Cemal yoldaş dağa 2002 yılında gelmişti. Onu ben Kandil’de tanıyacaktım. Uzun bir süre aynı taburda kaldık. Tabur gücüne göre yaşı ileri sayılırdı. Tabur’daki yoldaşların yaş ortalaması 22 ya da 23 iken Cemal yoldaş 29 ya da 30 yaşlarındaydı.
Arkadaş yapısına göre yaşça büyük olması yer yer şaka konusu yapılabiliyordu. O 4 yıl boyunca Balkanlarda çeşitli düzeylerde çalışmalarda yer alarak gelmişti. Bu bağlamda yeni bir arkadaş değildi. Bir kadroydu. Birçok yerde görev almış en zor süreçlerden geçmişti. Ancak gerillada yeniydi. Yeni savaşçı eğitimi görmüş sonra da direkt bizim tabura gelmişti.
Cemal yoldaş örgüte yazdığı bir raporda kendisini tanıtırken şunları yazacaktı:
“ Raporumu yazarken kısa bir özgeçmişimi yazmak istiyorum. Ailem yurtsever, Amed merkezinde oturuyor. Örgütle ilk tanışmam 1990 sonlarında başladı. 1991’nin başında saflara gidip katılmak istedim. Fakat kabul edilmeyip beni geri gönderip milis olmamı istediler. Beş kişilik bir grupla komite kurup 1993’lere kadar aktif çalışmalara katıldım. Düşmanın yönelimlerinden sonra 1993–1996 yılına kadar aktif katılamamış olsak da ilişkimi sürdürdüm. Aynı zamanda çalışmak zorunda kaldım. Maddi durumumuz düşük olduğundan dolayı 1998 yıllarına kadar Amed ve metropollerde ayrı ayrı ilerde birkaç defa yakalanıp serbest bırakıldım somut kanıt olmadığından dolayı. 1998’de Bursa cezaeviyle ilişki kurdum. Sa. arkadaşlar tarafından Ro. üzeri Y.’a gittim.
Bilindiği gibi 9 Ekim komplosu başladı ve bunun önemli bir ayağı da Yunanistan’dı. Oldukça zorlu bir süreç yaşandı. 2002 yılına kadar Yunanistan’da kaldım. Birçok çalışmada kaldım. Aynı zamanda son bir buçuk yıldır Yunanistan yönetiminde yer alıyordum.
Ülkeye gelmek için birçok defa raporlar ve dayatmalarım oldu fakat kabul edilmiyordu. En son beni başka devletlere göndermek istediler ama ben kabul etmedim. Ülkeyi dayattım ve 2002’nin başında İran üzeri Kandil’e geldim… “
Evet, Cemal yoldaş önceleri partiye katılmak istemiş ancak arkadaşlar onu almamışlar bu kez Yunanistan’da kadro çalışması yaparken dağa gelmek istemiş bu kez oradakiler Cemal yoldaşı göndermemişlerdi. Netice de Cemal arkadaş gerilla için ileri yaş denilebilecek bir yaşta gerillayla buluşacaktı.
İşte ben onu bu süreçlerde tanımıştım. Biz ona takılmasına takılıyorduk ancak Cemal yoldaşı tanıyanlar da bilirler ki o kolay kolay daralmayan biridir. Ve bilirler ki o hiçbir yoldaşını incitmeyendir. Ve bilirler ki o ona görkemli yakışan gülümseme tüm takılmalara rağmen yüzünden düşmeyendir.
Evet, Cemal yoldaş dağa geç gelmiştir. Ancak adeta nasıl ki bir insan susar ve ilk gördüğü çaydan, arktan, pınardan, kaynaktan öyle doyasıya kendisini boyunca uzatarak içerse işte Cemal yoldaşın da ülkeye olan bu hasreti ancak ciddi bir dindirmeyle mümkün olabilirdi. Bunun arayışı içerisinde olan Cemal yoldaş yaşadığı onca cephe deneyimi, uluslararası deneyimi ve tabii ki halkla kadroyla deneyimi onu dağda sadece ve sadece avantajlı kılacaktı. Ve nitekim o erkenden hem de çok erkenden bulunduğu timin, takımın, bölüğün ve taburun en çok sayılanı olacaktır.
Müthiş soru soran bir arkadaştı. Sanki yeni katılmış gibi heyecanlı heyecanlı tartışırdı. Müthiş yaşama katılandı. Hiç de çekinmeden söyleyeyim: belki de dağın en komünal yaşayan yoldaşlarındandı. Nasıl olmuşta da o kadar Avrupa’da kalmasına rağmen bunu başarmıştı halen anlamış değilim.
Gerçekten sade ve saf bir Kürttü. Temizdi, saftı, sevgi dolu biriydi. Hani İsa’da bir yanağına vururlarsa diğer yanağını göster ilkesi var ya, Cemal yoldaşta bunun daha ilerisi vardı. O yoldaşlarını incitmemek için her iki yanağını da verendi.
Yaşamdaki duruşu oldukça radikaldi. Yaşam dışılıklara asla izin vermezdi. Taburun tümü Cemal yoldaşın eleştirilerinden korkardı. Çünkü onun yaşam duruşu sade olduğu için yaptığı eleştiriler daha anlamlı oluyordu, değerli oluyordu. Disiplinsizlik olduğunda eleştirirdi, çünkü o müthiş disiplinli bir gerillaydı. Fedakârsızlığı mı eleştirecek, o müthiş fedakâr bir yoldaştı. Ya da üslup konusunu mu eleştirecek, onun üslubu güzeldi.
Hatırlıyorum hafiften saz çalardı. Ve hafiften türkü söylerdi. Onun bulunduğu takımdan sadece ve sadece türkü söylememi ve de onun türkü söylemesini dinlemek için bir gün gitmiştik. Gece yarılarına kadar türkü söylemiştik.
Evet, Cemal yoldaş güzel bir insandı. Sonraları taburdan çıkmış ağır silah takımın sorumlusu yapmışlardır. Kani Cenge’nin şehit Kajin tepesinde 14,5’luk vardı yanında. Ve tabii bir sürü başka silahlar da. O bunların hepsini öğrenmişti. Sadece onunla kalmak için 2 gün yanında kalmıştım. Ve her konuşmak istediğimde onu cihazın başka bir kanalına çekerek bol bol tartışmışızdır.
Evet, Cemal arkadaş gerçekten dağın en güzel olanlarındandı. Sevecendi. Hep sormuşumdur; acaba dağda incittiği bir karınca var mı diye? Karıncaların dili olsa da daha doğrusu bizim anlayacağımız tarzda bir dilleri olsa kesinlikle hayır diye cevap vereceklerdir.
Cemal yoldaş ağır silah takımına gitmeden önce kuzey gruplarına girmişti. Ancak o dönem yaşadığı fizik sorunlarından dolayı 2003 yılında çıkarılmıştı. Ancak o hiçbir zaman pes etmemiş ağır silah takımından sonra Özel Kuvvetlere önerisini yapmış ve önerisi kabul olmuştur. Yıllarca Özel Kuvvetlerin bir elemanı olarak aktif çalışmalara katılmıştır.
Cemal yoldaş bu kez de Özel Kuvvetlerde adım adım kendisini geliştirecektir. Onun araştıran, inceleyen ve ona has olan nezaketi saygı dolu üslubuyla birleşince çok erkenden sevilen biri olacaktır. Ben onu Özel Kuvvetler çalışmasında birçok yerde görmüşümdür. Eskisi gibi sık değil ancak az da değil.
Onu en son kuzeye gitmeden önce 2007’da Zap’ta görecektim. Özel Kuvvetleri ziyarete gitmiştim. O da oradaydı. Ve kuzey için hazırlık yapıyordu. Aynen 2002 yılında yeni gelirken tanıdığım gibiydi. Canlıydı. Coşkuluydu. Sevecendi. Heyecanlıydı. Ve de ilgiliydi.
Evet, ona sanki zaman işlemiyordu. Onun ruhsal derinliklerindeki pozitif enerji adeta bitmeyen bir kaynak gibi onun yüzüne yansıyordu. Güleç kılıyordu. Samimi söyleyeyim ki onun kadar nazik bir gülüşe az rastlamışımdır. Doludizgin gülenleri, güleçleri görmüşümdür. Ama Cemal yoldaşın güleçliği kendisine hastı. Ona müthiş gidiyordu.
Evet, o bu güleçliğiyle kuzeye Dersim’e yöneldi. Hayali Amed’di ancak Kürdistan’ın başkenti her yerde hissedilebilirdi. Bir Dersim’de de insan Amed’i yaşayabilirdi. O bu heyecanla Dersim’e koyuldu.
Cemal yoldaş pratikte nasıl çalıştığını bilemiyorum ancak onunla kalan biri olarak karınca kararınca onun emeğini katarak çalıştığına adım gibi eminim. O gittiği her yerde istisnasız yoldaşlığın en güzelini yaşamış ve yaşatmıştır. O sanki PKK’nin yoldaşlığını süzülerek yaşayan biri olarak hiçbir zaman yoldaş kelimesini ağzından düşürmemiştir. O yoldaşlığı bir bayrak olarak yükseklerde hep dalgalandırmış ve en iyi yoldaş olarak kalmasını da bilmiştir.
8 Haziran 2008 yılında Ovacık’ta düşman güçleriyle yaşanan bir çatışmada Cemal yoldaşı, o güleç, sevecen, narin, emekçi ve yoldaşlığın güzel timsali yoldaşı kaybettik. Onu sonsuzluklara uğurladık.
Biliyoruz, biliyorum senin için çok mu ama çok erken oldu bu gidiş. Dağa geç gelmiştin hâlbuki senin dağı çok uzun yaşaman gerekirdi. Senin özlemini giderecek bir zamana ihtiyacın vardı. Ancak düşman buna izin vermedi.
Güzel yoldaş düşmana inat senin yoldaşların olarak senin bu dağlara olan özlemini hiç eksiltmeden yaşatacağımıza sana söz veriyoruz.
Ruhun şad olsun güleçliğin güzel timsali yoldaş, ruhun şad olsun.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Son mektubun üzerinden yedi yıl geçti ölçülebilir takvim zamanlarında. Yürek zamanında hep benimleydin oysa. Nereleri gezdim biliyorsun. Güzel dağların ardından isteksiz isteksiz mecburiyetten yolum yeniden düştü şehirlere. Sana hep yazmak istedim. Biliyorsun, dağlılığını sevdim en çok senin. Bir dağ gibi taşımak istedim yüreğimde. İkimizin de yüreğinin ortak mekânıydı dağ. Sıyrılıp bu mekanik zamanlardan dağın anlam zamanında yaşıyorduk sadece. Ötesi kirletiyordu ikimizi de. Zaman-mekân diyalektiğinde dağdan öte kirli, buruk, sesi soluğu kesilmiş oluyorduk. Hani alıp götürmese yüreklerimiz ve seslerimize sinen dağlar, dağın insanları, boğulurduk ikimiz de.
Hangi asfalt caddelerde beton duvarların ardında demir yığınlarının içinde gezinse de bedenimiz, yitik iki dağlıydık oysa sadece ikimiz de. Ölçülebilir zaman dışında yaşama tercihimizde kararsızlık geçirmedik ikimiz de. Hani bir dosta yazıyorum ya, hani adettir ya, seni ölçülebilir takvimlerin yedi yılında gönül alıcı bir özür dilemeliyim ya mektupsuz koyduğum için. Oysa biliyorsun bizim yürek âlemimizde pek ısınamadığımız kelimelerdir pardonlu, lütfenli, özür dilerimli seslenişler. Kırsak kalbini sevdiğimiz birinin, mahcup bir bakışımız, utangaç bir tebessümümüz, yere bakan gözlerimiz, kelimelerin bir türlü dökülemediği titreyen dudaklarımızın tamir edemeyeceği bir kalp yoktur, biliyoruz ikimiz de.
Her ne kadar hep yüreğimin dostlara ayırdığı o sımsıcak köşesinde taşısam da seni her yere, bir burukluk vardı hep içimde. Hani en iyi, dostlar bilir ya, bir dosttan sese dökülmüş, kalemde kalıcılaşmış ve sana ulaşmış bir selamın gururunu ve sevincini. Zaten ne isteyebilir ki bir dost bir dosttan yürekten bir selamın dışında. Ne kadar çok şey paylaşsalar da birbirleriyle, ne kadar birine ait bir şey, bir o kadar aitse ikisine de, yine de günde bin defa karşılaşınca gözleri, bir sıcak merhabanın, hasretle kucaklaşmanın yerini dolduramaz hiçbir paylaşma biçimi. Ama şehirlerde boğulmuş sesimle ve şehirlerde iyice bir yolunu şaşıran parmaklarımla kelimelere ve seslere dönüştürüp sana ulaştıramıyordum bir türlü selamımı.
Önceki mektupta gururla yazmıştım ya sana, seni en çok bu dağlarda anlayıp daha çok sevdiğimi. Yüreğimden hançereme bir yumruk gibi oturan sesim ve gözpınarıma asılı kalmış bir damla tuzlu suya gömülü bir gururla seslenmiştim sana.
Paylaşmak paylaşmaksa bütün güzelliklerini dostluk, en güzel yerlerde yaşadığın güzellikleri seninle paylaşamazlık edemezdim. Bu güzellikleri en çok hak eden ama en çok koparılmak istenen dostum, hasretinde olduğun bu dağlara ulaşmanın ve bu dağların en yüceleri Zağroslarda yaşadığım her şeyi seninle paylaşma sevincinde ve gururunda yazmak, duygularımı paylaşmak ne kadar rahatlatmıştı yüreğimi anlatamam.
Gördüğüm bütün dağlılara sana ve dostluğumuza dair bir şeyler anlatarak gururla taşırmak istedim seni dağlara. Dostlar kimseyle paylaşmak istemez dostlarını. Çok iyi bilirsin sen bunu, kıskançtır dostlar, en kıskanç sevgiliden bile daha kıskançtır dostlarını paylaşmada.
Ben seni dağlarla ve dağlılarla paylaşabilirdim ancak. Yüreği bir dağlı olarak çok iyi bilirsin sen, en ustasıdır onlar her şeyini paylaşmanın. Her şeyimle her şeyimi paylaşmak yakınlaştırıyor onlara beni en çok. Değer bilmez, dostluk bilmez şehir mekânlarında bize ait olan, dostlara ait olan paylaşılmışlıkların pazara düşme korkusudur kıskançlık. Her şey düşünce o pazarlara nasıl yitiriyorsa değerini, dostlukların da değerini yitirmesinden korkardık ikimiz de.
Ve iyi bilirdik asla pazarlara düşmemeliydi en insani yanımız olan dostluklar. O yüzden neyi düşürsen daha bir değer kazanan bu dağların dağ yürekli çocuklarıyla paylaşmıştım seni. Daha bir değer kazandı dağlara düşen dostluğumuz.
Sevgili dostum,
Yine o mekânlardayım bütün yüreğim ve üstelik bedenimle. Yeniden kavuştuğum bu güzellikleri bir selam yapıp dökmeden söze ulaştırmasam sana, ihanetlerin en büyüğü olan dost ihanetinde boğulacak yüreğim. Gururla şimdi sana selam veriyorum dağlardan. Bir dost sohbetinde gördüklerimi ve yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum seninle dostça. Hani ne kadar söze dökülünce sevinç veriyorsa insana bir merhaba, paylaşmada mahirdir en çok gözleri insanın. Biliyorum, merhabadan sonra gözlerimde paylaşabilirim her şeyi seninle. Hepsini yazmayı gerekli bulmuyorum sana. Ama gururlanacağını bildiğim için iki kelimeyle anlatayım sana yürümeye doyamadığım dağlarda dost yüreklerle seni nasıl paylaştığımı.
En çok sağlam dostluklara inanıyor onlar, hilesiz-hurdasız, fitnesiz-fesatsız, yalansız-dolansız, kirlenmesine asla izin vermedikleri bir parıltı olarak taşıyorlar yüreklerinde bütün dostluklarını. En küçük bir gölge düşürülse dostluklarına, hiçbir zulmün, işkencenin, acının, ihanetin kâr etmediği yürekleri bir çocuk kalbi gibi kırılıp daralıyor dünyaları.
Anlatırken seni, korumada maharetli oldukları yüreklerinde bir kıvılcım olarak hep taşıyacaklarını o göğüs kafeslerinde seni, biliyordum. Ve biliyorum şimdi, onların yüreğine düşmüş olmanın sevincindedir gözlerin. İsmini sevgiyle ve yiğitlikle sesine düşürse bile bir teki seni, bu, dünyalara bedeldir senin için. Ve bütün dost gayretimle seni anlatmaya çalışıyorum onlara. Anlayıp ‘yiğitliğine yakışır bu toprakların bir evladıymış’ diyorlar. Hani kolay kolay payesini kimseye vermedikleri yiğitlikle bir arada anınca onlar senin ismini, bir yiğitle dost olmanın gururuyla kabarıyor yüreğim. Bir çift söz etsem sana dair, dost paylaşımlarına inançta lekesiz, pırıl pırıl yürekleriyle ne kadar çabuk anlıyorlar seni, anlatamam. Ve dostluk ustası bu dostlar hemen teslim edip hakkını, veriyorlar sana hak ettiğin değerini.
Sevgili Burhan, güzel dostum;
Şimdi belki kızacaksın bana dostça bir sevecenlikle, ‘bırak sana ait çok iyi bildiğim o duygularını anlatmayı. Sen bana, o beni ben yapan o dağlarımı ve dağlarımın o güzel çocuklarını anlat’ diyeceksin. Hadi yine kızma öyle, kızgın çıkmasın bir nara gibi dağ hasretinde sarhoş sesin. Anlatacağım sana elbette, senin çocuğu olduğun dağların, seninle gurur duyan çocuklarını. Bir bilsen ne kadar ustalaşmışlar yeni dünyalar kurmada. Bir yurt yaratıyorlar şimdi bu güzel mekânlarda. En çok da dağ yüreklilerin koparılışlarında anayurtlarından öfkedeler. Kendileri için ne kadar sabır ve huzurla yaratıyorlarsa bu güzellikleri, bu güzelliklerden mahrum bırakılanlar bir an önce dönebilsinler diye bu güzelliklere, bir o kadar sevecen bir acelecilik ve telaştalar.
Sürgünlerde yurt hasretinde kanayan yürekleri, bu dağların güzelliğinde sağaltmak için bu bahara yetiştirmek istiyorlar güzellik inşalarını. Tek bir yüreğin dağ hasretinde kırık ayrılmasına bu dünyalardan kalmamış tahammülleri. Gömüldükleri, vurulup düştükleri bu dağlarda yanı başlarında olsun diye bütün dağ yürekliler, ha bire yer açma telaşındalar.
Seni anlatınca onlara ‘Bizim Karadeniz Burhan’a da güzel bir yer açmak gerekir bu dağlarda’ diyorlar. Gururlanıp seviniyorum. En çok gömülmek istediğin yerde bir yer açılacak sana. Kahpe kurşunlar düşürememişti seni toprağa. Dağ hasretine dayanamayıp sıyrılmıştın bedeninden. Dağlarda konacak güzelliklerin telaşında çırpınıyordu ruhun.
Dostlar hep müjdeli haberler bekler birbirinden. Madem bu kadar dostuz birbirimizle, yüreğime yerleşmiş bir müjdeyi vereyim sana. Zamanımız daha bir yakın gibi hissediyorum o güzel günlere. O güzel günlerde, o en güzel yerlerde, o olmayı en çok istediğin yerlerde bir yer açılıyor şimdi toprağa düşmüş bedenine. Her şeyinle seni dağlara getireceğim günler yakın diyor yüreğim. Bilirsin, kolay kolay yanılmaz dostluklardaki dağ yürekler. Çağırsam geleceksin, biliyorum. Sarhoş olacağız ikimiz de bu dağların güzelliklerinde. Bu sözleri duymak bile sarhoş etmiştir şimdi seni. Dağa ait bir damla, bir sözcük, bir selam bile ne kadar sarhoş edip sevinçlere boğar seni biliyorum.
Dağdayım şimdi Sevgili Burhan. Kalkmışsın o mahkûm edildiğin sandalyeden. Ayaklanmış, yürüyorsun benimle bütün patikalarda. Keyifli sohbetlerin, müjdeli haberlerin dost kucaklaşmalarının sevincinde çılgın ve sarhoş yüreklerimiz. Utanıp saklamaya gerek yok bu dağlarda sarhoşluklarımızı. Halden anlar dağlılar, anlayacaktır ikimizi de. Paylaşıyorum seni her şeyimle. Bu sarhoş, bu çılgın yüreklerimiz sofrasını buldu şimdi. Ekmeklerini paylaşacaklar bizimle ve sana ulaştıramadığım şaraptan dereler akacak yanı başımızda. Hangisi hangi dereden bir kadeh doldurup koysa önümüze, hangisi usulca okşayıp bir dağ çiçeğini, kokusunu savursa yüzümüze, hangisinin gözleri dikilse şarap renkli ufuklara gün doğumunda, biz de payımızı alıp yudumlayacağız büyük bir keyifle. Sonra sarhoşluğunda dağların, aylak aylak dolaşacağız bütün patikalarını. Dağ sarhoşluğundaki muhabbetlerimizde daha bir bulacağız kendimizi.
Sevgili Burhan,
Hasretlik bir mektup bu. Gecikmiş bir selam bu. Utancındayım gecikmenin. Duy titrek sesimi. Nemli ve utangaç gözlerimde kabul edeceksin biliyorum özrümü. Bu dağlar, her şeyiyle sen olan bu dağlar, bir ana gibi kucaklıyor ikimizi de. Böyle bir evladı doğurup ak sütünde emdirdiği için ne kadar minnetteyim bilsen o güzel ananın. Hepimize ana olan bu dağlarda sana saldığım bu selamda unutsam o güzel anayı, yarım kalacak bu selam biliyorum. En çok da seni yüreğinde taşıyan o güzel anaya da ilet selamımı. Seni kucaklayan ellerinden, seni seven yüreğinden ve seninle hep dolu dolu olan o gözlerinden öpüyorum hasretle. Gurur duyuyor seninle. Gurur duysun istiyorum benimle de, payımı alabildiğim için senin dostluğundan.
Analarımızın gururlanmasının bizimle, tutamaz hiçbir şey yerini. Bizimle gururlanan analarımızın gururundayız şimdi. Gururlanabiliriz ikimiz de, sen en güzel dağ, ben de en güzel dağın dostu olabildiğim için. Ana gururundayız ikimiz de. Dostuz ve anayız ikimiz de. Bir dost bulunca, en iyi dostu olan anasına kavuşmuş gibi olur insan. Ve en çok anasıdır insanın dostu. Sen yüreğimin dağ çocuğu, bütün açlıklarımda beni dostluğunla emziren sevgili anamsın. Varsa bir kusurum, en çok affedici olan çocuklar ve analar gibi affedeceksin beni, biliyorum. Bir dosta bir selam göndermenin ve kusurunu affettirmenin sevincinde kucaklıyorum seni.
Dağa geldim. Sana geldim. Yine ve yeniden, bütün yüreğimle merhaba dostum…
JÊHAT BÊRTÎ
- Ayrıntılar
İLK Kurşun sıkılalı bir yıl bile olmamıştı. Kimseler inanmamıştı; ne uğruna mücadele verdikleri halk ne de kurşunu sıktıkları düşman binyılların kölelik zincirlerine sıkılan bu ilk kurşunlara. Düşman tüm hıncıyla 'bir avuç eşkıyadır, üç günde bitiririz, bunlar kılıç artıklarıdır' gibi haberleri sık sık yayınlıyordu. Halk içinde ilk kurşunun klasik bir isyanın tekrarı değil de modern bir gerilla savaşı olduğu anlaşılınca hem şaşkınlık hem de en derinlerde bir umut kıpırtısı belirmişti. Halk için Apocular artık zafer tutkusuyla çarpan bir yürek, bir beyin ve kaleşnikoflarıyla vazgeçilmez tek umut olmuştu.
1985 yılının Haziran ayıydı. Karlar erimiş, coğrafya tüm bereketini sunuyordu. Abbas, Erdal (Mustafa Yöndem), Zeydin, Haşim, Veysi, Kemal, Gürcan, Zozan, Cihan, Azime ve ismini hatırlayamadığım altı yedi arkadaşla beraber Zap'tan Haftanin'e doğru hareket etmek üzere kendi içimizde örgütlendik. O zaman Behdinan alanı şimdiki gibi denetimimizde değildi. Bir de İran-Irak Savaşı'ndan dolayı Irak ordusu her zamankinden daha çok duyarlıydı. Kullanıldığını bildiği bütün yollara pusu atıp top atışı yapıyordu. Bundan dolayı Güney sahası da Kuzey sahası kadar tehlikeliydi ve tedbir gerektiriyordu. Büyük bir gizlilik ve duyarlılık ile grubumuz yola koyuldu. Gittiğimiz yollarda küçücük bir iz bile bırakmamalıydık. İçtiğimiz sigaraların izmaritlerini bile saklıyorduk. Yürüyüş düzenini hiç bozmadan dördüncü günün sonunda stratejik alanlara konumlanmış karakolların arasından sıyrılarak arkadaşlara ulaştık. Haftanin'de 30-35 kişilik bir arkadaş grubu vardı. Birçok arkadaş daha önceden tanışıyordu, fakat uzun süre görüşmemişlerdi. Çay ve sigara eşliğinde birkaç saat hasret giderildi, yemek yenildikten sonra sohbetler yerini dinlenmeye bıraktı.
Haftanin'de yapılan bir dizi toplantı ve planlamadan sonra Agit arkadaşın olduğu alana, yani Besta alanına hareket etmek için yol hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yolda uyulması gereken kurallar üzerine tüm arkadaşlara uyarılar yapıldı. Düşman hem hareket üzerinde psikolojik baskı yaratmak hem de hareketi bitirmek umuduyla her gün operasyonlar düzenliyordu. Bu da yol yürüyüşümüzü zorluyordu. Görüntü vermemek için patikalardan çıkarak dik yokuşlara tırmanmaya başladık. Bazen kısa molalar vererek gideceğimiz yönü keşfediyorduk.
Bir seferinde keşif amacıyla giden Zeydin ve Kemal arkadaşlar operasyona çıkan arkadaşları fark etmişlerdi. Abbas arkadaş yürüyüş düzeni ve hareket tarzına ilişkin uyarılarını yaptıktan sonra akşam 8-9 civarında yola çıktık. Daha biz hareket etmeden düşman bizim yerimizi keşfetmişti ve Besta yönünde hareket edeceğimizi anlamıştı ki yollara pusu atmıştı. Grubumuzdan bir arkadaş rahatsız olduğu için zaman zaman kopmalar oluyordu. Arazi ormanın sık, kayaların ise az olduğu bir alandı. Vadinin sonlarına doğru gelmiştik, geçmemiz gereken bir boğaz kalmıştı. Düşman tam oraya pusu atmıştı. Grup hem açlıktan hem de yorgunluktan bitkin düşmüştü. Pusuya yakın bir yerlerde grubumuz bir kez daha koptu. Geride kalan arkadaşların gelmesi için bir arkadaş birkaç sefer ıslık çaldı. Düşman ıslık sesini duymuştu ve pusuya doğru geldiğimizden de emindi artık. Pusunun ilk kolunu çatışmasız geçtik. Düşman bizi tam ortalarına almak için ilk kolda ateş etmemişti. Tam düşmanın çemberine girdiğimizde sağlı sollu, önlü arkalı yaylım ateşine tutulduk. İlk mermi sesini duyar duymaz herkes kendisini yere attı. Yaklaşık yarım saatlik çatışmadan sonra çemberi ancak yarmayı başarabildik. Beş saatlik tempolu yürüyüşün ardından çatışma alanından uzaklaştık. Pusuda Haşim arkadaş şehit düştü, Zozan arkadaştan ise hiç haber alamadık. Diğer arkadaşlar ise sağlam bir şekilde geri çekilmeyi başardı.
Hava aydınlanmaya başlamıştı. Biraz uyuyup dinlenmek için uygun bir yere konumlandık. Erdal arkadaş ile benim gözlerim keskin olduğu için sabah nöbeti için görevlendirildik. Düşman da o gün sabahın erken saatlerinden başlayarak alanın geneline geniş bir operasyon düzenlemeye başlamıştı. Askerleri görünce hemen arkadaşlara haber vermeye gittim. Kaldığımız nokta sık ormanlıklı ve saklanmaya elverişli olduğu için gündüz hareket etmemeye karar verdik. Abbas arkadaş Erdal arkadaşa gülerek; "bir daha Gürcan arkadaşı sabah nöbetine göndermeyelim. Ne zaman göndersek askerlerle karşılaşıyoruz" dedi.
Karanlığın çökmesiyle düşman geri çekildi. Biz de yolumuza devam ederek bir gün sonra Masiro'daki arkadaşlara ulaştık. Arkadaşların içinde oldukça güvenli ve coşkuluyduk. Herkes bir ağacın gölgesine uzanarak dinlenmeye başladı. Noktada olan arkadaşlar ise grup için yemek ve çay yapmakla uğraşıyorlardı. Dinlendikten sonra bir taraftan çay ve sigara içilirken, bir taraftan da sohbet edilmeye başlandı. Bu sırada Erdal arkadaş, askeri parke giymiş, elinde M-16 silahı ve hafiften sakalı çıkmış olan Agit arkadaşı göstererek bizi tanıştırdı.
Farklı alanlardan gelen arkadaşlarla birlikte sayımız yüz elliyi bulmuştu. Bu kadar arkadaşın bir araya toplanması ortama farklı bir atmosfer kazandırıyordu. Arkadaşların moralli olduğu yüzlerinden okunuyordu. Tabii ben de oldukça etkilenmiştim. Çünkü ilk defa bu kadar arkadaşı bir arada görüyordum. Arkadaşların HRK'nin yönetim toplantısı için toplandığını sonradan öğrenmiştik.
Bütün arkadaşlar HRK'nin resmi kıyafetlerini giymişti. Herkeste kızıl yıldızlı bereler vardı. Muhteşem bir görüntüydü. Abbas, Erdal ve Agit arkadaşlar ayrı bir yere oturarak tartışıyorlardı. Toplantı o ana kadar yapılan toplantıların en kapsamlısıydı. Yaklaşık olarak on gün sürmüştü. Toplantının ardından düzenlemeler yapılarak herkes kendi alanına doğru hareket etmeye başladı. Bizim de yedi erkek arkadaş ve bir bayan(Azime) arkadaşla birlikte Hakkari'ye düzenlememiz oldu. Görevimiz daha çok halka toplantı düzenlemek, parti çalışmaları hakkında bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve yardım toplamaktı.
Bize verilen görev temelinde Hakkari'ye gittik. Faraşin, Levine ve Kaşura mıntıkası oldukça geniş ve zozanlık olduğu için her tarafı zomlarla doluydu. Bundan dolayı daha çok zomlarla ilişkilenip toplantı yapıyorduk. Hemen hemen gittiğimiz her yerde Azime arkadaş için; 'bu bayan arkadaşı gönderin, yazıktır, yapamaz' deniliyordu. Tabii bunu Kadın özgürlük mücadelesinden habersiz bir şekilde söylüyorlardı. Ama diğer yandan da gittiğimiz her yerde bütün kadınlar Azime arkadaşın etrafında toplanıyordu. Tek başına hepimizden daha çok etkili oluyordu. Bir de Azime arkadaşı görenler; "eğer bir bayan yapabiliyorsa, o zaman biz de katılmak istiyoruz" diyorlardı. Azime arkadaşın yaşamdaki duruşu ve halkla olan ilişkisi katılımlarda çok etkiliydi.
Daha sonra Irak sahasına çekildik. Oradan da Uludere'ye eylem yapma amacıyla yola koyulduk, fakat yoğun kar yağışından dolayı geri dönmek zorunda kaldık. Abbas arkadaş Gabar'a gitmek üzere düzenlememizi yaptı ve oradan da III. Kongre için Güneybatı’ya geçti. 1985 Aralığı'nda Gabar'a, Agit arkadaşın yanına geçtik. O zamanlar 32 arkadaştık. O süreci Agit arkadaşın yanında geçirme fırsatım olmuştu, böylece O'nu iyice tanıyabilmiştim.
Agit arkadaş, zamanının hemen hemen tümünü arkadaşlarla geçiriyordu. Onlarla tek tek ilgilenerek eğitmeye çalışıyordu. Dünya devrimleri, halkın mevcut konumu, yapılması gerekenler ve militanın nasıl olması gerektiği konularında her zaman sohbet ortamını yaratıyordu. Oldukça mütevazı ve özerk olmayan bir yaşam biçimi vardı. Hepimizde hayranlık uyandırmıştı. Kendimizi O'nun etrafında olmaktan alıkoyamıyorduk. Bu, bize anlatılamayacak, ancak yaşanılabilecek bir güven duygusu yaşatıyordu. Hiçbir zaman örgütsel tedbirlerini ve arkadaşların güvenliğini başkasına bırakmıyordu. Gittiğimiz her yerde bütün nöbet ve tepe yerlerini kendisi keşfeder, konumlanmayı bizzat kendisi yapardı. Hiçbir zaman düzenlemeyi yapıp; 'gidin, bu işi yapın,' demedi. Her zaman düzenlemeyi yapar ve kendisi de en önde yürürdü.
Köylere gittiğimizde de halka nasıl davranmamız gerektiğini ondan öğrendik. Anlatmadan yaparak ve yaşayarak gösterirdi. Agit arkadaş halk içerisinde de müthiş bir hayranlık uyandırmıştı. Tabii tüm bu yeteneklerden düşman da nasibini almaya başlamıştı.
Sürekli alan değiştiriyorduk. Kaldığımız yer çok genişti, onun için bazen Cudi, bazen Gabar, bazen de Eruh'ta kalıyorduk. Artık halk içerisinde Apocular olarak tanınıp dalga dalga yayılıp büyümüştük. Düşman bizim nerede olduğumuza ilişkin herhangi bir duyum aldığında, o gün varolan bütün gücüyle bize yönelirdi. Her an baskın yiyeceklerinin korkusunu taşıdıkları her hallerinden belliydi. Sağa, sola durmadan ateş ederlerdi.
III. Kongre başlamak üzereydi. Agit arkadaşın kongre için Güneybatı’ya geçmesi gerekiyordu. Bunun için acilen Cudi'ye geçtik. Agit arkadaşı geçireceğimiz zaman kuryemiz şehit düştü. Başka kuryemiz de yoktu, onun için tekrardan Gabar'a geri döndük. Gabar'a ulaşınca Agit arkadaş üç kişiyi ayarlayarak Dicle suyunu botlarla ya da lastiklerle geçerek Mardin'e geçmeyi planladı. Orada kurye bir arkadaş vardı, onu alıp gelmemiz gerekiyordu. Su o kadar yükselmişti ki, hiçbir şekilde geçmemiz mümkün değildi. Tekrardan Gabar'a döndük. Agit arkadaşın kongreye gidemeyeceği artık kesinleşmişti. Agit arkadaş; "madem kongreye gidemedik, o zaman eylemler geliştirerek hem Önderliğe destek vermiş oluruz hem de kongredeki arkadaşlar moral alır" dedi.
Agit arkadaş bir eylem planı hazırlayarak yakınımızdaki çete köyüne eylem yapmaya karar verdi. Fakat kimse ölmeyecekti. Cuma günüydü ve herkes camiye gitmişti. Tabii kimse silahını yanına almamış, evde bırakmıştı. İşte tam herkes camideyken köye baskın düzenledik. Bütün köylüleri toplayıp toplantı yaptık. Sonra da tüm silahları toplayarak yanımıza aldık. İkinci eylem olarak da, Zıvınga Şıkake ismindeki çete köyünü hedefledik. Yine hiç kimsenin ölmemesi gerekiyordu. Baskın için köye gittiğimizde herkes bostanlara gitmişti. Akşama doğru döneceklerdi, biz de o zaman yakalayacaktık. Ve toplantı yaptıktan sonra da köyden çıkacaktık. Köylüler dönmeye başladılar, onlara silahlarını bırakmalarını söyledik. Hiçbiri bizi dinlemedi ve ateş açmaya başladılar. Çatışmak zorunda kaldık. 3-4 kişi öldü. Bazılarını sağ yakaladık, sonradan da bıraktık. Birkaç tane de silah ele geçirdik. Agit arkadaş; "bu eylemden sonra düşman kesin operasyona çıkacak. Onları arazide sıkıştırıp vurmalıyız. Hem Newroz'u kutlamış oluruz hem de Mazlum arkadaşın anısına bir eylem yapmış oluruz" dedi.
19 Mart'ı 20'ye bağlayan geceydi. Eğer düşman operasyona çıkarsa tutabileceği iki boğaz vardı. Agit arkadaş grubu ikiye bölerek yarısını bir boğaza, diğer yarısını da diğer boğaza gönderdi. Kendisi de bizim olduğumuz grubun başındaydı. Boğazlar tutuldu. Sabaha doğruydu. Diğer boğazdan silah sesleri geliyordu. Askerler arkadaşların kurduğu pusuya düşmüştü. Buradan dört silah kaldırmıştık. Birçok da eşya. Agit arkadaş; "çabuk arkadaşların yanına gidelim. Askerler o boğazda darbe yerlerse bu boğaza gelemezler" diyordu. Gittiğimizde düşman geri çekilmişti, Meydan denilen noktada 27 Mart'a kadar bekledik. Alanın hemen hemen her yerinde operasyonlar başlamıştı. 27 Mart günü bir grup arkadaş erzak almak için zomlara indi. Bir çuval un, bir kilo çay, beş kilo yağ, beş altı kilo da şeker getirmişlerdi. Erzakımızı aldıktan sonra Cudi'deki arkadaşlarla ortak eylem planları yapmak için Cudi'ye gidecektik. Agit arkadaş üç arkadaşı öncü grup olarak gönderdi. "Eğer operasyon ve pusu olursa geri geleceksiniz yoksa da siz gelmezsiniz, biz geliriz" demişti.
Dürbünle keşfi yaptık, ortalıkta hiçbir şey yoktu. Hepimiz bir araya geldik. Vadiye doğru inmeye başladık. Henüz karanlık basmamıştı. Her arkadaş arasında 15-20 metre vardı. Tam o sırada baktık ki, askerler tam karşımızdaki yamaçtan sıraya dizilmiş gidiyorlardı. Onlar da bizi görmüştü. Fakat hiçbir tepki göstermeden yürüyüp gittiler. Biz yönümüzü değiştirerek farklı bir yere gittik. Akşam saat altıydı. Ateş yaktık. Agit arkadaş; "saat 12 buçuğa kadar buradayız, 1'de de hareket edeceğiz" dedi. O gece ateş yakıp 1'e kadar bekledikten sonra kalkıp harekete geçtik.
Hava açıktı, gökyüzü yıldız kaynıyordu. Kar ayazdan iyice sertleşmişti. Yürürken kar üzerinde ayak izleri gördük. Bazılarımız eskidir, bazılarımız yenidir, diye tartışıyorduk. Agit arkadaş; "Sessiz olun. Eğer askerse bizi görmüştür zaten" dedi. Ondan sonra ne oldu anlayamadım tam ortamıza bomba atıldı. Bir yandan lav silahı atılıyor, bir yandan da tarama yapılıyordu. Agit arkadaşın sesinden son olarak 'herkes geri çekilsin!' sözünü duydum. Büyük bir hızla geri çekildik. Biraz geriye doğru gittikten sonra grup toplandı. Harun arkadaş grubu saydı. Agit arkadaş yoktu, Metin arkadaş yaralanmıştı. Gece ateş yaktığımız yere gittik, Agit arkadaş orada da yoktu. İlk hareket ettiğimiz yere gittik, orda da yoktu...
28 Mart akşamı TRT radyosunda 'Apo'nun sağ kolu Mahsum Korkmaz vuruldu' diye bir haber geçti. İşte o an herkeste büyük bir dalgalanma oldu. Herkesin morali bozuk ve kimseden tek ses bile çıkmıyordu.
Agit arkadaşın şahadeti ile hareket her anlamda çok ciddi darbeler yedi. Düşman bundan cesaret alarak her yerde muazzam bir özel savaşı yürütmeye başladı. Gerilla içerisinde bazı insanlarda kararsızlık ve isteksizlik ilk o zaman belirdi. Agit arkadaş partinin büyük komutanı ve en büyük manevi değerlerindendir. Agit yoldaş Apocu komutanlığın sembolüdür.
Bir Gerilla
- Ayrıntılar
Ölümün selsizliğine gömülmüş, adeta ölüm döşeğinde ölümünü bekleyen bir halk gerçekliği vardı. Paşalar güya "meftun Kürdistan burada mahkumdur" diyorlardı. Soykırımın izleri, daha tazeydi bu coğrafyalarda. Zilan , Dersim, Ağrı vb. Bu soykırımlara karşı Dünya-Alem sağır sultana oynuyordu. Kürtlerde etrafını görmeyecek kadar kör,sağır ve dilsiz bırakılmışlardı. Yaşam adeta durmuştu.Her şey yasaktan ibaretti,buzlanmış bir gerçeklik vardı. Taki biriken acıların bir kıvılcımla tutuşup ateş gürleşene kadar.O ateş her yeri sardı.Büyüdü her yeri içine aldı.Umut oldu, kurtuluşun yolu oldu.Herkes Özgürlüğünü orada buldu . Buzları eritip sel oldu, Pınardan akan sular setlere aldırış etmeden okyanuslara doğru büyüdü.Damladan nehirlere, nehirden denizlere aktı ve hala akmaya devam ediyor. Yasaklanmış özgürlük şarkılarını haykırıyor ve ateş etrafında halaya tutulmuş, katılarak büyüyor her yerden bu halaya koşuluyor, Bölük-bölük Kürdistan'ın her yerinden Dağlara akınlar oluyordu.
Agit arkadaşta:Kürt halkının özgürlüğünü PKK hareketinde görerek bir gurup arkadaşıyla beraber saflara katılır. 1993 yılı Kürt gençleri için adeta bir katılım seferberliğidir.Agit arkadaş, Suriye üzeri gurubuyla Önderlik sahasına geçer. Bir dönem Masum Korkmaz Akademisinde, eğitim görerek kuzey sahasına geçmek için kendini hazırlar.Akademideki arkadaşların geneli eski olduğu için onun açısından büyük bir avantaj olur bu ortam. Burada her konuyu detaylı olarak ele alıyor ve değerlendiriyor.Pratiğe yeni katılan bir savaşçı için bulunmaz bir ortamdır.Önderliği görmek ve yanında eğitim görmek, yeni bir arkadaş için müthiş ve bulunmaz bir durumdur.Kapsamlı bir başlangıç ve onun zeminini bulmak için tam yerini bulmuştu. Agit arkadaş: Önderlik sahasında o süreci iyi değerlendirip Kuzeyin yolunu tutar.
Agit arkadaş Zagros Eyaletin de pratiğe aktif düzeyde katılır.Özgürlük mücadelesindeki pratiğinin genelini Zagros Eyaletin de yürütür. Zagros Eyaletinin pratik çalışmaları zor şartlara sahip bir yerdir.Bu eyaletimiz zor ve asiliğiyle bilinir.Zagros eyaletinde başarılı bir pratik ve performans sergileyen arkadaşlar her alanda başarılı bir pratik sürdürebilir demektir. Agit arkadaşta uzun bir süre bu alanda kalır. Uzun bir pratikten sonrada 2003 sonbaharında bir eğitim devresine katılım amaçlı Eyaletten ayrılır. Mahsun Korkmaz eğitim devresinden mezun oluktan sora kendi önerisi dahilinde düzenlemesi tekrar Botan Eyaletine olur. Güçlerimizin geneli güneyde konumlandığı için Haftanin bölgesine geçer. Ben de o zaman haftanin bölgesinde bulunduğum için Agit arkadaşla orda tanıştık.Agit arkadaş Bölgeye bölük komutanı düzeyinde pratiğe katılır.Genel Haftanin çalışma faaliyetlerine yoğun bir şekilde başlar.
