SOLUK SOLUĞA BİR YÜRÜYÜŞ, BİR TARİH
“BİR KEFİYE VE SİLAHINDAN BAŞKA HİÇ BİR ŞEYİ YOKTU”
İnsanoğlunun yaşamına sınırlar girdiğinde, hiç kimse bunun bir sınırlar zinciri olduğunu bilmiyordu. Çok sonraları sınırsız sınırlar, ilk masumane sınıra geçit veren insanları hapsetti. İlk sınıra evet diyenler sınıra alındılar. Giyotine onay verenlerin hepsinin giyotine gitmesinde görüldüğü gibi…
İlk sınır nasıl oluştu, insanlar, neden kendilerini sınırlara aldılar? Daha gerçekçi sorarsak; bazıları neden diğerlerini sınırlandırdılar? Cevabı belki daha kolay buluna bilinir. Öyle olmasaydı bazıları sefa sürmezdi. Nerede bir sınır varsa orada sömürücüler vardır, demektir.
Küçük sınırlar, zamanla gelişti. Her şey sınırlara dâhil edildi. Aile sınırları, aşiret sınırları, beylik sınırları... En son devlet sınırları…
Bu da değil, düşünce sınırları, ifade sınırları, en önemlisi de yürekler sınırlandırıldı. Sınırlar giderek güçlendirildi. Teller, mayınlar ve karakollarla yeryüzü adeta bir birinden koparıldı.
Sonra ‘sen-ben’ meselesi, milliyetçilik, kökten dincilik, ırkçılık, savaşlar, sınır sorunları... Yeryüzü zehirlendi.
Sınırlar söz konusu olunca Kürtlerin durumu özel bir önem taşır, Çünkü herkesten çok sınıra sahiptir. Ayrıcalıkları da bu noktadadır.
Kendi topraklarının ortasına tel örgüler geçirilmiştir. Kürdistan’ın en Güney’indeki yerleşim yerinden en Kuzey’dekine gitmek için en az iki sınır geçmek zorundasınız. Doğu-Batı için de öyle. Nereye giderseniz gidin, ikinci adımda bir sınırla karşılaşırsınız.
Yaşamınızda sınırları ne kadar hissederseniz, Kürtlüğünüzü de o kadar yaşamış olursunuz. Eğer sınırlarla hiçbir alakanız yoksa kendi koşullarınızda yaşamıyorsunuz demektir. Bu kez de yeni sınırlarınız vardır. Dil sınırı, kültür sınırı... Bunları da hissetmiyorsanız, dönüp kendinizi sorgulamanız gerekiyor.
Kaçak olarak sınırları deldiniz mi hiç? Bu soruya cevabınız ‘evet’ ise anlatacaklarımın çoğunu biliyorsunuz. ‘Hayır’ ise cevabınız, Kürtlerin yaşam tarzına yakından bakmanızı öneririm.
Sınırlarla bölünmüş bir bedenin acısını her kes hissetmeli. Her Kürt bedenini parçalayan tellerin sebebini bilmeli. Ya mayınlar! Kalleştir onlar. Kürtlerin göğsüne yerleştirilmiştir.
İki elini kavuşturmak istersen, bir mayın patlar ve senden bir parça alır. Parçalanmış bedenin bir kayıp daha verir. Bir gerilla ölür, bir kaçakçı ölür, tellerin ötesindeki sevgilisini görmeye giden delikanlı ölür.
Cenaze törenleri. Aslında bir acıya son vermenin törenidir. Bir yandan da inanmazlar cenazeye. Çünkü hiçbir bedeni sağlam gömmemişlerdi. Hep eksikti. Bazen bir iki parça ve bazen de, hiçbir şey. Bu yüzden de ölünmediğine inanılırdı. Ama bir şey son bulurdu; ‘bir gün ölecek’ endişesi.
Ölüm mekânları. Sınırların böyle bir rolü de vardı. Azrail’in tarlalarıdır adeta.
Neden, Kürtler bu tarlalardan uzak durmadılar? Bu sorunun cevabı, Kürtlüğün özüdür. Çünkü umut mekânlarıdırlar da…
. İnsan yaşadığı anı, anlayamıyormuş. Yaşarken anlayabilmek, yakalamak önemlidir. Ama zor bir durum... Daha sonra anlaşılacaktı, birçok şey.
Her sınır ihlal edildiğinde yeni bir şey öğrenilecekti. Ölüm ve umudun mesken tuttuğu bir okul... Tüm Kürtlerin anaokulu, sınırlardır.
Sınırların ötesinde ne vardı. İşte, ilk merak ve öğrenmeyi kamçılayan soru. Sonra cesaretinizi toparlayıp ilk teşebbüssünüzde bulunursunuz. Korku, heyecan ve umut, iç içedir. Anlamsız bir tehlikenin içinden tükürme özgürlüğünüzü askıya alarak ilerlersiniz. Ölümü ve umudu aynı anda hissedersiniz. Her an vurulur veya mayına basabilirsiniz de, aşka da ulaşabilirsiniz. Sonra yıllarca çektiğiniz bir eziyetten birden kurtulmuş gibi rahatlarsınız. Arazide fazla bir farklılık olmadığını görürsünüz.
Bir yerden bir yere geçilmedi, anlamsız bir engel aşıldı.
Sırtınızı bir kayaya dayayıp sigaranızdan derin bir nefes çektiğinizde, dumanın tadının değiştiğini görürsünüz.
Artık yeni bir kişisiniz. Her şeyden önce kafanızdaki sınırları parçalamaya başlamış durumdasınız. Dar bir ufuk yok, geniş ufuk vardır artık.
Sonra sınırları ihlal etmek bir yaşam tarzı haline geldi. Günlük rutin bir iş...
Kürt gerillacının yaşamı ve mücadelesinde sınır ihlali, sigara içmek gibi rutin bir iştir. Güneyden Kuzeye, Kuzeyden Doğuya, Doğudan Güneye...
Bölünmüşlüğe bir başkaldırı hareketidir, gerilla.
Sınırın ötesine her geçtiğinde birlik, kardeşlik ve aşkı yakalamıştır. Bir daha, bir daha... Yaşamının bir parçası olmuş, sınır ihlali. Yaralı bedenin kollarını kavuşturmak istemiş. Yüreğe döşenen mayınları ve telleri sökmek için, çok bedel ödenmişti. Mayın ve tellere rağmen birlik ve kardeşliği yakalayabilmişti.
Tüm sınırların ötesindekilerle birlik ve kardeşliği geliştirebilmişti. Bir avuç gerilla, çıplak yüreği ve cesaretiyle bunu gerçekleştirebildi. En zor olanı… En insani olanı…
En çok sınır taşlarına öfkelenirsiniz. Birileri gelip bağrımıza taş yerleştirmişti. ‘O taraf, bu taraf’ diye yaşamımıza girmiş. Ama her gerillacı için bu sınır taşları, bir tarih okuluna dönüşmüştü. Yanından geçerken öfkeyle bakar. Tekme vurur.
Mermilerle tahrip edilmiştir tüm sınır taşları. Silaha hâkimiyet ve nişan eğitimleri hep bu taşlar hedef alınarak yapılır.
Sıkılan her mermi, yılların öfkesiyle sınır taşlarını parçalar. Gerilla mücadelesinin özüdür, bu. Yani tarihi bir haksızlığı ve yanlışlığı düzeltmek…
Gerilla, sınır üzerinde de konumlanır. Böyle bir günde binlerce kez sınırı ihlal edildiği olur. Kuzey-Güney, voltaların iki ucu gibidir. Her defasında intikam alırcasına sınırın ötesine geçilir.
Anlamsız bir sınır… Anlamlı bir ihlal…
Önce beyinlerdeki sınırlar zorlanır. İlk başarı, cesaret kazandırır ve peş peşe ihlaller gelir. Sonra sınır ihlalinin özgürleştirici havası yakalanır.
Hiçbir sınıra sığmayacakmış gibi kendinizi güçlü hissedersiniz. Zincirsiz bir yaşamın tadına o zaman varıla bilinir.
Araya teller ve mayınlar da yerleştirilmiş olsa, kollarımızı kavuşturabiliyoruz artık. Sınırın ötesi yok, sınırsızlık vardır. Birlik, kardeşlik ve aşk vardır.
Sınırları ihlal ettiren aşk, mayın tarlasından geçiş cesareti veren aşk. Tellerin koparamadığı aşk…
İşte! Kürtlerin kavgasının özü… İbrahim arkadaş bu gerçeği en fazla doğrulayan bir kişilik, bir gerillaydı. Toplumsal tarihin insan üzerinde etki yaptığı bilinir. İbrahim arkadaşın yaşadığı yerde çok anılan, çok tartışılan bazı kişilikler vardır. Koçero, Siyamend, Eme Goze vb kişilikler bu sınırları geçmekle paramparça etmekle bilinip, bir halk kahramanı gibidirler. Her Kürt gencinin hayalinde onlar gibi olma vardı. PKK belki de en çağcıl düşünceyi bu onur ve isyan geleneğiyle birleştirebilen nadir hareketlerden biriydi. Batman’da feodal kompradorlara karşı olan mücadele İbrahim arkadaşı derinden etkiler. Onun Agit savaşçılığı aslında orada başlar. Buda düşlediği, olmak istediği başka bir yaşam parçası oluyordu. Sınır ihlalleri, direniş ve savaşçılık kültürü bu yıllarda İbrahim arkadaşın kişiliğinde yeşerir. Onunla yıllarca aynı mekânda ya da canlı bir tanığı gibi olan Abbas arkadaş, İbrahim arkadaşı bu yıllardan sonra şöyle anlattır:

“Bir İbrahim arkadaş daha vardı, Nusaybinliydi. Bu Dara arkadaşın abisiydi. İsmi Dara AKAY’dı onun. İbrahim ismini koymuştu, o daha büyüktü tabi. Yaş olarak da, fiziki olarak da. Daha 15 yaşına ulaşma düzeyinde olduğu için İbrahim arkadaşa(Ramazan TOPTAŞ), o zaman küçük İbo diyorlardı arkadaşlar. Yani öyle bir isimlendirme olmuştu. ‘82 güzünden itibaren, hareketimizin ülkeye yeniden dönüş hareketinde, kendini eğitip hazırlayan İbrahim arkadaş da yer aldı. Küçük İbo’da bu özgürlük yürüyüşüne katıldı. Geri dönüşün ortalarında ülkeye döndü. 15 Ağustos atılımının hazırlanması sürecinde, gerillanın Botan, Zağros, Behdinan alanında yerleşme-üstlenme faaliyetlerine aktif olarak katıldı. O genç olma, küçük yaşta bulunma durumuna rağmen, en zor işleri en fazla İbrahim arkadaş yaptı. Pratik becerisi, dağ yaşamıyla uyumu, yaratıcılığı O’nu her zaman aranır, birlikte yaşanılır ve çalışılmak istenilir kişilikler içinde hatta önde gelenlerinden yaptı. Bu gerçeği böyle tespitle, teslim etmek gerekiyor. O bakımdan daha gerillanın, Kürdistan’ın omurgası dediğimiz coğrafyaya adımlarını basma, sağlamlaştırma, yerleştirme çalışmalarında bile en aktif yer alan, en çok emek harcayan, katkı sunan arkadaşlarımızdan oldu. Birçok alanda kaldı. Yaşama çok canlı ve bir emekçi olarak katıldı. Hiçbir zaman çalışma karşısında itirazı olmadı. Bunun canlı tanığı olarak bu gerçeği teslim etmemiz gerekiyor. Bu süreçte yapmadığı iş de kalmadı. Kamp yaşamından kuryeliğe, askeri eğitimden savaşa kadar bütün faaliyetler içerisinde, yaz-kış demeden görev neyi gerektiriyorsa, bulunduğu yer ve zamanda ne yapılmak gerekiyorsa, onları yaptı. Hem de en doğru, en başarılı tarzda yapmaya çalıştı. 15 Ağustos temelinde gelişen gerilla hareketi içerisinde, dağdan ve gerilladan kopmaksızın aktif bir biçimde yerini aldı. İşbirlikçi çeteciliğin gerillayı bozucu, saptırıcı çabalarına karşı, gerillacılıkta ısrar etti. Her türlü olmazı dayatan, zayıflık gösteren, dağda gerilla temelinde özgür yaşama yürüyemeyen, geri, bireyci tutum ve özellikler karşısında, Önderlik çizgisi temelinde dağda gerilla çizgisinde, özgür yaşamı yaratmada ısrarın en temel sahiplerinden birisi oldu. Kısaca Agit çizgisinin, dağda ve mücadele içinde özgürleşme ve gerillalaşma çizgisinin ısrarlı sahipliğini yaptı.
Bu dönemde Kuzey Kürdistan’da gitmediği alan, ayak basmadığı coğrafya, mücadele etmediği yer kalmadı. Zaten Zağros’tan başladı. Behdinan-Zağros alanından gerilla mücadelesine başladı. Botan’dan, Dersim’e oradan Toroslar’a, Amanoslar’a kadar Kuzey Kürdistan’ın bütün alanlarında bulundu. Her ortamda gerillacılık yaptı. Gücü oranında düşmanla savaştı. En temel özelliği tutarlılığıydı. Gerilla yaşamında, gerilla ölçülerinde, disiplinindeki tutarlılığıydı. Eğer bu kadar uzun süre bu kadar farklı alanlarda, bu denli değişik dönemlerdeki mücadele ortamlarında düşmanı boşa çıkartmayı mücadele edip, gerilla düzeninde kendini yaşatmayı başarmışsa bunun sırrı, gerilla ölçülerine ve özelliklerine sıkı sıkıya bağlı olmaktır. Her zaman söyledik; gerillacılık yaşatıyor ve başarıya götürüyor. Ölümü ve başarısızlığı gerillalaşamayan tutumlar, anlayışlar, yaklaşımlar yaratıyor. Bu gerçeğin en canlı kanıtlarından, tanıklarından bir tanesidir İbrahim arkadaş. Öyle onlarca, yüzlerce arkadaşımız vardır, bu gerilla mücadelesi içerisinde ortaya çıktı. İbrahim arkadaş da işte onlardan birisiydi. Zorluklardan yılmadı, hiçbir zaman rahatı aramadı. Yaşamda özgürlüğü aradı. Özgür yaşamı yaratmak nerede olmayı, ne tür zorluk ve engellerle mücadele etmeyi gerektiriyorsa, onu kararlılıkla yaptı. Hiçbir zaman imkân arayışında bulunmadı. Şu kadar savaşçı olursa mücadele edilir, şu kadar para olursa, silah olursa gerillacılık yapılır gibi bir anlayışın sahibi hiç olmadı. Yalnız başına da olsa örgüt görev verdiğinde, her görev için pozitif yaklaştı. Olur dedi ve sorumluluk üstlenmekten hiç geri durmadı. Her zaman gerillacı yaşamdan, dağda özgürce yaşamdan mutlu oldu. Heyecan duydu. Yaşam coşkusunu güçlü tuttu. Dağda gerilla yaşamında karşılaşılan zorluklar karşısında, hiçbir zaman geri adım atmadı ve şikâyet etmedi. Zorlukları daha çok gerillalaşarak ve daha fazla direnerek aşmayı esas aldı. Ve böyle aşılabileceğine de her zaman inandı. Bu anlamda gerillacılığı gerçekten de doya doya, hem de Kürdistan’ın bütün ortamlarını, güzelliklerini görerek, gezerek yaşamayı bildi.
İmkân-fırsat peşinde koşmadı. Yetki-güç arayışında olmadı. Kariyerist davranmadı, her zaman mütevazı oldu. Onurlu bir savaşçı olarak yaşamayı, mücadele etmeyi ve tabi ki yoldaşlık yapmayı esas aldı. Önderlik çizgisinin, Agit çizgisinin gerilla yaşamında ve yoldaşlığında ölçü, özellikler neyi gerektiriyorsa, onları özümsemek ve uygulamak çabası içerisinde oldu. Öyle ki, en büyük yönetici ve komutanla her türlü sorunu tartışan, bir düşünür, siyasetçi; komutan olarak yeni bir savaşçıyla birlikte mangayı paylaşır, silah eğitimi yapar, gerillaya-dağa alışmanın coşkusunu yaşar bir davranış göstermeyi birlikte gerçekleştirebildi. İbrahim arkadaş böyle bir gerilla çizgisinin sahibidir. Bu anlamda bulunduğu en son HPG çalışmaları içerisine katıldığı dönemde bile, kimse kim olduğunu, ne yaptığını bilemiyordu. Bizim bazı arkadaşlarımız diyorlardı, biz hiç bilmiyorduk bu kadar eskidir. Sanıyorduk 90’ların ortalarında katılmış, yeni öğrenmeye çalışan bir arkadaştır”
Onu yakinen tanıyan arkadaşların onun hakkında söyledikleri şeyler, kalıbında soğumuş demir gibi şaşmaz benzer gerçeklerin anlatımı gibidir. Bu kısa özetleri kuşkusuz içinde çok şey barındıran dopdolu anlamlarla yüklüdür. Anlatılanlar bir mücadelenin tarihidir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde tarihi anlar vardır. Agit arkadaşın şahadeti ve sonrası kadro gerçeği için mihenk taşı değerindedir. Yol arkadaşlığı amaç birliğinde kendisini dayatmaktadır. Dicle nehrinin kenarında son bulan ya da yarım kalan bir güncenin devamı, bu mücadelenin tarihine eklenen halkalar gibidir. Nefes nefese çaba sarf edilen Dicle’yi geçme çalışmaları Beka üzerinden yapılan eğitimler ile Agit arkadaşın anısına bir bağlılık anlamına geliyordu. Anma ve tarihin çarkına bir daha çevirme bir kader ortaklığı gibi birleşmiş bir birine kenetlenmişti.
Bahar devresi, zafer yürüyüşü gibi isimler bu geçişin ısrarı ve inancı anlamına geliyordu. Agit yoldaşı yaşamsallaştırma her yere yayılan gerilla ile mümkündü. Belki de İbrahim arkadaş demek gerillayı yayma, çemberi genişletme, düşmanın ensesinde çalışma yürütmek demekti. Gerilla böyle büyür, böyle yayılırdı. İbrahim arkadaş buna iman eden, buna derin inanan birisiydi. Onun mücadele geçmişinde göze çarpan iki olgu vardır. Kürt gerillasının bundan çok şey öğrendiği bir gerçektir bu şöyle bir gerçek ki daraltılmaya çalışılan çember Türk ordusunun Kürdistan direnişlerine karşı sürekli dayattığı bir taktiktir. İsyanlar zamanında bu taktik denenmiş ve başarıya ulaşılmıştı. Ağrı, Dersim ve Şeyh Said isyanlarına karşı denenen bu taktik, isyanları dar bir yerde sıkıştırmış sonra ezdirilmişti. İsyanlardan sonra gelişen PKK direniş mücadelesine karşı da aynı sözler, aynı taktikler denenmeye çalışılmıştı. “Dicle’yi geçemezler onları Botan’da sıkıştırırız” sözleri dönemin Türk komutanlarının ağzında düşmeyen sözlerdi. Bu süreçte özel kuvvet merkezleri Botan'ı kuşatmaya alacak tarzda Siirt, Şırnak ve Hakkâri’de konumlandırılır. Amaç aynıdır. Nasıl ki isyanlarda Kürt aşiretleri birleşmesin, aralarına girip isyan bölgesini kalın duvarlarla kapatalım demişlerse Botan’a yaklaşım da aynıdır. İşte bundan sonuç çıkartmış, bunu parçalayan gerilla tarzı Dicle’yi geçme ile eş anlamlıydı.
İbrahim arkadaşta belki de en fazla anılması gereken ya da öğrenilmesi gereken gerçek buydu. İşin doğasıyla, toprak kadar yalın gerçeğiyle somut sonuçlar ile uğraşan bir gerilladır. Pratik ve sonuç çıkarma ile geçen uzun soluklu bu pratik gerçeğinin en doğru ismiydi. Yolculukları, gezdiği alanlar ve açılım ruhu Kürdistan gerillasını ölümsüz kılma, sınırları parçalama ele avuca sığmama gerçeğinin başka bir dili oluyordu. Gerillayı Kürdistan’ın her yerine yayma, ulaştırma ardından Türkiye sınırlarına dayanan bu gerillacılık, Kürdistan gerillasının gelişim yasası da oluyordu. İbrahim arkadaş en fazla burada ortaya çıkıyor, gerçeği öyle anlam buluyordu. Hani eski savaş ustaları savaşı ve onun iyi komutanlarını bir marangoza benzetirler. Bu benzetmenin ne anlama geldiğini? Niye öyle söylendiğini en iyi İbrahim arkadaşta görmek mümkündür. Onda adeta elindeki metresi ile gerçek maddeyi ölçen hesaplayan bir mücadele emekçiliği vardır. Hep böyle görüldü, hep böyle anlatıldı. İşe göre olan, işin ciddiyetine göre davranan kişiliği herkesin dimağında öyle yer aldı. Küçük işlerlerle büyük iş çıkartan bir gerilladır. Hep gerilla timleriyle uğraştı. Kayayı delen bir su damlası gibi sabır ve sükûnetle hiç vazgeçmeyen, ısrar eden bir militanlık tarzının sahibidir. Zağroslardan Amanos ‘a varan pratik serüven bu kişiliğiyle yakından bağlantılıdır.
O, Kürdistan’ın en güzel gerilla fotoğrafıydı
Bir yerde bir şeyin en iyi tasvirini yapmak istediğinizde o şeyin özünü düşünür, hayal edersiniz. Taklit yapmaktan kaçınırsınız. Olanı iyi betimlememekten çekinirsiniz. Bu PKK gerillasının en güzel siması ya da bir örneği istenirse ilk işaret edilecek kişilik belki de İbrahim arkadaş olur. Abartıdan kaçan, işin özüyle uğraşan mütevazı bir düşünce ve hareketin en iyi militanı onun kişiliğinde pekişmiş, ete kemiğe bürünmüştü. Kendini tanıyarak genele giden bu hareketin militan kültürü işin biçiminden kaçınmış, kendi kıvamında pişen bir yaşam tarzını belki de en fazla bu tür kişiliklerde yansıttı. Halkı gibi yaşamayı, onun kültüründen uzaklaşmamayı baştan beri dikkat ettiği bir yaklaşımıydı. Amed sokaklarında gezinip hamallık yapan paçası yırtık insanlarımızın çilesi, bir kova yoğurt için adı yoğurt treni konulan araçtan inip, gün büyü çarşı kaldırımında bekleyen bir yaşlının sardığı tütünden yansıyan bir günlük yaşam fotoğrafı, onlar adına mücadele eden militanların unutacağı bir şey olamazdı. İşte, İbrahim arkadaşın yüzüne bakıldığında gözüken şey bu fotoğraflardı. Onun yüzünde Kürdistan’ın tümü vardı.
Elini cebine atıp çıkarttığı büyük tütün kutusundan sardığı sigaraya baktığınızda ülkenizin insanını görür, onların yüz çizgilerini onun yüzünde hissederdiniz. Gerçekten ülkesi gibiydi. İçi zengin, biçimde ise az gözüken bir kişilikti. Bir arkadaş derdi ya “silahı ve kefiyesinden başka hiçbir şeyi yoktu” bu doğruydu. Çünkü hep bir yerlere gitmeye amade olan hafif ve pratik bir yaşam alışkanlığı vardı. Hep gerilla olarak kaldı. Onu işsiz boşta kalan bir gün bile düşünmek zordu. Boynunda olan kefiyesiyle her karşınızda durduğunda düşmanla hesaplaşan, onu düşünen bir duruş görürdünüz. Onun kadar iş çıkaran, onun kadar kaç ay sonra ne yapılması gerekir konusunda hazırlıklı olan az arkadaş vardı. Gerillacılığı sevmek, özlemek, bir yaşam tarzı haline getirmek isteyenlerin el kitabı, akıl dimağıydı. Onun yanında tekrar kendinizi bulurdunuz. Bir gerilla yaşamını doyasıya yaşamak ve ya anlamak için ondan öğrenilecek çok şey vardı. Bir ateş yakmayı bile Bezar, Nurhak ve Erzincan dağlarından içine sinen bin bir anıyla anımsattırıyor, sizi oralara götürecek bir heyecanla yapardı. İlk insanın ateşi bulmaya benzer bir merakla ateşi yakar, sizi buna çekerdi. Şiirden anlayan için bir şiir, anlam için bir sembol, sıcaklık için kor alevleri olan bir ateş…
Ateş ve yaşamı da çoğumuz ondan öğrendik. Tıpkı onunda başkalarından öğrendiği gibi… Tıpkı aşağıda ki mısralar gibi…
Mavi alevler odunların arasından deniz dalgalarından sıyrılır gibi sıyrılarak gökyüzüne doğru koşardı, ilahi bir güce kavuşmuş gibi gökyüzünün maviliğinde kaybolurdu. Zaten onun yere düşmüş bir parçası gibiydi. Yeni dalgalar tekrar tekrar kendisini üretir.
Seyrine doyamazsınız. Bu nedenledir ki çok sevdiğiniz çay için üzerine çay süremezsiniz mavi kirlenmesin diye.
Seyretmek gerekiyor yalnızca. Gökyüzü ve okyanusun sonsuzluğu gibi Sedir ağaçların mavi alevi de sizi sonsuzluğa götürür.
Bir güvercin tüyüyle yolculuk yaparmış gibi.
Gece ateşlerinin tadı ve güzelliği her zaman değişik olmuştur.
Uygun arazilerde geceleri ateş yakılabilirdi. Gerilla için ateş bir ihtiyacın da ötesinde bir tutkuydu.
Engizeklerde yakılan ateşler her zaman en iyisiydi.
Tepelerin zirvesindeki çukur ateş için çok elverişliydi. Hiçbir yerden görüntüsü alınamazdı. Kalın kütükler toplanarak hazırlık başlardı. Meraklısı çok olduğundan nokta bir anda odunla dolardı.
Güneş batıdaki son tepeye yenik düştüğünde an aceleci gerilla odunları tutuşturmuş olurdu, yarış halinde olurlardı. Bu arada sigaralarda sarılmış olurdu.
Köz ile tutuşturup duman alacaklardı.
Alevlerin çevresinde ayakta bir çember oluşturularak gece derinleştirilmek üzere sohbetler başlatılırdı. Hafızada bir resim gibi kalan bu anılar bu özlem onunla kalınan kısa bir dönüm noktasıdır. İşte buda bir İbrahim’di. Onun bir parçasıydı. Onunla yaşayanlar ve onu tanıyanlar her şeyin onunla bu kadar güzel olduğunu anlattılar. Her birisi bir parçasını anlattı. Yol arkadaşlığı, çalışma arkadaşlığı, arkadaş sevgisi ve bir bütün dava arkadaşlığını hala anlatırız. Her birimiz bir şeyine yetiştik. Hepimiz olan bu yoldaşımız alçakça bir katledişten sonra belki de hepimizi aynı noktada birleştiren bir bütün yarattı. Düşmanlar kalbinizi incittir. Kalbinize bir taş oturur. Sözleriniz boğazınızda düğümlenir. Kafanıza bir şeyler dank eder.
Hepinizi öldürmeyi beceremeyen bir düşman hepinizin kalbinde olan bir şeyi vurur. Hançer keskinliğinde, buz soğukluğunda düşman gerçeğini hissedersiniz. Öfkenin kudurduğu anlarda sizi can evininizden vurma diye söylenen söz, İbrahim arkadaş seçilerek yapılmaya çalışıldı. Belki de en hazırlıksız yakalandığımız bir şahadet biçimiydi. Kabullenilmesi oldukça zor olan bu şahadet bütün bunları yaşayacağımızı bilerekten planlandığı bir gerçekti. Onun için niye İbrahim demiyoruz, çünkü niye desek İbrahim’i iyi tanımadığımızın bir itirafının yapmış oluruz. “Yıllarca takip ettik, yıllarca takip ettim” diyen bir Türk subayının, Engizek Kartal’ı kitabında İbrahim’in nasıl bir gerilla olduğu düşmanca yapılmış itiraflarla doludur. “İyi bir düşmandı” diyor, bu Türk subayı. Belki de bir yenilginin dolaylı itirafıdır. Onlarda bir yenilgi, bizde ise hepimizin içinde yer alan bir zaferdi. İçimizdeki zafer, içimizdeki gerilla, içimizdeki olan Agit’liğin bir taşırılmasıydı. İşte düşman ona saldırdı. Onun için herkesin içinde bir şeyi vurma, herkesin yüreğinin bir yerini kanatma olan bu hunharca katletme biçiminin bizi yaraladığını düşmana itiraf ediyoruz. Dedik ya herkesin içinde bir şey ve herkesin içinde olan şeyi vurma…
Ayrılığa katlanabilmeyi de ondan öğrendik
İbrahim’den ayrılmayı ne ruhen ne de düşünce de kabullenmesek de alçakça katledilişi nedeniyle şu ayrılık paragraflarıyla sonlandırmak istiyorum. Her ayrılık yarım bir ölümdür... Hiç beklemediğin bir anda dayanır kapına. En güçlü anında içine düştüğün keskin bir yalnızlıktır ayrılık.
Hani bazen; bir okyanusa düşen çığlık gibidir. Kimse duymaz, kimse bilmez bu ayrılığın sesini. Bir sen bilirsin, birde seni içine gömen çığlığın... Bir yanı ölümdür aslında. Bir defa gelir ve senden ruhunu pazarlar uzaklara. İstemesen de derin bir ayrılık düşer payına. Çırpınışlar, acılı hüzünler ve içe akıtılan gözyaşları, yarımlanmış düşleredir bilirsin... Belki bu yüzden sevmeyiz ayrılıkları ve belki bu yüzden burkulur yüreğimiz.
Bu hüzünlü sahneye “ayrılık” demişler. Biz neden ayrılıyoruz? Ayrılan kendimizden parçalardır aslında. Bazen bir parçamızı bir yerlere bırakırız, bazen de bir yerlerden parçalarımızı toplarız. Parçalara ayırdığımız her gerçek, bir ayrılık çağrısı değil mi? Ya da bırakıp gittiğimiz parçalarımız, bizden olan hüzünler değil mi? işte her ayrılıkta param parça oluyoruz. İçimizden bir şeylerin boşaldığını, bir şeylerin bizden uzaklara taşındığını biliriz. Oysa her hüzünlü uğurlama bir cenaze merasimi değil mi? bizden, etimizden ve ruhumuzdan uzaklara savrulanlar, acı çektirmez mi bize? Ve bu acı ile köşe bucakta hüzünler yoğurmaz mıyız? O zaman bu neyin ayrılığı ve ya bu neyin uğurlaması?
Ayrılığın acısını sevdiğimizden yaşarız. Bizden çok çok uzaklara giden, gönlümüzün parçalarına baka baka el sallarız arkadan. Oysa içimiz ağlar, içimiz boğulur bedenimizde ve biz bakakalırız ardından...
Ve sonra şair söyler:
Halkımın
Uzun namlulu kara G-1'i
Uzat başını
Başının altına
Altı şarjörlük raxtını koyayım
Ayakkabılarını da bu seferlik çıkar artık
Mezar taşına
Kitabe diye koymam
Koymam, Muhammedlin el yazması ayetlerini
Her zirvede bir beytini katan
Gerillanın aşk türküsünü yazarım
Silahının kayışını da takma koluna
Rahat uyu bu seferlik
Bak sana
Rêjgar'dan bir kucak ot bile getirdim
Her bir tanesini Zap’ın
Yeşil suyunda yıkadım
Numan Amed
- Ayrıntılar
Cihan, bir ceylan atikliğiyle tepeden iniyordu. Siyah-beyaz puşisi omuzlarındaydı. Tek kol silahını çantası üstüne koymuştu. Agıri, Cihan’ı görünce ‘enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş’ diye geçirdi içinden. Hızlı adımlarla onun yanına gitti. Görüşmeyeli uzun zaman olmuştu. Sıkıca sarıldılar birbirlerine Agıri, Cihan’a daha dikkatli bakmak için bir-iki adım geriye gitti.
—Zayıflamışsın ama Botan’ın havası yaramış sana. Daha da güzelleşmişsin Cihan”
Cihan gülerek:
—Bu toprakların havası kime yaramaz ki? diye karşılık verdi ve elini yüzünü yıkamak için yanında akan derenin sularına daldırdı ellerini. Soğuk su tatlı bir serinlik bırakıyordu yüzünde. Cihan yüzünü yıkarken Agıri hem onu izliyor, hem de yanlarında hangi arkadaşların olduğunu söylüyordu. Cihan biraz soluklandıktan sonra Zelal Arkadaş’ın yanına gittiler.
Zelal, Başkan APO’nun ‘Nasıl Yaşamalı?’ çözümlemesini okuyordu. Okuma-yazmayı Önderlik sahasında kaldığı süreçte geliştirmişti. Her fırsatta, okuma-yazma bilmediği yılların intikamını alırcasına kitaplara sarılıyor, okuyor, okuyordu.
Cihan, ‘Merhaba Heval Zelal’ deyince Zelal onu duymadı. Agıri ve Cihan birbirlerine bakıp güldüler. Anlaşılan, Heval Zelal çözümlemeye iyice kaptırmıştı kendisini. Cihan, ikinci kez ‘Merhaba’ dediğinde Zelal onları fark etti. Sıcak selamlaşmanın ardından üçü birlikte oturdular.
Cihan, geldiği alan hakkında bilgilendirme yaptı. Zelal ve Agıri konferansı, kadın gücünün kararlılık düzeyini ve Önderlikle yapılan konuşmayı anlattılar. Cihan, konferans aktarımını cihazdan takip ettiklerini, yüreklerinin tüm mesafelere rağmen konferans gücünün coşkusuyla çarptığını söyledi. Ayrı kaldıkları süre boyunca yaşadıklarını anlatmak istiyordu Cihan, ama buna zamanının olmayacağını biliyordu. Çünkü o günün akşamı Cudi’ye geçecekti.
Öğlene kadar, eyalette kadın gücünün yaşadığı zorlanmaları tartıştılar ve genel kadın gücünün düzenlemesini yaptılar. Karargah gücünün ilk etapta bir takımlık güçten oluşturulmasını uygun buldular. Bu güç eyaletin diğer bölgelerinden gelecek olan arkadaşlardan oluşturulacaktı. Yanlarındaki güçten sadece Delal Arkadaş, oluşturulacak takıma dahil olacaktı. O takımda yer alacak arkadaşlar, kadın özgürlüğü ve kadının savaşa iradesel katılımı üzerinde yoğunlaştırılacak komutan adayı arkadaşlardı. Zelal Arkadaş eyalet yürütmesindeydi ve Agıri Arkdaş da onun yanında kalacaktı. Üçlü koordine içinde yer alan Zelal Arkadaş Başkan APO’nun ’98 yılına ilişkin değerlendirmelerini anlattı.
Düşmanın ’98 yılında saldırılarını yoğunlaştıracağını ve saldırılarının ilk hedefinin ‘kadının özgürlük umudu’nun olacağını Başkan APO değerlendirmelerinde çok net olarak dile getirmişti.
Güçlenen kadın, egemenlikli sistem için en büyük tehlike olduğundan yönelimleri de güçlenen, savaşan ve güzelleşen kadına olacaktı. Yok saydığı bir halkın kadınlarının savaştaki cesaretine binlerce kez tanık olmuştu. Başkan APO bu cesareti bilinçle yoğuruyordu. Kadının bilinçle savaşı, egemenlikli sisteme karşı en büyük mücadele anlamına geldiğinden, düşman savaşı daha da kapsamlılaştırıyordu.
’98 yılı kadının özgürlük mücadelesinde en önemli adımların pratikleşmeye başladığı bir yıldı. ‘97’de gerçekleştirilen Kopuş Teorisi ve ardından 8 Mart ’98’de ilan edilen Kadın Kurtuluş İdeolojisi özgürlüğün manifestosuydu.
Bu manifestoyu en zirvede pratikleştiren Zilan gerçeği, kadının özgürlüğüne, Özgürlük Öğretmenine bir saldırı olduğunda kadının vereceği cevabın büyüklüğünü düşmana göstermişti. Zilan Yoldaş egemenlikli sisteme, ihanetçi işbirliğe karşı özgürlüğün türküsünü söylemişti. O türküyü devam ettirmek geride kalanların göreviydi.
Zelal, düşmanın yönelimlerine Zilan tarzıyla cevap vermenin kadın özgürlüğünün kilidi olduğunu, Zilan’ın türküsünü devam ettirme görevlerini söyledi ve ekledi:
—Kadının Zilan tarzında komutanlaşması özgürlük için hayati önemdedir”
Cihan, Zelal konuşmasını bitirince:
—Heval Zelal, bizim tecrübelerimizi güce dönüştürmemiz gerekiyor. Önderlik iradesel katılımın özgürlüğe duyulan ihtiyaçla bağını tüm değerlendirmelerinde belirtiyor. Bizim üzerimize düşen en temel görev özgürlük bilincinde derinleşmek ve denetimimizdeki yapıyı bu konuda geliştirmektir” dedi.
Sözü Agıri aldı:
—Gerçekleştirdiğimiz konferansta eyaletteki kadın gücünde belli bir sorgulama düzeyi gelişti. Ama bu sorgulamaları süreklileştirmeliyiz. Kadın gücü savaşçılığına güvendiği kadar, savaşı yönlendirebileceği noktasında da kendine güveni kazanmalı” diyerek Zelal’e baktı.
Zelal’in gece karası gözleri yanındaki çözümlemeye takılı kalmıştı. Cihan ve Agıri’nin söyledikleri önemliydi ama bu konularda öncülük yapması gereken yönetimlerdi. Gözlerini çözümlemeden ayırmadan yeniden konuşmaya başladı:
—Yönetim olarak öncülük yapmalı ve görevlerimizin ağırlığını bir saniye dahi olsa aklımızdan çıkarmamalıyız. Yapının, yönetimleri bireyselleştirmesine, başarıyı-gelişmeyi sadece birkaç kişiye ait olarak görmelerine engel olmalıyız. Geçmişte yaşadıklarımızdan, yöntemsizliklerimizden ders çıkararak adım atmalıyız. Yoksa söz bir yerde, pratik bir yerde kalır. Geri gerçekliğimizi aşmanın ideolojide derinleşmekten geçtiğini hepimizi biliyoruz...”
Zelal konuşmasını sürdürürken, Delal izin isteyip yemeğin hazır olduğunu söyledi.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Birazdan büyük cihaz muhaberesi vardı. Yemeklerini acele yiyip cihazı kurdular. Çok kısa süren muhaberede tüm sınırların tutulduğunu, Şırnak’a asker sevkiyatının aralıksız devam ettiği ve tüm eyaletlerin operasyon hazırlığında olması gerektiği aktarıldı.
Cihan, operasyon durumu netleşene kadar Zelal Arkadaş’ın yanında kalacaktı. Yaklaşık elli kişiden oluşan karma bir grupla o gece hareket edip eyalet koordinesinin yanına gideceklerdi. Grupta hasta ve gazi arkadaşlar çoğunluktaydı. Bu nedenle de hızlı hareket etmeleri zordu.
Geniş yönetimle kısa bir toplantı yapıldıktan sonra Agıri, tüm gücü toplayıp son durumlar ve hareket tarzına ilişkin bilgilendirme yapmak üzere Zelal ve Cihan’ın yanından ayrıldı. Ani gelişebilecek durumlar karşısında gücü üç gruba ayırmışlardı. Tutulacak tepeler belirlenmişti ama o gece bir operasyon durumu olmazsa eyalet koordinesinin yanına gidecekler ve orada düzenleme yapılacak, diğer güçlerle birlikte hareket edilecekti.
Agırî genel durumları aktardıktan sonra noktada bir hareketlilik başladı. Manga yerleri bozuldu, küller kamufle edildi. Kaldıkları yere, hiç kimse kalmamış gibi bir görünüm verildi. Tüm arkadaşlar hazırdı ama güneş henüz ışıklarını çekmemişti yeryüzünden.
Zelal ve Cihan çantalarını hazırlayıp sabah oturdukları palamut ağacının altına oturdular. Bulundukları yer ormanlıktı. Cihan çevresine bakındı, ağaçların tomurcukları yeni patlamış, yapraklar coşkuyla gülümser gibiydi dallarda.
—Heval Zelal hatırlıyor musun, düşman geçen yıl yakmıştı bu ormanı ama şimdi hiç yakılmamış gibi yine tomurcuklar patlamış ve bir süre sonra yine yeşil hakim olacak buraya” dedi Cihan.
Zelal, Cihan’ın konuşmasından anasını anımsadı. Anası toprağın bağrında görünce yeşili ağlardı, “yeşil yaşamdır, candır” derdi.
Ve düşman yok etmek istedikçe yaşamı, doğa yeşille karşılık veriyordu ona.
Ve düşman yok etmek istedikçe özgürlük umutlarının temsilcilerini, gerilla doğanın bağrında yaşayarak cevap veriyordu ona.
Zelal, anasını anlattı Cihan’a. Cihan ise Zelal’in anlattıklarını dinlerken ‘anasına benziyor’ diye geçirdi içinden.
Gözleri gece karasıydı Zelal’in. Alnına dökülen saçları gözleriyle aynı renkteydi. Buğday tenini, dağların rüzgarları sertleştirememişti. Asi kayalıkların arasından akan berrak suların güzelliğindeydi yüzü. Sıcak bakışlarında derin bir bilgelik akıyordu. Toprağın, yaşamın ve savaşın bilgeliği...
Her ikisi de hiç konuşmadan doğayı izliyorlardı. Zelal karşı yamaca bakıyordu. ’93 yılında o yamaçta saklamıştı saçlarını. O zamanlar gerillada çok yeniydi. Operasyonların yoğun olduğu bir dönemdi ve sürekli hareket halindeydiler. Öyle zamanlar oluyordu ki, bazen günlerce yüzlerini yıkayamıyorlardı. O zorlu koşullarda, Zelal anasının büyük özenle baktığı, her ay söylediği türkülerin eşliğinde kınaladığı okyanus dalgalı saçlarına bakamıyordu.
Bir gün saçlarını yıkadı, yanına çağırdığı bir arkadaşın eline makası tutuşturdu ve ‘saçlarımı kes’ dedi. Makası elinde tutan arkadaş şaşkındı ama oldukça zorlayıcı olan o koşullarda Zelal’e anlam veriyordu. Zelal saçlarını ördü, beline kadar inen örüğünü izledi. Makasın saçlarına değdiği her anda, anasının saçlarını kınalarken söylediği türküler bir ağıt gibi geliyordu kulaklarına. Anasının ağıtlarıyla saçlarını toprağa gömdü ve o günden sonra saçlarını hiç uzatmadı Zelal...
Güneş son ışıklarını da çekerken yeryüzünden, bir kuş sürüsü çığlık çığlığa havalandı. Zelal ve Cihan birbirlerine baktılar. Her ikisinin de gözlerinde aynı ifade vardı, ama oldukça soğukkanlıydılar.
Kuşların çığlık çığlığa ötüşlerinde kobraların sesi karışmıştı. Zelal ve Cihan sık ağaçların arasından arkadaşların yanına gittiler. Tüm arkadaşlar gidecekleri yeri biliyorlardı. Zelal bir kaç dakika her şeyi örgütledi, Agirî bir grupla yandaki tepeyi tutacak, diğer iki grup da çevre tepelerde mevzilenecekti. Hava kararıncaya kadar düşmanla temas yaşanmazsa o alandan çıkacak ve eyalet koordinesinin yanına gidilecekti.
’97 yılında eyalette araziye dayalı savaş taktiği geliştirilmişti. Bu taktik karşısında hazırlıksız olan düşman uzun bir süre araziye girememişti. Bir süre sonra düşman bu taktiği boşa çıkarmak için uçar birliklerle 1-2 saat içinde on bini aşkın gücü havadan indirmeyle araziyi tutacak bir örgütlenme geliştirmişti. Bu örgütlenmenin ilk denemesini ‘98’in Mart ayında eyalet konferansını boşa çıkarmak ve komuta kademesine toplu darbe vurmak için yapmıştı. Yoğun çatışmalar sonucu düşmanın ilk denemesi boşa çıkarılmıştı.
Düşman yeni örgütlenmesini ikinci defa ama bu kez daha da kapsamlılaştırarak o gece başlattı.
Hava kararınca bütün güç harekete geçti. Kobra sesleri kesilmediği için Zelal, operasyonun kapsamlı olduğunu tahmin edebiliyordu. Yanlarındaki güçte hasta ve gazi arkadaşların sayısı çoktu. Uygun bir düzenlemeyle gücün hafifletilmesi şarttı. Eyalet koordinesinin yanına ulaştıklarında acil düzenleme yapılmalıydı.
Öncü ve artçı gruplar ayarlandı. Agirî bir grup arkadaşla önden gidecekti. Zelal, Agirî’ye dikkatli olmasını, bir kopma durumu yaşanırsa buluşacakları noktanın adını söyledi. Gecenin karanlığında Agirî’nin gülümseyen dudaklarını görebiliyordu Zelal. Agirî’nin dudaklarından hiç eksik olmayan gülümsemesi...
Agirî öncü grupla birlikte yola koyuldu. Öncü grubun hareket etmesinden yirmi dakika sonra genel grup da harekete geçti. Bir süre ilerledikten sonra Zelal, Cihan’ı yanına çağırdı. Yanlarındaki küçük cihazdan düşman konuşmalarını dinliyor ve hareket tarzlarını anlamaya çalışıyorlardı. Zelal, düşman konuşmalarını Cihan’ın da dinlemesini istedi. Her ikisi de aynı sonuca ulaştılar. Öncü grup düşmanın görüş menziline girmişti. Konuşmalar devam ederken yaklaşık bir iki ay sürecek operasyonun ilk kurşunu sıkıldı. Ve ardından, gece kurşun sesleriyle doldu...
Bestler’de o gece kurşun yağıyordu. Zelal’in denetimindeki güç de çatışmaya girmişti. Zelal çatışmayı yönetiyordu. Bir saniye olsun durmuyor, tüm mevzileri denetliyordu. Agirî, Zelal’le bağlantı kurup durumlarının iyi olduğunu bildirdi. Zelal, Agirî’nin savaştaki hakimiyetine güveniyordu. Yıllardır savaş içerisinde büyük tecrübeler kazanmıştı Agirî. Zelal, hareket tarzlarına ve kendi durumlarına ilişkin Agirî’yi bilgilendirip başarılar diledi.
Ay ışığı çıkınca düşman kobralarla indirme yapmaya hız verdi. Kurşun, havan, roket seslerinden başka ses yoktu gecede. Çatışma alanı çembere alınmış, grup ikiye bölünmüştü. 11 bayan ve bir erkek arkadaş gruptan kopmuş, iki gücün arasına düşman indirme yapmıştı. Zelal, Agirî’yle yine bağlantı kurdu ve çemberi yarıp randevu yerine gitmelerini söyledi.
Gün ağarmadan çemberi yarmazlarsa bütün gücün imha olma ihtimali çok yüksekti. Yaklaşık bir saat süren çatışmaların ardından çemberi iki yerden yarmayı başarmışlardı. Belirledikleri yere ulaştıklarında şafak sökmek üzereydi. Çatışmalarda kayıp vermişlerdi. İki arkadaş yaralanmış ve 12 arkadaş çemberin içinde kalmıştı.
Zelal, telsizi dinliyor, düşman konuşmalarından çemberde kalan arkadaşlarla çatışmaya girilip girilmediğini anlamaya çalışıyordu. İlk kez denetimindeki arkadaşlar gruptan kopmuştu. Akıbetleri hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Cihan, Zelal’in düşünceli halini görünce:
—Heval Zelal arkadaşlar büyük ihtimalle kendilerini sağlama almışlardır. Araziyi tanıyan, tecrübeli arkadaşlardır” dedi.
Zelal başıyla Cihan’ı onayladı. Agirî yanlarına geldiğinde tüm arkadaşların mevzilendiğini söyledi. Henüz sözünü bitirmemişti ki, savaş jetlerinin tiz sesleri gelmeye başladı.
Güne jetlerin rasgele attığı roketlerin kulakları sağır eden sesiyle başlamışlardı. Bulundukları yer ormanlıktı ama yapraklar henüz açmadığından kendilerini kamufle etmekte zorlanıyorlardı.
O gün öğlene kadar çatışmaya girmediler. Alanın her yerinde çatışmalar olanca hızıyla devam ediyordu. Düşman birçok tepeyi tutmuştu. Bu operasyondan alacağı sonucun bütün yıla damgasını vuracağını bildiğinden tüm gücünü seferber ediyordu. Gerilla gücü de savaştaki inisiyatifi ele geçirme kararlılığındaydı. ‘97’deki başarıyı ‘98’de kazanmayı hedefliyordu.
Tepeciler küçük cihazla bağlantı kurup düşmanın kendilerine doğru geldiğini söyleyince Zelal saldırı talimatı verdi. On dakika sonra düşman yine kobralarla indirme yaptı ve tüm güç çatışmaya girdi. Zelal’in denetimindeki güç yaklaşık bir bölüktü, düşman ise binlerce askeriyle yöneliyordu. Askerler çözümsüz kalınca kobralar ve jetler devreye giriyordu. Hava kararınca Zelal gücü topladı ve kendilerinden üç saat uzakta olan eyalet koordinesinin yanına gitmek için yola koyuldular. Ay ışığı çıkmadan arkadaşlara ulaşmışlardı.
Bulundukları yer, karşısındaki Herekol dağının tersine ağaçların çok az olduğu Piro dağıydı. Eyalet koordinatörünün yanında Garisa’ya geçecek güç de vardı. Zelal’in denetimindeki güçle birlikte sayıları oldukça fazlalaşmıştı. Kısa bir toplantının ardından düzenleme yapıldı. Güç üç gruba ayrıldı.
Zelal, Cihan’ın ilk fırsatta Cudi’ye geçeceğini düşünerek yanlarında kalmasının uygun olacağını belirtti. Eyalet koordinasyonu 45 kişilik güçle Herekol’un eteklerine gitti. 45 kişilik güçte dört bayan arkadaş vardı. Zelal, Agirî, Cihan ve Delal...
Bir gün boyunca Herekol’un eteklerinde konumlandıkları yerden hiç hareket etmeden beklediler. Alanın diğer yerlerinde çatışmalar sürüyordu. Aynı günün akşamında düşmanın bir gün önce bıraktığı ve bulundukları yerden yaklaşık otuz beş dakika uzaklıktaki yere gitmeyi kararlaştırdılar. Yeni yerleri düşmanın iki tugayının arasındaydı. Tutulmayan tek yer orasıydı. Herekol ve Piro arasında kalan yer taşlık bir dere yatağıydı.
Nokta değişikliği yapacakları zaman bir kişinin kaçtığını fark ettiler. İhanet karanlık yüzüyle yine kendisini göstermişti. Özgürlük mücadelesi emekti, sevgiydi ve tüm insanlığı sığdırabilmekti yüreğine. Karanlık bakışlı ihanet bunları başaramayacak kadar yüreksizdi. Bunun için de insanlığı yok etmek isteyen efendilerinin yanında soluğu almıştı, hem de bir dönem sonra onların da kendisini kabul etmeyeceğini bile bile...
Kaçan kişi bildiği her şeyi anlatmıştı düşmana. Eyalet koordinesinin orada olduğunu öğrenen düşman, elli bini aşkın gücünün büyük bölümünü Herekol-Piro arasındaki alana kaydırdı. Kaçan kişi bütün bilgileri düşmana vermişti. Kendisine verilen ödül ise, kendisi gibi olanların hepsine söylenen ‘kendi halkına hayrı dokunmayanın bana hayrı olmaz’ sözü ve şakağına sıkılan kurşundu...
Akşam olduğunda koordinasyon gücü yerini değiştirirken, fosfor yeşili gözlerin kendilerini izlediklerinden habersizdiler. Düşman tepelere kurduğu termal kameralarla gücün hareketini izliyordu. Koordinasyonun gücü noktaya ulaştıktan sonra düşman noktanın çevresini sarmış, saldırı kollarını hazırlamıştı. Arazi taşlık ve engebeli olduğundan hiçbir arkadaş düşmanın hareketini fark etmemişti.
Ve sarı tepsi ışıklarını sunmadan doğaya, kurşun sesleri yine başladı. Serin rüzgar baharın taze kokusunu değil, barut ve kan kokusunu taşıyordu. Operasyon tüm yoğunluğunu Herekol ve Piro dağlarına taşımıştı. Koordinasyon gücünün olduğu yerde yoğun çatışma başlayınca, Herekol dağındaki hareketli gerilla birliği de düşmana saldırıp, dikkatleri kendi üzerine çekerek arkadaşların çemberden çıkmasını sağlamak istiyordu.
Dere yatağında çatışma şiddetlenince koordinasyon gücü savunmalı bir biçimde dere yatağının yukarısına doğru çıktı. Düşman her türlü tekniği kullanıyordu. Kobraların, savaş jetlerinin attığı roketlerle taşlar tuzla buz olmuştu. Düşman tüm gücü imha etmekte kararlı gibiydi.
Eyalet koordinesinin ve Zelal Arkadaş’ın yanındaki arkadaşlar, onları çatışma sahasından çıkarmak için ısrar ediyorlardı. Yanlarındaki gücü düşmanın içinde bırakıp, oradan ayrılmayı kabul etmeyen Eyalet Koordinesi ve Zelal Arkadaş gitmeyeceklerini söylediler.
Zelal arkadaş, gitmeleri için dayatan arkadaşlara dönerek “gitmiyoruz, tepeyi tutup çatışalım” deyince, bütün arkadaşlar mevzilendiler. Üst taraftaki tepenin, düşmandan önce tutulması gerekiyordu. Eyalet Koordinesi, Zelal, Delal, Agirî, Cihan, Serhildan, Adıl, Mahir arkadaşlar ilk etapta tepeye çıkanlardı. Onlar mevzilenene kadar dört arkadaş daha gelmiş, geriye kalan arkadaşlar da yamaçlarda mevzilenmişti.
Düşman tepeye çıkan gücü görünce kobra ve jetlerle saldırdı. Bir yandan hava saldırısı yaparken, diğer taraftan da karadan hareketle gücü imhayı hedefliyordu.
Tepeye ulaşan grup silah şişleriyle mevzi kazdı. Zelal ve Delal ilk mevzideydi. Agirî ve bir erkek arkadaş onların sol tarafındaki kayalıkların yanına geçmişlerdi. Cihan ve Serhildan arkadaşlar ise karşı tarafa geçmeyi başarmış, oradan gelen saldırılara cevap veriyorlardı.
Zelal, kurşun yağmurları altında tüm mevzileri denetliyor, talimatlar veriyordu. Her saldırının püskürtülüşünde Zelal’in zılgıtı kurşun seslerine baskın geliyordu.
Zelal zılgıt çalmayı anasından öğrenmişti. Kadının anlatamadığı duygularının ifadesidir zılgıt. Acının, sevincin, kederin, mutluluğun, coşkunun, zaferin, baş eğmezliğin, isyanın zılgıtla yaşam bulmasıdır kadının dilinde. Kadının sözcüksüz ve tarih kadar eski türküsüdür zılgıt...
Zelal o günkü tilililerinde isyanın, baş eğmezliğinin, özgürlüğün türküsünü söylüyordu. Tililileri, kurşundan daha öldürücüydü düşman için. Karşısında böyle ustaca savaşanın bir kadın oluğunu bilmek düşmanı çılgına çeviriyordu.
Zelal bir saldırıyı daha geri püskürtmenin coşkusuyla zaferin türküsünü dillendirdi. Diğer mevzilere bakmak için yan mevziiye geçerken tililisini devam ettiriyordu.
Düşman onlarca suikast birimini oraya toplamıştı. Zelal’in hızına saatlerdir hiç birisi yetişememişti. Ta ki o ana kadar. Zelal’in türküsü bir anda kesilince, tüm seslere rağmen sağır sessizlik kaplamıştı her yanı. Agirî büyük bir hızla kendisini Zelal’in olduğu mevziiye attı.
Gece karası gözlerinin üzerine dökülen saçlarının arasından kan sızıyordu Zelal’in. Sular gibi duru yüzünün sol tarafına sızıyordu kan. Gözlerinde sakin bakışları vardı yine. Birazdan kalkıp yine herkese talimat verecekti sanki. Ama türküsü yarım kalmıştı dudaklarında. Agirî, Zelal’e sıkıca sarıldı. Hiçbir şeyle ifade edemiyordu kendisini. Zelal’le birkaç gün önce yaptıkları konuşmayı anımsadı. Zelal:
—Zilan Arkadaş’ın türküsünü devam ettirmeliyiz” demişti. Türküyü en güçlü söyleyenlerden biriydi Zelal. Agirî, Zelal’in başının altına kefiyesini koydu, alnındaki kanı silerken, çektiği tililileriyle Büyük Komutanının, yoldaşının şahadetini tüm Botan’a anlatıyordu. ‘Türkü yarım kalmayacak’ diyerek Zelal’i kan sızan alnından öptü. Onun silahını alarak Eyalet Koordinesinin yanına gitti.
O süreçte Eyalet Koordinesi olan arkadaş;
- “Agirî arkadaş bulunduğum mevziye geldi. ‘Zelal arkadaş şehit düştü. Bu onun silahı ve raxtıdır’ dedi. Benim silahım da M-16 olduğu için ‘sen kullan’ dedi. Yaralandığımı fark edince ‘sen yaralanmışsın, buradan çık, gerideki mevziye git’ dedi. Kolumdan tuttu ve o mevziden çıkmam için ısrar etti. O anki durumu anlatmak çok zor. Beni zorla tutması, çekmesi, şu an anlatamıyorum. Ona mevziinin önemli olduğunu ve ‘savunmasını yapıp, yapamayacağını’ sordum. Agirî arkadaş çok keskin olarak: “Sen geriye git, mevziiyi elbette tutabilirim’ diye cevap verdi. Agirî’nin cesaretini sözcüklerle anlatmak çok zor. Mevziide sonuna kadar kaldı” biçiminde anlatıyor.
Zelal’in bakışları Agirî’nin aklından hiç çıkmıyordu. Zelal’in tilililerini halen duyuyor ve ondan güç alıyordu. Sıktığı kurşunlar, Zelal’in intikamını almak içindi.
Düşman en fazla onun bulunduğu mevziiye yöneliyordu. Onlarcası, yüzlercesi ard arda geliyordu. Ama Agirî ateş olmuştu. Kurşunlar söndüremezdi ateşi. Ateş gürleşiyordu, ateş Agirî’nin yüreğindeydi. Özgürlüğün soluğuyla gürleşiyordu ateş. Agirî barut kokularını değil, özgürlüğü soluyordu. Savaştıkça özgürleşen ve güzelleşenlerin türküsü dilindeydi Ateşin kızının...
Düşman iki taraftan Agirî’in bulunduğu mevziiye yönelince, ateşin kızının sesi yükseldi:
“Şer şerê çi jine çi mere” ardından sarıldı silahına, bir eliyle silahını kullanırken, diğer eliyle de bomba atıyordu. Düşman sonuç alacağını düşündüğü saldırıda geriye çekilmek zorunda kaldı.
Sekiz saattir devam eden çatışmadan düşmanın ağır kayıpları vardı ve cenazeleri almak istiyordu. Bu nedenle de saldırılarını yoğunlaştırıyordu. Diğer mevziilerdeki arkadaşlar ısrarla Agirî’yi bulunduğu mevziden çıkarmak istiyorlardı. Ama Agirî onların sesini duymuyordu. Kendisini mevziiyi ele geçirmek isteyen düşmana cevap vermeye kilitlemişti.
Agirî düşmanı geri püskürttüğünde, Zelal’in yanında olduğunu düşünüyor ve yüreğinin sıcaklığıyla gülümsüyordu ona. Buğday sarısı saçlarına taktığı tokası çözülmüştü ve saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Şutiğinden küçük bir parça keserek saçlarını topladı. Basret’in eteklerindeki köyü anımsadı. Çocuklarla oynadıkları oyunları.
Bir gerilla komutanıydı, çocuklarla oyun oynamasını herkes ilk başta yadırgamıştı ama daha sonra Agirî’nin çocuklarla oynarken yaşadığı mutluluğa tanık olduklarında kimse eleştirmemişti onu.
En çok da yakalamaca oynuyorlardı çocuklarla. Bir keresinde yine çocuklarla oynarken ayağı takılmış yere düşmüştü. Onu kovalayan küçük Cevo, Agirî’nin yanına gitmiş, ona sıkıca sarılıp ağlamıştı. Sanki düşen Agirî değil de kendisiymiş gibi. Sonra çocuk sıcaklığıyla Agirî’nin saçlarını açmış, küçük elleriyle örmeye çalışmıştı. Agirî, Cevo’yu kollarının arasına alıp onunla güneşi izlemişti. Ardından toprağa uzanmış, sıkıca kapatmıştı gözlerini. Cevo onu uyandırmak için her şeyi yapmıştı ama başaramamıştı...
Serseri kurşunlar Agirî’nin gün yanığı tenine saplandığında Basret’in eteklerinde Cevo’yla oyun oynuyordu. Cevo bir daha uyandıramayacaktı Agirî’yi. Agirî ateş olmuştu. Agirî çığlık olmuştu. Agirî çocukların gülüşlerinin sonsuzlaşması için kendisini ölümsüzleşen öze katık etmişti...
Bir can daha karışmıştı toprağa. Yoldaşları Agirî’in şehadetinden habersiz, savaşıyorlardı. Delal’in bulunduğu mevziye iki arkadaş gelince, O, Eyalet Koordinesi olan arkadaşın yanına gitti. Mevzi küçük ve sağlam değildi. Delal, Koordine arkadaşla birlikte o mevziiden çıktı, ama daha sonra tekrar o mevziiye döndü. Önemli bir mevziiydi. Kimse Delal’in tekrar o mevziiye döndüğünü fark etmemişti.
Uçakların bombardımanı durunca kobralar devreye giriyordu. Yere düşen her roket yüzlerce parçaya ayrılıyordu. Kızgın demir parçalarından birisi Delal’in genç kız bedeninde soğudu. Delal, anasının koynuna uzanırcasına, usulca uzandı toprağa. Silahı ellerinde huzurlu uykusuna daldı anasının ‘lori’ler’ni dinleyerek. Hiç görmediği ama kahramanlık öyküleriyle büyüdüğü amcasının, PKK’nin öncülerinden Mehmet Hayri Durmuş Yoldaş’ın ellerinden tutmuştu.
Delal, “Hayri Durmuş Yoldaş’a layık olacağıma söz veriyorum” diyerek anasının elini öpmüş, onun hayır duasını alarak ülkeye gelmişti. Düşmanın yoğun baskıları nedeniyle Kürdistan’daki birçok aile gibi Delal’in de ailesi Avrupa’ya çıkmıştı. Delal her fırsatta “heval burada nefes alamıyorum. Bir an önce ülkeye gitmeliyim” diyordu. Bir süre Avrupa’da kitle faaliyetlerinde kalmıştı. Ülkeye gelmek için kendisini dayatmış ve sonunda bunu alan yönetimine kabul ettirmeyi başarmıştı.
Delal, ülkeye geleceğini Avrupa TAJK Konferansında öğrenmiş ve sözünü orada vermişti. Mikrofonu eline alınca hiçbir şey söylemeden ağlamaya başlayınca, konferanstaki yabancı konuklar ne olduğunu anlayamamışlar. Delal
-“Gözyaşlarım mutluluğumdandır. Bu duyguları ülke topraklarına duydukları özlemden yüreği yananlar anlar” demiş ve sözünü vermişti.
Ülkeye geldiğinde toprağı avuçlamış, onunla konuşup, hasretini anlatmıştı toprağa. En büyük hayali ülkesinin her yerini dolaşmaktı. İlk durağı Botan olmuştu Delal’in.
Botan’ın en zorlu alanlarında kalmıştı, bulunduğu her ortamda fedakarlığı ve zorluklar karşısındaki direnişçiliğiyle tanınırdı. Çabuk pes etmez, “insanın başaramayacağı hiçbir şey yoktur” derdi. Ülke topraklarını adımladıkça hasretinin daha da arttığını söylüyordu. En çok da bahar ve yaz mevsimlerini seviyordu. Topraklarının rengarenk oluşunu izliyor, suların yanaklarını süsleyen nilüferlerle sohbet ediyordu.
Nilüfer ve Delal...
Suları süsleyen nazlı çiçektir nilüfer.
Ve ülkesinin topraklarını daha da güzelleştiren nazlı bir nilüferdir Delal...
1-2 saat sonra akşam olacaktı. Düşman, gerillanın karanlığa hakimiyetini bildiğinden, son iki saatte sonuç almak istiyordu. Yüzlerce kaybının olmasına rağmen güç takviyesi yapıyor ve saldırılarını daha da şiddetlendiriyordu. Düşmanın ağır kayıpları karşısında, koordinasyon gücünün dört kaybı vardı. Direniş büyük bir görkemlilikle devam ediyordu.
Cihan ve Serhildan Arkadaşların bulunduğu mevzi, diğer mevziilerden uzaktı ve arkadaşları göremiyorlardı. Çatışmaların en yoğun olduğu yerlerden birisi de onların bulunduğu mevziiydi.
Düşman sürekli olarak ‘teslim ol’ çağrılarını yapıyordu. ‘Teslim ol’ çağrısı yapıldığı her an Cihan’ın intikam hırsı daha da artıyordu. Çağrılara cevabı, silahının namlusundan çıkan mermileriydi. Düşmanın zavallılaştığını, ağır kayıplar verdiğini yaptığı çağrılardan anlıyordu Cihan. Buna onlarca kez tanık olmuştu. Düşmanın umutsuzluğu Cihan’ı sevindiriyordu. Bu dağlarda yaşamın yok edilemeyeceğine kanıttı düşmanın umutsuzluğu.
Tanklarına, uçaklarına, on binlerce askerine güveniyordu yaşamı yok etmek için. Ama ‘umuda kurşun işlemeyeceğini’ bir kez daha anlayacaktı, anlıyordu. Umut ağacı şehitlerin kanıyla sulanıyordu bu ülkede. “Bizde olan ama düşmanda olmayan en büyük ve savaşın sonucunu belirleyecek olan bir silah var heval Serhildan. Adı Umuttur, Umut” dedi Cihan. Serhildan “Umut” diye karşılık verdi Cihan’a.
Düşman diğer mevzilerdeki gücünün yarısını Cihan’ın olduğu mevziiye yöneltmişti. Mevziinin üst tarafından sızma yapan düşmanın bir kolu üst taraftan tarama yapınca Cihan ve Serhildan Yoldaşların dudaklarından bir sözcük çıktı ‘Umut...’
Cihan, bir zamanlar “Çiyayê Agirî’nin gözleri ne renk” diye sormuştu. Ve kurşunlar saplanınca bedenine, ateşin sırrına eren kelebek oldu Cihan.
Çiyaye Agirî’nin gözlerinin hangi renkte olduğunu bir Cihan, bir de Cihan gibi ateşin sırrına erenler bilir...
Ve tarih 14 Mayıs 1998. Bestler, tarihin en büyük direnişlerinden birisine daha tanık oldu. Yaşamı yok etmek isteyen düşmana karşı, dört can, dört kadın gerilla özgürlüğün ve umudun türküsünü söyleyerek cevap verdiler.
O türkü binlerce yıl önce yine bu topraklarda doğmuş ve sonra da kölelik, eşitsizlik ve sömürü tarihinin yaratanlarınca karanlıklara gömülmüştü.
Ve binlerce yıl sonra yine bu topraklarda türkü duyulmaya başlandı. Umudun türküsü, kutsal toprakların bağrından çıkan, insanlığın kurtarıcısı Başkan APO tarafından karanlıklardan çıkarıldı. Umudun türküsüyle birlikte kadın da karanlıklardan çıktı ve umutla aydınlanan yolda özgürlüğe yürümeye başladı.
Çürümüş düzenin temsilcileri, kadının özgürlük umudunun türküsünü susturmak, yaratılan yaşamı yok etmek için bütün güçleriyle yöneldiler. Saldırılarının durmadığı günlerden birisi de ‘98’in 14 Mayıs’ıydı. Elli bini aşkın asker, onlarca tank, savaş jetleri ve kobralar hiç durmadan ölüm yağdırdılar yaşama, öldürebileceklerini düşünerek ama yaşam bu toprakların kendisiydi. Kurşunların işlemediği UMUT bu toprakların mayasında vardı.
Saldırıların en çok yaşandığı yer Herekol ve Piro dağlarının arasıydı. Zelal, Agirî, Cihan ve Delal de oradaydılar. Dillerinde özgürlüğün umudunun türküsü. Kadın bu türküyle karanlıklardan kurtulmuştu ve kimse susturamazdı türküsünü. Sonsuzlaşan türkünün en güçlü söyleyenlerinden oldular Zelal, Agirî, Cihan ve Delal...
Umudun türküsünü karanlıklardan kurtaran Başkan APO, büyük savaş komutanlarının şahadetlerinin ardından şunları söyledi:
“Botan eyaletindeki arkadaşlar savaş konusunda iyi bir tecrübeye sahip olmuşlardır. Aslında bu son şahadetler, yani Zelal arkadaşlar bir çalışma sahibiydiler. Bu şahadetler için aslında YAJK büyük bir sesin sahibi olmalıdır. Hatta merkez gibi büyük bir örgütlenmenin Botan’da da hazırlanması gerekiyor. Botan’da savaşla yaratılan yaşamın büyük bir anlamı vardır ve büyük bir sorumluluk istiyor.
.... İşte Zelal Arkadaşları da gördük. Anılarına verilecek en iyi karşılık, koruyabilen, geliştirebilen, yönetebilen, hatayı-eksiği duygusal değil, objektif değerlendirebilen, bu konuda kendisini zorladıkça yeniden yaratabilen bir gelişmeyi sağlamaktır.
.... Hem Zelal Arkadaş’ın, hem de yanında şehit düşen arkadaşların şahadetlerinden çıkarılması gereken sonuç: aslında savunmaları yapılabilirdi. Bu şahadetle büyük bir fedakarlık ruhu, cesaret rolünü oynadığını sanıyorum, olumsuz değil, fakat çok fazla hareketlilik zararlı olabiliyor. Bu biçiminde fedakarlık, eğer çok zorunlu olmazsa üzerine gitmemek gerekiyor.
Bu şahadetlerin anısına rolünüzü oynayabilirsiniz. Bu arkadaşlar unutulacak arkadaşlar değildirler...”
Kadın Özgürlük Mücadelesi’nde umudun türküsünün sonsuzluğa kendilerini katık ettiler Zelal, Agirî, Cihan ve Delal.
Ve umudun türküsü şimdi binlerce kadın gerilla dilinde Mezopotamya topraklarında söyleniyor...
* 14 Mayıs 1998’de gerçekleştirilen operasyonda 23 arkadaş şehit düştü. Operasyon 26 gün devam etti. Düşman beklediği sonucu alamadan, yüzlerce kayıp vererek geri çekildi.
Zelal Arkadaş’ın denetiminde gruptan kopan 12 arkadaş, daha sonra Parti’ye ulaştı. Zelal bunu duymadı ama onlar Zelal’in dudaklarında yarım kalan türküsünü devam ettirmeye ant içtiler. Binlerce yoldaşları gibi...
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar
Başkan APO ile yoldaş olmak, devrime yönelik ciddi bir saldırının olgunlaştığını erkenden öngörebilmek, onun yönünü tespit ederek kendini siper etmeyi başarmak demektir. İşte Zilan yoldaş, henüz bir buçuk yıllık devrimcilik yaşamına rağmen, içerisinde bulunduğu ortamın zorluklarına, günlük yaşamın meşgul edici ayrıntılarına takılmadan, onlar içerisinde boğulmadan Özgürlük hareketinin karşı karşıya olduğu tehlikeleri görmeyi başarmış, '96 yılı içerisinde gelişen operasyonların bilincine varmış ve bunun karşısında PKK militanının geliştirmesi gereken eylem tarzının nasıl olması gerektiğini tespit etmiştir. Ulaştığı sonuçların bir gereği olarak da kaynağını ideolojik derinleşmeden alan bir inanç ve mücadelenin yenilmezliğine duyduğu güvenle devrim tarihimizde ilk kez bedenini patlatacak düzeyde yüce bir kahramanlık eylemini gerçekleştirmiştir. Zilan arkadaş, bu kararlaşmayı şöyle ifade ediyor:
"Başkanım;
Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan halkının ve dünya insanlığının geleceğinin teminatısınız. Yaşamınız bize onur veriyor; sevgi, cesaret, inanç veriyor. Tüm Kürdistan halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır. Sizin bu çekiciliğiniz bizi de oldukça etkilemektedir. En zorlandığımız anlarda sizin bizlere olan sevginizi düşünüyor ve bundan manevi güç alıyoruz. Şehide en çok bağlı olan sizsiniz. Bu temelde gözümüz kesinlikle arkada kalmayacaktır. Bu eylemi, gerçekleştirmem gereken bir görev olarak görüyor ve kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut geriliklerimi aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşın da gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum.
Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat, Bese, Beritan, Berivan ve Ronahi yoldaşların direnişlerine sahip çıkmak ve Onların takipçisi olmak istiyorum. Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyalizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı, bombayı kendimde patlatarak, hıncımın ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt kadınının dirilişinin sembolü olmak istiyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Başkan APO önderliğinde yürütülen Ulusal kurtuluş mücadelemiz çok yakında zafere ulaşacak ve mazlum halkım dünya insanlık ailesi içerisinde hak ettiği yerini alacaktır."
APOCU hareketin ortaya koyduğu mücadele, çok zorlu bir mücadeledir ve dünyada eşine ender rastlanır kahramanlıklar, adanmışlıklar ortaya çıkarmıştır. Bu zorluk, kadın açısından kendisini çok daha yakıcı bir biçimde hissettirmiştir. Bunun nedeni, kölelik düzeyinin derinliği, yaşam dışına itilmişliğin yoğunluğu, düşünceden uzaklaştırılmışlığın ve iradesizliğin alabildiğine köklü hale getirilmiş olmasıdır. Bu gerçeği yerle bir edecek özgür kadını yaratmak, kadını yaşamın ve siyasetin dışına iterek küçük dünyalara hapseden gelenekleri parçalamak, bu geleneklerin kadın zihninde ve yüreğinde kendisini kurumlaştırdığı kaleleri yıkmakla mümkündür. Bu, bedeli en ağır olan süreçleri gerektiren bir gerçekliktir. Zayıflığın tersi olan güçlülük, diyalektik bütünlüğü böyle oluşturmakta, zayıflığa duyulan öfke bir enerji yaratmakta, bu da eyleme götürmekte ve eylem zayıflığı kendi karşıtını dönüştürerek onu ortadan kaldırmaktadır. Düzenin sunduğu yaşamın özündeki kimliksizleştirmeyi, ilişki adına sunduğu sahtekarlıkları görmek, onlara öfke duymak, diğer yandan alternatifini kendi kişiliğinde tam yaratamamak… Zilan arkadaşın eylemdeki kahramanlık düzeyi, bu şiddetli çelişkide gizlidir.
Zilan arkadaşta gerçekleşen, yaşamdaki zayıflıkların korkunç dayatıcılığı karşısında kadın yüreğindeki aşkın filizlenmesidir. Bu aşkı Başkan APO şöyle ifade ediyor:
"İnsanlığı tercih etmek Zilanların dilinden olmak, düşüncesinden olmakla mümkündür. Şahadetlerin toplam ifadesi, ideolojik donanımın üst düzeyde temsili, duygunun, düşüncenin bireyi aşarak, toplumun örgütlü dili haline geldiği Zilan gerçeği ile kurumlaşarak, kurtuluş çizgisinin somut ifadesi olmuştur. Bu nedenle özgür yaşam uğruna ne varsa; ulusal aşk, özgür kadın ve erkek, her türlü geriliğin reddine dayalı ilkeli bir yaşam, bunun için de düşmana karşı müthiş bir kin ve kıyasıya savaşım, Zilanlaşma çizgisinin kapsamıdır. Bu çizgi, ideolojik ve felsefik olduğu kadar, duygunun en üst düzeydeki temsilidir. Onunla yürüyenler eylemde, yaşamda, örgütlülükte, sevgi anlayışında, tarz ve tempoda militanca yaklaşımların sahibi olmaya çalışanlardır."
Zilan arkadaş, tarihin ilerleyişindeki diyalektiği çok iyi çözümleyerek, her halkın tarihinde döneme damgasını vuran lider kişiliklerin ortaya çıktığını görmüş, hiçbir mücadelenin öndersiz başarıya ulaşmayacağı gerçeğini yakından hissetmiştir. Bu doğruyu Kürt halk gerçekliği özgülünde ele alarak, Önderliğin temel özelliklerini bilince çıkarmıştır. "Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş, hiçbir halkla kıyaslanmayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal, siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında PKK Önderliği, kuşkusuz çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği birçok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin yaşamıyla, yaşatan ve kendi yaşamını adeta koskoca bir insanlığın yaşamına adayan bir durumdadır. Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır."
Zilan arkadaş, bu özgünlüğü militan ile önder arasındaki bağda da kurarak, Başkan APO ile yoldaş olmanın, Onunla sözleşmenin gereklerini yerine getirmeyi esas almıştır. "PKK, Parti Önderliği'nin şahsında ifadesini bulmuştur. Kürdistan tarihinde sağlanan bu gelişme, O'nun emeği, O'nun gelişmesidir. Kendisi sevgi kaynağı, birleştirici ve bütünleştiricidir. Kendi şahsında yeni insan tipini profilini çizmiştir. Bir insanın ne kadar gelişebileceğini kanıtlamıştır."
9 Ekim'le başlayıp 15 Şubat 1998 tarihinde Önderliğimizin esareti ile en üst noktaya varan uluslararası komplo saldırısı, uluslararası gericiliğin mücadelemiz gerçeğindeki bu özgünlüğü tespit etmesiyle harekete geçmiştir. Mücadelenin sürekliliğini ve her koşulda yenilmezliğini sağlayan temel etken olarak Önderlik gerçeğinin yenilmezliğini tespit eden gericilik, bu gerçeği temel hedef olarak belirlemiştir. Burada, Başkan APO ile yetersiz yoldaşlığın sonuçlarını bir kez daha görüp kendimizi yeniden sorgulamamız gerekiyor. Eğer Zilan arkadaşın yaptığı gibi, Başkan APO ile yoldaş olmanın gereklerini yerine getirebilseydik, Önderliğimizi tek hedef haline getirmeyecektik. Bu noktada özeleştiri gerçeği, Zilan arkadaşta şöyle somutlaşıyor: "Zaferin öngünlerini yaşadığımız yeni süreçte, halkın kurtuluş umutları olan bizlerin, Parti Önderliğimizin yaşamı, düşünceleri ve mücadelesine yakışır bir biçimde, dönemsel bütün görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirmemiz gerekiyor. Sıkça tekrarlanan küçük burjuva, köylülük, feodal anlayışların kişiliklerimizdeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak, çeşitli özeleştirilerin bizleri ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi özeleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum.”
Ruhunu bireysel kaygılardan, hesaplardan ve bencilliklerden kurtarmayı başarmak, kendi varlığını bir halkın varlığına adama yüceliğinin ilk adımıdır. Bu özellikler, aslında egemen sistemin insan ruhunda oluşturduğu putlardır. İnsan ruhu, onu işgal etmiş olan bu putları kırmayı başardıkça özgürleşir. Özgürleşen bireyde, tüm insani yeteneklerin ayaklanarak en sağlam ve renkli bileşimi oluşturması imkan dahiline girer. Zilan arkadaşın böyle bir arınmayı gerçekleştirmiş, düşüncesine engelsiz bir akışkanlık kazandırmış, bu da tüm yeteneklerini bir araya getirerek en doğru ve etkili eylem tarzını tespit etmesine, ardından planını başarıyla hayata geçirmesini sağlamıştır. "PKK, akıl sınırlarının almakta zorlandığı büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş, PKK'nin temel karakteri olmuştur. Bizlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor. Süreç, intihar eylemlerini gerekli kılıyor. Bu hem bir taktiksel çıkış olacak, hem de bizim açımızdan bu süreçte düşmana verilecek en iyi cevap olacaktır."Tüm bu özellikleriyle Zilan arkadaş, beş bin yıllık erkek egemenlikli sistemin özellikleriyle kuşatılmış geriliklerden sıyrılarak, neolitiğin yaratıcısı olan tanrıçalara uzanan bir köprü olmuş, böylelikle geleceğin güvencesi, özgür kadın kişiliğinin sembolü olmuştur. Zilan arkadaş şahsında neolitik devrimin yaratıcısı, dolayısıyla insanlaşmanın öncüsü olan, fakat erkek egemenlikli sistemin gelişimi ile beş bin yıl boyunca karanlığa gömülen kadın cinsi ile ezilenlerin insanlık tarihi ile aynı yaşta olan ve son olarak APOCU harekette ifadeye kavuşan fedai özün buluşması gerçekleşmiştir. Bu buluşma, Mezopotamya topraklarında ve Başkan APO'nun mimarı olduğu özgürlük hareketi içerisinde gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda Kürt kadını şahsında dünya kadınlarının mücadelesi yeni bir aşamaya girerken, APOCU hareket de Başkan APO önderliğinde giderek daha fazla cins mücadelesi eksenine oturmuştur. APOCU hareketin gelişim diyalektiğinde, teori ile pratik, birbirinden farklı olan iki ayrı olgu değil, birbirini kapsayan ve birlikte ilerleyen olgulardır. Teorik gelişme pratikle sınandıkça yeniden teorileşir, yani yeniden yaratılır ve tekrar pratiğin yakıcı gerçeği içerisinde çelikleşir. APOCU felsefenin gelişimi de bu şekilde olmuştur. Başkan APO'nun militanı olmayı başaranlar, bu ideolojik ve felsefik derinleşme sürecinde nitel bir sıçramanın gerçekleşmesini sağlamışlardır. Bu yönüyle de Zilan yoldaş, APOCU dünya görüşünün giderek daha fazla kadın eksenli gelişme rotasına kavuşmasında belirleyici bir role sahip olmuştur. "Zilan'ın vasiyetine uymalıyız. Tanrıça emridir onunki, unutmak en büyük ihanettir" diyen Önderliğimiz, bu çizgiye cevap olarak 8 Mart 1998 tarihinde Kadın Kurtuluş İdeolojisini ilan etmiştir.
Sema Yüce gerçeği, vasiyete bağlılığın eylemidir
Bu çağrı, o süreçte zindanda bulunan Sema Yüce yoldaşa da ulaşmıştır.1998 yılı, uluslararası komplonun yeni boyutlar kazandığı bir yıldır. Komplonun zemini ise emperyalist merkezlerde hazırlanmış olan, bölge gericiliğinin desteğiyle ve Türkiye oligarşisinin eliyle uygulanan marjinalleştirme politikasıyla hazırlanmaya çalışılmaktadır. Bununla Başkan APO'nun özgürlük öğretisinin Kürdistan'la sınırlı, Kürdistan içerisinde de tek tek bireylerle sınırlı tutulması hedeflenmiş, böylece bu mücadelenin içten çürüyerek yozlaşacağı umudu beslenmiştir. Bu politikanın temel dayanağı, köle Kürt kişiliği ve onun geri sosyal düzeyidir. Sema yoldaş, bu politikanın Avrupa, metropol ve dağ ayaklarını kapsamlı bir biçimde çözümlemiş, zindandaki ayağının da rehabilitasyon politikası olduğunu tespit etmiştir. "Zindanda marjinalleşme; Mazlumların, Hayrilerin, Kemallerin ve dörtlerin yaktığı yaşam ateşini söndürmek, tek tek bireylerin beyninde ve yüreğinde duvarlar örerek dağların doruklarında yanan mücadele ateşiyle buluşmasını engellemek, partimizin çözümleme silahını, düşmanın ideolojik, kültürel kuşatmasıyla tersine çevirmek, atomlarına dek çözerek düşkünleştirmektir. Zindanlarda birikmiş olan on binleri, kendi kendini içten içe tüketen bir yapı haline getirerek, tüm moral değerlerimizden kopartma ve kendi işbirlikçi seçeneklerini sosyal dayanağı haline getirmektir."
Işıma, atom çekirdeğindeki elektronların enerji fazlasını dışa verip atom çekirdeğine dönmeleri, yani kendi enerji seviyelerine yeniden yaklaşmaları olayıdır. Öncü kadro veya militan, atom çekirdeğinde Önderinin yer aldığı, çevresinde gezen sayısız elektrondan biridir. Onu diğerlerinden ayıran fark, atomla bütünleşme anı, yani enerjisini dışa vererek ait olduğu enerji yörüngesine girme anıdır. Bunu gerçekleştirdikten sonra O, kalıcı yerini bulmuştur ve sonsuza kadar orada kalacaktır. Şehitlerimiz, bu eylemi gerçekleştirerek insanlık tarihinin tüm zamanlarında layık oldukları yeri edinenlerdir. Şehitlerin her zaman ve her koşulda mutlaka ardılları olacaktır. Bu durum, bu doğa kanununun sürekliliği kadar kesin ve sürekli bir eylemdir. Sema Yüce yoldaş vasiyete bağlılığın ve onun gereklerini pratikte yerine getirmenin ifadesi olmuştur. Bunu sadece eylem anında göstermemiş, kendisini eyleme götüren aşamaya varıncaya kadar yoğunlaşmasının merkezine Başkan APO'yu ve onunla yoldaş olmayı gerçek anlamda başaran yüce şehitlerimizi koymuş, günlük yaşamda Onları yaşatmak için gereken mücadeleciliği esas almıştır. Sema Yüce yoldaş, bu yoğunlaşmayı mektubunda şöyle dile getiriyor:
"Başkan APO'nun öğretisi ve Zilan yoldaşın vasiyeti bizlere yürünmesi gereken yolu göstermiştir. Bize düşen görev; anlamak, kavramak, sorgulamaktır. Bunun yolu parti içi sınıf mücadelesini yürütmek, kadın savaşçılar olarak bu mücadelenin öznesi haline gelmektir."
"Öğrencisi olmaya çalıştığım şehitlerin eylemleri üstünde çok düşündüm. Her gün, her an devrim ateşinde yürüyerek yanmayı, bunun sırrını kavramayı çok istedim. Gördüm ki bu, kendini aşan insanın eylemidir. Bu kararı verdikten sonra, tekrar tekrar büyük bir iç savaşı yaşadım. Kendimde bütün beşeri zaafların ayartıcı gücünü son bir kez gördüm ve yendim. Özgür yaşam, özgür kadın tutkum bana bunu emrediyor. Başkan APO'ya bağlılık andımı bu tutkunun ateşinde kül olmak ve bu küllerden yeniden kendini yaratmak olduğunu şimdi daha iyi kavrıyorum."
Vasiyete bağlılık, içerisinde bulunduğu koşulların yarattığı engellere takılmadan, özgürlük tutkusunu her koşulda eyleme dökmeyi gerektirir. Sema arkadaşın, dört duvar arasında iken varlığını, bütün hücreleriyle Başkan APO'nun öğretisine adaması, bunun sonucudur.
"Başkanım;
Zafer tanrıçamız Zilan yoldaşın vasiyetine bağlılığımla, O'nun görkemli eylemine sadece özüyle değil, biçim itibariyle de cevap olmak isterdim. Fakat zindan koşullarında bu mümkün değil. Bu Newroz'da ayağa kalkan binlerce çocuk yüreğinin masumiyetiyle buluşmak, bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Özgürlük tutkum çok büyük. Bu tutkuyu yaşam gücüne dönüştürebilmek için tek varlığımı, kendimi Başkan APO'ya adıyorum. Kadınlar, küllenen Kürt ateşinin kıvılcımlarıdır. Küllerinden yeniden doğmayı başaran, bunun kıvılcımı olan her kadın özgür Kürdistan'ın dokuyucusu olacaktır. Ancak bu bile Başkan APO'ya cevap olmaya yetmez. Cevap olabilmek için, karartılan her yüreğin ateşte arınması gerekir. Ben ancak kendi yüreğimi verebilecek güçteyim.
Kendimi Newrozlaştırırken beynimi ve yüreğimi, bedenimin her hücresini bu öğretinin yoluna adadığımı bir kez daha belirtiyor, bağlılık andını yineliyorum."
Bütün bu özellikleriyle Sema yoldaş, Zilan arkadaşın teorik ve ilkesel düzeyde ortaya koyduğu, eylemi ile de taçlandırdığı gerçeklikleri yaşam içerisindeki sorunlarla boğuşma ve pratikleşmeye doğru tamamlama mücadelesi içinde olmuş, Başkan APO'nun Zilan arkadaşa verdiği yanıtı en derinlikli bir biçimde görerek, Zilan arkadaşın vasiyetine ve Başkan APO'nun çağrısına cevap olmayı başarmıştır. Böylelikle Başkan APO'nun formüle ettiği Kadın kurtuluş ideolojisinin pratikçi bir militanı olmayı başarmış, bu yönüyle de erkeği özgürleşme düzeyine çekmede öncülük rolü oynamıştır.
Bu öncülüğe Fikri Baygeldi arkadaş, "Eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sade bir askeri olmak" iddiası ile yanıt vermiştir. Öyle ki Başkan APO “dikkat edilirse sevgi, aşk sözcüklerini çok değerli anlamda kullanmıştır. Bu kadın yoldaşları da çok incelemiş ve onları özümsemiştir. Öyle cahil birisi değildir. Ulusallık derecesinde görüyor ve bağlanıyor. İşte bizim özlediğimiz bağlılık bu temeldedir" diyor.
Gulan arkadaş fedailikte ısrar ve kurumlaşmanın öncüsü olmuştur
Zilan arkadaşın daha '96 yılında iken karşı sistemin saldırılarını öngörerek buna karşı en güçlü eylemi gerçekleştirmesine, yine Sema arkadaşın 1998 Newrozu'nda oligarşik sistemin yeni konseptini çözümleyerek saldırılar karşısında kendisini Önderlikle düşman arasında siper etmesine, böylece saldırıların Önderliğimize ulaşmasına engel olmasına rağmen, 9 Ekim komplosunun gelişmesi ve 15 Şubat'la birlikte belli bir düzeye ulaştırılması bu yoldaşların önümüze koydukları ödevleri başarıyla yerine getiremememizin sonucudur. Başkan APO'nun birçok kez "yetersiz yoldaşlık" olarak tanımladığı gerçekliğimizin özeleştirisini, bu kahraman yoldaşlar vermiş, adeta bizim eksikliklerimizin cevabı olmak istemişlerdir. Bu nedenle Zilan ve Sema gerçeği, karşısında vicdani sorgulamanın en cesur ve kaygısızca yapılması gereken gerçekliklerdir. Onlar, binlerce yıl öncesinde kalan ana tanrıçanın günümüzdeki sesi olmuş, bizi de onlarla buluşmaya çağırmışlardır.
Uluslararası komplonun önderini esir aldıktan sonra APOCU hareketin de dağılacağını, iç çelişkilerin, didişme ve çatışmaların örgüt bileşimini asıl hedeften ve fedailikten uzaklaştıracağını hesaplandığı, böyle bir beklenti içerisinde olduğu bir süreçte, fedaileşmede ısrar, Zilan ve Sema arkadaşların önümüze koyduğu ödevleri her koşulda yerine getirme iddiası, Gulan arkadaşın pratiğinde somutlaşmıştır. Gulan arkadaş bütün mücadele pratiğinde, en zorlu süreçlerde bile kişiliğindeki dürüstlük, sarsılmaz bağlılık ve özgür kadın cesaretiyle örgütü korumayı bildi. Uluslararası komplo sürecinde de hem örgüt içindeki tasfiyeci provokatif anlayışlara karşı sağlam duruşu ortaya koymuş, hem de fedailikte kararlaşmayı ve pratikleşmeyi başarabilmiştir. O dönemin kafa karışıklığı, bireycilik ve güvensizlik ortamında savrulmak yerine, duruşu ve pratiğiyle Önderliğe bağlılıkta en önde olmuştur. Bunun içindir ki, o süreçten itibaren çok çeşitli zorlamalara rağmen fedailiği Zilan çizgisinde bir kurumlaşma sahası haline getirmede en ısrarlı ve kararlı tavrı göstermiştir. Çünkü O, her şeye rağmen örgütümüzün karşı karşıya geldiği zorlukları görebilme ve hissedebilme gücünü göstermiştir. Her türlü bozgunculuktan şüphe duyabilmiş, yine düşman cephesinden gelebilecek saldırıları önceden sezinleyebilmiştir.
Kadın boyutunda sorgulayıcılığı ve ona göre pratikleşmenin önemini Gulan arkadaşın şehadeti bizlere bir kez daha öğretmiştir. Çünkü bu saldırının olduğu süreçte örgüt, dıştan yapılan birçok saldırıya rağmen içte en sağlam dönemlerinden birini yaşıyordu. Yani ne spekülasyon yapılırsa yapılsın, hangi provokasyonlara başvurulursa başvurulsun, kazanan yine örgüt oluyordu. O zaman geriye kalan tek yöntem, örgütsel mücadele ile çözüme kavuşturulan ve geride kalan bazı çelişkileri tekrar alevlendirmek, böylelikle yeni bir provokasyona yol açmaktı. Bunun için en uygun zemin olarak IV. Kadın Kongre'si ve en uygun kişi olarak Gulan arkadaş seçilmişti.
Gulan arkadaş, bunun farkında ve bilincinde olarak kongrenin ruhunu ve kararlılığını oluşturmada büyük bir çaba içine girdi. Büyük özeleştirilerin yanı sıra, kadın çalışmalarının hata ve eksikliklerini çok güçlü eleştirdi. Bunlarla da yetinmeyip, çok değişik konulardaki öneri ve görüşleriyle kongreye güç katmayı bildi. Örneğin çocukların ve gençlerin eğitimi, Güney kadınının özgürleştirilmesi ve buna dayalı olarak Güney'de toplumsal dönüşümü ve örgütsel açılımı sağlama, yine örgüt işleyişini geliştirmede çok yönlü görüşler oluşturdu. Öyle ki, Gulan arkadaş kadının neolitikte bilgisiyle tanrıçalaştığını, bilgi yapmanın ya da öğrendiğini yapmanın bir erdem olduğunu belirtti. Kadının bu erdemi yitirerek hem cins olarak kaybettiğini hem de insanlığın kaybedişinin buradan başladığını dile getirdi. "Yeniden kadın bilgiyi ele geçirdi, yani kadın öğrendiklerini yapmanın erdemine ulaşmak için burada toplandı" dedi ve IV. Kongremizin tanımlamasını en çarpıcı bir biçimde şu sözlerle ortaya koydu: "Eğer yeniden bir köprü oluşturulacaksa öğrendiklerimizi eyleme dökmenin somut modelini bulmak, pratik iş yapmak ve onun yüceliğine kavuşmak için burada bulunuyoruz. Önderliğin manifestosunu bu biçimde bütünlükle değerlendirmek, benim için çok anlamlı. IV. Kongremizi de bu anlamda tanımlamak istiyorum." Bu temelde Gulan arkadaş PJA gerçeğini "PJA bir çizgi ve yaşamdır, ideolojidir ve bizim varlığımızın bir bütünüdür" şeklinde ifadelendirdi. Burada özellikle PJA gerçeğini çok daraltan, yaşamın bütününe taşıramayan, ya birbirinden kopuk ele alan ya da sadece bazı zeminlerde ve kurumlarda gören bakış açısını eleştiriyordu. Bunun kadın gerçeğini daralttığını, asıl anlamından uzaklaştırdığını ve pratikleşme zeminini önemli oranda ortadan kaldırdığını ifade ediyordu. Açılımın, her yere ulaşabilmenin ve her yerde temsili sağlayabilmenin ancak doğru anlamda PJAlılaşmayla olabileceğini belirtiyordu.
Nitekim PJA 4. Kongremiz Gulan arkadaşı onur üyeliği ile taçlandırırken, kongreyi bu aşağılık komployu boşa çıkarma ve kadının cevabını oluşturma temelinde "Özgür Yaşamda Israr ve Açılım" kongresi olarak adlandırdı. Kongre pratikleşmesinde ısrar ise Gulan arkadaşın kişilik duruşuna layık olma temelinde oldu. Halen de o çizgiye layık bir yürüyüşün sahibi olmak temel görevimizdir. Bu görev, Önderliğimizin Zilan sözleşmesinin PJA tarafından Gulan arkadaş şahsında tazelenmesidir. Çünkü Gulan arkadaş her türlü iç zorlanmaya rağmen, Zilan çizgisini fedaice sürdürmenin ısrarlı kişiliğiydi, nerede ve nasıl olursa olsun, onun temsil gücü olma kararlılığıydı. Aynı zamanda içine girdiği eksik duruşların güçlü özeleştirisini vermekten çekinmeyen bir netliğin sahibiydi. Bu yönüyle de Sema Yüce kişiliğiyle bütünleşmenin ifadesiydi. Kadın özgürlük hareketinin fedai çizgisinde barışı, özgürlüğü ve adaleti gerçekleştirme yolunda ilerletmek için atacağımız her adım Gulan arkadaş şahsında Zilan ve Sema kişiliklerine ulaşmanın pratiği olacaktır.
Derlemedir
- Ayrıntılar
Bugünkü ders çözümleme. Başkan giriyor derse. İşlenecek konuları belirttikten sonra giriş yapmaya başladı. Belliydi Zeynep Kınacı arkadaş üzerine konuşacağı.
"...
Parti içinde yaşanan müthiş biçimsizliğe bahane olamaz.
Çaresizlerin yeri, çaresizlerin yurdudur.
Hizmete layık olmayanlar semtimize bile uğramamalı.
Sizler için büyük sabrediyoruz. Bugüne kadar halen sizi anlamış değilim.
Bütün yaptıklarımla yetinmiyorum. Peki siz neyinize güvenip böyle rahat olabiliyorsunuz?
Sizin bu kişilik tarzınızla üç saniye bile yaşayamam..."
Bu ön girişten sonra Dersim intihar eyleminin büyük şehidi üzerine durmak istiyor Başkan Apo. Zeynep yoldaşın yazdığı raporun okunması ardından, değerlendirmenin daha iyi olacağını söylüyor. Başkan, kendisi okuyor. Göz gezdirir gibi, belirli, gerekli yerlerini okuyor.
"Bu mektup davaya bağlılığın bir manifestosuna daha da eklemek haddimize değildir. Ama manevi sorumluluğumuzun bir gereği, birkaç söz söylemek gerekiyor.
Bir intihar eyleminden çok, ileri bir saldırı boyutu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bu eylemin PKK'nin silahlı eylem çizgisinde en ileri ve belirgin yeri vardır. Bunu değil, diğer eylemleri intihar eylemleri olarak değerlendirmek gerekiyor.
Eylem, PKK'nin ideolojik-politik hattından kopuk değil.
PKK'nin adına eylem yapmanın, PKK'nin özünü kavramaktan geçtiğini gördük.
Mükemmel bir tarih özetlemesi yapıyor. Bunu görmüştür.
Gerçek PKK'liler böyle olur.
Biz, baharda insanlarımızı bir patlayabilecek bomba haline getireceğiz demiştik. Mesaj bu söylediklerimizin nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor.
Evet, bu bir intihar değil, ciddi bir saldırıdır. Diğer türlü değerlendirmek haksızlık ve hakaret olur.
Örgütsel bir bombadır. Yerinde ve etkileyicidir.
Burada bir kişi olarak, çok büyük bir gerçekleştirme düzeyidir.
Partinin zaferini kesinleştiren bir eylem çizgisidir.
Tarz nasıl olmalı, sorusuna cevaptır bu eylem.
Düşman genelkurmayının yıpratma savaşı bile, eylemin büyüklüğünü ve etkisini gösteriyor.
Döneme dayatılan eylemin en doğrusudur!
Artık sadece TC'nin değil, emperyalist güçlerin rahatları kaçacaktır.
Buna rağmen, verecek başka şeyimiz olsaydı, diyor.
En büyük eylemciler güvendikleri ve inandıkları değerlerden güç alarak yaparlar.
Kabul edilebilir yaşamın sınırlarına yürüyor.
Erkek de yapabilirdi, ama yapan kadındır. Kadının yaşadığı gerçeklikle ilgilidir.
Yaşamdan vazgeçenler asla böyle büyük eylemler yapamazlar.
Siz yenildikten sonra, her şeyi kaybettikten sonra ölmek için intihar eylemine giriyorsunuz.
Zaferin yakın olduğuna inanıyor.
Canımdan vazgeçip eyleme gidiyorum, bu kölelerin işidir.
Anlamlı bir yaşam için büyük bir eylemin bağlantısı vardır.
Bu yoldaşımın anısına bağlı kalacaksam; sözkonusu şerefsizlerin benim adıma saflarda bulunması bir hakarettir. Biri davanın kutsal ateşinde kendisini eritecek, diğeri de yaşama hakaret için saflarda rahatlık peşinde olacak!
Peki sizin yoldaşlığınız nasıl cevap verecek? Siz nasıl bağlılığınızı kanıtlayacaksınız? Sizin adınıza biraz endişeleniyorum.
Sizin erkekliğinizle bu arkadaşın kadınlığını yan yana getirdiğimizde, en karıcıl durumu yaşayan sizin bu erkekliğinizdir.
Dünyanın yardımıyla kazanamayacağımızı, bu çağrıya kulak vermekle, bu çağrıya bağlı kalmakla başarabiliriz."
Saat on bir buçukta Başkan'ın yaptığı çözümleme sonuçlandı.
Saat öğle iki buçukta tekrar sınıfa girdik. Bu kez Cuma arkadaş verdiği tarih dersine kaldığı yerden devam etti.
Hava çok sıcak.
PKK'nin Zindan Konferansı'nı yapması ciddi ve riskli bir olaydı. Ayrıca ulusal kurtuluş hareketleri içinde yapılan bir ilkti.
Zindan Konferansı neden riskliydi? On yılın üzerinde direniş, yine bu süre içerisinde bitmeyen işkence, zulüm, baskı ve ölüm vardı. Şimdi PKK zindan tutsaklarını el üstünde tutmuyor. Zindanda şekillenen kişiliği sorguluyor. Direnişleri değerlendiriyor, sapmaları düzeltiyor. Zindanlardan çıkan arkadaşlar beklediklerini değil, başka bir şey buluyorlar. Tepki gösteriyorlar. Bir kısmı partinin eleştirilerine anlam verip bütünleşirken, bir kısmı da yeni durumu kabullenemiyor.
Daha sonra Zindan Direniş Konferansı sonuçları, cezaevlerine de aktırılıyor ve orada da konferanslar yapılıyor.
Tehlike şurada: Tutsaklar, partinin bu tutumuna karşı çıkabilirdi. Ama sessiz kalmak, zindan kişiliğine dokunmamak daha tehlikeliydi. Örneğin Selim Çürükkaya, Cuma arkadaşa "bizden iki kişi Türk ordusuna gitseydi, bu orduyu rahat bozabilirdi" diyor.
Başkan Apo, zindandan çıkan arkadaşları kendi denetiminde eğitimden geçirmeden gerillaya ya da başka sahalara göndermedi. Böyle olması şarttı.
1990-91 ve sonrasında sık sık kepenk kapatma taktiğini eleştiriyor Cuma arkadaş. Bunun sık sık yapılması ve tekrarlanması, eylemin hem etkisini azaltıyordu ve hem de halkı ekonomik vd. yönlerden zor durumda bırakıyordu.
Savaşlarda bir dizi taktik-pratik saldırılar başarılmadan, stratejik saldırı gerçekleştirilemez. Dünyanın benzer savaşlarında da böyledir. Bu örnek, Güney Savaşı vesilesiyle verildi. Hatırlayın '92 yılını. Yani Ekim '92'de Güney Savaşı başlamadan önce, Şırnak'a baskın yapıldı. Hakkari'ye saldırıldı. Newroz'da katliam yapıldı. Ve daha başka yerlerde devlet güçleri terör estirdi. Amacına ulaşmayacaktı.
Kaldığımız yerden devam etmek üzere, dersi öğleden sonra saat beşi on geçe bırakıyoruz.
Akşam saatlerinde tur atarken, bir ara Kendal arkadaş bir türkü seslendirmeye başladı. Sordu bana: "Klam biliyor musun?", Hiç bilmediğimi ve bu konularda yeteneksiz olduğumu söyleyince, "Cudî" isimli türküye başlamıştı. Bir şehit arkadaş üzerine olan bu türkü müthiş güzeldi. Bunun üzerine bir Kürtçe şiir okudu. Bu şiir de güzeldi. Kürdistan kokuyordu, hem türkü ve hem de şiir... Kendal arkadaş şiir ve türkü üzerine açıklamalar da yaptı. Konuşkan bir arkadaş. Bir de Kürdistan'ın güzel coğrafyasından bahsetti. Hele Kürdistan şelalelerinden, dik ve derin vadilerinden bahsetmesi var ya, nasıl Kürdistan özlemini ayaklandırıyordu.
Saat akşam on sıralarında koğuşumuzun arkasında iki-üç arkadaş sohbet ediyordu. Bunlardan biri Medeni arkadaştı. Küçük Sabri arkadaş da vardı. O da çok konuşkan ve güler yüzlü bir arkadaşımızdı. Medeni arkadaş nereli olduğumu ve hangi eyalete gitmek istediğimi sordu. Cevap verdikten sonra, ben de kendisinin nereli olduğunu, nerede ve ne kadar sürede savaşta kaldığını sordum. Üç buçuk yıl savaşta kaldığını söyledi. Bingöl ve Palu'nun da, yeni oluşturulan Erzurum Eyaleti'ne dâhil olduğunu söyledi. Ayrıca bu eyaletin müthiş güzel coğrafyası olduğundan bahsetti.
Tercih bana kalırsa, Erzurum Eyaleti'ne gitmek isterdim, uzun yıllardır biriktirdiğim özlemini gidermek için. Başka ciddi hiçbir nedeni yok. Asıl önemsediğim Kürdistan'dır. Kürdistan kurtuluş savaşında yer almak diye bir hedefim vardır.
Bizde çoğunlukla Kürdistan'a duygusal bağlılık var. Olmasın demiyorum, yanlış görüp reddetmiyorum, ama tek başına yetmez duygusal bağlılık. Bağlılığın gerekleri bilimselleştirilmelidir. Yine bu yaklaşımlara politik perspektif egemen kılınmalıdır.
Eksik olan; politik ve tarihsel perspektiftir. Bir PKK'li için elde silah, güzel Kürdistan dağlarında savaşmak yetmiyor. Bir yurtseverin böyle bir hedefi olabilir, çok doğaldır, ama bir PKK'linin bu kadar daraltılmış bir hedefi olamaz. PKK'li savaşın komutasından daha aşağısını kabul etmemelidir. PKK'liliğin şartları ve gereklerini unutmamak gerekiyor.
Büyük bir olay olan Kürdistan, büyük insanlar ister.
Ş.Selçuk Şahan arkadaş
5 Temmuz '96
- Ayrıntılar
On yıldır içimde taşıdığım bu hikayeye bir tek kelime bile ekleyemeden tekrar başa döndüm. Şimdi on yıl önceki halinden hiçbir şekilde değişmeden, ne eksilmeyi, ne de eklenmeyi kabul etmeden hikaye bütün gücüyle karşımda duruyor. Öylesine bir dayanılmazlığı, öylesine bir meydan okuyuşu var ki, artık bu acımasızlık karşısında boyun eğiyorum.
Bir kez daha Zağroslara doğru yol alırken, o yollardan, o mekanlardan bir kez daha geçerken, bu coğrafyanın bütün ayrıntılarına sinmiş, sarı otların, dere yataklarındaki yosunların, en korkunç sürüngenlerin duruşlarına sarılmış, hayatımızı hayat yapan o derin seslenişi bir kez daha duyumsuyorum. On yıl önce aynı yaz sıcağında içine yuvarlandığım ve henüz erkendir diye, yıllarca kendimle sakladığım, yıllar ilerledikçe ve ben eksik olanı bir türlü bulamadıkça, girdiğim bütün kuytu ormanlarda kaybetmeye çalıştığım, unutursam büyür diye düşündüğüm, ama her karşılaştığımda tamamlanmadığını bir kez daha fark ettiğim hikayeye tekrar aynı yollardan yürüyorum.
Zap nehrinin aktığı derin ve kayalıklı vadiyi aşıp, Yahudi suyu ismini alan Çemço’daki eski değirmeni geçtikten sonra kuzeye doğru dönüyorum. Dizlerim eskisi kadar güçlü olmasa da yaz sıcağında hâlâ zirveleri karlarla kaplı dağlara doğru ilerlerken, on yıl önce bastığım bu kayaları tanıyan bir duygu kaplıyor içimi. Bu eski değirmene gelip öğütülmüş nohut ununu sırtladığımız o günü, nohut unundan ekmek yapmaya çalıştığımız ve peşmergelerin erzak kaynağımız olan bu değirmeni ele geçirmek için saldırdıkları o geceleri, bir bölüklük yeni savaşçılardan oluşan, henüz silahlarının emniyetini açmasını bilmeyen bir bölükle, Mahmut isimli bir komutanın kıyasıya direnişini dün gibi hatırlıyorum.
Bütün beyaz taşların, Faraşin yaylalarının o güzel kızının söylediği gibi, bana güler gibi baktığını fark ediyorum.
Hikaye, ’94 yılının yaz aylarında yalnız ve bir yabancı olarak yaşadığım Almanya’nın bir şehrinde, ismi Sabri Agit olan sessiz bir Kürt genciyle karşılaşmamla başlıyor.
O şehre ve birbirine de yabancı olan iki arkadaş olarak dolaşıyoruz kalabalık caddelerde. Bir tek cümle bile konuşmadan Sabri Agit’e eşlik ediyorum. Onu bir yerden bir başka yere götürmem ve bazı ihtiyaçları karşılamam için görevlendirilmiştim. Kendimin de çok az tanıdığı bu şehirde, alış veriş merkezlerinin orta yerinde ayakkabıcıları dolaşıyoruz. Ondan biraz sıkılsam da, yanımda duran bu çocuğu sessizce izliyorum. Sanırım onunla aynı yaşlardayız. Akran sayılırız…
Kendiliğinden açılıp kapanan kapılardan geçip girdiğimiz her mağazada spor ayakkabılarını eline alıp tek tek inceliyor. Yürüyen merdivenlerden üst katlara çıkarken az da olsa meraklandığını fark ediyorum. O an O’nu daha fazla tanımak için hiçbir ilgi duymuyorum. O’nun hakkında daha fazla bir şey öğrenmek aklıma bile gelmiyor. Reklam filmlerinde gördüğüm bazı markaları ona önererek yardımcı olmaya çalışıyorum. Ayakkabıları zaman zaman ayağında deniyor. Zor beğeneceğini hissediyorum ve sabırla bu esmer çocuğu bekliyorum. Ama bir tek kelime bile olsun konuşmak gelmiyor içimden. Onunla konuşabileceğim ortak bir şey bulamıyorum. Bir an önce işimi tamamlayıp onu aldığım yere bırakmayı düşünüyorum.
Bu benim onunla geçirdiğim ilk ve son günüm oluyor. Akşam güzel, sağlam bir ayakkabı seçtikten sonra -markayı dün gibi hatırlıyorum: Adidas streetball. Ondan tam bir yıl sonra ben de aynı ayakkabıyı alacaktım- sabah onu aldığım yere bırakıyorum. Akşam ayrılırken, onda hiç göreceğimi tahmin etmediğim bir sevinç ifadesinin yüzüne yerleşmiş olduğunu, belki de, bütün gün bu ifadeyle dolaştığını, o kalabalık mağazalarda aynı sevinçle ayakkabılarını aradığını yeni fark ediyorum. Heyecanla elini omzuma koyuyor ve gözlerimin içine bütün sevinciyle bakıyor. Onun yüzüne bakarken tenimi bir utanç kaplıyor. O an terlediğimi hissediyorum.
Bütün gün kendimle küçük bir çocuğu gezdirir gibi baktığım bu çocuk, ne kadar sürdüğünü bilemediğim, ama bana saatler gelen bu bakış esnasında büyüyor. Benden çok uzaklara, çok öteye taşınıyor. Gözleri beni ve benimle birlikte o koca şehri kucaklıyor. Onun omzumu sıkıca tutan ellerinden müthiş bir akım geçiyor bedenime. O an bana kızmasını beklerken, gözlerinde gördüğüm sevinç ile bana dokunmakta olduğunu fark ediyorum. Yavaş yavaş sersemlediğimi hissederken, hayal meyal sözlerini duyuyorum.
Ülkeme gidiyorum…
Ondan ayrılıp aynı kalabalıklara daldığım ve şaşkın şaşkın dolaştığım mağazalarda Sabri Agit’in sevinçli gözlerini düşünüyorum. Bir de yeni aldığı ayakkabılarını. Bir insanın ötekine ilgisizliğinin, aslında kendine yabancılaşması olduğunu, o gün o kalabalık caddede yanımdan hızla geçip giden insanların arasında öğreniyorum.
Sabri Agit’ten tam bir yıl sonra ben de, daha önce hiç görmediğim dağlara, ülkeme geldim. Henüz mekap ile tanışmadığım için aynı ayakkabılar ayağımdaydı. Ve onu merak ediyordum.
O günlerde isminden öte hakkında hiçbir şey bilmediğim o esmer çocuğu görmek için can atıyorum. Bu dağlarda bir yerlerde olduğunu iyi biliyorum. 95 Güney Savaşı’nın kıyasıya sürdüğü o günlerde dağdan dağa dolaşırken, bir yerlerde onunla karşılaşmak için uğraşıyorum. Henüz yürümeyi iyice öğrenemediğim halde yine de önüme gelen her gerillaya onu soruyorum. Çemço’daki nohut öğüten değirmene un getirmeye, diğer bölüklerden gelecek olan gerillalarla karşılaşır ve belki Sabri Agit ile karşılaşırım diye, Mahmut arkadaşın şaşkın bakışları içinde, her defasında kendimi gönüllü öneriyorum.
Beni görsün istiyorum. Beni duysun istiyorum. Onu görüp elimi onun omzuna koyup, gözlerinin içine bakıp, işte ben de geldim, demek istiyorum. Bir türlü olmuyor, bir türlü karşılaşamıyoruz. Savaşın yoğunluğu ve henüz alışamadığım sert coğrafya hafızamı kaplıyor. Kürdistan ormanlarında kaybolup gidiyorum. Kendimle uğraşırken, yavaş yavaş Sabri Agit’i unutuyorum. Ama seçtiğimiz ayakkabı gerçekten sağlam çıkıyor. O kışı ve gelecek baharı o ayakkabılarla geçiriyorum. Paramparça olup atmak zorunda kalıncaya kadar giyiyorum. Ve lojistikçimiz tarafından yeni bir mekap verilince ayakkabılarımı atmaya kıyamıyor, yerini hâlâ çok iyi bildiğim bir kaya aralığına saklıyorum.
‘96 yılının Kasım ayının ilk günlerinde Çukurca’ya bağlı Ertuş karakoluna saldıracak gerilla güçlerine katılmak üzere tekrar Zağros Eyaletine geçiyorum. Eylem için Gerdi ve Oramar güçlerinin de geldiğini öğreniyorum. Büyük bir eylem olacağı kulaktan kulağa yayılıyor. Kameramı, fotoğraf makinemi ve yanıma alabildiğim kadar kamera kaseti alıp yollara koyuluyorum. Bana yol gösteren gerillalarla birlikte bir gece Çemço’daki değirmeni geçip Kinyaniş vadisinde konumlanmış eylem güçlerine ulaşıyorum.
Eylem saatini bekleyen gerillaların bütün düzenlemeleri yapılmış. Eylemde yer alacak bütün gruplar belirlenmiş. Artık karanlık iyice bastırdığı için çekim yapamıyorum. Bütün grupların dinlenmeye ayrıldıklarını öğreniyorum. Yanımdan geçen bir gerillaya saldırı grubunun nerede olduğunu soruyorum. Karanlığın içinde bir kayanın ardını işaret ediyor.
Kayayı dönüp saldırı grubunun yanına geçerken yirmi beş silahın şarjörleri bantlanmış şekilde kayaya dayalı beklediğini görüyorum. Yirmi beş gerilla yan yana uzanmış közlerin başında uyurken, ayakuçlarına, közlerin diğer tarafına çöküyorum. Uyuyan bu yirmi beş gerillayı, karanlığın bu en sessiz şiirini, iç içe kıvrılmış bu yirmi beş çocuğu, belleğime kazınan bu görünümü hayatım boyunca bir daha unutamayacağımı bilmeden seyrediyorum.
Birkaç saat sonra, Ertuş Karakolu’nun, bin beş yüze yakın askerinin konumlandığı Şehit Cihat tepesine saldıracak bu yirmi beş Kürt çocuğa, isimlerini bilmeden, yüzlerini bir kez olsun görmeden bir rüyadaymış gibi sessizce bakıyorum. Seyrettiğim bu rüyanın sessizliği ve bu sessizliğin içindeki dehşetin belleğimin en vazgeçilmez parçası olacağının o gece hiçbir şekilde farkında değilim.
Orada ne kadar oturduğumu ve bu rüyanın ne kadar sürdüğünü bilemiyorum. Bir zaman sonra uyuyan gerillalardan bir tanesi kefiyesini hafifçe kaldırıyor ve yavaşça doğruluyor. Karanlıktaki yüzün ateşin közlerine yaklaşınca gülümsediğini ve bu gülümsemeyi çok iyi tanıdığımı fark ediyorum.
Sabri Agit usulca doğrulup karşımda oturuyor. Yine bütün sessizliği ve bütün içtenliği ile rüyamın içinde gülümsüyor. Karanlık içinde birbirimizi tanıyoruz, birbirimizi selamlıyoruz. Sanki beni bekliyormuş gibi bütün sakinliğiyle karşımda oturuveriyor. Onunla konuşmaya başlamak için can atıyorum. Ama konuşacak bir tek kelime bulamıyorum. Konuşmak istiyorum, ama zaten bu karanlık, eylem öncesinin bu sessizliği her şeyi anlatmaya yetiyor.
Onun şu an dinlenmesi gerektiğini de çok iyi biliyorum. Bu gece O’nu kıyasıya bir çarpışma bekliyor. Sabri Agit ellerini közlere uzatıp usulca ısınıyor. Yine aynı gülümsemesiyle gözlerime bakıp, eylemden sonra konuşuruz diyor. Tamam, eylemden sonra konuşuruz diye onaylıyorum. Sabri Agit, kefiyesini üzerine çekip arkadaşlarının arasına uzanıyor. O gece orada daha ne kadar oturduğumu ve közlerin başında hayatlarının en güzel rüyalarını gören bu çocukları daha ne kadar seyrettiğimi tam olarak hatırlamıyorum.
Yarın güzel bir sabah olacak. Sabri Agit ile birlikte serin sularıyla değirmeni döndüren derenin kenarında oturacağız. Çantalarımızda sakladığım cevizleri çıkarıp teker teker çıkarıp önüne sereceğim. Varsa bir de çay yapacağım. Çünkü ceviz, çay ile birlikte çok güzel gider. Doyasıya bir sohbete başlayacağız. Konuşmadıklarımızı konuşacak, söylemediklerimizi söyleyeceğiz. Etraftan gülüşlerimizi duyan arkadaşlar da katılacaklar sohbetimize. Ama yağma yok, sohbetimizi dağıtmayacağız. Birer bardak çay da onlara ikram edeceğiz. Kırdığımız cevizlerden onlara da vereceğiz. Ona her şeyi soracağım, hakkında her şeyi öğreneceğim. Bir tek sırrını bile gizleyemeyecek benden. Sohbetimizi dinleyen arkadaşlar şaşacaklar, hatta biraz kıskanacaklar. Neden böylesine Sabri Agit ile ilgilendiğimi öğrenmek isteyecekler. Başta söylemeyeceğim. Israr etmelerini bekleyeceğim. Yeterince ısrar ettiklerine kanaat getirdikten sonra usul usul bu hikayeyi anlatacağım…
Sabri Agit o gece Ertuş Karakolu’nun Şehit Cihat tepesinden dönmedi. Eylem sabahı geri çekilen gruplar arasında onu çok aradım, bulamadım. Bir tek kişiye bile sormaya dilim varmadı. Duymaya dayanamayacağımı bildiğim için eylem sonuçlarını kimseye soramadım. Kalabalıklar içinde gülüşünü aradım, göremedim. Sessizliğini aradım, duyamadım…
Daha sonra, başka taraftan geri çekildiğine kendimi ikna ettim. Ve biz karşılaşmadan ait olduğu taburuyla birlikte yeniden Gerdi alanına geçmek zorunda kaldığını, buradan ayrılmadan Çemço’daki değirmene gelip nohut unu aldığını ve son anda rastladığı bir arkadaşıyla kameraman Halil’e selam gönderdiğini hayal ettim.
- Ayrıntılar
Agit arkadaşı ilk olarak 1985 yılının Ağustos ayında gördüm. Pusuya düşmüştük. O zaman A. arkadaşın grubunda yer alıyordum. Pervari’ye gitmiştik ve Pervari’de, Masiro suyunun başındaki bir noktada Agit arkadaşı görmüştüm. Fakat ne biz onu, ne de o bizi tanıyordu. Onunla birlikte başka arkadaşlar da vardı. Elbette daha ilk görüşte birçok özelliği hemen dikkatimi çekmişti. Yani arkadaşlarla ilişkisi, hal ve hareketleri, davranışları hepimizin dikkatini çekmişti. Elinde bir M-16 silahı, çantası ve bazı eşyaları vardı. Çok iyi hatırlıyorum; öğle vaktiydi ve hepimiz yemeğe oturmuştuk. Ancak sanırım yemek üzerinde biraz çok kalmamızdan olacak ki, ‘Doymadınız mı?’ demişti. Agit arkadaşın öyle demesi üzerine çok utanmış ve hemen yemekten kalkmıştım. Agit arkadaş benim bu tavrımı fark edince ‘Utandın bu yüzden yemedin değil mi?’ demişti. Evet, gerçekten de utanmıştım.
Daha sonra oradan ayrılarak başka bir noktaya gittik. 1985 yılının Ağustos ayıydı ve merkez toplantısı yapılacağı için herkes bu yeni gittiğimiz noktada toplanmıştı. O toplantıya katılanlardan şu anda hatırladıklarım Abbas ve Agit arkadaşlarla birlikte bir de Kör Cemal’dir. Elbette ismini hatırlayamadığım başka arkadaşlar da toplantı için hazır bulunuyorlardı.
Agit arkadaş yaşamı, tavırları ve her şeyiyle çok doğal bir duruş sergiliyordu. O toplantı sürecinde geçen ve arkadaşın doğallığını ve şakacılığını ifade eden bir anısını kısaca anlatabilirim. O noktada kaldığımız süre içerisinde, köylülerin otlatmak üzere araziye çıkardığı koyunların bir kısmı kaybolmuş ve bu koyunlar bizim bulunduğumuz suyun üzerine gelmişlerdi. Koyunların yanımıza gelmesi üzerine Agit arkadaş ‘Bu koyunları keselim’ diye öneride bulunmuş fakat A. arkadaş ‘Köylülerin koyunlarını izinsiz kesemeyiz’ diyerek Agit arkadaşın bu önerisine karşı çıkmıştı. Fakat Agit arkadaş birkaç kez daha ısrar etmiş ve her seferinde A. arkadaşın engellemesiyle karşılaşmıştı. Bunun üzerine Agit arkadaş, ‘Gidip bu taşın üzerinden sesleneceğim. Eğer üç seslenmeden sonra koyunların sahibi çıkmazsa onları kesebiliriz.’ demişti. Agit arkadaş bu fikrini de İslamiyet’te bulunan, ‘Eğer kaybolan bir şeyin sahibini bulmak için üç kez seslendikten sonra onun sahibi çıkmazsa onu alabilirsin’ şeyine dayandırıyordu. Sonuçta Agit arkadaş taşın üzerine çıkmış ve koyunların sahibinin olup olmadığını öğrenmek için üç kez seslenmişti. Aslında bu onun yaşamdaki ciddi ve olgun duruşu yanında zamanında ve yerinde olmak kaydıyla yaptığı esprilerle ortamı nasıl bir sıcaklığa kavuşturduğunu gösteren bir olaydı.
…
1986 yılında devlet, Gabar’a bağlı Q. köyüne silah vermişti. Agit arkadaş bu köyün silahlarını almak için bir eylem planlaması yapmış, ancak bu eylemde kimsenin ölmemesi için özellikle uyarıda bulunmuştu. Sadece devletten silah alanların silahlarına el konulacaktı. Bu eylemde Agit arkadaşın taktik ustalığını görmek mümkündü. Eylem köy erkeklerinin hutbeye gittikleri saatte yapılacaktı. Çünkü hutbede oldukları bir saatte eylemi kan dökmeden gerçekleştirmek daha kolay olacaktı. Eylem planlaması bu temelde yapılmıştı. Sisli bir gündü ve yerde hala kar vardı. Köylüleri hutbede yakaladığımızdan, aynı Agit arkadaşın planlamasında olduğu gibi hiç kan dökmeden silahlarını almıştık. Qarneyi köyüne yapılan bu eylemden sonra aynı tarz bir eylem de Z. denilen başka bir çete köyü için planlanmıştı. Yani bu eylemde de hiç kayıp vermeden ve köylülerden kimseyi öldürmeden silahlara el konulacaktı. O köyden bazı arkadaşların da bizimle beraber olması, eylemin daha kolay olacağını düşünmemize neden olmuştu.. Mart ayının 19’uydu. Akşam saatlerinde köylülerin bostandan geldikleri bir saatte pusu atmıştık. Köylüler yaklaştığında ‘Durun ve silahlarınızı bırakın’ diye köylülere seslenmiştik. Fakat köylüler planladığımız gibi davranmamış, ‘Sizin elinizdeki namussa, bizim elimizdeki de namustur.’ diyerek bize ateş açmışlardı. Köylülerin ateş açması üzerine biz de karşılık vermiştik. Çıkan çatışmada biz kayıp vermemiştik fakat köylülerden birkaç kişi vurulmuştu. Bu eylemde Agit arkadaş hazır değildi. Belki o olsaydı köylülerden kimseyi öldürmeden de eylemi gerçekleştirebilirdik.
Eylem yerinden akşam noktaya döndüğümüzde, Agit arkadaş yeni bir eylem planlaması için bizimle bir toplantı yapmıştı. S. ve F. köylerinde düşman askerlerine pusu atılacaktı. Bu eylemi yaklaşan Newroz bayramı ve Mazlum arkadaşın anısına yapacaktık. Agit arkadaş eylem planlamasını anlattıktan sonra ‘Askerlere sabah saat 4–5 arası pusu atacağız. Newroz’u kutlayacağız. Mazlum arkadaşın anısına Newroz’u eylemimizle kutlayacağız. Türk devleti kanımızı döküyor, biz de yarın onların kanını dökeceğiz’ demişti. 20 Mart sabahı saat 4–5 civarıydı. Gün aydınlanmıştı ve Agit arkadaş eylem planını tüm ayrıntılarına kadar hesaplamıştı. Yani önce geçen askerlere taş yuvarlayacak, daha sonra da tarayacaktık. İki grup halinde örgütlendirilmiştik. Harun arkadaşın grubu F. kapısına gitmişti. Benim içinde olduğum Agit arkadaşın grubu ise S. kapısında kalmıştı. F. kapısındaki askerler, beklediğimizden erken görünmüşlerdi. Bizim bulunduğumuz taraftaki askerler ise biraz aşağıda kalmışlardı. Harun arkadaşın grubu askerleri taradığında S. tarafındaki askerler silah seslerinden dolayı yerlerinden çıkmamışlardı. Silah seslerini duyan Agit arkadaş; ‘Hemen gidelim. Fazla kalmamız iyi olmaz, helikopter gelirse indirme yapar.’ demişti. Geri çekilmeyi yaptıktan sonra eylemi yapan Harun arkadaşın grubuyla bir yerde toplanmıştık. Eylemde silah, çanta, radyo vb. malzemeler de alınmıştı.
Aynı gün yani 20 Mart’ta Gabar’a doğru yola çıkmıştık. Oradan da B. köyüne gidecektik. Meydin sırtlarına gelmiş fakat köyde asker olduğundan girememiştik. Meydin sırtlarında yaklaşık altı gün kalmıştık. Hatırladığım kadarıyla 25 ya da 26 Mart günü arkadaşlar gidip koçerlerden bir torba un, beş kilo yağ, iki kilo tuz ve birkaç kilo da şeker getirmişlerdi. 27 Mart’ta Agit arkadaş ‘Hazırlanın randevuya gideceğiz. Diğer karakolu da kaldırmamız gerekiyor. Bu karakolu kaldırırsak, düşman araziye fazla çıkamaz ve halka da fazla baskı yapamaz.’ demişti. Ben, Y. ve C. arkadaşlar yolu kontrol etmek için görevlendirilmiştik. Biz önden gidip yolu kontrol etmiş ancak etrafta herhangi bir şey görememiştik. Etrafta herhangi bir hareketlilik olmadığından, durumu soran Agit arkadaşa etrafta asker olmadığını bildirmiştik. Önce yolu tanıyan birkaç arkadaş geçmişti. Gelen arkadaşların içinde Şehit Harun ve Şehit Şehmus arkadaşlar da vardı. Bu arkadaşlar yolu kontrol ettikten sonra Agit arkadaşa düşman olduğunu söylemişlerdi. Grubumuz 32 arkadaştan oluşuyordu ve askerlerin olduğu yönden gitmek grubu riske atmak olacaktı. Bu yüzden Agit arkadaş ‘Askerlerin bulunduğu yönden gitmeyelim. Başka bir yerden dönelim.’ demiş, böylelikle karşımıza çıkan beklemediğimiz durum karşısında inisiyatifi elden bırakmamış ve hemen bir alternatif yaratmıştı. Döneceğimiz yer S. köyüne doğruydu. Grup olarak gidip bir yerde bekledik. Burada ateş yakıp birer sigara içtikten sonra herkes karı temizleyip tahtalar üzerinde yerini yapmış ve dinlenmeye başlamıştı. Zaten battaniye, mont vb. eşyalarımız yoktu.
Gece bir buçuk civarında tekrar harekete geçmiştik. Çok güzel bir hava vardı. Yukarıda yıldızlar, yerde donmuş kar geceye ayrı bir güzellik katıyordu. Bir, bir buçuk saat kadar yürüdükten sonra öncüler durmamızı söylemişlerdi. Çünkü yolda izlere rastlamışlardı. Bu durumu netleştirinceye kadar beklememizi söylemişlerdi. Herkes durduğu yerde yorum yapmaya başlamıştı. Bazıları ‘Dünün izleridir.’, bazıları ‘Keklik izleridir.’ diye yorumlar yapıyordu. Agit arkadaş ‘Gürültü yapmayın. Biraz bekleyelim, eğer düşmanın izi ise zaten pusuya düşmüşüz demektir.’ demişti. Bir süre öylece bekledik. Birden kendimizi büyük bir ateş çemberinin içinde bulmuştuk. Atılan bombaların ve patlayan silahların sesleriyle hepimiz kendimizi yerde bulmuştuk. Tüm bu gürültü içerisinde duyduğum tek ses ‘Geri çekilin’ sesiydi. İbrahim arkadaşla bir taşın yanındaydık. Daha sonra izli mermiler atıldı. Metin arkadaş da yaralanmıştı. Geri çekilme yaparak bir yerde toplanmış ve hemen arkadaşları saymaya başlamıştık. Ancak Lezgin ve Agit arkadaşlar yoktu.
Hepimiz onları aramaya koyulmuştuk. İki noktaya da bakmış, ancak onları bulamamıştık. O zaman yaptığımız en büyük ve halen ağırlığını en derinden hissettiğim hata Agit arkadaşın cenazesini almamamızdı. On şehit verme pahasına da olsa, Agit arkadaşın cenazesini mutlaka almalıydık. Cenazesi düşmanın eline geçmemeliydi. Onları bulamadan son noktaya doğru yola çıkmıştık. Çatışma akşama kadar devam etmişti. Akşam olduktan sonra bir tepenin başında durmuştuk. O sırada Siirt yönünden çıkan ona yakın helikopterin, pusuya düştüğümüz yere indirme yaptığını gördük. Gabar’ın köyleri askerlerle dolmuştu. İndirmeler akşama kadar sürmüştü. Her taraf askerler tarafından tutulmuştu. Birçoğumuz artık kurtulabileceğimizi hiç düşünemiyorduk. Akşama kadar mevzide kalmıştık. Yaralı arkadaşlar da vardı ancak onlara verebilecek fazla bir yiyeceğimiz yoktu. Elimizde sadece çok az bir şeker ve suyumuz vardı. Bunlarla da ancak yaralı arkadaşları besleyebiliyorduk.. Akşam saat yedi sıralarında Türk kanalları ‘Apo’nun sağ kolunu öldürdük’ diye bir haber yayınlıyorlardı. Agit arkadaşın şehit düştüğünü böyle öğrenmiştik. O anı anlatmak, yaşadığımız duyguları dile getirmek gerçekten çok zor. Aradan geçen bunca yıla rağmen, hala o anın duyguları bugünkü gibi taze. Bu haber üzerine hiçbirimizde moral kalmamıştı. Dile getirilmesi çok ağır bir atmosferdi o an yaşadıklarımız.
Agit arkadaş adeta yaşayan bir PKK ve Apocu ruhtu. Herkese hayat veriyordu. Onun yanında başarmanın dışında kimse farklı bir şey düşünmezdi. Agit arkadaşı şahadetinden sonra daha iyi anladığımızı, tanıdığımızı söylemek yanlış olur. Çünkü onunla kalan arkadaşlar, onun yaşarken nasıl bir insan, komutan ve savaşçı olduğunu görebilmekte, hissedebilmekteydi.
…
Ben biraz da Agit arkadaşın insanlara yaklaşımını, yaşam anlayışını anlatmak istiyorum. Agit arkadaş herkesle arkadaş olabiliyordu. Mesela bir çobanla da, bir çocukla da arkadaşlık yapabiliyordu. İnsanları kazanmak onun için her zaman esas olandı. Yani insanlara değer verirdi.
Bizlere sürekli olarak Kemal Pir ve Mazlum arkadaşların örneklerini verirdi. Mazlum ve Kemal Pir arkadaşlarla birlikte kalmıştı. O zamanlar düzenli eğitim görme imkanımız olmadığından, yaşamın her anını bizim için bir eğitim alanına dönüştürmeye çalışırdı. Yemekte, eylemde, yürürken, sürekli bu arkadaşların eylemlerini bize anlatırdı. Yine tarihte adı geçen büyük önderlerden bahsederdi. Mao’dan, Lenin’den bahsederdi. Tabii biz onların kim olduklarını fazla bilmiyorduk.
Agit arkadaşın en belirgin bir özelliği de arkadaşlarla arasına fark koymamasıydı. Yani bir savaşçı nasıl yaşıyorsa, Agit arkadaş da öyle yaşıyordu. Küçük bir örnek verecek olursak, nöbet listelerini sürekli kendisi düzenler, göreve giden arkadaşların yerine çoğu zaman kendisi nöbet tutardı. PKK Merkez Komite üyesiydi ama bir savaşçı gibi yaşıyordu. Agit arkadaşın yaşam tarzına baktığında yerine göre bir komutan, yine yerine göre bir savaşçı olduğunu çok rahatlıkla görebiliyordun. Bizlere okuldaki anılarını anlatır ve yaptığı esprilerle en kötü durumda bile bizlere moral vermeye çalışırdı. O zamanlar bunu yapmak, koşulların zorluğunu unutturmak gerçekten çok önemliydi ve bunu herkes yapamıyordu.
Tekrar geriye gidersek, 1986 Şubat ayında girdiğimiz bir çatışmada, atılan mermilerin hesabını sormuştu. Bazıları yirmi, bazıları otuz mermi atmıştı. O zaman: ‘Siz attığınız mermileri tekrardan kaldırabiliyor musunuz? Bunları halk size veriyor, siz de gidip onları getireceksiniz. PKK’nin deposu yok. Bu nedenle düşmanın üzerinden silah kaldırıp kendi cephanemizi kendimiz yaratacağız.’ diyordu. Yine aynı yıl 15 Şubat’ta yapılan toplantıda hiçbir şeyimiz yoktu. Ne ekmek, ne çay, ne de sigaramız vardı. Agit arkadaş çok sigara içerdi. Fakat kutusunda tek bir sigarası kalmıştı. Toplantıya ara verildiğinde, kutusunda kalan son sigarayı da içmesi için bir arkadaşa vermiş, fakat arkadaş son sigara olduğu için içmemişti. Agit arkadaş ‘Ben içersem kokusu size gelir. Bunun için her biriniz birer yudum alın ki ben de içebileyim’ demiş fakat Agit arkadaşın tüm çabasına rağmen arkadaşlar içmeyince sigarayı tekrar kutusuna koymuştu. Daha sonra gittiğimiz bir köyde her arkadaşa tütün verildikten sonra, o da o kutusuna koyduğu sigarayı içmiş, o zamana kadar sigarasını içmemişti. Yani Agit arkadaş yaşamıyla örnek bir komutandı. Onun yaşamı, ilişkileri sürekli öğreten bir tarzdaydı. Ama bir o kadar da mütevazı bir yaşam öğretmeniydi. Agit arkadaş o süreçte yapılan birçok eylemde bizzat kendisi öncülük yapmıştı. Yani söylediğini uygulayan bir savaş komutanıydı o.
Bu anlamda Agit arkadaşın tarzını bir kez daha anlamak bizim için çok önemlidir. Başkan Apo’nun felsefesinde olmaz diye bir şey yoktu ve Agit arkadaşın da kendisine esas aldığı felsefe buydu. Fakat bugün birçok imkan olmasına rağmen, bunları yeterince değerlendirememekteyiz. Tabii o zamanlar sayının az olması, kontrol ve hakimiyeti kolaylaştırıyordu. Bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Agit arkadaşın kadına yaklaşımı da daha o zamanlarda öğreticiydi. Hiçbir zaman kadını küçük ya da yük gibi gören bir yaklaşımı olmadı. O süreçte şehit düşen ve bu vesileyle tekrar andığımız birçok kadın yoldaşımız vardı. Havva, Saadet, Ruken ve Sultan arkadaşlar isimlerini hatırladıklarımdır. Bu arkadaşlar 1985 yılında şehit düştüler. Agit arkadaş onların şahsında gelişen Kürt kadınını görebiliyordu.
Agit arkadaşı anlatmak benim için çok zor olsa da, onunla yaşamış olmak da aynı derecede gurur veriyor. PKK’nin böyle yiğit bir önderi ile yaşamış olmak bizi bugünlere kadar getirmiştir. Çünkü mücadeleyi onlardan öğrendik ve bu, Önderliğe, şehitlere olan bağlılığımızın her zaman yeşeren tohumları olmuştur. Mücadele içerisinde bulunduğumuz süreç boyunca ihanetçilerle de yaşamamıza rağmen, Agit arkadaş ile yaşamış olmanın bize verdiği güçle, ihanetçilerin üzerimizde hiçbir etkisi olmamıştır.
Agit arkadaş partinin yetkilerini herkese vermezdi. Bu konuda görevlendirdiği arkadaşların hepsi, büyük kahramanlıklarla göreve bağlılığın somut örneklerini yaratmışlardır. Hatırlıyorum; o zamanlar ihanetçi Zeki de grubumuzdaydı. Fakat tüm o süre boyunca, Agit arkadaş şehit düşene kadar da Zeki’nin grupta herhangi bir görev aldığını görmedim. Agit arkadaş, hem Merkez Komite üyesiydi, hem de takım komutanımızdı. Agit arkadaşın bizzat görevlendirdiği arkadaşlardan hatırladıklarım şunlardır: Dersimli Kemal arkadaş; 1987 yılında Xani’de şehit düştü. Serhat’lı Cafer arkadaş; 1987 yılında benim yanımda şehit düştü. Harun arkadaş; Amed’in Lice ilçesinde şehit düştü. Dersim’li Sarı Hüseyin arkadaş; Savur’da bir evde yemeğe konan zehirle şehit düştü..
Agit arkadaşın eşyaları Cafer arkadaşın yanındaydı. Bu eşyaların yanında Agit arkadaşa ait olan yazılar da vardı. Fakat bu yazılarla birlikte, diğer eşyaları da yakılmıştı. Bütün eşyaları bir çantanın içindeydi.
15 Nisan 1986’da Gabar’da P.S. denen yerde, Agit arkadaşın anısına yaptığımız bir eylemde çatışmaya girmiştik. Çatışmaya giren grupta on bir arkadaş vardı. Çünkü grup grup dağılmıştık. Bu çatışmada etrafımız kuşatılmıştı. Cafer arkadaş kuşatmadan kurtulmamızın mümkün olmadığını, bu yüzden önce Agit arkadaşın eşyalarının bulunduğu çantayı yakacağını, daha sonra da bombalarımızla intihar edeceğimizi söylemişti. Seyit arkadaş ve ben düşmanın uzak olduğunu, bunun için eşyaları yakmadan ve bombalarımızı patlatmadan önce biraz beklememizin daha iyi olacağını söylemiştik. ‘Çatışırız, daha sonra eğer mermilerimiz biterse, o zaman intihar ederiz.’ demiştik. Fakat Cafer arkadaş eşyaların düşmanın eline geçmesinden çekindiği için çantayı hemen yakmıştı. Biz de bir şans eseri kuşatmadan kurtulmuştuk.
Şehitlerimize karşı borçlu olduğumuzu her an hissederek yaşamak bizim için çok önemli bir sorumluluk ve ağırlık duygusunu ifade ediyor. Onların anısına göre olmayan tek bir günü bile kendimiz için kabul etmememiz, bu anlamda her zaman onun ahlaki ve vicdani hesaplaşması içinde olmamız gerekiyor. Bugün vesilesiyle Agit arkadaş şahsında tüm şehitlerimiz bir kez daha saygıyla anıyorum.
- Ayrıntılar