Bu gün Deniz’le başlayacağım bu yazıya. O heybetli bedeni ile mahkeme salonuna peşindekileri sürükleyerek bir ok gibi fırlayan, genç gözlerinde bizler için kuzey yıldızı gibi parlayan bir ışık bırakan Deniz Gezmiş ile... İçimizdeki Deniz ile yüreğimizde sakladığımız en güzel duygularımızı anlatan Deniz ile. Evet bu yazıya Deniz ile başlayacağım. Çünkü eminim O’nun da hikayesi Deniz’le başlıyordu.
Yağan yağmura rağmen sokağa tereddütsüz fırlamıştık. Sonbahardı ve yağmur değil yalnızca birazdan sokaklarına atılacağımız İstanbul’un kalabalığı korkutuyordu bizi. Herkes gibi koştura koştura yürüyorduk ama herkes gibi değildik. O koşuşturmacalar yağmur nedeni ile günü erken bitirenlerin ya da bir yerlere sığınmak isteyenlerin telaşıyla doluydu. Biz ise delice bir heyecanla sabaha yeni merhaba demiş gibiydik.
Bu sokaktan çok kez geçmiştik. Ve vitrinlerinden gözlerimizi hep uzak tutarak salına salına yürüyen kalabalıkları hızla arkamızda bırakmıştık. Bu kez gözlerim mağazaların vitrinlerinde hızla dolaşıyordu. İki kişiydik. Daha kolay olsun diye birimiz yolun sağındaki diğerimiz ise solundakileri kolaçan edecekti. Gözümüze kestirdiğimiz bir mağazaya hızla girdik sonunda. Gerçekten hızla girdik... Kapıdaki güvenlik görevlisini tedirgin edecek kadar hızla. Görevli şöyle bir süzüyordu bizi. Alışmıştık. Biraz durduk. Herhalde gözleri ile bizi iyice süzmesine fırsat vermek istiyorduk. İşini bitirse de girsek artık içeri diye mırıldandım sessizce. Arkadaşım güldü, rahatladık. Görevli yüzünü biraz ekşiterek, gözlerini ağır ağır çevirdi üzerimizden. Bu, ‘tamam içeri girebilirsiniz ama sizi gözüm tutmadı’ anlamında bir geçiş izni gibiydi. Yağmurdan kaçmak için mağazaya alış veriş yapma numarasıyla sığınan iki öteki gibiydik içeride. Herhalde bir kaç parça eşya alıp çıkmamız çok şaşırtacaktı onları.
Kışlık reyonlara doğru yaklaştık. Tezgahın önünde duran elemanlardan öte bucak kaçıyorduk hep. Bizimle ilgilenmesinler istiyorduk. Zaten kimsenin bizle ilgilendiği yoktu. Biz ise bundan memnunduk. ‘Ne oldu bulabildin mi?’ ‘Yok. Hepsi züppe işi’
Dışarı atıldık. İkinci bir mağazaya, sonra üçüncüye, sonra dördüncüye. Beş, altı, yedi... derken karanlık olmuştu ve yağmur dinmişti. Ama biz hala ıslaktık. Ben pes etmedim hiç. Arkadaşım için durum öyle değildi. Umut yoktu onun için. Ben ise gözlerimle görmüştüm. Biz de bulabilirdik.
Umutsuzca girmiştik o mağazaya. Reyonda o kabanı görünce şöyle bir zafer kazanmış edası ile baktım arkadaşıma. İşte o kabandandı. Demiştim yolda birinin üzerinde görmüştüm. O bulmuşsa biz de bulurduk. Herhalde bir tane tek üretmediler ya! Hani Deniz’in üzerinde hep özendiğimiz hani kapşonu tüylü ve göğüs hizasında cepleri olan parkaydı heyecanla baktığım. Hem de askeri renkli. Mağazada giyindik ikimiz de. Aynısından iki tane aldık. Birbirimize sık sık tebessümle baktık. Gurur duyduk birbirimizle. Elimiz boş girmiştik yine boş çıktık mağazadan. Sadece çıplak sırtımızda Deniz’in parkasından vardı artık. Ama Deniz değildik biz.
Ne zaman birinin sırtında bu parkadan görsem kendimi koyarım o parkanın içine, kendimi hayal ederim.
Diyarbakır adliye sarayının bizlere ayrılmış salonunda etrafımda bir kaç asker ile birlikte bekliyordum. Bileklerim kelepçeliydi Deniz’in bileklerindeki gibi ama mutluydum. Mutluluğum tedirgin ediyordu askerleri. Yeni mevzuat gereği mahkeme salonuna götürürlerken çıkaracaklardı kelepçemi. Ben ise böyle girmek istiyordum o salona. Deniz gibi. Bir ok gibi. Koluma hıncla girenleri peşimden sürüklercesine. Kolumdakiler koştura koştura girdiler salona. Beni peşlerinden sürüklemek istiyorlardı, emindim. Onlar da o görüntüleri izlemişti sanki. İzin vermek istememişlerdi. Zorlaya zorlaya, birbirimizi ite ite girdik salona. Hep Deniz aklımdaydı. Tek başımaydım, arkadaşlarım yoktu. Yine de Deniz gibi konuşmak isterdim orada. Hakim bir şey belirtmek istiyor musun? dediğinde ‘Tabi ki istiyorum’ dedim heyecanla. Avukatıma gözüm ilişmişti. İçimdeki Deniz’i o da görmüştü sanki. Gözleriyle sakinleştiriyordu beni, gerçeğe dönmem için telkin ediyordu. Deniz gibi konuşamadım hiç. Çünkü Deniz değildim ben.
Ama ne zaman bir kelepçe görsem kendimi düşlerim bileklerimde kelepçeyle... Deniz gibi kollarımdakileri peşimden sürükleyerek...
Dağlardaydım artık. Bir gün dinlediğim bir parçayla içimdeki Deniz yeniden bir daha kabarmıştı. Parçayı hatırlamıyorum, sözlerini de. Bir tek parçanın arasına döşenmiş Deniz’in konuşmaları işlenmişti kalbime. Bir çokları gibi ilk kez Deniz’in mahkeme konuşmalarını dinliyordum. Bir daha dinledim, bir daha. Sonra ağladım. Etrafımda gerillalara baktım uzunca. Onları izledim, onları dinledim hep. Deniz’in tam da kalbimdeyim şimdi. Binlerce Denizi’in tam içinde dedim kendi kendime ve gerillalar adına gururlandım.
Yine dağlardaydım. Haberlere şöyle bir bakmak için girdim mangadan içeri. Şöyle bakmak yetmedi, oturdum, izledim. İçimdeki Deniz bir daha bir daha kabardı o vakit. Orhan’ı dinledim. Orhan Yılmaz kaya’yı. Bostancı’da direnerek ele geçirdiği telsizden yaptığı o konuşmayı dinledim. Deniz gibi konuşuyordu o da. İsimlerini hiç unutmadığımız o devrimciler gibi. Kendisinin de tek tek ismini sıraladığı devrimciler gibi.
Sonra fotoğrafını gördüm. İşte dedim içimdeki Deniz. Yağmur altında umudumu yitirmeden sırtındaki parkasından bulmak için heyecanla koşturduğum. İşte mahkeme salonuna adım atarken bana cesaret veren Deniz. İşte milyonların yüreğiyle işittiği o sesin sahibi.
Gerillaların gözlerinde dolaştı gözlerim. Deniz’i dinler gibi dinliyorlardı. Gerçek bir devrimciyi dinler gibi. Tüm kanalları gezdim sırayla, bir daha dinledim, bir daha. Sonra ağladım. O gün yüreğimin duvarına Mazlum’un, Hayri’nin, Kemal’in, Zilan’ın Beritan’ın, Deniz’in Mahir’in, İbrahim’in,Sinan’ın Che’nin ve ismini sayamadığım daha bir çoğunun resminin yanına Orhan’ın da resmini astım.
Türkiyeli Devrimci Orhan’ın sesi bir halkın ve bir halkın kahramanları olan gerillanın yüreğinde dolaşıyor şimdi. Ve Onlar Mazlumca, Agitçe, Kemalca, Beritanca, Zilanca direnmenin yanıbaşına bir de Orhanca direnmek diye not düşüyorlar devrimciliğin kutsal kitabına.
Ben ise ne zaman o yağmurlu günde heyecanla ama umudumu yitirmeden aradığım o parkayı görsem Orhan’ı düşleyeceğim artık. Benim gibi binlercesi devrimciliğin simgesine dönüştürdüğümüz o parkayı en çok Orhan’a yakıştıracağız.
Doğan ÇETİN
- Ayrıntılar
Dünya tarihinde önemli kavşaklar vardır. Bu önemli kavşaklar insanlığın yeni yol haritasını çizmesinde büyük katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin bir Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın katledilişi önemli tarihi bir dönemeçtir. Hz. Muhammed’in İslam’ı Ortadoğu’ya hakim kılarak yeni bir yol çizmesi önemli başka bir olaydır. Yine Fransız devrimi, Rus Bolşevik devrimi derken böyle tarihe çok fazla iz bırakan tarihi değerde olaylar yaşanmış ve bu olayların yaşanması insanlığın kaderini değiştiren roller oynayarak kaderlerinin farklı çizilmelerine götürmüştür. Böyle önemli olaylardan bir tanesi 1968 dünya gençlik hareketi ya da devrimidir.
1968 Gençlik hareketini anlamak için öncelikli olarak o yılları iyi anlamak, şartlarını iyi bilmek ve tabii ki yaşanmışları, insanlığı zorlayan olayları, olguları iyi bilmemiz gerekir.
1960-70 yıllar öncelikli olarak emperyalizm ile reel sosyalist devletlerin kıyasıya birbirleriyle mücadele ettikleri ancak her bir kampın kendisine yakın duran blokların oluşturulduğu yıllardı. Öyle ki adalet, eşitlik ve özgürlük için yola çıkan sosyalizm öğretisini savunduğunu iddia eden reel sosyalist devletler giderek bu öğretide uzaklaşıyor ve kapitalist modertinin en büyük silahı olan ulus devleti kökleştirdikçe kökleştiriyorlardı. Halbuki ulus devlet milliyetçiliktir. Ulus devlet baskıdır. Ulus devlet anti toplumculuktur. Ulus devlet sömürüdür. Dolayısıyla kapitalizmi ve emperyalizmi destekleyen hatta onun yedeğine düşmek demektir. Bu ise giderek dünyada baskının ve sömürünün artması demekti.
İkinci önemli bir durum Vietnam direnişidir. Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı gösterdikleri direniş özelde de 1968 yılında Vietnam direnişçilerinin adeta ABD askeri güçlerini süpüren TET Saldırısıdır. Ve bununla birlikte uluslar arena de giderek Vietnam halkına gelişen sempatidir.
Tüm bunlar yaşanırken dünya giderek fakirleşiyor. Devasa bir ekonomik kriz insanlığın karşısına koşar adımlarla geliyor. Halbuki dünya da milyarlarca dolar paralar sadece silahlara gidiyor. Silahlara gidecek paralar insanlık için kullanılmış olsa insanlık açlık sorunu çekmeyecek.
Ve bir de giderek gelişen bir kadın bilinci. Feminizm. Ve bunların tümünün ortak noktası ise kapitalist tüketim değerlerine karşı komünal değerlere geri dönüşü isteyen sistem karşıtı hareketler. Ve tüm bunların tam da ortasında bir gençlik. Hem de deli dolu bir gençlik. Özgür yaşamak isteyen bir gençlik. Artık bentleri kabul etmeyen, dizginlenemeye karşı duran, zapt edilemez enerjisiyle kendisi olmak isteyen bir gençlik.
Evet, bunlar ve belki de daha fazlası 1968 yılında birden bire sel gibi akan devasa bir nehre dönüşerek dünyanın tümüne yayıldı.
1968 patladığı zaman –Columbia Üniversitesi'nde, Paris'te, Prag'da, Mexico City'de ve Tokyo'da, İtalyan Ekimi'nde– bu gerçek bir patlama oldu. Merkezi bir yönelim yoktu, hesaplanmış bir taktik planlama yoktu. Patlama, yöneldiği kişiler için olduğu kadar katılanlar için de bir anlamda sürpriz oldu. En çok şaşıranlar, kendilerine nasıl bu kadar haksız ve politik bakımdan bu kadar tehlikeli görünen bir perspektiften gençler sosyalizmden uzaklaşmış olan, özgürlüklerden uzaklaşmış olan, adaletten uzaklaşmış olan sözde solcular olmuştur.
Gençlik hareketi kısa bir sürede dünyanın her yerine yayıldı. Bu gençlik hareketi birçok otorite ilişkisini ve en başta da her iki taraftaki Soğuk Savaş mutabakatını parçalayan bir patlamaydı. İdeolojik hegemonyalara her yerde gençlik meydan okuyordu. Karşı çıkmıştı. Özcesi alışılmış olana gençlik tam bir karşı duruşla başkaldırmıştı.
“1968 Devrimi esas olarak manevi kültür alanında ideolojik devrim olarak patlak verdi. Modern kültüre, onun tüm liberal, sağ ve sol türevlerine başkaldırıyordu. Bu anlamıyla önemli bir devrimdi.
En az Fransız ve Rus Politik Devrimleri kadar rol oynayan ideolojik bir devrimdi.
Modernitenin ideolojik hegemonyası inşa edildiğinden beri ilk defa kırılmaya uğramıştı.
Yüzlerce yıldan beri homojen toplum adına tutsaklaştırılan, asimile edilen, hatta soykırıma uğratılan kültürel, cinsel, etnik, dinsel ve yerel birçok toplumsal unsur kimlik savaşına kalkıştı.
Gençliğin bu savaşıma önderlik etmesi ayrıca anlamlıydı. Çünkü gençlik modernitenin en az etkilediği kesimdi. İdeolojik devrim yalnızca kapitalist liberalizme karşı yürütülmüyordu, liberal ulus-devlet kadar reel sosyalist ulus-devletle de köprüler atılmıştı. Endüstriyalizme ideolojik olarak karşı çıkış ilk defa güçlü teorik anlatımlarla ifade ediliyordu.
Feminizm en az sınıf teorileri kadar önemli teorik argümanlara kavuşmuştu. Geleneksel kültürel kimlikler modern kimlikler kadar değerli ve vazgeçilmez olduklarını kanıtlamışlardı.
Modern ulusçuluk teorisinin hâkim etnisitenin meşruiyet argümanından başka bir şey olmadığı anlaşılmıştı.
Dönemin en gözde devrimci ideolojilerinden olan modern ulusal kurtuluşçu düşünce ve pratiğinin söylendiği kadar anti-kapitalist ve kurtuluşçu olmadığı açığa çıkıyordu.
Reel sosyalizmin kapitalist moderniteyi aşan değil, güçlendiren bir sisteme dönüştüğü de iyice tartışılıyordu.
Sosyal demokrasinin demokratlığı çoktan kapitalizmin ayıplarını örten asma yaprağı rolüne indirgenmişti.”
“Sistemin ideolojik bunalımı Türkiye’de de en güçlü yankılardan birisine yol açtı. Beyaz Türk Faşizminin yapısal bunalımı ideolojik alana yansımış, devrimci ideolojinin darbeleri altında teşhir ve tecrit sürecine girmişti. Laik milliyetçiliğin modernist cilası tutmamıştı. Geleneksel din ideolojisi kadar devrimci modern ideolojiler de güçlü yankılar buluyordu.
1970’lerin devrimci hareketleri esas olarak ideolojik hareketlerdi. Politik özellikleri geliştirilememişti. Önemleri, sistemi teşhir etmelerinden ileri geliyordu. Toplumsal gerçekler ilk defa dile getiriliyorlardı. Çoktan mezara gömüldüğü sanılan gerçeklikler, ideolojik mücadeleyle birer birer diriliyorlardı.
İslamcı ideolojileri sosyalist ideolojiler takip etti. Her ikisinin akabinde Kürt olgusunu dile getiren ideolojik formlar yavaş yavaş kendini gösterdi. Tepki olarak ırkçı milliyetçilik şahlandırıldı.
1970’ler Türkiye’sinde tarihinin gerçek anlamıyla en büyük ideolojik savaşlarına tanık olundu. Irkçı milliyetçilik Hitler Almanya’sı türünden daha çok güçlendirilmiş bir ulus-devletçilik peşinde koşarken, İslamcı ideolojiler laik ulusçu devlete kaptırdıkları geleneksel rollerini yeniden oynamak ve devlette yer kapmak istiyorlardı.
Sol ideolojiler derin kavramsal bunalımlar içinde soyut toplumculukla uğraşıyorlardı. Toplumculukla ulus-devletçiliği birbirine karıştırmışlardı. En köklü ideaları olması gereken demokratik deneyimler sınırlı kalıyordu. Demokratik halk eyleminden çok, dar grup eylemlerine çakılmışlardı. Ama hepsi genelde toplumsal hakikatleri açıklama rollerini oynuyorlardı.
1970’ler dünyası ve Türkiye’sinde modern yapılardaki bunalımla ideolojik mücadelenin ortaya çıkardığı hakikatlerin PKK’nin oluşumunda önemli payı vardır. Birçok eksiklik ve yanlışlık taşısalar da, mücadele şehitlerinin oluşumdaki payı belirleyici olmuştur.”
İşte Türkiye devrimci gençlik hareketinin şehitlerini bu vesileyle hak ettikleri biçimde anmak en doğru devrimci, sosyalist ve demokrat yaklaşım olacaktır.
Türkiye’de 1968 yılında yeni yeni gelişen gençlik hareketi 1970’lerde rengini tam belirlemişti. Eskinin Kemalist ve faşizan zihniyetine, yine eskini o kalıplaşmış kuru reel sosyalist dogmalara karşı yeni gençlik Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakayaların, Sinan Cemgillerin ve nice büyük Türkiyeli genç devrimcinin emekleri, kanları üzerinde Kürt halkının da Türk halkı gibi bir halk olduğu, Kürt halkının da doğuşta haklarının olduğunu ilk kez bu denli gür haykırarak gelecekte Kürdistan’da gelişecek özgürlük hareketlerinin önünü açmışlardır.
Bu bağlamda Mahirlerin, Denizlerin, Sinanların ve de İbrahimlerin Kürdistan gençlerine, devrimcilerine bıraktıkları miras küçümsenemez.
Mahir Çayan henüz 1970-71’lerde: “Revizyonizm ciddi bir tehlikedir, Marksizm’i sarmıştır; her meselede olduğu gibi Kürt meselesinde de oportünist davranmaktadır. Kürt meselesi ulusların kendi kaderini bizzat tayin etmesi meselesidir. Kürtler isterlerse bağımsız devlet kurma haklarını kullanabilirler. Biz Marksistlere düşen görev, Kürtlerin bu haklarını elde etme mücadelesini desteklemektir” diyerek Kürt halkının sömürge statüsünü kabul etmediklerini açıkça dile getirmiştir.
Yine Deniz Gezmiş 1972 yılında İdam sehpasına giderken son söyledikleri sözleri halen anlamında tek kelime bile yitirmemiştir.
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm’in, Leninizm’in yüce ideolojisi.
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi.
Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm “ diye slogan atarken Kürt ve Türk halkların ve genel olarakta halkların kardeşliğinin ne kadar önemli olduğunu bize miras bırakmıştır. Yine başka bir genç yürek olan Yusuf İnan ise: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu uğrunda şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm” diyerek ölümün gözünün içine bakarak bize cesareti bırakıp ekip gittiler.
1968 gençlik hareketi, Mahirler, Denizler, Sinanlar, İbrahimler ve nice Türkiye devrimci genci bize halkların kardeşliğini, direnişi, özgürlük için gerekirse bedel verilmeyi, cesareti, bir halkın özgürlüğü için fedakarlığı ve tabii birde bize “Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmek, yalvarmak yerine zora başvurmak, başkasına değil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun eğmemek parolamızdır” diyerek gelecek devrimci kuşaklara devasa bir miras bıraktılar.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
1 Mayıs 2012 taksim şöleninin çok konuşacağız. Bunun yeni bir birlikteliğin başlangıcı olacağı kesindir. Bunun için “Halkların şöleni” tespitini yapmak yerindedir.
Bazıları 1 Mayıs öncesi sarı, yeşil hatta siyah bazı sendikaların aynı meydana gelmeyeceğini dönük işçilerin ve emekçilerin bölünüşü olarak ele almış ve bu parçalı duruştan bir şey çıkmayacağını söylemişlerdi. Doğrusu bunu söylerlerken işçilerin ve emekçilerin birleşmemesini eleştirerek bunu yapmamış, tam tersine buna sevinerek adeta alay etmişlerdi. Kimi sözde çokbilmiş ise sarı ve devlet sendikalarının taksim’e akmayacağını ise en zayıf geçecek 1 Mayıs olarak ilan etmişlerdi.
Ancak öyle çıkmadı. Tam tersine halkların, inançların ve de düşünce farklılıkların hakim olduğu tam bir renk cümbüşü yaşandı. Hem de amaçlarda birleşerek oluşan bir renk cümbüşü.
Sol ve demokrat eğilimli sendikalardan tutalım da antikapitalist Müslüman Gençlere kadar bir renk cümbüşü. Lazlar, Kürtler, Pomaklar, aleviler, feministler, eşcinseller, öğrenciler, devrimci öğrenciler, sanatçılar, sokaktaki her renk ve tabii devletlerin en iyi idare ettikleri futbol severlerin demokrat ve devrimcileri hem de fenerlisi, siyah beyazlısı ve de sarı kırmızılısı olanları. Evet, her renk 1 Mayıs'a kendi rengini katarak 1 Mayısın nasıl kutlanması gerektiğini öncelikle bizlere ve sonra da tüm emek düşmanlarına iyi gösterdiler.
Yıllar yılıdır herkesi ama herkesi devletin etrafında toplayan, devletin bir kalkanı gibi olarak kullanan, muhaliflerini aynı kitlelerin elleriyle ezen, dağıtan bir devlete karşı halkların renk cümbüşü sahiden biz gerillalara moral aşılamıştır. Bir yeni ruhun yaratılmasına yol açtığı gibi bu ruhun aslında her zaman bu halkların mayasında bulunduğunu da bize göstermiştir.
Bu ne demektir? Bu artık gözlerini dört açarak, suni çelişkileri bir yana bırakarak emek cephesiyle el ele demokrat aydın bir Türkiye ve Kürdistan için ortaklaşmanın ne demek olduğu demektir.
Bu ne kadar farklılıklarımız olsa da amaçta bir olduğumuzu gösterir. Amaçta bir araya gelebileceğimiz gösterir. Ve de bu artık bekçi dövmekten vazgeçerek üzümü yemek demek olduğu hatta en iyi üzümü ortakça yemek demek olduğu demektir.
Bu hiçte öyle kimilerinin bizleri inadına bir birine kırdırmak için, düşmanlaştırmak için çelişkilerimizi artık eskisi gibi istedikleri gibi kullanamayacakları demektir.
Bu halkların kesinlikle çıkarlarının ortaklaşmakta geçtiğine en iyi örnek demektir.
Bu tüm parçalamalara, bölmelere rağmen eğer saflarımız emek cephesi için çarpıyorsa meydanları dolduracağımızın en iyi ve güzel kanıtı demektir.
Ve tabii ki bu artık herkesin istediği zaman bize ağzını açıp söylediği, hödlediği zamanın da artık geçmekte olduğunu gösteren güzel bir halkların şöleni demektir.
Saygın bir sol demokrat Türkiyeli yazar: “Küçük görünen bazı adımlar vardır ki yerleşmiş ve köhnemiş taşları yerlerinden oynatırlar. Ve o taşlar kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir daha eskisi gibi döşenemez, yeni malzemeyle yeni yollar yapılması zorunlu olur” derken yeni yolun ne olması gerektiğine de iyi işareti demektir.
Artık kimse kusura bakmasın. Türkiye halklarını istediğiniz kadar parçalamaya çalışın, istediğiniz kadar o sahte devletçi sendikalarınızla içten düşürmeye ve zayıf kılmaya çalışın. Artık bunların hiç biri sökmeyecektir. İstanbul ve Diyarbakır sokakları 1 Mayısları bu şekilde ortak bir ruh duygusuyla kutladıkça hiçbir güç bu halklara geri adım attıramayacaktır. Aysel Tuğluk’un söylediği gibi "Yapmamız gereken 1 Mayıs'ı Newrozlaştırmak, Newroz'u 1 Mayıslaştırmaktır. Başka yol, başka çare yoktur" diyerek halkları birbirine düşman edenlere karşı birleşerek ortak tavır geliştirmemizdir. Bu ise zaten Newrozlaşmaktır. Newrozlaşmak ortaklaşma ve birleşerek zalimlere karşı direnişi inadını direnmek demek değil midir?
Öyleyse inadına; ortaklaşmak, ortaklaşmak, ortaklaşmak. Tüm farklılıklarımıza rağmen birleşmek, birleşmek, birleşmek.
Öyleyse inadına saflarımızı netleştirmek, netleştirmek, netleştirmek…
Biz gerillalar olarak her zaman halkların bu ortaklaşma şöleninin yanında olacağımızı tüm Türkiye halklarının bilmesini isteriz. Ve üzerimize düşen ne kadar görev varsa bu eksende emek sarf ederek esirgemeyeceğimizi de bilinmesini isteriz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Yeşil Türki Faşistlerin en etkili silahı psikolojik savaştır. İnsanı etkilemek için herhalde dünyada ne kadar yol yöntem varsa üzerinde etüt etmişlerdir. Belki bugün açığa çıkmayacaktır ama er ya da geç tarih Yeşil Türki Faşistlerin insanların ruhsal derinlikleri üzerinde özenle, büyük araştırmalar yaptıklarını yazacaktır.
Hitler faşizminin toplama kamplarında Yahudiler üzerinde tıbbi olarak çok sayıda deney yaptıklarını bugün iyi biliyoruz. Yine bir insanın ne kadar zehre dayanıklı olduğunu, ne kadar işkence kaldırabileceğini, ne kadar ilaca karşı refleks gösterebileceği gibi insanlık dışı uygulamaları Hitler faşizmi toplama kamplarında uygulamışlardır. Tıbbın kobay olarak kullandığı fareleri Hitler faşizmi Yahudi ve Sosyalistler üzerinde uygulamıştır.
Özcesi Hitler faşizmi insan davranışlarını etkilemenin yolları üzerinde özenle durmuştur. Ve bunun en ileri düzeyde uygulamasını ise toplama kamplarında büyük insanlık suçu işleyerek yapmıştır. Bugün ise Yeşil Türki Faşistler insana fiziki müdahale etmeden ama insanı insan olmaktan çıkarmanın tüm yollarını özel olarak birçok yerde araştırarak günlük olarak Türkiye ve Ortadoğu toplumları üzerinde tatbik ediyorlar.
Dediğimiz gibi tarih er ya da geç bu siyaset tarzını, bu tarz insanı etkileme sanatı üstüne yoğunlaşmalarını, insanı manipüle etmenin en aşağılık yol yöntemleri üzerinde ne kadar çirkince çalıştıklarını da yazacaktır. Öyle sanıldığı gibi Yeşil Türki Faşistler alias AKP’liler ve onların tüm Think Thank kuruluşlarının temel hedefi insanı etkilemeye dönüktür. Yanıltmaya dönüktür.
Özgürlük savaşçıları olarak AKP’nin ne kadar yalan dolan ile hareket ettiğini en çok biz biliriz. Çünkü Türkiye toplumunu en çok bize ilişkin geliştirdikleri yalanlar üzerine yönlendirmektedirler. Dünyanın ne kadar yalanı ve karalaması varsa bizi Türkiye toplumunun gözünde düşürmek için kullanmaktadırlar. Bunun için diyoruz ki bu özel savaş sistemini en çok biz biliriz.
Ne var ki Yeşil Türki Faşizm kendisini kurumsallaştırdıkça hiçbir karşı düşünceye yer vermek istemediği için geçmişte ona yakın duran, ona arka çıkan, “Yetmez Ama Evet” diyerek ona arka çıkanlara da yönelmeye başlamıştır. Tümden bir toplumu teslim almak için akıl almaz yalanları bu çevrelere de uzatmaya başlamıştır.
Örneğin en son İstanbul’da yapılmış olan DPI’nin (Demokratik Gelişim Enstitüsü) toplantısına dönük Yeşil Türki Faşistlerin en etkili silahlarından olan Akit gazetesi inanılmaz derece de bir saldırı kampanyası başlattı. Toplantıya katılanların isimlerini adeta kitleler tarafından linç edilmeleri için dünyada kimsenin aklına gelmeyecek yalanları da ekleyerek verdi. Hani diyorlar ya “bin yalan bir doğru etse bile bin yalanı söyle” misali, kuyruklu yalanın da ötesinde yalanlar ve provoke etmelerle bu yalanlar güçlendirildi.
Bu toplantıda yerini alan bir liberal yazar: “Çünkü, gerçekten dindar bir Müslüman, bu kadar hayasızca, utanmazca ve kolayca yalan söyleyip, bunu yayar mı? Bunu yapana ‘dindar Müslüman’ denir mi? Bunu yapana olsa olsa, ‘kimi istihbarat çevrelerinin tetikçisi’ denir” diyerek tepkisini yansıttı. Bir başka liberal demokrat yazar ise “İşte zibidilerin PKK toplantısı dedikleri toplantı... Bu tür zibidilerin niyetleri otoriter pislik saçıp, siyasete ve düşünceye tecavüz etmek, çamur atmaya çalışmaktır” şeklinde daha sert bir yazı yazdı.
Elbette toplantıya katılanlar nasıl bir toplantı yapıldığını, ne kadar şeffaf olduğunu herkesten daha iyi bildikleri için gerçekten de bu denli zibidilik yapanlara karşı sert cevaplar verdiler. Ama lakin aynı liberal demokratlar unutuyorlar ki bu zibidileri en çok geliştiren, palazlandıran, arka çıkan, bu denli pervasızlaşmalarını sağlayanlar yine kendileridir.
Özgürlük hareketine aslı astarı olmayan düzmece, yalan, manipülatif haberler yaparken bu zibidilere karşı bu liberal demokratlardan ses seda çıkmıyordu. Ne zaman ki kendilerine dönük bir şeyler yapıldı en sert cevap verir oldular.
Halbuki en doğrusu toptan özel savaş sistemlerine, psikolojik savaşlara karşı durmaktır.
Halbuki en doğrusu bu kadar pervasız saldırmalarının politik zeminini en güçlü şekilde destekleyen kendi yaklaşımlarını gözden geçirmeleridir. Aksi takdirde giderek daha da pervasızlaşacak olan böyle Yeşil Türki Faşist psikolojik özel savaşa karşı durmak güç olacaktır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Dalkavukluk bilinen tabiriyle şaklaban demek oluyor. “Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse”ye de deniliyor dalkavukluk. Masallarda ise biz “Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse” diye de öğrenmiştik. Özcesi çıkarcı, çıkarı için yalakalık yapan, korkak, iradesi olmayan, iradesine başkaları tarafından ipotek konulan, konulmuş olan, bunun için kendisi de olamayan tiptir dalkavuk. Kürtçede bu tiplere amiyane deyimle “tırşıkçı” denilir. Daha edebi bir söylemle şoloz deniliyor.
Son zamanlarda Türkiye’de sistemin yeni sahiplerine yalakalıkta sınır tanımayan bir yarışın olduğunu birçok aydın dile getiriyor. Aydınlar ve saygı değer yazarlar yalakalığı dile getirirlerken yerden yere de vuruyorlar. Ahlaki çökmüş tipler olarak ele alandan tutunda hatta kimi saygın yazarın deyimiyle “zibidiler” olarak bile ifade edenler çıkıyor.
Biz bu çok fazla yapılan değerlendirmelere girmeyeceğiz. Muhtemeldir ki söylenenler doğrudur da. Sonuçta bir birey kendisi olamamışsa, ya da birey olmasına izin verilmemişse böyle tiplerin her şeyi ama her şeyi yapacakları aklı çalışan her kişi tarafından tespit edilebilir. Kendisi olamayanlar tüm insanlık değerlerini satabilirler. Asalak yaşamları için o korkak ruhları için her şeyi satabilirler. Yalakalıktan tutalım da kraldan daha kralcı kesilmelerine kadar böyle onursuzluk diyebileceğimiz davranışlar içine girebilirler. Aslında bu tip yaklaşımlara davranış demekten ziyade davranış bozukluluklarına girebilirler demek daha yerinde olur.
Lakin biz başka bir pencereden konuya bakmak istiyoruz. Bir ara saygın bir yazar “bu sistem, suç üreten bir sistemdir” demişti. Doğru da söylemişti. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Ve bu sistem sadece ve sadece diz boyu ahlaksızlık yaratıyor. Ve bu sistem gerçekten sadece ve sadece dalkavuk yetiştiriyor.
Nedeni ise basittir. Bu sistem iktidarcı bir sistemdir. İktidar güç demektir. İktidar bu bağlamda sadece ve sadece boyun eğmeyi ve boğun eğdirmeyi bilen bir sistemdir. Güç üzerine kuruludur. İktidarcı yapıların genlerinde hep birilerini kişiliksizleştirerek kendilerine eklemleme vardır. Bir uzvu haline getirme vardır. Dediğimiz gibi iktidar doğası böyledir. Bunu beğeniriz ya da beğenmeyiz bir yerde iktidar varsa orada kişiliksizleştirme kesin vardır. Burada onursuzlaştırma kesin vardır. Burada insanların iradelerine ipotek konulduğu için dalkavukluk mutlaka vardır.
Şimdi Türkiye’de çok ileri düzeyde bir dalkavukluğun yaşandığını görmeyen kesinlikle ya kördür ya da hakikaten dalkavuktur. İktidarın tepesindeki adam her mikrofonu ağzına götürür götürmez veriyor veriştiriyor. En son sanat üzerinden aydınlara hakaret etmesine dinleyen bilir ne demek istediğimizi. Yine Erzurum’da içişleri olanı bakan “yok ya sevdiğini nereden bileyim, göbek atta göreyim” demesi esasta iktidarın en yalın halini göstermesi açısından da iyi bir örnektir.
İktidarların en tehlikeli olanı ise sonrada görmelerde ortaya çıkanıdır. Öyle ki iktidar olanaklarına ezelden beri kullanma imkanı bulamayanlar birden bire böyle bir iktidar imkanı gördüklerinde ilk işleri geçmişin tüm ezilmişliklerini insanlara ödeterek egolarını tatmin etme halleridir. Türkiye’de bu böyle midir değil midir ayrı bir tartışma konusudur. Ancak iktidar geni taşıyan, iktidarın imkanlarını ellerlinden bulunduranların sadece ve sadece uydu kişilikler istedikleri açıktır. Uyduruk kelimesi bunun için iyi bir kelimedir. Yine uydurukluğun bir ötesi olan dalkavuklukta bu bağlamda iyi bir isimlendirmedir.
Evet, Türkiye’de yeni iktidar odakları iktidar sistemine dokunmadılar. Yeni iktidar odakları sadece ve sadece iktidarı ele geçirerek yeni iktidarın nimetlerinden yararlanıyorlar. Böyle olunca iktidara gelenler yeni de olsalar yapacakları ve yaratacakları sadece ve sadece dalkavuk yaratmaktır.
Bunun için sorun sadece yeni iktidarlar uğraşma ve bunlara karşı mücadele etmenin çok ötesinde tüm iktidar odaklarına karşı gerekli olan bir mücadelenin yürütülmesidir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Mayısın biri denilince sadece bir gün gelmez aklımıza elbette, bu bir günden öğrenerek devrimci yaşamımıza sığdırdıklarımızla birlikte, emekle yoğrulan, bir yaşam gelir aklımıza. Emeğin günü, emeğe ihanet etmemenin günü, emeğe sarılmanın, bizi bu günlere getiren alın terlerini bir kere daha vicdanımızla duyumsayıp, anladığımız; aklımızla elediğimiz bir gün. Bize ait olduğu kadar bizi biz eden emeğe saygının, emeği yeniden yeniden fark etmenin günü.
Bir kere daha kendimizi gözden geçirip, verdiğimiz emeği düşünmenin günü olma kadrinde 1 Mayıs. 1 Mayıs denilince emek; emek denilince de bir kadın olarak ÖNDERLİK gelir aklıma. Bir Kürt kadının aklına emek deyince, özgürlük değerleri için, direnişin en onurlusunu yaşayan bu Emek Bilgesi gelir. O’nun verdiği emeğin hakikiliği karşısında hepimizin emeği bir tüy kadar hafif kalır. Bundan dolayıdır ki bu gün emeği anlamak, bu bir günü anlamak; yaşamımızda ki her bir günün bizlere sunulan nasıl bir nimet olduğunu anlamak, hakiki emek sahibinin bir gününü anlamak, hissetmek, aramak, yakınlaşmak günüdür bu gün.
Bu günü bir kurtuluş günü olarak, kendini aşanların bilinçli yaşama felsefesinin bir idraki olarak yaşamak, hesap sormasını bilmek demektir bir diğer yandan da. Emeğe zulmedene başkaldıranlara, insanlık için ölçülmez emek sahibi olanların gerçeğine ermek için kurtuluş gerek bizlere. Emek sahibi olmak demek, özgürleşmek demektir. Emek vermek demek yaşamı güzelleştirmek, estetik değer katmak, aslında yaşamı anlamlılaştırıp, mutluluğu yaratmaktır. Emeğine zulüm edilmesi ise çamurdan bir yaşam öyküsü, çökmüş harabe vicdan, kenelerin kemirdiği katran karanlıklarda kalmış beyinler demektir.
Dönüp hem geçmişe bakmak kadar, ana sahiplenmek kadar, geleceğimizi kendi ellerimizle ilmek ilmek örmek. Çünkü emeğe zulmü en yaman tanıyanlardanız ve emeğimizin özsavunmasını yapıyoruz, öyle ki emeğin öyküsü en iyi bizlerin öyküsüdür. Devrim sofrasında yüreğimize katık olan bir öyküyü de 1 Mayıs 1977 de, belleklerimize Kanlı Mayıs olarak kazınan o günden kaldı. Ama bu öykü tüm emekçilerin emeğinin çalınması, sömürülmesi, kendi emeğinin sırtında ki kambura dönüşmesinin insanlığın belleklerinden silinmeyecek bir katliam ile tarihe kazıyan bir örnek. Bir trajedi, bir insanlık ayıbı…
Emeğin çalınması ne anlama gelir ve yaşamımızda ki toplumsal ilişkilerimizde nasıl kendini ifade eder?
Huzursuzluk; bunalım içine sokulmak ve kişiliklerin felce uğratılması ile başlar. Bundan dolayı emeğimize sahip çıkmak için önce yavaş yavaş sistem bizden kişiliklerimizi çalar usulca. Onun karşısında durmamız için, bizden çaldıklarını fark etmememiz için herhalde en çok bu gereklidir. Kıtlıklar, kısıntılar, hercümerç içinde geçen karın tokluğuna koşturmalar, zam furyası içinde yalpalanmamak için her şeyi unutup biriktirtmek sadece ama sadece kendin için biriktirmek. Tüm bunlar için gerekirse kara kış gibi bastıran göçler. Her göç bir kuşatma, kendi kimliğine karşı uyuşma olarak çoğalır diğer bir taraftan da.
Kimileri bu kadar altüst olurken kimileri de kazanır. Ama hangi yolla, tabi ki emeği sömürerek, emekçilerin ahvalini, acısını, yürek titreşimlerini sömürerek. 1 Mayıs 1977’de de aynısı olmamışımıydı; bir yandan kanlara, ölümlere, korkulara, figanlara bırakılmış kanlı bir Taksim Meydanı varken, diğer yandan da ‘batsın bu dünya ‘ diyerek duygulardan, ömürlerden çalanlara hangi para helaldir. Hangi emekten bahsedilir ki. Bitiren, tüketen, teslimiyet ruhunu besleyen, çözümsüzlüğü derinleştiren hiçbir şey emeğin değil, gudubetliğin yansıması ve çoraklığın kendini vaha sanmasıdır sadece.
Sancılar ama her yerde, her şeye sinen tortulaşmış sancılar. Umut depresyonları, kıtlıkları. Çoğu zaman çocuklarını göç yollarına para-pul için yollayanların medet ettiği, okullara gönderip “büyük adam olması” için gözyaşı döktüğü neydi ki? Birazcık önlerini görecek, ekmek bulup rahatça yiyebilecekleri, sözüm ona “rahat” bir yaşam için değil miydi? Ve daha aklımıza gelebilecek birçok şey. Sıkıntılar, gerginlikler, açlıklar, doğru-dürüst bir yaşam için çırpınmalar. Tüm bunlar emeğe edilen zulmün öyküsü…
Yoksa yere düşen kalkamıyor, güvensizlik, kendi dünyalarına sıkışmış bireyler, dışlanmışlıklar, paniklikler, ne yapacağını şaşırmalar, kargaşa, bile bile sömürülme, göz göre göre tuzaklara alışmışlıklar içinde kıyılan, ince ince doğranan ruhlarımız, kaybolan doğamız. Çalınan bizler, hırsızların eve girmesiyle elimizi başımıza koyup hırsızların işlerini bitirmesini bekler vaziyette duruyoruz. Malum ya, rahatsız etmemek lazım yoksa daha kötüsü olabilir. En iyisi sesini çıkartmadan beklemek. Allahtan umut kesilmez, belki biraz bir şeyler bırakırlar bize. Büzüşmek, sonuna kadar küçülmek, işte tüm küçülmelerimizin öyküsü bir anlamda. Yoksa unuttuk mu?
1 Mayıs 1977’ de Taksim Meydanında Kanlı Mayısta panzer paletlerinin altında kalan o kadını, katliamı ve bu katliam sonrası ezilerek ölenlerin gözlerinin açık gittiğini. O yüzden ölüm sessizliği yakışır bize; çalışan biz, üreten biz ama toplayanlar başkaları olmalı. Bu böyle biline. Yoksa yoksa katliam, dehşet, vahşet; panik, korku, panzerler yine tıklar kapımızı. Yoksa unuttuk mu?
“Şişli Meydanın da üç kız
Biri Çiğdem, biri Nergiz
Vuruldular düpedüz
Sorarlar bir gün, sorarlar bir gün…
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar.”
Bu türküyü çocukken de dinlerdik, ölenlerin ne için öldüğünü bilmeden, kalanların da neden bu kadar çaresiz kaldığını bilmeden önce. Bir bakıma neden bir emek savaşı verildiğini bu dağlarda bilmeden önce.
Bu dağlarda Önderlik Gerçeği ve bu gerçeğin öğrettikleriyle tanıştıkça emeğimizi sahiplenmeyi, emeğimizi tanımayı ve korumayı öğrendik. Asıl emek sahiplerine bağladık gönlümüzü ve böyle tanıştık kendimiz olmayla, en büyük emeği kişiliklerimize vermeyi böyle kazandık. Emeksizliğin bin bir türlü hamuruyla yoğrulan, koşuşturmacı, üretemeyen, biçime girmeyen, ruhunu ve beynini arındırmayı erteleyen kişiliklerimiz gerçek emeğin değirmeninde bir kere daha öğütüldü.
Ama asıl olan ermekti emeğin savaşçılığına, yoksa dağlar cennet değildi Allah’ın özene bezene yapıp bize sunduğu türden. Cenneti yüreğimizle görmeyi, alın terimizle işlemeyi, ilmek ilmek emek ile dokumayı yeniden öğrendik. Her bir günü Önderlik Gerçeğinin ve şehitlerin bize bir armağanı olarak görüp, sunulan her bir günü kutsallıkla işlemek, her günü ÖNDER APO ile yaşamak ve her günümüzü böyle anlamlı kılmakla bize verilen emeğe sahip çıkabiliriz. Ve gerçek emek sahipleri olarak ilerleyebiliriz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
1 Mayıs’a İlişkin Bir Kaç Söz
1 Mayıs 1886 günü, hemen tüm sanayi merkezlerinde; New York, Philadephia, Chicago, Louiseville ve Baltimore de 200 bini aşkın işçi genel greve gitti. Ve Chicago da 80 binden fazla işçi yürüyüşe geçti, miting ve gösterilerde 8 saatlik işgününün vurgulandığı konuşmalar yapıldı.
İşçilerin bu topyekûn isyanı işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grev kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi.
Genel grevin ve bu eylemlerin daha da yaygınlaşmasından korkan burjuvazi, silahlı resmi güçlerinin yanı sıra ajan-provokatörler tutarak saldırıya geçti. Ne kadar da bugünlere benziyor! 3 Mayıs günü Mc Cormic fabrikasının önünde toplanan işçiler greve katılmayan diğer işçilere çağrı yaparken, bu silahsız işçilerin üzerine ateş açıldı ve bir işçi öldürüldü. İşçiler bu kanlı saldırıyı protesto etmek için toplandılar ve miting kararı aldılar.4 Mayıs gün işçiler daha güçlü bir gösteri düzenlediler.
Mitingin bitmesine yakın, sayıları birkaç yüzü bulan polis miting alanına girdi. Hemen ardından, nereden geldiği belli olmayan bir bomba polislerin bulunduğu yere düştü. Bize hiçte yabancı gelmeyen olay ve senaryolar! Bomba atıldıktan hemen sonra miting yeri tam bir savaş alanına döndü. İşçiler kurşun yağmuruna tutuldular. 4 işçi, 7 polis öldü ve pek çok işçi de yaralandı. 8 işçi önderi sendikacı ve yüzlerce işçi tutuklandı.
Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Egemenlerin halen uygulaya geldikleri yöntemleri terk etmediklerini görmek ve emekçiler olarak halen onların kazdığı kuyulara düşmek ne kadar da acınası!
I. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti.
Ve o gün bugündür 1 Mayıs işçi bayramı dünyanın neredeyse her yerinde devletçi yapılarla devlet dışı yapıların en ileri düzeyde kavgaya tutuldukları gün oldu. Öyle ki kimi yerlerde milyonlar bir anda meydanlara bu gün için inerken kimi yerde bu gün yasaklanmış ve kutlandığında ise devlet güçlerince saldırıların hedefi olmuşlardır. Özcesi 1 Mayıs işçi ve emekçilerin günü her zaman böyle ikili bir karakter taşıyarak gelmiştir.
Ancak 1 Mayıs gününün devletçi güçleri ile devlet dışı güçler arasında yürütülen bir kavganın ta kendisi olduğu her zaman kulak arkası edilmiştir. İlk işçi grevleri kapitalist modernist sömürü çarkına karşı geliştirilmiş olan eylemler olduğu kesindir. İşçilerin bir araya gelerek, dayanışma içerisine girerek haklarını talep ettikleri yapı kapitalist sömürücü düzen ve sistemdir. İnsan emeğini emen, insan emeği üzerinde vurgun yapan bu sisteme karşı başkaldırıdır. Bunun içindir ki 1 Mayıs olaylarında katledilenlerin son sözleri halen bugüne bile ışık tutan sözler olmuştur. Öyle sanıldığı gibi sıradan, ani, tepkisel gelişen tepkiler olmamıştır 1 Mayıs olayları. Sömürüye karşı duranlar sömürüye karşı direnişe geçerken sömürenler ise provokasyonlar yaparak bu direnişi bilinçlice kırmak için özel çalışmışlardır.
1 Mayıs direnişi ile işçiler, emekçiler ve cümle kadınlar daha güzel günlerin geleceğini hayal ederek meydanlara çıkmışlardır. Kapitalizme karşı meydanlara çıkmışlardır. Daha fazla adalet, daha fazla özgürlük, daha fazla sosyalizm için kavgaya tutuşmuşlardır. Ne var ki yıllar geçtikçe 1 Mayıs direnişçilerinin özlem duydukları bu adalet, özgürlük daha fazla sosyalizm ideallerine uzak düşülmüş, bilinçli ya da bilinçsizce kapitalizmin yaratımı olan ulus devletine sarılarak daha fazla sömüren bir konuma kendilerini getirmekten kurtulamamışlardır. Küçültülmek istenen devlete daha fazla sarılarak sökülmeyecek devletler yaratarak işçileri ve emekçileri uğruna kavga ettikleri ütopyalardan ihanet etmişlerdir. Birçok yerde dediğimiz gibi bu bilinçli yapılmamışta olsa sonuç bu olmuştur.
Başkan Apo henüz 1994 yılında 1 Mayıs gününe ilişkin yaptığı değerlendirmelerde tüm bunları değerlendirerek şunları belirtmiştir:
“Öyle anlaşılıyor ki, sosyalist bir devlet, hatta proletarya diktatörlüğü kurmak sosyalist bir toplum kurmak değildir. Sosyalist bir insan yaratmak hele hiç değildir. Yanılgı veya yanlışlık ağırlıklı olarak buradadır. İyi bir devlet kurmanın her şeye yeterli olacağı sanıldı. Ve neredeyse günümüzde devletçilik anlayışı en ultra düzeye kadar gelmiştir. Hemen herkes kutsalmış gibi “devlet, devlet çıkarı” diyor. Ama ilginçtir ki, bugün en çok da aşırı devletçilikten herkes şikayet ediyor. En çok devletçilik yapanlar, devletçilikten en çok çıkarı olanlar bugün devletçiliğe karşı çıkma gereği duyuyorlar. Bu sosyalizmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça ve kendiliğinden gösteriyor. Devletleşmeye en çok karşı duran aslında sosyalizmdi. Hatta devletin tükenişi, sönüşünü teorik olarak ifade etmiştir...
Diğer bütün sömürücü ideolojiler devletçiliğe çok kutsal yer verdiler. Sosyalizm yer vermez, ama tuhaftır, bugün de en çok liberal-kapitalizm yanlıları, en çok devletin aleyhine tartışma yürütüyorlar. Türkiye’de işte en çok kapitalist olanlar, özelleştirmeden, devletin küçültülmesinden bahsediyorlar. Aslında sosyalizmin yapması gereken işi, sosyalizm adına hem de yalanla, ikiyüzlüce ve biraz da daha kendini sürdürmek için yapıyorlar. Demek ki, her şeyden önce yeni güncel sosyalizm, bu devletçiliğe karşı, herhangi bir ideolojiden daha fazla çıkmak durumunda. Devletin küçültülmesini, söndürülüşünü, toplum üzerindeki, hatta birey üzerindeki çok tehlikeli, anlamsız ve gerçekten belki de baş çelişki durumunu görerek nasıl aşılacağını göstermesi gerekirdi. Yapılmayan biraz bu oluyor. Hatta Sovyet devlet aygıtı bu anlamda en temel bir engelleyici olarak karşımıza çıkıyor…” dedikten sonra ise kapitalizm için:
“Kapitalizmin günümüzde gerçekten verebileceği fazla bir şey yok. Mesela bu serbest piyasa mekanizmalarına baktığımızda da, bütünüyle rant, faize dayalı bir sömürücü kesim oluşturmuştur. Kapitalizmin daha önceki yüzyıllarında üretimle, ticaretle ilgilenirlerdi. Şimdi üretim, ticaret, teknik bir tarafa bırakılmıştır, günlük piyasa, faiz endeks oranlarıyla oturup kalkıyorlar. Bunun üretimle hiçbir ilgisi yok. Kapitalizm bu kadar anlamsız, işlevsiz hale gelmiştir. Ve bütün iri, temel kapitalist ülkelerde bu piyasa, borsa oyunları egemendir. Bu da kapitalizmin tam başardığını değil, bir hiç durumuna geldiğini, anlamsızlaştığını gösterir. Borsa oyunlarıyla nereye varılabilir? Bu kumarın bir biçimidir. Onlar alıyor diğerine veriyor. El değiştiriyor sürekli. Bu da kumarın ta kendisidir.
Demek ki, kapitalizm günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için hiç yeni tanımlar yapmaya gerek yok. İyi bir kumarcılık düzeni, günümüzde kapitalizmi en iyi ifade ediyor. O halde tam da bu noktada, hiç şüphesiz bu büyük kumar, insanlık üzerinde oynanıyor. Trilyonlar dönüyor insanlık üzerinde. Ve bu trilyonlar dünya için felaket, insanlık için bir felakettir, bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın –Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesine eştir. O halde, eğer insanlıktan umut kesilmiyorsa, insanlığın daha umutlu ve iddialı olmasına inanılıyorsa, hiç şüphesiz onun yaratma eylemine bu kumar düzenini aşmaya da güç getirmesi gerektiği, bundan kaçınmak şurada kalsın, bir tutku halinde, yüksek idealizm ve de mücadeleyle buna yüklenmesi gerektiği açıktır.
Evet, Başkan Apo yukarıda dile getirilenleri 1 Mayıs 1994 yılında söylemiştir. 1 Mayıs direnişçilerinin böyle sosyalist bir dünya hayal ettiklerini, inadına kapitalist devletçi yapılara karşı direnerek yaşamlarına son verdiklerini onların idam sehpalarına götürülürlerken sarf ettikleri son sözlerinden rahatlıkla görebiliriz.
Devletçi kapitalist yapılar 1 Mayıs direnişlerini vesile ederek idam ettikleri dört işçi ve emekçi liderlerin isimleri: August Spies, Adolph Fischer, George Engel, Albert R Persons’tur. Bunlardan August Spies ve R. Parsons’un bize bıraktıkları son sözlerini alıntılayarak ne söylemek istediğimizi daha iyi anlaşılacaktır.
August Spies ki aslen Almanya doğumlu olan ve 1872’lerde Amerika’ya göç etmiş olan bu sosyalist asılırken son sözleri olarak bizlere bıraktıkları:
“Eğer bizi asarak... Tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, (kurtuluşu) bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda -ve önünüzde ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz. Öyle bir zaman gelecek ki; bizim suskunluğumuz, sizin bugün ipe çektiğiniz, seslerden daha güçlü olacaktır” oluyor.
Albert R Persons ise idam sehpasına doğru giderken:
“…Ne ben ne de arkadaşlarım Amerikan halkının herhangi bir yasal hakkını ihlal etmedik. Konuşma özgürlüğüne, basın özgürlüğüne toplanma özgürlüğüne tecavüz edilmeyeceği hakkını savunuyoruz. Anayasanın tanıdığı öz savunma hakkını savunuyoruz ve Amerikan halkının çok pahalıya kazandığı bu haklarının elinden alınmasına karşı çıkıyoruz" derken bile ne söylemek istediğini kısa öz ifade etmiş oluyor.
Çocuklarına ise yazdığı dokunaklı mektupta: "Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne gözyaşlarım damlıyor... Bir daha hiç karşılaşmayacağız… Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi. Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız. Yaratıcı, uyanık ve neşeli olun... Çocuklarım, değerli varlıklarım; bu mektubu yalnız sizin için değil, daha doğmamış çocukları için ölen birçok kişinin ölüm yıldönümlerinde de okumanızı istiyorum” diyerek çocuklarından ve bizlerden vedalaşıyor. Vedalaşırken ise bize gelecek yıllarda adalet ve doğruluk uğruna mücadele etmemizi telkin ediyor. Doğru olunmasını, haksızlıklara karşı başkaldırmamızı istiyor. Ve tabii ki birde bir milim bile kendisini düşünmeyerek komünal toplumun değerlerinin yaşatılması için nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de bir bayrak olarak bize bırakıyor.
Che Guevera’nın Küba’dan ayrılırken çocuklarına bıraktığı:
“…Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığı hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir“ mısralara ne kadar da benziyor Parsons’un söyledikleri ve yazdıklarına. Bu mısralarda adalete, insanlığa olan inanç var. Sosyalizme inanç var. Özgürlüğe inanç var. Ortakçı yaşama inanç var. Bireyin onurunu en yüksekte tutmak için toplumsal değerlerin yüceltilmesine inanç var. Özcesi dediğimiz gibi sosyalizme inanç var.
Ve birde bu söylenenler ne kadar da benziyor bizim söylediklerimize. Kadir Usta’mızın:
“Buralarda ölmek bile başkadır… Boşuna dememiş kızıl derililer “hiçbir şey uzun yaşamaz toprak ve dağlardan başka, atalarımız gibi biz topraklarımızda özgür yaşamak istiyoruz. Onlar topraklarında özgür yaşamak için yüzyıllar boyu savaştılar” sözlerine
Yine ne kadar da benziyor; “Ne dersin özgürleşmek, evcilleşmemek olsa gerek” mi diye sorarken bile tutsaklaştıran yapılara, kurumlara ve aygıtlara karşı duruşun sosyalizmin özü olduğunu yalın bir dille bizim için dile getirmiş olan Kadir Usta’mızın sözlerine
Evet, yeni bir 1 Mayıs’ı yaşarken bu kez sadece işçilerin ve emekçilerin bayramı olarak değil, aynı zamanda tüm uygarlık karşıtı güçler için, onların hayalleri için, komünal değerlerin inadına bu Leviathan denen canavardan korumak için tüm devlet dışı kalmak isteyen insanlık için 1 Mayıs’ı daha gür haykıralım. Ve bu günde canlarını katık ederek bize bıraktıkları bu bayrağı daha güçlü dalgalandırmak için inadına “ya sosyalizm, ya sosyalizm” şiarıyla, “Sosyalizmde ısrar insanlık olmakta ısrardır” diyerek mücadelemizi gürleştirelim.
Tolhıldan Aras
- Ayrıntılar
Kürtler açısından hayati öneme sahip çok kritik bir süreçten geçildiğini, bunun için de özgür iradeli ve birliği esas alan bir Kürt duruşunun olması gerektiğini geçen hafta ifade etmiştik. Bu durum sadece Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü açısından değil, aynı zamanda bölge halklarının demokratik birliği ve kardeşliği açısından da hayati öneme sahiptir.
Kürtler kendi özgürlükleri ve Ortadoğu halklarının demokratik geleceği açısından hayati önem arzeden rollerini nasıl oynayabilir? Bunun için de iki temel husus belirttik: Birisi özgür irade, diğeri demokratik birlik! Kürtlerin geçmişten ders çıkartarak her türlü işbirlikçiliğe karşı özgür iradelerini temsil eden bir siyaset izlemeleri, bu temelde örgütlenip demokratik ulus birliklerini yaratmaları insanlığın geleceği açısından da hayati önem taşımaktadır.
Bütün bunlar açısından da Kürtler arası ilişkilerin doğru ve demokratik çerçevede örgütlenmesi önemlidir. Kürtler birlik olmalıdır; ancak bu hangi iç ve dış siyaset temelinde olabilir? Birlik için özgür duruş şarttır. Herhalde işbirlikçilik temelinde bir toplum birleşemez. Yine birlik için demokratik ilişki ve ittifak anlayışı gerekir. Yoksa bir gücün diğerlerini baskı altına almasına, devletin toplum üzerinde egemenlik kurmasına birlik denemez.
Demekki özgür duruş ve birlik demokratik iç ve dış siyaseti gerekli kılıyor. Bu da halk nezdinde açıklığı gerektiriyor. Bütün Kürt parti ve örgütlerinin iç ve dış siyasetlerini özgür iradeli ve demokratik birlikçi hale getirmelerini şart kılıyor. Demokratik çerçevede bütün siyasal anlayışlarla birlik içinde yaşamaya hazır mı, değil mi? Çeşitli parti ve devletlerle geliştirdiği ilişkilerde özgür iradeli mi, yoksa boyun eğmeci mi? Bu sorulara net ve açık cevapların verilmesi gerekiyor.
Zira Kürtler kendi duruşlarını özgür iradeli kılamaz ve demokratik iç birliklerini oluşturamazlarsa, hem kendileri ve hem de Ortadoğu halkları açısından sözkonusu hayati rolü oynayamazlar. Onun için her parti, örgüt ve siyasal kişiliğin özgür iradeli olması gerekir. Her türlü ilişki ve ittifakını Kürt özgür iradesini temsil temelinde kurması gerekir. Yine Kürtler arası ilişkilerde demokratik birlik ölçülerini esas alıp uygulaması gerekir.
Örneğin, bir partinin diğerlerini baskı ve egemenlik altına alması olmaz. Bu temelde ulusal birlik oluşmaz. Yine bir partinin başka partiler aleyhine ilişki ve ittifaklara girmesi kabul edilemez. Bu, sadece düşmanlık anlamına gelir. Yine bir parçanın diğerlerinden önde veya üstün tutulması, bir parçanın yönetiminin sadece kendi çıkarlarını esas alarak diğer parçaları gözetmeden ilişki ve ittifak kurması ulusal birlikçi ve demokratik olamaz.
Kürtler arası doğru ilişki, parça, parti ve siyasal şahsiyetler düzeyinde ancak karşılıklı birbirine saygı, ortak çıkarları gözeten, varlığını kabul eden demokratik siyaset ölçüleri temelinde olabilir. Bu da özgür bir duruşu, ilişki ve ittifak siyasetini gerektirir. Özgür iradeli bir dış siyaset anlayışı olmadan, demokratik birlikçi bir iç siyasal duruş geliştirilemez. İç ve dış siyasal duruş birbirine bu kadar bağlıdır. Bu nedenle, Kürtler arası ilişkilerin demokratik birlikçi olması, ancak Kürt parti ve örgütlerinin dış ilişkilerinde özgür iradeli olmalarıyla mümkündür.
Dolayısıyla bütün Kürt parti, örgüt ve siyasal şahsiyetlerinin dış ilişkilerde açık olması, kimlerle ne tür ilişkiler kurduğunu ve bu ilişkilerin Kürt ulusal demokratik hareketine ne tür kazanımlar sağladığını topluma açıklaması gerekir. Örneğin, PKK’nin devlet ve hükümetle İmralı ve Oslo’da yakın geçmişte yürüttüğü ilişkiler basına yansımıştır. Zaten bu biçimde basına yansımadan önce de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve KCK Yürütme Konseyi sözkonusu görüşmeler hakkında zaman zaman açıklamalarda bulunmuştur. “Devlet ve hükümetle görüşme halinde olduklarını, bununla Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümünü hedeflediklerini” belirtmişlerdir. Dahası “Görüşmelerde müzakere aşamasına geldiklerini, müzakere için ilkeleri içeren protokoller hazırladıklarını” ifade etmişlerdir.
Bir süredir PKK’nin bu çabaları basında ve kamuoyunda tartışılmaktadır. Ne kadar doğru olup olmadığı, yine ne kadar başarıya ulaşıp ulaşmadığı üzerine herkes görüş belirtmekte ve bu temelde yapılmış çalışmalar açıkça toplum ve kamuoyu tarafından değerlendirilmektedir. Benzer durum diğer Kürt parti ve örgütleri açısından da geçerli olmalıdır.
Örneğin, en başta etkili Kürt partileri olan KDP ve YNK’nin kimlerle ne tür ilişkileri sözkonusudur? Diğer Kürt parti, örgüt ve şahsiyetleri kimlerle ne tür ilişkiler içine girmektedir? Bu ilişkilerin Kürt halkına faydası, Kürt sorununun çözümündeki rolü nedir? AKP ile anlaşarak Türkiye’ye dönenler, bunu neyin karşılığı olarak yapmaktadır? Aceba bu tür ilişkiler “PKK’ye küfretme karşılığında bazı bireysel ve örgüsel çıkarlar elde etmeye” mi dönüktür?
Örneğin Güney Kürdistan Başkanı Mesut Barzani ABD ve Avrupa’da bir dizi görüşmeler yaptı. Ardından Türkiye’ye gelerek devletin tüm yöneticileriyle görüştü. Güney Kürdistan Başkanı ABD ve TC yetkilileriyle neler görüşüp hangi kararlara ulaşıldığını Kürt halkına ve kamuoyuna açıklamalıdır. Çünkü bu husus önemlidir. Bir yandan özgürlük mücadelesi veren PKK’ye “Terör örgütü” deyip yok etmek isteyen ABD ve AKP, diğer yandan Mesut Barzani ile neyi görüşmektedir? Bu görüşmeler Kürtlere kazandırıyor mu, kaybettiriyor mu? Görüşmede “PKK konusu ele alındı” diye açıklamalar yapılıyor. Peki Güney Kürdistan Yönetimi “PKK’yi yok etmek isteyen” bir devlet yönetimiyle neleri görüşüyor? Elbetteki Kürt kamuoyu bu sorunun cevabını bilmek istiyor.
Benzer bir biçimde BDP ve DTK gibi parti ve kurumlar da görüşmelerinden elde ettikleri sonuçları halka açıklamalıdırlar. Hem başta AKP olmak üzere diğer hükümetlerle, hem de KDP ve YNK olmak üzere Kürt parti ve örgütleriyle neler görüşüp hangi kararlara ulaştıklarını halka rapor etmelidirler. Yoksa toplum çok haklı olarak “Neler görüşülüyor?” diye kuşku duyacaktır.
Bunları yazarken Kürt parti, örgüt ve şahsiyetlerinin iç ve dış ilişkilerine karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Tersine Kürtlerin iç ilişkilerinin ve dış diplomatik faaliyetlerinin mevcut olandan çok ileri düzeyde geliştirilmesinden yanayız. Çünkü Kürt halkının ve Ulusal-Demokratik Hareketinin iç demokratik ilişki ve ittifak ile dış diplomatik ilişkiye çok ihtiyacı var. Fakat içine girilecek bu tür ilişki ve ittifakların bir kuralı, ölçüsü ve ilkesi olmalıdır.
Her şeyden önce, her türlü iç ve dış ilişki demokratik ölçülere uygun olmalıdır. Dış ilişkiler Kürt özgür iradesini korumalı ve Kürt ulusal-demokratik çıkarlarını esas almalıdır. Örgütler ve parçalar birbirlerinin aleyhine başka örgüt veya devletlerle herhangi bir ilişkiye girmemelidir. Bizim üzerinde durduğumuz ve karşı çıktığımız nokta burasıdır.
Elbette belirtilen hususların olmaması, Kürtler adına yapılan iç ve dış diplomasinin denetlenmesi ve tüm topluma hizmet etmesi iki yolla mümkündür. Birincisi, bu konuda açıklığın olmasıdır. Yani tüm parti ve örgütlerin açıklık ilkesine uymasıdır. Girdikleri ilişkileri, bu konuda yaptıkları çalışmaları halka açıklamasıdır. İkincisi ise, iç diplomasi demokratik birlik çerçevesinde yürütülürken, dış diplomatik ilişki ve ittifakların ortak bir ulusal kurum ve stratejiye kavuşturulmasıdır.
Tabi bunun yolu da Kürt Ulusal-Demokratik birliğini sağlayacak olan Kürdistan Ulusal Kongresi’nin oluşturulmasıdır. Kürdistan Ulusal Kongresi karar, yürütme ve savunmada ulusal birlik ve kurumlaşma yaratacağı gibi, Kürtlerin diğer toplum ve devletlerle ilişkilerini de ortak bir strateji ve kurumlaşmaya kavuşturacaktır. Bu nitelikte bir Ulusal Kongre veya Konferansın acilen toplanması gerektiği açıktır. Yaşadığımız sürecin karakteri ve bunun Kürtlere yüklediği tarihi misyon bunu gerektirmektedir.
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
“PKK silahı tercih ederse sonucuna katlanır” sözlerini yeni duymuyoruz. Ancak bu kez söyleyenler farklı kişiler. Ve bu sözü söyleyenler ne denli bu cümleyi sarf ederlerken ciddiler ya da ne denli bu sözlerinin farkındalar o da ayrı mesele. Ya da arka perdesi nedir, politik manevralar mıdır ya da aksine dediğimiz gibi söyledikleri gibi midirler? Bunu bize yakın tarih gösterecektir.
Ancak bizim söyleyeceklerimiz elbette vardır. Dağlara ilk çıktığımız günden bu yana Türkiye’de ne kadar da çok “kudretli” hükümetlerinden, generallerinden “sonucuna katlanırlar” sözlerini duyduğumuzu bir biz biliriz bir de tanrı. Her gelen ne kadar da çok kısa sürede bizi tasfiye edeceğinin sözlerini Türkiye’ye hatta Avrupa ülkelerine verdiğini de biz iyi biliyoruz.
Ancak biz başka bir şey de biliyoruz o da: her gelen duvara toslamıştır. Her gelenin sonu hüsran olmuştur. Her bizi bitirmeye dönük planlar yapanlar halkımıza, dağlarımıza ve bize çarparak geriye çark etmiştir. Bu madalyonun bir yüzü. Birde madalyonun diğer yüzü vardır. O da dağlara çıkarken halkımıza verdiğimiz, insanlığa verdiğimiz ve birde birlikte yıllarca dağlarda omuz omuza halkımızın düşmanlarına karşı er meydanlarında çarpışarak şehit düşen yoldaşlarımıza verdiğimiz sözler vardır. Ve biz bu sözlerin gerçekleşmesi için inadına on yıllardır dağlarda en zor yaşam koşullarına dayanmasını bildik ve bu bundan sonrada halkımızın, ilerici insanlığın ve de toprağa düşüpte beş metre beze bile saramadığımız yoldaşlarımızın hayallerini ve özlemlerini gerçekleştirmek için yine inadına bu hayalleri gerçekleştirmek için dayanacağız ve direneceğiz.
Ve biz bunun için her eylemimizin sonuçlarına katlanmasını biliriz. Nasıl ki toprağa düşen her bir yoldaşımız bilmiş ise…
Onlar ki kendileri için bir şey istemeden halkımızın özgürlüğü için canlarını hiçbir tereddüt göstermeden vermesini bilmişlerdir.
Onlar ki beş metre beze bile tenezzül etmeden canlarını dişlerine takarak dünyanın en zor ve sert geçen direniş mücadelesine kendilerini adadılar.
Onlar ki birçoğunun bir mezar taşı bile yoktur.
Onlar ki belki en son sarf ettikleri sözlerini de duymadık.
Onlar ki belki halkımız için birer resimlerini bile bırakamadılar.
Evet, onlar ki kendileri için hiç bir şey ama hiç bir şey istemeden halkımıza ve ülkelerine canlarını adadılar. Onlar bir beşeriden istenilecek en ileri düzeydeki fedakarlığı gösterdiler.
Onlara layık olmasını bilecek yoldaşları olarak, bu bağlamda halkımızın yaşamı için halkımızın özgürlük sorunun çözme uğruna bu halk için ölmesini bilecek kadar bu halkı sevenler olarak her zaman tüm zamanlarda dağlara çıkışlarımızın sonuçlarına katlanacağımızın bilincinde olarak direnişimizi sürdüreceğiz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da İngilizlere herhalde en ileri düzeyde hizmetlerde bulunan kişinin ismi Lawrence’dir. Alias, Thomas Edward Lawrence. Lawrence’yi az çok herkes bilir. Ortadoğu’da yaptıklarını herhalde saymakla bitiremeyiz. İngilizlerin böl parçala ve yönet politikalarının 20. yy.da uygulanmasında en başat rolünün uygulayıcısı olmanın “gururu” ona aittir.
1910 yıllarında ilk kez Türkiye geliş ardından bazı Arap ülkelerine giderek Arap ve İslam kültürünü öğrenen Lawrence yeniden İngiltere’ye geçer. Ve peşinden bilinen kapsamlı Ortadoğu gezileridir. 20. yy.da Arapları Osmanlılara karşı başkaldırı haline getirerek Ortadoğu’yu tümden batıya açan ismin Lawrence olduğunu demek herhalde yanlış düşmez. Öyle ki sonraları param parça olmuş bir Ortadoğu, onlarca devlete bölünmüş Araplar derken yönetilmeye uygun hale getirilmiş bir Ortadoğu coğrafyası.
Hiç şüphe yoktur ki tümünü Lawrence yapmamıştır. Ancak Lawrence Ortadoğu’da kışkırtıcılığın, provoke etmenin, Truva atı misali içten fethetmenin, batının Ortadoğu’ya taşınmasının ve yerleşmesinin önemli isimlerinden biri sayılabilir.
Gittiği her yerde kışkırtıcılık yaparak tahriklerle Ortadoğu halklarını birbirine bırakmıştır. Ortadoğu’yu savaş haline getirmiştir. Bin yıllardır bu topraklarda ortakça yaşayan onlarca farklı halkı, çok sayıda dini inanç gurubunu birbirine bırakarak Ortadoğu’da onarılmaz yaralara yol açmıştır bu Lawrence tarzı arkadan vurmalar.
Biliniyor böyle görevlendirilmiş kişiliklere tarih Lawrence tipi diyor. Örneğin Kürtlerin başına da bu ayardan birisi o yıllarda musallat olmuştu. İsmi Binbaşı Noel’di. Binbaşı Noel’e kimileri Kürtlerin Lawrence diyordu. Güya Kürtlerin dostu idi. Ancak özellikle Şeyh Mahmud Berzenci’nin başına nelerin getirildiğini az çok tarihi bilenler bilir ki böyle dostluklar hep tutsaklıkla sonuçlanır.
Şimdilerde de Ortadoğu’ya yeni bir Lawrence yerleştiriliyor. Bu Lawrence diğer Lawrencelere benzemiyor. Önemli farkı buralı olmasıdır. Yereldir. Kökeni Ortadoğuludur. Birde hakikaten Müslüman olduğuna inanılıyor. Özelde de Arapların dostu olduğuna inanılıyor.
Ancak yeni Lawrence tarihte tanıdığımız tüm Lawrencelerden çok daha ileri düzeyde tehlikelidir. Geçmişte Lawrence Vahabilikle diğer İslam’ın mezheplerini karşı karşıya getirerek dar bir sahada yapacaklarını yapardı. Şimdinin Lawrence’si Ortadoğu’yu karıştırmak için çok daha büyük hareket sahasına sahiptir. Eski Lawrence’nin iyi bir hatip olduğu, ikna gücü yüksek biri olduğu söylenirdi. Şimdinin Lawrence’nin de böyle özelikleri göze batıyor. İçiyle dışı bir olmayan Lawrencelerin ortak özelikleri insanın ruhsal sahasını iyi kullanmasını bilmeleridir.
Evet, yeni bir Lawrence devrededir. Ortadoğu’yu eski Lawrence İngiltere’ye açıyordu, şimdinin Lawrence Ortadoğu’yu ABD’ye açıyor. Bunun içindir ki ABD yeni Lawrence’ini sonuna kadar destekliyor. Özel karşılıyor. Özel muamele yapıyor. Ve yaptığı tüm şımarıklıklara göz yummuyor.
Evet, Ortadoğu’nun yeni Lawrence tam bir savaş kışkırtıcısı. Ortadoğu’nun ABD emperyalizminin tam egemenliğine girmesi için her yerde savaş çıkmasını istiyor. Önce Irak, sonra Afganistan, peşinden Libya, şimdilerde ile Suriye ve öyle görülüyor ki ardından da İran. Kürdistan’da söz bile açmıyoruz. Ortadoğu’yu ABD’ye ve tüm emperyalizme açmak için özel görev almışa benziyor. Emperyalistlerin Ortadoğu halklarına ve rejimlerine söyleyemediklerini yeni Lawrence’nin ağzıyla söyletiyorlar ve eliyle de yaptırıyorlar.
Dikkat edilirse Libya’da böyle oldu, Suriye’de böyle oldu, İran için aynısı oldu. Irak içinde aynısı geçerlidir. Ve biz Kürtler zaten bunu çok önceleri dile getirmiştik. Yeni Lawrence emperyalistlerin politikalarına uygun hareket ettiğini belirtmiştik. Daha sonraları ise Libya, Suriye, İran ve Irak benzer şeyler sarf ettiler.
Evet, yeni Lawrence özel bir görev verilmiştir. Bu görevin en başlıca olanı ise Ortadoğu’da yükselen halkların direniş dalgasını kırarak yeniden bir yolunu bularak emperyalizme bağlamaktır. Lawrence’liğin misyonu budur. Arkadan dolanarak, içten fethederek Ortadoğu’yu emperyalistlere açmadır.
Doğrusunu söylersek yeni Lawrence bu görevini çok sevmişe benziyor. Bunu kışkırtıcılığından çıkarıyoruz. Oturup kalkıp savaş istemesinden çıkarıyoruz. Oturup kalkıp ABD övücülüğünden çıkarıyoruz. İkide bir halkları tehdit etmesinden çıkarıyoruz.
Ancak ne yazık ki yeni Lawrence baştan sona böyle olmasına rağmen halen bunun görülmemiş olması doğrusu Ortadoğu için büyük bir talihsizlik olduğunu da üstüne basa basa söylüyoruz
K. Nurhak
- Ayrıntılar