2003 yılı; her açıdan yoğun bir dönemdi. Bu süreç tasfiyecilerin kendilerini yoğun dayattığı döneme denk geliyordu.Ağır bir süreçti. Ferhat ,Botan kişiliklerinin şahsında çete anlayışları kendini dayatıyordu. Tabii o zatlar da Kürt özgürlük mücadelesinin itinayla oluşturduğu değerleri, kazanımları yok etmek için ellerinden geleni yaptılar. Hedefleri bu değerleri ele geçirip pazarlama mantığına dayalı olmakla birlikte, PKK hareketini Önderlik gerçeğinden uzaklaştırmak temelindeydi . Bu dönemde,örgütte yaşanan bu durumları, Agit arkadaşla; tasfiyeci zihniyet, üzerine sık-sık tartışmalar yürütüyorduk. Agit arkadaş kendi açısından tasfiyecilere karşı tutumunu net ortaya koyuyordu , "Her ne olursa olsun hiç kimse özgürlük mücadelemize zarar veremeyecektir , Önderlik çizgisi dışında hiç bir eğilime yer yoktur, çabaları da yersiz ve sonuçsuzdur. Apocu militan kişiliğinin asıl görevi , tüm tasfiyeci girişim ve eğilimlere karşı durmaktır Önder APO bizi bu düzeye getirdi, biz de Önderliğin çizgisini her ne pahasına olursa olsun korumalı ve savunmalıyız" diye dile getiriyordu. Agit arkadaş: sürekli önüne verilen görevleri, Apocu militan tarzıyla, üstünde titizlilikle ve sorumlulukla duran, gerektiği gibi görevleri eksiksiz yerine getiren ve daha fazla kendisini katan bir arkadaştı. 2003 yılı gibi bir süreçte tasfiyeci şahsiyetlerin amaçları ve nereye ulaşmak istedikleri noktayı, yapısıyla tartışıp kavratma temelinde yoğun çaba sarf ederdi.
Agit arkadaşı tanımlamaya çalışmak istesem de bunun yeterli olamayacağı aşikardır. Her zaman en önde yer alan bir militanın duygu ve düşüncesini özgürlüğün arayışıyla o anı yaşayan biri bilebilir bunu. Agit arkadaşa baktığında, tüm yoğunlaşması örgütü daha iyi tanımak ve askeri çizgide daha fazla derinleşmek üzerineydi. Örgütü tanımayan, ya da kavramada ve anlamada zorluk çeken yeni arkadaşların , düzenlemeleri sırasında, kendi kaldığı alana ister, bütün çabasıyla o arkadaşı kazanmaya çalışırdı. Agit etrafına saygı ve sevgiyi yayan, "bir bireyle gerekirse üç saat; olmadı mı üçüyüz saat konuşuruz" geleneğinden gelen mütevazi bir yoldaştı. Kavratma esas çalışmasıydı. Bu tutum yanındaki arkadaşlarını güçlendiriyordu. O yoğun süreçte örgütün görev ve sorumluluklarını kolaya ya da zora bakmadan her zaman omuzlayan duruşa sahipti.
İki yıl Haftaninde kaldıktan sonra önerisi daha çok kuzey sahalarına gitme yönünde olur.Bu çerçevede yoğunlaşmış ve kuzeye geçmek için hazırlanmıştı. Artık Agit arkadaşın düzenlemesi bu doğrultuda yapıldı. Daha fazla içeriye doğru düzenlendi. Mardin alanına düzenlemesi yapıldı. Alana geçiş sırasında Agit arkadaşında bulunduğu grup pusuya düşüyor, pusuya düştüklerinde,Fayık arkadaş şehit düşüyor. 1 Ocak 2005' te ilk şehidimiz Fayık Arkadaş olur. Düşmanın hedefi gurubu imha etmektir, ama arkadaşların çabaları sonucu ucuz atlatır.Gurupta bazı arkadaşlar" Haftanine geri" gelmek ister,fakat Agit arkadaş ısrarlı bir şekilde düzenleme alanına geçmek için "ne yapılacaksa yaparak,geri dönmeden ilerleyeceğiz" deyip Cudi ye geçerler. Biz de arkadaşların" pusuya düştükleri" haberine ulaşmıştık.Gurubun durumunu çok merak ediyorduk ve böyle bir durumda geri geleceklerini düşünüyorduk. Hata bir grup arkadaş önlerine yolladık. Bu arkadaşların geri geldiklerinde karşılamaları ve gereken desteği sunmaları için yollamıştık . O gece sabaha kadar bir haber gelir diye hepimiz bekledik. Fakat Agit arkadaşın gurubu gelmedi. Muhabere saatinde Cudi deryasıyla bağlantıya geçerek ,durumu anlamaya çalıştık." Agit arkadaşın grubunun yerine vardığını ve durumlarının da iyi olduğu" yönünde bilgi verdiler. Tekmilden sonra rahat bir nefes almıştık. Fakat pusu sırasında" bir arkadaşın da şahadete ulaştığını" aktardılar. "guruptaki arkadaşların durumlarının iyi olduğu ve gidilmesi gereken yere doğru gideceklerini, ısrarlarında kararlı olduklarını ve geri dönmeyeceklerini belirtilerek en kısa sürede söylenen yere gidip pratik çalışmalara katılmak istediklerini dile getirdiler."
Pusu olayından sonra Agit arkadaş Mardin Eyaletine varır. Yerine ulaştığında; Agit arkadaşla cihaz üzerinde bir konuşmamız oldu. Konuşmada Agit arkadaşa : "pusuya düştüğünüzde geri geleceğinizi düşündük fakat gelmediniz, neden kendinizi riske attınız?" Agit arkadaşta " Biz pusuya düştüğümüzde biz de sizin bizim için başka bir gurup yollayacağınızı tahmin etik Ama biz geri dönüşü hiç aklımızdan geçirmedik. Çünkü varmamız gereken bir hedef vardı oraya varmalıydık. İhanetçilere ve tasfiyeci (Ferhat,Botan ) kişiliklere karşı buradaki duruşumuz daha önemlidir. Şehit arkadaşlara cevap olmayı hep aklımdan geçirdim. Bu açıdan Botan da büyük bir pratik sahibi olacağım. Çünkü böyle bir süreçte bizden beklenen, kolaya kaçıp geri dönmek değil ,neye mal olursa olsun örgütü daha fazla güçlendirmek için yapılan planlamaya uymak ve hedefe ulaşmaktır."Cihaz başındaki tartışmalarımız bu çerçevede sürdü. Sonra başarma temenni ve dileklerimizi söyledikten sonra vedalaştık. Haftanindeki arkadaşlar hepsi Agit arkadaşı tanıyor ve onu çok seviyordu , büyük düzeyde değer veriyorlardı. Agit arkadaş : saygıyı hak eden bir dava insanıydı. Agit bir nevi kendi sözleriyle , kendi duruşunu özetliyordu.Arkadaşın Mardine gitmesiyle devamlı Haftanin gücü " Agit arkadaş; acaba yerine ulaştı mı, Durumu nasıldır?" diye merak ederek sürekli soruyorlardı. Gitmesi gereken alana vardığını öğrenen Haftanin gücü çok sevinmişti. PKK yapısında bir gerçeklik var eğer bir insan her türlü görevi severek yapıyorsa ve istekli davranıyorsa etrafında bulunan savaşçı ya da komutan herkes tarafından sevilir ve saygı görür.
Pratikte sonuna kadar fedakar, çalışmalarda programlı ve örgütsel işleyişlerde planlı duran Agit arkadaş ;askeri mantığa sahip, kurallı, disiplinli ve azimli bir savaşçıydı. Öğrenme arzusu olan, çaba ve bireysel çalışmalarına önem veren araştırmacı bir devrimciydi. Agit arkadaş büyük bir kumutandı.
Uzun bir Botan patriğinden sonra 2007 nin başında Agit arkadaş tekrardan Güney sahasına geçti. O süreçte özelikle ciddi sağlık sorunları vardı. Tedavi amaçlı bir dönem Zap alanında kalır ve tedavisini görür. 2007 yılında bende Zap alanındaydım. Agit arkadaştan birkaç ay önce alana gelmiştim Agit arkadaşta tabur komutanı düzeyinde cephemize gelmişti. Mahir Mirzo da bulunan Ş. Rüstem taburunun başına görevlendirilmişti.
Arkadaşı bir daha görmek sevindiriciydi. Eskiden de birbirimizi tanıyorduk. O süreçte Zap cephesinde yoğun bir seferberlik içindeydik. Jeneratörler, hiltiler dinamitleri tepelere çıkartmış kanal tünel işlerinde kullanmak için kazma kürek kuşanmıştık. Bu gibi faaliyetlerde,böyle kapsamlı bir mevzilenme anlayışında, Agit arkadaş gibi tecrübeli yöneticiler lazımdır.Mevzilenmeden tutalım üstlenme alanlarına kadar, planlamamıza katkı sunacak bir arkadaştı . Bu arada olağan üstü dönemlerden geçiyor, düşman yoğun bir hazırlık süreci içinde ve kapsamlı operasyon yapacak bilgileri de geliyordu, operasyonun olacağı yönünde genel göçlerimizi uyardık. Başta belirttiğimiz gibi Agit arkadaş savaş tecrübesi olan, bir kumutandı. Mücadeleye gönülden bağlıydı, her yönden çok büyük destek sunacağı beliydi.
T,C devleti Önderliği zehirleme gibi kirli girişimleri devreye koymuştu . Bu olayı toplantılarda sürekli yapısına şu şekilde aktarıyordu " Eğer bu zehirleme durum devam ederse, bizde T.C devletine karşı yaşam alanı bırakmayacağız ve önderliğimize bir şey olursa yaşamın da bir anlamı kalmayacağını" söylüyordu. Agit arkadaş: örgütün sürece yönelik perspektiflere ve talimatlara en fazla anlam verip pratiğe geçirmeye çalışır, örgütün yapacağı eylemlere katılma o hamlenin içinde muhakkak yer bulmak isterdi. Oremar örneğinde olduğu gibi kendi önerisi dahilinde bu eyleme katıldı ve bu eylemin başarısında da aktif rolünü oynadı.
Agit arkadaş Zap direnişi süreci içinde yerini alır ve taburunda yer alan arkadaşlara büyük desteği olur.Moral ve motivasyon yönünde yapısını hep heyecanlı tutardı. Genel operasyon hazırlıklarının bizzat kendisi üstünde durarak, mevzilenmeyi o sağlıyor hazırlıkları gözden geçiriyor,düşmana nereden daha iyi darbe vururuz yoğunlaşmasıyla, taktik yöntemleri üstünde derinleşiyordu.Agit gerektiği yerde kumutan gerektiği yerde savaşçı bir insandı.Kanalların, mevzilerin yapılmasında bizzat yer alan,fedakar ve emekçi bir arkadaştı.
Operasyon başlamadan önce 15.Şubata biz de Agit arkadaşın taburuna ziyarete gidip orda ki taburun genel yönetimiyle tartışmalar yürüttük. Daha çok güvenlik noktaları üstünde konuşup fikir belirtik.Toplantıda : İlk söz hakkını Agit arkadaş almıştı " Kışın ortasında olduğumuz için havalar çok soğuk, karın metreleri bulması imkanlarımızı kısıtlar. Biz bir an önce hazırlıklara başlamalıyız.Bir yandan eğitimlerimizi sürdürürken, diğer yandan da karla kapanmış mevzileri açabiliriz.Bu dönem de dışarıda kalabiliriz,o açıdan arkadaşlar fedakarlık yapsınlar.Operasyon ne zaman başlarsa başlasın, hangi ayda olursa olsun, biz hazırlıklarımızı en üst düzeye çıkarmalıyız" diyordu. O toplantıda bir arkadaşta söz alarak : " biz her yıl intişara çıkıyoruz, ama ben inanmıyorum bu zamanda ve bu koşularda düşmanın bir operasyonu olsun" demesi üzerine Agit, tekrardan söz hakkı alarak " Bizim operasyonun olup olmayacağını yada ne zaman olacağını tartışmak yerine, her zaman hazır olmalıyız ve bu bizim bir görevimizdir. Belki havalar soğuk olabilir, kardan dolayı üslenmede zorlanmalar çıkabilir, fakat bizim bu fedakarlığı göstermemiz gerekir. Fedai ruh halini hep diri tutmalıyız. Biz bu dağlara geldiğimizde rahat ve kolay bir yaşamı yaşamaya gelmemişiz. Belki gerillada zorluklar hep vardır ve katlanılması gereken ne olursa olsun biz görevlerimizi yerine getireceğiz. Kürt halkının Özgürlüğü için buradayız. Ölüme de hazırız." dedikten sonra, toplantı o temelde sonuçlandı.
Arkadaşlar intişara çıktıktan sonra , kısa sürede operasyon; 20 Şubat ta hava saldırılarıyla başladı. Öncesinde zaten devamlı her tür ağır silah (top, havan,keşif uçağı v.b) gibi teknik kullanılıyordu. Zap alanına yoğun bir şekilde hava saldırıları yapıyordu. Genel o saldırılara rağmen hiçbir kaybımız olmadı. Operasyon başlamadan önce, akşam bizlere saldırı olacağı bilgisi gelmişti ve biz de Agit arkadaşa durumu aktardık ve Agit arkadaş kendi denetiminde olan, bütün arkadaşları bilgilendirdi , o anda bizimle cihaz bağlantısı kurarak " hava saldırılarının yoğunluğundan kaynaklımı acaba bir saldırı olacağı düşünülüyor " diye sordu, bizde yok kesin bir bilgi var Zapta bir operasyon olacak dedik. Düşmanın Çele den çıktığını ve akşam saat 20-21 arasında harekete geçtiğini söyledik ve Agit arkadaşta bu bilgiler temelinde "kendi denetiminde olan bütün gücü uygun şekilde mevzilendirdiğini" belirti. Operasyonun çıkmasıyla Çiyaye Reşte saat 12-13 arası çatışmalar başladı. Orası da sınıra çok yakın bir alandı. Çatışmalar başladığında Agit arkadaş gene bağlantı kurup Çiyaye Reşteki arkadaşların durumunu sordu ben de arkadaşların durumlarının şimdilik iyi olduğunu söyledim. Zap direnişinde düşman güçlerine en ağır darbeyi vuran ve düşmanın gözünü korkutan bizim Çiyaye Reşteki arkadaşlardı. Zap direnişinin hazırlık aşamasında yer alan arkadaşların bir sloganı vardı "Düşmanın gelişi olabilir sadece ölümü görecektir, fakat asla Zapa ayak basamayacaktır." Agit arkadaşta gene cihaz üzerinde bağlantı kurarak, bize Çiyaye Reşteki arkadaşlara "bizim bir sloganımız var o çerçevede düşmanı karşılamalılar. Zap onurumuzdur onur hiçbir zaman ayaklar altına alınamaz " espri yaparak hatırlamamızı istedi. Agit arkadaş operasyon sürecinde esprilerle ve yüksek moraliyle etrafa güç ve moral kazandırıyordu. Sonra devam ederek " düşmanın buradan ilerleyebilmesi için önce bizim üstümüzden geçmesi gerek, bu da boş bir hayaldir asla Zap alanına giremeyecekler" diyordu.
operasyonun ikinci günde Agit arkadaşın: taburu savaşa girdi. Taburun içinde olan arkadaşlar, büyük bir cesaret ve fedakarlık göstererek kar kış ve aşırı soğuk demeden Karda yanan ayaklara aldırış etmeden direndiler. çoğunlukla arkadaşlar yeni olmasına rağmen hiçbiri bireysel istemde bulunmadı. Tek talepleri cephane eksik olmasındı. Agit arkadaşın verdiği enerji ve gösterdiği cesaretten dolayı bütün güçlerimiz için moral kaynağı oluyordu. Genel arkadaşlar o açıdan ön cephede savaşmak için adeta yarışıyorlardı.
Agit arkadaşın taburu savaşa çok iyi hazırlamıştı. Her zaman bağlantı içindeydik ve bir keresinde benimle bağlantı kurarak " Hewal bizde biraz sıkıntı var, taburda olan Arkadaşlar ön cepheye gitmek için aşırı dayatıyorlar , ön cephede olan arkadaşlarda yerlerini bırakmayacağı yönünde direnerek, dinlenmek istemediklerini ve yer değiştirmemekte dayatıyorlar " diye belirtmişti.Tabii böyle bir ortamda isteğe saygı duymak lazımdı. Zap direnişinin zaferle sonuçlanması: düşmanın ağır darbeler alarak geri çekilmesinden sonra Agit arkadaş bir değerlendirmesinde "Heval benim anlamadığım şey T.C devleti aklını yitirmişti bu sert koşularda 12 ay biz bu dağlarda yaşıyoruz ve alışmışız, fakat bunlar nelerine güvenerek saldırıya geçiyorlar" diye belirtiyordu…
Bir süre Zap ta kaldıktan sonra, Agit arkadaş 2009 baharında Hakki Karer Akademisine kurul düzeyinde Eğitime katıldı. Eğitimi tamamlandıktan sonra,eğitime katılan çoğu arkadaşların düzenlenmesi kuzey alanlarına yapılınca Agit arkadaşta ısrarla Botana (Mardine ) gene gitmek istediğini söyledi. Ana karargah yönetimi defalarca arkadaşla konuşarak "önerini şimdilik kabul etmiyoruz" dese de " beli bir süre daha güneyde kalmasını" söylemelerine rağmen Agit arkadaş ikna olmadı.Önerisinde ısrar etti. Agit arkadaşın ısrarları sonucu isteği yerine gelerek, önerisi kabul edildi.2009 da tekrardan Mardin alanına geçti. Yine büyük bir iddia ile pratiğe yöneldi. Mardin alanında büyük bir istekle genel çalışmalara katıldı. Gittiği süreçte oynaması, gereken rolü oynadı , üzerine düşen görevleri de layıkıyla yerine getirip Büyük mücadele insanı olduğunu gösterdi. Yoldaşlığın timsaliydi. Mardin de oyla bir arkadaş mayın patlaması sonucu şehit düştü.Agit arkadaşın şahadet haberi bize iletildiğinde büyük bir acı içimize düştü. Agid i kaybetmek çok ağırdı. O gün Agidi tanıyan bir arkadaş, onu rüyasında gördüğünü ve rüyasında " ormanlar yanıyordu,otlar tutuşuyordu Agit arkadaş cihaz başında, ateşin ortasında kalmış, sadece bize bakıp gülümsüyordu, ona gel diyorduk o cihazla bağlantı kuruyordu" işte o andı Agit, ateşin içindeydi ateşi içine almıştı ve Agit ateş olmuştu, ve bu ateş özgürlük meşalesi gibi her daim yanacaktır. Eylülün 17siydi ayrılış ; yaprakların solduğu ve hüzünlü göçmen kuşların hüzünlü soluğunda bir veda tınısı yankılanıyordu Agit te sonbaharda hain bir mayın sonucu bizi bıraktı. Elveda değerli yoldaşım seni hep arayacağız.
Bütün şehitlerimiz büyük kahramanlıklarla ve fedakarlıklarla yaptıklarıyla çok şey bıraktılar.Her PKK militanının da bu esaslar üzerine Önder APO' yu özgürleştirmeden ve Kürt halkı özgürleşmeden Halkımızın,Toprağımızın ve Vatanımızın özgürlüğü için yaşanacak her şahadet onur ve şereftir. Şehitlerimizin izinde yürüyelim ve kazanalım.
Fazıl Botan
- Ayrıntılar
Zağroslarda ‘terbiyeli bir kış’ın orta yerindeyiz. Hala alışamadım beni şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen tanımlamalarına. Her şeyi terbiye ile ifade ediyorlar kendilerini terbiye ederken. Mesela, kar yağmazsa ‘terbiyesiz’ diyorlar o kışa. Çok yağıp her şeyi silercesine kaplarsa her yeri, ona da ‘terbiyesiz’ diyorlar. Her şeyin kıvamında ve tadında olmasına özen gösteriyorlar. Buna uyan her şey terbiyeli, uymayansa terbiyesiz oluyor. Terbiye ediyorlar her şeyi. Kendilerinden başlayarak sonra, terbiyesizlere geliyor sıra. Terbiye ustası hepsi de. Çünkü, terbiyeli hepsi. Böyle tanımlıyorlar. Ben de aktarıyorum.
Yüksekler gelinliklerine bürünmüş yine. Alçaklar ve alçaklıklar ise aşağıda gölgemsi duruyorlar. Gözleri ışığa ve beyaza alışık olanlar biraz kararınca hava, iyice görmez olup ürküyorlar. Karanlıklara bakmayı sevmiyorlar. Alçaklardan ise iğreniyorlar. Dağların en ağız dolusu gülebilen ve küfür savurabilen ak saçlı bir delikanlısı yeni gelenlere dağı anlatırken dağlı olmanın alfabesini anlatıyor. Ağız dolusu yine. Yükseklerden alçaklara bakınca nedense aklıma hep o upuzun beyaz saçlı ağız dolusu küfürleri kahkahalarında eriten yüreği çocuktan çocuk, kafası kendi deyimiyle ‘hep bing-bang hallerinde’ olan çocuğu hatırlıyorum.
‘Bakın heval’ diyor. ‘Bu yükseklere çıkmak zor bir iştir. Meşakatlidir. Yolun başındayken neyle karşılaşacağınızı bilerek atın ilk adımlarınızı. Bu yolun sonu zirvedir. Zirvelere çıkmak zor ama orada durmaya devam edebilmek daha da zordur. Başınızın dönmesinden korkuyorsanız yükseklerde, uçurumların çekiciliğine kapılma ihtimaliniz varsa hemen durun ve orada kalın. Ama bu içine tükürülesi dünyaya ille de tepeden bakacağım diyorsanız, çıktığınız yükseklerde toprağa sağlam basın ayaklarınızı. Unutmayın, alçaklıklardaki alçaklar alçaklıklarını ancak kendilerinden ancak yukarıda olanlara bakarak fark ettiklerinden, alçaklıklarını herkesi alçaklıklara davet ederek, yücelikleri de alçaltarak alçaklıklarını gizleyebileceklerini sanırlar. Bakın yüksektekiler ve yükseklere tırmanma yolunda olanlar, zirvelere tırmanmak da, zirvelerden seyreylemek de bu dünyayı zor ama bir o kadar da keyifli kılar. İlle de çıkmışsanız bu yola keyfini çıkarın. Ama sakın düşmeyin. Alçaktayken düşmek çok incitmez insanı. Alçaktakilerin alçaklıkla aralarındaki mesafe kısa olduğundan çoğu zaman düştüklerini bile fark etmezler. Ama yükseklerden, zirvelerden düşmek dipsiz bir kuyuya düşmeye benzer. Param parça olur insan. Acılarda yiter gider. Yokluklarda yok olur gider. Yükseklerden düşmek sadece alçaklara inmeyi değil, sınırsız azaplarda olmayı getirir. Param parça olarak anlamaya, anlaşılmaya ve hakikate dair her şeyi yok eder. Alçaklardaysanız ve alçakları sevmiyorsanız bir an önce çıkın oradan ve tırmanmaya başlayın. Ne kadar yücelirseniz o kadar iyi. Ama sakın dönüp geriye bakmayın. Ve çıkarsanız yükseklere hep orada kalın. Yolu meşakatli ama zirvesi keyiflidir. Başınız dönebilir önce, gözleriniz kamaşabilir. Sakince bekleyin. Alışınca yükseklere qolinc’ınızda ince bir sızı hissederseniz korkmayın sakın, onlar sizi yıldızlara götürecek, kanatlarınızın derinize yaptığı baskının acılarıdır. O yüzden zirvelerden alçaklara bakmak hüzün, yıldızlara bakmak ise sevinç yaratır sizde. Sizi buraya getiren ayaklarınız değerlidir. Ama en değerlisi o ayakları yürüten yüreklerinizdir. Yükseklere hoş geldiniz. Burada adettir: yeni gelenleri yüreklerinden öperiz biz. Yüreklerinizden öpüyorum…’
Bu sözler farklı kelimelerle hep yankılanıyor beynimde ve yüreğimde. Şimdi bulunduğum diyarlardan ölçülebilir mesafelerde epey uzak ve yükseklerde yürüyüşlerine yücelik kattığını o dal gibi ince, ağız dolusu yaşamayı, çevresindeki her şeye, taşa, toprağa, kelebeğe, yıldıza bulaştırmayı ustaca yapan çocuğu hatırlıyorum. Bu tırmanışta geldiğim yerden aşağılara baktıkça sesi yeniden yankılanıyor kulaklarımda.
Bu ‘terbiyeli kış’ın ta kalbinden ana rahmi sıcaklığındaki mağaralarında uzaktakileri ve yürüdükleri yıldızları anıyoruz hep. Yıldızlar ve yüksektekiler sevince boğarken yüreklerimizi, alçaktakiler ve alçaklıklar ürkütüyor bizi. Yaşlı olanlar son dönemde daha fazla okudukları ve sevmeye başladıkları o post bıyıklı Almanın bir sözünü fısıldıyorlar kulaklarıma. Kendine ‘Zerdüşt’ün çırağı’ diyen o post bıyıklı Alman kardeşin ‘uçurumlara bakanların yüreklerinde uçurumlar oluşur’ diyormuş. O yüzden ‘hep yıldızlara bak’ diye fısıldıyor kulaklarıma. Öyle yapıyorum. O yüzden kelebek yurdu yüreğim, yıldız yağmurunda şimdi. Hepsini tek tek hatırlayıp kucaklıyor ve yüreğimle yüreklerinden öpüyorum.
Size yıldızlı ve kelebekli yazılar yazacağım demiştim ya, şimdi yıldız yağmuru yüreğimden bir yıldızı, onun hiç kimsenin o kadar güzel telaffuz edemediği sesinden bir Pepûle’ye dair bir çift söz etmek mecburiyetindeyim. Dilim onun güzelliğini anma ağırlığında birbirine dolanırsa mazur görün. Ama VÎYAN’ı her yıl hatırlama, anma ve hatırlatma sözündeyim. Ne desem eksik kalacak, biliyorum. Yüreğime gömüp yıldız yağmurunda en parlak yıldızlardan biri olarak gömülü kalıp, yüreğimi ateşlerde ısıtması belki yeter bana. Ama bir çığlık misali Haftanîn’de yıldız bedeniyle ‘Unutmak İhanettir’ diyen sesini hep taşırmak zorundayım. Yazıcılığıma emanet etmek istediği sesini yankılandırmak durumundayım. Bu bana verilmiş bir görev.
Bu dağlarda en kutsal şeydir görev. Hele bir yıldızın, bir pepûle’nin size layık gördüğü bir görevse bu, asla unutamazsınız. Unutmak İhanettir sözünün bir pepûle’nin kanatlarından size bırakılmasının nasıl bir görev duygusu olduğunu bu kapkara puntolarla anlatamam size. Yücelerdeyseniz ve yıldız yağmuru kelebek işgalindeyse yüreğiniz, unutmak daha bir alçaltıcı gelir size. Alçaklardan korktuğum için hep bakıyorum yıldızlara ve pepûle’lere.
Yıldönümü yaklaşıyor Pepûle’nin ateşlerde bir yıldız olmasının. Ne kadar zaman geçti? Yüreğimin takvimi zaman geçmedi diyor. Ölçülebilir zaman takvimi 7.yılını gösterse de VİYAN bütün güzelliği, kelebekliği ve yıldızlığıyla tam karşımda duruyor. Yüreğimin kadrajındaki fotoğrafları bastığım deklanşörden çıkarak ana rahmi duvarlarda gülümsüyor bana. Ben de gülümsüyorum. Ne kadar zaman geçti? Ya da geçti mi zaman? Şimdi şu tünelden her tarafı beyaza kesmiş mağaranın dışına çıksam beni orada bekliyor olacak. Biliyorum. Kafamı uzatır uzatmaz kar topunu kafamda patlatacak biliyorum. En sevdiğimiz oyundu kar topu oynamak. PKK’yi Yeniden İnşa Okulu’nun en yaman kar topu oyuncusu ve sesi, dengbêj namelerinde yüreklerimizi kaplayan halaybaşısı burada şimdi. Onunlayım. Doyum olmaz sohbetlerindeyim. Yeniden Halepçe’yi anlatıyor bana. Ve pepûle’leri…
VÎYAN… Leyla… Pepûlemiz… Xoşevîst’imiz… Unutmadık. İstesek de unutamayız ki seni. Sen kelebek yurdu yüreklerimizin en cıvıl cıvıl, en güzel, en renkli kelebeği, yıldız yağmuru kanatlarınla yüreklerimizde yakıcı bir aşk ve tükenmeyen umut. Seni birilerine anlatmaya kalkmak ve hatırlatmak görevim var, biliyorum ama görev derdinde değil, yürek aşkında anlatabilmek isterim seni. Nasıl mı? Bilemiyorum. Ama ihanet etmedim. Alçalmadım. Yine sana yürüdüm. Şimdi yürek mesafesinde kar topu oynayacağım seninle. Ustası olduğun bütün çocuk oyunlarımızda hep sen kazananı oluyorsun. Olsun. Sana yenilmek çok keyifli. Şimdi vurulsam ve şu kar’a düşsem, altında saklanmış beni bekliyor olacaksın, biliyorum. Vurulsam sana düşeceğim biliyorum. Vurulsam alçaklara değil, yıldızlara düşeceğim.
Şimdi yine dağlardayım. Ateşlerde kül olan kelebek eksiltti mi bizi? Hayır. Kaldığım kampta VİYAN var. Çoğalmış VİYAN’ın birçoklarından biri. Ne kadar çok VİYAN var dağlarda? Hepsi de birbirinden VİYAN. Hepsi de birbirinden halay başı. Hepsi de birbirinden Pepûle.
Şu tünele dalıp dışarı atsam kendimi ne kadar çok kar topu yiyeceğimi biliyorum. Ve her çocuğun oyun heyecanında korkuluyum. Çıksam beni kara gömecekler biliyorum. O kadar çoğalmış ki VİYAN, her yanım VİYAN şimdi. Çocuk arkadaşım, kar topu oyunlarındaki oyundaşım ve ateş sırdaşım bir ordu olmuşsun. Oynasak hepsi sen olan bütün VİYAN’lara yöneleceğim. Hangi VİYAN’a baksam yeniden yeniden vurulacağım. Yüreğim VİYAN yağmuru, VİYAN yurdu şimdi. Bu kadar çoğalmış VİYAN’la oynayacağım oyunlarda yenileceğim. Korkuyorum. Ama hiçbir korku çocuk oyunlarımıza engel değil. Ürkerek sana ilk adımımı atacağım. Sonra sana geleceğim, ürkerek ama korkusuz. Hiçbir soğuğun kâr etmediği yüreğinle karlar altındasın şimdi. Varsın gömüleyim bütün dünyanın bütün karlarına. Biliyorum, senin yüreğinle ısınacağım. Ve sımsıcak bütün karlar şimdi. Üşümeyeceğim. Gömülsem karlara hiç sönmeyen yangın yeri yüreğine gömüleceğim.
Şimdi şu tünelden çıkıp seninle oyun oynamaya geleceğim. Ve bakar bakmaz vurulacağım sana. Vurulacağım biliyorum. Ama sana vurulmak, sana düşmek o kadar keyifli ki anlatamam. Seni hatırlamak bir görev, bir slogan haykırışı değil, seni hatırlamak bir kelebeğin gözlerine vurulmak, seni hatırlamak bir kelebeğin kanadına düşmek, seni hatırlamak çocuk oyunlarımızda oyun ustalığına teslim olmak ve ustalara saygı duymaktır. Bu oyunlarda en ustamız, en güzelimiz, en çok çoğalanımızsın. Bak şimdi yine buradayım. Sana geldim. Vurulmaya, yenilmeye ve teslim olmaya her şeyimle. Nerede bir VİYAN görsem vuruluyorum. VİYAN dışarıdan çağırıyor beni. Genç VİYAN. Güzel VİYAN. Oyunlarımın hep kazanan ustası. Geldim. Seni daha da çoğalmış, güzelleşmiş ve ustalaşmış gördüm.
Hatırlamak mı? Hatırlamak için önce unutmak gerekir. Ben seni unutamam ki hatırlayayım. Bütün yüksekler ve yıldızlar Pepûle yurdu. Nereye baksam sen, neye baksam sen, her yer sen, her şey sen. Seni unutmak kendimizi unutmaktır. Unutmadık. İnkâr etmedik kendimizi. Sen inkâra gelmezsin. İkrarda biraz acemi kaldıysam acemiliğimdendir biliyorsun. Usta sensin. Biz ise çırak. Böyle bir ustanın çırağı olma keyfini ha bire anlatıyoruz herkese. Çıraklığımız çocukluğumuzdan gelir. Çocuk sevincinde çıraklarız biz. VİYAN’ın çırakları. YILDIZ çırakları. PEPULE çırakları. Oyunlardan öğreniyoruz her şeyimizi. Vuruluyor muyuz? Evet, vuruluyoruz. Ama hiç korkmuyoruz vurulmaktan. Çünkü düşsek, kar’ın altında saklanan güzel ustanın kanatlarına düşeceğiz. Kar topu oyunlarında hırpalanacağız önce. Sonra ustamız, halay başımız halaya davet edecek bizi. Davetine yok diyemeyeceğimiz bir halay başı bu.
Şimdi tünelden dışarı gidiyorum. Oyun arkadaşım davet ediyor beni. VİYAN davet ediyor. VİYAN’ın daveti kabulümüzdür. Gidiyorum. Ürkek ama keyifli. Hüzne bulanmış bütün sevincimle VİYAN’a gidiyorum. Kar topu oynayıp halay çekeceğiz. Yerimiz geniş. Yerimiz yüksek. Hiç alçaklara bakmadan yıldızlar altında yıldızlarla kol kola girip halay çekeceğiz. Dedim ya, yerimiz geniş. Yüreği yücelerde olan, yüreği yıldız yağmuru ve kelebek yurdu olan herkes davetlidir bu halaya. Davet eden VİYAN. Kabulümüzdür…
Gelemedim üzgünüm
Sen gidilesi yere gittin
Yüreğimin sağ yamacı yangın şimdi
Sol yanımı çığ tutmuş
Oynanacak oyunlarımız vardı
Sen halaydasın şimdi
Gelemedim özgünüm
Hani bir fil yürüyüşünde bitecekti her şey
Sen yine yaptın kelebekliğini
Oysa birlikte gidecektik
Herkes gülecekti fil ve kelebeğin yolculuğuna
gelemedim
şimdi daha bir dardayım
her şeyimle at hüznündeyim
sen halaydasın
her şeyinle davetkarsın
geleceğiz biliyorsun
Güzelin bu kadar güzeline
Sen ateş güzeline
‘Yok’ diyemeyiz hiç birimiz
Geleceğiz biliyorsun
At hüznünde fil yürüyüşünde
Karınca katarı gibi
Hepimiz de ateş taşıyacağız
Yangına ateş istemişsin
Halay davetin kabulümüzdür
Geleceğiz biliyorsun
Sonra hep birlikte gideceğiz
En çokta oraya
Yangın çıkarmaya gideceğiz
Biliyorsun biz de yanacağız o arındırıcı yangında
Davetin kabulümüzdür
Alevinde arınacağız
Sana ‘yok’ diyemeyiz
Biliyorsun xoşevistimiz...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Agit’in savaşçıları onlar. Savaşmak da, kazanmak da, kaybetmek de yiğitçe olsun istiyorlar. Bu topraklar en çok da yiğitliğe değer veriyor. Dostluklar ve düşmanlıklar gelip geçici. Dostluk da, düşmanlık da yiğitçe olsun diyen şairleri basıyorlar bağırlarına. Kof böbürlenmeler kadar tiksinmiyorlar hiçbirşeyden. Ve düşman da olsa değerini veriyorlar yiğitliklerin.
Zap’ın orta yerinde sivri bir tepe var. Hakan Tepesi diyorlar. Bu topraklara ad verenlerin her adlandırmalarının ardında, bir yiğitlik olduğunu bildiğimden ad verilmiş yerlerin hikayelerini soruyorum hep. ‘Neden Hakan?’ diyorum. Bir savaşta bir Türk askeri o tepeyi tek başına savunmuş sonuna kadar. İsmi Hakan’mış. Ondan sonra buraya Hakan Tepesi demiş gerilla.
‘Neden bir arkadaşın ismini vermediniz?’ diyorum. ‘O asker orada yiğitçe savaştı. Düşman da olsa, yiğitliğine saygılı olmak gerekir’ diyorlar. Hiç gocunmadan hatta biraz da gururlanarak ‘insan savaşırsa, yiğit insanlarla savaşmalı’ diyorlar. ‘Hele böyle yiğitliğinden ve askerliğinden çok şey kaybetmiş bir ordunun içinden tek tük yiğitler çıkınca biz de seviniyoruz düşmanlarımızın düşmanlığını.’
Savaştan geriye adlar ve hikayeler kalıyor hep. Hele hele devam eden bir savaşta şahitlerinin hala yaşadığı ve savaştığı bir zamanda ne kahramanlıklar kayboluyor, ne de yalandan kahramanlık hikayeleri sahiplerine birşey kazandırıyor. Dolaşınca bu savaşın hala devam ettiği coğrafyayı, anaotomisi çıkarılmış bu savaşın canlı izlerine ve yaşayan tanıkların tanıklıklarına tanık oluyorum. Cilo dağının zirvelerindeyiz. Türk ordusunun literatüründe Buzul Dağları olarak geçiyor. İlginçtir, ’80 öncesinin ders kitaplarında Cilo olarak geçiyordu bu dağların ismi. Şimdi ise değiştirilip Buzul Dağları diyorlar adına.
Bir grup gerilla ile Devrimci Operasyonlar sürecinde Cilo’ya çıkıyoruz. Agirî’den sonra Kuzey Kürdistan’ın en yüksek dağlarıdır Cilolar. Cilo’dan bakınca daha bir güzel görünüyor Kürdistan. Kuzeyindeki karakollar üstüne taş yuvarlasan, altında ezilecekmiş gibi duruyorlar. Çarçella ile arasında, Belkiz diye bir kayalık var. Kuzeyinde Belkiz’ın; Şitazina karakolu, güneyinde ise Oramar köyleri ve karakolları duruyor. Gerilla, espriyle karışık ‘bu iki karakol kavuşmasını engelliyor Cilo ile Çarçella’nın. Kaldırıp bu iki karakolu, kavuşturacağız iki sevdalıyı’ diyorlar.
Neresine gitsen Cilo’nun, savaşa dair izler ve anılarla karşılaşıyorsun. Yine bir sabah serinliğinde Cilo’nun eski komutanlarından Ali Xebat’ı buluyorum. Bir demir yığınının üzerine oturmuş, derin düşüncelere dalmış. Dalgın fotoğrafını çekip yanına yaklaşıyorum.
‘Nedir bu demir yığını Heval Ali Xebat?’ diyorum. Dalgınlığın yerini bir tebessüm alıyor. ‘Osman’ın kuyruğu’ diyor.
‘Hangi Osman?’ diyorum. Tebessüm iyice yayılıyor yüzüne.
‘Pamuk Osman’ın’ diyor. Bende jetonun takıldığını anlıyor.
‘Cilo’nun soğuğu dondurdu jetonunu’ diyerek basıyor kahkahayı.
‘Ya heval, sen de o kadar dijital konuşuyorsun ki, düşse de jeton çözülmüyor şifre’ diyorum.
‘Anlaşılan çoktandır izlememişsin Türk televizyonlarını.’diyor.
‘Doğru’ diyorum.
‘O zaman pardon’ diyor. ‘Sen tanımazsın Pamuk Osman’ı.’ deyince bende birşeyler çağrıştırıyor Osman ve Pamuk isimleri ama bir türlü bu tenekeyi bağlayamıyorum Osman’ın Pamuk kuyruğuna.
Ali Xebat iyice keyiflenerek, ‘bir zamanlar buralarda Osman Pamukoğlu diye bir general vardı’ diyor. O zaman hemen aklıma geliyor.
‘Ha o mu?’ diyorum.
‘Evet, şu savaş konusunda her gün bir televizyona çıkıp ahkam kesen eskinin generali, şimdinin parti başkanlığına soyunmuş Osman’ı.’ diyor.
‘Tanışıyor musunuz?’ diyorum. Gülümsüyor.
‘Karşılıklı olmasa da, tanışıyor sayılırız. Bir kış ortası tekniğine güvenerek kahramanlığa soyunmuştu. Tenekelerle kendini dağlarımıza vurarak zafer sevdasına düşmüştü. Binlerce askeriyle birlikte şimdi oturduğumuz noktadan Zağroslara baskına gelmişti. Dağlar iyi karşıladı onu. O tanımıyordu dağları ama dağlar tanıyordu onu ve onun gibilerini. Zağroslara binlerce yıldır gömülen nice işgalci gibi o da gömüldü yüzlerce askeriyle birlikte. Tek bir mermi sıkmadan onlarca cenaze bırakıp ardından, zar zor kurtarmıştı kuyruğunu. Şimdi gördüğün teneke Osman’ın güvendiği o ileri teknolojiden kalan bir teneke parçasıdır işte. Böyledir bu dağların diyalektiği. Büyük ordularla, gelişkin silahlarla, uçan tenekelerle fethedilmeye kalkışılsa ne zaman, hep teneke bağlıyor fetih sevdalıların kuyruklarına.’
‘Üstünde oturduğun teneke...’ diyorum.
‘Osman’ın kuyruğuna bağladığımız tenekeden geriye kalanlar’ diyor.
‘Nasıl oldu olay?’ diyorum.
‘Bak heval Jêhat,’ diyor, ‘Bu Türk generalleri yiğitlikten almamışlar nasiplerini. Getirip sürüyorlar Anadolu çocuklarını bu dağlara. İtiraz hakkı olmayan gencecik çocukları zamansız, hesapsız, kitapsız vuruyorlar bu dağlara. Biraz tarih bilgisi, biraz savaş terbiyesi olan herkes bilir ki hiç bir teknik, hiç bir ordu yenemez bu dağları. Bu dağlar binlerce yıldır kendi çocuklarını nasıl korumuşsa, bugün de korumaktadır. Birileri için kahramanlık hevesi yada rütbelerine rütbe katma hırsıyken bu savaş, birileri için bu dağlarda bir hayat biçimidir, varolma biçimidir savaşmak. Osman’ın olayı da bundan bihaber, hırslı bir adamın yarattığı trajediden başka bir şey değildir.
O kışın ortasında yüzlerce cenaze bırakıp geride, çekilip gitti buralardan. Yenildi. Sonra bir baktık ki şahidi kalmamış bir savaştan çıkmış gibi herşeyi tersyüz ediyor. Türk ordusunu ve tarihini biraz biliyorsak, Türk paşalarının ‘şanlı’ geçmişlerine hiç yakışmıyor şimdiki halleri. Allah-u-ekber’in komutanı ne kadar kahraman ve büyük bir komutansa, Pamukoğlu Osman da ancak o kadar başarılı bir komutandır.
Yüzsüz olmamalı asker. Yenilmişse bir savaşta, sessizce çekilebilmelidir meydandan. Ama hala devam eden bir savaşta, herşeyleriyle yenilmiş generallerin bu kadar ortalıkta boy göstermeleri ayıp oluyor biraz. Ne sanıyor bunlar, hala sıcağı sıcağına devam eden bir savaşta, üstelik başından günümüze yürütücülerinin çoğunun hala mevzilerinde savaşmaya devam ettiği bir savaşa ilişkin bu kadar atıp tutarsan, işte böyle bir gün ortalıkta bıraktığın kuyruğunun fotoğrafını çekip neşrederler millete.’ Gülümsüyor.
‘Yaw heval Jêhat, allah için sen eli klavye tutan bir adamsın. Bu ortalıklarda boyundan büyük konuşan Osolar takımı habire atıp tutuyor. İki satırla onların tarihlerinin tanıklarının hala yaşamaya devam ettiğini ve herşeylerini yüzlerine vuracak durumda olduklarını da yaz da, biraz ufak...’
Üzerine oturduğu tenekeye elini vuruyor, ‘bak bu, Osman Pamukoğlu’nun 93’te bindiği Skorski helikopterinin artıklarıdır. Kürtlerde bir söz vardır, zırtını yaparken palenin, prêzesi temiz olmalı adamın. Bu Osman’ın prêzesinde geride bırakılmış yüzlerce asker cenazesi ve koskoca bir teneke kuyruğu var. Yeter, ayıptır artık, konuşmasın. Yoksa gerçekten buralarda kuyruğuna takılacak çok teneke var. Hepsini takarsak, kuyruğu buradan Ankara’ya kadar uzar.’
Birşeyler daha söyleyecek gibi oluyor ama elini yine tenekeye vurup, ‘zaten basmışız kuyruğuna, fazla üstüne gitmeyelim. Bu yaştan sonra yüreğine iner paşanın.’
Cilo’nun eteklerine Devrimci Operasyon sürecinde yine dört Skorski helikopter düştü. Düşen Skorskilerin tuhaf bir özelliği var. Yere çarpınca genelde tam kuyruklarından ikiye bölünüyorlar. Kuyrukları ayrı, gövdeleri ayrı duruyor. Fırsat bulunca Türk ordusu, değerli olan gövdeyi alıp götürüyor, bir tenekeye dönüşmüş olan kuyruğu bırakıp gidiyorlar. Gerilla ise o tenekelerin üzerine oturup bekliyorlar, kuyruklarına tenekeyi bağlayacakları yeni paşaların gelmesini. Savaş meydanından kaçınca paşalar, televizyon ekranlarında her gördüklerinde yenik paşaları, teneke bağlıyorlar kuyruklarına. Böylece konuştuğunu sanan paşadan tek bir ses çıkıyor; teneke sesi...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar