktadır. Düşman termallerle yerlerini tespit etmeye çalışır. Ancak yerlerini tam belirleyemezler. Bu bölgeyi iyi tanıyan çeteler izlerini bulur ve düşmanı üzerlerine getirir. Artık çatışmaktan başka çare yoktur. Bunun sonucunda ilk vuruşu arkadaşlar yapar ve birçok asker ölür. Ancak üzerinde savaştıkları arazi çatışmaya uygun değildir. Türk ordusu tekniğin gücüyle çatışmada bulunan yoldaşlara karşı birçok ağır silah kullanır ve bunun sonucunda Hamza yoldaş ve yanındaki 10 arkadaş 2 Mayıs 1998 günü şehadete ulaşarak ölümsüzleşir.
Yanında şehit düşen yoldaşlar her biri bir cihan parçasıdır. Şehit Hamza'nın öğrencileridir. Düşman onlardan ihanet beklemiştir, ancak onlar Cudi doruklarına direniş bayrağını dikmekte asla tereddüt etmemişlerdir.
Hamza, Sipan, Partizan, Amed, Merwan, Hamza, Beritan, Ayten, Şevin ve Agiri yoldaşların yaşamları, mücadele ve direnişleri her Kürt insanı için esas alınması gereken bir örnektir. İçinde asla tereddüt ve kararsızlık yoktur. Önderliğe, partiye şehitlere, yoldaşlara ve halka sarsılmaz bir inanç ve bağlılık vardır. Onlar şehadetleriyle ölümsüzleştiler.
Bugün Cudi'nin dağında, taşında, suyunda bu arkadaşlar vardır. Her karışında, ağacında, taşında bize mücadele dersleri vermektedirler. Onların anısıyla yoğrularak geleceği mutlaka kazanmalıyız. Bunları unutanlar insanlığa sırt çevirmiştir ve lanetlidir.
Hamza arkadaş 6. Kongre'de Parti Merkezi onursal üyeliğine seçilmiştir. O bir ölümsüzdür. O'nu temsil etme ve yaşatma görevimiz vardır. O'nun ruhu ve partiyle bütünleşen özellikleri yaşamaktadır.
Hamza yoldaş bir mücadele kişiliği olması ile sürekli yolumuzu aydınlatacaktır.
Adı, soyadı: Ziver SARIYILDIZ
Kod adı: Hamza
Doğum yeri ve tarihi: Emerina Köyü-Cizre, 1965
Mücadeleye katılım tarihi: 1990
Şehadet tarihi ve yeri: 2 Mayıs 1998, Cudi
Görevi: Bölge Komutanı
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar
Bir arkadaşımızın mayıs ayına ilişkin yazdığı kısa bir şiirle girelim:
“Bir türküdür gerillanın dilinde özlem
Bir halaydır gerilla yürüyüşü
Olgunlaşan aşk gibi
Meyveye duruş
Gulandır
Güllerin derilişidir Mayıs”
“Mayıs ayı en çok şehidin mevcut olduğu, sanırım şimdiye kadar her gününe bir şehit değil, bu ayın belki de her saatine bir şehit sığdırdığımız bilinir ve biz de bu şehitler ayı anısına bağlı olarak işlerimizi en sağlam bir hamlenin gereği olarak yürütürüz. Mayıs ayı bizim hamle ayıdır, şehitlerin anısına bağlı olmanın ayıdır. Ve hepsi de görkemli hamlelerle karşılanır, biz birçok şehide söz verdik. Davamızı yaşatacağız diye söz veriyorsunuz, bu tamamen kesintisiz giderek büyüyen, savaşan bir örgütle mümkündür. İşte biz bunu mümkün kıldık. Söze bağlı olmak basit değil. Bize inanarak şehit düştüler. Denizler, Türkiyeli sosyalistlere, Kürt sosyalistlerine inanarak idam sehpasına cesur çıktılar, cesur şiar attılar, tekmeyi savurdular idam sehpasına. Çıkarılacak tek sonuç bu cesarete karşılık vermektir” diyor Kürt halk önderliği.
Evet, şehitleri ve mayıs şehitlerini böyle ele alıyor Kürt halk önderliği.
Mayıs ayı sadece biz Kürtler açısından önemli bir direniş ayını ifade etmiyor. Mayıs ayı neredeyse tüm halkların direniş tarihinde önemli bir direniş kesitini oluşturuyor. Nedendir bilenmez, belki de tam da kestirilemez ama mayıs ayının böyle direnişi bol olan bir ay olduğu kesindir.
1 Mayıs dünya emekçilerinin direniş bayramı, 6 Mayıs büyük Türkiye devrim şehitleri olan Deniz, Yusuf ve Hüseyin; peşinden de İbrahim Kaypakayalar, derken nice Türkiye devrimcisinin şahadeti.
6 Mayıs Suriye’de Osmanlı paşası olan Cemal Paşa’nın 21 Arap aydınını Osmanlılara karşı gösterdikleri direnişten dolayı idam etmesi ve bugüne kadar gelen mayıs direniş geleneği. Evet, Araplarda 6 Mayıs günü şehitler günü olarak anılır. Çünkü işgale ve sömürgeciliğe karşı verilen en anlamlı şehitler bugünde verilmişti.
Ve Hakilerin, dörtlerin şahadetleri hep mayıs ayı içerisinde gerçekleşen şahadetlerdir. Yine biz de biliriz ki bu şahadetler bir halkın yeniden diriliş destanını da yaratırlar. Kahramanlar da aslında böyle var olurlar. Yani, kahramanlar varsa yaşam ve direniş vardır, kahramanlar yoksa yazılmamış ve geri bıraktırılmış bir halk ve tarih vardır. Ne diyor Kürt halk önderliği:
“Kahramanlar kendi toplumları için ödedikleri bedeller ve yürüttükleri mücadelelerle belli bir süre yaşarlar ve kendi bulundukları yerelin kahramanı haline gelir, yaşamaya, yaşatılmaya devam ederler. Neredeyse her etnisitenin, her klanın bir kahramanı, yaşayan efsanesi vardır. O toplumun çocukları, onlara dinletilen müziklerde, ninnilerde, anlatılan masallarda, daha sonraki süreçte bütün bir eğitim sistemi, günlük sosyal yaşam içerisindeki tüm kültürel, sanatsal, üretimsel faaliyetlere yedirilerek o insana mal edilebildiği oranda o insan toplumsallığının bir parçası haline gelirler” diyor.
Kürdistan devrimi açısından elbette şahadetler yukarıda dile gelenlerle sınırlı değildir. Önderliğimizin “her gününe bir şehit değil, bu ayın belki de her saatine bir şehit sığdırdığımız bilinir“ cümlesi Kürdistan devrim şehitleri açısından mayıs ayının yerini ortaya koyar.
Bahar tüm halklar tarihinde hamle günlerini ifade eder. Kışın ciddi yoğunlaşmalar ardından çıkışların en görkemli olanları hep birazda bu ayda gerçekleşir. Nasıl ki mayıs ayı direnişe kalkan halklar için önemliyse, direnişi kırmak isteyen egemenler açısından da mayıs ayı karşı çıkışlar için adeta vazgeçilemez aylardandır. Nedeni ise halkların kışın yaşadıkları yoğunlaşma ardından yapacakları hamleyi durdurmanın en iyi aylarından bir tanesi mayıs ayıdır.
Özcesi ezilenler hazırlanıp atağa kalkmak isterler mayıs ayında, ezenler de bu atağı yani hamleyi durdurmak için, ötelemek için saldırıya geçerler. Mayıs ayında kıyasıya bir direnişin yaşanması birazda bundandır.
PKK direniş tarihinde de mayıs ayı kıyasıya mücadelenin yaşandığı bir ay olmuştur. Bu direniş ayının anısına mayıs ayı bir nevi şehitler ayı iken, 18 Mayıs günü ise biz Kürtlerde şehitler günüdür.
18 Mayıs günü Antep’te hain bir güruh takımı tarafından Haki Karer yoldaşımızın katledilmesi esasta yukarıda söylenenlerin ne kadar doğru olduğunu gösterir. Kış ve bahar boyunca Önder Apo Kürdistan’ı dolaşarak toplantılar yapmıştı. Bu toplantılar ciddi bir hamlenin hazırlığına işarettir. Bunu fark eden işgalci güçler ve onlara bağlı komple ihanetçi hain takımı Haki Karer yoldaşı hedef alarak katlederler. Haki Karer yoldaşın hedeflenmesi sıradan bir seçim değildir. Yeni şekillenen, filizlenen bir hareketi kalbinden vurmadır, beyninden vurmadır. Kürt halk önderliğinin yıllar sonra Haki Karer yoldaş için “gizli ruhumdu” demesi bu bağlamda boşuna değildir.
Hani şair’in mısralarında Haki Karer yoldaşın şahadeti ardından dökülen mısralar gibi.
“Canım aldılar ecelsiz
Pırıl pırıl bir on sekiz mayıs günü
Yoluna baş koyduğum
Vebalim, sevdalım
Toprağına uzandım
Saplandı yağlı kurşunlar delikanlı bedenime
Tepeden tırnağa kandım
Ben insandım
Ben cümle ezilenlerin sadık dostu
Zulme, baskıya, sömürüye düşmandım
Bağımsızlık ve özgürlük kavgasında
En ön saflarındaydım mazlum halkımın
Elde silah kahramanca savaştım
Yokluğuma kadeh tokuşturdu hain takımı
Bilmediler ki ben söylenen türküde
Yakılan ağıtta ve dinmeyen silah seslerinde yaşayandım
Haki Karer yoldaş işte “yakılan ağıtta ve dinmeyen silah seslerinde” yaşayan biri olduğu için “Yurt sevgisini iğrenç bir maske gibi
Suratlarında taşıyanlar” canını alırlar ecelsiz.
Çok zaman geçmese de 1982 yılında büyük değişimlerin yaşandığı 17’yi 18’e bağlayan bir mayıs gününde bu kez dörtler diye bilinen Ferhat, Necmi, Eşref, Mahmut arkadaşlar fitili kendilerine çakarak 18 Mayısların nasıl iyi birer takipçisi olduklarını hepimize gösterdiler.
Yine kocaman bir kış gelmiş geçmiş, tartışmalar yürütülmüş, hazırlıklar yapılmış ve bir başka 18 Mayıs günü kibriti kendi bedeninde çakan, dört yiğit Kürdistan devrimcisi, ölümleriyle yeniden yaşamanın yolunu gösterirler. Mazlum Doğan baharın müjdecisi olarak 21 Mart günü üç kibrit çöpüyle Newroz’u kutlayıp zaten bir meşale oldular. Yapılması gereken Mazlum arkadaşın tek yaptığını daha da ileriye taşıyarak “teslimiyet ihanete, direniş zafere” yani doğru yaşama götürür şiarına denk bir direniş ve cevap içerisinde olmaktı.
Evet, mayıslar bizde hep böyle direnişlerle örülü olan bir aydır.
Kürdistan devrim süreci mayıs ayında bolca büyük destan yaratan şehitlere tanık olmuştu. Bir Leyla Kasım’ın Saddam rejimi tarafından idam edilmesi derken 1978’lerde Haki Karer, 1979’larda Halil Çavgun, 1982’lerde Dörtler, 1983’lerde Ramazan Kaplan, Mehmet Karasungur, İbrahim Bilgin ve 1990’lardan sonra, Ozan Mizgin, Hewler, 1999 yılında önce fedaimiz Ferhat Kotranis ve ardından da Amedli Sinan, Medeni-Nesih Özcan derken daha nice halk kahramanı.
Kürt halk önderliği:
“Bu şehitler halen diri ve karşınızda. Düşmana gösterdikleri çok onurlu ve büyük kini, öfkeyi unutmayız. Her an onların günlük emir komutasındayız, gücümüzce layık olmaya çalışacağız. Onların kini, onların yaşamının emrettiklerini yerine getirmek için, durup dinlenmek yok. Ben biraz bağlı kalmaya çalıştım, biraz onların sözcüsü olacağım dedim. Sanıyorum biraz layık oldum. Daha fazlasını bundan sonra karşılamaya çalışacağım. Arkadaşlarımı hiçbir zaman yalnız bırakmayacağım. Siz de eğer benimle geliyorsanız, bu yoldaşların yoldaşı olmayı bilmelisiniz. Başka hiçbir şey sizi, onlara layık bir yoldaş kılmaz ve bunlar tarihin değerleridir” diyerek şehitlere özelde de mayıs şehitlerine nasıl yaklaşmamız gerektiğini bize gösteriyor.
Başka bir deyimle: “Şehidi anlamak, şehide hakkını vermek, şehidin vasiyetine göre yaşamak bir devrimcinin en temel ve başta ele alması gereken görev ve sorumluluk olduğu gibi; bunu egemen kılmak, onun savaşımını kesin vermek, bağlılığın en vazgeçilmez bir gereğidir.”
Bir şehidin vasiyetine göre yaşamak belki de yaşamların en zorudur. Ancak belki de yaşamlarının en anlamlısıdır da aynı zamanda.
İnsanlar niçin ölümün üstüne üstüne yürümeye cesaret ederler diye sorulabilir. Herhalde verilecek ilk cevaplardan bir tanesi inandığı ve baş koyduğu davanın –bu baş koyma gerektiğinde kendi bedenini de götürse-haklı olduğuna inandığındandır. Yani ideallere olan bağlılığıdır.
İkinci önemli husus herhalde bu ideallerin gerçekleşmesine inanmaktır. Bu inanç nedir diye sorulacak olunursa verilecek en doğru cevap herhalde şu olacaktır: “yoldaşlarım benim yürüdüğüm ve yarı yolda iradem dışında bırakmak zorunda kaldığım yürüyüşü devam edeceklerdir. Dalgandırmak isteyipte yeterince dalgalandıramadığım bayrağı en yükseklerde dalgalandıracaklardır. Ve belki de üçüncü önemli bir hususta “aradığım özgürlük, adalet, ortaklık, eşitlik ve kardeşlik ülkesinin hayata geçirilmesidir” olacaktır.
Evet devrimciler bu üç temel direk üzerine kurdukları ilkeler ve inançları temelinde sonuna kadar tereddüt etmeden yürümesini bilmişlerdir. Eğer gelecekte savunduğum ve inandığım idealler gerçekleşmeyecekse, bunun için yoldaşlarım yürümeyeceklerse ve de özlediğim yaşamın, şairin deyimiyle:
“Yasamızda
Kilit vurulmuş
Yasak kapıları
Kırmak yok
Açmak var
Suları
Gürül gürül
Akıtmak var
Ve tüm insanları
İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda
Kan
Barut
Ateş
Ölüm
Yok
Olmayacak
Özgürlük ve kardeşlik var” yoksa neden canımı, bedenimi ve de gençlik yıllarımı vereyim ki?
Evet, mayıs şehitlerini anarken bugün o büyük direnişçilerimize yüzümüzü dönüp dua ederken onların istedikleri, hayal ettikleri ve özlemlerini çektikleri bir yaşama doğru adım adım ilerlediğimizi gördükçe vicdanen daha rahat oluyor ve onlara layık bir yoldaş olduğumuzu söyleyebiliyoruz.
Bugün onların özlemi olan halkların kardeşliğine doğru yeniden adım adım Demokratik Ulus Bloğu temelinde ilerlerken Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin, Kaypakayaların ve de Hakilerin, Karasungurların, Leyla Kasımlardan Gurbet Aydınlara kadar yaşamlarının en güzel anlarında canlarını bu idealler uğruna veren tüm mayıs ayı devrim şehitlerine daha yakın olduğumuzu görüyor ve inanıyoruz.
Evet, yeniden Kürt halk önderliğinin:
“Siz de eğer benimle geliyorsanız, bu yoldaşların yoldaşı olmayı bilmelisiniz. Başka hiçbir şey sizi, onlara layık bir yoldaş kılmaz ve bunlar tarihin değerleridir” diyerek bu yolun en amansız takipçisi olacağımıza dair halkımıza, ilerici insanlığa ve de şehitlere verdiğimiz sözümüzü yeniliyoruz.
Karer Celal
- Ayrıntılar
Sarı gülümüz
Buğday başağımız
İsyan kızımız
Koçerimiz
Hevimiz…
Tanıdığımız güzellikleri çok az yazıyoruz. Dağları ve insanları soluk soluğa beraber yaşadığımız, içimizde taşıdığımız, bizi biz yapan o güzellikleri belki unutmuyoruz ama yazmıyoruz, anlatmıyoruz. Sadece yüreğimizde kalıyor, sürekli kendimizi koruduğumuz sığınaklar gibi kalıyor. Anlatmak çok zor olduğu için olsa gerek.
Aslında bunların tümünü Şehit Murat arkadaşın, Parastına Gel’in Haziran ayı sayısındaki şehit düşen ağabeyine yazdığı mektubu okurken düşündüm. Mektubunun ilk satırlarında “… gelecek kuşaklar bilecekler mi, hatırlayacaklar mı? Unutacaklar mı? … En güzel, en kahraman çocukların tek tek nasıl şehit düştüklerini bilecekler mi?” diye soruyor. Belki de her gerilla hayatında birkaç kez hatta daha fazla bu soruyu kendine sormuştur.
Ben kaç kez sordum, neden soruyoruz bu soruyu kendimize derken çevirdiğim sayfalarda Mayıs ayı şehitlerinin resimleri ile karşılaştım. Hepsini tek tek dikkatle inceledim. Şehit Hevi’nin resmine gözlerim takıldı. “Sen hiç böyle düşündün mü güzel Hevi?” Diye sordum kendime. Aslında bu yazıyı kaç zamandır yazmak istiyordum. Fakat kaybettiklerimizi anlatmak hep zor olduğundan olsa gerek sürekli erteledim. Hevi’yi anlatmak istiyordum oysa. O bir isyan kızıydı, direngendi, toplumun faili meçhul cinayetler ile teslim alınmak istendiği bir dönemin ardından dağlara gönlünü, halkına yaşamını verecek kadar yurt sevgisiyle doluydu. O bizim buğday başağımızdı, Gabar’ın, Beytüşşebab’ın, Besta’nın patikalarında toplara, tanklara, tüfeklere ve kalleşlere karşı yürümüş bir buğday başağı.
Onu 96 yılında ilk katıldığı zaman gördüm. Sarı saçları ve bal rengi gözleri vardı. Etrafa sanki kaybettiği bir şeyi bulmuş, bir daha kaybetmemek için sıkı sıkı sarılmış bir çocuk gözleri ile bakıyordu. Henüz silahı yoktu. Arkadaşlardan aldığı silahı sıkı sıkı göğsüne bastırmıştı. Dümdüz sarı saçları, gözlerini ve yüzünü kapatıyor, silahı bırakmak istemediğinden olsa gerek saçlarını düzeltmiyor, aralarından bize bakıyordu. Bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. Çok farklı görünüyordu. Bakışları hiç törpülenmemişti. Öyle dolaysız bakıyordu ki sanki baktığı yeri elleri ile değil de gözleri ile tutuyordu. Yanan ateşe, ağaçlara, taşlara bize baktığında sanki bizde başka bir şeyler görüyordu.
Onu öyle dikkatli seyretmemden rahatsız olsa gerek, bana bir şey sorarcasına baktı. Önderliğin bir arkadaşa “Yavru aslan gibi bakıyorsun” dediğini hatırladım. O ender bulunan dolaysız duruşuna güvenerek “Önderlik seni görse ‘yavru aslan gibi bakıyorsun’ derdi” dedim. Başını biraz öne getirip durdu, aniden bir kahkaha attı, biraz irkildim. Sonra, “Keşke, Önderliği görseydim bana hiçbir şey söylemeseydi” dedi. Sözlerine hem duygulandım hem güldüm. Biraz kızdı “ heval tu çıma dıkeni” dedi. Güldüm. Düşündüm, niye gülüyorum diye ama yine de güldüm.
O gün ayrıldık, yeni savaşçı eğitimi için gitti. Daha sonra sık sık bir araya geldiğimiz on bir yıl boyunca onu her gördüğümde o günü, bakışlarının bende yarattığı duyguyu hep anımsadım. Şehit düştüğünü ilk olarak ROJ TV’de duydum. Resmini gösterdiklerinde sanki o resmi değil de ilk karşılaştığımız günkü yüzünü görür gibi oldum. Hevi’miz, Koçerimiz, Sarı Başağımız bizden bu kadar çabuk ayrılmış olamazdı…
Hevi yoldaşı tanımamış olanlar çok şey kaybetmiştir. O Koçerdi. Dıderan aşiretinden geliyordu. Koçerlerin bin yıllardır değişmeyen özgürlük tutkularına, kavgalarına, gezdikleri tüm zozanlara, tüm çılgın halaylara tanıklık etmiş sanırdınız. Öyle suskun, öylesine canlı; öyle yaslı, öylesine hayat doluydu ki tüm bu çelişkili görünen duyguları ahenk içinde yaşayan bir güzelliği, gencecik bir yüreği vardı. Onda Botan insanının, Koçerlerin, dağ Kürtlerinin ruh halini yakalardınız. Aklı ile hisleri parçalanmamış, duyguları ile eylemleri çelişmeyen, son yüzyılların ölçülerine vurulamayacak bir kültürün insanıydı Hevi.
Beytüşşebap zozanlarında onu bir kayanın başında omzundan hiç indirmediği özenle yapılmış kefiyesi, elinde silahı ile otururken görseydiniz bin yıllardır orda duruyor sanırdınız. Sarı saçları, heybetli görüntüsü ve yüreği ile o zozanlara, o kayalara, o patikalara, o silaha yakışıyordu. O gerillacığa yakışıyordu gerillacılık da ona…
Hevi, korkusuz bir Koçer kızıydı. En yoğun çatışmalarda çevresinden gelip geçen mermilere hiç aldırmadığını gördüm. Botana düşmanın en yoğun yöneldiği yıllarda çatışmaların, açlığın, zorluğun içinde gerillacılığa bir daha bulunulmayacak bir yaşam bilinci ile sarılırdı. Yurtseverliğiydi sarıldığı, Önderlik sevgisi, yaşam tutkusuydu. Sakindi, suskundu ama yaşama duyarlığı çok yüksekti. Yüreğinde bir çocuk vardı. Bu korkusuzluk, bağlılık ve yüreğindeki çocuğu bilmekti belki bizi ona bu denli sevgiyle bağlayan.
Yurdumuza, Önderliğimize, Gerillaya, dağlara ve yoldaşlara bağlı kalarak şehitlerin unutulmayacağını göstereceğiz. Biz gerillalar zaman zaman bunu birbirimize sorsak, günlüklerimize yazsak da biliriz “Özgürlük için vuruşanlar unutulmaz…”
Anısı mücadele gerekçemiz olacak.
Mücadele arkadaşları adına
Newroz Ceren
- Ayrıntılar
Hani hep anmadan adlarını, tek bir dağlı ya da gerilla sözcüğüne sığdırıyorum ya hepsini, oturmuş Dr Rodi’den bahsediyoruz bir yaşlı adamla. Aradan ölçülebilir takvim zamanlarında uzun denilebilecek yıllar geçtikten sonra, neyi konuşsak eskiye dair hepsi kendi anlam zamanlarında şimdide capcanlı yaşatıyorlar anlam verdikleri her şeyi. Bu yaşlı adama hikâyesini anlatmıştım bizim Dr Rodi’nin. Şimdi yeniden açılınca söz, ayrıntısıyla hatırladığını görüyorum hikâyenin. O zaman sesini duymamıştı şiirlerinde. Bir gün radyoda tesadüfen dinleyince şiirlerini, düşmanına bu kadar ağız dolusu sövebilen bu adamı sevmiş hemen. Dr Rodi olduğunu öğrenince daha sonra, çok gezen ayakları ve silinmesi zor belleğiyle taşmış onu gittiği yerlere. Şiirlerine şimdi oldukça aşina oldukları bu adamın, onların deyimiyle ‘her şeyiyle insan’ bu adamın dostu kesilmiş hepsi de.
‘Bir yazı yazacağım Doktor Rodi’ye ilişkin’ deyince, bütün dağlılar gibi, ‘Herkesle anılsın istemeyiz ismimiz. Sevmediklerimizin küfürleri bile gurur verir bize. Ne kadar uzak dursak, o kadar iyi, bazılarından. Dillerinde adımız kirlenir. Yan yana konulsak, kirli hissederiz kendimizi. Düşmanına düşman, dostuna dost olmanın temel yasasıdır bu. Karşısında duracaksın düşmanının. Yiğitsen, bakışlarında tüketirsin bütün kahpeliklerini. Ve hep yanında, omuz omuza, yürek yüreğe durmak istersin dostlarının yanı başında. Dostunla anılınca ismin, gururlansın istersin bütün dostlarının ve onu sevenlerin dostluğunda.’
Sonra mahcup bir gülümsemeyle, ‘yazacaksan Doktor Rodi’yi; dağ dilli, binlerce yıldır susturulamayan dengbêjlerimizin bize ulaşan sesinde konuşan bu adamı, bu insan gibi insan olan, adam gibi adam, dostuna dost, düşmanına düşman, yiğitlikte lekesiz adamı, yanı başında olursam herhangi bir biçimde gurur duyacağımı bilerek yaz bütün dağlılar gibi. Sesinin ve hikâyesinin en çok bizi anlattığını ve yüreğimizin dost köşesini ona ayırdığımızı bilsin çocukları, dostları ve düşmanları. Bütün dağlılar gibi anladığımıza inanıyoruz, dağdan hiçbir zulümde koparılamayan o güzel dağ insanlarını. Bêrîtan’ımız adını almıştı onlardan. Biz her dağ yürüyüşünde karşılaştığımızda hep inanan, güvenen ve tebessüme kesen yüzlerinde, sundukları zozan ayranlarını içtik onların. Kimi zaman ekmeklerini paylaştılar bizimle. Kimi zaman patikalarını tanıttılar bize zozanların. Ve vurulup düştüğümüzde toprağa, en kimsesiz zamanlarımızda omuzlayıp bedenlerimizi yüreklerine ve gül bahçesi güzelliklere gömdüler bizi. Toprağın altında da, üstünde de hep gururlandığımız dostlarımız oldu onlar. Bazen bedeli zulüm, bazen bedeli sürgün de olsa, ne onlar terk etti yüreklerimizi, ne biz bıraktık onlarla dost olmayı. Çünkü onlar en eski dağlılar, biz ise en son dağlılardık. Aynı ananın kucağında aynı memeden süt emen kardeşlerdik biz. Şimdi nereden ve hangi seste yankılansa bütün dağlılıklarıyla Bêrtî koçerleri, bir selam sayıp kendimize dostça ve dostlukta hep gururlanıyoruz en güzel ve en eski dostlarımızla.’
Kendi dilimden anlatabilirim, canımla, kanımla, bedenim ve ruhumla ait olduğum aşiretimi, Bêrtî’lerimi, ihanete karşı uçurumlarda bir çiçek olan o en güzel kıza isimlerini veren dağlıları anlatabilirim. Neresine gitsem dünyanın, hep yanımda taşıdığım ve hep karşılaştığım, kimileriyle kavgalı olsam da dağlı nedenlerle, yüreğimde hep dost kalan kardeşlerimi anlatabilirim. Tarihleriyle, coğrafyalarıyla, kıl çadırlarıyla, kopmadıkları dağlarıyla, sürgünlerde bütün yitikliklerinde mertlikten ödün vermeyen gelenekleriyle. Anlatabilirim belki de, ait olduğum bütün ayrıntılarıyla onları. Sürgünlerde her dilden anlatıcıları var zaten onların. Kolay kolay düşmanlıklarını kazanmak istemez kimse. Düşmanları gazaplarından, dostları mertliklerinden alır paylarını. Ben de payıma düşeni aldım. Ama hep dostça oldu kavgalarım da, dostluklarım da. Bana emeği geçmeyen, benimle ekmeğini paylaşmayanı azdır beni dağlı doğuran bu kardeşlerimin. Minnetim vardır hepsine. Hilesiz, hurdasız, yalansız, dolansız kardeş ve dost minnetidir bu.
Kavga ettiğimde onlarla, kalplerini kırdım bazılarının. Belki de hala kırıktır kalpleri bazılarının, o en sevdiğim ve hep gururlandığım Bêrtîlerimin. Şimdi Zağroslarda daha iyi anlıyorum onları. En eski dağlıları, en yeni ve hep dağlı olanlardan dinledikçe, daha bir Bêrtî kesilesim geliyor. Bir ilkesidir dağların, tek bir dostlarının bile kalbi kırık kalsa kendilerine, cehennemde gibi yanıyor yürekleri. Şimdi düşünüyorum da, kalbini kırdığım dost kardeşlerimi, sebebi dağlar ve dağlılık olsa da kavgamın, dostluktan gelse de bazen öfkem ve hala doğruluğuna inansam da kavgalarımın, yine de dostlarımın dost kalmasını isterim. Ve kalbini kırdığım tek bir dost ve dağlıyı, cehennem azabı diye taşırım yüreğimde. Özrünü kabul ettirmenin erdeminde usta olmayı görüyorum bu dağlarda.
Asla pişman olmaz bu dağlar, doğruluğuna inandıkları kavgalarından. Ama tek bir dostu bile incitmemenin titizliğinde örüyorlar dostluklarını. Farklılıklarda zenginlik ve uyum yaratmanın, fikirlerde esnek ve ucu açık olmanın bilgeliğindeler hepsi de. Şimdi ben, pişman olmasam da doğruluğuna inandığım kavgalardan, dostça yaptığım kavgalarda acemiliklerimin daha fazla bilincindeyim. Sevmeye doyamadığım, hiçbir gölge düşürmek istemediğim dağlılıklarına ve zordaki dostlarını, kavgadaki dostlarını anlamamada yarattıkları öfkeyle kırmışsam bazılarını, hep dağlıca olsun istediğimden dostluklarının. Bazen farklılıklarını ve ayrılıklarını anlayabilir insan dostların ama bu kadar dost, bu kadar kardeş olanların farklılıklarına ve ayrılıklarına anlam veremiyordu yüreğim.
Kavgalara girdim dost kardeşlerimle. Kırmışımdır kalplerini. Hiçbir şey pişman etmez beni kavgalarımda ama söylemeliyim burada, bir yara gibi taşıyorum yüreğimde, sebebi ne olursa olsun kalbini kırdığım dost ve kardeşlerimi. Hani hiçbir düşman bükemez boynumuzu, diz çöktüremez bize, bilir bunu dağlarımın dost kardeşleri. Ve yine en iyi onlar bilir gerektiğinde bir dostun ayağına toprak olmayı. Şimdi her şeyimle dağlarda olmanın sevincinde beni anladıklarını biliyorum, anlayacaklarına inanıyorum dost kardeşlerimin.
Kavgada hırçın ve yüksektir sesimiz. Dağlarımızın en bilge, en dost ve en yiğit sesi sevgili Doktor Rodi, haykırışıdır bu yönümüzün. Diz çökmeyiz kavgalarda, vurulup düşsek de anamız toprağın kucağına, bilmez mi bunu sevgili Bêrtîlerim, kardeşlerim, öz be öz kardeşim Rênas’ın Lêlîkan’da bütün teslimiyet ve ihanetlere inat toprağa düşmesinden. Bilir elbet, en eski ve en direngenidir onlar dağların, en bağlısı ve en vurgunudur onlar dağların. Yiğitliği anlatmak bu direngen insanlara, düşmez haddime. Ama anlamaz yüreğim, onların dağları anlamazlığını.
Kabahatlerini anlamanın ve çözmenin ustalığındaki o ADALI’dan alıyor derslerini bütün dağlılar. Girmişsen bir kavgaya, vurmaktan tam alnının ortasından düşmanını ve korkmazsınız vurulmaktan, düşüp toprağa karışmaktan. Benzemez dost kavgaları düşman kavgalarına. Vuruşur düşmanlar, konuşur dostlar. Ondandır dost kavgalarında hep dil yâresidir yüreklerde kalan.
Dil yâresinde şimdi yüreğim. Taşırım ben yaramı dostluk icabı. Taşınır dosta ait her şey. Yeter ki dostça olsun. Dil yârenizi de taşırım ben, bütün dost ve kardeşliğimle. Ama taşıyamam kalbini kırdığım dostlarımın yaralı yüreğini. Kavgamda hırçın, kabahatimde toprak olmayı bilirim ben. Üzerime tek bir düşman postalının düşmesi, bütün harplerimin sebebidir. Kırılmadıkça o postaldaki ayak, dinmez yüreğimdeki öfke. Ama toprak olmuşsam ayaklarına dostlarımın, bir toz zerresi olarak bile, taşınmak ayaklarında, gurur ve sevinç verir bana. Her yerde ve her şeyde taşımalı birbirini dostlar. En yiğitleri dağların, en çok da yaralı dostlarını taşımakta göstermek isterler yiğitliklerini. Yerde yaralı koymak dostunu, uğramaz dağlıların yüreğine.
Ve dostlarım, kardeşlerim, sevgili Bêrtîlerim, yerde koymayacaklardır yaralı yüreğimi. Unutup bütün dost kavgalarını, sevgiyle affedecekler bütün kavga kabahatlerimi. Bitmez hiçbir zaman dağların bizi bağladığı kardeşliğimiz ve dostluğumuz. Kavgada yenilebilirim size, kabahatte toprak olabilirim ayaklarınıza ama bir dost ricasında bulunacağım sizden. Gerekirse vurun beni alnımın çatından, yanık göğüs kafesimden ama çok yaralı bir yanım var, mertliğe sığmaz dost yarasına tuz basmak. Yakıştıramıyorum dostlarıma bazen, en yaralı, en ADALI yarama tuz basmalarını. Tenimde alevli bir yara taşımamın tek sebebi, ADALI yanımdır. Ve en yaralı yanım, ADALI yanımdır. Sadece, eliniz değmesin, diliniz değmesin ADALI yanıma, bir dost ricası bu. Güvenirim en yiğit, en direngen çocukları olan dağlı Bêrtî dost kardeşlerime. Kucaklaşacağız biliyorum, en kavgalı olduğum çocuklarınızla bile, ama ricamdır, deşmeyin en yaralı yanımı.
Dostlar ve kardeşler, en iyi tedavicisidir dost yaralarının. Taşıyamazsanız bile yaralı yanımı, ricamdır, dokunmayın yarama. Ama topraklığıma bahşetmişseniz kabahatlerimi ve derman olmak istiyorsanız en yaralı yanıma, dermanımı söyleyeyim size: sevgiyle ve dostça değsin dudaklarınız yürek yarama. Dost dudakları hafifletir en yaralı yanımın acılarını. Affedin ve o dost dudaklarınızdan dostça bir merhem gibi, bir öpüş kondurun yarama. Sonra, vurun isterseniz, paramparça edin her yerimi, dostluğuma ve kardeşliğime halel getirmez, beni yaralı ve çaresiz koymaz hiçbir kavgada vurulmam.
Ama tenime ateşle kazıdığım yüreğimdeki ADALI ve yaralı yanıma değmesin hiçbir şey. Hala kanamaktayım yüreğimden. Bir cehennem gibi taşıyorum bu yarayı yüreğimde. Değmeyin, incinirim ben. Yaralı yüreğim cehennem. Yine incitmesinden korkarım sizi. Hadi kucaklayın beni. Kendi çocuğunuz, dostunuz ve dağlınız olarak geldim size. Acıyor yaram, usulca öpüp beni yaramdan, dindirin acılarımı. O zaman göreceksiniz, dostluğunuzda dost, kardeşliğinizde kardeş, dağlılığınızda bir dağlı olarak size hep açık olan yüreğimin sizi sevgiyle kucakladığını.
Yaşlı dağlılardan öğrendim dil yâresindeki dost yürekleri tedavi etmenin mecburiyetini. Yaralıysa dil yâresinde tek bir dostun yüreği, kırıksa tek bir kardeşin kalbi ve küskünse size tek bir dağlı, yürünmüyor bu dağlarda. Yürümelerimde yol göstericim dağlılar, en çok da kardeşlerimden emanet almışlar dağları. Onlar bu emanete ihanet etmemenin kavgasındalar şimdi. Çünkü sizden öğrenmişler dost emanetine ihanet etmenin kirleticiliğini. Siz ana atalarımızdan emanet aldığınız bu dağlardan kopmadınız hiçbir zaman. Sürgünlere sürülse de bedenleriniz, dağlarınızı ve dağlılığınızı hiç eksiltmediniz yüreğinizden.
Şimdi dağ yürüyüşlerinde yük oluyor bana, küskün yürekleriniz ve kırdığım kalpleriniz. Bir tekinizin bile kırmışsam kalbini, bir dağ gibi taşırım dağ yürüyüşlerimde. Minnetimden ve yük taşıyamamazlığımdan değil toprak oluşum. Geride yüreği yaralı bir dost ve kırık kalpli bir kardeş bırakmışsa insan, hep geriye dönüp bakmak zorunda kalıyor yol yürüyüşlerinde. ‘Çıkmışsan yol yürüyüşlerine, dönüp bakmayacaksın geriye’ diyor dağlılar. ‘Yavaşlarsın, tökezleyip düşersin yoksa…’
Girmişim bir yola. Seviyorum bu yolda yürümeyi. Vurulup düşsem bu yola, sevinçle düşeceğim toprağa. Ama tek bir kırık kalp bıraksam geride dostlara ait, bütün huzurum kaçacak en huzurlu olduğum bu dağlarda. Huzurundayım şimdi dostlarımın ve kardeşlerimin. Bırakın huzurla yürüyeyim toprağıma. Çünkü toprak olursam, en çok siz geleceksiniz bana. Toprak olursam, bütün postallar çekilecek bu topraklığımdan. Ve postallardan temizlenmiş topraklığımla, en çok sizin ayaklarınıza serileceğim. Bırakın huzurda toprak olayım ayaklarınıza.
En çok dağları ve bereketli toprakları seversiniz siz. Hiçbir kıyamet, hiçbir vahşet, hiçbir zulüm, hiçbir yalan koparamadı sizi topraklarınızdan. Yüreğinizde taşırsınız toprağınızı sürüldüğünüz sürgünlerde. Yurdumda ayaklarınıza, sürgünlerde yüreğinize toprak olmak tek derdim. Ötesini takmayın o güzel kafanıza. Toprağınızım ben sizin. Ve toprağınızdayım şimdi. Ben döndüm size, siz de bende dönün toprağınıza. Siz toprağınızın hasretinde, ben sizin topraklarınızda, yüreklerinizle sürgündeyim.
Dağların ve toprakların dışında unutabilirsiniz her şeyi, ben unuttum. Dönelim kendimize ve kucaklayalım toprak gibi birbirimizi. Emin olun, toprağımıza kavuşmaktan daha fazla hiçbir şey sevindiremez bizi. Bıraktım kendi kırgınlıklarımı. Siz de bırakın isterim. Yeterince acılı ve yaralıyız hepimiz. En önemlisi de, acılarda yaralı ve kanamakta şimdi yurdumuz. Acılarına acı katmayalım. İlk fırsatta sevindirelim birbirimizi. Dağlara kavuşmanın sevincindeyim ben. Tek acılı yanım, sürgündeki Bêrtîlerim benim.
Dağa geldim, çünkü dağda en sevdiğim Bêrtîlerim. Silinmiş şimdi sohbetlerimizde bizi üzen her şey. Çocuklarım, anam, kardeşlerim ve dostlarım gibi kucaklaşmanın sevincindeyim dağlarımı. Burada sizi buldum. Rênas yanı başımda şimdi. Şevhat yanı başımda şimdi. Hogir yanı başımda şimdi, Tîrêj yanı başımda şimdi. İbrahim Xelîl yanı başımda şimdi. Şûrzan yanı başımda şimdi. Şevger yanı başımda şimdi. Ben size döndüm. Dönün siz de. En çok da, yaralı yanıma dönün. ADALI yanıma dönün. Yaralı yanım getirdi beni size. Yaramı alın yüreğinize. Sizi yurdunuza getirecektir. Ve emin olun, bu sizi çok sevindirecektir.
Sevinçteki dağlardan yazıyorum size. Yaşlısıyla bu dağların bir çocuğunun, Doktor Rodî’yi anıyoruz şimdi. Sohbetlerimize elimden geldiğince konuk etmeye çalıştım hepinizi. Sadece sevgilerimi değil, kavgalarımı da paylaşıyorum onlarla. Sevgilerime sevgi, kavgalarıma ustalık katıyorlar. Kiminle, nerede, ne zaman ve niçin kavga etmek gerektiğinin bilimini yapıyorlar şimdi. En bilge yanları yürekleridir onların. Onların yüreğinden yazıyorum size. Kıyamet kavgalarına bilenmiş yürekleri, dost kavgalarına tahammülsüz şimdi. Kardeş kavgalarına tahammülsüzler en çok. Düşmanlarıyla kavgada ne kadar ustaysalar, kavgalı oldukları dostları ve kardeşleriyle barışmakta da bir o kadar ve daha fazla ustalar.
Anlattım onlara kardeşlerimi ve kardeşliklerimi, paylaştım dostluklarımı. Kavga duruşumda yüreklerine aldılar beni. Kardeş kavgalarımda kusurlu buldular beni. Kavgadaki ısrarıma ustalık sunuyorlar. Onlardan sadece kavgayı değil, dostça ve kardeşçe yaşamayı da öğrenme keyfindeyim.
‘Kavga zamanlarında en çok kardeşleriyle barışmalı insan, dostlarının omuzlarına yaslanmalıdır düşmanlara inat’ diyerek gülümsüyor bir yaşlı adam. ‘Bitirelim hele bir düşmanlarımızla bu yurt kavgasını sonra ve gerekirse yine kavga ederiz birbirimizle. Birbirimizle yaptığımız ne ilk, ne de son olur hiçbir kavgamız. Ama aynı toprakları, aynı dağları paylaşmanın dostluğu ve kardeşliğinde nasıl kucaklıyorsak binlerce yıldır birbirimizi, kucaklaşmaya devam edeceğiz bu topraklarda. Çünkü bir ananın kucağındaki kardeşler gibidir aynı toprağı paylaşanlar. Bazen kavga etseler de çocukluklarından, her kavga gününün sonunda aynı kucakta, kucak kucağa, başını aynı toprak ananın aynı toprağına koymak isterler sonunda. Çünkü henüz yolu bulunmadı topraksız yaşamanın.
Toprak bağlar bizi birbirimize.
Barışmak sadece bir istek değil, bir mecburiyettir aynı toprağa bağlı olanlar için. Bir mecburiyettir barış. Nasıl harp sebebiyse işgal edilmiş topraklar, bir o kadar barışma nedenidir paylaşılan topraklar. Zamanı değil, toprağını, dağlarını ve en önemlisi de yüreğini paylaştığın dostlarla kavgalı olmanın. Gerekirse toprak ol ayaklarına. Emin ol, sana geleceklerdir. Çünkü çaresi yok topraksız yaşamanın. Hiçbir bilim keşfedemeyecektir insanı topraktan koparmayı. Hiçbir zulmün gücü yetmeyecektir hiçbir insanı toprağından koparmaya. Sadece ayak bastığı yurdu değil toprak insanın. En çok yüreği topraktır insanın. O yüzden koparılma öfkesinde ve kavuşma özleminde, ‘yüreğimi vatanıma gömün’ diyordu o teni kızıl kardeşlerimizden biri. Kardeşlerine gönder yüreğini. Emin ol, gömeceklerdir onlar seni yüreklerinin bereketli toprağına…’ diyor dostça.
‘Ne güzel söyledin’ diyorum hüzünlerdeki gözlerine bakarak. Dost bir tebessümle bakıyor huzur bulmuş gözlerime. ‘Eh ne yapayım, karşımda bir Bêrtî görünce ve düşmanına ağız dolusu ‘toolaz’ çeken bir Bêrtî’nin sohbetindeyiz. Ben değilim şimdi konuşan. Yüreğimdeki Doktor Rodi’dir O. En çok odur Bêrtîlerin bilge sesi ve tanıdığım bütün Bêrtîlerden bir ses sinmiştir sesime. Aslında bir Bêrtîyim ben de bütün dağlılar gibi. Çünkü en son onlardan emanet aldık bu dağları. Ve bıraksak sadece onlara bırakabiliriz bu dağları. Onların yurdunda, onların en bilgesine, en gür sesine ve en yürekli yiğidine, Doktor Rodî’ye dost olabilsem ve anılabilirse bir biçimde ismim onunla ve tek bir Bêrtî bile bilse bunu, emin ol, tamamlanmış hissedeceğim dağlılığımı…’
Anlattırıyor bana tekrar hikâyesini. Anlattığım en ince ayrıntıyı bile yaşıyor benimle. Halaybaşı hallerini anlatıyorum Doktor Rodî’nin, halaya duruyor gözleri. Kavgacılığını anlatıyorum, kırışıp alnı kavga kesiliyor kavgada hiç yorulmayan yüzü. Şiir okuyuşlarını anlatıyorum, dilinden bir mısra dökülüyor hemen. Kirveliğimizi anlatıyorum Doktor Rodî’yle, kirvem olup elleri omzuma konuyor. Sürgünlerdeki hallerini anlatıyorum, sürgüne gidiyor yüreği. Şûrzan’ı anlatıyorum, Doktor Rodî olup göğsünden vurulmuş gibi acıya kesiyor her şeyiyle. Ata binişini anlatıyorum Doktor Rodî’nin, Hedwan’ın süvarisi gibi dört nala peşine düşmüş gibi Doktor Rodî’nin, sarsılıyor bedeni. Ve sürgün günlerini anlatıyorum, sürekli yanında taşıdığı atının yularını, bir idam mahkûmu gibi bükülüyor boynu. Bir an torunu Hebûn’un salıncağının demirine asılı yularda sallanan Doktor’un bedeni gibi hafiften sallanıyor yerinde. O salıncakta boynunda bir at yularıyla sürgünlerde boğulan yüreği gibi boğuluyor sesi.
Doktor Rodî’nin cebinde ‘An Kurdistan, An Neman’ notu çıktığını söylüyorum. ‘Bilgeymiş’ diyor. ‘Topraksız yaşamanın imkânsızlığını göstermek istemiş herkese. Bütün sözleri doğru Doktor Rodî’nin. Ama son sözünü değişik söylüyoruz biz. Felsefemiz, ‘Neman’ı kabul etmiyor artık. An Kurdistan, An Kurdistan diyoruz biz. ‘Neman’ sürgünlüğüydü O’nun. Sürgünde ‘Neman’ olur ancak bir Bêrtî. Ve sürgündeki Doktor, ‘neman’ değil bizim için, Kürdistan’ın ta kendisidir. Sürgünde yitmiş olabilir bedeni ama Kürdistan’dır şimdi O, dağların yüreğinde…’
Hüzünlendiğimi görüyor. Dolu dolu olduğumu anlıyor. Ve hemen ne kadar şaşırdığımı söylüyorum dudaklarımda. Halden anlıyor. Ağlamaklı olduğunda insan ve göstermek istemiyorsa yanaklarından süzülen tuzlu suları, bir çeşmeyi kapatmaya çalışan bir çift el gibi telaşla çırpınıp, sese döküyor çaresizliğini insanın dudakları. ‘Niye şaşırıyorsun?’ diyor bana. ‘Nasıl bu kadar anlayıp anlatabiliyorsun?’ diyorum. Şerevdin yaylaları kadar geniş bir tebessüm kaplıyor hüzünlü yüzünü. ‘Anlarım tabi’ diyor. ‘Çünkü, ‘EZ GÊRÎLLA ME…’
Sevinç kesiliyorum. Dudaklarımdan ‘Tu gulî gul’ sözleri dökülüyor. O da sevince kesiliyor. Gül bahçesindeyiz. Ve bu bahçenin en güzel gülü, o sürgündeki gül’dür şimdi yüreklerimizin toprağında yeşeren.
‘Madem yazacaksın Doktor Rodî’yi, benden de bir çift söz söyle ona. Ona de ki, ‘Tu gulî gul Doxtor’ diyorlar sana. Sevinecektir. Ve huzura erecektir. Çünkü bunu söyleyen GERİLLA’dır. Ve onların gözünde, hiçbir sürgünde yurdundan kopmayan insandır en USTA GERİLLA…’
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar