Malum Erzurum’da emniyet mensuplarının da hazır bulunduğu bir ortamda-hem de çok kalabalık-"Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" sözlerini bir öğretmen hem de müdür sarf etti.
Bu sözler yıllar önce Türk ülkücü ve ırkçıların “her türkün kafa ölçüsü alınsın” sözlerine çok yabancı değil.
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”
“Kadında olsalar, çocukta olsalar bedelini ödeyecekler” sözlerine de bu söylenen yabancı değildir.
Hele hele “ya sev ya terk et” sözlerine hiç mi hiç yabancı değil.
Erdoğan İstanbul gençliği için yaptığı canlı konuşmada ise: ““Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” istediğini herkesin gözünün içine bakarak söyledi.
Kürtler dillerine sahip çıkmak istiyor. Öyle hem de başkasına kin güderek sahip çıkmanın çok ötesinde, kendi dilinin kendisine ait ve kendi benliğinin bir parçası olduğundan bunu yapıyor. Dediğimiz gibi başkalarını aleyhine, başkalarını öteleyen, yasaklayan, küçümseyen, horlayan, “Kürtçe medeni bir dil midir” deyip alay eden bir yaklaşım içerisinde bulunmadan, sadece ve sadece kendisine ait olanı isteyen, bunun için de çalışan, mücadele ederek varlığını koruyarak özgürlüğünü savunmaya çalışıyor Kürtler.
Kürtlerin bu mücadelesi bu topraklarda başka halklara da ilham verdiğini her gün görüyoruz. Bugün Lazlar kendi kimliklerine daha fazla sarılmış durumdalar. Çerkezlerde bir bilinçlenme alenen görülüyor. Daha dün tüm hakaretlere maruz kalan Romenler bugün meclislerde karşılanıyorlar. “Mum söndüren aleviler” din kardeşleri oluyorlar. Araplar, felahlar ve nice başka azınlık ya da halklar değer görüyorlar. Başka inançlara saygılı yaklaşılıyor. Özü gerçekten böyle midir o tartışılabilir. Ancak bir gerçek vardır ki o da halklar yani bu toprakların insanları artık “Kendini kendi tarzında anlatma hakkı” istiyorlar. Ve bunun için meydanlara çıkıyorlar. Karadeniz’in en kuytu köşelerinde yetmişlik analar iş makinelerinin önüne çıkarak HES’leri protesto ediyorlar, ölmek üzere olan dilleri için Çerkezler çalıştaylar hazırlıyorlar.
“Ancak, iki çocuğum da kreşe başladıktan sonra benimle tek kelime Kürtçe konuşmuyorlar. Ben Kürtçe soruyorum onlar Türkçe yanıt veriyor. Türkçe soruyorlar, ben Kürtçe yanıtlıyorum. Açıkça söylüyorum bu zulümdür. Yarın okula başlayıp, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diyecekler. 20 yılımı bu davaya vereceğim ve çocuğuma kendi dilimi veremiyorum” diyerek isyan edenlerin sayıları her geçen gün çoğalıyor. Ve çoğalmaya da devam edeceklerdir.
Tekrar başa dönersek: "Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" “suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar” sözleri öyle boş sözler değildir. Bir yandan halkların gelişen isyanı ve hak talepleri, diğer yandan “ya sev ya terk et”, tehditlerin yanı sıra “Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” diyerek halklara karşı soykırım tehdidi savruluyor. Dediğimiz gibi sanılmasın ki Erzurum’da söylenen ve sarf edilen sözler nesebi gayrisahih olanlardan ayrıdır. Tersine nesebi gayrisahihlerin ortak noktası ırkçılıktır. Söz düzeyinde ümmet denilse de özleri şovenizmdir, milliyetçiliktir, faşizmdir hem de Yeşil Türkçü Faşizmdir. Bundandır ki “zararlı genler” üzerine sözde muhafazakar ve Akepeli olan zat konuştuğunda tüm salonda gülüşmeler yükseliyor. O sesli gülüşler geleceğin projesini sunan zihniyete olan destekten başka bir şey olmadığını herkes bilerek mücadeleye atılmalıdır.
Özcesi Yeşil Türkçü Faşizme karşı Türkiye’nin tüm renkleri bir araya gelirlerse, gelebilirlerse “Dilinin, dininin, kininin” faşizmine karşı bir direnç ve karşı duruş gösterebilirler.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
28 Şubat 1997 hükümet darbesinin onbeşinci yıldönümü yaşanıyor. Buna “Postmodern darbe” de deniyor. “Son darbe” diye programlar yapılıyor. Gerçi TC siyasetinin her anı, her günü bir darbedir. Türkiye’de siyaset toplumu sürekli şoke eden darbeler biçiminde yapılıyor. Fakat yine de 28 Şubat’ın siyasal tarihte özel bir yeri var. Son onbeş yılın siyasal olaylarına ve AKP gerçeğine bu temelde bakmak önem taşıyor.
28 Şubat darbesi, kendinden önceki askeri darbelere göre biraz örtülü bir darbe olma özelliği taşıyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbeleri aleni bir askeri harekat biçimindeydi. 12 Mart darbesi tam böyle olmasa da, onda da hükümete yöneltilen ve istifaya zorlayan açık bir “Muhtıra” vardı. 28 Şubat’ın hükümeti istifaya zorlayan muhtırası biraz daha örtülü bir biçimde ve kapalı kapılar ardında oldu.
Tabi buna benzeyen bir de 27 Nisan 2007 “Postmodern muhtırası” var. O da Genelkurmay Başkanlığınca hükümete yönelik yapılan açık bir baskı ve tehditti. Fakat bu muhtıra hükümeti istifaya götürmedi. Tersine Genelkurmay Başkanı ile Başbakan arasında yapılan “Dolmabahçe görüşmesi”ne götürdü. Hükümeti istifaya değil de muhtıra veren kurumla uzlaşmaya götürdüğü için 27 Nisan’a darbe denmiyor.
Hükümete yönelik bir askeri hareketin darbe olup olmaması, hükümeti devirip devirmemesine bağlanıyor. Hükümeti devirmişse darbe olurken, devirememiş veya uzlaşmışsa ona “Darbe girişimi” deniyor. “Son darbe” 28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde ordu içerisinde çok sayıda darbe girişiminin olduğu anlaşılıyor. Bugün bunların bir kısmı “Balyoz darbe girişimi”, “Ayışığı darbe girişimi” ve benzeri adlar altında yargılanmaya çalışılıyor. Ortada çok sayıda darbe artığı var.
Darbelere ilişkin genel kural burada da işliyor. Başarılı olanlar vezir olurken, başaramayanlar kelimenin tam anlamıyla rezil oluyorlar. Bu garip rezalet, bir zamanlar forslarından geçilemeyen koca koca generallerin, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının cezaevi arabalarında gözüken asık suratlarında okunuyor. 1989’da Moskova’da Kızıl Ordu generalleri bir darbe yapmayı bile başaramayınca, Kenan Evren “Bizden öğrensinler” demişti. Kenan Evren’in ardıllarının da Moskova’dakilerden pek farklarının olmadığı açığa çıkıyor.
28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde varolan darbe artığı kuşkusuz sadece bunlar değildir. Daha açığa çıkmamış çok sayıda darbe girişimi olabileceği gibi, bir de 28 Şubat’ın bizzat yarattıkları var. AKP’den söz ettiğimizi herhalde okuyan herkes anlıyordur.
28 Şubat darbesinin Necmettin Erbakan başkanlığındaki hükümete ve partiye karşı yapıldığı biliniyor. Darbe ile Necmettin Erbakan hükümeti istifaya mecbur bırakıldığı gibi, partisi de kapatılmıştır. Ardından Erbakan’a getirilen siyaset yasağı ve yargılamalar Necmettin Erbakan kişiliğini bitirmiştir. Erbakan, kendinden önceki Menderes veya Özal gibi fiziki olarak öldürülmemiştir, ama daha beter edilerek siyaseten öldürülmüştür.
Bu temelde Necmettin Erbakan’ın nasıl süründürüldüğü, rezil rüsva edilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Erbakan’ın kahır içinde öldüğü herkesçe ifade edilmektedir. Nitekim bu nedenledir ki cenazede devlet töreni istememiş, başbakanlığını yaptığı devlete küs olarak gitmiştir. Bunu Erbakan adına bir tür ilkeli davranış ve tutarlılık olarak ele almak mümkündür.
Erbakan çizgisi işte böylesi bir darbeci saldırı ile tasfiye edilmek istenmiştir. 28 Şubat darbesi, esas olarak Erbakan çizgisine karşı geliştirilen bir darbe olmaktadır. Necmettin Erbakan’ın “Millici siyasal İslam çizgisi” hedeflenmiştir. Bazı çevreler buna Avrupa ve Almanya yanlısı İslamî siyasal çizgi de demektedir. Ve bu çizgiye karşı gelişen 28 Şubat darbesi esas itibariyle başarılı olmuştur. Erbakan’ın yaşadıkları ve partisinin içinde bulunduğu durum bunu göstermektedir.
İşte burada şu soru gündeme gelmektedir: Peki AKP nedir veya kimdir? Mademki 28 Şubat darbesi ile Necmettin Erbakan’ın İslamî siyasal çizgisi tasfiye edilmiştir, o halde AKP ortalıkta ne aramaktadır? Bir zamanlar Erbakan’ın yanında, sağında ve solunda bulunanlar, Erbakan’ın darbe ile tasfiye edildiği bir süreçte nasıl böyle bir iktidar gücü haline gelmişlerdir?
AKP gerçeğini doğru tanımak açısından bu soruları sormak ve cevaplamak önemlidir. Demekki AKP de bir darbe artığıdır. 28 Şubat darbesiyle Erbakan’ın millici İslamî çizgisi tasfiye edilirken, bu tasfiyenin bir aracı olarak 28 Şubat darbecileri tarafından Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ortaya çıkartılmıştır. İslamî siyasi çizginin millici ya da Avrupacı yanı tasfiye edilerek, ABD’ci ve işbirlikçi olanı iktidara getirilmiştir. Bu da 28 Şubat darbesinin karakterini ve kimler tarafından yapıldığını ortaya koymaktadır.
Şimdi 28 Şubat darbesi üzerine konuşan veya yazanlar, nedense çoğunlukla bu gerçeği hep görmezden gelmektedir. Çok yüzeysel ve saptırmacı bir “darbe karşıtlığı” edebiyatı yapılmaktadır. Dahası yüzde yüz 28 Şubat darbesi imalatı olan AKP, askeri darbelere karşıt bir güç olarak gösterilmektedir. Böylece Türkiye toplumunun bilinci çarpıtılmaya, tarihsel bellek bozulmaya ve AKP gerçeği gizlenip farklı biçimlerde gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu durum düzeltilmeden, AKP’nin maskesi düşürülüp gerçek yüzü topluma gösterilmeden Türkiye siyaseti düzelmez ve yerli yerine oturmaz. AKP gibi darbe artığı bir güçten siyaseti normalleştirmesi ve demokratikleştirmesi beklenemez. Demirel’in deyimiyle, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. AKP yapsa yapsa ancak iktidarını koruyacak demagoji ve değişiklikler yapabilir. Nitekim günlük olarak yaptığı da budur.
Diğer yandan, ordu içindeki bazı darbe girişimlerinin yargılanma durumuna bakarak, bazıları AKP’nin “Darbe karşıtı” olduğunu sanmaktadır. Bu da ciddi bir yanılgıdır. Bir kere, o yargılamaları yaptıranlar AKP değil, AKP’nin de gerisinde olan Türkiye’yi gerçekten yönetenlerdir. Yoksa AKP’nin ne haddine generalleri yargılayabilsin! İkincisi, AKP darbelere değil, kendi iktidarını tehdit eden girişimlere karşıdır. Nitekim kendine yönelen “Suçları” açığa çıkartırken, örneğin Kürt halkına yöneltilmiş katliamları görmezden gelmektedir.
28 Şubat darbesinin önemli bir yönü de, Erbakan hükümetinin Kürt sorununu çözmek için başlattığı arayıştır. Darbeci güçler bundan büyük korku duymuşlardır. Bir yerde Kürt sorununun çözümünü engellemek için darbeyi yapmışlardır. Özal’ın da Kürt sorununun çözümü ile uğraşırken öldürüldüğü bilinmektedir. Tuhaf ama, Adnan Menderes’e de idamından önce “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” diye sorulduğu ve “Kürt sorunu” cevabının alındığı belirtilmektedir. Sanki sınav yapar gibi bir şey!
Bütün bunlar darbelerle Kürt sorunu arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bunlara bakarak Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa neden bu kadar korkak ve temkinli yaklaştığını anlamak mümkündür. Zaten bir darbe artığının Kürt sorununu çözmesi ve çözebilmesi mümkün de değildir.
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan halkı Önder Apo’nun uluslar arası komployu tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında büyük bir ulusal birlik ruhuyla karşılamış ve lanetlemiştir. Özellikle Kuzey Kürdistan ve Türk metropollerinde yaşayan halkımızın bu yıl uluslar arası komployu geçmiş yılları aşan bir yaygınlık ve yoğunlukta kepenk kapatması ve kırk ayrı noktada sömürgeci-soykırımcı AKP polisleriyle çatışması önemliydi. Daha yaygın, daha yoğun ve daha bilinçli, örgütlü ve öfkeli bir lanetlemenin Kuzey Kürdistan’da yaşanması şu açıdan çok önemliydi.
Çünkü Türk sömürgeci hükümetinin içişleri bakanı, yaptıkları siyasi-soykırım operasyonlarına dayanarak, ciddi bir eylemliliğin gelişemeyeceği beklentisindeydi. Bu operasyonları tertipleyen yeşil faşizm hükümetinin başbakanı, bakanları ve psikolojik savaş uzmanları, yeşil ergenekon “öyle bir yapacağız ki, açıklama dahi yapacak kimse kalmasın” hesabı içindeydi.
Öncelikle Önder Apo üzerinde tecritin ağırlaştırılması, kimse ile görüştürülmemesi, “başı gövdeden ayırma” zihniyetinin bir ifadesi olarak ortaya konulan bir plandı. Buna göre ne Özgürlük hareketi ne de halk karar alıp, harekete geçebilecekti. Harekete geçme potansiyeli olanları da rehin almak gerekti.
ABD, NATO, Gladyo Kürtlerin sesi olan Roj TV’nin uydu üzerinden yaptığı yayınını durdurmak için elinden geleni yaptı! Serbest Pazar vb. lerinin ne kadar sahte, yalan olduğu, Kürtler ve Özgürlük mücadelesi sözkonusu olduğunda her şeyin nasıl ayaklar altına alındığı da ortaya çıktı. Tüm bu yönelimler aslında uluslar arası komplonun yıldönümünde Kürt ulusunun ve dostlarının katılımını engellemeye yönelik çabalardı.
Özellikle son günlerde hemen hemen hergün yüzlerce yurtsever Kürdün, dostlarının, en son sendikacıların toplama kamlarında esaret altına alınması tümüyle böyle bir hedefi gerçekleştirmek amaçlıydı. Zaten İstanbul emniyet amiri de, adeta zafer ilanında bulunmuştu! Dolayısıyla Cevdet Aşkın gibi bazı köşe yazarları, 15 günü için hem sömürgeci-soykırımcı Türk devleti için, hem de Kürdistan özgürlük hareketi için bir “test” günü olarak nitelendirmişti.
Yani Kürdistan halkı sömürgeci soykırımcı siyasi-askeri operasyonlar ve katliamlarla sindirilmiş mi, sindirilmemiş mi? Kürdistan halkı eskisi kadar Önder Apo’ya sahip çıkmayı sürdürecek mi, sürdürmeyecek mi? Böyle bir test! Evet test yapıldı!
Yönelim, saldırı elbette sadece sömürgeci Türk devletiyle sınırlı değildi. Önder Apo’ya karşı uluslar arası komployu gerçekleştiren güçler, bu kez Roj TV üzerinden saldırılarını yürütmekteydiler.
Evet Kürdistanlılar ve dostları için bir kara gün olan 15 Şubat geldi ve geçti. Bilanço, göstergeler neyi göstermektedir? Türk medyası, yani sahibinin sesi medya öylesine köpeksileşti ki! Adeta Kürdistan’daki uluslar arası komployu protesto eden eylemlilikleri vermedi, görmezden geldi. Hem yandaş medya kesimi, hem de sözümona muhalif kesim! Kürdistan Özgürlük hareketi sözkonusu olduğunda hepsinin nasıl ortak tavır aldıklarını bir kez daha görmüş olduk. Tabi bu Kürdistan halkı ve Özgürlük hareketi için çokta yeni bir şey değil. Medya görmemişse, “yoktur” varsa da, “azdır”. Sahte İnönü zaferi gibi sanal zaferleri daha internet, yani sanal alem daha yok iken yaratan ecdadın, damarlarında asil Türk kanı dolaşan acar evlatları hazır Sanal imkanlara kavuşmuşken ne sanal zaferler yaratmazlar ki?
Sürece damgasını vuran eylemlilik yüzlerce kilometreyi Avrupa’nın dondurucu kışına ve rejimlerine rağmen başarıyla başlatılıp sonuçlandırılan eylemlilik oldu. Tüm kürdistan’ı temsil eden insanlardan oluşan bir topluluk Avrupa rejimlerine ve dondurucu soğuğuna rağmen Strazburga ulaşmayı başardı.
Güneybatı Kürdistan halkı yediden yetmişe hemen hemen hepsi uluslar arası komployu protesto etme eylemliliklerine katıldı. Kitlesellik adeta zirve yaptı. Güney Kürdistan’da da, Güney Kürdistan’da ise, gençlik yürüyüşü başta olmak geçmiş yılları aşan düzeyde önemli bir kitlesellik düzeyi yakalanmıştır. Özellikle Türk sömürgeciliğinin askeri ve istihbarat kurumlarına karşı gerçekleştirilen imza kampanyalarında ulaşılan düzeyin kendisi zaten uluslar arası komploya ve türk sömürgeciliğine vurulmuş bir tokat niteliğindedir. Yine önemli bir medya kesiminde uluslar arası komplo önemli düzeyde tartışıldı.
Kuzey Kürdistan’da adeta hayat tamamıyla durduruldu. Bu yıl hafta arası olması nedeniyle okullar da büyük bir katılımla boykot edildi. Hemen hemen tüm zindanlardaki PKK,PAJK ve KCK tutsakları ve bir çok il-ilçede halkımız açlık grevleri gerçekleştirildi. Bu eylemlilikler halen de sürdürülmektedir. Tüm bu eylemlilikler, AKP yeşil faşizminin, munafıkların Kürdistan halkının birliğini parçalamaya çalıştığı, Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan ve Özgürlük hareketi hakkında psikolojik savaşın her türlü iftira, yalan yanlış bilgilerinin havada uçuştuğu bir dönemde gerçekleştirilmesi ortamında gerçekleştirildi.
Çünkü Kürdistan halkı artık “Edi Bese! An Azadi An Azadi!” deme noktasında bulunmaktadır. Türk sömürgeciliğine, AKP faşizmine öfkelidir. Başında Adil Gür’ün bulunduğu kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı kamuoyu araştırmasında Kürtlerin nasıl bir ulusal bilinçlenme içinde olduklarını ve AKP’den kopuşu yaşadıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 15 Şubat’ta ortaya çıkan tablo bu kamuoy araştırma verilerini fazlasıyla doğrular nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır.
Kürtler ulusal bilinç, duyarlılık ve reflekslerini geliştirdikçe, Önderliklerine sahip çıktıkça sömürgeciler ve son sömürgeci sistemin temsilcisi AKP yeşil faşistleri adeta kudurmaktadırlarlar. Hem gerilla sahalarına ABD ve İsrail’den temin ettikleri teknolojilerle yoğun saldırılar yapmaktadırlar. Legal siyaseti sindirmek için de hergün siyasi soykırım operasyonları yapmaktadırlar. Kudursunlar kudurabilecekleri kadar! Kuduran kurtulmuş mu? Kudurganlığı bu kadar ilerlemiş bir kuduz vakası iyileştirilebilir mi?
AKP ve Fethullahçı çeteler kuduradursunlar, Kürdistan halkı başarıyla verdiği 15 şubat sınavını, 8 Mart ve Newroz’da daha güçlü bir biçimde ve sonuç alıcı tarzda vermeye kendisini hazırlamaktadır. Kürdistan halkı artık, kendi Önderliğini ölümüne sahiplenmekte, ülkesini, tarihini, kültürünü, dilini sahiplenmekte ve ulusal bir ruh, bilinç kazanmaktadır.
Kürdistan halkı artık, çekin kirli-kanlı ellerinizi Kürdistan’dan, işgalci ordu-polis katil sürüsünü çekin topraklarımızdan, zalim idari sisteminizi çekin topraklarımızdan, zenginliklerimizi, emeğimizi sömürdüğünüz yeter! Kendi özyönetimimle, kendi toprağımda özgürce demokratik yönetimimi kurmak ve böyle yaşamak istiyorum, demektedir. Türk sömürgeci sisteminin, Kürdistan’daki varlığına tahammülü kalmamıştır. Onun için Edi Bese, An Azadi An Azadi! Demektedir. Ne anayasa oyalamalarınız, açılım sahtekarlığınız ne de başka sahte yaklaşımlarınız artık Kürtleri, Kürt ulusunu aldatmaya yetmeyecektir!
Yıllar önce Amedli Aşık İhsani, O inançlı, öfkeli gür sesiyle! “ Taban Uyanıyor Taban/ Hele Bir Ayağa Kalksın/Durduramaz onu Baban! diyordu.
Aşık İhsani’nin ömrü tabanın uyanıp, ayağa kalkmasını görmeye vefa etmedi! Ama uyanıp, ayağa kalkan bir halkı kimsenin, hiçbir gücün durduramayacağını tam bir özgüvenle söylemişti.
Evet, taban uyandı ve ayağa kalktı! Varsın kudursunlar, saldırsınlar, dağları bombalasınlar, yurtseverleri toplama kamplarına dolduracakları kadar doldursunlar kadar! Ama neye yarar ki! Sonunuz biraz daha yakınlaşır!
Değil sadece babaları, soykırımcı, katliamcı yedi cedleri de mezarlarından kalksalar yine de durduramazlar! Şunu bilin sömürgeci Türk efendiler, yeşil faşizmin temsilcileri kudurun kudurabileceğiniz kadar, elinizden geleni ardınıza koymayın, Kürdistan halkı yaptığınız tüm katliamlarınızın, soykırım uygulamalarınızın hesabını soracaktır! Defolup gideceksiniz bu ülkeden! Er ya da geç, ama mutlaka!
İşte test’in sonuçları!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Bugünlerde kıyılarda köşelerde Kürdistan gerillasına dönük laf söyleyenler çok oluyor. Israrla Kürdistan gerillasına dönük tartışma yürütmek istiyorlar. Kendilerince istatistikler oluşturuyorlar. Anketler yapıyorlar. Sözde bilimsel verilere dayanarak bunu yaptıklarını da unutmadan ekliyorlar. Nede olsa ‘bilimsel araştırma’ denildi mi doğru yapılmış ve doğru söylenmiş oluyor.
Kürdistan gerillasına ne kadar da ‘geri, cahil ve çocuk’ yaşta insanlar meğerse katılıyormuş? Meğer ne kadar da kandırılan çok kişi varmış?
Evet, son zamanlarda Türkiye cephesinde komple bir saldırı konsepti devreye konulmuştur. Dediğimiz gibi her cepheden ‘bilim adamı’ bularak bunu yapıyorlar. Kürtlerin içerisinde çıkarttıkları işbirlikçileri de böyle aktif bir psikolojik saldırı -biz buna daha etkin olan taarruz kelimesini kullanalım -kullanarak yapıyorlar. Ve her cephe kendi görevinin bilinciyle bu taarruza katılıyor. Basıncısı basın ayağıyla, tarihçisi tarih ayağıyla, işbirlikçisi iftira ve karalama ayağıyla, aydını aydın ayağıyla, bilimcisi bilim ayağıyla ve tabii özenle yetiştirme olan devşirme politikalarıyla ise devşirilmiş politikacılarla bunu yapıyorlar. Ortak noktası gerillaya karşı yapılan saldırıdır.
En son hızını alamayan psikolojik taarruz merkezi ve elemanları gerillaya dönük istatistikler yapmaya bile başladılar. Ne diyelim, kazanız mübarek mi olsun diyelim…
Bir kaç yıl önce bir yoldaşımız gerillaya dönük bir kaç makale kaleme almıştı. O makalelerinin birinde şöyle demekteydi:
“Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni aldığın gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir…
…Gerillaya katılan her birey-ister bilinçli ister bilinçsizce olsun-katılma gerekçeleri vardır. Katılan bireylerin ortak noktaları kapitalist sistem etkilerini her gün yaşayarak horlanmalarıdır. Sorun okumuş ya da okumamış olmanın çok uzağında bir gerçekliktir. Sorun fakir ya da zengin olmanın da ötesinde bir durumdur. Türk Kürt olmak, alevi suni olmada esas değildir. Dediğimiz gibi gerillaya gelen her bir bireyin geldiği ortama karşı bir duruşu vardır. Çok bilinçlice tercih edenden bilinçlice olmadan dağları tercih edene kadar bir geniş yelpaze elbette vardır. Ancak ortak nokta her gelenin bir kimlik kazanma istemidir. Sınıflı toplum bireyleri hiçleştiriyor. Bireylere karşı saygıyı öldürüyor. Sevginin genelleşmesini engelliyor. Her şeyden daha önemlisi ise gelen her bireyin derin ruhsal dünyasında sisteme karşı müthiş bir öfke uyandırıyor. Var olan sistem mutlaka bir şekilde bireylere hakarette bulunmuştur, bireyleri küçültmüştür, bireylerin kendilerini olmasını engellemiştir. Birde belki de daha da önem kazanan bir husus, insanın derinliklerine nüfus etmiş insani özeliklerinin yaşam bulmaması durumunda bu özelikleri pratikleştirmek istenen mekânlara kayılması şaşılacak bir durum olmamalıdır herhalde. İşte bu arayışı olanlar ilk elden alternatif yerlere gözlerini dikeler. Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda yada böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor.
İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.
İşte gerillanın temel çalışması budur. Bu ise tümden ideolojik bir çalışmadır. Bu tümden felsefik bir çalışmadır. Bu tümden politik bir çalışmadır. Tümden sosyal bir çalışmadır ve tabiatı gereği bir kültür çalışmasıdır. Sonuç itibariyle kişilik oluşturma işidir. Ha denilecek ki askerlik nereden kaldı? Evet, askeri çalışmayla ki biz buna gerilla çalışması diyelim birey bu yukarıda sıralananları gerçekleştirmek için kendisini savunuyor. Bu bağlamda kendini savunan mekanizma olmazsa bir günde yok edilmek için her şey yapılmak istenir. Unutmayalım ilk günden beri gerillaya katılanların kandırıldıkları söyleniyor. Yani demek isteniyor ki siz bu gençleri elimizde alarak sömürme imkânı bırakmadınız. Ve bize geri verin ki bunları koyunlar gibi sağalım. Yine unutmayalım Başkan Apo’ya en büyük suçlama gençlerin beyinlerini yıkaması olarak dile getiriliyor.
Evet, başkan Apo gençlerin beyinlerini yıkamıştır. Ve sadece beyinlerini değil, yüreklerini de, vicdanlarını da ve bir gencin neyi varsa her şeyini yıkamıştır. O kadar kirden kurtulmak isteniyorsa önce yıkanmak gerekir. İşte en büyük yıkamayı başkan Apo ideolojik doğrularla yaptı. Dağa çıkan her genci bir silahlı güç yapmadan önce ideolojik kimlik sahibi yapmaya çalıştı.”
Özcesi gerilla bir kendi olma mücadelesidir. Dik durarak insan olma onurunu taşıma kimliğidir. Ve böylesi bir güce ikiden bir kara çalmak olsa olsa gerillaların iradesini bilediği gibi çok daha fazla gerillaya katılmanın gerekçesi olur. Böyle olduğuna da dağlara akan Kürt gençlerinin her geçen gün artan sayısında görebilirsiniz. .
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bundan on üç yıl önce bütün dünyayı bir karabasana sürükleyecek olan, buz kesmiş vicdanların daha da katılaşmasının sonucu olarak lanetli bir gün yazıldı tarihe. İnsanlık tarihinde maalesef lanetli, adı ağza alınmak istenmeyen bir gün daha yaşanmıştı. Kana susamış, insanlıktan nasibini almamış, vicdandan merhametten yoksun, kıskanç efendilerin büyük bir komplosu sonucu yaşandı bu acı gün. Halkların, ezilenlerin, kadınların, çocukların sistemin sebep olduğu trajedisine yeni ve çok büyük bir trajedi eklemişti bu kara gün. Evet o gün 15 Şubat’tı. Şubat ayının ortasından bir sonraki gün. Bundan on dört yıl öncesine kadar da normal, sıradan, alelade, birçoğumuzun farkında bile olmadığımız, günlük hayatımızın kendi sınırlarında devam ettiği bir gündü 15 Şubat. Bildiğimiz 365 gün içerisinde bir gündü işte. Ama tarihler 1999 15 Şubatına geldiğinde sanki her şey değişmişti bizler için, Kürtler için. Öncesinden sıradan bir gün olan 15 Şubat artık bir daha hafızalarımızdan çıkmayacak derecede aklımıza kazınmıştı. Çünkü o gün lanetlenmişti, o gün hiç doğmamış gibiydi, her taraf kapkaraydı, siyahlara bürünmüştü her taraf. Yüreklerde öfke fırtınaları yaratan, intikam intikam diye bize yemin ettiren bir gündü. Güneşimizin, özgürlüğümüzün, onurumuzun, insanlığımızın bizden çalınmak istendiği bir gündü. Dirilen Kürt halkının, savaşan Kürt kadının paramparça edilip, özünden çıkartılmak istendiği gündü. Yüreklere kelepçe vurularak, bir sağırlar, dilsizler ordusunun yaratılmak istendiği gündü…
Bilge İnsana yapılan 15 Şubat 1999 komplosu ile bütün insanlık uçurumun eşiğine getirilmişti. Kürt halkı şahsında bütün Ortadoğu kana bulanmak isteniyordu. Zalimler, komplocular üşüşmüştü dağların ülkesine. O dağlar ülkesinin güzel kız ve oğullarına dünyayı dar etmeyi kafalarına koymuşlardı. Kana susamış vampirler gibi kıymak istiyorlardı canlara. Sanki dünyanın kaderi kendi ellerindeymiş yalanına inandırmışlardı kendilerini. Sanki kimse onları yenemezmiş gibi. Bütün bunlarla beraber özgürlük uğruna, bin yılların kölelik uykusundan uyanıp, gözlerini yaşama yeniden açan Kürt kadının yine kafesine kapatmak, kör kuyularda boğmak istiyorlardı. Önder APO şahsında Kürdün yüreğine, Kürt kadının yüreğine bir hançer saplamaya çalışıyorlardı.
Ama Önder APO bu hançerin ucunu ters yöne çevirdi, kendi zehirli hançerini düşmanın kalbinin ortasına sapladı. Özgürlük savaşını kat be kat yükseltti, dağların zirvelerinde daha güçlü özgürlük ateşleri yanmaya başladı. Direnen, savaşan Kürt özgürlüğe gün geçtikçe daha çok yakınlaşıyordu. Özellikle de Kürt kadını Kürdistan’ının masmavi semalarında özgürce kanat çırpışlarını tüm dünyaya gösterdi. Tüm dünya gördü bunu, anladı, kölelikten dirilen Kürt kadının ne kadar amansız bir özgürlük savaşçısı olduğunu, nasıl bir fedai militan olduğunu kabul etti. Komplocular, hainler, işbirlikçiler neye uğradıklarını şaşırmışlardı çünkü bu beklenmedik bir sonuçtu. Onlar bunu tahmin edememişlerdi. Her şeyin bittiğini sanmışlardı, kendilerin kandırmışlardı zavallılar. Bilmiyorlardı ki Önder APO’nun özgürlük sevdasını, halkının, gerillasının ona çelikleşmiş, ateşleşmiş bağlılığını. Bu gerçekliklerin nelere kadir geleceğini. Aslında bir kez daha insanlık onuru gün yüzüne çıkmış, beni ayaklar altına alıp çiğneyemezsiniz demişti. Bir tokat gibi inmişti komplocuların yüzlerine.
Komplo ile Kürt kadının, aslında bütün dünya kadınlarının umutları da, hayalleri de, aşkları da, gelecekleri de karartılmak istendi. Çünkü Kürt kadınına kendini tanıtan, onu karanlık kuytu köşelerden, unutulmaya yüz tutmuş insanlığından elini tutup çıkaran, ona bir insan olduğunu hatırlatan, değer veren, onu seven, bağrına basan, onunla yoldaş olan Reber APO’ydu. Onu gerilla yaparak ülkesinin yüce dağlarına çıkaran, düşmanına karşı savaşması için eline silah veren, düşünce gücünü geliştiren, sokaklarda, meclislerde irade olmasını sağlayan, bir fedai militan olup halkının gönlünde taht kurmasına yol açan O’ydu. O kadına kadın olduğu için değer verendi, kadını başının tacı yapandı. Bundan daha büyük, kutsal ne olabilirdi ki kadın için? Kadın nasıl sarılmazdı bu kadar güzelliğe dört elle, nasıl koşmazdı var gücüyle özgür yaşama? Kim yıkabilirdi bu dostluğu, kim girebilirdi Önderlik ile kadın arasına, kimin gücü yeterdi buna? İşte insanlık düşmanları korktular bu gerçekten, çünkü bu gerçek onları bitirecek gerçekti. Çünkü insanlığın doğduğu topraklarda, yeniden bir insanlık doğuşu gerçekleşiyordu. Çoraklaşmış Mezepotamya yeniden yaşam suyu ile can buluyordu.
Kara gün ile emellerine ulaşabileceklerini sandılar ama nafile, boşuna çabalardı bunlar, boğulup gideceklerdi onurlu insanların yaşadığı diyarlarda. Özgürlük savaşçısı olan Kürt kadınları onlara aman vermeyecekti. Çünkü yeminliydi bir kere, asla vazgeçmeyecekti bu savaştan. Nasıl vazgeçsindi, o kadar bedel vermişti. O kadar taze kanlar sulamıştı bu toprakları, o kadar gencecik fidanlar daha hayatının baharında düşmüşlerdi kara toprağın kucağına, kolay mıydı bunları unutmak? Bir kere özgürlüğün tadına varılmıştı. Toplumun yaratıcı tanrıçası, bilge kadını, kutsal annesi eski gücüne, özüne dönmeye karar vermişti. Bunun için her şeye hazırdı. Kararından bir adım geri atmayacaktı. Önder APO yarım kalmış projem dediği kadın özgürlük mücadelesini daha fazla geliştirdi her zaman. Bu konuda perspektifleri, değerlendirmeleri, eleştirileri ile her zaman kadına öncü oldu. Fiziki olarak kadının yanında olamasa da o ruhta, düşüncede, duyguda her zaman kadını hissetti, kadının zorlanmalarını anladı, mücadelesine değer kattı. Elbette ki kadın da yüreğinde aynı duyguları, kafasında aynı düşünceleri yaşadı. Belki yetersizdi, eksikti ama kendisi en iyi anlayanın, en çok hissedenin Önder APO olduğunu biliyordu. O yüzden önderine bağlı kalmaya, onun için savaşmaya ant içti. Elbette ki kadın yüreği yaralı, acılı, özlemle dolu çünkü önderi, yoldaşı, aşkı, yaşam sevinci hala dört duvar arasında, hala zalimlerin elinde. Bir insanın bir gün bile dayanamayacağı insanüstü koşullarda on üçüncü yılın geride bırakıyor. Büyük bir irade savaşı ile tanrısal yalnızlığın kutsallığında kendini tüm insanlığın ışığı, yol göstericisi yaptı. İnsan iradesinin, neler yapabileceğini, özgürleşmenin ne demek olduğunu Önder APO’dan başka kim gösterebildi? Dört duvar arasında nasıl bir yaşam yaratılacağını, bu yaşamın ne kadar güzel olduğunu, nasıl milyonların yüreklerine hitap ettiğini göstermedi mi bizlere? Kim artık bu gerçekleri inkar edebilir?
Yüreği körleşmiş, sağırlaşmış, dillerine kilit vurulmuş olanlar anlayamaz bunu tabi. Çünkü onlar kapitalist modernitenin demirden çarklarına, insan öğütme makinelerine çok bırakmışlar kendilerini. Hayattan umudu kalmayan, yaşamı sevmeyen, cam yürekli insanlar ancak böyle olabilir. Şimdi bunlar tecrit- izolasyonlarla, baskıyla Bilge İnsanı yenebileceklerini zannediyorlar. Onu susturabileceklerini zannediyorlar. Ama şunu biliyorlar mı acaba, O’nun sesi zaten milyonların yüreğinde atıyor. Milyonların beyninde yankılanıyor, oradan dudaklara ulaşıp özgürlük nidaları olarak yükseliyor dünyanın semalarına, bunu bütün dünya biliyor artık. Bu gün Kürt kadınları mücadelenin olduğu her yerde, dağlarda, şehirlerde, kıtalar arası özgürlük için savaşıyorlar. Fedaileşmenin, militanlaşmanın zirveleşmesinin yaşıyorlar. İşte bu Önder APO’nun zaferidir. Kürt halkının zaferidir, Kürt kadının, gençlerinin zaferidir.
Şimdi bunu bütün dünya görüyor, kabul ediyor ama bu sağırlar ve körler hala anlamamışlar. Kendi zavallılıklarında anlamak istemiyorlar. O yüzden baskı ve inkar ile Önderliğimize uygulanan tecrit politikaları ile sonuç alacaklarını zannederek aslında kendilerini kandırıyorlar. Bunu kendileri de biliyorlar ama gerçeği itiraf etmek zor derler. Ama onlar kendilerini kandırmaya devam etsinler. Kendi kendilerinin sonunu getirsinler. Önder APO, özgürlük güneşimiz her geçen gün Amed Surlarında halkıyla, Kürt kadınları ile Kürt çocukları ile buluşmaya daha çok yakınlaşıyor. Bunun en kısa zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi için Kürt kadınları Viyanların, Zilanların, Beritanların, Çiçeklerin, Berwarların yolunda ilerlemeye devam ediyor. Önder APO’nun özgürlüğü Kürt Kadının özgürlüğü bilinciyle her zamankinden daha fazla mücadeleye sarılıyor.
Sema Ronahi
- Ayrıntılar
Özgürlük dağlarına gelen insanlar bireysel hiç bir hesabı kitabı olmayan insanlardır. Dervişler için belirtilen “bir lokma bir hırka” felsefesine göre yaşamayı kendilerine esas alan insanlardır.
Dağlara ilk çıkarken her gelenin bu dağlara çıkış nedenleri farklı olabilir. Çıkış koşulları da farklı olabilir. Özgürlük mücadelesine bilinçli geleni vardır.
Yaşayarak, görerek, okuyarak, araştırarak ve birde vicdani olarak işgalcilerin bu kadar amansız saldırılarına karşı kendilerini sorumlu hissederek gelenler vardır.
Çok ciddi bir bilinçli katılımı olmasa da işgalcilerin uygulamalarını gören, bizatihi insanlık dışı dayatmalarını yaşayan, her türlü onursuzluğa karşı tepki duyarak gelip dağlarda gerillaya katılanlarda vardır.
Özgürlük mücadelesi geliştikçe Kürdistan’da olup biteni gören, bundan etkilenen, çevresinde özgürlük mücadelesine katılan, ya da şehit düşen, ya da gerillayı bizatihi bir şekilde görüpte gönül verenler de vardır.
Kürt olduğu için, Kürtlüğe yapılan onca hakarete karşı tepki duyarak, içine sindirmeyerek, ülkesini sevdiği ve halkını sevdiği için dağlarda bu hakaretlere karşı cevap vermek için dağlara gelenler de vardır.
Dağlara bireysel olarak toplumda olup bitenlere karşı rahatsızlık duymuş, bir şekilde yaşadığı bir ya da bazı durumlardan dolayı dağları kendisine sığınak olarak görüp gelen de vardır.
Ve tabii ki ilerici insanlık için ezilenlerin yanında bir sosyalist olarak mücadele etmek isteyipte gelenler de vardır.
Böyle dağlara yani gerillaya katılma biçimlerini daha da sıralamak mümkündür. Bu katılma biçimlerinin pozitif ve negatif yanları vardır. Dağlara gelipte ilk günden katılma biçiminden kaynaklı hemen adapte olupta en ileri düzeyde mücadele edeninden, katılma biçiminden dolayı -ki her yanlış ya da yanılgılı katılım zorlukları beraberinde getirmektedir-zorlananlar da vardır.
PKK başta Kürt halkı olmak üzere tüm insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, paylaşım ve ortaklaşma sorunlarını gündemine alarak adımını atan bir harekettir. PKK bunu yaparken de çok ileri düzeyde insanlık için kendisini -en küçük hücresine kadar -yatırarak mücadeleyi esas alan bir harekettir. En belirgin özelliği bu bağlamda kendisini feda etmesidir. Bu bağlamda PKK’nin çok güçlü bir fedai ruha sahip olduğunu vicdanlı olan hiç kimse ret edemez.
Bir PKK’li kendi canını Kürt halkı ve tüm insanlık için Feda ederken karşılığında tek bir beklenti içerisine girmez ve girmemiştir. Gelecek aydın yarınlar için her PKK’li kendisini hesapsız feda eder. Öyle ki PKK’nin bu felsefesi Diyarbakır zindanlarında en ileri düzeyde direniş ve güçlü iradi duruş gösteren Mehmet Hayri Durmuş yoldaşımız şahadete doğru giderken bile “mezar taşıma borçlu” yazın demiştir. Enternasyonalizmin seçkin temsilcisi Kemal Pir ise 14 temmuz ölüm orucunda şahadete yaklaşırken; “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek ölümün üstüne üstüne gelecek aydın yarınlar için gitmişlerdir.
Evet PKK’liler ve PKK kendisini böyle yaratmıştır. İlk günden başlayarak bugünlere kadar da bu ruh olduğu gibi canlı taptaze dimdik ayakta durmaktadır. Dağlara gelen her Kürdistanlı ya da enternasyonalist genç PKK’nin bu ruhuna katılarak gelmektedir.
Evet bir PKK’li böyle yaşadığı için, böyle bir yaşama katıldığı için kendisi için zırnık bir şey bile istememektedir. Öyle ki PKK’nin binlerce şehidinin bugün mezarı yoktur. Naaşının nerede olduğu bilinmemektedir. Şehit düşerken yoldaşları kaldırmış ve daha sonraları da o şehitleri saklayan yoldaşları da şehit düşence yerleri kayıp olmuştur.
Bunun yanında çatışmalarda kahramanca çarpışarak şehit düşerek naaşları işgalcilerin ellerine düşen binlerce yoldaşımızın naaşlarının nerede olduğu bilinmemektedir, bilmemekteyiz. Bugün toplu mezar gerçeği olarak karşımıza çıkan şahadetlerin büyük bir kısmı bu yoldaşlarımızdır. Navala Kasaba buna en iyi örnektir. Yine arazilerde bırakılarak param parça edilen yüzlerce belki de binlerce daha böyle gerilla naaşı…
Gerçekler bu kadar açık ve berrak olarak ortadayken kalkıp Kürdistan gerillasına, onun komutanlarına, onun yöneticilerine, onun önderliğine dil uzatmak tek kelimeyle bir ahlaksızlık ve saygısızlıktır.
Bu halk için, bu topraklar ve ülke için tek gram kan dökmeyen, kandan da öteye bir gram ter dökmeyen, kendi köşelerinde, yurt dışında ya da başka kıyılarda kuytularda gizlice, korkakça, hatta düşkünce sadece kendi bireysel yaşam arayışlarına girenler –ailelerini de bu suça ortak ederek-bugün hesapsız ve kitapsız dağlara gelipte kendi halkı için ilerici insanlık için canını veren bu militanlara ve bu militanların öncüleri olan önderine dil uzatmaları tek kelimeyle dediğimiz gibi büyük bir saygısızlıktır. Düşkünlüktür.
Yeniden söyleyecek olursak; bu dağlara geliş nedenleri ne olursa olsun, düzeyleri ne olursa olsun, nereli, nasıl, hangi halktan, hangi dinden ve mezhepten ve tabii ki hangi cinsten olursa olsunlar biraz PKK’nin ve PKK’li olmanın havasını teneffüs etmişlerse kesinlikle bu halk ve insanlık için beş metre bez bile istemeden canlarını dişlerine takarak feda etmesini bilmişlerdir. Öyle ki meçhul kalmayı göze alarak bunu yapmışlarıdır.
Evet az da olsa vicdanları kalmışsa bu gerçeğe karşı saygılı olmasını bilinmelidir. Bu gerçek karşısında saygılı olmasını bilmeyenler yarın gerçekleşecek özgür Kürdistan’da toplum içerisine çıkamayacaklarını bilerek saygısızlıklarını devam etsinler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Beyaza bürünmüş bir gelin gibi Zağroslar. Ne zaman baksam bu geline, çiçeklenen baharı görüyorum hep. Kar beyazında bile ışıltılı çiçek bahçesi oluyor dağlar. Şubat, en beyaz halidir dağların. Ama Şubat’ta filizlenmeyi bekleyen tohumlar değil sadece kara gömülü olan, toprağa gömülü pimi çekilmiş bir atom gibi duruyor yüreği bütün dağlıların. Kavga zamanı Newrozlara girmeden önce, Şubat’ta çekiyorlar yüreklerinin pimlerini. Düşürülecek bir tepenin dibinde, pimi çekilmiş bombayı kendinden emin sımsıkı tutan usta birer savaşçı gibi bekliyorlar Newroz’a girmeyi, yürekleri avuçlarında.
Gözlerinde hüzünle kuşanmış bir öfke olarak duruyor Şubat’ın tam orta yeri. Bu Newroz’da bu öfke patlamasını susturacak tek ses, daha bir suskun şimdi. Suskunluk kıyamet öncesi sessizlik gibi duruyor dağlarda. Ne kadar boğulsa sesi onların, sessizliği anlamanın ustası oluyorlar bir o kadar. Ne kadar bir kefen gibi örtünse üzerleri soğuk beyazlarla, bir o kadar patlamaya ısınıyor yürekleri. Ustasılar sessizlikte kıyamet anını beklemenin. Çünkü dilsizlikte boğulmak isteniyor tek sesleri. Dili yasak bir ülkenin çocuklarıdır onlar. Dilsizliğin dilini en iyi onlar bilir. Dilsizliği bile çığlık yapmanın marifetindeler. Çünkü bütün dillerin ana kaynağı olan topraklarda konumlanıyorlar.
Bir kefen gibi örtünmüş Zağroslar. Toprağın altı cehennem bir bahar oysa. Nice kefen yırttı bu dağlar, bu güzel çocuklar. Kefenlerinden beslenmenin ustalığındalar. Böyle zamanlarında, yüreklerine hep Bir Anka Kuşu konuyor. En çok da Anka’nın kül beyazlığındaki yumurtası gibi duruyor şimdi Zağroslar. Ne kadar yansa o kadar dirilecek bu dağlar. Ve Newroz’a doğar bütün çocuklar bu topraklarda. Ateşten bir kıvılcım gibi uçuşacaklar o karartılmış diyârlara. Yangın çıkarma maharetinde Newroz ateşleri yakmaya gidecekler. Çünkü biliyorlar, ışımayan her yer zulüm cehennemidir bu topraklarda.
Ben de kendimi vurmuşum bu karlı dağ yollarına, soğuk bir Şubat ayazında. Geçmiş iyice misafirlik hallerim. Hangi gerilla kampına gitsem, hemencecik yerlisi olup yerleşiyorum oraya. Hüzne bulaşmış tebessümlerde karşılıyorlar beni. Bu, hızla yerleşmelerime takılıyorlar en çok. Sıcak bir çay, közde yakılmış bir ekmek ve yüreklerini koyuyorlar soframa. ‘Tam bir yerlisin sen’ diyorlar. ‘Neye ihtiyacın varsa, söyle hemen’ deyip kurulanmam için sobanın yanındaki taş oturağını gösteriyorlar bana. ‘Ev sahibisin nasıl olsa. Şütiğini aç, ıslak elbiselerini değiştir hemen’ deyip kuru elbiseler getiriyorlar bana. Değiştiriyorum hemen elbiselerimi. Kıtır kıtır ekmekten bir parça kırıp dişlerimin arasında, üzerine bir yudum gerilla çayı da içince, yüreğimden uçan bir kelebek gibi uçup gidiyor bütün bedensel yorgunluğum.
En çok tanışma faslını seviyorum bu yerleşme başlangıcı zamanlarımın. Tanıştırıyorlar yenileri. Bu falankes deyip gösteriyorlar bana en gençlerini. ‘Yeni misin?’ diyorum. Sadece bana gülümsüyor yenileri. İyice yenilenmiş ‘bir eski’ çıkıp, elini vuruyor omzuna genç olanın. Gülümsüyor o da. ‘Yeni de laf mı, son model, gıp gıcır. Doğru düğmesine bassan, saniyeye bin mermi sığdıracak sıfır bir kleş mübarek’ deyip gülümsüyor bana. Soru soran gözle baksam birine; adım Agit, adım Zilan, adım Armanc, adım Asmîn, adım Zekîye, adım Renas, adım Beritan, adım Delav, adım Sema, adım Loran, adım Viyan, adım Şurzan, adım Nuda…
Hemen başlıyorlar anlatmaya kendilerini. Tanıdıkları çok olanlara ha bire selam taşınıyor ya, kendilerine selam gönderecek biriyle tanışmanın sevincinde kimi zaman usulca, kimi zaman paldır küldür girişiyorlar sohbetlere. Keyifle dinlediğimi görünce kendilerini, şaşkınlığa uğruyor kulaklarım. Hangisini dinlemek için çevirsem yüzümü, hemen arkada konuşan kendini tanıştıran diğerinin sesi geliyor kulaklarıma. Bu taramalarda bütün mevzilerimi kaybedince hemen araya giriyor tecrübeli biri, ‘Yaw heval, hele bırakın bir nefes alsın, biraz dinlensin. Sonra merak etmeyin, nasıl olsa hepinizle ahbap çavuş olmanın bir yolunu bulur O. Ama dikkat edin, tam bir yerli bu adam. Yerleşti mi bir kere, vallahi sorularıyla allak bullak eder sizi. Sabahlara kadar bitmez bu yerlinin sohbetleri.’
Gülümsüyorum. Özellikle en gençlerine dikiyorum gözlerimi. Her birisi yurdumun bir parçası gibi duruyorlar karşımda. Son haberlerini getirmişlerdir yurdumun dört bir yanından. Soracağım onlara Horasan’ı, Kobanî’yi, Mersin’i, Hamburg’u, Paris’i, Erîwan’ı ve en çok da Gever’i. Çünkü Geverli en çok şimdi dağlar. Paramparça, darmadağınık sürgünlerdeki yurdum en çok sonbaharda akıyor dağlara. Ve hazırlanıyorlar yepyeni baharlara.
Yerliliğime dokundurunca hep eskileri, genç biri tutamayıp kendini, usta bir merakla, ‘heval Jêhat, sana niye yerli diyorlar?’ diye soruyor ısrarla. O sözü kullanmak istemediğimi, utangaç kesildiğimi görünce biri, genel ve esprili bir cevapla geçiştirmeye çalışıyorum ben de. ‘Bu dağlarda hep yerliyim de ondan’ diyorum. ‘Ha..Anladım’ diyor zekice gülümseyen genç biri. ‘Tabi ya, senin soyadın Bêrtî. Ee dağların en yerlileri değil mi Bêrtîler… Ondan… Yakışır hani’ diyor hemen ahbap çavuşluğa teşne bir tebessümle. Araya girip, ‘çok kuantumik bir tahmin ama tutmadı’ diyor eski biri. Biraz şaşırmış ama çaktırmamaya çalışıyor diğeri. ‘Olasılık çok kuantumda. Ben çıkarırım valla’ diyor. ‘Çok gidip geliyorsun dağlara, onun için değil mi? Ve seviyorsun dağları. Okumuştum yazılarını. ‘Yüreğim dağlı’ diyordun ya. E hep dağda oluyor o zaman, onun için yerli oluyor diğer adı’ Her şeyde olduğu gibi fırsatını bulunca kaçırmıyor espriyi diğeri. Ustaca elini koyup omzuna genç olanın, ‘Allah bilir, matematiğin zayıftı’ diyor. ‘Niye?’ diyor genç olanı biraz kızgın. ‘Heval, sen şehir mekteplerinin matematik olasılığında yapıyorsun hesaplarını. Sonuçları hep yanlış çıkar o şehirli hesapların bu dağlarda. O kadar ipucu verdim oysa, yine de anlamadın ’ diyor. ‘Ne ipucuymuş bu?’ diyor diğeri. ‘Verdim verdim de, sen anlamadın. Ne demiş gerillanın ataları ve anaları, anlayana sivrisinek saz, anlamayana Bisiving (B7) roketi az.’
Diğeri çaresiz teslim oluyor bu roketlik cevaba. ‘Yaw heval, çatlatmayın insanı, bir espri var bu işte, öğrenmesem hemen patlayacağım valla’ diyor zafer kazanmış gözlerle bakıyor diğeri. ‘E yerli. Çünkü bir Aborjin O’ diyor. Bir kahkaha patlıyor eskilerin dudaklarında. Genç olanı mahcup, ‘Tüh… Nasıl da unutmuşum.Okumuştum oysa bir yazısında’ diyerek geç kalmış mahcup kahkahasında.
Çoğu zaman en sevindiğim zamanlar oluyor bunlar. Hele bir de yazılarımı okuduklarını öğrenince, gururlanmadan edemiyorum. İşte asıl o zaman dağlarda olmanın keyfine daha bir varıyorum. Dağa yürüyen tek birisinin ayağının bastığı sudaki bir taş bile olmuşsa bütün yazdıklarım, yetiyor bu bana. Bunu, Şubat öfkesindeki dağların, her şeyi hüzne boğan gelinliklere gömülü gerilla kamplarında gördüğümde, daha bir hüzne kesiliyorum, daha bir pimi çekiliyor yüreğimin. Çünkü en çok dağlara yol olan, kırk yıllık dağ hayallerinde yaşayan o çocuk, dağlarından koparılmış, denizin ortasında, bir adadaki hücrede daha bir susturulmak isteniyor işkencelerde.
Şubat hüznünü dağıtmak için, yara yara yürüyorum dağlarda gömülü gerilla kamplarına. Dostlukta şen, Newroz hazırlığında öfkeli, Şubat hüznünde suskun kesiliyor dağlar. Bir suskunluk, ürkütücü bir suskunluk var bu Şubat’ta. Araya serpiştirilen dost sohbetleri, bahar hazırlığının heyecanları ve Newroz’larda akacak isyan sellerinin ve Newroz ateşlerinin umutlu ışıltıları olmasa, en çok Şubat’ta bir atom gibi parçalayacak gibi duruyor dağlar. Şubat’a dair hangisine sorsam düşüncelerini, cehennem çığlığında bir suskunlukla cevap veriyorlar.
Daha bir suskun bu Şubat dağlar. Dudakları daha bir kenetlenmiş öfkelerde. Dokunsan, cehennem fışkıracak gibi bakıyor gözleri. Daha bir sabırsızlıkla bekliyorlar bu baharı. Eylem öncesi sessizliğin kıyamet sessizliğinde daha bir ıssız dağlar. Onsuz kalınca, büs bütün susup ıssızlaşıyor dağlar. En gür sesi dağların susunca, daha bir büyüyor kıyamet sessizliği. Seslerini getireceğim size Şubat dağlarının. Ama kelimelere sığmıyor bu Şubat dağlar. Ve daha bir suskun, daha bir öfkeli, daha bir kenetli, sözden bıkmış dudaklar.
Son sözü hep yaşlılar söyler bu kadim topraklarda. Oysa, en çok da onlar suskunluktalar. Sanki bu Şubat bütün karlar onların saçlarına yağmış, sanki kar’a gömmüşler yüreklerini. Buz kadar suskunlar. Oysa biraz bilirim bu dağları, üşütmez onları hiçbir kar’ın soğukluğu, susturamaz hiçbir zulüm onların seslerini. Söze inanırlar en çok. Şimdi sessizce baharla sözleşiyorlar. Sözlerinin eridir onlar, komazlar sözlerini yerde. Ve en büyük sözlerini, en öfkeli sözlerini, en kıyamet sözlerini cehennem bir suskunlukta veriyorlar şimdi.
Gençler, suskunlukta acemi kalıyorlar bazen. Öfkeleri parçalayıp kenetli dudaklarını, bir kıvılcım gibi çıkıyor ağızlarından. Dağa gelmenin sevincini Şubat’ın öfkesine gömüyorlar. Dostluklarında şen olan bu çocuklar, Şubat’ta mahşer kuşanıyorlar. En çok da bir kelebek gibi bedenlerini ateşlerde meşale yapanlar, o güzel çocuklar, o ateş çocuklar, o güneş çocukları kuşanıyorlar yüreklerinin raxt’ında.
En çok Şubat’ta dağları dolaşmak zorluyor beni. Kar’ın kucağında tenimi üşütmüyor hiçbir soğuk. Yakmıyor hiçbir kar tenimin tek hücresini. Ama Şubat hüznündeki dağlıların suskunlukları cehennemlere çeviriyor yüreğimi. Oysa hasretimi gideremedim daha dağlarla. Şubat, kursağımda bir köz gibi dağlıyor bütün kelimelerimi. Şen çocukların gülüşlerini serpmesem üzerine, her şeyi ve her yeri tutuşturacak bu cehennem. Yakıcılığını bilirim ateşlerin.
Yabancısı ve korkak değil bedenim ama bir korku sarmış işte, yüreğimi. Bu Şubat’ta harlanan ateş, bu kadim toprakların en kadim kardeşliklerini bile yakacak gibi duruyor. Kızgınlıktaki çocuklar tanımazlar hiç kimseyi. Öfke tek çocuğudur zulmün. Kardeşi yoktur öfkenin. Öfkelerde cehennem olan yüreklerin, bütün kardeşlik köprülerini yıkmasından korkuyorum bu bahar. Çünkü katlanılmaz olmuş bazı kardeşlikler. Zulümde doğan bütün çocuklar, öfke dışında hiçbir kardeş tanımıyorlar yüreklerine.
Şubat’ta bir kıyamet demleniyor. Anaların gözyaşlarını döküyorlar bazıları bu ateşin üstüne. Söndüremez okyanuslar ötesinden gelen hiçbir tehdit okyanusu bu ateşi. Bir benzin gibi dökülecek anaların gözyaşları bu ateşe. Bütün okyanusları tutuşturup okyanus ötelerine uzanacak bu yangın. Tehditlere ve yalanlara, ‘görecekler’ kıvılcımlarında parçalanıyor genç dudaklar.
Bu ateşi söndürecek tek nefesin, uzadıkça uzayan suskunluğu korkutuyor en çok beni. Biliyorum, susarsa O nefes, hiçbir kelime tanımlayamayacak bu kıyameti. Mahşeri bile olmayacak bu kıyametin. Adalet terazisi kırılacak yüreklerin çünkü, en yanlış hallerinde yanlış tartıyor bu terazi. Sönecek bütün ışıklar bu Newroz’da. Şubat ateşleri yanacak Newroz meydanlarında. Ve dağlardan Şubat akacak her yere.
Herkese bahar olması beklenen bu bahar, Şubat yangınlarında demleniyor dağlarda. Yanlış tartan bütün terazileri yakacak bu yangın. Adaleti umursamıyor artık kimse. Sadece öfke ve intikam ateşleri demleniyor dağ yüreklerde. Çünkü adaletsiz buluyorlar en çok Şubat’ı. Bitmişse adalet, bitmiştir her şey.
Şubat’tayız. Ve Şubat’ta kırılmış adalet terazisi en çok. Baharın erdemi umurunda değil dağların. Newroz yangınının kıvılcımları çakıyor Şubat’ta demlenen dağ yüreklerde. Erdemini yitirmişse kardeşlikler ve kırılmışsa terazisi kardeşlik adaletinin, anlamı yok hiçbir erdemin. Hiçbir mahşer soramaz hesabını bu kıyametin. Adaletin öldüğü yerde biter bütün erdemler. O zaman adil olan tek şey girer devreye, ateş. Çünkü arındırıcıdır ateş. Temizleyicidir. Ateşe düşen bütün kirler pis bir duman olarak savrulur gökyüzüne. Demirden yürekler ise ateşte çelikleşir en çok. Dayanıksızdır kirler. Yok olur giderler ateşlerde. Kirletilmişse kardeşlik bile, onu da ateş temizler artık. En erdemini yitirmiş kardeşlik ise, adaletsizlikle kirlenmiş olandır. Kirlenmişse her şey, yangın açınılmazdır, ateş kutsaldır o zaman. Tek erdem ateştir o zaman. Bunu çok iyi bilir ateşin oğulları ve kızları. Oysa en çok adalet kirlenmiş bu zulüm zamanlarında. Bitmişse adalet, bitmiştir bütün erdemler. Çünkü ‘bütün erdemler adalette özetlenir…’
Jêhat Nûda Yayla
- Ayrıntılar
Kendimizi tamamlamak.
Doğanın insan ve topluma ait değerlerin, Sümer Rahip devleti tarafından mitolojilerle manipüle edilerek çarpıtılmasıyla, kendini toplumun değerleri üzerinde yükselterek kurumlaştıran yeni sınıfın ahlaki-vicdani çöküntüsüne karşı, insanlığından ve onun doğasal yaşama biçiminden vazgeçmeyen, bunu dayatılan tüm zihni, ruhi ve fiziki zorluklara göğüs gererek günümüze taşıyan büyük direniş gerçekliği, İmralı’da Önderliğimiz, şehitlerimiz ve halkımızın kutsal direnişiyle güçlendirilerek devam ettirilmiştir. Bu duruşla komplocu güçler amaçlarına ulaşamamış, boşa çıkarılmışlardır. Önderliğin, şehitler ve halkımız şahsında kazanan insanlık olmuştur.
Güneşimiz Reber Apo’nun iç etmen olarak yetersiz yoldaşlıktan da kaynaklı uluslar arası küresel-kapitalist güçler tarafından kahpece bir komplo ile İmralı’da esaret altına sekizinci yılı dolarken, bu sekiz yıl boyunca Reber Apo her gün, her saat, her dakika, her saniye halkı ve insanlık için tek kişilik tutuk cezaevinde ruhen-zihnen zindeliğini kaybetmeden, Eyüb sabrını aşan bir sabırla, yalnızlığını kutsal bir inziva süreci olarak değerlendirmiş, insanlığı tarihle aydınlatan ‘Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru’ , ‘Özgür İnsan Savunması’ ve ‘ Bir Halkı Savunmak’ adlı yapıtlarıyla Kürt, Türk ve Orta doğu halkları için; komployu kaybettirerek, barışlarının güvencesi olmuştur.
Kardeşini öldüren Kabil’i devam ettiren kanlı gelenek, bu günde kaybettikçe azgınlaşarak saldırılarına devam etmektedir. Kaybettikçe bukalemun gibi renk değiştirerek kendini Önderliğimiz şahsında insanlığa dayatmaktadır.
Reber Apo komploya karşı hiç kaybetmediği enerjisiyle büyük direnişi sergilerken bizde de; Önderliği zamanında anlayamama ve uygulayamama, yetersiz yoldaşlığın ifadesi olup komplonun çeşitli renklerde devam ettirilmesine de cesaret vermektedir. Emekle ortaya çıkan gelişmeleri inkar etmiyoruz ama yeterli olmadığı da aşikardır. Zaten yetersiz yoldaşlıkta bundan kaynaklanmaktadır.
Önderlik, 21. Yy çağ gerçekliğinde en üst bilinç düzeyi ile bütünleştirdiği ve anlamlı kıldığı militanları tarafından tarihte eşine ender rastlanan bir sahiplenişi yaratmıştır. Tüm komplo süreçlerinde bedenleriyle Önderlik etrafında ‘ateşten bir çember’ oluşturarak sahiplenmiş halk ve önderleşen yoldaşlık gerçekliği, bizim de Önderliği 24 saat yaşayarak, emekle nasıl sahipleneceğimizin cevabını vermektedir. Bu özgürselliğini, anlamsallığını, sezgiselliğini ve bilgiselliğini azami seviyede işlevselleştiren bir çağdaş müminler ordusudur. 21.yy’ın yedinci yılında mücadeleyi Önderlik etrafında zafere taşıyan Apocu militan gerçekliğidir. Bu geleneğin son halkaları Serdar ve Viyan’larda ifadesini bulan bu ahlaki, vicdani tutum, bizde de yakıcı bir şekilde doğru sahiplenişin emrini vermekte ve sorumluluğumuzu artık üslenmemiz gerektiğini ifade etmektedir.
Viyan Soran yoldaş Reber Apo’ya hücre cezasının verildiği tarih olan 15 Ocak 2006’ da şunu yazmaktadır; ‘ yoldaşlar, dostlar ve acı çeken kadınlar... sizler içinde bir kaç değerlendirme yapmak istiyorum. Üzülmeyin, halay çekin! Biliyorsunuz ki ben halay çekmeyi çok seviyorum. Halay çektiğim zaman kanatlanıp uçtuğumu hissediyorum.
Ben doğanın bir çocuğu ve evrenin küçük bir parçası olarak söylüyorum ki, kutsal bir yaşamın kanun ve ölçülerini yerine getirmek, yaşamıma anlam vermek istiyorum. Ben de bir meyve ağacı gibi, acı çeken halkıma ürün verme zamanımın geldiğine inanıyorum. Elleri havada kalmış çocuklara ve boğulmuş hayallere bir umut olmak istiyorum. Az da olsa, acı çeken kadınların özgürlük molekülünü geliştirmek için bir atom olmak istiyorum. En önemlisi de İmralı adası etrafındaki mumlar içinde bir mum olmak istiyorum. Size şunu belirtmek istiyorum ki, artık egemen devlete, yalancı ve zalim erkeğe cevap vermenin zamanı gelmiştir. Bunun için 15 şubat gecesini içimdeki kin ve nefreti bir volkan gibi patlatarak, bunların cezalandırılacağı bir geceye dönüştürmek istiyorum. 15 Şubat gecesi Mazlum Doğan, Zekiye Alkan, Berivan Ronahi, Sema, Fikri Baygeldi ve zincirin son halkası olan Serdar Arı’nın bedenindeki ateşi yüreğimde hissedeceğim. ‘ ya özgür bir yaşam ya da onurlu bir ölüm’ ‘ bı ji Reber Apo’ slaganları kulaklarımda çınlıyor, beynimde üst üste yankılanan ses, dünyaya sesleniyor. Bu ses amaca kilitlenişimin sesi olup, eylemdeki amacımın başarısını yüzde yüz garantiliyor. İçimdeki Sema ve Serdar’ın alevleri gürleşirken, hiç bir zaman Başkan Apo’nun etrafındaki ateşin soğumasına izin vermeyeceğim. Çok zorlu geçen bir kış içinden, bedenimdeki ateşin acısıyla mesaj vermek ve çağrıda bulunmak istiyorum. Bu mesajım özgürlük mesajıdır. Hepinizi Başkan Apo’yu korumaya, başarıya ulaşmak için eylem ve mücadeleyi yükseltmeye çağırıyorum.’
İşte bu çağrıyı duymak ve anlamak ve onun pratik ifadesine kavuşmak yetersiz yoldaşlığımıza son verecektir. Yetersiz yoldaşlık konumundan çıkmak ve komployu boşa çıkarma mücadelesi içinde olmak, beynimizi zaptederek, ruhumuza sinmiş küresel-kapitalist sistem ve onun yaşam kültüründen kopuşu sağlamak, en önemlisi de Önderlik paradigmasına girmekle olur. Partilileşen kadrosal duruşla, bu mücadelede komploya karşı durmanın ahlaki bir tutum olduğu bilinmelidir.
Önderlik ve şehitler gerçeğiyle kendimizi yeniden tanımlamak, onun bilinçli, ahlaki- vicdani varoluş tarzını özümseyerek yaşama eylemine dönüştürmek, komplonun yeni bir yılına girerken çağ gerçekliğinden de kaynaklı her zamankinden daha fazla tamamlanması gereken bir görev ve emir olarak aciliyetini korumakta, dayatmaktadır.
Burada önemle anlaşılması gereken, komployu tüm hücrelerimizde ne kadar hissettiğimize ilişkin olmalıdır. Çünkü komploya neden olan, dış etkenlerden çok iç etkenlerdir. Her birey içten, yani kendinde komployu sorgulamalı ve ona hizmet eden tüm geri yanlarından kendini kurtarmanın savaşımı içinde olmalı. Varsa eğer Önderlikle bir yaşam iddiamız, o zaman bu çabayı en yüksek kararlılıkla bütünleştirmeliyiz. Bu, içten komployu zayıflatarak, komplocu güçler karşısında daha güçlü, özgür bir duruşu sağlayacaktır. Özgürlük sanıldığı gibi bireysel değildir, toplumsaldır. Toplumsal özgürlük oranında birey özgürlüğü anlamlıdır. Özgürlük ise Önderlikle yaşamda mevcuttur. Önderliksiz hiç bir özgürlük olamaz ve bu mümkün de değildir. Yaşadığımız tüm köleliklerin Önderlikle kırıldığı ve özgür yaşama Önderlikle açıldığımızı bilmeyi, yüzeysel anlamanın ötesinde iliklerimize kadar anlamlandıramazsak gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntü içerisinde her gün kaybederek tükeneceğimizi bilmeliyiz. Önderlik özgürleşmeden hiç bir zaman özgürlük beklenmemelidir. Özgürlük, Viyan yoldaşın yaptığı gibi Önderlikle yaşamımızı anlamlandırarak mümkün olur.
Serdar Arı arkadaş ‘söz bitti, sıra eylemde’ derken, Viyan yoldaşın ardından gittiği eyleminde ‘PKK’de en büyük eylem, sözüne sahip çıkmaktır. Bilin ki bir yerlerde söz anlamını yitiriyorsa, orada gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntü vardır. Böyle bir durumun sonucu da ihanettir.’dedi. Buna cevaben eyleme dönüşmesi gereken birçok sözümüzün olduğunu hatırlamalıyız. Söz eylemle anlamlıdır. Ötesi Viyan yoldaşın da belirttiği gibi gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntüye gidiş ve ihanettir. Bu durumu yaşamamak için verdiğimiz sözlerin eyleme ne kadar dönüştüğünü, dünden bu güne bakarak sorgulamalı ve nerede durduğumuzu netleştirmeliyiz. Çok açık bir perspektifle, Viyan yoldaş dönemim eyleminin çok yönlü olduğunu, uygulamamız için önümüze koydu. Bu, yaşamda silik, parçalı ve tıkanmışlığa karşı kişilik bütünlüğünü ifade ediyor. Ayrıca bu bir emirdir.
Bu temelde Serdarların, Viyanların emrettiği yaşamın neresindeyim, onlar Önderlikle yaşamın doruğundayken ben bunu ne kadar hissedebiliyorum? Yaşamım ne kadar anlamlı, kim olduğumu, ne istediğimi, nerede yaşadığımı ve nasıl yaşamam gerektiğini biliyor muyum? Ne kadar hayal, ne kadar eylemim? Eylemim bu mirası ne kadar koruyor, yüceltebiliyor? Önderlikle 24 saatin kaçını yaşıyorum? Yoldaşlarımı ne kadar yaşıyor ve yaşatabiliyorum? Tüm bu sorular ve nicelerinin cevabı ne uzağımızda ne de sırdır. Çok açık önümüzde duruyor. Yapılması gereken sadece körlüğümüze bir son verip görmektir. Ve görmeyi süreklileştirerek eyleme dönüştürmektir.
Kendimizi Önderlik çizgisinde tamamlamanın çabasında, izlenecek yol olarak Önderlik gerçeğini sahiplenme için doğru anlamak her zamankinden fazla kendini dayatmaktadır. Önderliği sahiplenebilecek, komployu bu şekilde boşa çıkartabilecek ilkeli bir kadrosal duruşu yakalamamız gerektiği ortadadır. Önderliği idealize eden zihniyet ve bu zihniyete bağlı ruh halimiz, Önderliği doğru anlamamıza fırsat vermemektedir. Bu yüzden Önderliği sahiplenebilecek aktif yaşamsal bir örgüt olgunluğunun gerisinde kalıyoruz. Önderlik, büyüklüğünü emekle yaratmış, yaşayan bir gerçektir. Önderliğe bilimsel, felsefik yaklaşım, bir o kadar da kendimizi onunla yaratma anlamına gelir. Kendini Önderlik tarzı emekle, felsefeyle, bilimle tanımlayabilen, zaman ve mekanın dışında kalmadan somut koşulları iyi tahlil edebilen, diyalektiğini kurabilen, eylemini, Önderlik paradigmasını doğru özümsemiş, partilileşen bir kimlikle ifade edilebilen, Önderliğin çağdaş bir militanı olabilir. Bunun dışındaki müritlik ağacın kurduna benzer. Bu da asalakça bir yaşamdır. Asalakça yaşamın kaynağında da bir bütünen yaşamın hiç bir alanında sorumlu bir düzeye, bilince taşımayan, onun gereklerini yerine getirmeyen, günü birlik yaşam tarzı vardır. Başta sorgulanması, kaçınılması gereken bu yaşam tarzıdır.
Diğer bir yandan sorgulanması gereken bir gerçekliğimiz de eylem yerine, niyetlerle kendimizi izah etme tarzımızdır. Bu yüzden soyut ve hayalciliğin önüne geçerek güçlü bir gerçekleşmeyi sağlamada yetersiz kalıyoruz. Sonuç olarak kendini tekrarla; örgüt ve sistem kimliği arasında seçim yapamayan, ağlamaklı- sızlamaklı, sorunlara çözüm gücü olamayan, şikayetvari tarzlarla ortayolculuk derinleşip kronikleşen bir hal alıyor. Oysa niyet bir biçime öz olabildiği oranda değerli ve anlamlıdır. Bunu yapamamamız, komployu kendimizde mahkum edemediğimizi ve ona hizmet eden bir konumda olduğumuzu ifade eder. Verili kişilik, kader değildir. Karamsarlığa, umutsuzluğa, inançsızlığa düşmeden, şehitlerimizden alacağımız moralle aşma kararlılığını göstermeliyiz. Viyan yoldaşın dediği gibi; ‘eğer yerinde ve zamanında yaşamsal ve düşünsel bir emek verirsek, başaramayacağımız ve sonuç alamayacağımız hiç bir şey yoktur. Onun için hiç bir şekilde umutsuzluğa, karamsarlığa, inançsızlığa pirim vermeden, umutla, büyük sarsılmaz bir inançla mücadeleye atılmalıyız. Mücadelede nerede durduğumuzu tespit ederek, yerinde ve zamanında, yaşamsal ve düşünsel emekle her zaman güçlü, doğru çıkışların mimarı olmalıyız. Gelişimin bilinçli çabasını süreklileştirme istikrarlılığında, her türlü küçük burjuva oportünistliğine, geri feodal köylü kurnazlıklarına, örgüt yaşamını aşındıran ilişki tarzlarına karşı net militanca tavırda olmalıyız. Yaşamımız boyunca tüm iç ve dış geriliklere karşı Önderliğimizin, şehitlerimizin ve emektar halkımızın yarattığı değerleri kendimizde mücadeleyi yükselterek korumalı, çoğaltmalı ve yüceltmeliyiz.
Evet, bir 15 şubat gününe daha yaklaşırken, nasıl karşılamamız gerektiğini Serdar’lar, Viyan’lar bizlere gösterdiler. Bunun ahlaki ve vicdani boyutunu zihniyetimizde ve yüreğimizde tüm yakıcılığıyla hissederek bu günü karşılamalıyız. Viyan yoldaşın ‘bu yılki 15 Şubatı ağlama, çaresizlik ve umutsuzluk içerisinde değil, aşkla, coşkuyla ve büyük bir inançla karşılamak istiyorum’ dediği gibi karşılamalıyız. Beynimizi ve ruhumuzu onların ateşiyle aydınlatarak karşılamalıyız. Bir an bile unutmadan, tutkuyla karanlıklarımızdan arınarak Viyanların, Serdarların sevgisine ulaşmanın kutsal emeğiyle karşılamalıyız. Her zamankinden daha fazla var olarak Viyan yoldaş gibi bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasında güçlü bir his köprüsünü kurup, onun gibi amaca kilitlenerek karşılamalıyız.
Amaradan yükselen Güneş
Tarihten bir nehir akıtır,
Köküne yaşlı bir ağacın,
Ve yeşertir.
Bir dal uzanır yeşeren ağaçtan Ararat’a
Kırılır betonları zirvesinde Ararat’ın
Ve bir Viyan biter
Sevdalı,
Yüzü güneşe dönük...
Ararat taşır rüzgarlarını Amed’e
Ve dalgalandırır surlarında Amed’in
Kanla, ateşle kutsanmış bayrağı...
Hamza Botan
- Ayrıntılar
Hiçbir zaman böyle bir karanlık içerisine girmemiştik ve ihanetin korkunçluğunu hissetmemiştik. Yaşam ve ölüm arasına hiçbir zaman bu denli bir ince çizgi çekilmedi. Hakikatin perdeleri böylesine bir karanlıkla hiçbir zaman örtülmedi.
Tarihin karanlık örtülerinde insanlığa vaat edilen neydi ki? Hiçliği, nesnelliği yaşamak mıydı? Tanrıların gölgesinde ölü gibi yaşamak mıydı? Efendilerin sadık hizmetçileri olmak mıydı? Tarih sadece bunları yaşamaktan mı ibaret olacaktı?
Güllerin dikenlerine kim dokundu ve hissetti? Sessizliğe kim ses oldu? Tarihin güzelliklerinde ihanet nasıl var oldu? İnsanlığın özgürlük kıvılcımlarında, umutlarında nasıl kendini yaydı? Ve anlam gücünü insanlıkta yeşerten insana ihanet nasıl bulaştı? Yüzyılların birikmiş ihaneti miydi gerçekleşen? Yoksa karanlık çağlara gömülmek miydi? Bilenmez ki, tarihte verilen bedellerin ihanete uğrayışlarını görürüz. İnsanlıkta hiç sönmeyen özgürlük kıvılcımlarının isyanla haykırdığı bir tarih var. İdam sehpalarına kadar götüren ihanetin acımasızlığını unutabilir miyiz? Hiç unutulur mu özgürlük peşinde koşan Demirci Kawalar, Şeyh Saitler, Seyit Rızalar… İhanetin ve zulmün zehri bu çağa akıtıldı. İhanet gün geçtikçe bir ur gibi büyüdü. Dünyayı sarıp sarmalayan bir karanlığa dönüştü, ama hakikati hiçbir zaman yok edemeyeceğini bilmiyordu.
Ve bir gün Amara’dan bir ışık belirdi. İnsanlığın özüyle buluşup dünyayı, evreni gizemiyle, ışınlarıyla aydınlatan bir güneş doğdu. İlk ağrıyla başlayan özgürlük adımı, bütün insanlık alemine umudu yaydı, zulüm karşısında direniş duygularını uyandırdı. Umut ve direniş savaşımında büyük bir cesaret gösterildi. Bu direnişin tohumları onurlu halkların doğan bütün çocuklarının yüreğine ekildi ve herkes tohumu filizlendirmek için hep yol aldı. Coğrafyamızın esmer tenli çocukları ışığa doğru umutla hep koştu. Hakikatin kendisi olan öz kaynağa doğru aktı. Işığın etrafında büyüyen, çoğalan umutlu ve inançlı topluluk karşısında egemenlikli sistem korktu. İnsanlıktan payını almayan egemenlikli sistemin gerçek yüzünü çözümleyenler, öfke ve nefreti büyüttü içlerinde. İhanet ve komplonun gerçekliği hiçbir zaman hazmedilmedi. Bu gerçekliğe karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla cezaevinde yükselen kıvılcımlar ilk Halit Oral’la başlayıp 70 yaşındaki Hatice Falay’dan 12 yaşındaki küçük Zehra’ya, dağların Binevş’i, Rojbin’i, Felat’ı, Xelat’ı, Şaristan’ıyla alevlenen, Viyan’ın çığlığında meşale olan, en son Müslüm, Mustafa, Evrim’i içine alan bu ateş topu ihanetin çemberini yardı ve yaktı. Direniş çığlıklarında ihanet ve komplo gerçekliği boğuldu.
Bu büyük özgürlük yürüyüşünde ihanet bir gölge gibi güneşin peşini bırakmadı. Tarihte kazanacaklarını düşündükleri gibi tüm iğrençliğiyle bir dost gibi görünüp ama karanlık güçlerin el birliğiyle ön plana çıkan komplo gerçekliği Önderliğimizi tutsak aldı. Neredeyse bu komplonun başarılı olması için bütün dünya birleşti, ama yine de kazanamadılar. Çok iyi bilinir ki erdemli insanlar, yürek savaşçıları samimi, çıkarsız dostluğa, yoldaşlığa büyük değer verirler. İhanet de bunun farkındaydı. Tüm çirkinliğiyle zehrini akıtacak, burada da kendisini dostluk yüzüyle gösterecekti.
Dostluğun ihanetiyle birleşen yetersiz yoldaşlıktan dolayı İmralı gerçekliğini yaşamak zorunda kaldık. Cellatlar İmralı’da özgürlüğü nefessiz bırakmayı hayal ederken, kendi hayallerinin karanlığında kayboldular. Nefessiz ve çözümsüz kalanlar onlar oldu. Tüm oyun ve lanetli gerçekliğe rağmen Önderliğimiz kara çalıların hepsini yaktı, İmralı adasından dünyaya ışık olmaya devam etti, hem de ışık huzmelerini daha da arttırarak. İhanetin çemberini yediden yetmişe kadar tüm halkımız direnişiyle yaktı ve ortadan kaldırdı. İhanet gerçekliği karşısında kendimizi sorguladık, Önderliğimizi yalnızlaştırdığımız zamanların bedelini çok ağır ödedik. Şimdi ise onu özgürleştirmenin yeminini içtik. İmralı adasında inkarcı, asimilasyonist ve imhacı güçler kaybolup gidecektir. Güneşimiz Amed surlarındaki hayalini yaşayacak ve halkıyla, kadınlarla buluşacak. Varoluşumuzun tek gerekçesi olan Önderliğimizi bir daha asla yalnızlaştırmamaya yemin içtik ve onsuz bir yaşamın yaşanılmayacağını bilerek yaşıyoruz. Umudun inancın büyük irade buluşuyla, bu lanetli şubatı bir daha yaşamamak, yetersiz yoldaşlığı yeterli yoldaşlığa dönüştürmek için ihaneti söküp yaşanan acıları dindirebilir, yaraları sarabiliriz. Özgürlük davamızı hakikatin ışığında insanların beklediği özgür yaşama kavuşturabiliriz.
Jiyan Zeryan
- Ayrıntılar
Faşist devletin faşist ve dibe vuran medyası ulu orta, doğru yanlış, yalan dolan, asılsız birçok veriyi bir araya getirerek kendilerince haber yapıyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde Yeşil Türki Faşist basın kadar olayları manipüle eden bir basın göremezsiniz. Bu kadar ahlaki olarak dibe vurmuş bir basın bulamazsınız. Eskilerde Hitler’in propagandacılarından çokça bahsedilirdi. Ancak Hitler’in Goebbels’i bu Yeşil Türki Faşist basının eline yalan, mesnetsiz, sahtekar, düzmece, manipüle haber ve ajitasyonda yaraşamazdı.
Çokça dile getirdiğimiz bir cümle vardır: ‘Bin yalan sadece bir doğru etse bile yalan söyle’ stratejisine göre çalışan bu sahtekar ve ahlaksız basın gün yüzü gibi çıplak olan olayları çarpıtmak için her şeyi ama her şeyi deniyorlar. Hani Nasreddin Hoca’mızın ‘ya tutarsa’ misali dönüp dolaşıp yalan söylüyorlar, yalanlarında ötesinde ahlaksızca, alçakça olayları ters yüz etmek için uğraştıkça uğraşıyorlar.
Yeşil Türki Faşist siyaset gibi Yeşil Türki Faşist basında kendilerini çok akılı, başkalarını da hafıza balıklı biliyorlar. Öyle ki yıllar önce alenen söylenmiş, belgelere geçmiş, herkesin okuduğu, bildiğini sanki yeni bir buluşmuş gibi piyasaya sürmeleri bir marifet biliyorlar. Dediğimiz gibi onlarca böyle resmi belgeyi, kayıt altına alınmış olayı, kamuoyuna mal olmuş bilgileri kerameti kendinden menkul kişiler gibi sanki gün yüzüne kendileri çıkarmış, yeni bir şey ifşa ederek, bu topluma, bu devlete hayırlı işler yapmış gibi bir havaya toplumu sokuyorlar.
En son olarak Kürtlerin asırlık çınarı olan Ape Musa’mıza el attılar. 1992 yılında alçakça devlet güçlerince katledilen Ape Musa’mızın Pkk’nin nasıl tehdit ettiğini çarşaf çarşaf basına vererek sözde PKK’yi karalayacaklar. Bunu yaparken de 1989 yılında Ape Musa’mıza o dönem yazılan bir mektubu işliyorlar. Ama bilmedikleri bir şey vardır ki o da bu söylenen yazıya ilk el koyan, bu yazıyı Ape Musa’mıza yazan o dönem Mardin alanında sorumlu arkadaşımızı soruşturmaya tabii tutan, uzun süre bu durumu araştırarak gerekli olan yaptırım neyse yapan bizatihi Başkan Apo’dur. O yıllarda Başkan Apo Ape Musa’ya yazılan bu notta haberdar olur olmaz bu olaya müdahale etmiş, Ape Musa’dan özür dilenmiş, bu yapılanın parti çizgimizle, partiyle bir ilişkisinin bulunmadığını söylemiş ardından da dediğimiz gibi o arkadaşı görevden alarak soruşturmaya tabii tutmuştur. Soruşturmaya alınan bu arkadaşımız halen yaşıyor. Halen PKK özgürlük hareketi içerisinde çalışmalarda bulunuyor. Gerekirse o da kendi cephesinde olup biteni anlatır.
Ama dediğimiz gibi bu olaya ilk müdahale eden ise Başkan Apo’dur, Botan eyaletimizdir. Çünkü Ape Musa gibi bir amcamıza partimizin herhangi bir yaptırımı ya da ters yaklaşımı olamaz. Görüşleri farklı da olsa ona kimse dokunamaz. ‘Ona kimse dokunamaz’ sözleri çınarlık Ape Musa’mız için önderliğimiz tarafından sarf edilen sözlerdir.
‘Oğlum hasan sen PKK'nin bir generaliysen bende Kürt halkının bir mareşaliyim’ cümlesi Ape Musa’nın kendi sözleridir. Şimdi tam tarihini hatırlamıyorum, Ape Musa bu başlık altında geniş bir yazı mıydı, mülakat mıydı vermişti. Yukarıdaki cümle ‘Yeğenim Hasan’da olabilir, çünkü bu yazıyı Ape Musa’ya yazan Ape Musa’nın bir yeğeni olan Hasan yazmıştı. Bunun üzerine Ape Musa’da çok sonraları böyle bir yazı kaleme almıştı. Yani ‘Oğlum Hasan sen PKK'nin bir generaliysen bende Kürt halkının bir mareşaliyim’ demişti. Ve doğru olan da zaten buydu. Ape Musa görüşleri farklı da olsa bir Kürt mareşaliydi. Ve bizim yüreğimizde o zaten hep öyleydi. O yıllarda da Ape Musa bizim mareşalimizdi. Ve sadece Ape Musa değil, onun gibi öyle onlarca çınar halen bizim mareşalimizdir. Biz ilkesel olarak Kürdistan özgürlük mücadelesine katkısını olan her insana saygı duyarız ve bunun içinde onlara karşı saygıdan kusur eylemiyiz. Bu bizim ilkelerimiz.
Bilenler bilir ki Kürt halk önderliği 1920 yıllarının ortalarında Adıyaman’da Kürt direnişlerinde yerini alan Osman Sabri’nin hasta yatağındayken elini öpmüştür. Yine değerli direnişçi, asırlık çınarımız Osman Sabri’ye ‘başkanım’ sözünü Kürtçe ‘serokê min’ demiştir. Osman Sabri ise ‘na Serokê min tuyî’ yani ‘başkanım sensin’ dese de, önderliğimiz ‘büyük başkan sensin’ diyerek cevap vermiştir.
Yukarıdaki bir iki örnek bile Kürt özgürlük hareketinin Kürtlüğe ve insanlığa değer katmış insanlara nasıl yaklaştığını göstermektedir. Bu yaklaşımımız dediğimiz gibi sadece değerli Kürt şahsiyetler için gösterilmemiştir bu yaklaşım Türkiye devriminde önemli roller üstlenmiş birçok değerli şahsiyete gösterilmiştir. Bunlara iyi bir örnek Mihri Belli, Vedat Türkali’dir.
Tekrar Ape Musa’ya sözü getirecek olursak Ape Musa o dönemin özgür gündem gazetesini yukarıda dile getirdiğimiz yazıyı yazarken olup biteni gayet iyi bilmektedir. Bundandır ki Ape Musa şahadetine kadar da özgürlük hareketinin yanında en ileri düzeyde bir PKK’li olarak yaşamasını bilmiştir.
Kürt Halk Önderliği Ape Musa şehit edildiğinde onun anısına yaptığı konuşmanın bir bölümünü buraya alarak Kürt özgürlük hareketinin Ape Musa’ya yaklaşımını ortaya koyarak Yeşil Türki Faşistlerin alçakça saldırılarına cevap vermek istiyoruz:
‘Evet. Musa Anter bu türün bilinen, en heyecanlı örneğidir. Musa Anter, uzun yıllar şiir, roman, tiyatro yazdı. Hep yasaklandı, bir türlü gün yüzüne çıkarılamadı. En son bizimle bir aydınlanma bularak, hayalindekilerin nasıl bir kitleyle, öncüyle hayata geçirildiğini gördü ve bir delikanlı gibi canlandı.
Bir çocuk gibi, mutlu mutlu ölümün üstüne gitti.
İntikamı mutlaka alınacaktır.
İsmail Beşikçi'den okudum. Bir değerlendirmesi var. PKK öncesinde de Kürt mücadelesinin olduğunu söylüyor. Gelişme var. Fakat PKK'ye kadar ancak sıfıra kadar gelişmiş.
"Sıfırın altında eksilerden sıfıra getirilen bir mücadeledir" diyor. Demek, gerçeği anlamış. Kendini tanımlayarak, "ben sıfıra kadar getirdim" demek istiyor. Gerçektir ve benim söylediğimin kanıtlanması oluyor.
Şimdi ortaya çıkan durum şudur; bazı ulusların birkaç yüzyılda ve birçok akımla, eğilimle ve ardı sıra böyle dönem dönem geliştirdikleri yeteneklerin hepsini biz iç içe, birdenbire ve patlamalı bir biçimde gerçekleştirmek zorundaydık. Bunun nedeni mevcut baskıları ve yüzyılların olumsuz tarih birikiminin bizi buna mecbur etmiş olmasıdır. Benim kişiliğim bir yerde bunun somut ifadesidir.
İşte, Musa Anter de, en eski yurtseverlerden biri. 1950'lerden itibaren edebi yanı ağır basan bir çaba içine giriyor. Tabii ki, daha sonraki sert yönelimler karşısında susturuluyor, yerine oturtuluyor. Sağlam politik bir çizgiye, çalışmaya yönelmiyor, ama Kürtlük bilincini koruyor. Çoklarının içine düştüğü ihaneti tam içine oturtamıyor, fırsat buldukça canlanıyor.
Ben 1970'lerde kendisini görmüştüm. Dört-beş arkadaştık, DDKO'dan çıkıyorduk. Dev-Genç'in eylemleri vardı. "Çocuklar" diyordu, "bunlar birbirlerine girdiler, biz kendimizi bu fırtınadan iyi koruyalım." Öyle bir değerlendirmesi vardı. Canlanmak istiyordu, fakat DDKO ve daha sonraki Kürt hareketleri fazla bir gelişme şansına sahip değillerdi. Yine bilinen yerine oturtulma (ki arada bir MİT, onu sorguya çekiyordu ve 'yerine otur' deniliyordu). O da çarnaçar benimsemese de, gerçekler karşısında biraz geri çekiliyor, yerine oturuyordu. Ama kalbinde, hep Kürtlük vardı. Fırsat buldukça da her türlü adımı atabiliyordu.
PKK'nin büyük direniş hamlesini gördü ve ona soysuzca yaklaşmadı. Onu adeta 77 yaşında bir delikanlı durumuna getirdi, canlandı. Hatta bana bir mektubu vardı; yeğeni üzerine.
"Oğlum, sen karşımda bir er bile olamazsın, ben halkımın hizmetinde bir generalim" diyordu.
Evet, böyle bir değerlendirmesi vardı. Tabii biraz radikal yaklaşım istiyorlar. O da bunu gösteremeyince, üzerine biraz böyle gidilince, böyle bir değerlendirmesi vardı. Tabii biz, "saygı ölçüleri dikkate alınarak yaklaşılmalı" dedik. Daha sonra, iyi bir dost oldu. Gerçekçi yazılar yayınladı. Yeni Ülke'nin Welat'ın, Özgür Gündem'in en üretken muhabiri, yazarı oldu.
HEP Kongresi'ne de katılmıştı. Basına yansıyan, bizim ana ile birlikte bir gösterisi de olmuştu. Böyle yürekli veya anı değeri yüksek olan tutumlar aldı.
Gerillaya yüksek değer biçiyordu. Kesinlikle soysuzca yaklaşmadı. Din üzerine gerçekçi değerlendirmeler yapıyordu ve cesur tavırlar geliştiriyordu. Kemalizm üzerine, politikacılar üzerine oldukça cesur tavırlar geliştiriyordu.
Ve kısaca; ömrünün sonuna doğru, tam bir militan söylemine ulaştı. Hiçbir endişe taşımadan, devrimci tarzda yaklaştı. Ve sanıyorum son Diyarbakır'a gelişi de militanca tarzın bir devamıdır. "Ölsem de ülkemde, korkusuzca..." dercesine bir geliştir. Ve sanıyorum en layık bir sonuçtur. Madem kırk yılı aşkın bir süre ülke için yazıp çiziyorsun, bunun düşmanları olacaktır ve onlara karşı direnmeyi de her zaman göz önüne getireceksin. Böyle yazacaksın, gerekirse böyle ölümüne direneceksin.
Hizbulkontra mı vurmuş, polis mi vurmuş pek o kadar önemli değildir, aynı devletin çerçevesindedir. Diyarbakır'da devlet yarı hizbullahtır, yarı-polis, askerdir. Yani yarı-gizlidir, yarı-açıktır; iç içedirler. O açıdan devlet dışında görmemek gerekir…
Biz, bu değerli yazarımız için "gafil avlandı" diyemeyiz. Tam tersine hak ettiği, layık olduğu yurtseverliğin tam gereklerine uygun şehidi diyoruz.
Şahadeti hak edendir.
Musa amcanın değişik tarzda olsa da, partiye bağlılığı kesindir.
Demek ki, her cephedeki savaş şehitlerimize vereceğimiz en iyi karşılık ortama çok gerçekçi yaklaşmak, ortama tam devrimci tarzda cevap vermek ve mutlaka hem anılarını yüksek bir devrimci gelişmeyle yerine getirmek, hem de varsa bir zayıflıkları, herhangi bir nedenle erken kayıpları, onun önüne yeterli bir devrimcilikle çıkış vermek ve böylece başarıyı kesinleştirmek mümkündür.’
Lafın kısası tüm alçakça çabalarınız boşunadır. Beyhudedir. Çamur atmalarınız sadece ve sadece sizi kirletecektir. Tarih sayfalarını, yazılmış olanları, tarihe mal olmuş olanları da bugün yaptığınız gibi değiştirme, tahrif etme, çarpıtma gücünüz de yok ya!
Kasım Engin
- Ayrıntılar