“Damın üstünden sabaha kadar sizi izleyeceğim, sağlam geçerseniz sabahla birlikte güneşe ayna tutacağım”
Bazen hiç tanımadığımız bazı kavramlar yaşamımıza girer ve her şey onlara göre belirlenir. Nasıl geldi, nereden geldi ? sorularının cevabını daha bulamadan yaşamımızın bizden olmayan kavramlarla doldurulduğunu ve ona göre yaşıyor olduğumuzu görürüz. Bir yabancı gelir, aile yaşamımıza kadar her şeyi belirler.
Görünmez zincirler dedikleri bu olsa gerek. Kürtler de, bu zincirlerden fazlasıyla vardır. Anlam verilmeyen yeni bağlar gibi, anlam verdiği ve kendisinden olan anlamsız bağlar. Kürtlerin yuvasına çokça el uzatıldığı için, nasıl geldiğine anlam verilemeyen kavramlar da çok fazla olur. Bunların bir kısmı kanıksanır, bir kısmına uyulmak zorunda kalınır.
Bu kavramların bir-iki tanesi üzerinde duracağız. Sınır ve öte taraf. Kürtlerin kulağına bunlar hiç de hoş gelmez. Ama çok fazla da dinlemiştir. Sonra farkında olmadan kanıksar. Kendi akrabalarına ‘öte taraftakiler’ der ve bu ağırlığı ömrünün sonuna kadar yaşar. Tarlaların ortasından geçen telleri, sınır olarak kabul etmek ona zor gelir. Uymak zorunda kalmıştır.
Sınır, tarih boyunca Kürtlerin hiç tanımadığı bir kavramdı. Onlar hiç kimseyle aralarına sınır koymamışlardı. Herkesle kardeşçe yaşamışlardı. Türklerle, Araplarla, Farslarla, Ermenilerle, Asurilerle ve daha bir çoklarıyla. Hep iç içe ve birlikte. Ama şimdi kendi köylerinin ortasına sınır çekilmişti. Yıllarca beraber yaşadığı komşusunun evine gidemez. Ya da ölümü göze alarak gider.
Önce korktu, sonra ölümü göze almayı öğrendi. Artık sınırlar delik deşik edilecekti. Kaçakçılık bir meslek halini alacak. Bazıları becerileriyle ün salacaklardı. “Ünlü kaçakçı” yeni bir toplumsal statü olacaktı.
Sonra tedbirler geliştirildi. Teller ikiye çıkarıldı. Olmadı...üçe çıkarıldı. Yeni tür teller de çözüm olmadı. Mayın tarlaları ve iz tarlaları da oluşturuldu. Hiç biri engel olamadı. Can verenlerin sayısı arttı. Kahramanlık türküleri ve destanları çoğaldı. Artık sınırlar daha çok delinecekti.
“Eskiden hayvan ölülerinin kokusundan sınıra yaklaşılmazdı. Her aile bir can vermişti. Köyler sakatlarla doluydu” dedi yaşlı adam, iç çekerek. Bir taraftan da bizi süzüyordu. ‘Yazık olacak’ der gibiydi. Endişeliydi. Sınırda artık gerilla cesetleri de vardı. Gerilla kanı da akmıştı. Bunu kabullenemiyorlardı. Yaşlı ana, son görüşüymüş gibi gözlerimize bakıyordu. Ne de olsa bir ana. Yüreğinin bir parçası olarak görüyor. Hedefimizi benimsese de yaşamamızı daha çok istiyor.
Bir gerilla vurulduğunda, her ananın yüreğinden bir parça kopar. Yüreği yanık analar, tüm gerillaları öz evladı olarak görürler.
Derinden yüzümüze bakması için fazlaca sebebi vardı. En genç olanımıza gözleri takılı kaldı. ‘Hiç birisi ulaşamadı’ dedi, ağlamaklı olarak. Haklıydı, bir çok gerilla grubu ya sınırı geçememiş, ya da geçtikten sonra ovalık araziyi kesmeden vurulmuşlardı. O güne kadar hiçbir grup sağlam geçememişti. Ve her gerilla, yüreği yanık ananın elini öperek ayrılmıştı. Sonra uğursuzluğu elinde aramış ve kimseyle vedalaşmamaya karar vermişti. Bu kararını bize de uygulayacaktı.
İslahiye ovası gerillayı yutan bir bataklık haline gelmişti. Bizden önce geçen gruplar ya tümden ya da yarı yarıya darbe yemişlerdi. Gerilla için çok tehlikeli bir geçiş bölgesiydi. O gün itibarıyla buradan geçmek zorundaydık. Sonraları birçok seçenek yaratılacaktı. Geçişin zorluğunu biliyorduk. Grubumuz da buna göre örgütlenmişti. Ya bir gecede sınırı ve ovayı geçip Amanosların zengin ormanlarına ulaşacaktık ya da yaşlı ananın yüreğinden bir parça daha kopacaktı.
Her şey bir gecede yapılacaktı ve ovalık arazi çok genişti. Olağanüstü bir çaba gerekiyordu. Biz bu çabayı göstermeye kararlıydık ama hesapta olmayan faktörler de vardı. Yolumuza çıkacak bir engel, bir-iki saat zaman kaybetmemize neden olabilirdi. Bu da bir felaket olurdu.
Amanoslar, Akdeniz’den başlayarak Kuzeye doğru yükselir. İslahiye’ye kadar ince bir hat şeklinde yol alır ama sonrasında bir dünya kadar genişler. Ordular girse kaybolur. Arazideki farklılaşma bir kopuşa da neden olmuştu. Afrin dağları, onun küçük bir parçasıydı. Aralarına genişçe bir arazi yani ovalık girmişti. Bereketli bir ovaydı. Teller ovanın bittiği yere çekilmişti. Ova, kuzey sınırları dahilinde kalmıştı. Güney tarafı ovadan çok az yararlanıyordu. Bu haksızlık, verimli dağ topraklarıyla kapatılmıştı. Güney dağlık arazisi engin ve sulaktı. Baştan başa Afrin’in sembolü olan zeytin bahçeleriyle süslenmişti. Ağaçlar askeri bir birliğin içtimada duruşu kadar disiplinli bir şekilde peş peşe sıralanmıştı. İslahiye köylüleri ise, verimli ovayı karış karış işlemişlerdi. Su kanalları, vücudu dolaşan damarlar gibi tüm ovayı kucaklamıştı.
İnsan boyunu aşan bağları, çevreyi kıskandırtıyordu. Mevsiminde hiç elinizi kullanmadan, ayakta, doyasıya çekirdeksiz üzüm yiyebilirsiniz. Bostanlıkları bir başkadır, pamuk ve biber tarlaları bir başka. Köylüler ovayı çok severler.
Kuzeydeki dağlık arazi geçit vermez, ormanlıktır. Bir tek tarla ve meyve ağacı bulamazsınız. Amanosların zirvesi dört mevsim kardır. Çevresine sürekli hükmeder. Etekleri yumuşak, zirveleri serttir. Güney köylüleri fırtınasından hep çekinmişlerdir. Bir büyüklük de aramışlardır. Gizliden gizliye özenirler de. Zirvelerindeki karlar nedeniyle Ak dağ adını vermişler ve ötesini hep merak etmişlerdir.
Meraklarından dolayı bize bir-çok soru soruluyordu. Öte taraf, merakları kamçılıyordu. Sınır, günlük yaşamına işlemiştir. Sınırları çok delse de yakındaki köylülerle ilişkisi olmuştur. Daha kuzeydeki kardeşleriyle ilişkilenemez, yüreği kaynar. Amanosların ötesini merak eder. Sınırlar bu merakı getirmiştir. Öte taraftakiler. Öte yaka. Ama hep bir merak; ne yapıyorlar acaba? Dağlar daha mı yüksek?
Harekete hazırlanan grubumuzda büyük bir merak ve heyecan vardı. Yaşlı ananın merakı ve tedirginliği bizi de etkilemişti. Tehlikeyi ciddi ciddi tartışıyorduk. Oysa öncesinde de tehlikeyi biliyorduk ama coşkumuz bir umursamazlık da getiriyordu. Bunun diğer adı, tedbirsizlikti. Şimdi diğer uca kayma tehlikesi beliriyordu. Aşırı duyarlılıktan, hiçbir iş yapamamak. Deneyimli kadrolar bunu görüyor ve hemen dengeliyordu. Zorluğu ve tehlikesi yüksekti ama başarılması da mümkündü. Biraz da devrimci romantizm lazım. Bir çok şey göze alınmazsa, baştan yenilgiyi kabul etmek olurdu.
Kavramın yerleştiği şekli ile “Öte tarafta” sınıra en yakın köyde, bir evde gizlice barınırken bir çok şey düşünüyorduk. İlk adımımı attığım gerillacılığın dönüştürücülüğünü nasıl yaşayacaktım? Başarılı olacak mıydım? Alanıma ulaşabilecek miydim? Bunlar yalnızca benim için değil, grubun ağırlıklı bir kısmı için geçerliydi. Onlar da benim gibi ilk adımlarını atıyorlardı. Alışkın oldukları kibar kent yaşamı, yerini haşin dağ yaşamına bırakacaktı. Bazen ayakta kalabilmek bile ciddi bir beceri isteyecekti.
Bu düşünce ve tartışmaların yanında keşif çalışmaları da sürdürülüyordu. Gece ve gündüz keşif faaliyetleri yürütülüyordu. Sınırdaki asker sayısı artırılıyordu. Bazı yerlerde çadırlar kurulmuştu. Bahar ile birlikte grupların geçiş yapacağı biliniyordu. Dönen kuryelerle sürekli tartışmalar oluyordu. Kolay geçmek ve en erkenden Amanoslara ulaşmak için uygun nokta aranıyordu. Ben tartışmalara fazla anlam veremiyordum. Askeri kavramları eğitimlerde öğrenmiştim ama pratik şekline ilişkin her hangi bir fikrim yoktu. Ancak bir süre sonra bu tür konuşmalara anlam verebildim.
Teknik hazırlıklarımız da sürdürülüyordu. Silah, cephane, çanta, elbise vs. hepsi benim için yeniydi. Ancak tecrübeli bir arkadaşın yardımıyla elbiselerimi düzenleyip, giyinebiliyordum. Askeri teçhizat da öyle. Çantamızın ağır olacağı anlaşılıyordu. Yayın, cephane ve on günlük erzağımızı taşıyacaktık. Bu, normal gerilla yükünün çok üstünde ağırdı. Tecrübesizler için daha da ağır.
1991 baharının ilk günleriydi. Tüm hazırlıklarımız sona gelmişti. 25 kişilik eğitim görmüş, ama tecrübesiz bir gerilla grubuyduk. 4-5 arkadaş tecrübeliydi. Zaten işi de onlar sürükleyeceklerdi. Ve biz, en zor yerden sınırı geçip, en zor alana ulaşacaktık. Hem endişeliydik, hem de en zor alana seçilen olmakla gurur duyuyorduk. Bir ilki başarmak istiyorduk; kalabalık bir grupla sınırı sağlam geçmek. Dönemine göre kendi başına ciddi bir başarıydı.
Hareket zamanı geldi. Sınır heyecanı belirgin olarak kendisini konuşturuyordu. Yükümüzün çok ağır olduğunu tekrardan fark ettik. Çare yoktu. Elbisemiz, silahımız ve çantamızla odanın içindeki aynanın karşısına geçiyorduk. Bir arkadaşın dikkatsizliği bu lüksümüzü kısa ömürlü yaptı. Omzundan kayan silahı, duvara dayanmış aynayı parçaladı. Yaşlı ana öteden seslendi, “aydınlıktır inşallah” Temennisini paylaştık.
Ve hiç unutamadığım an. Ayrılık vakti. Evden dışarı çıkmış, evin önünü çevreleyen bahçenin içinde bir yarım çember oluşturmuştuk. İlkakşamdı, hafif ışık vardı. Ağır duygusal bir atmosfer içindeydik. Gözümüz anadaydı. Aynı yerden çok gerilla uğurlamış ama çoğu yüreğinin bir parçasını koparmıştı. Yüreğinden bir parça daha kaybetmeye gücü kalmamıştı. Yaşamak istiyordu. Yüksek dağın ötesindekilerini de kucaklamak istiyordu.
Sıranın başından başlayarak hepimizin yüzüne dikkatlice bakarak geçiyordu. Yüz hatlarımızı ayrıntılarına kadar hafızasına alıyordu. Vedalaşmayacaktı. Tövbe etmişti. Sıradan takip etti. Gruptan hiç ses çıkmıyordu. Her şey durmuştu. Ananın toprağa takılan ayak sesleri vardı yalnızca. Yaşlı ana ve toprak. Belki de bizi görmüyordu. Bize bakarken aynı yerden uğurladığı nicelerini hatırlıyordu. Grubumuzdaki iki bayan arkadaşın yanına gelince daha yavaşladı. Daha çok vakit ayırdı. Elif ile Cahide’ nin gözleri yaşardı. Ana, öte yüzü gören bakışlarını sürdürüyordu. Grubu tamamladı.
Sonra bir makas çıkardı ve sıranın başına geçti. Tek tek saçımızdan bir parça keserek avucunda topladı. Elif ve Cahide’den daha çok kesti. Eliyle ‘gidin’ işareti yaptı. Zorlukla ağzından bir-iki sözcük çıktı. ‘Damın üstünden sabaha kadar sizi izleyeceğim, sağlam geçerseniz sabahla birlikte güneşe ayna tutacağım’
Ayrıldık. Hiç bu kadar duygulanmamıştım. Hepimizin gözleri yaşardı. Nasıl yürüdüğümüzü anlayamamıştım. “Sınıra çok yakınız” komutu ile kendime geldim. Artık çok duyarlı olmak gerekiyordu. Tedbirlerimizi almıştık, geçiş noktası en ince ayrıntısına kadar izlenmiş ve her olasılık hesaba katılarak tedbir geliştirilmişti. Yalnız teller de değil, ertesinde pusulanmış alan da geçilecekti. Zikzaklı bir hat belirlenmişti.
Eğilerek sessizce ilerliyorduk. Silah elde, ayaklardan hiç ses çıkmıyordu. Tellere ne kadar yakın olduğumuzu anlamaya çalışıyordum ki, önümdeki arkadaşın sürünerek tellerin altından geçmeye çalıştığını gördüm. İki kurye telleri yükseltmiş, altından geçiş sağlanıyordu. Sonra istikametimiz sola doğru değişti. Aynı şekilde bir süre daha ilerledik. Gelen komutla hızımız arttı. Artık ayak sesleri çıkıyordu. Tehlikenin azaldığını anladım. Bir süre sonra tamamen uzaklaşmıştık. Sınır başarıyla geçilmişti.
“Bu kadar kolay mı?” diye düşündüm. Acemiliğimden öyle geliyordu, çünkü işi başkaları yürütüyordu. Ben sadece arkalarından yürüyordum. Çok sonra bunları iyi öğrenecektim.
Şimdi hızla ilerlemek gerekiyordu. Ova tehlikeliydi, dağa ulaşmalıydık. Hiç bu kadar yürümemiştim, zorlanıyordum. Grubu tehlikeye düşürmemek için elimden geleni yapıyordum.
Hava henüz aydınlanmıştı ki, Amanosların eteklerine vardık. Biraz daha yükseğe çıkmak gerekiyordu. Uygun bir konumlanma noktasına ulaştığımızda güneş doğuyordu.
Sırtımızı çantamıza dayayıp, sigaramızdan derin nefes çektiğimizde öte tarafta bir aynanın güneşe tutulduğunu gördük. Bir hüzün bastı, yorgunluğumuzu unuttuk, kararlılığımız bilendi.
- Ayrıntılar
Bahar, taze kekik kokusunun parmaklarda bıraktığı bir iz gibiydi doğada. Tüm sırlarını açmaya hazır bir genç kız edasında olan dağlar, kıştan kalan son izleri de yavaş yavaş siliyordu. Patika yolun kenarında yeni yeşermeye başlayan otların üstünü bol çiy kaplamıştı. Çiyin altında otlar buğulu yeşil bir renge bürünmüştü. Sabah karanlığının çözüldüğü yamaç mavi bir ışıltıyla parlıyordu. Çiçeklerin yeni açılmış taçlarının turuncu rengi üzerinde birkaç damla şebneme Kuzey’den esen toprak kokusu karışmış bir rüzgar vuruyordu. Her tarafa yeniliğin taze hissi yayılmıştı.
Tüm gece hiç durmadan dinlenmeden yürümemize rağmen, eski bir gerilla olan kurye Rubar arkadaş:
- Çok yavaş yürüdük, bu yüzden randevuya geç kaldık, dediğinde, gerilla olmanın ilk zorluğu ile karşılaştığımı anlamıştım. Oysa randevu verilen yere saatinde ulaşmak için hep koşarak yürüdüğümüzü ve zamanından önce ulaştığımızı düşünüyordum. Bir yandan gerillanın hız kavramına duyduğum şaşkınlık beynimi kurcalarken, arkadaşlara nasıl ulaşacağımız da ayrı bir soru olarak karşımda duruyordu. “Gerilla çözümsüz kalmaz” sözüyle ilk kez o zaman karşılaştım. Bu bir felsefeydi. Doğaya, zorluklara, maddi koşullara teslim olmamayı öğretiyordu. Aslında kendi içinde bir mücadeleyi ve direnmeyi öngörüyordu. Ben “gerilla çözümsüz kalmaz” sözünü düşünürken, Rubar arkadaş:
- Çobanlara sorabiliriz, dedi. Onlar bu alanı karış karış tanıyor. Arkadaşların nerede olduğunu bilmeseler, bile bir-iki gün içinde bizden haber götürebilirler.
- Çobanları nasıl bulacağız? sorusunu hiç düşünmeden sormuştum. Rubar arkadaş gülerek:
- Şu sırtın üzerine çıkarsak bir zomu görebiliriz, dedi.
Zoma girmeden önce iki gruba ayrıldık. Benim içinde olduğum grup zomun aşağısındaki büyük kıl çadıra gitti. İçerisi daha büyük görünüyordu. Sulanıp süpürülmüş olan çadırın sağ tarafında rengarenk yorganlar ve döşekler düzenli katlanmış dururken, öbür tarafta beşiğinde bir bebek ağlıyordu. Ocaktaki ateşin sönmesini engelleyen 9-10 yaşlarındaki kız çocuğu bizi görünce önce şaşırdı ama sonra annesinin davranışlarına benzeyen hareketle bizi, kamışlardan hasırların üzerine buyur etti. Hiç beklemediği bir anda ona elimizi uzatıp selam verdik. Dağınık saçlarının kapattığı kara gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Yanakları pembeleşti. Bir koşu bize ayran getirdi. Bu sıra çadırın girişinde iri yarı, siyah giysili, orta yaşlı bir kadın belirdi. Yüzünde yılların izi olmasına rağmen, gözleri tıpkı kızının gözleri kadar parlaktı. Elleri etkisizdi, damarlarının maviliği göze çarpıyordu. Hiç çekinmeden gelip selam verdi. Nasıl davranacağımızı bilememenin paniği içerisinde ayağa kalkıp, selamına cevap verdik.
Kadın atik hareketlerle sofrayı kurdu. Sofrada yoğurt, peynir, dünden kalan pilav ve çay vardı. Bir yandan koşuşturuyor, bir yandan da kaş altından bizi izliyor, silahlarımız ve elbiselerimize bakıyordu.
- Teyze arkadaşlar size uğruyorlar mı? diye sordum.
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
- Peki askerler zomlara geliyor mu? diye sordum.
Kadın yine,
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
Ellerini birbirine kavuşturmuş, dizlerini altına çekmiş, bize bakmadan konuşuyordu. Bize karşı çok ilgisiz olmasa da, kadının yüzündeki soğuk havayı anlayamıyordum. Halkın gerillaya olan sevgisi o kadar çok anlatılmıştı ki, hayalimizdeki ilk karşılaşmanın yaşadığım gibi olmaması beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
Kadının yüzündeki titrek ifade, içinde soğuk bir rüzgarın geçtiğine tanıklık ediyordu. Ortama hakim olan o havadan bir an önce kurtulmak istedim. İstenmeme duygusu bir gerilla için bazen savaşın gerekçesi, bazen de o yeri terk etme nedeni olabilir. Yaşadığım hayal kırıklığının ağır etkisiyle, yiyemediğim yemeği arkadaşlar yedikten sonra kalktık.
Gecenin serin rüzgarlarından en ufak bir iz bile yoktu. Çıplak arazide güneş tüm yakıcılığını toprağın derinliklerine doğru işliyordu. Kar sularının oluşturduğu küçük dereler, kısa bir süre sonra kuruyacağını biliyormuşçasına telaşlı telaşlı akıyordu. Suyun sesi güneşin tendeki yakıcılığına panzehir gibiydi.
Grup toparlandıktan sonra yola çıkma vakti gelmişti. Bu sırada, başındaki kasketinden dolayı yüzü seçilmeyen, kamburu fazla değilse bile, başını sadece iki katlı bir binanın tek katına bakabilecek kadar kaldırabilen, yaşlı bir amca girdi. O evin dedesi olma ihtimali çok yüksekti. Çobanlık yaptığı için, arkadaşlar hakkında bilgi alabilirdik. Kadın kızının elini tutmuş, kıl çadırın kapısında bizi izliyordu. Ona bakmaya özen gösteriyordum. İçimde hiç duymadığım bir sızı vardı.
Rubar ile birlikte çoban dedenin yanına gittik, selamlaştıktan sonra:
- Dede, bugünlerde arkadaşları gördün mü? diye sordum. Ancak dede cevap verecekken, kadın yıldırım hızıyla benimle dedenin arasına girerek dedeyi arkasına aldı. İki kolunu yanlara doğru açarak:
- O kördür, sağırdır, dilsizdir, hiç bir şey bilmez, dedi. Yüzündeki sert ifade buzulları andırıyordu. Gözleri az önce sakladığı bütün düşünceleri yansıtıyordu. Yurtsever olduğu söylenen bu zomda böyle bir tutumla karşılaşmayı hiç birimiz beklemiyorduk. Rubar yavaşça kolumdan tutup:
- Hadi gidelim, dedi.
Donup kalmıştım. Kadının gözlerinde en ufak bir titreme yoktu. Kolları dimdikti. Rubar, ikinci kez:
- Hadi gidelim, diyinceye kadar da kadında pişmanlık veya ikirciklik göremedim.
Anlam veremediğim bu sahneler duygularımda büyük çalkantılar yaratmıştı. Belki ağlamak çözüm değildi ama halkın bu tutumunu kabul etmek de kolay değildi.
- Neden böyle davrandılar? diye sordum Rubar’a.
Rubar fazla emin olmasa da, başka bir açıklamasını bulamadığı bu durumu kendisine has belirlemelerle anlatmaya çalıştı.
- Askeri elbiselerimiz ve silahlarımız çok yeni. Üstelik davranışlarımız da gerillanın kendine has davranışlarına benzemiyor.
- Ne var bunda? Akademiden henüz geldik, elbette ki yeniliğin izleri olacak, dedim.
- Elbette ki öyle ama savaş koşullarında bu ayrıntılar kalın çizgilerle çizilmiştir. O kadın bizi kontrgerilla zannettiği için, hiç bir şey söylemedi. Bizi bizden sakladı.
- Ayrıntılar
1990 yılının bahar aylarıydı. Erzurum Eyaleti’ne beş kişilik (ben, Sinan, Seyit Rıza, İdris ve Şiyar) bir grupla girdik. Bu alanda ilk olmanın zorluklarını ve güzelliklerini iç içe yaşıyorduk.
- Ayrıntılar