Heval Eziz Dersimin şahadetini duyunca ve TV’deki ananın tabutu açıp anlını öpünce onun hep gülerken dudağını kapatan bıyığı gözlerimin önüne geldi. Bana mı özgü bilemem ama sevdiğim, saydığım bir arkadaştan sonraya kalmak, kendi görevimi tam yapmadığım hissine kapılır, yâda Ölüme özlem gibi( övmek için değil ) bir arkadaşın şahadetini duyunca ben niye şahadete geç kaldım, yada niye bende yanında değildim soruları kafamı hep kurcalar. Eziz arkadaşı şahadetinden sonra yine kendime dediğim” keşke tanımasaydım” tanımasaydım belki şahadet haberi bana ağır gelmezdi, yada bana daha fazla sorumluluk yüklemenin bir ağırlığımıydı.
Tanımasaydım katıksız kendini katışı, kişisel kaygısız- korkusuz yürüyüşünü ve ikirciksiz söz söylemsini, tanımasaydım, ağız dolusu kahkahalarla karşıdakini de kahkahasına katışı, ağzında ki lokmayı yutarken dahi karşıdakinin acaba “aç mıdır” kaygısıyla lokma paylaşımını, yanındakine yer yapmadan, yatırmadan yatmamasını, kendine taşı yastık yaparken arkadaşına varsa başucuna parkesini vermesini tanımasaydım.
Keşke tanımasaydım yalan nedir bilmeyen, dili hiç yalanla tanışmamış Dersimli Eziz adı gibi Eziz kimseyi yersiz kırmaz ve yanlışa karşıda dimdik Munzur gibi.
Kimileri kendini tanıtmak, ilgi çekmek ister, ilgili olmak ister ama Eziz Arkadaş ağır, vakur kendinden emin ne söylediği değil yaptığıyla kendini sorumlu görür gösterişten kaçınırdı. Onu tanımak bir şans ve örnek; örnek kişiliğin namuslu, yeni Kürdün kimliği idi. 2004'te hastalanıyor ve Irakta tedavi görürken ar damarları yırtılmış, utanç duygularını kaybetmişlerin yoz-çirkinliklerini fark edince tedaviyi yarıda bırakıyor “ben dağa gideceğim” diyor ve orada ki “dağda ne var, dağ cehennemdir” der ve Eziz arkadaş” sizin cennetinizdense ben kendi cehennemime gitmeye razıyım” cevabını verir. Dağlara tutkundu, yatarken sırt üstü yıldızları yorgan yapmak, ayakkabısı yastık, silah hep koynunda bir sevda. Silahtan uzak uyuduğunu görmedim, uyumak sadece yarına daha dinç çıkmak içindi boş zamanı olmaz, kendini planlardı.
Eziz arkadaş kendini kimlikleştirmişti, iradi, düşünsel ne dediğini bilen, bilerek iş yapan yaptığı işin, söylediği sözün sorumluluğunu kaldırandı. “Ben” demeden çok bizi kullanırdı, hep komünaldi ama bağımsız kimliği de vardı tabi bu kimlik kendini özne başkalarını nesne gören değildi tersi herkesi, yanındakini hep iradeli kılmak isterdi.
2010 kışında aynı akademideydik ve Eziz arkadaşın ayak başparmaklarındaki tırnaklar ete batmıştı. Dr arkadaş tırnakları çekecekti bende doktora yardım ediyordum ve kendimi hasta bakıcı olarak takdim ediyordum doktor ne diyorduysa harfiyen yerine getiriyordum, ama bir farkla elimde ağrı kesici iğne ile doktora ila bir iğne yapalım derdim, çünkü Eziz arkadaş inleri sevmezdi bense hep takılırdım. En sonunda dayanamadı Doktor arkadaşa” ben bu hemşireyi istemiyorum” demişti, kendine has narin ve nezaket dolusu sevgisiyle.
O Dersimliydi ve uzun süre gerilla saflarındaydı gerillacılığı genelde Gabar, Botan ve Güney Kürdistan da geçmişti ve ilk kez Dersime gidecekti. O zamana kadar birçok arkadaş Eziz arkadaşın Dersimli olduğunu bilmiyordu ve gerillada onu birçok arkadaş Mardinli Eziz diye tanırdı. Zazaca'nın yanında Kurmanc lehçesini iyi biliyor ve kısmen de Soranca'yı öğrenmişti, yani tam bir ulusal kimlik kazanmıştı her bölgenin insanıyla kaynaşır, her insanla ilkeler temelinde yoldaşlık yapardı. İnsan zayıfsa o dışlamaz, beğenmezlik etmez tersine elinden geldiğince eğitsel yaklaşır, kazanmaya çalışırdı. Hata bazen bana kızar “erken insanlar hakkında karara, yargıya varma” derdi.
Gitmeden önce Zapta tekrar görüştük, benim kolum omuzda çıkmıştı ve sargıda yanına gittim bana “Kuzeye gelmemek için kolunu çıkarmışsın” diye takıldı. Tüm kuzeye gidecek guruplar ordaydı iki gün yanlarında kaldım ve hep Eziz arkadaşın yanında, kominin de kaldım. O bana bir daha görüşmenin Dersim’de, yada Amed’te olacağını söylerken söylemlerinde öyle samimi inançlıydı ki, ben sadece ona bakmakla yetindim. İnanmak, başarının esası olsa gerek yoksa bu kadar acıya dayanmak zor, inanmayanların düşmana el kaldırıp biat etmeleri yanında Eziz arkadaşla yanındaki 6 arkadaşın savaş halaylarına katılmaları yüz akımızdır.
Zap tan ayrılıp giderken içimden “keşke tanımasaydım, son günlerde yanında kalmasaydım” demiştim. Nedeni, yokluğuna alışamamak ve…
Ama hayır iyi ki tanıdım
Onuru temsil
Hayata su verenleri
İyi ki tanıdım
Hayatı diri tutanları, diriltenleri
Tanıdım EZİZİ
Ezizê welatêmin.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
2007 yılı mücadelemiz ve bizim açımızdan en yoğun, gelişmelerle, çatışmalarla dolu bir yıl olmuştu. Düşman tüm imkanlarını seferber ederek yoğun operasyonlar geliştiriyordu. Gerillada müthiş bir irade ve mücadele azmi ile düşmanın yönelimlerine karşı topyekun bir direniş içerisindeydi. O yıl pratikte Kato Jîrka’daydık. Kato dağları tarihten beri hep özgürlüğün yurduydu. Tarihten beri ve mücadelemizde büyük direniş ve kahramanlıklara tanıklık etmişti. Büyük İskender’in bile aşamadığı bir direniş silsilesi olma unvanını hep korudu. Nice yiğit Kürt evladını barındırıp, koruyabildi. Görkemliliği hep düşmana korku saldırıyordu. En gelişmiş savaş tekniğini boşa çıkartabiliyordu. Düşmanın nicel ve nitel (teknik açıdan) üstün olan yanını zayıflatarak güçlerin eşit olmasını dengede sağlama adaletine de sahipti. Bir nevi bir gerilla yurduydu. Hep öylede kaldı.
O yıl düşman Türk devleti halkımızın yaylalara gelmesine izin vermişti. Kato Jîrka’nın yamaçları ve etrafındaki arazi yaylalıktı. Soğuk sulara, sürekli yeşil ve taze otlaklara sahipti. Hayvanların otlatılması, hayvancılığın geliştirilmesi için verimli araziye sahipti. Neolitikten bu zamana kadar hayvancılıkla uğraşan halkımızın geçim kaynağını sağlıyordu. Kış Kato’larda erken gelir. Sonbahar mevsiminde buralarda kar yağar. Karların fazla yağmasından ötürü bahar mevsimi geç gelir. Karlar geç erir buralarda. Adeta iki mevsim yaşanır. Kato Jîrka’nın güney yamaçları oldukça dik ve kolay kolay geçit vermez. Derî (kapı) dediğimiz bazı geçit veren yollar var. Yine sadece gerillanın kullanabileceği bazı geçit veren yerler var. Arazi sarp ve kolay kolay geçit vermeyen yüksek kaya labirentlerinden oluşmuştur.
Türk ordusu karların yeni erimeye başlamış olduğu baharın başlangıcında Deryê Bewe kapısını sabit tuttu. Bununla gerillanın Kato’daki hareketini sınırlandırmayı hedefliyordu. Düşman bir yandan Halkın içinde propaganda geliştirerek Kato’ları PKK’nin elinden alacağını söylüyordu, diğer yandan da baskı uygulamaları, ekonomik kısıtlama ve şantaj yollarıyla ajanlaştırmayı da civar köy ve ilçelerde geliştiriyordu. Bu taraftan yasak bölge, olağanüstü hal bölgeleri uygulamaları yürütürken diğer taraftan da izin verdiği yaylalarda ve köylerde oluşturmak istediği istihbarat çalışması aracılığı ile gerillayı denetime alarak darbelemeyi hedefliyordu. Düşman kışın ortalarında aralıksız olarak sürdürdüğü operasyonlarını bahar ve yaz mevsiminde zozanlık araziyi de kapsayarak genişletti. Batıdan Kürdistan’a epey güç getirtmişti. Adeta Botan sahamızı yeniden işgal etmişti. Ayrıca sınıra da epey güç yığarak Kuzeye takviyelerin gelişini engelleme yönünde tedbir geliştirdi. Bu topyekun bir saldırı konseptiydi. Tüm bu yönelimlere karşı topyekun direniş gerillanın esas taktiği oldu. Yaşamda, savaşta yine en zor koşullarda direnme iradesini göstermek tüm yönelimlerin aşılmasını ve boşa çıkarılmasını da sağlıyordu. Düşmanın Katolara karşı operasyonları kışında olmuştu.
Kato Jîrka silsilesinin iç kesimlerini kapsayan düşmanın operasyonu Haziran ayının sonlarında olmuştu. Bu operasyon kapsamı Deryê Bewê ve Deryê Zerbîl arasını kapsayan bir operasyondu. Aslında gerilla mücadelemizde düşmanın Kato Jîrka alanının içlerine girmesi kolay kolay olmamıştı. Bu yılda yani 2007’de daha yılın başında Kato’ya gireceğinin sinyalini yaptığı merkezi operasyonlarla hedefine ulaşmak istiyordu. Bunu yaptığı açıklamalarla vurguluyordu. Bu operasyon iki günlük bir operasyon oldu. Sonuç alamadıklarından, yine darbe yediklerinden dolayı geri çekilmek zorunda kaldılar.
Operasyonun ilk günü arkadaşlar birçok yerden düşmanın operasyon gücünü vurdular. Düşmanın bir birliğini içlerine alarak büyük darbe vurdular. Yoğun teknik kullanarak yaptığı indirmelerle getirdiği takviye güçten ancak gücünü Katoların içlerinden çıkartabildi. Siirt, Şırnak ve Hakkari merkezlerinden sürekli altı kobra yoğun atış yaparak operasyon alanına müdahale ediyorlardı. Gelen bu kobraların desteğinde ancak gücünü çatışma alanından çıkartabildi. Türk ordusu bu sonuca alışmıştı, İskender’lerin bile zaptedemediği Katoların kolay kolay zaptedilemeyeceği kanısına varmışlardı. Düşmanın bir üst rütbelisi olmak üzere epey kayıp vermişlerdi. Bazı kayıplarını radyolarında da dile getirmişlerdi.
Tüm çatışmalarda Botan Hilvan (Urfa) arkadaş şahadete ulaşmıştı. Şehit Botan arkadaş 2003 yılında gerillaya katılmıştı. Gerillada Zağros eyaletimizden Botan alanına daha yeni gelmişti. Bu yoldaşımızın alana yeni gelişi ile birlikte şahadete ulaşması arkadaşlar üzerinde etki yarattı. Buna rağmen düşman güçleri Katolarda iyi bir ders almışlardı. O yıl düşman tüm imkanlarını seferber etmişti. Eksik ve yetersizliklerimizden kaynaklı bizim için bedeli ağır olan şahadetler yaşandıysa da TC devleti istediği sonucu alamamıştı. Başarısız ve sonuçsuz kalmışlardı. Yürüttüğü operasyonların çapına göre sonuç alamamışlardı. Türk devletinin kayıpları daha ağır olmuştur.
Bu operasyondan sonra düşman Kato Jîrka ve Besta alanında tuttuğu tepelerle sınırlı kalıp, yaylaların etrafında pusulamalar geliştirmeye başlamıştı. Eylül ayının ortalarına kadar bu böyle devam etti. Daha çok alanımızdaki gerilla güçlerimizi denetime alarak istihbari yollarla diğer savaş faktörlerini de devreye koyarak sonuç almak istiyordu. Düşman ordusu Eylül ayının ortalarında asker, korucu ve özel birliklerden oluşan kırk bin kişilik bir güçle onsekiz gün süren. Bu operasyonda düşman her türlü tekniği yoğun bir şekilde kullandı. 1998 yılından bu güne kadar Botan alanımızda düşmanın yürüttüğü en geniş kapsamlı merkezi operasyondu. Tüm basın-yayın, ekonomik vb. imkanlarını seferber ederek sonuç almak istiyordu. Operasyonu yaylaların gittiği günün ertesine denk getirdi. Bununla arazideki tuzak ve mayınların olmayışını kendine avantaj yapmayı amaçlıyordu. Hareket tarzımızdan kaynaklı olarak düşman bazı tedbirler geliştirilmişti.
Operasyonun ilk iki günü düşman güçleri Katonun içine girememişti. Zozan tarafında güç yoğunluğunu artırdı. Yoğun indirmeler ve takviyelerle gücünü alana yığıyordu. Yine ağır havan toplarını, bomba atar silahlarını, termal kameralarını, cihaz irtibat antenlerini Katoların karşısındaki silsilelere yerleştirdiler. Kobralarda habire alanı vuruyordu. Yine Beytüşebap ve Mezra karakollarından aralıksız olarak obüs atışları yapılıyordu. Bir taraftan da İsrail’den alınan keşif uçakları alanın üzerinde sürekli geziyorlardı. Alanı tanıyan yerel korucuları da getirmişlerdi. Operasyonun üçüncü günü Deryê Zerbîl tarafından Katoya giren düşman koluna iki ayrı yerden yakın mesafeden arkadaşlarca eylem gerçekleştirildi. Bu kolun hareketi durduruldu. Düşman gücü darbe almıştı. Kobra desteğinden sonra ancak geceye kadar ölü ve yaralılarını Skorskylerle götürebildiler. Aynı günün gecesi arkadaşlar düşmanın gelebileceği bir tepeye tahrip gücü fazla olan bir tuzak yerleştirdiler. Düşman oralarda önceki günlerde koyunların otlandığı ihtimal ederek ertesi gün tuzağın olduğu tepeye oldukça rahat gelip yerleştiler. Mevzilendikleri süre içerisinde on bir düşman askerinin tuzağının üzerinde toplandığı esnada tuzak düşman gücünde patlatıldı. Patlama ile birlikte tepedeki düşman gücü şoke olmuştu. Panik havası ile etrafa dağıldılar. Patlama ile birlikte ölenlerin cenazelerini dürbünle görebiliyorduk. Kobra destekli gelen skorskylere sedye ile beş kişinin cenazesinin taşıdılar. Bazı yaralılarında koluna girilerek helikopterlere kadar taşıdılar. Gelen detektörcülerle arazide mayın arama çalışmasını yürüttüler. Öğle saat 1 civarlarına kadar bu çalışmayı sürdürdüler. Tuzağın patlatılması sabah erken saatlerde olmuştu. Mayın ve tuzak aramasından sonra bizim bulunduğumuz noktaya doğru iki ayrı koldan hareket ettiler. Bir kol yayla tarafından bir kolda Katoların üst silsilesinden geliyordu. Önceki gün Derye Zerbîl’de vurulan kol Kato silsilesinde kalmıştı. Sabahta indirmelerle takviye edilmişti. Öğleden sonra üsten ve alttan bulunduğumuz noktayı çembere almak istiyorlardı. Bizde çatışma pozisyonuna göre mevzilendik. Kobra ve obüslerde habire atışlarını sürdürüyorlardı. Öğleden sonra saat üçü geçerken ilk temas başlamıştı. Akşama kadar üç ayrı noktadan çatışmalar tüm şiddeti ile devam etti. Düşman güçleri geldikleri mevzilere geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu çatışmalarda Bahtiyar Amed arkadaş şahadet mertebesine ulaşmıştı. Cenazesini sağlama aldık. İki arkadaşımızda hafif yaralanmışlardı. Yaralı arkadaşları da doktorumuzu da yanlarına vererek sağlam bir yere götürdük. O gece bulunduğumuz noktayı terketmek gerektiğinden yerimizi bırakıp başka bir noktaya gittik. Kendimizi küçük gruplara ayırmamız gerekirken bütün arkadaşlar birlikte hareket etmiştik. Bunun yanlış olduğunu ertesi gün daha iyi anladık.
Gittiğimiz noktada sabahın şafağında kobra helikopterlerinin saldırısına maruz kaldık. Burada bazı arkadaşlarımız parçalardan dolayı yaralandılar. Buda bize dezavantaj sağladı. Gece hareketimizde termal kameralarının kontrolünde geçmiştik. Kalacağımız noktayı bilmişlerdi. Bunu yapılan saldırıdan anlayabiliyorduk. O gün düşman üzerinde eylem yapmayı tasarlıyorduk. Verdiğimiz yaralılardan dolayı bunu o gün gerçekleştiremedik. Operasyonun yoğunluğu tüm hızıyla devam ediyordu. Yaralı arkadaşlardan Şemseddin Amed arkadaşın durumu biraz ağırdı. Diğer arkadaşların durumu iyiydi. Şemseddin arkadaş operasyonun ilerleyen günlerinde şahadet mertebesine ulaştı. Yine bu operasyonda Goran Guyi, Şaho Merivan ve Kahraman Afrin arkadaşlar şahadete ulaşmışlardı. Bu arkadaşlar bizden ayrı olan bir yerde çatışmaya girmişlerdi. Yaşanan çatışmada üç arkadaşımız şehit düşmüşlerdi. Ayrıca Kato Jîrka takımımızda ayrı bir yerde yaşanan çatışmada da Avinar Guyi ve Botan Beytüşebab arkadaşlar da şehit düşmüşlerdi. Avinar arkadaş direnişin sembolü olmuştu. En son mermisine kadar çatışarak şahadete ulaşmıştı. Onun girmiş olduğu çatışmada düşmanın epey kayıpları olmuştu. Bu kayıplarının bir kısmını düşman Radyo ve basınında dile getirdi. Korucularında halka verdiği bilgiye göre kahramanca çatışmıştı. Botan arkadaş da kobra atışı sonucu şehit düşmüştü. Direnişin ve kahramanlığın yaşandığı direniş operasyonunda Zekiye ve Ruken unsurları da tek mermi patlatmadan düşmana teslim olmuşlardı. Ruh hallerindeki bitişi ihanetle sonuçlandırmışlardı. Serdar Amed arkadaşımızda yaralı ele geçmişti. Operasyon boyunca yedi yoldaşımız şahadete ulaşmışlardı. Düşmanın kayıpları çok çok ağır olmuştu. Tüm bu çatışmalar dışında bazı çatışmalar daha oldu. Yine arkadaşlarca döşenen tuzaklar operasyonun sürdüğü süreçte düşmanda patlatılmıştı. Düşmanın epey kayıpları olmuştu.
Kırk bini aşkın asker ve korucunun katılmış olduğu, her türlü tekniğin kullanıldığı, yine büyük harcamaların yapıldığı bu operasyonda yaşadığımız şahadetlere rağmen kazanan Apocu direniş çizgisi olmuştu. Kato yine evlatlarını bağrına basmıştı. Bazı yiğit evlatlarını kaybetmiş olduysa da yine çoğunu koruyabilmişti.
Yaşar Berçelan
- Ayrıntılar
Savaşın Ezgili Şarkısı
Tokluk uğruna aç toprakları süren biz değil miyiz?
Güzellik uğruna çirkin savaşları veren biz değil miyiz?
Namlular gölgesinde aşkları,
ölümler denizinde dostlukları kuran biz değil miyiz?
Demek ki ölüm
korkutmuyor artık
Demek ki gelecek yakın
Ha bugün ha yarın, varacak olan biz değil miyiz?
BERİTAN HEVİ
Tüm şiirler, romanlar, türküler İstanbul Edebiyat Fakültesi'nden Yaşam Üniversitesi'ne taşınacaktı Gülnaz'ın çantasında ve edebileştirilecekti Bêritan'ın yaşamında.
İlk özgürlük havasını Cudi'de soludu Gülnaz. Bêritanlaşacaktı doruklara yakışırcasına.
Hiç bu kadar yürümemiş, hiç bu kadar yorulmamıştı. Onca yorgunluğa rağmen, yaşadığı duyguları her zamankinden farklıydı. Müthiş bir haz ve rahatlık vardı yüreğinde Bêritan'ın. Coşku ve morali en üst düzeyde yaşıyordu. İnsanlara karşı yaklaşımındaki kazanımcılığı ve sınır tanımayan paylaşımcılığı dikkatlerden kaçmıyordu. Bu özellikler yüreklerde derin bir iz bırakıyordu.
Bu yürek nasıl girdi her bir yoldaşın yüreğine? Neydi yürekte somut bulan ve derin iz bırakan? Gelin birlikte gidelim geçmişe. '92'in karesinde tek tek anılar ve yaşanılanlara geri dönelim birlikte.
Geliye Azadi denilir adına bu toprağın. Özgürlük Vadisi! Özgürlüğe susamış insanların özgürlükle kendini varetme savaşımları ülkenin her toprak parçasında yaşandığı gibi burada da yaşanır.
İlkler bu vadide yaşanır o insanlarca. Yıllar boyu yaşamlarında iz süren ilkler! İlk çelişkiler, ilk paylaşımlar, ilk güzellikler, ilk şaşkınlıklar, ilk kişilik çatışmaları, kendini varetme savaşımları yaşanır bu topraklarda.
İlklerin en güzeli ve en deriniyle burada Bêritan daha bir anlam kazandırır kendisine.
Yeniydi Bêritan da diğer arkadaşlar gibi. Savaşa yabancılığımız hat safhadaydı. Hep yolcu uçakları görmüştük yüksek semalarda uçarken ya da filmlerde izlemiştik birilerinin canına kastederken. O yüzden gariptik böylesinin yaşamımızda yer almasına. Daha yeni emeklemeye başlayan çocuklar misali yürümeye yabancıydık anlayacağınız. Demir pençeli kuşlara karşı nasıl korunacağımız noktasında da belirginleşen bir düşüncemiz yoktu.
'Heval no! Bir şeye ihtiyacınız var mı?
Bêritan'ın bu noktadaki farklılığı şuydu yoldaşlar! Kendisi giriyordu inisiyatiflice işlerin içine. Anladığı, kavradığı düzeyle doğru-yanlışı birbirinden ayırt ederek, öngörüyle mevzilendirmesini yapıyordu arkadaşların. Bir de tek tek dolaşırdı mevzileri. Kulaklar yürekten gelen sesi işitirken, gözler parıldardı:
-"Heval no! Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
Çoğu kez 'yeni şervan' deyip sıyırırız kendimizi ya da bizden biraz kıdemli eski arkadaşlardan bekleriz birşeyleri. Bêritan yoldaş, yaklaşımlarıyla bunu kıran bir özelliğe sahipti. 'Uzun yol yürüyüşlerinde zaman zaman zorlandığımızda, yeni şervan olan Bêritan'ın silahlarımızı alıp, elimizden tutarak bizi yürütmeye çalışması ne kadar büyük moral verirdi biz yeni şervanlara.'
Bireyin devrimde karar kılarak kendini katması ve bununla kendini yaratmasının somut örneğini Bêritan yoldaşta görmedik mi tarihimizde? Kendini sonsuz adamışlık düzeyi insanı bu kadar güzelleştiren husus olmuyor mu? Bu kadar kısa ancak dopdolu, capcanlı geçen yaklaşık iki yıllık bu yürüyüşe neler neler sığdırılmamıştı ki, ne güzellikler, yücelikler içine almamıştı ki? Çıkan sonuç, bizler açısından devrime katılım konusundaki kararlılık düzeyinin belirleyiciliği oluyor. Ve bunu en yakıcı kendi duruşuyla gözler önüne seren BÊRİTAN GERÇEĞİ.
Yoldaşlık ruhunun en güzelini O'nun şahsında da gördük. Onda insana yaklaşım son derece yargıdan uzaktı. İncitmeden, zorlamadan ve dıştalamadan geliştirilen ilişkiler, yakalanan derin paylaşımlar, 'kavgalı olduklarıyla bile acı vermeyen bir ilişkiyi yakalayarak, yoldaşlığa yaklaşımın nasıl olmasını pratiğiyle çarpıcı koyuyordu.
Sol anahtarı bulmuştu
Artık kış gelmiş, Özgürlük Vadisi beyaz elbiselerini giymişti. Tüm birlikler eğitim sürecine girmişti. Eğitme noktasında kendisine ve çevresindeki arkadaşlara karşı olan duyarlılığıyla Bêritan arkadaşla başka bir anı karesinde karşılaştık.
Oluşturulan gruplara ders verirken, akşam saatlerinde konuk olduk mangalarına. Küçük fanusun etrafında daire şeklinde, yüzüstü uzanan arkadaşların o anki düşüncelerine tanık olduk, bir de oldukça sabırlı, istekli ve teşfikvari yaklaşımlarıyla Bêritan yoldaşa. Amaç net ve bunun için de karar kesin!
-Eğer okuma-yazmayı öğreneceksek, o halde sistemini oturtmalıyız, derken, kendisini kırmak istemeyen arkadaşların farkındadır. Tabii sıkılan ve bu işi istekle yapmayan arkadaşların tepkilerini de alıyordu. Alttan alta gülüş ve bakışıyla köşede oturan bir arkadaş dikkatini çekiyor, hemen "Ne oldu, sen niye okumuyorsun?" derken arkadaşın sıkıldığını anlamıştı.
Sıkıldığını söylememiş, keyfi yaklaşımlarını da kamufle edememiş, utangaç bir çehre yansıtmıştı ortama. Hemen arkası geldi bunları dağıtmaya yönelik.
-Başkanın bir çözümlemesini okuyorum. Haydi gel, sesli okuyorum, sen de dinlersin, derken, ona okumayı sevdirmenin başka bir yolunu bulduğu için de keyifliydi Bêritan. Çözümsüzlüğü görmedik, hep bir alternatif vardı. Buna karşı yaşam sevgisi güçlü olan bir insan ancak bu kadar kararlı bir yaklaşımın sahibi olabilirdi.
Birçok kez Bêritan'ın tok sesiyle Dersim türküleriyle oduna gittik. Mevzi yaptık, mangalarımızı onardık, dik tepelere vurduk su getirmek için. En çoksevdiği; hep doğallığıyla türkü söylemekti.
Sol anahtarını bulmuştu Bêritan. Yaşamın, sevginin, yoldaşlığın ve paylaşımların sol anahtarıyla söylediği türkü, ne büyük bir ezgili direniş türküsüne dönüşmüştü sonraları.
Günleri, sesleri, dakikaları geçirdik. 'Keşke yapsaydık, keşke tanısaydık' dedik bizler de. Ormanlığın içinde yürürken, en güzel gülüşlü fotoğrafı hayalimizde bir kez daha canlanırken, anılarda belleğimizde yer edindi Bêritan yoldaş.
En sıcak zamanlarda bile ateş yakıp, önünde oturduğu, ateşin sevdasını yüreğinde hissettiği başka bir kareye gittik, başka bir arkadaşla. Ateşe karşı duyulan sevgi de farklıydı Bêritan'da. O'nu izlemek ne büyük sabır veriyordu, ne güzelliklere gidiyordu her bir alevin savruluşunda. Kızıl közleri avuçlama istemi doğuyordu yüreğinde. Kırık figürleri tek tek yorumluyordu çevredekilere. Figürlerde gizlenen dans edişlere daha bir anlam yüklüyordu. Renkler yaşamda, sevdada en güzelini çağrıştırıyordu Bêritan'ın beyninde. Kırık figürlerin renk kuşağında, en çok sevdiği eflatun renginde neler görmüştü, neler hissetmişti sizce?
'Özgürlükle nişanlandı'
Yüreğinin dökümlerini yazma istemi gelişince karanlık gecelerde, yardımına çok sevdiği ateş gelmez miydi? Topladığı odunlardan yaktığı ateşin önünde saatlerce yazdığı yazıları, şiirleri kendi sesinden sonrasında yüreğimizi ısıtırcasına dinlemez miydik? Ya da geceye arkadaşlık eden dolunayla paylaşımları, acıları yazmaz mıydı deftere? Ne büyük huzur duyardı ayışığında. Dolaşmak, yazmak, ay ışığıyla, saatlerin, günlerin arkadaşlığı ile ulaşmak derdi Başkan'a.
"Savaştıkça güzelleşir insan be yoldaşlar" diye girdi manganın içerisine neşeyle. Meraklı bakışlar arasında kendisini hazırlamaya başladı gideceği eyleme. Karanlık ve puslu gecelerde, türkü tadında öfkesini dillendireceği silahını aldı. "Temiz!" diye geçirdi içinden. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu, yüreğin yansıması misali! Ancak güzel olan sevilir, öyle ya güzelleşmek için çabalayan da.
Eylem dönüşü uzaktan gördük Bêritan Yoldaşı. Yüzünün sarılı oluşunu görünce, bir tuhaf oldu yüzler. Tepeden kendisini arkadaşların yanına bıraktığında, gözlerinden hüzün, umut, mutluluk karışımı aynı anda okunuyordu. Buruk bir ses tonu hakimdi. Buruktu, çünkü geride 44 özgecan yoldaşını bırakmıştı. Ne de coşkulu halay çekmişlerdi eylem öncesi, "ez xelefim" parçasıyla. Ortama bir hüzün çöktü. İlk elden pansuman yapmak için geldiler Bêritan yoldaşın yanına. Kafasını iki yana salladı ve yara alan yanağını çevirip, gülümseyerek,
-"Nasıl güzelleşmişim değil mi?" derken, savaştıkça varolan, savaştıkça güzelleşen, daha çok yüreklere dem vuran özgecanlara götürdü bizleri.
Ta Cudi'den başladık, Geliye Azadi'ye kadar geldik Bêritan Yoldaşla. Coşkusu, özlemi, acıları, kararı, inadı, doğallığı, paylaşımları ve derin yüreği ile türküler tadında yaşamını dinledik yoldaşların ağzından, sevgi yüklü sözcüklerle.
Bazen iç çekişlerle başlayan gözyaşlarına tanık olduk, bazen de O'nu tanımanın gururuyla buruk bir ses tonuna. En temelde onların yüreğinde iz bırakan; yoldaşlarına karşı gösterdiği ilgi ve paylaşımcılığıydı Bêritan yoldaşın.
Özlemle anıyorlardı, EYLEM GÜZELİNİ!
Her bir nota ne kadar da güzelleştirmişti söylenen türküyü. Ustaca kullanılan müzik aletleri ne kadar güçlü bir sesi ortaya çıkarmıştı. Hep kulaklarda çınlayan ve ritmiyle yüreklerde somutluk bulan....
Bütün kalıpların parçalanmışlığını, doğallığın yanısıra ölçülü ve ilkeli bir duruşu görmedik mi O'nun şahsında? Onca geri yaklaşımlara karşı incinse de güzel yüreği, onların karşısındaki inatçı ve iddialı yaklaşımlarını anımsadık yine. Bağımsız duruşuydu aykırı olarak görünen ya da korkuyla yaklaşılan. Hep bastırma istemi yaşıyordu kadının gerilikleri, Bêritan'ı. Kendisi gibi olmaktan uzak, birileri gibi olmaya karşı ne kadar mücadele verdi Bêritan. Acılar yaşansa da yüreğinde, güzellikler hep kamçılıyordu, çirkinliklere ve geriliklere karşı durduğu için. Özgürlüğün gerekleri daha da somutluk bulmuştu bu yaşamda. Başkan'ın kadında yüzyılların köhnemişliğini nasıl atom misali parçalara ayırdığına bu yaşamda tanık olmuştu.
Özgürlükle nişanlanıp sözleşmesini O'nunla yenilemişti toplumun tüm çirkefliklerine inat! Arayış ve özlem dolu yüreğiyle sevdasının yönünü ülkeye çevirmişti.
Günler geçtikçe sevdası daha bir belirginleşti Bêritan'ın düşüncelerinde, akıp giden coşkulu bir nehir oldu yüreğine. 'Yaşamın ve sevdanın nasılı' somutluk kazanmıştı, Munzur'un paklığı ve coşkusu misali!
Bir istem gelişti, kilometrelerce öteye taşındı beyaz sayfanın sırtında.
-"Önderliğin çözümlemelerinden yararlanarak, bir roman denemesi yapmak istiyorum."
Yaşama, insanlığa, özgürlüğe olan ilgisini bir şekilde çözmeye çalışarak ifade edecekti Bêritan Yoldaş. Daha bir anlam kazandıracaktı yaşananlara tarih açısından. Bir belge olarak da günümüze taşırılma amaçlanmıştı belki de, kim bilir?
Bembeyaz doğa geride bırakılırken, baharın açan kaç renginde pratik heyecanı sarmıştı yürekleri. Ne yoğun istekti? Savaşa aktif katılma, komutanlığında yetkin bir duruşu sergileme noktasında iddialı ve kararlıydı Bêritan. Daha düzenlemeler okunmadan, neler yapacağına dair en küçük bir ayrıntıyı bile kafasında netleştirmişti. Savaşın ezgili türküsünü söyleme düşüncesi ile dolup taşıyordu yüreği. Silahla, savaşla daha bir yakınlaşacaktı özgürlüğe.
Düzenlemeler okunduğunda, Bêritan'ın adı basın kurumunaydı. Kaldırmakta çok zorlandı, ama reddetmedi.
- "Örgütün ön gördüğü şekilde katılım sağlayacağım. Gereklerini layıkıyla yerine getirmeye çalışacağım. Fakat savaşa daha aktif katılmayı istiyordum." dedi.
Teslim olacağını sandılar!
Buruktu, çünkü çok uzun süredir birlikte olan yoldaşlarından uzak kalmak, ayrı düşmek zorlamıştı O'nu. Çelişkiyi görmüş, iyi çözümlemişti. Ne yoldaşlarını ne de örgütü zora sokmayacaktı. Yapılmak istenen geriliklere karşı kararlı duruşu sergileyerek, daha bir mana kazandıracaktı Bêritanlığına.
Zaman tünelinde yolculuğumuza devam ediyoruz. Son durak, Ekim 92 dilimi!
Coşkuların en büyüğünü, paylaşımların en derinini, güzelliğin en yücesini, direnişin en şahikada seyredişini duyumsuyoruz.
Özgürlük doruklarında ihanetçilere karşı söylenen türkülere yenileri eklenecekti. Tok sesleri çınlayarak yayılacaktı Lelikan'ın uçurumlarından ülkeye.
Bir türkü olacaktı direniş, dillerden dillere. Doruklarında boy veren, Bêritanca söylenen. Özgürlük çiçekleri bu türküyle daha bir coşkulu halaya duracaktı, reyhan tadında.
Bir farklı güzelleşmişti Bêritan o gün! Raxtını, silahını kuşanmış, diline doladığı türkünün ezgisiyle koşar adımlarla yaklaşmıştı, tepeye gidecek olanların yanına.
Günlerdir süren çatışmalarda nice özge canı yitirmişti bu yürekler, 44'ler gibi. Onları ve paylaşımlarını düşündükçe, ihanetçilere karşı kini ve öfkesi daha da derinleşiyordu yüreğinde ve beyninde. Mevzide otururken, birden yılların kokuşmuşluğunun tüm çirkinliğini aymazca üzerlerinde taşıyan peşmergeleri gördü. Attığı ilk kurşunla ihanete hedef oldu. Ardı arkası geldi.
Teslim alacaklarını düşündüler utanmazca. Beselerden, Mazlumlardan kalan direniş ruhuydu Bêritanlarda da somutluk bulan. Ülkeye sevdası, en önemlisi de kendini bütünleştirdiği, çözümlediği özgürlüktü Bêritan'ı Bêritan yapan! Attığı her mermide güzelleşen yanları çarpıcı görüyordu, öldürülen çirkinlikleri de. Mermilerinin yavaş yavaş azaldığını fark etti.
'Bijî Serok APO'
Peşmergeler yakınlaşıyordu kendisine. Son mermileri de kullandıktan sonra, silahını parçaladı Bêritan. Özgürlükten yana her şey tertemiz kalmalı dercesine.
Şaşırıp kalmıştılar. Böylesi bir direnişle karşılaşacaklarını ummamışlardı.
Son hayaline dururken Bêritan, umut ve sevda yüklü yüreğiyle, özlem duyduğu Özgürlüğe bir kez daha haykırdı:
"BİJİ BAŞKAN APO!" ve zılgıtlarla güzelliğin doruğunda seyretti savaşında da.
Korkmuştu peşmergeler böylesi gidişten. Korktukları kadar etkilenmişlerdi de yiğit Dersim kızının eyleminden. Ve Bêritan utandırmıştı onları kendilerinden.
Ve bugün,
O'na duyduğumuz özlemlerimizin ve sevdamızın simgesi olarak;
Ülkemizin en güzel çiçeklerinden yapılmış bir buket gönderiyoruz Lelikan diyarına, o güzel insana, KOMUTANLAŞAN BERİTAN'a.
Ve diyoruz ki,
'Onurumuzun korunağı uçurumlar
BÊRİTAN'ı
İhaneti solumayan solukların havası
BÊRİTAN'ı
Naftalin kokulu geçmişlerin çatlağı
BÊRİTAN'ı
Ölümünde BAHARIN TEK ŞARKISI
BÊRİTAN'ı
SEVİYORUZ!'
GÜLNAZ KARATAŞ KİMDİR?
Gülnaz Karataş (Beritan)1971'de aslen Dersimli olan memur bir ailenin çocuğu olarak Solhan'da (Bingöl) doğdu. İlkokulu Elazığ'da okudu. 1989'da İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisadi Bilimler Fakültesi'ne kaydoldu. Okulun hentbol takımının kaptanı, en çok kitap okuyan öğrencisi, baskıya gelmeyen-katı kurallara karşı dik başlı özellikleriyle öne çıktı. 1989 Newroz'unda Kürt olduğunu öğrendi. 1990'da nişanlısıyla birlikte PKK saflarına katıldı. Halk içinde örgütlenme çalışmalarında bulunurken tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra yönünü dağlara çevirdi. 9 Mayıs 1991'de Cudi dağında gerilla birliklerine ulaştı. Karataş, 1992'de takım komutanı olarak Şemdînan'a gitti. 24 Ekim 1992'de Güney Savaşı'na katıldı.
Kendi takımının etrafı çevrilen Karataş, kendisi savaşarak takımını savunmaya alır ve onların geri çekilmelerini sağlar. Bu sırada yanağından, kolundan ve göğsünden yaralanır. Son mermisine kadar savaşır. Sonra silahını parçalar. Parçaladığı silahına sarılır ve "Bijî Serok Apo" sloganını haykırarak kendisini yüksek kayalardan aşağıya bırakır... Beritan Kürdistan'da halk ve gerilla içinde bir efsane oldu. Adına şarkılar, şiirler yazıldı. Berîtan'ın gerilla saflarındayken tuttuğu günlüğü "Turuncu Destan Çiçeğim Özgürlük" adıyla kitaplaştırıldı.
RONAHİ ARARAT
- Ayrıntılar
Sonbaharda üslenme çalışmalarını başlatmıştık. Bahara kadar ki tüm hazırlıklarımızı yapmayı planlıyorduk. Düşman ise içeride hazırlık yapmamızı istemiyordu. Sınırın dışına çıkmamız, düşman için büyük bir başarı demekti. Onuncu ayda Hallac Köprüsü’nde üslenme yapmıştık. Karakol bize yakın olmasına rağmen, bulunduğumuz yerde birçok mağara ve iki de sarnıcımız vardı. Serhat’ta Kış’ın su bulunmadığından, bütün su ihtiyacı kar eritilerek karşılanıyordu. Hemen üslenme faaliyetine başlanmış, kimin nereye gideceği netleştirilmişti. KirêKor tarafında bulunan Deniz arkadaşın gücü cephane için yanımıza gelmişti. Yanımızda bulunan bütün cephaneyi onlara vermiştik. Benim sadece altmış mermim, arkadaşların da birkaç şarjörü kalmıştı.
Cephane ve ayakkabı gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için bizim gruptan birkaç arkadaş Kırêkor tarafına, Şehit Çem arkadaşın üzerinde bulunduğu bir grup üslenme yerine, üç arkadaş da ovaya gidecekti. Kalan arkadaşlar da üslenme yerine odun çıkaracaktı. Hava koşulları çok kötü olduğundan, odunları sabaha kadar ancak bir yere kadar götürebilmiş, yolun ortasına dahi yetişememiştik. Bunun üzerine biz de odunları bırakarak tekrar arkadaşların yanına gitmiştik.
Diğer gruplar kendi yerlerine gitmek için yola koyulacaklardı. O zaman bölge komutanı düzeyindeki Şehit Çiya arkadaş da yanımızdaydı ve o da bizimle birlikte gelmişti. Çiya, Simko Derik ve adını hatırlayamadığım birkaç arkadaşla birlikte randevu verdiğimiz yere gitmiştik. Sabah olduğunda karı temizleyerek bir kayalığın altını kazmıştık. Tam bulduğumuz bir çaydanlığı temizleyerek içinde kar eritmiştik ki, o sırada havan ve tank atışlarının sesini duymuştuk. Çatışma başlamıştı... Gruplar dağıldığında Rojhat arkadaş grupları denetlemek için iki güvenliği ve fiziki olarak zorlanan birkaç arkadaşla birlikte köyün yakınında kalmıştı. Ancak düşman arkadaşları fark etmiş ve sabah saatlerinde arkadaşları çembere almıştı. Arkadaşlar çatışarak bize yarım saat uzak olan bir yere kadar gelmişlerdi. Fakat düşman burada da önlerini tutmuştu. Fakat bulunduğumuz yer itibariyle bizim müdahale etme durumumuz söz konusu değildi. Arkadaşlar beş saat süren bir yerden kendilerini ovaya bırakmasına rağmen, düşman bir türlü peşlerini bırakmıyordu. Ancak akşam olduktan sonra arkadaşlar bu çemberden kurtularak bize ulaşmışlardı. Üç saatlik yolu çatışarak yanımıza gelmişlerdi. Yanımıza geldiklerinde de çatışmanın nasıl başladığını anlatmışlardı.
Anlatımlarına göre; Ali Direj arkadaşın karargâhı dediğimiz yere geldiklerinde çok yorgun olduklarından uyuyakalmışlardı. Sabah uyandıklarında ise karşılarında bir asker görmüşlerdi. Ali arkadaş Karnas silahıyla ateş ederek askeri öldürmüş ve böylece çatışma başlamıştı. Zaten biz de silah seslerini duyduğumuzda hemen yakınımızdaki tepeleri tutmuştuk. Bu çatışmada bir arkadaş yaralanmıştı. Yaralı arkadaşı yanlarında götüremedikleri için bir battaniyeye sararak bir ağaç kovuğuna saklamışlardı. Bu şekilde onu sağlama almak istemişlerdi. Yaralanan arkadaş, Kazım adında on yedi yaşında bir arkadaştı. Önceden Erci köyünde çobanlık yapmış olan ve çok sevilen bir arkadaştı. Herkes ona ‘Kalo’ diyordu ve biraz kamburu vardı. O an Kalo için hiçbir şey yapamıyorduk. Ertesi gün yanına gitmeyi planlamıştık, ama düşman çemberi iyice daraltmıştı…
Kirêkor tarafına giden grubumuz bizimle bağlantıya geçmişti. Bir ateş gördüklerini, bunun arkadaşların mı, yoksa düşmanın mı olduğunu netleştirmek istediklerini söylemişlerdi. Ateşe doğru gelirlerken, arkadaşlar gördükleri ateşin düşmanın olduğunu söylemişlerdi. Arkadaşlar yanımıza ulaştıklarında kendileriyle birlikte birçok eşya (çorap, mont) da getirmişlerdi. Ancak ayakkabımız yoktu. Birçok arkadaş ayakkabılarını şütikle bağlayarak ayaklarında tutmaya çalışıyordu.
Tekrar bir planlama yapılmıştı. Manga komutanımız, Güney Savaşında da yer almış olan Cizreli Mêrxas arkadaştı. Ben de Mêrxas arkadaşın yardımcısıydım. O gece Mix tepesini tutmamız gerekiyordu. Bawer Siverek ve iki bayan arkadaşın da içinde olduğu altı kişilik bir grup olarak tepeye gitmiştik. Mêrxas arkadaşın ayakları soğuktan şişmişti. Sabah olduğunda düşmanın büyük bir yığınak yaptığını görmüştük. Mêrxas arkadaş ayağından dolayı çok zorlanıyordu. Mêrxas arkadaşa arkadaşların yanına gitmesini söylemiştim ancak kabul etmemişti. Merxas arkadaşı Bawer arkadaşla birlikte biraz zor da olsa ikna etmiştik.
Mêrxas arkadaş aşağı inmek üzereyken, düşmanın tepeye doğru geldiğini görmüştük. Yanımızda çok fazla cephane de yoktu. Elimizde bulunan cephaneyi çok sınırlı bir şekilde kullanarak düşmanın tepeye çıkmasını engellemeye çalışıyorduk. Mermileri tek tek atıyorduk. Bu çatışmada dört düşman askeri vurulmuştu. Akşama doğru sis çökmüş ve düşman geri çekilmek zorunda kalmıştı.
İkindi vakti bir arkadaş daha yanımıza gelmişti ve iki bayan arkadaşı önceden gönderdiğimizden, dört erkek arkadaş kalmıştık. Arkadaşlar kendileriyle birlikte dört tane yağlı ekmek ve birkaç odun parçası getirmişlerdi. Yanımızda sadece bir battaniyemiz vardı. Sabaha kadar bir ağacın altında beklemiştik. Arkadaşların gelişleri ve yanlarında odun getirmeleri bizi çok sevindirmişti. Arkadaşlar ayrıca düşmanın durumuna ilişkin olarak da bize bilgi getirmişlerdi. Operasyonu yöneten Türk komutanı dağdaki bütün Apocu militanları bitirmeden operasyonu sonlandırmamaları yönünde talimat vermişti. Ancak operasyonu fiili yöneten komutanları ise; stratejik yerleri tuttuğumuzdan üzerimize gelemeyeceklerini biliyordu. Bu yüzden üstlerine ‘eğer sen yapabiliyorsan işte, ordu sana, sen gel yönet.’ cevabını vermişti. Bu esnada Çem arkadaş da yerine ulaşmış ve istenen malzemeleri de kendisiyle birlikte getirmişti. Çem arkadaş ve grubu elbette ki içine girdiğimiz durumu bilmiyorlardı. Düşmanın karargâhını geçmiş ve yukarıda güvenli bir yer olduğunu düşünerek orada uyumuşlardı. Sabaha doğru tekrar yola çıktıklarında Küçük ve Büyük Ağrı Dağı’nın arasında hareket olduğunu görmüş fakat bu hareketin arkadaşların hareketi olduğunu düşünmüşlerdi. Fakat kısa bir süre sonra, düşmanın tepeden üç kol halinde üzerlerine doğru geldiğini görmüşlerdi. Bunun üzerine eşyalarını bir taşın altına koyup üslenme yerine doğru koşmaya başlamışlardı. Düşman tarama yapmış ve üç arkadaş kolundan yaralanmıştı. Arkadaşlar yaralı arkadaşları da kurtarmış ve üslenme yerindeki mağaralara saklanmışlardı. Düşman da çok fazla üzerlerine gidememişti.
Düşmanla çatışmaya girerek kendilerini ova tarafına veren arkadaşlardan da haber alamamıştık. Ancak Gever adında biri yakalanmış ve yerlerimizi düşmana göstermişti. Düşman da cephanenin olduğu yere gelerek iki Doçka silahımızı ve diğer cephanelerimizi almıştı. Üslenme yerimize de bir koldan inen düşman, tam olarak üslenme yerimize giremedi. Her yeri tespit ettiklerini artık biliyorduk. Bir taraftan Çem arkadaşlar kopmuştu, bir taraftan da Gever teslim olmuştu. Tarih bir kez daha ateşin ve güneşin çocuklarının gücünü, iradesini, yüreğini sınıyordu adeta. Çünkü bu kadar yoğun bir kuşatma altında umudu, inancı diri tutmak gerçekten çok önemliydi. Ve bu tarihe, halka ve Önderliğe karşı asla vazgeçilmeyecek bir görevdi. Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Yalnızca biraz unumuz vardı ve bununla un çorbası yaparak karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Tek bir çaremiz kalmıştı, sınıra ulaşma…
Bir can yaralı halde arkadaşlardan ayrı düşmüştü. Evet, Şirin yoldaş Kalo’muzdu bu, yoldaşları ne olursa olsun ona ulaşacaklardı. Ve ikinci gün arkadaşlar sızma yaparak Kazım Kalo’nun yanına ulaşmışlardı. Ancak onlar ulaştıklarında Kalo çoktan yüreğini ülkesine gömmüş, genç Kalomuz şehit düşmüştü. Bu çatışmada Kazım, yani Kalo arkadaşla birlikte iki şehit vermiştik. İntikam adında bir arkadaş da kolundan hafif yaralanmıştı.
Düşmanın çemberini birkaç yerde kırmamız gerekiyordu. Savunmalı bir şekilde harekete geçerek üslenme yaptığımız yere gitmiştik. Bu kadar çemberi kırarak geçmiş olmamız bize oldukça büyük bir moral vermişti. Çem arkadaşla bağlantı kuramıyorduk. Gevro arkadaşların da düşmanın eline geçtiğini biliyorduk. Ancak durumu tam olarak bilemiyorduk. Karakolun tam altında her tarafı düz olan bir yer vardı. Burada kalmıştık ve birkaç arkadaş üslenme yerine giderek iki teneke kavurma getirmişlerdi. Uzun süre hem açlıktan, hem de yorgunluktan bitkin düşmüştük. Bütün arkadaşlar soğuktan öksürüyordu. Ancak düşmana çok yakın olduğumuzdan, ses çıkarmamamız gerekiyordu. Çok sıkı bir alandı. İran tarafı mayınlıydı, diğer üç tarafta da TC karakolları vardı. Akşama kadar bekledik. Fark edilirsek, üstümüzdeki karakol tarafından imha edilebilirdik. Öksürürken kefiyemizi ağzımıza koyuyorduk. Akşama kadar o taşların üzerinde kaldıktan sonra ikindi vakti sınıra yakın bir yerde keşif yapmaları için keşifçilerimizi çıkartmıştık. Keşifçilerimiz düşmanın son hazırlıklarını yaptığını ve geri çekilme yapacağını söylemişlerdi. Her tarafa sis çökmüştü. Yarım saat boyunca sızma yaparak nizamiyeye yaklaşmıştık. Bu yarım saat bize yıllar gibi gelmişti. En küçük bir ses hepimizin imhası anlamına geliyordu.
Düşman bütün alanı tutmuş ve izlerimizi de görmüştü. Çok kritik bir durumdu ve beklemekten başka bir şey elimizden gelmiyordu. Birden düşmanın tepeyi bıraktığını gördük. Elli metrelik virajı geçtikten sonra biz de yola çıkarak caddeye indik. Teller yolda ayağımıza, vücudumuza batıyordu ama bunlar bize engel teşkil etmiyordu. Tel örgüyü aşarak yüz iki yüz metrelik bir mesafeyi tel örgüler arasında yürüdük. Kısa bir mesafe kalmıştı. Bir tepe vardı ve o tepeye doğru yürüyorduk. O tepeyi de aşsak diğer tarafa, yani İran sınırına geçecek ve tehlikeyi atlatmış olacaktık. Çok az bir mesafe kalmıştı ki, tankların sesini duyduk.
Rojhat arkadaş çok acele bir şekilde hareket etmemiz gerektiğini söylemişti. Yüz adımda aşmazsak hepimiz imha olacaktık. Bitkin düşmüştük... Tank sesi halen geliyordu... Tam tepeyi aşacağımız anda, bizi taramaya başlamışlardı. Ancak hiçbir topları bize isabet etmemiş ve kayıp vermeden kendimizi sınırın diğer tarafına atmıştık.
İran tarafına geçmiştik ve yakındaki bir Doğu Kürdistan köyüne ulaşmıştık. Bütün arkadaşlar bir deri bir kemik kalmışlardı. Bu esnada bağlantı kurulmuştu, Çem arkadaşın grubu da geçmiş ve yaralıları tedaviye göndermişlerdi. Bu da bize büyük bir moral vermişti. Alanda, cepheci arkadaşlar ve İhsan arkadaş bulunuyordu. Piro arkadaşın kardeşi olan Mithat arkadaşla bağlantı kurarak milislerimizin bulunduğu bir köye gittik ve orada bizim için hemen hazırlık yaptılar.
Üslenme yerimizi değiştirmek zorunda kalmıştık ve Rojhat arkadaş hemen ertesi günü o çevrede üslenme hazırlıklarına girişmişti. O kış güçlü bir eğitim görecektik. Düşman Serhat alanına yönelik bir taktik belirlemişti. Bir yere yönelim yapıyor, sonra başka bir alana yöneliyordu. Böyle olmazsa sonuç alması mümkün değildi.
Alanda genel olarak kış koşulları çok ağırdı. Biz alandan çıktıktan sonra düşman başka bir grubumuza yönelmiş ve o grubumuz da alandan ayrılmak zorunda kalmış, daha sonra o grup da bizim bulunduğumuz alana ulaşmıştı.
Toplum yaşamında birisi öldüğünde onun için ağlıyor fakat ne için ağladığımızı tam olarak bilmiyorduk. Fakat mücadele içinde, genç yaşta ölenlerin ne için öldüğünü biliyorduk. Yaşam uğruna yaşamlarını feda etmenin erdeminin simgesiydi ölümlerimiz… Ve bu yüzden ağlarken, bütün insanlık için ağladığımızı biliyorduk. Bütün bunlar büyük bir fedakârlığın sonucu gelişmişti. Eğer bu irade olmasaydı, bütün bu zorluklara dayanmak gerçekten çok zor olacaktı. Ve eğer ideolojimiz bu kadar güçlü olmasaydı, bu zorluklara bir hafta bile dayanmak mümkün değildi. Bu kadar fedakârlık ve kahramanlıkla örülü bir tarihin bugüne bıraktığı büyük değerler günden güne büyüyerek yarınlara akıyor ve hep akacak.
Sabır Sereko
- Ayrıntılar
“Sloganımız dilden dile dolaşacaksa, Silahımız elden ele ulaşacaksa, Ölüm hoş gelsin sefa gelsin… ” (Ernesto Che Guevara)
Kürtlerin tarihinde her günün mutlaka bir anlamı vardır. Katliamlarla, sorgularla, büyük kıyımlarla karşılaşmış ve bunlar karşısında büyük direnişlerle ve isyanlarla boyun eğmemiştir. Bugün de öyle bir gündür ki; Kuzey Kürdistan’da 1938’deki Ağrı isyanından sonra Kürtlerin üstü betonlanmış mezarının üstüne “hayali Kürdistan burada meftundur” yazılı deyimden 46 yıl sonra özgürlük mücadelesini başlatan PKK’nin büyük komutanı Agit (Mahsum Korkmaz) arkadaşın öncülüğünde Kürt gerçekliğinin mezar betonlarını parçalayarak, kölelik zincirlerini koparıp düşmana ilk kurşunun sıkıldığı 15 Ağustos 1984 yılının, 23. yıldönümü idi. Bugün bizim için anlamı çok yüce olan bir gündü. Halk serhıldanlarla bu günü kutlarken, gerilla ise Kuzey’de düşmana darbe vurarak eylemlerle, Güney’de ise şenliklerle kutlanıyordu. Agit yoldaşın yolunda yürüdüğümüzden ve mirasını devraldığımızdan çok ağır görevler biz gerillaya düşüyordu. Bunun bilinci ve ağırlığındaydık. Zaten bizde bir kuzey grubu olarak yoğunlaşmamızı bu ölçüde daha fazla derinleştiriyorduk. İlk adım kuzey’de başlanmıştı. Bunun içinde Kuzey’de kazanma ile bu kutsal güne sahip çıkma görevi bizim üstümüze düşüyordu. Çünkü Agit yoldaş her yönüyle bize örnek teşkil ediyordu Agit yoldaşa ve şehitlere layık olmak onların yürüdüğü yolu tamamlamakla mümkündür. 28 isyandan aldığımız öfke ve güçle kendi Halkımızın kaderini PKK hareketi belirliyor. Başkalarının eline ve insafına bırakmadan…
Gönül isterdi ki bugün Kuzey’de olup kin ve öfkelerimizi düşmana boşaltalım. Maalesef elimizde olmadan daha da beklememiz gerekiyordu. Bu kadar çok bekleyeceğimizi hiç tahmin edemiyorduk. Artık zaman daralıyor, 2–3 aylık gibi kısa bir süre kalıyordu. Ama bugün sevindirici bir haber gelmişti. Ana karargâha giden Rojhat arkadaş geldiğinde yüzü gülüyordu, moralliydi. Hiç bir gün bugün olduğu kadar mutlu gözükmemişti. Çünkü parti gidiş için onay vermişti. Zaten parti bir kez onay verse, artık kimse bizi tutamazdı. Rojhat arkadaş diğer takımın yanında kalan Yılmaz arkadaşı çağırdı. Rojhat arkadaş “sana bir müjdem var” der demez, Yılmaz arkadaş “senin söylemene gerek yok ki, zaten ben tahmin edebiliyorum” diyerek cevabı vermişti bile. Rojhat arkadaş “neyi tahmin edebiliyorsun?” diye eklemişti, Yılmaz arkadaş “ şakayı bırak” diyerek acaba yanılmış mıydı?
Rojhat arkadaş (kahkaha atarak), “neyin şakasından bahsediyorsun. Bu işin şakası makası yok. Biz gidiyoruz kendini hazırla.” Yılmaz arkadaş “ben çoktan hazırım” demişti bile. Onu kimse tutmazsa hemen çantasını sırtına alarak yürüyecektir. Rojhat arkadaş “çok iyi öyleyse arkadaşları hazırla” diyerek hafiften gülümsemişti. Yılmaz arkadaşla görüştükten sonra, Rojhat arkadaş Kahraman arkadaşla da konuştu. Rojhat arkadaş “Partinin kararına göre Amed grubundan bir grup, birde kalan Garzan grubu şimdi yola çıkacak. Bizden kalan bir grup biraz daha bekleyecek, fakat moralinizi bozmayın sizde bizden bir iki hafta sonra çıkarsınız. Amed’de buluşuruz” diyerek keyflenmişti. Kahraman arkadaş (moralsiz bir şekilde), “iyi ya her zaman biz sana moral verirdik. Bu sefer sen bize vermeye çalışıyorsun. Ne yapalım örgütümüzün kararı bize de sabretmek düşüyor, size başarılar diliyorum” diyerek sitemini belirtti.
Diğer gün sabah erkenden iki grup yola çıkmak üzere hazır hale gelmişlerdi. O sabah Kurtay arkadaşta grupları uğurlamak için gelmişti. İki bayan arkadaşla birlikte 10 kişi kalan gruptaydık. Gidecek olan gruplarla yine görüşeceğiz diyerek hep beraber vedalaştık. Bugünümüz ayrılıklarla başlamıştı. Bugüne kadar her şey partinin planladığı çerçevede gidiyordu. Bu da bizi mutlu ediyordu. Grupların sağlam geçişi o yılı kazanma ve başarı elde etme yılı olacaktı.
Arkadaşların yanımızdan ayrılmasından bu yana iki gün geçmesine rağmen alışamamış, noktadaki boşluğu dolduramamıştık. Sanki yabancılık çekiyormuşuz gibi sessizliğe bürünmüştük. Ve bunu hala aşamamıştık, çünkü daha düne kadar giden arkadaşlarla yan yana ve iç içeydik. O yüzden bu ayrılığın etkilerini atmak kolay olmuyordu. Öyle bir atmosfer ki, bütün arkadaşlarda rahatsız edici hisler oluşuyordu. Kötü bir şey olacağını sezinler gibiydik. Ama bunun nedenini de anlayamıyorduk. Yâda anlamak istemiyorduk.
Öğlen saatleriydi, havalar epeyce ısınmıştı. Gözlerinin yeşilliği açığa çıkan Dersim’li, Zaza olan Mordem arkadaş ceviz ağacının gölgesinde oturmuş, radyo dinliyordu. Bizde Serhıldan ve Xemgin arkadaş arasında oynanan satranç karşılaşmasını izliyorduk.
Mordem arkadaş elinde radyo ile bize doğru geldi. Fakat yüzü solmuştu ve durumu iyi gözükmüyordu. Kahraman arkadaş “hayırdır, radyoda ne vardı? Hiç iyi gözükmüyorsun” dedi. Mordem arkadaş “ Türkiye’nin sesi radyosu, Kela Meme’de 11 arkadaşın şahadetini açıklıyor. Sınırı geçmek isterken tespit ettiklerini belirtiyorlar” diye bilmişti. Kahraman arkadaş “sınır üstünde yani acaba geçen gruplar olabilir mi?” Mordem arkadaş “onların söylemi böyle, yalan da olabilir, zaten birçok defa yalan haber veriyorlar.” Kahraman arkadaş “doğru olma olasılığı da var, zaten grupların sayısı 10–11 civarındadır. Birde cenazelerin ellerinde olduğunu söylüyorlar, akşam televizyonu izleyip netleştirebiliriz” dedi. Ancak biz biliriz ki gerillanın çatışmalarda kayıplarının olup olmadığını çoğu zaman bilgimiz olmasa da anlarız. Çoğu kez duygularımız bize doğruları söyler. Henüz somut bilgi gelmeden olayda şahadeler varsa hüzünleniriz, yoksa çokta etkilenmeyiz. İşte, radyo da bu kez dile gelenler doğruları söyler gibiydi. İçimizi soğutan bir hava esti ve sarsılmıştık.
İçimizde olan sıkılma hali daha çok yoğunlaşmıştı. Böyle bir şey olma olasılığının güçlü olması, bizi daha çok zorluyordu. Akşama kadar ‘acaba doğru mu, değil mi?’ diye düşünerek günü bitirdik. Roj TV’yi açmış haber saatini sabırsızlıkla bekliyorduk. Haber saati gelip çattığında kalplerimiz daha hızlı atmaya başlamıştı. Ve o kötü haber onaylanmıştı. Şehit düşen arkadaşlar Roza arkadaşın sorumlu olduğu, Garzan grubuydu. Grubun hepsi ve iki kurye arkadaş şehit düşmüşlerdi. Fotoğraf ve sicilleri televizyonda veriliyordu. Daha dün yanımızda oldukları anlar gözümüzün önüne geliyor, bir türlü inanmak istemiyorduk. Çok ağır gelmişti, kimseden ses çıkmıyordu. Nefes alış verişlerimiz dahi durmuştu. Kolay değildi 11 can, 11 kahraman, 11 yoldaş şahadete ulaşmıştı. Hem de hedeflerine ulaşmadan hemen yolun başında, hep beraber çıktıkları Zap alanından, Kela Meme’de kol kola şehit düşmüşlerdi. O zamana kadar geçişlerde ciddi bir sorun yaşanmamıştı, fakat şimdi düşman bizi can evimizden vurmuştu. Hem halk hem de parti için çok ağır bir darbe olmuştu, elbette kanları yerde kalmayacaktı. Roza’nın güler yüzü; intikam yemini, Delila’nın sesi; özgürlük melodisi, Avesta’nın ısrarı; inancın kıblesi olarak bizim için mücadele gerekçesi olacak ve esas alınacaktır. Andok’un öfkesi, Erdal’ın dürüstlüğü, İsyan’ın yoldaşlığı, Amed’in fedakârlığı, Rohat’ın bağlılığı, Eşref’in kuzey aşkı, Andok ile Xwinrej’in cesareti her zaman bizim için moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
‘85 yılının yaz aylarında bir efsane dolaşıyordu Botan eyaletinde. Sadece dinlenilen, hayal edilen bir efsane değildi bu. Elini uzatsan dokunacağın kadar yakın, beynini ve yüreğini saracak kadar gerçekti. İçimizde, bize ait olan ama bir o kadar da uzak bir efsaneydi. Ne gökyüzünün genişliği ne de toprağın bereketi bu kadar şaşırtıcı ve gerçek değildi.
15 Ağustos eylemi öyle esmişti ki, yüreklerdeki inançsızlıklar, güvensizlikler kaybolmuştu. Çocukların oyunları değişmiş, gençlerin yüzü dağa dönmüş, yaşlıların umutları tekrardan yeşermişti. Herkesin gözü kulağı bir sese yönelmiş, yaşamları o sesten gelecek en küçük bir söze bağlanmıştı.
Son günlerde bir eylemden bahsediliyordu. Kaşura ve Haftan’in yolu üzerinde, sınır ticaretini durdurmak amacıyla kurulan karakola eylem yapılmıştı. Karakol sınırdan kaldırılmıştı. Halk bu eylemin neden yapıldığını tahmin edemiyordu. Karakol, ticareti durdurma bahanesiyle hem halka eziyet ediyor hem de tüm ekonomik geliri durduruyordu.
Bir köylü ile karşılaştım. O kadar mutlu ve gururlu görünüyordu ki “Heval Agit karakolu yerle bir etmiş. Ticaret yolunu açmış. Agit halkın durumunu iyi biliyor. Özelikle de fakirlerin...” diyordu.
Kürt halkı, devrimciliğe yeni başlamamıştı. Yıllardır birçok örgüte kucak açmış, evini barkını, varını yoğunu hatta canını bile vermişti onlara. Ama gel gör ki, devletin haksızlığına, sömürüsüne karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, halkın tüm değerlerini ölçüsüzce harcamışlardı. Ahlaki ölçüleri zorlar olmuşlardı. Bütün bunlar, Kürt halkını devrimciliğe ve devrimlere karşı soğutmuş, inançsızlığı geliştirmişti. Böylesi bir durumda yapılacak olan ise içe büzülme, kendi yağında kavrulmaydı ki, 15 Ağustos’a kadar da böyle sürdü.
15 Ağustos, sözün ve eylemin birlikteliğini ispatlamış, sönmüş inanç alevlerini tekrar yakmıştı. Militanlarının oturuşu kalkışı, halkın malına inançlarına verdiği değer, halkın partiye günden güne bağlanmasını sağlamakla kalmamış, ölümüne canlarını ortaya koyma cesaretini de doğurmuştu.
Bunda öncülüğü Agit arkadaş oynuyordu. Halkın en ufak bir eşyasına sonsuz değer verir, onlardan izinsiz ne bahçelerine, ne de tarlalarına el sürerdi. Zarar verenleri ise anında uyarırdı. Sahipsiz bulduğunu sonuna kadar korur, sonra onu sahibine teslim ederdi.
Dolunay geceyi tüm parlaklığı ile aydınlatıyordu. Ağaç yaprakları arasından sızan ay ışığı pörsümüş kuru otlara vuruyordu. Rüzgar ılık ılık esiyordu. Ben ve Ferhan, Bındarine’de koyunları otlatmaya çıkarmıştık. Köyden uzaklaşır, uzaklaşmaz koyunları serbest bırakmış, bir ağacın dibinde uyumuştuk. Koyunların, tarlalara girdiğinden köylülerin yeni biçtiği otları yediğinden habersiz, rüyalar görüyorduk.
Derinden gelen bir sesle uyandım. Önce karşımda duran bu karartıyı tanıyamadım. Ama uyku sersemliğim geçince bunun, 84 yılında Partiye katılan köylümüz Resul olduğunu anladım. Çok atik bir hareketle ayağa kalktık. Bize “korkmayın, ben hevalım” dedi. Heval olduğunu duymamız ikimizin de korkmasına yetiyor da artıyordu bile. Her ne kadar halk arasında onlardan mükemmel bahsediyorlarsa da, devlet tam tersini, onların Rusya’dan geldiklerini, “dinsiz, terörist” olduklarını söylüyordu. Bu korku birazda devlet korkusuydu.
“Bir arkadaş sizi bekliyor. Sizinle konuşmak istiyor” dedi. Bizi görmek isteyenin kim olduğunu söylememişti. Bulunduğumuz yerin biraz yukarısında bir kayanın önünde durmuştu. Koyunları etrafına toplamıştı. Elinde baston vardı. Omzunda ise askeri parkesi. Ay ışığı gözbebeklerinde ışıl ışıl yanıyordu. Öyle heybetli duruyordu ki, içimize korku dolmuş, bize ne yapacağını merak ediyorduk. Tam önünde durduk.
“Hangi köydensiniz” diye sordu. Ardından da adımızı öğrenmek istedi. Cevaplarını aldıktan sonra sesini yükselterek “Köylüler sabahtan akşama kadar ot biçiyor, siz ise koyunları tarlalara bırakıyor sonrada uyuyorsunuz. Günah değil mi? Bu suç değil mi? Suç işliyorsunuz. Köylülerin emeğini boşa çıkarmamalısınız, dikkat edin” dedi. Tüylerim ürperdi. Utandım. Dizlerim titriyor ağzımı açamıyordum. Hem söylediklerinden hem de onun gür ve sert sesinden oldukça etkilenmiştim.
Kimdir? Nedir? Bu gece yarısı nereden geliyor ve nereye gidiyordu. Hiçbir şey düşünemiyordum. Kara sakalları ve çakmak çakmak yanan gözleri yüzüne daha sert bir ifade vermişti.
Sözü bittikten sonra yola koyuldu. Daha üç adım atmamıştı ki döndü. “Daha önce arkadaşlara partiye katılacağınıza söz vermişsiniz. Uygun bir zamanda gelirseniz iyi olur. Sözünüzü yerine getirmeniz gerekir. Özellikle, siz Firaz arkadaşa söz vermişsiniz” dedi ve yoluna devam etti. Gurubun en arkasında yürüyen köylümüz Resul, yanımıza yavaş yavaş gelerek, “onu tanıdınız mı?” diye sordu, “hayır kimdir?” dedik. Resul göğsünü kabartarak “Heval Agit” dedi. Eylemlerini duyduğumuz, sözünü, sevgisini masal gibi dinlediğimiz bu insanı, hiç göremeyeceğimi, benden çok uzak olduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi, onu görme istemi ile dolup taşıyordum. Günlerce, bakışları, el hareketleri, kayanın önünde ay ışığı vurmuş saçları, elindeki bastonuyla gözümün önünde canlandı. Sesi kulağımda çınlıyordu. Ne yapacağımı bilmeden dolaştım durdum. Her gece onları görme ümidi ile dağlara çıkıyordum. Bir yandan korkuyor, bir yandan da büyük bir bağlılığın geliştiğini duyumsuyordum. Sanki bir şeylerimi kaybetmiştim. Belki de yaşamım boyunca sahip olmadığım ve olamayacağım çok değerli bir şeyi kaybetmiştim. Her yerde onu arıyordum. Beni, aradığımın ne olduğunu bilmeden sürükleyen içimdeki bu duygu, önü alınması imkansız bir çağlayan gibiydi.
O günlerde yine bir eylemden ve Agit arkadaştan bahsediyorlardı. Diyorlardı ki; “arkadaşlar caddeye pusu atmışlar. İki arkadaş asker elbiseleri giymiş. Diğer arkadaşlar ise mevzilenmişler. Araba gelince asker elbisesi giyen iki arkadaş arabayı durdurmuş. Ne yazık ki, bu iki arkadaşta da Türkçe bilmiyormuş. Türkçe bilmeyen askeri gören halk ne olduğuna anlam verememiş. Tam bu sırada Agit arkadaş, arabaya binmiş ve arabayla Çatak girişindeki denetleme kulübesine saldırı düzenlemişler” Eylemin başarısı dilden dile dolaşıyordu.
Sonbaharın ilk günlerinde, aradığımı bulma umudu ile içimdeki çağlayanın bir dalgasına kapıldım. Eylül ayı ortalarında Haftanin’e ilk parti eğitimimi almak için gönderildim. Arkadaşlar, Haftanin’in derin vadilerinden birinde üslenmişlerdi. Agit arkadaşı gördüm. Gözlerime inanamıyorum. Onu uzaktan uzun bir süre izledim. Elindeki M-16’yı sanki vücudunun bir parçası gibi tutuyordu. Çok saygılıydı. Karşısındakiyle konuşurken ona bakarak dinliyor. Ve arada bir başını sallıyordu. Yanına gittiğimde beni ve Ferhan’ı hemen tanıdı. Bizimle uzun uzun konuştu. Ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyor, söylediklerini dinleyemiyordum. Hatırımda kalan “bakın bu gördüğünüz arkadaşlar sizin oralılar, bizim halkımızın çocuklarıdırlar. Biz, daha önce birbirimizi gördük, konuştuk. Siz bu konuşmalar üzerine Partiye katıldınız. Bize inandınız biz de size inanıyoruz. Bu nedenle mutluyuz. İnanıyoruz ki, sizde öylesinizdir”
Konuşmanın sonunda “şimdi eğitim göreceksiniz. Eğitiminiz bittiğinde, parti sizi gerillacılık yapmak istediğiniz yere gönderir” dedi.
Bu, onu ikinci ve son görüşümdü.
Benavok alanındaydık. Zagros’ların güneyinde olan bu alana Xakurke’den gelmiştik. Kalabalık bir grup Haftanin alanına geçince tüm erzaklarımızı onlara vermiş, yaklaşık iki gün erzaksız yürümüştük. Bir arkadaş telaşla;
-“Heval! Heval! diye seslendi.
-“Ne oldu?” dedim
-“Bir koyun sürüsü bu tarafa doğru geliyor” dedi
Buna oldukça sevinmiştik. “Çok iyi. Bir tane koyun isteyebiliriz” dedim.
Başka bir arkadaş;
“Onları tanımıyoruz. Karşıtlarımız olabilir” dedi.
Cevabım çoktan hazırdı.
-“Buraları tanımıyoruz ama çobanları tanıyoruz. Onlardan kötülük gelmez” dedim. Ben ve Bedri zaman kaybetmeden çobanın yanına gittik. Onunla biraz sohbet ettik. Ona iki gündür aç olduğumuzu ve ondan koyun istediğimizi söylememiştik, çoban kalktı, sürünün içinden en besili olanını seçip bize hediye etti. Başka bir şeye ihtiyacımızın olup olmadığını sormayı da unutmadı.
Yüreğimizi biraz daha büyüterek ayrıldık çobanın yanından.
Bir gün ve bir gece boyunca yürümüştük. Daha da yolumuz vardı. Yolumuz bir karpuz tarlasının içinden geçiyordu. Bu sırada, öncülerimizden biri bir karpuz kopardı. Şiyar(Kazım KULU) arkadaş bunu görmüş fakat o an uyarı yapmamıştı. Tarladan çıkıp güvenlik açısından uygun bir yere geldiğinde Şiyar arkadaş hepimizi durdurdu. “kısa bir açıklama yapmak istiyorum” dedi.
Konuşmaya başladığında kızgınlığı ses tonundan anlaşılıyordu. “halkın malına izinsiz dokunmak bize yakışmaz. Bu PKK’nin ahlakında da yoktur. Halka hizmet için dağlara çıkmışsak, onların malını izinsiz almak olmaz. Bu tarz bize ait değil. Arkadaşlar buna dikkat etsinler” dedi. Toplantı bittikten sonra yürüyüşe devam ettik. Bahçelerin içinden geçiyorduk. Hiç birimiz elimizi sebze ve meyvelere sürmedik.
Bugün bile nereye gidersem gideyim, izinsiz hiçbir şeye dokunmam.
Şemzinan yolundan geçen düşman arabasını pusuya düşürdük. Arabayı imha etmeden önce içindeki tüm eşyaları çıkardık. İhtiyacımızdan daha fazla eşya ele geçirmiştik.
Aylar önce bir çobandan aldığımız eski su bidonumuzu atıp, arabadan aldığımız yeni su bidonunu kullanmak istedik. Şiyar arkadaş müdahale etti ve tüm arkadaşları topladı. Toplantı konumuz, kullanabilecek olup da atılan su bidonu üzerineydi. Toplantımız saatlerce sürdü. Şiyar arkadaş anlattıkça anlatıyor biz ise yaptığımız bu hatanın nedenini anlamaya çalışıyorduk.
“Eğer yeni olan su bidonu olmasaydı, bu eski bidonu kullanmaya devam edecektiniz. Oysa yeni olanı bulma imkanı var diye eski fakat kullanabilecek olanı atıyorsunuz. Peki, hiç düşündünüz mü? Bu anlayış bizi nereye götürür. Ülkemizde ordumuz büyüyecek, binlerce arkadaş gelecek. Şehit düşenler olduğunda “nasıl olsa yenileri geliyor, ordumuz büyük mü diyeceğiz? Bu sözler ağır gelebilir, ama değerlerimize sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Eğer eskimiş ise onarılmalı. Sonuna kadar onu kullanmalıyız”
“Agitlerden aldığımız gelenekle yürüyoruz ve biz yürüdükçe zaferin yakın olduğunu görüyoruz”
Şerif Goyi
- Ayrıntılar