Basına ve Kamuoyuna!
Kürdistan da askeri hareketliliğini arttıran Türk ordusunun operasyon girişimlerine karşı Gerilla güçlerimiz zorunlu ikaz amaçlı uyarı ateşi açmıştır. Yine Şırnak sınır hattında yoğun bir bombardıman başlamıştır. Bu çerçeve de gelişen hareketlilikler;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Nisan günü saat 23:00'de Medya Savunma alanlarımızdan Kandil bölgesi sınır hattında bulunan İran karakolları Dola Kokê alanına bağlı Şehit Dilbîrîn alanına yönelik obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Halk Savunma Merkez Karargah Komutanlığımızca bir süre önce Türk ordusunun artan askeri hareketliliğine yönelik bir açıklama yapılmıştı.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Nisan günü saat 05:30’da Şengal merkez ile Şilo arasında bulunan yol üzerinde gerilla güçlerimiz çetelere ait 2 araca yönelik bir sabotaj eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk ordusunun pusulamaları artarak devam ederken güçlerimiz çatışma ortamına çekilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede;
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da uzun yıllardır krizli bir durumun yaşandığını herkes görüyor ve biliyor. Neredeyse günlük olarak Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesinde çatışma sesleri yükseliyor. Hatta çatışmalar çoğu zaman savaşa dönüşüyor. Durum bu iken birileri, ağzına ne geliyorsa halen söyleme lüksünde bir türlü vazgeçmeyi bilmiyor.
Suriye ve Irak’ta kıyamet kopuyor. DAİŞ denilen faşizan yapı insanlığın vicdanını yaralamaya devam ediyor. Bunlar yaşanırken İran Ortadoğu’nun birçok farklı sahasında operasyonlar yürüterek etkinliğini artıyor. TC devleti ise Ortadoğu’nun birçok yerine silahlar göndererek kendince Ortadoğu’da etkili olmak istiyor. ABD Ortadoğu’da tutmayan projesine yeniden hayat kazandırmak için meydana çıkmış, ramboluk yapmak için hazırlık yapıyor. Bu ramboluk girişimlerinde elbette Fransa geri durmak istemiyor. İngiltere ve Almanya’da Ortadoğu’yu poligon sahasına çevirmekten geri durmuyor. Ve tabii Katar, Suudi derken Mısır, İsrail’de işin içerisinde belki de tam ortasında.
Özcesi; Ortadoğu tam bir krizi yaşıyor. Kaosu tam yaşarken, bu kez Araplar birleşerek Yemen’de iktidara ele geçiren ve İran’a yakın duran Husilere büyük bir savaşın başlangıcı olabilecek hava saldırıları gerçekleştiriyor. Ve hemen peşinde Arapların ortak ordusunu oluşturacaklarını herkese ilan ediyorlar. Sözü uzatmayalım ve belirtelim ki Ortadoğu gerçek manada kan revan.
Ortadoğu’da bunlar yaşanırken TC devletinin başı, ortası, altı olan kişiliklerden çok acayip sesler yükseliyor. Sesler farklı renk ve dozajdan çıkarken, Kürdistan’ın birçok yerine TC askeri güçleri operasyonlar başlatıyor. Bunların yanı sıra birde TC devletini tam bir polis devleti haline getiren Güvenlik Paketi adı altındaki faşizan yasaları da resmi olarak kanun haline getirmişlerdir. Böylelikle yeni bir sürecin başladığının startını vermiş oluyorlar.
Tuhaf gelebilir, daha 28 Şubat günü Önder Apo’nun yazılı açıklamasına tarihi bir açıklama demiş ve Önder Apo’nun 21 Mart Newroz açıklamasının da yanında olduklarını tam söylemişken, Erdoğan hem Dolmabahçe’ye karşı çıkmış hem de İzleme Heyeti’ne çatmıştır. Olan olmuş önce Erdoğan’a karşı açıklamalar yapanlar olmuş ardından ise Erdoğan’ın söylediklerini daha güçlü bir tonla dile getirmeye başlayarak, savunmaya başlamışlar. Kimisi ise bunları da aşarak, sözün tam manasıyla çok konuşup boş konuşan duruma gelmeyi de göze alarak, bolca boş laf etmiş.
Ortadoğu kan revan iken, kimin ne yapacağı belli değil iken, PKK’yi paralel yapı olarak itham etmek, HDP parlamentoya girmezse kıyamet kopmaz diyerek havanda su dövmek, PKK süreci zehirliyor diyerek Erdoğan’ın içi boş sözlerini aklamaya güya Barış Süreci’ne halen taraf olduğunu iddia etmeye çalışarak yeni süreçte çatışmaya hazırlığın üstünü örtmek, tek kelimeyle ateş ile oynamaktır.
Öyle görülüyor ki AKP ve tüm yandaşları ilk kez bir seçime giderlerken istedikleri gibi Önder Apo’nun iyi niyetinden yararlanamayacakları bir pozisyona geldikleri için masa dedikleri, görüşmelere bir tekme vuruyorlar. Ancak daha önce sıkça dile getirilen; “kim masada kalkarsa, zararlı çıkar” kendi sözlerini unutmadıkları için, oraya buraya çamur atmaktan geri durmuyorlar.
Güya PKK ortamı zehirlemiş. Halbuki PKK Önder Apo’nun hem Dolmabahçe açıklamasını hem de Newroz açıklamasını kayıtsız desteklediğini açıklamıştır. Yine güya HDP ve Demirtaş oyun içerisindeymiş. Ama herkes şunu da biliyor ki ne HDP ne de Demirtaş Önder Apo’nun belirttiklerine karşı çıkmışlar tam tersine desteklediklerini söylemişlerdir.
Durum bu iken neden bu kadar mizansen? Bir kere HDP adım adım halkların ortak cephesine doğru giderek, büyük bir demokrasi bloğu açığa çıkarıyor. İkinci durum ise: yukarıda ifade edildiği gibi AKP, kurmayları en çokta Saray’a gönderdikleri zat öyle görüyor ki çok sıkışıklar. Ve bu sıkışıklıkta bir çıkış yapmak istiyorlar. Yapılan görüşmelerde kendilerince zararlı bir pozisyonda olduklarını düşündükleri için masayı devirmenin bir yolunu arıyorlar. Ancak masayı bu aşamadan sonra devirmek çok akıllıca değil, o zaman masada olanların masayı devirdiklerini iddia etmek ya da masanın diğer tarafında oturanları masada kaçırtmak iyi bir seçenek olabilir. Bir hamleyle birkaç kuşu vurma misali; hem milliyetçi oylara yine talep olunacak hem de arada kalan Kürtlere “bakın biz sorunu çözmek istiyoruz ama birileri bozuyor” mesajını vererek güya oylarına oynayacaklar. Yoksa; “Kürt Sorunu Yoktur” sözlerini nereye koyacağız.
Strateji budur. Strateji bu olduğu için de Kürtlerin demokratik siyaset yapan güçlerinin parlamentoda olup olmamaları onlar için çokta önemli olmamaktadır ve olmayacağını düşünmektedirler. Yoksa, “olmazlarsa kıyamet kopmaz” sözlerini başka nasıl ele almak gerekir?
Onu bunu bilmeye biliriz. Yine kapalı kapılar ardından AKP, kurmayları ve de Erdoğan’ın ne düşündüklerini de tam bilmeyebiliriz. Ama bildiğimiz, bilebildiğimiz bir şey vardır o da: Ortadoğu’da kıyamet koparken, Kürt demokratik siyasetinin TC parlamentosuna girmemesi durumunda kıyamet kopar mı, kopmaz mı, bunu en çok AKP, kurmayları ve de Erdoğan giderek daha çok karışan Ortadoğu’da herkesten önce göreceklerdir.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Nisan günü saat 22:00 ile 4 Nisan günü(bugün) saat 05:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Haftanin alanı sınır hattı, Kato Silê ve Vektorya mıntıkaları üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları yoğun keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Hiyerarşik-devletçi sistemin kendisini bir zihniyet olarak topluma kabul ettirip, düşüncelere ve yüreklere işlemesinden sonra insan evladı da kendi beninden, özünden ve gerçekliğinden uzaklaşmaya başlamıştır. Gittikçe gerçekliğe, hakikate yabancılaşan, sistemin oluşturduğu sahte yaşayışa bağlanan insan aç gözlü, doyumsuz, bir türlü tatmin olamayan bir hal almıştır. Kendi gerçekliğinden uzaklaştıkça merhametsizleşen insan, kendi türüne olduğu kadar diğer tüm doğal olgulara, canlılara da zalimlikleriyle illallah ettirmiştir. Oluşturmaktan, üretmekten çok; tüketen, bitiren duruşuyla her geçen gün kendi kendini, kendisiyle beraber tüm evreni tüketmeye başlamıştır.
Egemen sistemin içine girdiği her türden faaliyetin temelinde toplumu evrenin gerçek doğasından uzaklaştırma vardır. Geliştirdiği her aracı bu amaçla kullanmış, insanın daha fazla kendisiyle yüzleşmesini ve gerçekleri görmesini engellemek için çaba ve pratiğin içerisine girmiştir. Sadece görünüşle yetinen bir insan-toplum vardı artık. Görünenin arkasında duran ve özü barındıran gerçekliği görmekten uzak, amaçsız, anlamsız bir bakış açısıyla yaşamı analiz, teşhis edemez hale gelmiştir. Hazıra alıştırılan insan-toplum, öyle bir hal almıştır ki kendi kendine düşünemez bir konuma gelmiş, birilerinin-egemenlerin yönlendirmelerine sonuna kadar açık olmuştur. Rahat olan ne varsa ona sığınmış, sığ sularda yüzmekle yetinmiştir.
Evrenin amaçsız ve anlamsız olduğuna inandırılan toplum, sığındığı egemenleri; olmazsa olmaz düzen oluşturucu güç olarak görür olmuştur. Tanrı önce yeryüzünde, sonra da gökyüzünde insanları yönetir olmuştur. İkisi de birdi ve bu tanrı; hiyerarşik-devletçi zihniyetten başkası değildi. Bundan kaynaklı insanın bir şeyler yapmasına gerek yoktu! Onun yerine her şeyi yapabilecek bir merkez vardı ne de olsa. ‘Mücadele, çaba, yaşamı oluşturma gerekiyorsa bunu ancak ben yaparım. Yeter ki sen bana itaat et ve bana inan’ düzeyine gelmiştir. Bunu çok iyi bir şekilde uygulatan sistem, insanı-toplumu istediği gibi evirip çevirmiş ve şekillendirmiştir. Kendi gücünden bihaber, sürekli elleri açık bekler olmuştur.
Özgürce yaşadığını sanan insan, düşüncesinin yanı sıra, el ve ayaklarından zincirlendiğinin farkında değildi. Yer yer tutsak olduğunun farkına varan ve kendisini bu zincirlerden kurtarmaya çalışan olduysa da tam olarak toplumsal ihtiyaçlara cevap olamadığından ve gereken düzeyde tüm toplumu kapsayacak bir mücadeleyi geliştirememesinden kaynaklı daha kötü bir şekilde, bu sefer karanlıklara gömülmüştür. Çünkü gerçeklikleri çözümleyebilecek kabiliyetten yoksundular. Neden bu durumda olduğunun sebeplerinin özüne inmeden, yüzeysel bir şekilde, tarihsel kökenlerinden bağımsız ele alınmasından kaynaklı sadece bir kesimle sınırlı kalmış ve evrenselleşememiştir.
Ancak bu zincirlerden kurtulunabilirdi ve özgür soluklu yarınlarda nefes alınabilirdi. Bu da ne herhangi bir tanrının ne de birilerinin lütfuyla olacaktı. Bu ancak ve ancak insanın-toplumun kendi potansiyelinin farkına varmasıyla mümkün olacaktı. Ne kadar güç olsa da içinde büyük zorluklar barındırsa da var olan zincirlerin kırılması ancak ve ancak kendi doğal, düşünsel gücünün farkına vararak, bunu tüm topluma mal ederek oluşabilir. İnsanın-toplumun tam dibinde bulunduğu karanlık, dar kuyudan kurtulması ve güzel-aydınlık yarınlara ulaşması kendi benine vararak ve evrenin oluşturucu gücüne inanarak olacaktı. Bir tanrıya, dine, egemene ya da herhangi bir hiyerarşik-devletçi zihniyet ürünü anlayışa teslim olmaktan öte, kendi özgür beninin farkına vararak olacaktı.
Egemen zihniyet insanlarda öyle bir düşünce yaratmıştır ki; kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, etrafında olup bitenlere kayıtsız kalan ve her türlü sistem uygulamasına koşulsuz, şartsız boyun eğen bir insan yapılanması açığa çıkmıştır. Bunun temelinde ise; bir hastalık olarak insanların hücrelerine kadar işleyen iktidar yatmaktadır. ‘Elinde güç varsa insan olursun, yoksa sen yoksun, yok olursun’ anlayışını geliştirerek insanları yoğun ‘güç istemi’ne yöneltmektedir. İktidar en tehlikeli ve ölümcül hastalıktır. İktidar olgusu nedeniyle tarihte gelişen nice özgürlük hareketi eninde sonunda sistemin açmış olduğu yola girmekten kendisini kurtaramamıştır. İktidar, özgür yaşam önündeki en büyük engeldir. İktidarın olduğu yerde eşitlikten, demokrasiden, özgürlükten ve ahlaki-politik bir yaşamdan bahsedilemez.
Egemen sistem insanı-toplumu aldatmaktadır. İnsanın-toplumun içinde tutulduğu karanlık-dar kuyudan farklı bir mekanın olmadığını her seferinde inandırmaya çalışmaktadır. Bunun için de, zincirlerden bir kurtuluş olsa da, bu karanlık-dar kuyudan kurtulma çabasının beyhude ve anlamsız olduğunu kendisine kabul ettirmiştir. İşte tam da burada görülmesi ve üzerine gidilmesi gereken; yaratılan bu kadar anlamsızlığa rağmen bir an olsun tereddüt etmeden yürüyebilmektir. Bu da anlamın özüne ulaşarak, hakikat yolunda yürüme gücüne ulaşan insanla olacaktır.
Bir evrim süreci sonucunda bugün evrenin özgürlük amacı temelinde yaşamı daha da zenginleştirmeye çalışan insanın, toplumu doğru bir temelde yönetme, kendi beniyle buluşturma çabasında olan birileri elbette ki bu uğurda mücadeleye baş koyacaktır. Her ne kadar hiyerarşik-devletçi zihniyetin yarattığı köle düşünüşler böylesine acınacak durumda olsa da, acımasız ve zalimane bir konuma gelmişse de varoluş gerçekliğini en ince ayrıntılarına kadar bilerek, bunu doğru temellere oturtup, zamanın tüm bilinmezliklerini açığa çıkararak, anlamsızlıkları anlama kavuşturan ve insanın bulunduğu karanlık-dar kuyunun dibinden kurtarabilecek, onlara o gücü verebilecek önderler de çıkacaktır, çıkmaktadır. Bu insanlar, kendileri güçlü olduğu kadar, tutkularının, zaaflarının esiri olmayıp, tüm zayıflıklarıyla mücadele kararlılığı gösteren insanlardır. Her türden köle yaşayışa başkaldırma cesareti göstererek, kendisine dayatılan hastalıklı yaşayışları bertaraf eden insanlardır. Amaçları büyük, bu amaçlar doğrultusunda doğru araçlar geliştiren insanlardır. Bu insanlar, hiyerarşik-devletçi sistemin oluşturduğu köle yaşayışları doğru analiz eden, bu temelde kendisini oluşturan, kendisini oluşturduğu derece toplumu oluşturan insanlardır.
Yaşamın temel nedeni özgürleşmedir. Yani sadece kendisini korumak ve beslemek yeterli değildir. Evrenin temel amacı olarak da açığa çıkan bu gerçeklik hiyerarşik-devletçi zihniyetin çıkışıyla tersine dönmüştür. İnsanlara yetinmeleri, şükretmeleri, daha fazla aramamaları gerektiğini her defasında, farklı şekillerde dillendirmiştir. Tadımlık olarak insanların ağzına sürdüğü balla bir yere kadar insanları götürebilmiş ve kendi denetiminde tutabilmiştir. Her an daha da güçlenmek ve egemenliğini insanların hücrelerine kadar işlemeye çalışan egemen sistemin doyumsuzluğu zirveye ulaşmış durumdadır. Kapitalist sistemle bu daha da derinleşirken, buna karşı çıkan, kabullenmeyip, bir şekilde mücadele içerisine giren insanlara karşı, sistem acımasızlık zırhını giymekte ve ne kadar kötülük varsa uygulamaktadır.
Ancak bu insanların en temel özelliği olan ve sistemin her türlü saldırısına gereken yer ve zamanda, doğru araçlarla cevap verdiren yaratıcılık özelliği sayesinde, sistemin tüm saldırıları bir yerden sonra işlemez hale gelmekte ve sistemi işlemez hale getirmektedir. Çünkü bu insanlar olumsuzluk ekini kendi lügatlarından çıkarmışlardır. Onlarda olmayacak bir şey yoktur. İnsan istedi mi yapamayacağı şey yoktur çünkü. Yeter ki, kendisine inansın, kendi gücüne güvensin, amaçlarına bağlı olsun ve fedakarlıktan kaçınmasın. Geriye kalan sadece bir oluşum sürecidir. Bu oluşum süreci de yaratıcılık özelliği sayesinde olumluya evirilecektir.
Önder kişiliklerin bir başka temel özelliği de; kendisini aşabilmedir. Kendisini aştıkça oluşturan, kendisini oluşturdukça çevresini yenileyen bu insanlar, anlamın özüne ulaşmış ve zamanda oluşuma inanan, bu çerçevede kendisini gerçekleştiren insanlardır. Aslında bu insanlara ‘sanatçı’ demek yerinde olacaktır. Çünkü onlar bir sanat inşa etmektedirler. ‘İnsanı-toplumu hakim sistemin egemenliğinden kurtarma ve özgür yarınlarla buluşturma sanatı.’
Kısaca birkaç özelliğini belirttiğimiz bu insanlar, sistemin en çok korktuğu ve her an bitirme, yok etme ya da kendi sistemi çerçevesinde entegre etme, eritme politika ve saldırılarını yürüttüğü insanlardır. Çünkü bu insanlar bir geleneği yıkma çabasındadır. Bu gelenek ki, bin yıllardır insanlığı büyük bir baskı altına almış, zorba ve vahşiyane yöntemlerle susturmaya çalışan bir gelenek. Bu insanlar cesur insanlardır, cesaretlerini ise kendi gerçekliklerinin farkına varmaktan alırlar. Çünkü bu insanlar bilmektedir ki; ‘Kendi beninin farkına varmamış birey-toplum her türden gerçeklikten uzaktır. Bundan kaynaklı da içine girilecek her türden arayış da yetersiz olacağı gibi, egemen sisteme hizmet etmekten öteye gidemeyecektir.’ Bu bilinç doğrultusunda mücadele ortamını hazırlayıp, uygun yer ve zamanda, doğru araçlarla mücadeleye girişmektedirler.
Bugün sistemin ulaşmış olduğu canavarlık boyutunu her yönüyle açığa çıkarıp, deşifre eden, bunun yerine olması gereken doğru ve özgür yaşamı sunan önder kişiliklerden biri de Önder Apo’dur. Kürt halkının gasp edilen, yok sayılan haklarının yanı sıra; bedeni paramparça edilmiş, zenginlikleri tarumar edilmiş topraklarının bitişle yüz yüze olduğu bir dönemde çıkan ve tarihin gidişatını tersine çeviren duruşuyla egemen güçlerin korkulu rüyası olmuştur. Sadece Kürt halkı için değil, daha güzel bir dünya için olması gerekenleri en ince ayrıntısına kadar analiz edip, kıt koşullara rağmen insanlığa sunmuştur. Kürt uyanışı ve sorasında gelişen dirilişle beraber, bugün tüm insanlık için hakim sisteme karşı bir uyanış geliştirmiştir. Bundan kaynaklıdır ki; sistem Önder Apo’ya öfkelidir. Öfkesinin temelinde de bin yıllardır köle olarak egemenliği altında tutmuş olduğu insanlığın uyanışını sağlıyordu. Daha öncesinde çıkmış olan nice hareketin aksine, sisteme entegre olmamakta, özgür yaşamda ve iradeli yaşamda ısrar etmektedir. Her türlü baskı, işkence ve zulme karşı, direnişi yükseltmekte, teslimiyeti lanetlemektedir.
Bugün eğer Önder Apo tecrit içinde tecrit, hücre içinde hücre, zulüm içinde zulüm uygulamalarına maruz kalıyorsa sebebi tamamıyla teslimiyeti reddeden kararlı duruşundan kaynaklanmaktadır. Önder Apo bir devletle değil, bir bütünen hiyerarşik-devletçi sistemle mücadele yürütmektedir. Bu gün Önder Apo Türk devletinin elinde olabilir. Ancak biz çok iyi biliyoruz ki; Önder Apo’yu oraya koyan ve böylesine insanlık dışı uygulamaları farz kılan, kapitalist sistemin ta kendisidir. Sistem Önder Apo’dan korkmaktadır. Önder Apo’nun düşüncelerinden, projelerinden ürkmektedir. Çünkü Önder Apo özgür yaşamı sunmaktadır. Özgür yaşamın koşullarını oluşturmaktadır. Bunun çabasını yürütmektedir. Ancak sistemin köle insanlara, toplumlara ihtiyacı olduğu için Önder Apo’nun bu çabaları çıkarlarını baltalamaktadır. Bundan kaynaklı Önder Apo’yu susturmak için her türlü yol ve yöntemi denemektedirler.
Sistem şunun farkında değildir: Önder Apo sadece bir kişi değildir. Baskıyla yıldırılacak bir beden hiç değildir. Önder Apo artık bir düşüncedir, bir fikirdir, özgür insanın ta kendisidir. Düşüncelere, fikirlere de baskı işlemez, zulüm sökmez, işkence kâr etmez. Önder Apo düşünceleriyle insanlığı aydınlatmakta, özgür gülüşlü yarınlara ulaştırmaktadır. Bundan kaynaklı da Önder Apo dört duvar arasına sıkıştırılamaz. Sıkıştırdığını zannedenler aslında kendi korkularında boğulmaktadırlar. Ama ne yazık ki atalar çok önceleri ‘korkunun ecele faydasının olmadığını’ söylemişlerdir. Şimdi sistem can çekişmekte. Önder Apo’nun özgür yaşam perspektiflerini engellemek ve toplumlara ulaşmaması için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Ancak Önder Apo’nun özgür yaşam felsefesi yediden yetmişe insanların genlerine işlemektedir. Kürt halkının bugün özgür yaşamda böylesine ısrarcı olmasının temelinde de bu yatmaktadır. Hiç kimse özgür yaşamda ısrarın önünü alamayacaktır. Çünkü özgürlük önü alınamaz bir su gibi önüne gelen her şeyi ısrarlı ve kararlı duruşuyla süpürüp, yatağını oluşturmaktadır. Önder Apo özgür yaşamda ısrarın adıdır.
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Önderlik, çözümlemelerinde sürekli “anlama”nın önemine dikkat çekmektedir. En son geliştirdiği savunmalarda “anlamak adalettir” demektedir. Daha önceki çözümlemelerinde de sürekli “yapılan değerlendirmeleri anlıyor musunuz “sorusunu sorar ve kendisinin doğru anlaşılmasının önemine vurgu yapardı. Ve kullandığı her kavramın, yaptığı her değerlendirmenin tarihsel, toplumsal bir değeri olduğu, felsefi bir derinliği olduğu gerçeğinden hareketle, bunların doğru anlaşılmasının önemine dikkat çekerdi hep.
Birçok noktada Önderliği doğru ve layıkıyla anladığımızı söyleyemiyoruz. Önderliği anlamaya çalışırken, onu çoğunlukla sistemden getirdiğimiz bakış açıları, algılama biçimleri ve mantık silsilesi içine hapsederek, tabir yerindeyse işimize geldiği gibi, anlamaya ve pratikleştirmeye yönelik bir duruş sergiliyoruz. Önderliği en çok anlamamız gereken günlerden birisi de hiç şüphesiz 4 Nisan’dır.
4 Nisan son birkaç yıldır, Önderliğin “doğum günü” olarak dünyanın her tarafında farklı biçimlerde kutlanıyor. Önderlik, “doğuş” kavramına çok büyük önem veriyor. Savunmalarında en çok kullandığı kavramlarından birisi de doğuş gerçeğidir. Özellikle büyük toplumsal değişim-dönüşüm süreçleri ve ortaya çıkan yeni düşünce akımlarını ve toplumsal hareketleri, “doğuş” olarak ifade etmekte ve büyük doğuşların insanlık için ne anlama geldiği, bu doğuşların sonuçlarının toplumsal gelişmede nasıl bir etkiye sahip olduğu üzerinde durmaktadır.
Özellikle büyük tarihsel kişiliklerin doğuşları ve yaşamlarının toplum tarafından doğru anlaşılabilmesi açısından sürekli anılması gerektiği, anlaşılması gerektiği noktalarına dikkat çekmektedir. Bu çerçevede de neredeyse tarihteki her kişiliği dönüp dönüp tekrar ele almakta, tekrar anlamlandırmakta ve yarattığı gerçeklikleri hem düşünsel hem pratik boyutta yeniden anlamlandırmaktadır. Büyük tarihsel doğuşların doğru anlaşılması toplumsal gelişmenin sağlıklı gelişebilmesi için hayati öneme sahiptir. Zira neredeyse tarihteki bütün sapmalar, toplum adına insanlık adına büyük düşünceler ileri süren insanların ya anlaşılamaması ya da daha sonradan çarpıtılmaları sonucunda gelişen sapmalardır.
Bu açıdan da, büyük tarihsel kişiliklerin doğru anlaşılması, yaşamlarına ve düşüncelerine doğru anlam verilmesi, toplumsallığın kendi diyalektiği içerisinde ileriye doğru gidebilmesi açısından büyük öneme sahip bir gerçeklik olarak değerlendiriliyor. Bunların yaşamlarının incelenmesi, kişiliklerini belirleyen toplumsal koşulların çözümlenmesi ve bu kişiliklerin kendi yaşam duruşlarında ortaya çıkardıkları toplumsal etkilerin incelenmesi, aslında o dönem toplumsallığının çözümlenmesi ve anlaşılması anlamına gelmektedir.
Doğuş gerçeği bazen bir kişiden başlayıp büyük toplumsal ve tarihsel sonuçları yaratan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim tarihteki bütün büyük toplumsal alt-üst oluşlar belirli kişiliklerin şahsında ifadeye kavuşturulmakta ve onların şahsında anlaşılmaya çalışılmaktadır. Masallardan destanlara, mitolojiden modern tarihin sanat edebiyat ürünlerine kadar, toplumu imge ve simgelerle ifadeye kavuşturan bütün ürünlerde bu kişiliklerin temel motif olarak ele alınması bu gerçeklikle bağlantılıdır.
Büyük peygamberliksel doğuşların halk dilinde söylenceye dönüşmüş hikâyeleri çoğunlukla birbirine benzemektedir. Peygamberlerin ya da büyük halk önderlerinin doğum günleri, daha sonraki süreçlerde efsaneye dönüşmekte, yaşamları, ilk adımından başlayarak halkın acılarını, umutlarını, arayışlarını ve mücadelelerini kendi kişiliklerinde somutlaştırmaktadırlar. Daha doğrusu, halklar, kendilerini bu kişiliklerin şahsında ifade etmektedir.
Bunun en ilginç örneklerinden birisi Hammurabi’nin hikâyesidir. Hammurabi’nin kendi doğum sürecini ve çocukluğunu anlattığı, kendini tanıttığı Hammurabi’nin Kanunları yazıtlarında anlatılan bir hikaye vardır. Hammurabi’nin babasız dünyaya geldiği, daha sonra bir sepette suya bırakıldığı ve birileri tarafından bulunup büyütüldüğü efsanesidir bu. Onun ardından, Hammurabi’nin kendisini “Marduk’un oğlu” olarak tanımlaması ve o dönemde gelişen toplumsal hareketin başına geçerek, toplumsal harekete yön vermesi tarzında gelişen bir hikayedir bu.
Bu hikaye daha sonra gerçekleşen peygamberliksel hareketlerden tutalım, günümüzdeki birçok kişiliğin hayat hikayelerinin efsaneleştirilmesinin, tabiri yerindeyse bir modeli haline gelmiştir. Hz. Musa’nın doğumu, Tevrat’ta benzer biçimde anlatılmaktadır. Aslında bir yerde onun başka bir versiyonudur. Daha sonraki süreçlerde İsa’nın doğumundan tutalım, Muhammed’in hayat hikayesine kadar, hepsi benzerlikler arz etmektedir. Hatta günümüzde Türk masal ve destan gerçeğinde de Türklerin büyük kişilikleri, kahramanlıkları bu hikayenin benzeri bir tarzda ifadeye kavuşturulmaktadır.
Buradan şunu anlatmak istiyoruz: Her büyük tarihsel toplumsal kişilik, kendi doğuş gerçeği ile anlaşılmaya ve ifadeye kavuşturulmaya çalışılıyor. Bu doğuşların doğru anlamlandırılması, temsil ettiği zamanın ve toplumun doğru anlaşılması anlamına gelecektir. Yine bu tarihsel kişiliklerin doğuşları kendi toplumları açısından, yeni bir yaşamın başlangıcı olarak kabul edilmekte ve yeni yaşamların başlangıçları çoğunlukla halklar tarafından bayrama dönüştürülüp kutlanmaktadır.
Bu doğuşların bayram haline getirilmesi, halkların sürekli kendi doğuş kaynaklarına dönüp, yeni doğuşlar yapabileceklerinin umudunun orada muhafaza edilmesiyle ilgili bir gerçekliktir. Yine bu doğuşların ardından gelen yaşam tarzının, kendileri için sürekli yol gösterici bir karakter taşıması anlamında büyük öneme sahiptir. Ölümün eşiğinde, yok oluşun eşiğinde, ya da büyük acıların ve zorlukların içinde yaşayan halkların bu zorlukları aşabilecekleri ve yeni doğuşlar yapabilecekleri umudu, bu tür günlerde sürekli canlı tutularak hakların direnme iradeleri diri tutulmaya çalışılır.
Belirttiğimiz gibi bunlar sembolik anlamlandırma ve ifadelendirmelerdir. Benzer anlamlandırma ve ifadelendirmeler toplumlar için kendini üretme varlığını devam ettirme anlamında önemli olan bütün faaliyetlere uyarlanmaktadır. Örneğin zor zamanlarda açlık ve kıtlık içinde yaşayan halkların, ilk ürünlerini elde etmelerini mahsul bayramları, ürün kaldırma bayramlarına dönüştürmeleri yine bununla bağlantılıdır. Büyük savaşlardan ve zorluklardan sonra elde edilen zaferler ya da refaha çıkılan günlerin “bayram olarak ele alınıp kutlanması, belirtilen anlamları içerisinde barındırmaktadır.
Bütün bunlar toplumun kendisini yeniden üretebilme yeteneğini canlı tutmasının bellek ve hafıza tazelemeleridir. Tabii bu tür bayramlar ve etkinlikler hiçbir zaman oldukları gibi kalmazlar. Toplumun kendisini üretebilme umudu ve iradesini sembolik bir tarzda içinde ifade ettiği bayramlar ve kutlamalar, sürekli yeniden yeniden üretilip geliştirilirler.
Doğuş gerçeği, sadece bu boyutuyla değil, tek tek insanların yaşama başladıkları günleri ve zamanları da kapsayan sembolik ve daha dar kutlamalarla da yeniden üretilir. Burada ele alacağımız “doğum günü” olgusu, belirttiğimiz bu kültürün bir parçası ve daha sonra toplum tarafından geliştirilip toplumsallaştırılmış halinin ilk biçimidir.
Bu konuda araştırma yapan özellikle folklor bilimcileri, doğum günü gerçeğinin tarihin başlangıcında “Hiyeros Gamos” denilen kutsal evlilik törenlerinin ardından doğan kutsal çocukların doğuşlarının toplum tarafından bir umut olarak değerlendirilip, bugünlerin her yıl kutlanması gerçeği ile bağlantılı olduğunu belirtmektedirler.
O dönemin ana tanrıçaları, toplum içerisinden seçilen ve çoğu zaman da maske ile yüzü kapatılmış, aslında toplum içerisindeki genel erkeği ifade eden bir erkekle kutsal evlilik adı altında bir birleşme gerçekleştirirler. Bu birleşmeden doğan çocuklar, tanrıçanın yeryüzündeki tezahürü olan ana kadın ile toplumun temsilcisi olan erkeğin birleşmesinin bir sonucu ve bir ürünü olarak değerlendirilip kutsanır.
Bu evlilikte gerçekleşen, toplumsallık ile kutsallığın birleştirilip yeniden üretilmesidir. Bunun ürünü olan çocuklar ise toplumun temel değer yargılarını temsil ederler. Dolayısıyla bu değer yargılarının yeniden üretilmesinin ifadesi olan doğuşlar, toplumlar açısından umudun sürdürülmesi ve diri tutulması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla doğum günleri bu umudun tazelenmesi anlamında kutlanmaktadır.
Giderek bu tarz evlilikler yerine daha daraltılmış özel evliliklerin gelişmesiyle beraber, bu geleneğin bir izdüşümü olarak, doğan çocukların doğum günleri kaydedilir ve bu doğum günleri her yıl tekrarlanarak kutlanır. Daha sonraki dönemlerde bu doğum günleri, çocuklar açısından aslında her yıl kendi gelişmelerini ve büyümelerini görmenin, bu anlamda kendilerine anlam vermenin, yine toplum tarafından çocuğa verilen değerin çocuğa gösterilerek, çocuğa güven verilmesi, çocuğun toplum tarafından sahiplenilmesi anlamında güçlendirici psikolojik etkiler yaratan olumlu bir gelenek olarak devam etmiştir.
Bu geleneğin esas kökenleri belirttiğimiz gibi, daha çok Mezopotamya mitolojilerinde görülmektedir. İlk biçimleri bu mitolojide farklı biçimlerde dile gelmektedir. Doğum günleri bu kültürde genelde toplumsallığı devam ettirmenin bir aracı olarak da kullanılmıştır. Zira bugünlerde topluluğun bireyleri bir araya gelir, yaşamın yeniden doğuşundan duydukları sevinçlerini, coşkularını birbirleriyle paylaşıp, dayanışmalarını verdikleri hediyelerle birbirlerine gösterirlerdi.
Bu tür etkinlikler, sevinç ve coşkuyu çocuğa mal ederek, çocuğun, toplumun coşku ve sevincini kendisinde hissedebilmesini sağlayan bir özelliğe de sahiptir. Bu duygu ile yetişen çocuk, kendi toplumsallığına daha güçlü bağlanır ve toplumsallık karşısındaki sorumlulukları da bu tür günlerde kendisine hatırlatıldığından dolayı, toplum karşısında sorumluluk sahibi olarak büyümeye devam eder. Bu tür etkinliler sadece bununla da sınırlı değildir; sadece doğum günü değil, çocuğun büyümesi sürecinde geçirdiği her evre, belirli törenler ve kutlamalarla toplumsallaştırılıp, çocuğun kişiliği bunların içerisinde sürekli eğitime tabi tutulur.
Örneğin çocuğun ilk yürüme süreci, Kürt geleneğinde “Kostek” olarak adlandırılan bir törenle kutlanır. Yine İlk Saç kesme törenleri, Sünnet törenleri, Evlilik törenleri var. Bu törenlerin hepsi aslında birey ve toplum arasındaki ilişkilerin yeniden kurulması ve üretilmesi anlamına gelmektedir. Bireyin toplum tarafından sahiplenilip eğitilmesi ve yüceltilip değer kazanması anlamında bir etkinlik olarak gerçekleştirilir.
Tabii bunlar, toplumsal geleneğin oluşum diyalektiğini ifade etmektedir. Ancak bunun daha genelleşmiş, topluma mal olmuş biçimleri var. Eğer bu birey sıradan bir bireyse, normal bir toplumun bir üyesiyse, bu etkinlikler kendi topluluğu ile ilişkileri bağlamında ve kendi yaşam süresiyle sınırlı gerçekleşen bir etkinlikler olur. Bu birey topluma mal oldukça, toplum kendisini onda ifade etmeye başladıkça, bireyin bütün bu süreçleri, aslında toplumsal gelişmenin süreçleri ile bütünleştirilerek simgesel anlam kazanmaya başlarlar. Ve bireyde somut bir biçimde gerçekleşen bu tür etkinlikler, kişi topluma mal olup genelleştikçe daha sembolik bir tarzda üretilmeye başlarlar.
Dolayısıyla toplum kendisini bireyde üretirken, kendisini bu tür etkinliklerle bireye yedirirken, diğer taraftan da birey, toplumu yaratmaya başladığı andan itibaren, bireyin bu tür süreçleri toplum tarafından kendini üretme sembol ve simgelerine dönüştürülüp, toplum kendini bu bireylerde üretmeye başlar. Toplum ve birey arasında bu karşılıklı birbirini üretme diyalektiği, bu tür günlerin önemli özelliklerinden birisidir.
Bireyin toplumu anlaması, toplumun bireyi anlaması, bağlamında da bu tür etkinlikler, sembolik kutlama ve kutsallaştırma ritüelleri, sadece tarihsel değil, sosyolojik, psikolojik etkilere de sahiptirler. Doğuşun en önemli özelliklerinden birisi, yenilenmedir. Eskinin varolan kalıp ve ölçülerinin aşılması, aslında bir yerde ana ve atanın aşılarak daha bir üst boyutta kendisini üretmesi anlamına geliyor.
Nitekim doğuşların yaşam ifade eden bir anlamı vardır. Doğuş, yaşamın kendisini üretme kabiliyetinin ifadeye kavuşması anlamına geliyor. Kaldı ki yaşam kavramının kendisi de “herhangi bir maddenin kendisini sürekli ve bir üst boyutta üretebilme kabiliyeti” olarak tanımlanmaktadır. Yani herhangi bir maddi olgu, maddi gerçeklik -ki bu manevi değerler için de böyledir- kendisini sürekli ve bir üst boyutta üretebiliyorsa, yani yenileyebiliyorsa orada yaşam vardır.
Yaşam bu tarzda kavranıldığı için de, yaşamın kendisini üretebilmesi, devam ettirebilmesinin sembol ve simgeleri kutsanmaktadır. Zira hem insan varlığının kendisi hem de toplumsal gerçeklik bütünüyle kendisini var edebilme, devam ettirebilme, yani yaşamını sürdürebilme ilkesine göre şartlanmıştır. Bu, her canlı için geçerlidir. Her canlı, kendisin devam ettirebilme dürtüsü ile varlığını gerçekleştirir. Bu dürtü bütün canlılarda olduğu gibi, insan ve toplumda da en temel dürtüdür. İnsandaki temel dürtüler olan üreme, savunma ve beslenme dürtüleri yaşamsal dürtüler olarak tanımlanıyor. Bunlar insanın en derin dürtüleri olarak da tanımlandığına göre, insanın derinliğinde yaşama kilitlenmişlik ve yaşamı üretme, devam ettirme duygusu en güçlü duygudur. Bu duygunun sürekli üretilip güçlendirilmesi, belirttiğimiz bu tarz sembolik etkinliklerle canlı tutulmaktadır.
Bu tür etkinliklerin bir kültür ve gelenek haline getirilmesi ve toplumda anlamının da sürekli üretilmesi, sadece birey toplum arası ilişkilerin sürekli bir üst boyuta kurulup üretilmesi anlamında değil, toplumun kendisini yeniden ve sürekli bir üst boyuta üretebilme kabiliyetinin canlı tutmasının ifadesi olmaktadır. Bu tür etkinlik ve yaklaşımlar sadece insanların biyolojik doğumları ya da ürün hasat törenleri ile değil, bireylerin yaşamlarının farklı dönemlerinde gerçekleştirdikleri büyük eylem ve çıkışlarda da ifadeye kavuşturulmaktadır. Büyük kahramanların, büyük kişiliklerin verdikleri ilk sınavlar, ergenlik sınavları var.
Bu sınavlar ya da daha sonraki süreçlerde büyük kişiliklerin büyük çıkışlarını ifade eden eylemleri de bu tür kutlama etkinliklerine konu olmaktadır. Örneğin Muhammed’in doğumu, hicreti, tanrıya buluşması olan Miracı, çeşitli savaşları İslam âleminde kendisini yeniden üretmenin ve bu çıkış eylemlerinin canlı tutulmasının sembolleri olarak kutlanmakta ya da anılmaktadır. Yine İsa’nın doğuşu, çarmıha gerilişi, halkla ilk buluşmaları, vaftiz dönemleri gibi yaşamının dönüm noktaları farklı etkinliklerde dile getirilip ifadeye kavuşturulmaktadır.
Benzer etkinlikler hemen hemen bütün kültürlerde rahatlıkla görülebilmektedir. Bunların ayrı ayrı çözümleme ve değerlendirmesini yapmak yerine, doğum günü olgusunu burada ele almak yeterli olacaktır.
Hatırlayabildiğimiz kadarıyla, doğum günü kavramı ya da kültürü bundan birkaç yıl öncesine kadar Kürt kültüründe çok fazla yeri olmayan bir etkinlikti. Hatta Ortadoğu kültüründe de çok fazla canlı olan bir kültür ve gelenek değildi. Daha çok topluma mal olmuş, özellikle peygamberliksel çıkışların doğum günleri ya da bazı temel etkinlikleri kutlansa da, tek tek bireylerin doğumları, doğum günleri çok fazla kutlanmamaktadır. Bu günümüzde de böyledir.
Tek tek bireylerin doğum günlerinin kutlandığı kültür, daha çok Batı kültürüdür. Bunun da sosyolojik bir tahlilini yapmak gerekiyor tabii. Ortadoğu’da toplumsallık o kadar çok boğuntuya getirilmiştir ki, bireylerin toplumsallık açısından çok ciddi bir değeri yoktur. Yani bir bireyin doğumu, gelişimi kutlanması gereken, sürekli hatırda tutulması gereken bir olay değildir. Kaldı ki, nüfusu biyolojik üretme anlamında çok ciddi bir etkinlik ya da üretim olarak değerlendirmek, bu kültürde çeşitli nedenlerden dolayı ayıpsanan bir gerçekliktir.
Bu, biyolojik yaşamın anlamsızlaştırılması ile ilgili bir olaydır. Maddi yaşamın anlamsızlaştırılması, insanın tanrılar karşısında anlamsızlaştırılması, hatta maddi yaşam gerçeğinin bir günah olarak algılanması, bütün biyolojik etkinliklerin ayıp ve günah kavramları ile ifadelendirilmesi, insanın maddi yaşam içerisinde değersizleştirilmesi, dolayısıyla iradesinin kırılmasının kültürünü yaratma amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Önderlik, savunmalarda Sümer mitolojisindeki ilk yaratılış efsanesinde insanın tanrıların pisliğinden yaratıldığı gerçeğinin çözümlemesini yaparken, bunu çok iyi ortaya koymaktadır. Yani insan, tanrılar karşısında aslında kendisini pislik gibi hissetmelidir. Kendisinin varoluş tarzı, doğumu günaha bir doğumdur. Dolayısıyla bunun çok fazla kutlanacak bir şeyi de yoktur.
Bu tarz bir yaklaşım erkek egemenlikli kültürün gelişim süreciyle bağlantılıdır. Bu yaklaşımlar, toplumda bireyin anlamsızlaştırılması ve iradesizleştirilmesi amacıyla yapılan değersizleştirici ideolojik yaklaşımın yaşama, pratiğe yansıyan boyutlarıdır. Eğer birilerinin doğumu kutsanacaksa, bu sadece soylu kişiliklerin, peygambersel kişiliklerin, tanrıya yakın olan, yani iktidara yakın olan kişiliklerin doğum günleri olabilir. Sıradan bireyin, sıradan kulun doğumu ise, günaha doğumdur.
Dolayısıyla bu kul, bütün yaşamını kendini bu günahlardan arındırmak amacıyla tanrıya ve onun yeryüzündeki temsilcileri olan egemenlere hizmetle geçmek zorundadır. Kendisini günahkâr gören, bu duyguyla yaşayan insan ise, sürekli suçluluk psikolojisi ile kendisini affettirmenin yarışı içinde olur. Dolayısıyla onun doğumu onun için bir sevinç vesilesi değil, bir azap ve acı vesilesidir ve bunun da kutlanacak bir şeyi yoktur.
Bu ideolojik bir yaklaşımdır. Bu ideolojik yaklaşım aslında toplumda oturtulup bir kültür haline getirilmiştir. Dolayısıyla insanın doğumunu, doğuşunu yaşamını devam ettirmesini büyük bir sevinçle karşılayan toplumsal ahlak ve gelenek yerine, egemen kültür ile birlikte insanın değersizleştirildiği ve yaşamın anlamsızlaştırıldığı bir kültür ve gelenek yaratılmıştır.
Bu Ortadoğu’da çok köklü bir biçimde oturtulmuş bir kültürdür. Batıda ise, bu kültürün bazı yansımaları olmakla birlikte, bireyin sürekli daha fazla ön planda olması, değer görmesi gerçekliği belirttiğimiz kültürün bu yansımalarına da etkide bulunmuştur. Kaldı ki, sembolik olması açısından, örneğin İsa’nın doğum gününün kutlanması ve bir Milat olarak ele alınması, batı kültürü bir ürünü değil, Ortadoğu’dan gitme bir kültürüdür. Ama Ortadoğu’da toplumsallığın gelişip, bu tür etkinlikleri yok etmesi karşısında, batıda bireyin varlığını devam ettirebilmesinin bir yansıması olarak, bu kültür oralarda canlı tutulmuş ve geliştirilmiştir.
Belki daha sonraki süreçlerde etkileri kırılmıştır. Yine Hıristiyanlık kültüründe her ne kadar insanlar, yine bu kültürün bir yansıması olarak günahkâr doğuyorlar ve vaftiz edildikten sonra yaşama adım atarak bir kutsallık kazanabiliyorlarsa da, bireyin tamamıyla yok edilmemiş olması, bu geleneğin canlı tutulmasını beraberinde getirmiştir.
Bu geleneğin batıda sürekli devam eden bir kültür olduğunu söylemek de çok fazla gerçekçi değildir. Özelikle kapitalizmin belli bir aşamasından sonra, bu kültür yeniden canlandırılmış ve çarpıtılarak topluma mal edilmiştir. Doğum günleri, Kapitalist bireyciliğin körüklenmesi ve bu bireyciliğin bir tüketim kültürüne dönüştürülmesi anlamında canlı tutulan bir gelenektir. Nitekim günümüzde de batıdaki doğum günleri, neredeyse tüketim çılgınlığını sürekli tahrik eden bir işlev görmektedir. Kaldı ki bütün bayram ve kutlamalar gerçek anlamından boşaltılarak, kapitalist sistemin hizmetine sokulmuştur.
Bütün bayramlar, insanların çılgınlık derecesinde tüketime yöneltildiği birer etkinliğe dönüştürülmektedir. Yılbaşı kutlamalarından tutalım, son yıllarda icat edilen birçok bayrama kadar, bunlar kendi özlerine uygun bir tarzda kutlanmak yerine, sistemi üreten, sürdüren birer etkinliğe dönüştürülmüştür. Örneğin İsa’nın doğum günü olan ve Milat olarak kabul edilen yılbaşı günleri, tam birer tüketim çılgınlığına dönüştürülmüştür. Bu yetmiyormuş gibi, icat edilen bayramlar var. Örneğin sevgililer gününden tutalım, analar günü, babalar gününe kadar birçok yapay bayram da icat edilerek, bu günlerin anlamı ve içeriği boşaltılmıştır.
Ortadoğu’da ise bu tür etkinlikler farklı biçimde kutlanmaktadır. En etkili kültür olan İslam kültüründe, Hz. Muhammed’in doğumu ya da miracı, genelde mevlitlerle, tanrı karşısında günahlarını affettirmenin ibadetleri, ritüel ve törenleri ile kutlanıp karşılanmaktadır. Bu anlamda kapitalizmin etkileri bu kültür içerisinde bu noktada kırılmaktadır. Hatta buna karşı tepki bile gelişmektedir. Örneğin İslam kültüründe yılbaşları ya da doğum günleri etkinliklerinin kınanması, ayıpsanması, ya da gelenek dışı görülmesi, belirttiğimiz bu toplumsal gerçeklikle bağlantılıdır.
Açık söylemek gerekirse son yıllarda Önderliğin doğum gününün kutlanmasına ilişkin halkın ve hareketin böyle içeriğine ve anlamına uygun kutlamalar yapmasının yanı sıra, yanlış yaklaşımlar da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Önderliği anlamsızlaştıran, içini boşaltan, hele hele sistem tarzında ifadelerle, bu tarz etkinlilerin içeriğini boşaltarak ele alan yaklaşımlar kabul edilemeyecek yaklaşımlardır.
Önderlik militanı olan her kadronun bu tür yaklaşımları devrimci bir tavırla ret ve mahkûm etmesi gerekmektedir. Önderliğin doğum günü kutlamalarını vesile ederek, aslında bir yerde kapitalist tüketim ve eğlence kültürünü içimizde üretme yaklaşımları da giderek gelişmektedir. Son yıllarda bir hastalık biçiminde gelişen bireylerin kendi doğum günleri için “partiler” düzenlemeleri, birbirlerine “hediyeler” verme yaklaşımları da belirttiğimiz bu yozlaşmanın göstergeleridir. Böyle ele alınmak durumundadır. Birçok konuda olduğu gibi bizim kutsal değerlerimiz ve geleneklerimiz kapitalizmin ölçülerinde ele alınıp yozlaştırılmaktadır.
Eğer Önderliğin doğuşu, doğum günü anlamına uygun kutlanacaksa bu, Önderliğe kilitlenme, Önderliği sahiplenme ve onun doğuşuna cevap olabilecek bir duruşla gerçekleştirilebilir. Yoksa Önderliğin kendi doğuşunu “sistem karşısında bir varoluş” olarak anlamlandırmasının içi boşaltılmış olacaktır. Nitekim Önderlik üç doğuşunu da bu biçimde anlamlandırmaktadır. Geleneksel ana ya da aile ilişkilerinin reddi, geleneksel ve resmi toplumun reddi, yine en son olarak da bütün uygarlık sisteminin reddi tarzındaki gelişim aşamalarını doğuş olarak nitelendirmektedir.
Önderliği bu anlamda bir doğuş olarak ele almak gerekiyor. Kendi biyolojik doğumlarını, geleneksel aile ya da uygarlık gerçeği tarzında birer kutlamaya dönüştürmek, bu geleneğin içini boşaltan yaklaşımlardır. Hele hele, Önderliğin, onun karşısında direniş sergilemesini kendi doğuşu olarak adlandırdığı kapitalizmin kalıp ve biçimleri ile kendini ifadelendirerek; çoğu da sonradan icat edilen(çünkü Kürt ana ve babaları çocuklarının doğumlarını gün olarak kaydetmezler bu yüzden de çoğumuzun nüfus cüzdanında doğum tarihi 01/01!’dir) “doğum günlerini” “doğum günü partileri” ile kutlamak ve bunu da, Önderliğin başlatmış olduğu doğum günü geleneği ile meşrulaştırmaya çalışmak saptırıcı bir yaklaşımdır. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Doğum günü kavramının ve etkinliğinin içini boşaltmak anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla bu tür etkinlikleri ele alırken, bu tür günlerin anlamını tarihsel toplumsal gerçekliği içerisinde ele alıp, anlamlandırmak gerekiyor. Bunun dışındaki herhangi bir yaklaşım, ya bireyin kendi duygularını tatmin etmesinin birer yansıması ya da mevcut kapitalist tüketim ve eğlence kültürünün yeniden üretilmesi anlamına gelecektir.
Önderliğin 4 Nisan doğum gününü de bu anlam içerisinde ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim Önderlik, kendi doğumunun değerlendirmesini, bütünüyle kendi toplumsal doğuşu ve var oluşuyla bağlantılı bir biçimde ele almaktadır. Doğuşu, basit bir biyolojik doğuş olarak ele almak yerine, kendisinin şahsında gerçekleşen toplumsal büyüme ve yenilenme süreçleri ile bağlantı içerisinde ele almaktadır. Kendisinin anadan doğuşunu çok fazla değerli bulmadığını söylemektedir. Zaten kendisi ile anası arasında olan çelişkileri de, bu noktada çözümlemektedir.
Biyolojik doğuma çok fazla değer vermediğini kendi hayat hikâyesini anlatırken, çok çarpıcı örneklerle ifade etmektedir. Örneğin anasının kendisi üzerinde hak iddia etmesi karşısında “tavuklar da civciv yapıyorlar” diyerek, bu anlamda ananın kendisi üzerinde biyolojik doğumdan kaynaklı hak iddia etme yaklaşımlarını reddettiğini söylemektedir. Kendisinin gerçek doğuşunu ise bu biyolojik doğuşu gerçekleştiren anaya karşı vermiş olduğu mücadelede ifade etmektedir. Nitekim ilk isyanını anaya karşı giriştiği kavgada dile getirmektedir.
Daha sonraki süreçlerde, kendisinin gerçek doğuşunu devrimci doğuşla birlikte tanımlamaktadır. Özellikle PKK’nin kurulması ve örgütlendirilmesini kendi doğuşu olarak adlandırmaktadır. Daha sonraki süreçler için de benzer tanımlamalar yapmaktadır. Örneğin komplo sürecinde imha ile karşı karşıya geldikten sonra, kendisini paradigmal olarak yenileme ve toplumsal mücadelede yeni bir sürece girmesini de üçüncü doğuş olarak değerlendirmektedir. Önderliğin kendisinin doğuşunu anlamlandırması, bu anlamda tamamıyla toplumsal-sosyolojik bir kavramlaştırma ve anlamlandırmadır. Bu anlamlandırma hareketimiz içerisinde de anlamına uygun bir biçimde karşılanmaktadır. Örgütsel olarak büyük atılımlarımızı, büyük hamlelerimizi önderliğin doğum gününe denk getirmemiz bu gerçeklikle bağlantılıdır
İlk dönüşüm hamlemiz olan PKK’nin VIII. Kongre sürecini, 4 Nisan’a denk getirmiştik. Yine birçok konferans ve kongremiz de 4 Nisan’a denk getirilmiştir. En son da PKK’nin yeniden inşa kongresinin 4 Nisan gününe getirerek Önderliğin doğum gününe anlam biçmeye çalışmıştık. Yine Önderlik kendi doğum gününün hangi etkinliklerle kutlanabileceğine ilişkin de, insanların birbiriyle buluşması, ağaç ekilmesi, özellikle de mücadelenin geliştirilmesi tarzında ele alınmasını istemektedir.
En son doğum gününü analara ve kadınlara hediye ettiğini ifade etmişti. Bunun da ideolojik bir yaklaşım olduğunu görmek gerekiyor. Bugün özgürlük mücadelesinde anaların ve kadınların öncü bir rolü var ve mücadelenin pratik boyutunda da en ön saflarda yürüyen toplumsal kesimi ifade etmektedir. Dolayısıyla doğum günü, kendi toplumsallığını en çok temsil eden ve bunu da en çok Önderliği sahiplenerek yapanlara armağan edilmiştir.
Belirttiğimiz gibi, halklar bu tür günleri kendi gelenekleri içerisinde üretebilme noktasında köklü bir bilince ve kültüre sahiptirler. Bu konuda doğru refleksi gösteren halklardan bir tanesi de, Kürt halk gerçekliğidir. Bunu çok farklı boyutları ile açmak yerine, sadece en son gerçekleşen Newroz ve 4 Nisan kutlamaları sürecinde görebiliriz.
Kürt halkı imha ile karşı karşıya bırakılan, tecrit çemberi içerisinde imha tehdidi ile karşı karşıya olan Önderliğini büyük bir ayaklanma ve isyanla karşılamıştır. Newroz alanlarından tutalım, bütün direniş alanlarına, atılan tek sloganın “Biji Serok Apo” sloganı olması, aslında bunu göstermektedir.
Yine kendisini 4 Nisan’da yeniden inşa eden PKK’nin, kendisinin varlık nedeni ve yaşam gerekçesi olarak Önderliği görmesi, bütün her şeyi ile önderlik çizgisini yeniden üretme arzında örgütlendirilmesi bu yaklaşımın ideolojik alana yansımasıdır. Eğer Önder APO’nun 4 Nisan doğum günü bir etkinlik tarzında kutlanacak ve anlam verilecekse doğru yaklaşım halkın ortaya koyduğu bu tavır olarak görülmelidir. Bunun dışındaki basitleştirici yaklaşımlar, asla Önderlik gerçeğini ifade etmemektedir.
Özellikle Önderliğin doğum gününü, kapitalizmin basit tüketim kültürü ya da eğlence tarzında ele almak, böyle bir günün anlamını ve içeriğini boşaltmak anlamına gelecektir. 4 Nisan eğer gerçekten anlamına uygun kutlanacaksa, Önderliği anlamanın, yaşamsallaştırmanın ve bunun mücadelesini yükseltmenin günü olarak ele alınıp değerlendirilmek durumundadır.
Dolayısıyla 4 Nisanlar Önderliğin doğuşunun mutluluğu ve sevinci kadar, bunun karşısında kadro ve militan olarak duruşumuzun muhasebesini yaptığımız günler olarak da ele alınmak durumundadır.
Önderlik, her adımını, toplum ve halk adına bir doğuşa dönüştürerek kendisini var etmektedir. Bizler de Önderliğin doğum günü vesilesiyle Önderlik karşısında, halk karşısında, şehitler karşısında görevlerimizi ne kadar yerine getirebildik, ne kadar onlara layık olabildik ve ona layık olabilmek için önümüzde duran görevler nelerdir muhasebesiyle, 4 Nisan’ı karşılayarak anlam verebiliriz.
Böyle günlerde bu muhasebe çok daha güçlü yapılabilir. Zira her 4 Nisan, büyük doğuşların gerçekleştirilebileceğinin umudunu da içerisinde barındırmaktadır. Muhasebe yapıp, zorluklarımızı gördüğümüzde böyle günlerde yeni doğuşlar ve büyük çıkışlar yapabileceğimizi Önderlik gerçeğinde görerek, umudu, iradeyi ve çabayı büyüten bir ruhla karşılanırsa, bu Önderliğe, onun doğum gününe doğru cevap verme anlamına gelecektir.
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Nisan günü saat 20:00 - 21:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Metina alanı sınır hattında bulunan Kaşura alanında, 3 Nisan günü(bugün) saat 03:30 - 04:30 arasında Gare alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar