“Zulme rıza zulümdür” sözü gerçekten de kulağa hoş geliyor. Hoş geliyor çünkü insanilik içeriyor. Birinin yaşadığı acıya göz kapamak esasta o acıyı yaratmak gibi bir şeydir ne de olsa. Hele bu acıyı bilinçli bir şekilde birileri yapıyorsa ve siz burada sessiz kalıyorsanız esasta sizde biraz bu acıların yaşanmasına ortaklık ederek zulüm edenin yanında yer almış olursunuz.
Dediğimiz gibi kulağa hoş gelmeye hoş geliyor lakin bu sözleri sarf eden kişi Türkiye cumhuriyeti devleti başındaki kişi olan Erdoğan oldu mu söylenenlerin hiçte söylendiği gibi olmadığını bilmemek sadece ve sadece körlük ve naiflik olabilir.
“Zulme rıza zulümdür” de Kürdistan’da senin polislerin günlük olarak ne kadar zulüm uyguluyor haberin var mı? Senin atadığın ve ruh sağlığı, psikopatlığa kayan içişleri bakanın olan zat el alemin başına yağdırılan biber gazının sağlığa zararsız olduğunu söylerken senden tek çıt çıkmıyor. Hani Zulme rıza zulümdü.
Ya da Sivas katliamını yapanlara dönük mahkeme zaman aşımı kararı verdiğinde sarf ettiğin o meşhur “hepimize hayırlı olsun” sözlerin Zulme rıza mıdır yoksa zulme karşı durma mı oluyor?
Hele Irak’ta başucumuzda neredeyse bir ülkenin nüfusunun yüzde 20’isine yakınını ya katleden ya da mağdur eden bir ABD dururken bu ABD ile en ileri düzeyde ilişkilenmek, stratejik ortaklıklar kurmak Zulme rıza mıdır acaba yoksa değil mi midir?
Afganistan’da yine dünyanın bilmem neresinde gelip Afgan halkının üstüne bomba yağdıran bir ABD, İngiltere dururken bunlarla dediğimiz gibi tarihin en ileri düzeyindeki ittifaklaşmayı yaşamak Zulme rıza göstermek midir yoksa değil mi midir?
Ya da ne bilelim Kürdistan’da dediğimiz gibi her gün yüzlerce insan zindanlara atılırken bu zulme karşı sessiz kalmaya ne diyelim?
Dahası Türkiye cumhuriyeti devletinin başbakanı sadece Zulme rıza zulümdür demiyor, dahası “ Bu sizin dini değerlerinizle çatışır. Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız. Buna nasıl terörist dersiniz. Bunlar halk. Halkın olduğu sokakta tankın ne işi var(?)” diyerek birde gürlüyor.
Halkın olduğu sokakta senin TOMA’larının ve panzerlerinin ne işi var?
Kürdistan sokaklarında kameralara bakarak çocukların kollarını kırmak savunmasız insanlara saldırı değil midir?
Van’da yirmi tane it gibi polisin birkaç Kürt anasına saldırırlarken yaptıkları savunmasız insanlara saldırı değil midir?
“Kadın da olsa, çocukta olsalar güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaklardır” diyerek it sürüsü polisleri Kürt halkının üstüne Diyarbakır’da sürmeler zulme rıza mıdır? Yoksa savunmasız insana saldırı mıdır? Yoksa “Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız” mıdır?
“Ufacık bir çocuk, bebe, terörist olur mu(?)” onu siz daha iyi bilirsiniz. Ne de olsa, binlerce Kürt çocuğunu zindanlara tıkayarak faşist gardiyan ve psikopat müdürlerinizle tecavüz ettirenler sizlersiniz. Ne de olsa insanları kazıklara çakan bir gelenekten geliyorsunuz. Ne de olsa başka halkların çocuklarını getirerek oğlancılık yaptıranlar sizlersiniz.
Özcesi bırakalım “Zulme rıza zulümdür” olmasını bizatihi Ortadoğu’da en büyük zulmü uygulayan gücün başında siz bulunuyorsunuz. Öyle ki dünya da anaların, çocukların, gençlerin yüzlerine en çok biber gazı sıkan rejim olarak nam saldınız.
Öyle ki dünya da en çok insanı terörist olarak içeriye atan sizsiniz.
Öyle ki dünya da en çok gazeteciyi sadece görüşlerinden ve yazdıklarından dolayı içeriye atan sizsiniz.
Öyle ki dünya da en çok çocukları zindana atan sizsiniz.
Öyle ki işkencenin öncülüğünü Avrupa’da bizatihi sizin iktidar çekiyor.
Tüm bunlar bu kadar açık ortadayken “Zulme rıza zulümdür” sözleri ancak sizin müritlere söker. Başka da kimseye artık sökmez.
Artık ne söylerseniz söyleyin her sözünüz sizleri, cenahınızı bir bumerang gibi vuracaktır. Çünkü bu kadar haksız olan, bu kadar içiyle dışı bir olmayan, mütereddit, müptela, söz ile eylem uyumsuzluğu yaşayan bir iktidar artık tek kelimeyle baş aşağıya gidiyor demektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Türkiye gerçekten de garip bir ülke.
Gelişmeleri hep sonradan algılayıp anlamlandırmaya çalışmasını hayretle gözlemlemekteyiz. Son günlerde sözüm ona 12 Eylül yargılamasını (özünde bir AKP tiyatro sahnesi) izliyoruz. Her kesimden herkes adeta her şeyi konuşuyor. Sahaya inmiş 32 yıl sonra “kral çıplak” diyorlar ve 12 Eylül davasına müdahil oluyorlar. Seyrediyoruz, gülüyoruz, ama bir yandan da gerçekten sıkıntı veriyor.
İnsan yaşadıkça nelere tanıklık ediyor demek ki. Tarihe doğru tanıklık bir erdemdir.
Eğer tarihi doğru bilip yansıtır ve yorumlayabilirsek gerçekten toplumun birçok sorunu da çözülebilir.
Örneğin Türkiye Halkı geçmiş tarihi iyi bilip idrak etseydi, 12 Eylül faşizmine karşı ilk demokrasi ve özgürlük savunucusunun PKK olduğunun bilincine varacaktı. Kenan Evren ve Onun faşist şürekâsının korkusundan Türkiye’de yaşanan tarihi derin suskunluk ve korku yıllarında Türkiye ve Kürdistan Halklarının mert evlatları PKK’liler, yiğitçe öne atılıp bu faşist cuntaya en radikal biçimde “dur” deyip, Türkiye ve Kürdistan Halkının iradelerini temsilen tarihe müdahil oldular.
Egemenler yüzyıllar boyunca ancak tarihi çarpıtarak hegemonyalarını sürdürebildiler. NATO-Gladiosu’nun, Ortadoğu ve Türkiye’deki devrimci demokratik gelişimi durdurma temelinde gerçekleştirdiği 12 Eylül faşizmi kuşkusuz yargılanmalıydı.
PKK gerek zindan direnişiyle gerekse de 15 Ağustos Çıkışı ile mutlaka yapılması gereken bu tarihi yargılamayı başlattı. Yargıladı. Ve böylece demokratik gelişmelerin kısmide olsa önünü açabildi. “Asıl savaşçılar suskundur” derler ya, işte bu tarihi karar ve adımı gerçekleştiren PKK’liler bugün son derece vakur ve biraz da gülümseyerek bu sözde yargılamayı izliyorlar ve hayıflanıyorlar. Büyük bedeller vererek faşist cunta ve onun akıl hocalarının planlarını yerle bir edip, prestijlerini darmadağın ettiler. Kuşkusuz tarihi, insani ve ahlaki görevlerini yerine getirdiler. İşte ne acıdır ki; Türkiye halkı bunu bilmiyor. Karadeniz’in yiğit evladı Kemal PİR gerçeğini tanımıyor. Cuntaya canıyla bedel veren gerçek kahramanları tanımıyor.
Kuşkusuz özgürlük ve demokrasi mücadelesi kesintisiz bu güne kadar devam etti.O günlerde tanrı bilir nerelerde saklanacak bir yer arayarak yaşamını sürdüren Recep Tayyip Erdoğan şimdi büyük özgürlük savaşçısı olarak kendisini bize takdim etmektedir. Ucuz kahramanlığın bu kadarına da pes doğrusu. Gecikmiş adalet, adalet değildir derler. Sormazlar mı adama “Bugün partisinin adını Adalet koyan Tayyip Erdoğan o dönem neredeydi?”
Türkiye halkının bu noktada iyi aydınlatılması gerekir. Bu halk yıllardır aldatılarak birilerinin peşinden bilinçsizce koşup gidiyor. Geçen yıllara yazık oluyor. Artık sistemin geliştirdiği bu oyunun bilincine varıp “dur” deme vakti gelmiştir.
Unutmayalım ki, darbe ve sonrasında Türkiye ve Kürdistan halkının evlatlarını işkencelerden geçirip idamla cezalandıran Kenan Evren, elinde kutsal kitap Kuran ile halk içinde dolaşıp ayetler okuyarak şarlatanlık yapıyordu. Kuranı kirli emellerine alet ediyordu. Maalesef halk oylaması denilen göstermelik oyunda % 90 oyla üniformalı kral seçilmişti. “Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Şimdi de aynı ülkede sivil giyimli Tayyip Erdoğan aldığı %50 oyla ve yine aynı söylemlerle halkı kandırıp, halkı idare ve ülkeyi yönettiğini sanıyor. “Acaba Kenan Evren ile Tayyip Erdoğan’ın söylem ve eylemleri arasında ne tür bir fark vardır?” diye düşündüğümüzde bırakalım farklılığı gerçekten çok büyük benzerlik hemen görülebilmektedir.
Özellikle Kürdistan Halkına yönelik yaşananları irdelediğimizde Erdoğan’ın Kenan Evren’e göre daha ince bir soykırım politikasını geliştirdiğine tanık olmaktayız. Erdoğan, yalan, iftira ve münafıklık konularında Kenan Evren’i kat be kat aşan bir ustalıkla işini yürütüyor.
Kenan Evren’in işini yaparken iki yüzü vardı. Tayyip Erdoğan ise çok yüzlülüğüyle Türkiye tarihinde gelmiş geçmiş tüm politikacıların hepsini geride bırakmıştır. Erdoğan, her türlü özel savaş yöntemini deneyerek ve daha düne kadar Kenan Evren’e methiyeler dizen malum medyayı da yanına alarak, –Bu arada o dönemde Fetullah Gülen Hoca Efendi’nin methiye mektupları da merak konusudur- özellikle din istismarı ile bir halkı en sinsi yöntemlerle tarihten silmeye çalışıyor.
Ama şu bir gerçektir ki, Kürdistan artık Kenan Evren dönemindeki Kürdistan değildir. PKK büyük özgürlük savaşıyla direngen bir halk yarattı. Bugün bu halk yine PKK önderliğinde daha bilinçli ve örgütlü bir şekilde 12 Eylül’ün farklı bir versiyonu olan Erdoğan ve onun AKP’sinin ideolojik ve politik temsilcilerine karşı direnişini devam ettirmektedir. Bu anlamda Erdoğan’ın gafil yaklaşmayıp PKK ve onun yarattığı özgürlük mücadelesine daha ciddi yaklaşması herkes için daha hayırlı sonuçlar doğurabilir.
Nasıl ki, apoletliler karşısında Kürt Özgürlük Hareketi her şart altında direnişi geliştirip sistemi parçalayıp anlamsız kıldı ve sistem adına itibar diye bir şey bırakmadıysa, eğer Erdoğan böyle devam ederse sonu Kenan Evren’inkinden daha hazin olacaktır. Tarihin seyri bu durumun gerçekleşecek olmasının şüphesizliğini kanıtlamıştır. Bir not olarak düşmek iyi olabilir.
On yıldır Kenan Evren anayasasıyla Türkiye ve Kürdistan Halkına nelerin mubah görüldüğüne tanıklık etmekteyiz. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve onlarca Kürt çocuğunun sistemlice katledilmesi, on binlerce Kürt Siyasetçisinin zindanlarda çürümeye bırakılması, Türkiyeli aydınlardan Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi aydınlara kelepçe vurulması, gencecik 15 Kürt Kadın gerillasını katleden ve Roboski’de katliam yapan güvenlik güçlerinin tebrik edilmesi, Kenan Evren’in 12 Eylül’deki idamları ve “asmayalım da besleyelim mi!” sözünün yeni bir sürümünün tezahüründen başka bir şey değildir.
Özcesi sadece son iki-üç ayda yaşananlara bakarak Kürt halkına yaşatılan acılarla Erdoğan’ın ve onun AKP’sinin ideolojik, politik ve askeri temsilcilerinin suçluluğu tescillenerek ve yargılanmaları tarihi bir zorunluluk haline gelmiştir. Şimdi 12 Eylül yargılaması döneminde AKP ve lideri Tayyip Erdoğan’ın tarihten ders alıp bu soykırım politikalarından vazgeçmeleri her iki halkın yararına olacaktır.
Ama oligarşik diktatörlüğün vermiş olduğu zafer sarhoşluğundan kaynaklı gözü dönmüş AKP, soykırım politikalarını sürdürebilir. Burada en önemli görev Türkiye Halkına düşmektedir. Türkiye Halkının demokratik direnişini geliştirmesinin ve faşizan gidişi durdurmasının tam zamanıdır. Türkiye Halkının gelişmelere daha duyarlı ve sorgulayıcı yaklaşıp zamanında hesap sorabilmesi, dostunu düşmanını iyi ayırt edebilmesi gerekir. Onurunu bu tür sahte, ucuz ve korkak önderlere çiğnetmeden özgür yaşam için tarihi sorumluluğunu bedeli ne olursa olsun yerine getirmesinin ahlaki ve siyasi bir görevi olduğunu bilmelidir. Yoksa yıllar sonra gecikmiş tutumlar karşısında adama Kürtlerin deyimiyle “ROJ BAŞ” derler.
Hüseyin Rojhat
- Ayrıntılar
Bu kış, afetten bir kıştı.
Bu kış, bahara sarkan bir kıştı.
Bahara sarkan bu kışta, uydurdukları hurafelerle, yalan dolanlarla kendini avutanlarda vardı.
Bu kışın AKP ve Fetul-Munafık-CIA Şeyhulislamı- adına kalem oynatan bazı vakanivusçular vardı.
Bu vakanivusçuların ar damarları çatlamış, vampirane xwinxarlıklarıyla Kürdistan gerillasına 3 ay ömür biçmişlerdi.
Baharda HPG’nin esamesinden eser kalmayacak bedduasını okuyorlardı.
Onların CIA Şeyhulislamı, ABD’deki ordugahında “Allahım onların kökünü kaz” derken , onlarda ellerini ovuştururken Kürdistan bize kalacak diye beyhude hayallere dalmışlardı.
Diyorlardı ki, Yanke babanın Predetörleri var. Bunlar bizim için savaşıyor.
Diyorlardık ki, zaten İsrail’in Heronları da bizim için savaşıyor.
Diyorlardı ki, zaten AB tümden bizim arkamızda.
Diyorlardı ki, ABD, İsrail ve Avrupa’nın en gelişmiş üstün savaş teknolojileri bizlere verilmiş.
Açıktan demiyorlardı ama ve lakin kendi aralarında diyorlardı ki, zaten NATO’nun hem üyesi hem de tetikçisiyiz.
Hem de ABD, Avrupa ve İsrail’in taşeronuyuz itirafında bulunmuyorlardı ama taşeron olduklarını cümle alem biliyordu.
Diyorlardı ki, zaten kışın gerilla da fazla hareket edemez.
Bu kadar ecnebiye sırt dayamışken, üstün teknolojileri de elimizde iken, bu afet kışta gerilayı bitireceğiz nakaratlarını dubare dubare, sebare sebare ...... devşorbe ağızlarıyla tekrarlıyorlardı.
Onlar bunu derken, bizde görüşürüz diyorduk.
Cemil Bayık arkadaşta diyor du ki, “AKP dua ediyor ki Bahar gelmesin”.
Siyonizmin bekçi köpeği AKP ile Fetul-Münafıkçı cemaat beyhude hayeller düşlerken aha bahar da geldi.
Söyledikleri gibi HPG gerillası üç ayda bitmedi. Üstüne üstlük sadece 2011 yılında 1000’in üzerinde gerilla katılımı oldu. HPG ordusuna 20 taburdan fazla yeni katılım oldu.
AKP ve Fetul-Münafıkçı vakanivusçuların dediklerinin aksine gerilla ordusu tüm yıllara göre en fazla bu yılda büyüdü.
Allayıp pullayıp Kürdistan dağlarına sürdürdükleri o özel timlerden 18’i Cudi’de gitti de gitti.
Hezex de başka yerlerde cengin ateşi ve sesi yavaştan yavaştan yayılıyor.
Öyle görülüyor ki bir Ozan’ın dediği gibi “Cenge Cenge Cenge”.
Öye görülüyor ki, “Bahar nasıl çağlarsa, gerilla da öye dağlar”.
Gerilla da dağlar, AKP ve Fetul-Münafıkçıların katil sürülerini.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Öyle görülüyor ki Akepe tam 9 yıldır uyguladığı “bulandırma, sulandırma” taktiğiyle epey sonuç almıştır, halen de alıyor.
Kürtçe’de bulanık kelimesi için “şelu” kullanılır. Ortam ne kadar bulanık tutulursa gizli planları olanlar içersinde o kadar rahat hareket edebilirler. Ancak bir planları olmayanlar, saf, temiz olanlar ise böyle bulanık ortamlarda sadece ve sadece avlanırlar ya da dibe vururlar.
Akepe bir taktik olarak bulandırmayı esas alıyor. Ve buna bir de sulandırmayı çok güçlü bir şekilde ekliyor. Bulandırma ve sulandırmaya bir de ek olarak herkesi beklentiye sokarak bir şeyler vereceği hissini vererek reflekslerini öldürüyor.
Özel savaş uzmanlarına verilen temel derslerden bir tanesi insanların sisteme karşı reflekslerinin nasıl etkisiz hale getirileceği üzerinedir. Çok bildik bir kavramla buna psikolojik savaş diyorlar. İnsanı öyle etkileyeceksin ki sen onu vursan da farkına varmasın. Farkına vardığında ise iş işten geçmiş olsun. Teslim alma tutsak alma taktiği gibi insanı adeta bağlayan, hareketsiz kılan bir uygulama biçimidir bu.
Meşhurdur bir havuzun içerisinde bir ya da bir kaç tane kurbağa konulur. Havuzda ki suyun ısısı adım adım, derece derece yükseltilir. Verilecek ısının dozajı öyle ayarlanmalıdır ki kurbağa fark etmesin. Bu doğalında kurbağa ya da kurbağalarda bir duyarsızlık yaratacak, duyargaları öldürülecek, ancak suyun ısısı giderek yükseltildiği için bir noktadan sonra ise kurbağa istese de bu tuzaktan çıkamayacaktır. Tek bir yolu vardır; haşlanacaktır.
“Bulandırma sulandırma” taktiğiyle benzer bir yol izlenmektedir. Akepe devleti yaşamın akışını o kadar bulandırarak, sulandırarak ciddiyetten düşürmüştür ki artık ülkenin en önemli konuları sıradan hale getirilmiştir.
İnsanlar örneğin katledilir ama kimse bu katledilmeleri önemsemez. Roborski’de olduğu gibi kendi uçakları gidip 34 genci katleder ama haber değeri bile taşımaz. Aylar geçse de bir türlü bu olayın talimatının kim verdiği ortaya çıkmaz. Ve zamanla unutulup geçip gider.
Binlerce çocuk sadece birkaç taş attığı için on yıllara varan cezalara çarptırılır. Peşinden sanki bu çocukları biz içeri atmışsız gibi bir kanun çıkarılır, kimi çocuk dışarı çıkar, diğerlerine ise tecavüz edilir, ancak haber değeri taşımaz. Ve giderek sümen altı edilir, unutulur.
Böyle onlarca değil, yüzlerce olayı peş peşe dizerek dile getirmek mümkündür. Ceylan Önkol olayı aydınlatılmaz. Uğur Kaymaz olayı aydınlatılmaz. Şerzan Kurt olayı aydınlatılmaz. Erdem Aydın olayı aydınlatılmaz. Hrant Dink olayı aydınlatılmaz. Siirt’te YİBO’larda tecavüze uğrayan kızların olayı aydınlatılmaz. Kadın cinayetleri olayları aydınlatılmaz. Derken hiçbir olay aydınlatılmaz. Aydınlatılması ise çoğu zaman mağdurların ne kadar da haksız ve bu uygulamaları hak ettikleri işlenir. Bunlar yetmez psikolojik olarak ciddi ruh bozukluğunu yaşayan bir bakanları insanla alay eder. Biber Gaz’ının zararlı olmadığını söyler, gazetelerin bomba gibi olduğunu söylerler, öldürmeseydik de beslese miydik diyerek bir de insanla alay edilir.
Tabi ki bunlar yetmez bir de “bunlar gazeteci değil, bunlar militan, bunlar silahlı, bunların basın kartları yok” diyerek insan aklıyla alay ederler.
Özcesi “bulandırma, sulandırma” taktiğiyle her şeyle ama her şeyle alay ederek, ciddiyeti aşındırarak, laubali hale getirerek dünyanın en önemli konularının içini boşaltırlar. Bir kere önemli olan bir meselenin içini boşaltmışsanız artık orada hiçbir değer kalmayacaktır. Bunu yarattıktan sonra kurbağa misali pişmeye başlamışsınız demektir. Fark etseniz de artık pişiyorsunuzdur. Refleksleriniz ölmüştür. Duyarsız hale getirilmişsinizdir.
Özcesi “bulandırma sulandırma” taktiği budur. Bu Akepe taktiğine karşı en iyi savunma; söylenenle eylemi iyi takip etmedir. Söz ile eylemin uyumuna iyi bakmadır. Söz ile yapılanı yan yana getirerek kurbağa gibi pişirilip pişirilmediğimize bakmaktır. Dilin kemiği yok derler. Akepe bu konuda dili dünyada en ustaca kullanılanların da ismidir. İnsan aklıyla en fazla dille alay eden yapının başında Akepe gelmektedir. İşte bu yalana kanmamak için öncelikli olarak söz ile eyleme iyi bakmamız gerekir. Bir de balık hafızalı olmaktan çıkmamız gerekir. Dün ne söylemişlerdir ve bugün ne söylediklerine iyi bakmak gerekir.
Zaten “bulandırma, sulandırma” taktiği insan aklıyla oynama taktiğidir. Bu taktiği boşa çıkarmanın tek yolunun tarihi bilince sahip olmaktan geçtiği gibi, her gün ama her gün söz ile uygulamaya bakmaktan geçiyor.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Kürtler artık kara delikler tarafında yutulup yok edilecek basit birer enerji parçacıkları değildirler. Her gerçek Kürt insanı güneşten birer parça olmuştur ve ondan yansıdıkları, geldikleri gibi tekrar ona doğru akarlar. Kendine gelmiş ve gelmekte olan Kürt insanı güneşe doğru aktıkça daha da parladığını ve sonsuza dek varlığını aydınlığa kavuşturduğunu bilir. Bu bilinçte olan Kürtler bundan sonra karanlığı çağrıştıracak veya karanlığı geri getirecek her hangi bir dayatmayı asla kabul etmez ve gerekirse bu uğurda canını vermekten hiç çekinmez. Artık bir gelenek haline gelen Amara yürüyüşü her hangi bir yürüyüş değildir. Tarihte çokça örneği olan herhangi bir haç ziyareti veya bir ermişin dergâhına varma merasimi de değildir. Öğle toplumun daha fazla tüketime kışkırtıldığı herhangi bir doğum gününü kutlama şekli de değildir. Bu Kürt insanının kendi önderliği şahsında hayata duyduğu büyük anlam, varlığıyla ulaşılan büyük sevinç, özgürlük bilinci ve eylemidir. Amara’ya giden her insan, güneşin ışığıyla yıkanmaya, arınmaya, özüne kavuşmaya gittiğini, orada kötülüklerinden arınmaya, halkını, dolayısıyla kendini sevmeye onurlanmaya gittiğini çok iyi bilir. Çünkü orada insanlık, özgürlük, dolayısıyla kendisi tohumlanmış, filizlenmiş ve meyve verir çağa gelmiştir. Bunu tatmaya, tadında kendine gelmeye, kendisi olmaya gitmenin önünde hangi güç durabilir?
Bir kere Kürt halkı bir önderlik sahibi olmanın ne anlama geldiğini çok iyi öğrenmiştir. Onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yıl önderliksiz yaşamanın acısını onun kadar duyan başka bir halk daha yoktur çünkü ya da olsa da çok azdır. Tarihin en köklü halkı ve kültürü olduğu halde binlerce yıl önderliksiz kalmış, çıkan dürüst önderliklerin pek çoğu kısa sürede tasfiye edilmiş, dolayısıyla bu kişilikler ona gerektiği gibi önderlik edememiş, öngörülen menzile ulaştıramamıştır. Geriye önderlik diye ortaya çıkan maskeli, sahte, hain kişiliklerin kendi şahsi, ailevi çıkarlarıyla ortaya çıkanları kalmışlardır ki, bunların da kendi nazarındaki yeri çoktan netleşmiş, anlaşılmış bulunmaktadır. Hala önder, siyasetçi, aydın diye ortaya çıkan, ama kendilerini en ucuz şekilde düşmanına pazarlayan, kendi katilinin sevdalısı bu tür kişiliklere öfkeyle, nefretle, tiksintiyle bakmakta, hatta onlara duydukları öfkenin etkisiyle kendi gerçek anlamı olan önderliğiyle daha fazla bütünleşmektedir.
Bu günkü Amara yürüyüşü, kendine verilen değerin, ulaşılan anlamın, varlığıyla duyulan sevincin ve özgürlük aşkının yürüyüşüdür. Kürt insanı, bu gün hayata gözlerini açmış olmanın, kendisi için hazırlanmış kötü kadere merhaba demek, ona razı olmak, buyun eğmek olmadığını, böyle sürüp gelen kaderi yenmenin nasıl mümkün olduğunu ve daha da olabileceğini bütün bilinci, heyecanı ve kuvvetiyle göstermektedir. Bu öylesine bir heyecan ve bilinçtir ki karşısında, ne kendini bilmez ve tarihin gücünden haberi olmayan son derece saygısız o içişleri bakanının yayınladığı yasaklama genelgesi, ne de yarın tarihin lanetle anacağı malum hükümetin veya hükümet üyelerinin engelleme çabası asla kar etmez. Bu halk bildiği gibi güneşine doğru akmaya devam edecek, kendi doğum gününü dilediği gibi dilediği şekilde kutlayacaktır. Bu kutlamayı Amara yürüyüşüyle gerçekleştireceği gibi, oraya ulaşma imkânının olmadığı her yerde de gerçekleştirecek, önderliğinin asla yalnız olmadığını, olmayacağını bin bir çeşit kutlamayla gösterecektir. Ama sadece bu günle de sınırlı kalmayacak, önderliğinin özgürlüğü için bu kutlamayı bundan böyle gelecek her günün özgürlük eylemine dönüştürecektir. Bütün bir yıla yayılacak şekilde bundan böyle önümüzdeki her gün bir eylem günüdür. Kürt insanı kendi önderliğine duyduğu bağlılığı her gün gerçekleştireceği eylemliliklerle gösterecektir. Tıpkı geride bıraktığımız Newroz’da yaptığı gibi. Yapılacaksa bir kutlama ancak böyle anlam kazanabilir. Gelecekse özgürlük ancak böyle ve daha fazlasını yaparak gelebilir. Ve biliyoruz ki, bunun bilincinde olmayan Kürt yoktur artık. Kürtler Güneşten geldikleri gibi güneşe doğru gitmeyi de bilecek, ışılanacak, parlayacak, daha fazla aydınlanacak kendi özgürlüğünü, dolayısıyla önderliğinin özgürlüğünü gerçekleştirene kadar tek bir gün dahi yerinde rahat durmayacaktır.
Selam olsun Güneşe doğru akanlara ve Güneşten bir parça olanlara.
Selam olsun yüreği özgürlük ateşiyle dolu olanlara.
Selam olsun kendi doğum gününe gerçek anlamı verenlere ve ona göre davrananlara.
Işık olun, kutlu olun, özgür olun.
Doğum gününüz kutlu olsun.
Sabri Tolhıldan
- Ayrıntılar
Dürüst ya da dürüstlük üzerine son zamanda çok şey söylenir oldu. Dürüst olun sözlerini çok duyar olduk.
Sahiden nedir dürüst olmak ya da dürüstlük? :
Dürüst kelimesini sözlükler farsça olduğunu ve bir sıfat olarak: “Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu” manasında kullanıldığını belirtiyor.
Yine mecazi anlamda ise:”Doğru, yanlışsız” olan için sarf edildiği belirtiliyor.
Dürüstlüğü ise dolaysız olarak “doğruluk” olarak tarif ediyor sözlükler.
“Dürüst ol dürüst,” “dürüst iseler görüşürüz,” “dürüst değilsiniz” gibi cümleleri en çok Akepe’nin başındaki zat kullanıyor. Ve sadece bu kelimeyi kullanmakla yetinmiyor inanılmaz ölçüde hakaret yağdırıyor.
Şimdi meseleye çok derine girmeden birkaç soru sorarak Akepe’nin başındaki bu zatın ne kadar dürüst olup olmadığını test edebiliriz. Ve ardından da neden bu kadar dürüstlük edebiyatı yaptığına dönük görüşümüzü ekleyebiliriz.
Akepe’nin başındaki zat Kürtleri kardeş gördüğünü söylüyor ancak günlük olarak Kürtleri katlediyor.
Akepe’nin başındaki zat Müslüman olduğunu söylüyor ancak koyu bir Türkçü milliyetçiden daha koyu bir milliyetçilik yapıyor.
Kardeşlikten dem vuruyor ancak her gün silah peşinden koşuyor.
Herkese taşeron diyor ancak ABD’yle ilişkilerin çok ileri düzeyde iyi olduğunu söylüyor ve de her türlü konuda desteklendiklerini dile getiriyor.
Din kardeşliği diyor ancak Alevilerin cem evlerini ve inançlarını küçümsüyor.
Yaratılanı yaratandan dolayı sevdiğini söylüyor ancak yaratılanları katledenleri günlük olarak kutluyor.
Kaderin Allahın elinde olduğunu her dakika söylüyor ancak katleden silahlarla günlük olarak Kürtleri bombalıyor.
Cennetin anaların ayakları altında olduğunu söylüyor ancak birilerine de ananı da al git diyor.
Analar ağlamasın sözlerini sarf etmeye sarf ediyor ancak “kadın da olsa çocuk da olsalar güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır” diyor.
İşkenceye sıfır tolerans diyor ancak dünyada en çok gaz kullanan polise daha fazla gaz almak için özel fon ayırıyor.
Kadın ayrımcılığına karşıdır ancak hiçbir zaman olmadığı kadar kadın cinayetleri kendi döneminde yaşanıyor.
Demokrasi diyor ancak kim ona hafiften bir eleştiri yapmış ise basınıyla polisiyle teşhir ve tecrit ederek yerin dibine batırıyor.
Güçler ayrılığı ve bağımsızlığı diyor ancak tüm güçlere bir talimatla istediğini yaptırıyor.
Yukarıda dürüst ya da dürüstlük kelimelerini: “Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu ve doğruluk” peşinden olarak ele almıştık. Ancak Akepe’nin başındaki zatın söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmadığını yukarıdaki birkaç örnekle gördük. Yani demek oluyor ki Akepe’nin başındaki zat doğru değildir. Söz ve davranışlarında bir değildir. Özüyle sözü bir değildir. Sözü ile eylemi bir değildir. Yani dürüst değildir.
Peki, dürüst olmayan biri neden ısrarla başkalarını “dürüst olmamakla” suçlar durur?
Hani o bilinen Napolyon’un meşhur hikayesi vardır ya, şöyle böyle hepimizin bildiği.
“Sen hep ‘para para para’ diyorsun… Almanlar ise daima ‘şeref şeref şeref’ diyorlar… Tuhaf değil mi?” diye sormuşlar Napolyon’a. O ise:
“Neresi tuhaf? Herkes kendisinde olmayanı ister!” dediği aktarılır.
Akepe’nin başındaki zatın meselesi de Napolyon’un meselesine benziyor. Kendisinde en az bulunan meziyetlerden bir tanesi dürüstlük yani doğruluk ve onur olduğu için en çok onunla aynı düşünmeyenleri dürüst olmamakla suçluyor.
Hani var ya: “üslubuyla beyandır insan” diye. Akepe’nin başındaki zat da üslubuyla beyandır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sensiz oluşumuzun tam beşinci yılımıza giriyoruz. Her geçen yıl bize bıraktığın acı katlanarak artıyor. Sensiz geçen her dakikamız, her saatimiz, her günümüz bizi sana daha fazla bağlıyor. Daha fazla yakınlaştırıyor.
Güzelim yoldaşım seni mücadele tüm cephelerde daha da gelişerek ilerliyor. Kapsamlılaşıyor. Halkımız her zamankinden daha fazla ayakta ve dimdik duruyor.
Ne var ki bizi bu dünya da köle olarak bırakmaya yemin etmiş olan ağzı salyalı olan faşistler nasıl ki biz tüm cephelerde mücadeleyi yükseltiyorsak onlarda tüm cephelerde halkımızın değerlerine saldırıyorlar. Dünyada eşine ender rastlanacak bir yalan furyasıyla, eşine ender rastlanacak tutuklama kampanyasıyla ve de dünya da eşineender görülen saldırı teknikleriyle halkımıza ve onun özgürlük savaşçılarına saldırıyorlar.
Yoldaşım sana söyleceklerimiz var. Sana anlatmamız gerekenler var. Dediğimiz gibi bizden ayrılışının tam dört yılını geride bıraktık. Şimdi beşinci sensiz geçecek olan yılımıza gireceğiz.
İnkarcı imhacı sistem olarak tanıdığın Kemalist devlet Kemalist kelimesini kaldırırsak yerine yeşil Türkçü faşistler olarak aynı inkarı ve imhayı bu kez üstü örtülü olarak yürütmeye yemin etmişlerdir.
Öyle ki ne kadar halk değerimiz varsa inanılmaz ölçüde saldırarak, sulandırarak, değerlerimizi rencide ederek kirli bir psikolojik savaş yürütüyorlar. Çocuklarımıza zindanlarda tecavüz ediyorlar. Kızlarımızı okullara alarak zoraki fahişeliğe zorluyorlar, yine kızlarımızı bir daha kendilerine gelmemek için insan aklının almayacağı hakaretlerle gururlarını kırıyorlar, dilimizin medeni bir dil olmadığını belirterek küçümsüyorlar, gençlerimizin eylemlerine saldırıyorlar, bayramlarımıza izin vermemek için dünyada insanın aklına gelmeyecek taklalar atıyorlar, çınarlık değerlerimiz olan siyasetçilerimize saldırıyorlar, siyasetle uğraşanların binlercesini zindanlara atıyorlar ve de bu halkın özgürlük savaşçılarına kimyasal silahlar atıyorlar.
Evet Nuda yoldaş yeşil Türkçü faşistler kırmızı elmacı Türkçü faşistlerden daha fazla faşizanlıkla halkımıza halklara saldırıyorlar.
Bunun için güzel yoldaşım sensiz geçen bu beşinci mücadeleye yılana girerken çok daha güçlü bir mücadele yürütmek için çok fazla gerekçelerimiz vardır.
Kemal Pir yoldaşımız :
“Düşman bize her türlü işkenceyi yapmakta ve en kutsal değerlere saldırmakta kendini özgür görüyor, ama biz devrimciler de direnmekte özgürüz ve düşmanı bir saat daha uğraştırmak için bile olsa adımı dahi kabul etmeyeceğim” diyerekten geçmişte en kıt imkanlarda nasıl ki direnişmişler ise bugün o kadar büyük imkanlar ve halk desteğiyle dediğimiz gibi inadına bu yıl çok ileri düzeyde bir mücadelenin tam ortasında olacağız.
Güzel yoldaşımız bizim mücadele etmek için çok daha ileri düzeyde mücadele etme gerekçemiz var derken yine Kemal Pir yoldaşımızın:
“Dünyayı tanımak ve bilmek benim için yetmiyordu. Dünyayı değiştirmek gerekiyordu. Değiştirmek için de mücadele etmek gerekiyordu. Ben, aynı zamanda sadece bilen bir insan değil, bilen, araştıran bir insandan ziyade dünyayı değiştirmek için mücadeleye katılmanın da gerekliliğine inandım ve mücadeleye katılmak istedim” derken neden daha güçlü bir mücadele içerisinde olacağımızın da gerekçesini ilkesel olarak dile getirmiş oluyor.
Güzel yoldaşım sensiz geçen her saniye bize ağır gelse de senin yolundan şaşmadan ilerlemek bizim için bir borçtur, bir görevdir, bir vicdan meselesi ve de senin şahşında tüm şehitlerimize verdiğimiz bağlılık sözümüzdür.
Güzel
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toprağa sarılmak, bazen birilerinin itelemesi ile yere kapanıp sarılırsınız, bazen de ölünün üzerine ağlayarak abanma veya en doğrusu toprağı ekerek verimini alıp kimseye muhtaç kalmadan geçinmektir. Belki de, en önemlisi kendi özünden kopmadan, yaşadığı yere, tarihe anlam biçmek olmalıdır.
Bir tohum ekici kış gelişini beklemeden, kar bastırmadan, don tohuma vurmadan tohumunun zarar görmeyeceği, donmayacağı ve farelerin kemirmeyeceği, kirletmeyeceği bir yerde tohumu depolamaya koyulur. Kışın geçmesini sabırla bekler. Baharın gelişiyle önce toprağı, ekeceği yeri belirler ve çift sürer. Çift sürümü bitince çapalama, düzeltme, ayrıksı otların toplanması ve ekilecek olanın kanalı, çukuru kazılır. Tohum derine gömülür, üzeri tekrar toprakla doldurulur.
Ekin ekimi bitince ekin sahibi verdiği emeğin ileride alacağı bedelinin mutluluğunda derin bir ohh çeker. Ama hala üzerine gelen akşamdan içi kaygılıdır. Döner ektiğine bakar, eksiklik var mı diye tarlasına, bahçesine bakar. Her şey tamam görünse de sabaha erkenden kontrole gelir. Ne eksiklik olabilir? Ektiği tohumdan dışarıda kalan varsa, toprağa tam gömülmemişse telef olur, verim vermez, hatta çürür yok olur. Hele bu ekilen patates ise toprağa gömülmemişse vay haline.
Patates toprağa gömülmezse, güneş vurunca gevşer, erir, doğum yetisini yitirir, filizlenme hücreleri ölür, soğuk vurunca da büzüşür, içi sulanır, buz tutar ve yine filizlenme hücrelerini, direnç damarlarını yitirir. Dışarıda kalma, karakargaların gagasıyla delik deşik olma, farelere yem olmalar yaşanır. Yani toprağa sarılmayan, topraktan kaçanın filizlenmesi olmaz, olsa da başkalaşır, özünü yitirir verimi olmaz.
Günümüzde genel toplumun ama özelde gençliğin içinden geçtiği sosyolojik gerçekliğin bana biraz toprağa girmeyen güneşle soğuğa terk edilmiş patatese benzeştiğidir. Toprağa girmek, toprağın filiz verecek yaşam hücreleriyle buluşması ile olur. Bu buluşma bire on, bire on beş verimle tekrar doğum olur. Çoğalma yaratımla olur; yaratım da, var edecek hücrelerle buluşmayla olur. Oysa toprağa girmeyen dışarıda kalan patatesin çoğalma şansı olmaz. Toprağa girmekten, doğumdan korkanın, kendini güneşin parlak, göreceli ısıtan, güzel görünen yüzüne ve soğuğun serinleten havasına kanmak sonun başlangıcı oluyor.
Şimdi denebilir ki, “gençlikle ne alakası var?” Bence var, biraz etrafımıza bakmak, sokaklarda gençliğin yediğine, giydiğine, konuşmalarına ve emek yaklaşımlarına bakmak yeterlidir. Bir ileri gidelim. Kendi toplum değer yargılarıyla, tarih bilinciyle, geleneğiyle ne kadar bağlantılıdırlar? Tabi genel dünya gençliğinin içinde olduğu bir durum olurken ancak bizi daha somut ilgilendiren Kürdistan gençliğidir.
Kuşkusuz şu an Kürdistan gençliği dünyada en diri, aktif ve kapitalist moderniteye karşı savaşan konumdadır. Ancak bu savaşan, aktif konumuna rağmen tehlikeli olan, savaştığı kapitalist modernite şerbetinden ciddi anlamda etkilendiğidir. Kapitalizm, toprağa gömülmeyen patates tohumunun güneşin parlaklığına aldandığı gibi kendini gençliğe parlak, şatafatlı yansıtarak gençliği toplumsallıktan koparıyor, yaratımdan, çoğalmaktan koparıyor ve nihayetinde bireycileştiriyor. Bireycileşmekle, toplum dışılık, özünden kopma, ahlaki değerlerinden boşalma ve bir yabancılaşma gelişir. Yine dışarıda kalmak, soğuğa terk edilmek kapitalizmin liberal ideolojisinin “boş ver”, “bırakın yapsınlar” mantığından hareketle toplumuna, kendine inançsızlık, güvensizlik ve hiçliğe varmadır.
Somutta nasıl çıkıyor. Kürdistan diyor, Kürdistan tarihini incelemiyor, bilmiyor. Kürtlük diyor Kürtçe konuşmaktan kaçıyor, Türkçe konuşmayı bir ilericilik belliyor. Kürtlük ve Kürdistani değerler diyor ne tarihi mirasa bakıyor, ne toplumsal değerleri inceliyor nede toplumsal gelenek hakkın da dönüp arkasına bakmıyor. Ulusal giysilerini dahi tanımıyor, Kürt mutfağını tanımıyor.
En tehlikeli olan da oryantalist kafayla, TC nin okulların da okuduklarıyla devrim yapacağını sanıyor. “Latin Amerika’da devrimler çabuk olmuş bizde niye uzadı?” yada izlenen Hollywood filmlerinde “devrimler çabuk oluyor” etkisiyle savaşa, devrime yaklaşıp katılım sağlıyor. Sağlar sağlamaz da örgüte” beni cepheye gönderin” dayatmasında bulunuyor. İyi de, savaşın ön hazırlığı olan eğitim, örgütleme, plan, istihbarat, hedef vb. hiç akıl etmiyor, sormuyor. Hatta en iyi, boyası çizilmemiş silahla, hazır hedefe genç arkadaş gidip vuracak. Bunlar olmayınca da küsmeler, daralmalar ve hatta kopup gitmeler “olmazsa küserim” gibisinden çocukça bir durum yaşanıyor. Siz bu durumu sivilde gençlik çalışmalarına da uyarlayabilirsiniz.
Şimdi ünlü bir yazarın sözündeki gibi “olmak yada olmamak” la halk olarak yüz yüzeyiz. Gençlik kapitalizmin şatafatlı, kandıran yüzüne kanıp, toprak dışında kalan patates mi olacak yoksa toprağın derinlerine sarılarak çoğalım mı sağlayacaktır.
Çoğalım, kendi tarihimizi öğrenmek, kendi dilimizi konuşmak, kendi toplumsal değerlerimize sahip çıkmak, toplumsal gelenekten nasiplenmek, başkalarının kafasıyla değil kendi kafamızla düşünerek, kendi toprak gerçekliğimizle tohumlarımızı ekerek yapmalıyız. Yoksa bir taraftan mundar dediğimiz sistemin argümanlarıyla biz kendimiz olamayız. PKK kimseden medet ummadı, kimseyi taklit etmedi, bir silahı, bir bıçağı yoktu. Sadece bir cümlelik sözle başladı “Kürdistan sömürgedir, bir ülkemiz var ve halkımız var bunun için savaşmalıyız” dendi ve başlandı. Halka dayandı, halkın değerlerine saygılı yaklaştı, emeğe değer verdi, bir lokma verene saygıyla minnetle yaklaştı, ülkesini karış karış taradı, tanıdı, tanıdıkça bağlandı, değer yarattı yaratılan değer üzerine yenilerini kattı.
Sonuç olarak Kürdistan gençliğinin içinden geçtiği aşama hem devrimin günlük sıcaklığını yaşarken ve ağır bedeller öderken bu ödenen bedellerin geleceğin mihenk taşlarını döşemekle yükümlüdür. Bu yükümlülük gençliği daha duyarlı, realist- gerçekçi olay olguları gündelik duygulardan arındırarak tarihsellikle ele alarak güne yüklenmeyi şart kılıyor. Bunlar düşman gerçekliğini iyi tanımayı, Kürdistan’da ki savaşın yerel olduğu kadar uluslar arası bir savaş olduğunu bilerek ve kendi halk- ülke gerçekliğini iyi tanıyarak hayatın tüm alanlarında, her konuda savaşım vermeyi gerektirdiğidir. Bu, dilini konuşmadan, ülkesini terk etmeden, tarihini bilme, kültürel değerlerini koruma, politik sahada çalışmak, mücadeleyi bütünlüklü ele almak ve bütün bunlara ciddiyetle ideolojik olarak ele alıp mücadele etmekle tarihe yüzü ak çıkabiliriz; yoksa gündelik yaşayarak yaşamak sanmak kendini kandırmanın ötesine gitmeyeceği nettir. Bunun içinde kimseden bir emir beklemeden kendi geleceğini hedefleyen sisteme karşı inisiyatifli, yaratıcı ve sorumluluk almalıdır.
MEDET SERHAT
- Ayrıntılar
İnsan onuru bir insan için en önemli karakter hatlarından biridir. Onur insanın insan olmasının ölçütü ve kıstasıdır. Bireyin kimliğidir. Bireyin ben olup olmamasıdır. Bireyin kendisine karşı saygısıdır. Öz saygısıdır. Haysiyetidir. Arapça buna izzetinefis diyorlar. Ve de başkalarının insana gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerdir. Özcesi onur insan olmanın en temel erdemlerinden bir tanesidir.
Onurlu olmak bu bağlamda kendisi olmak demektir. Özüyle çelişmeden, inandıklarına bağlı kalarak buna göre yaşayan demektir. Söylemek istediklerini söyleyen, kabul etmediklerine karşı da duran demektir. Vicdanını dinleyerek ona ters düşmeyen demektir. Kendi içindeki sese kulak veren, bu sese bağlı kalarak içiyle dışını bir kılmaya özen gösteren birey demektir.
Özcesi onurlu olmak demek her şeyden önce insan olmak, kişi olmak, birey olmak ve de kimlik sahibi olmak demektir.
İnsan ne zaman onursuz olur, ya da insan ne zaman onursuz yapılır?
Bireyin inandığı ve karar kıldığı karakterini değiştirmeye yeltenen, dayatmalarla bu karakteri öteleyen durumlar onursuzlaştırmaya çalışmanın yoludur. Diğer yandan birey kendinden istemeyerek ya da kimi zaman da isteyerek başkalarının dayatmaları sonucu kendi kimliğinden vazgeçiyorsa orada bir onursuzlaşma başlamıştır demektir.
Onursuzluğu dayatmanın üç temel yöntemi vardır. Bunlardan birincisi; bireyin ya da toplumun yaşamını tehdit etmek. İkincisi; bireyin ya da toplumun beslenmesine yani ekonomik durumuna tehdit etmek. Üçüncüsü ise; kadın ise erkek, erkek ise kadınla bir şekilde üremesine ya da ürememesi üzerine yapılan tehdit. Özcesi insanın bilinen üç temel güdüsü üzerinde yapılacak oynama, tehditlerle insan ya da toplumlar kendilerinden vazgeçirebilirler.
Bir bireyi kendisine karşı onursuz kılmak için örneğin onun yaşamını tehdit edebilirsiniz. Ya da onun yaşama imkanlarını elinde alacağınızı hissettirerek istediğiniz yere gelmeyecekse onun tüm beslenme yollarını keserek kendinize yani size muhtaç olduğunu hissettirebilirsiniz. Ya da bireyi ailesiyle, çevresiyle, sevdikleriyle bunların tümünü elinde alabileceğinizi hissettirerek bunu yapabilirsiniz.
İşte onurlu olmak ya da olmamak, onursuzluğu ret etmek ya da ret etmemek gerçekliği onursuzluk için dayatılan tehditlere karşı gösterilecek karşı duruşla ortaya çıkar. Birileri sizi teslim almak için doğuşta haklarınız olanları bilinçli bir şekilde kısıtlayarak hatta ortada kaldıracağını söylediği ya da hissettirdiği anda bunlara sahip çıkma temelinde savunmak için sonuna kadar karşı durma cesaretini gösterip göstermeyle bağlantılı olan bir karar anıdır onurlu ya da onursuz olmak.
Saygın bir Türk kadın yazar: “İnsanlar bir yerden sonra bu kadar korkak olmalarından utanırlar normalde. Şimdi kimse utanmıyor. Bu ürkütücü” dediği nokta onursuzluğun tam da yaşandığı ya da bireye galebe çaldığı andır. Aynı yazar: “Şimdi öderseniz, içeri girersiniz, işsiz kalırsınız. Ya ödemeyenler? Hayatlarının geri kalanını nasıl geçirecekler? Bu dönemde sessiz kalmanın bedelini gelecekte ödeyecekler. Ne şekilde olacağını da o zaman görecekler. Utanç hapishanesinde yaşayacaklar” dediği noktada onursuzluğun bireyde yarattığı ya da yaratacağı ruhsal travmalara işarettir.
Peki, böyle olmamak için ne yapılabilir. Aynı yazarın cümlelerin sözleriyle cevaplayalım: “Bence cesaret, korkudan bıkmakla ilgili bir şey. Her gün operasyon haberi alıyorsun, sırtındaki yük artıyor, her gün daha da küçülüyor dünya... Bir gün “ahh yeter ulan!” dediğin yer işte cesaret. Yoksa hiç korkmamak değil, bu hayatı böyle yaşamaya katlanamamanın adı cesaret” dediği yer işte onuruna sahip çıkarak onurlu yaşama yeniden dönmenin adı oluyor.
Maalesef bugün Türkiye’de çok kalabalık sayıda yazarçizer tayfası başta olmak üzere, büyük bir kitle yığını bu durumu açıkça yaşıyor. Söylemesi gerekli olanları söylemiyor. Karşı durması gerekli olanlara karşı durmuyor. Sesini yükseltmesi gerektiği yerde yükseltmiyor.
Nasıl ki 12 Eylül faşist cuntasına karşı durulmayarak onursuzluk kabul edilmişse, nasıl ki 1990’larda onlarca faili meçhule ses çıkarılmamışsa ve nasıl ki 1997 yıllarında askeri faşist yaklaşımlara ses çıkarmayarak büyük bir onursuzluk yaşanmışsa, şimdi de benzer belki de daha ileri düzeyde bunca faşizan, onur kırıcı, alçaltıcı yaklaşıma karşı durmamak feci bir şekilde onursuzlaştırdığını herkes bilmek zorundadır.
Onursuzlaşmamak için içimizdeki sese kulak verelim, alçaltıcı her türlü yaklaşıma karşı duralım, sesimizi haksızlıklara adaletsizliklere karşı yükseltelim. Diz boyu onursuzlaştırıcı muamele yaşanırken “Yeter Artık” diyerek buna karşı bir kıvılcım olarak onurlu olmanın ateşini harlayalım.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Son zamanlarda geçmişin anti Newrozcuları bugünlerde birden bire Newroz’un akıl verenleri ve hocaları oldular.
Ortak noktaları Newroz’un bir Kürt bayramı olup olması üzerine kurulu olan saldırganlıktır. Güya Newroz farsça “nivroz, nevruz”muş bununda manası yeni gün imiş. Ve güya bu Newroz her yerde farklı kullanılırmış, baharı karşılamaymış, kimi yerde yumurta tokuşturmaymış. Özcesi böyle muş, maş, mış, mişli yazılar bugünlerde ne kadar da yazıldı ve halen de yazılıyor.
Hepsinin ortak noktası faşist bir hükümetin saldırgan, anti toplumcu, anti kültürcü, ant insani, sosyopat davranışlarının üstünü örtmektir. İlginç olan ise bu tip yazılar yazan tiplerin -ki bunların içlerinde kadınlarda vardır- geçmişte bir gün bile Newroz kutlamamış olmalarıdır. Bunların tümü geçmişte Newroz etkinliklerine katılmamış olanlardır. Hatta 1990’larda Newroz’u Kürt özgürlük hareketi kutladığında devletin yanında Newroz’a saldıranlardır. Şimdilerde ise Newroz’un gelişim seyrini güya bize anlatarak yeniden faşist devleti aklamaya çalışıyorlar.
Bu kişiler çok akıllı ve Newrozları bedenlerini ateşe vererek, onlarca can vererek bugünlere getirenler ise hafıza balıklı oldukları için bunları hatırlamayacaklardır. Tabi ki Kürt halkı ve özgürlük savaşçıları Newrozları kutladıklarında onlarca insanını katleden aynı devletin ilk kez 1991 yılanda bir genelge yayınlayarak “Nevruz, Türk Ergenekon Festivali” olarak kutlanma talimatı verdiğini hatırlamayacaklardır. Yine mücadele giderek geliştiğinde ve Newrozlar tümden direnişin ve birliğin ve yeniden direnişin bayramı haline geldikçe bu kez 1995 yılından sonra Diyanet İşleri Başkanlığı camilerde Nevruz Hutbesi okutmaya başladığını da hatırlamayacaklardır. Semra Özal’ın doksanların ortasında Diyarbakır’da 612 çifti toplu olarak evlendirerek tarihte M. Ö. 612 yılında Asurlara karşı geliştirilen direnişi gölgelemek ve hafıza karıştırma amaçlı işini de hatırlayamayacaklardır. Ne de olsa bunlar Kürt’türler. Ne de olsa bunları eskiden beri böyle idare ettik ve bugünlere getirdik. Bundan böyle de böyle olacağı için balık hafızalı olan bu halk ve insanlar hepsini yutacaklardır.
Türklerin, Türk devletinin Newrozlara ne kadar sahip çıktığı o şişko göbekli bakanların, askerlerin o çirkin içten olmayan zoraki gülüşlerinin yanı sıra o insana itici gelen gövdeleriyle yakılan çocuk ateşleri üzerindeki atlayışlarında bellidir. Ve bu devletin Newroz günlerinde ne kadar insan katlettiği ortadayken şimdilerde hem bu faşist devlet hem de barutu tükenmekte olan sözde böyle yazarçizerler Newroz’un bir Kürt bayramı olmadığını söylemeye özen gösteriyorlar.
Beyler, Newroz ister Kürtlerin ulusal bayramı olsun, ister olmasın bugün Kürtler kuzey Kürdistan’da bu bayramı yeniden gün yüzüne adeta kanlarıyla yazarak gün yüzüne çıkardılar.
Beyler çok uzaklara gitmeye gerek yok. Henüz yirmi yıl önce Şırnak’ta onlarca insanımız Newrozlarını kutladıkları için katledilmediler mi?
Beyler ya da hanımlar, Newroz gününde bedenlerini ateşe veren ne kadar özgürlükçü kadın ve erkeğin olduğunu biliyor musunuz?
“En iyi Newroz ateşi insan bedeniyle yanar” sözlerini sarf eden o dünya güzeli Zekiye Alkanları duymuş musunuz? Ya Ronahileri, ya Berivanları, ya Rahşanları ya…
Beyler bir halkın kendi diriliş günü, birlik günü, kardeşlik günü, eşitlik günü, direniş ve özgürlük günü olarak kabul ettiği bir güne bu kadar pervasızca saldırmak olsa olsa ruhlarınızda ki o gizli faşist duygulardan öteye bir şey olamaz.
Şimdide Newroz gününe dönük bir iki şey belirtelim: biz özgürlük savaşçıları olarak hiçbir gün ama hiçbir gün bile Newroz’u sadece ve sadece Kürtlerin bir bayramı olarak kutlamadık. Biz Newroz’u her zaman her yerde Ortadoğu’da yaşayan halkların özgürlük ve direniş bayramı, kardeşlik ve birlik bayramı olarak kutladık. Bundan böyle de bu kutlama tarzımız devam edecektir. Biz özgürlük savaşçılar olarak; Newroz’u sizin ve sizin o faşist devletin yaptığı gibi halkların ne kadar değeri varsa çalan, çırpan, kırpan, kendine mal eden, kültürel yayılma alanı olarak halkların değerlerine el atarak özünden boşaltan halk düşmanı tavırlar sergilemedik. Halkların değerlerine el uzatmadık.
Bunun için Newroz’u kutlarken öncelikli olarak Ortadoğu haklarının bu direniş, diriliş, kardeşlik, birlik ve özgürlük bayramını en içten dileklerimizle kutladık. Bundan böyle de böyle kutlamaya devam edeceğiz. Ancak dün Newroz düşmanlığı yapan bugünün Newroz hocalarına da geçit vermeyeceğiz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar