Gerilla yine kleşlerini konuşturdu. Direnmenin, şehitlere ve bin bir emekle yarattıkları değerlere sahip çıkmanın yolunu bir kez daha gösterdi. Kürt halkına dayatılan soykırım gerçeğini yıkmak, tarihten silmek için direnişçilerin, kahramanların izinde yeni bir destan yazdı.
İkinci Çele Eylemi yine düşmanı şoka sokan, çaresiz kılan, ne yapacağını bilemez duruma getiren etkili bir darbe oldu. En olmaz denen koşullarda gerçekleştirilen bu eylem gerillanın neler yapabileceğini göstermenin önemli bir göstergesi tabii. Kardı, kıştı, karşıda devasa teknik vardı, her yer gözetleniyordu, dünyanın teknolojisi devredeydi, en usta eğitilmiş paralı askerler vardı. Hepsi de fazlasıyla doğruydu. Ama gerilla yine vurdu.
Kim engelleyebilir ki fırtınalı yürekleri? Kim engel olabilir ki intikam ateşiyle bezeli ruhları? Kim sınırlandırabilir ki koşulları aşmayı yaşam felsefesi haline getirmiş gerillayı?
Nafile çabalar uzun süre devam ettirildi. Yok, dağılıyorlar, yok, teslim oldular, yok, savaş kapasitesi kalmadı.
Bilmeyenler olabilir ama normal gerilla ve savaş düzenlerinde aynı hedefe yönelik eylem, saldırı gerçek anlamıyla bir risktir. Çünkü en son eylem yapılan, üzerine ölüm tehdidinin geldiği alan ve orada bulunan askeri güçler daha tetikte, daha duyarlıdır. Savaş teorisinde de yerini bulan bu durum şüphesiz asker, ordu psikolojisinin düzeyinden yola çıkarılarak düzenlenmiştir.
Çele’de bulunan tüm askeri güçler de Türk ordusunun tüm Kürdistan genelindeki askeri üslerinden daha yoğun bir duyarlılığa, tedbire ve teknolojik donanıma sahip güçlerdir. Sınır üzerinde ortalama üçer kilometre ara ile konumlanmış bulunan askeri tepe, karakol ve mevziiler birbirlerini savunma esprisi temelinde yerleştirilmişlerdir.
Her tepede ya da mevzii de 70’den az olmamak kaydıyla 300-400 kişiye kadar çıkan sayıda asker bulunmaktadır. Bu askerler termal denilen ısıya duyarlı gözetleme sistemleri, gece görüş dürbünleri, hareket detektörleri ile keşfi sağlayan, yine görülen hedefleri güçlü vurmak için de tank, obüs, havan, katuşa gibi bombardıman silahlarına, yine çeşitli çap ve nitelikte ferdi silahlara sahipler.
Tabii hava şartlarına uygun olarak her türlü ekipman ve donanıma sahip küçük ordular oluyor bunlar. En son ayartılan, sözde özel, profesyonel tecrübeli askerleri de unutmayalım. Her biri uzun süreler eğitim almış, gerilla eylemleri ve hareket tarzı hakkında sıkı bir eğitimden geçirilmiş askerler.
Tabii hedef aldığımız Çele’de durum biraz daha farklıdır. Çele nüfusundan daha çok asker ve polis gücünün konumlandığı Çele ilçe merkezinde bulunan askeri hedefler daha iyi korunan, sürekli gözetim altında bulunan yerler. Şehir merkezinde olmanın getirdiği avantajlar yukarıda saydığımız özelliklerin yanında ordu için diğer bir avantaj.
Tüm bunlara rağmen bu ordu yine de gerillayı durduramamıştır.
Nafile örgütlenmeler ve çabalarla bizi durdurabileceğini düşünenler yine darbe almışlardır.
Kayıplarını her zamanki gibi gizlediler. Aşina olduğumuz bir şey. Düşman, kayıplarını ancak kendisi açısından propaganda malzemesi haline getirebildiği durumlarda açıklar. Ancak o zaman kayıplarının çokluğunu göstererek halkta kendisi için destek aracı haline getirir. Zaten bu eylemdeki kayıplarını verselerdi şaşardık. Çünkü kendilerini yalanlamış olacaklardı.
Son aylarda sıkça söylüyorlar ya, bitirdik, yok ettik, kökünü kuruttuk diye. İşte o sebeple bu eylemdeki kayıplarını açıklamış olsalardı durumun hiç de öyle olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf etmiş olacaklardı. Bu sebeple kayıplarını gizlemek zorunda kalmışlardır. Ama herkes neyin ne olduğunu iyi biliyor. Eğer kayıplar o kadar çok olmasaydı dışarı haber sızmasın diye kaçak yollarla götürmezlerdi cenazelerini.
Bu eylemle bir kez daha gerilla karşısında sadece teknik üstünlüğüne dayalı savaş yürüten bir düşman gerçeği olduğu, buna rağmen gerillanın irade ve azmi karşısında hiçbir şansı olmadığı ortaya çıkmıştır. Yenilen darbe yenileceklerin habercisi olduğundan ordu ve emrindeki askerler, yine onları savaş sahasına süren yeşil Türkçü faşist odaklar daha bir panik, daha bir korku içindeler şimdi.
Şüphesiz bu eylem, diğer tüm eylemlerimizde olduğu gibi şehit yoldaşlarımızın emekleriyle kazanılmıştır. 49 numaralı tepe olarak adlandırılan karakol ve güvenliğini tutan tepeye yönelik gerçekleştirilen baskında 4 güzel yoldaşımızı şehit verdik.
PKK’nin mayasında var olan o direnişçi özü, saldırı ruhunu, fedai duruşunu sergilemekten bir an bile geri durmayan, tereddüt yaşamayan yoldaşlarımız eylemimizin başarısı için canlarını ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Viyan, Şayan, Diren ve Rojhat yoldaşlar Kürt Soykırım Günü olan 15 Şubat’ın arifesinde bugünleri yaratan şehitler ordusuna katılarak Önderliğimiz etrafındaki ateşten çemberin halen tüm sıcaklığıyla var olduğunu ispatlamışlardır. Yoldaşlarımızın anısını düşmana darbe üstüne darbe vuran gerilla direnişinde önümüzdeki süreçte daha güçlü yaşatacağız.
Şehit yoldaşlarımız keskin biçimde süren mücadelenin dışında kalmamış, Kürt halkını, gençlerini, kadınlarını, çocuklarını yalnız bırakmamışlardır. Halkımızın gösterdiği direnişin ruhu, duygusu, bilinci, cesaret ve fedakarlık ölçüsü olarak her zaman olduğu gibi özgürlük mücadelemizin gerçek çekim güçleri, yürütücüleri, komutanları oldular.
Hepimize, tüm halka doğru tutumun nasıl olması gerektiğini gösteren bu şahadetler özgürlük mücadelesini daha doğru çizgide, kesin bir başarıyla yürütmemizi emrediyorlar. Emirlerine uymak, özgür bir halk ve özgür bir yaşam uğruna durmadan mücadele etmek, direnmek sözümüz, eylemimiz olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Memleket kar altında. Bırakalım dağları şehirler de bile metrelerce yağan kar bu seneki kışın ne kadar sert olduğunu gösteriyor. Ama bu havalar bile gerillayı durduramadı. Öyle ki 9 Şubat günü en amansız ve soğuğun kemiklerde hissedildiği anlarda, Çele’de gerçekleşen ve en az 43 askerin öldürüldüğü eylem bile savaşın da ne kadar sertleştiğini gösteriyor.
TV’ler günlerdir bol karlı bir kış geçirdiğimizi gösteriyorlar. Tabi ekranlardaki görüntülerin çoğu şehirler ve çevresinde çekilen görüntüler oluyor. Karların yağdığı esas mekanlar yani dağlarsa hiç gösterilmiyor.
Oysa dağlardaki havalar çok daha karlı ve çok daha sert. O kadar çok kar var ki birçok yer ucu bucağı görülmeyen kocaman bir beyaz örtü gibi. Ve bu örtünün üzerinde rüzgarın kaldırdığı kardan başka hiçbir hareket görünmüyor. Esen rüzgara rağmen bu uçsuz beyazlık havada tuhaf bir sessizlik oluşturuyor. Toprakla birlikte sanki canlılar da kar altına çekilmiş. Soğuk ve sessiz hava insanın içinde tuhaf hisler yarattığı gibi sonsuz karların oluşturduğu görüntü derin bir huzur veriyor. Hele hele bir de yağan karın altında sessizce yürümek insanda hayranlık uyandıran bir hava oluşturuyor. Böyle havalara rağmen özgürlük savaşı için attığın her adım, içindeki bu huzuru daha da büyütüyor.
Tabi kış demek gerilla için en zor anların yaşandığı süreçler de olmaktadır. Kolay değil metrelerce karın içinde yaşamak ve mücadele yürütmek. Hele hele böyle anlarda eylem yapmak ise, ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide cambazlık yapmak gibi bir şeydir. Yani imkansızı başarmaktır. İşte Kürdistan gerillası her zaman olduğu gibi imkansızlar içerisinde neler yapabileceğini bir kere daha gösterdi. Hem de bu dağlarda en çok karın yağdı bir alanda yani Çele’de.
Gerilla, bu sert kış koşullarına rağmen Çele’de toplam 12 askeri üssü hedef alan başarılı bir eylem gerçekleştirdi. Buralar dağlardaki en sert kışın yaşandığı alanlardan oluyor. Gerilla AKP hükümetinin ve Türk ordusunun faşizan saldırılarına hiçbir zaman sessiz kalmayacağının mesajını en etkili bir biçimde verdi. Öyle veya böyle her koşulda ve her zaman savaşacağını gösterdi. Ve gerçekleşen bu eylemde gerillanın üzerine gittiği düşman sayısı 43 ama düşmanın kayıplarının daha fazla olduğu bir gerçek. Tabi size el konulan ve imha edilen askeri malzemelerden bahsetmiyorum.
Çele’de gerçekleşen bu eylemin iyi okunması gerekiyor. Öncelikle gerillanın Türk ordusu karşısında ne kadar etkili bir savaş gücü olduğunu gösteriyor. Hele bir de bu zor kış koşullarında böyle bir eylemin gerçekleşmesi gerillanın savaş gücünü ispatlamış durumda.
Yine Kürt halkına ve onun özgürlük mücadelesinin bütün değerlerine saldıran AKP hükümetine yaptıklarının hesabının sorulacağı ifade edildi. Hangi koşullarda ve ne olursa olsun mutlaka yapılan saldırıların intikamı alınır. Kürtlerin katline imza atanlardan mutlaka hesap da sorulur.
Tabi bu kış koşullarında yapılan eylemin gerillanın ne kadar güçlü bir iradeye ve özgürlük inancına sahip olduğunu gösteriyor. Ölümü sırtlamış olan Kürt gençlerinin Kürt halkının özgürlüğü için fedaice mücadele edeceğini bir kere daha gördük. Sokaklarda polise taş atarak büyüyen bu çocuklar büyüdüler ve bu günde karlar altında çok zor bir eyleme imza attılar. Hem de düşman da şok etkisi yaratacak bir eyleme.
Türk Medyası Çele eylemini görmezden gelse de veya çarpıtmaya çalışsa da dost düşman herkes alması gereken mesajı aldı. Nede olsa “güneş balçıkla sıvanmaz.” Bu noktadan sonra hiç kimse ne gerillanın eylemlerini ne de Kürdistan’da yaşanan savaşı gizleyemez. Sonuçta bu dağlarda gerilla olduğu sürece gerçekler öyle veya böyle açığa çıkar.
Dağlar sağlam ellerde. Doğrunun, hakikatin izinde yürüyenlerin ellerinde. Zalimin ve faşizmin karşısında boyun bükmeyenlerin ellerinde. Hani Köroğlunun Bolu Beyi için söylediği o meşhur söz var ya “ferman padişahınsa dağlar bizimdir.” Bunda da kimsenin kaygısı olmasın, dağlar bizimdir.
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik planlı bir saldırı olarak geliştirilen tarihi 15 Şubat uluslararası komplosunun ondördüncü yılına giriliyor. Onüç yıllık yoğun bir araştırma ve kapsamlı direniş temelinde komplo gerçeği tüm yönleriyle önemli ölçüde aydınlatılmış bulunuyor. Ondördüncü yılda da bu çabaların devam edeceği ve İmralı sistemini tümden yok etmek için Kürt halk direnişinin çok daha güçlü ve kapsamlı bir biçimde gelişeceği anlaşılıyor.
Şimdi yeni bir komplo ve komploya karşı mücadele yılına girerken bazı temel bilgileri yenilemek yararlı olur. Bilindiği gibi, uluslararası komplo Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkarılması ile başlamış ve 15 Şubat 1999 günü Kenya’dan kaçırılıp İmralı’ya götürülmesiyle bir sistem haline gelmiştir.
Uluslararası komplo saldırısının hedef noktası Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Komplonun amacı Önder Abdullah Öcalan’ı fiziken veya ideolojik-siyasi bakımdan tasfiye etmektir. 9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadar kim vurduya getirerek fiziki imha esas alınmış, bu başarılamayınca 15 Şubat 1999’dan 11 Ocak 2000’e kadar idam yöntemiyle imha öngörülmüş, bu da başarılamayınca 11 Ocak 2000’den 2002 sonuna kadar İmralı işkence sistemi altında zamana yayılmış çürütme politikasıyla ideolojik-siyasi imha sağlanmak istenmiş, ondan da sonuç alınmayınca 2003-2004 yıllarında dayatılan iç tasfiyecilikle örgüt dağıtılıp ideolojik-siyasi imha başarılmak istenmiştir. Tüm bu çabaların Önder Abdullah Öcalan’ı tasfiye etme sonucunu yaratmaması ardından 23 Ağustos 2005 tarihinden bu yana da topyekûn imha ve tasfiye saldırısı yürütülmektedir.
Uluslararası komplo planının stratejik boyutu şöyledir: Önder Abdullah Öcalan’ın imhasına dayanarak PKK’yi tasfiye etmek, PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımını başarıya götürmek! Dolayısıyla planlı uluslararası komplo saldırısı, Kürdü inkâr ve imhayı öngören küresel soykırım sisteminin bir saldırısıdır. Kürt soykırımının başarısı önünde engel oluşturan Kürt Halk Önderi ile PKK’yi yok etmeyi hedeflemektedir. Demekki uluslararası komplo, Kürt halk varlığını ve demokratik haklarını inkâr eden küresel kapitalist sistemin bir saldırısı olmaktadır.
Buradan komployu örgütleyen, yöneten ve katılan güçlerin kimler olduğu anlaşılmaktadır. Komplo küresel kapitalizmin bir saldırısı olduğuna göre, onu örgütleyip yöneten de bu sistemin önderleridir. Nitekim komplonun ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı tarafından örgütlenip yönetildiği bizzat kendilerince itiraf edilmiştir. Bunlarla birlikte uluslararası düzeyde dönemin Almanya ve Fransa yönetimlerinin, İtalya’da Berlisconi partisinin, Rusya’da Yeltsin-Pirimakov yönetiminin, Yunanistan’da Simitis yönetiminin komplonun gerçekleşmesindeki payları büyüktür. Bölgede ise son Mısır firavunu Hüsnü Mübarek yönetiminin katkısı çok olmuştur. Zamanın TC yönetiminin katkısı ise, ABD’nin isteklerini karşılama ve gardiyanlık düzeyindedir. Kürt sorunundaki zafiyeti fırsat bilerek komplo Türkiye yönetiminin boynuna değirmen taşı gibi geçirilmiştir. Taşı bir anda boynunda bulan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, ölene kadar bu işin nedenini anlamadığını söylemiştir.
15 Şubat komplosunun gerçekleşmesinde örgütsel zayıflıklar ve çizgiyi uygulamadaki yetersizlikler de önemli bir rol oynamıştır. Dahası komplo döneminin Yunanistan, Rusya ve Avrupa dış ilişkiler sorumluları ile 2003-2004 tasfiyeciliği uluslararası komplonun iç uzantıları biçiminde işlev görmüştür.
Görüldüğü gibi, uluslararası komplo Kürt varlığını inkâr ve imhayı hedefleyen topyekûn bir siyasal-pratik saldırıdır. Bu tehlikeli saldırı onüç yıldır kahramanca bir direniş mücadelesiyle boşa çıkarılıp başarısız kılınmaktadır. Bu mücadelede en başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın büyük direnişini ve sonuç veren direniş tarzını görmek gerekir. İster komplo ve idamın önlenmesinde olsun, isterse İmralı işkence sisteminin boşa çıkartılmasında olsun esas yükü Önder Abdullah Öcalan’ın omuzladığı ve komploya karşı direnişe öncülük ettiği tartışmasızdır. Bu bakımdan insanlığın direniş hazinsine çok büyük bir katkıyı ifade eden İmralı direniş gerçeğini doğru ve tüm yönleriyle anlayabilmek gerekir.
Önder Abdullah Öcalan’ın komplo karşısındaki bu kahramanca direnişini dışarda devam ettiren “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla gelişen fedai direnişi olmuştur. Kürt halkının yediden yetmişe katıldığı bu direnişin yüzlerce, hatta binlerce kahraman şehidi vardır. Bu tarihi kahramanların Önder Abdullah Öcalan etrafında oluşturdukları ateşten çemberdir ki, komplocuları korkutmuş ve Kürt Halk Önderi’ni savunmuştur.
İşte böyle en üst boyutta oluşan Önderlik-halk direniş birliği uluslararası komployu başarısız kılan temel güç olmuştur. Bu temelde komplocu yöntemlerle imha boşa çıkartıldığı gibi, idam saldırganlığı da kırılabilmiştir. Önder Abdullah Öcalan, tüm bunları paradigma değişimi temelinde geliştirdiği yenilenme ve üçüncü Önderliksel doğuş ile başarmıştır. Bu temelde Ecevit hükümetinin sahte demokratlığını boşa çıkardığı gibi, AKP hükümetinin de sahte İslamcılığını ve halkçılığını boşa çıkarmayı bilmiştir. İç ihanet ve tasfiyeciliğin tasfiye edilmesi, AKP’nin geliştirdiği topyekûn saldırıya karşı direnme gücünü yaratmıştır. Bugün bu direniş İmralı’dan Amed’e, dağdan yurtdışına kadar her alanda topyekûn bir mücadele olarak sürmektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yöneltilen uluslararası komplo saldırısının başka bir benzeri yoktur. Çünkü komplocu saldırıyı doğuran Kürt halkını inkâr ve imha sisteminin de bir benzeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla uluslararası Gladio komplosuna karşı direniş de benzersiz ve eşsizdir. Bu temelde yaşanan mücadele, onüç yıldır Kürdistan ve Türkiye’deki gelişmeleri belirlediği gibi, Ortadoğu’daki üçüncü dünya savaşı üzerinde de sonderece etkilidir. İmralı direnişi onüç yıldır çok sayıda gücün korkulu rüyası olmaya devam etmiştir.
Tabi bu denli büyük ve etkileyici bir olayın bir de arada yemlenenleri vardır. 9 Ekim 1998 komplosunun düğmesine 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması ile basıldığı bilinmektedir. Bu temelde geliştirilen komplocu saldırılar ve buna karşı gelişen tarihi direniş, Kürt halkının özgürlük bilincinin ve örgütlülüğünün düzeyini ortaya çıkarırken, yan etki olarak bazılarını da rüyalarında göremeyecekleri yerlere getirmiştir. Bu çerçevede bazıları Bağdat’a başkan bile olabilmişlerdir. Yani “Apo ve PKK pirimi” para etmiştir.
Şimdi onüçüncü yılda ve ondördüncü yıla girerken AKP komployu yenilemeye ya da yeni planlarla yürütmeye çalışmaktadır. Yani topyekûn özel savaş konseptini tüm boyutlarıyla uygulamak istemektedir. Bu da “Apo ve PKK pirimi”ni daha da büyütmekte ve bazı leş kargalarını daha saldırgan bir biçimde harekete geçirmektedir. Bu temelde bazılarının Bağdat’a başkan olmaları, benzer bazılarının da iştahını kabartmaktadır. Böyle bazılarının medya ve TBMM Komisyonu tarafından itibar görmeleri, neredeyse kendilerini kaybetmeye kadar götüreceğe benzemektedir. Hâlbuki rolleri psikolojik özel savaşın piyonluğu düzeyindedir.
Kürt halkı komployu çözdüğü gibi, komplonun ajanlarını da çözmekte ve tanımakta zorlanmamaktadır. Dahası bu uğursuz davranışların yarattığı büyük öfke, komploya karşı Kürt halkının ondördüncü yıl mücadelesini çok daha güçlü geliştireceğini göstermektedir. Hem de “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” temelinde!..
Selahattin ERDEM
ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Sonuç alıcı bir savaş yürütebilmenin en öncelikli şartlarından bir tanesi de savaşın sıcak yüzü olan çarpışma ve vuruşma öncesinde yürütülen hazırlıklardır. Tüm savaş stratejilerinde “savaşı savaştan önce kazanmak” olarak adlandırılan bu hazırlık süreci kader belirleyici niteliktedir.
Savaşın gerilla açısından ele alınması durumunda bu, düşmanla karşılaşma anı öncesinde yapılacaklar olarak tanımlanır. Bunlar iyi bir keşif, güçlü istihbarat, düşmanı takip, zayıflıklarını görme ve buna göre bir planlamaya gitmedir. Bu konularda yürütülecek ön çalışmalar gerçekleştirilecek eylemin sonuç alıcılığı üzerinde direkt etkide bulunur. Eğer iyi bir keşif çalışması yoksa üzerine gidilecek hedef iyi tanınmazsa planlamada açıklar oluşacağından beklenmeyen durumlarla karşılaşılabilir. Darbe vurmak isterken darbe yemek kaçınılmaz olur.
Bu, Devrimci Halk Savaşı’nın tüm alanları için de geçerlidir. Yaşanılan çevre içinde düşmana ait merkezler, savaşı yürüten güçler, buna lojistik destek sağlayan geri cepheler konusunda istihbarat edinmek daha kolay olabilmektedir. Kürdistan’ın her yerleşim yerine konumlanmış bulunan düşman güçleri halkın yakın bölgelerinde yer aldığından biraz da göz önündedir. Yine bu merkezlerde yer alan kişiler, düşmanlık yapan kesimler halkla aynı yaşam ortamlarını kullanmaktadır. Bu anlamıyla biraz da iç içe bir durum söz konusudur.
Hem bu merkezlerin tanınması, hem de bu merkezlerde yer alan kişilerin tespiti etkili eylem yapabilme noktasında önemli olmaktadır. Devrimci Halk Savaşı, düşmanın etkinliğini kırarak, Kürtlerin yaşam mekanlarında rahatça dolaşmalarına ve halk üzerinde baskı yapmalarına engel olmak, bunun yerine demokratik konfederalizmin öz savunma güçlerinin yerleştirilmesini içerir. Bu anlamıyla düşman güçlerinin etkisi kırıldıkça, merkezleri işlemez kılındıkça kendi öz örgütlülüklerimize yer açabiliriz. Bu anlamıyla düşman merkezleri ve içinde yer alan kişiler iyi ve yeterli tanındığı oranda onlar üzerinde daha rahat ve az riskli eylemler gerçekleştirilebilecektir. Böylelikle zamanla bu düşman merkezlerinde yer alan kişiler buralarda kalma noktasında istekli olmayacağı gibi, yerlerine getirilmesi gerekenlere karşı da bir gözdağı verilmiş olacaktır.
Bu anlamıyla düşman merkezlerinin güçlü ve yeterli keşfi, burada çalışanların kimlikleri, yaşadıkları yerler, uyguladıkları pratikler iyi tespit edilebilmelidir. Bir yandan halka yönelik saldırıları örgütleyen güçler tespit edilip doğru hedef tespiti yapılırken bir yandan da özünde Kürt halkına yönelik saldırılarda gönülsüz yer alan, içinde bulunduğu görev gereği orada bulunmak zorunda kalanlar da ayrıştırılabilinmelidir. Bir yandan yeminli düşmanlar etkili darbeler vurulurken, diğer yandan bu konuda gönülsüz yaklaşanlar kazanılabilecektir.
Çünkü bizim yürüttüğümüz savaş insan karşıtı bir savaş değildir. İyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmek oldukça önemlidir. Bu düşman bile olsa böyledir. Düşman içinde de çözüm yöntemleri açısından birbirinden farklı insanlar mevcuttur. Kimileri inatla inkar ve imhayı, tasfiyeyi dayatırken, kimileri ise şiddet dışı yöntemleri ön görmekteler. Bizim de amacımız demokratik barışçıl bir ortamda halkımızın haklarını savunmak olduğuna göre böylesi bir mücadele ortamını yaratmada yardımcı olacak, düşman gücünü sınırlandıracak kesimlere yönelmemek olumlu olacaktır.
Yine düşman merkezlerinde yer alan kişilerin bir kısmı halkımızın çocuklarıdır. Bilinçsizlik ya da mecburiyet nedeniyle orada bulunmaktalar. Merkezlerde bulunan ve daha çok görünür düşman olan üniformalılara yönelmekten önce bulunulan bölgede savaşı kızıştıran, halkımız üzerinde katliam emelleri güden kesimlerin temel hedef olarak belirlenmesi de önemlidir. Bunların tespiti, bu savaşın yönlendiricisi konumunda bulunan komutan, yönetici, öncüleri tespit etmek çok önemlidir. Ne de olsa bir savaşta temel hedef baştır. Başsız bir topluluğun etkili bir savaş yürütemeyeceği, savaş gücü ve motivesini kaybedeceği göz önüne getirilerek bu tür kesimlerin belirlenmesi oldukça önemli olmaktadır.
Bunun yanında lojistik destek kanallarının, takviye ve sevkiyat yolları ve kanallarının tespiti de önemli olmaktadır. Ön cephelerde, Kürt halkının yaşam alanlarında bulunan grup ve kesimlerin varlığı ancak bağlı oldukları merkezlerden alacakları destekle mümkün olmaktadır. Bu anlamıyla ön cephede bulunan kesimler, görünür durumda olan düşman merkezleriyle esas savaş karargahları, merkezleri arasındaki hatları denetim altına almak önemli bir iş durumundadır. Keşif ve istihbaratın önemli bir şartıdır.
Fiziki koşullar ve savaşın maddi koşulları bunlar olurken manevi destek merkezleri de tespit edilebilmelidir. Savaşın en temel yürütücüsü moraldir, kazanma umudu ve motivesidir. Düşmanın bu moral kaynakları şüphesiz köklerine, kültürüne bağlı halkımızın değerleriyle aynı değildir. Kapitalist modernitenin düşkün yaşamı geliştirme amacıyla bağlı kimi merkezlerdir. Bunlara yönelmek, düşman merkezlerinde yer alanların kendilerini stres altında bitirecek, mücadele azmini düşürecek, güçten düşürecek bir savaş yürütebilmek için onların bu merkezlerinin de iyi tespit edilip Kürdistan’dan tümden sökülmesi gerekmektedir. Bunların da iyi tespit edilmesi, kesin istihbarata dayandırılarak mümkün olan her dönemde bunlar yönelmek oldukça önemli olmaktadır.
Genel olarak birkaç başlık olarak tanımladığımız keşif edilecek, istihbaratı toplanacaklar hakkında bunlar söylenebilir. Fakat bunlar sadece genel çerçevedir. Her düşman merkezinin istihbaratının ve keşfinin toplanmasının orada bulunan Devrimci Halk Savaşı militanının görevi olduğunu belirtmeliyiz. Yoksa üstten, merkezden, savaşın ön cephesinden kopuk hedef tespitleri, keşif ve istihbarat örgütlemesi mümkün değildir.
Fakat kesin olarak unutulmaması gereken nokta doğru ve sonuç alıcı bir savaş yürütülmek isteniyorsa her şeyden önce doğru keşif ve istihbarat sahibi olunması gerektiğidir. Bu yapıldığı sürece eylem sıkıntısı çekilmeyeceği gibi düşman merkezlerine yönelik yıldırıcı bir mücadele yürütülerek Kürdistan’dan kovulması, kovulamıyorsa bile ininden çıkamayacak duruma getirilmesi mümkün olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Mevsim bahara doğru yol alıyor yavaş yavaş. Uzun kış geceleri gün uzamına evriliyor. Kardelenler büyük bir dirençle karı eşiyor, tüm güzellikleriyle karşımızdalar. Hüznün ve kederin kapladığı yüzümüzü bir anlık bir bahar sevinci sarıyor onlarla. Ve “nihayet, toprağa cemre düştü. Newroz ateşleri zülüm kalelerine karşı özgürlüğü bekleyen halkımın elindeki meşalelerle yine tutuşacak” diyoruz.
Karlar bir mevsim boyu toprağın üstünü örttü. Toprağa düşenlerimizle aramıza sadece mevsim girdi. Düşlerimize, hatıralarımıza yağdı kar. Beyaz bir örtünün altına alıp boğmak, bizi her şeyden uzaklaştırmak istedi. Çok direndik, o esareti yırtmak ve toprağın altına düşenlerimize dokunmak istedik. Düştükleri toprağı avuçlamak, onlarmış gibi sarmak ve koklamak istedik. Yüz sürmek istedik onların bastığı yere. Çünkü onların bastığı yerler bizim için kutsal. Onların izinden ayrılamazdık. Yarım kalan hayallerinden uzaklaşamazdık.
Onlara sırtımızı dönüp hiçbir şey olmamış gibi ve yaşanmamış gibi çekip gidemezdik. Onları büyük bir kavganın içinde bırakıp terk edemezdik. Namluların ucu ısınmışken ve kavganın tam ortasında durmuşken, kaybetmeyi ve pes etmeyi düşünebilir miydik? Hem biz “özgürlüğe dek” deyip büyük yeminler içmedik mi? Tüm yaşanmamışlıkları ve yarım kalanları özgür bir ülkede tamamlamaya bıraktık. Hiçbir zaman bir daha görüşmeyecekmişiz gibi vedalaşmadık. Ayrılığın hükmüne razı olmadık. Ona karşı başkaldırdık. Kırdık çelikten de yaman ayrılık adına takılan kelepçeleri. Sınırların ötesine kadar uzandık hep. Eleleydik yol arkadaşlarımızla. Onlarla nefes alıp verdik. Onlarla yürüdük, mola verip birlikte demledik tüm yorgunluğumuzu üstümüzden atacak gerilla çayını. Ve yine güzel düşler kurduk birbirimizin gözlerinin içine bakarak. Hiç konuşmadan aklımızdan ve yüreğimizden geçenleri birbirimize aktardık. Kendimize (gerillaya) has bir ifade biçimi kazandık. Sadece bizden olanlar anlayabilir bizi.
Affetmeyi bekleyecek ve yadırganacak hiçbir suç işlemedik. Suçlarımız masumcaydı ve haklıydı. Hiçbir mahkemenin adalet terazisinde tartılmayacak kadar haklı…
O yüzden yaptıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan hiçbir zaman pişmanlık duymadık ve duymayacağız.
Bizler (gerilla) işte, süslü kelimelerle ve sözcüklerle işlenmeye gerek kalmayacak kadar sade ve anlaşılırdık. İçine doğduğumuz çağın kirlerinden, günahlarından arınmak için başkaldırdık. Kutsal mabetlere, ocaklara doğru yol aldık. Kıblegahlarımız dağların zirvesine kurulmuş APOCU ocaklar. O ocaklarda tanıdık kendimizi. Varlığımıza değer biçtik ve yaşama yeni anlamlar yüklemeyi öğrendik. Hiç yorulmadık kendimizi her gün yeniden yeniden keşfetmekten. Hiç yazılmayan ve kimsenin yazmaya cesaret etmediği kaybolan bir tarihin içine kadar gittik. Adalet, eşitlik, özgür bir yaşam ve toplumsallık için büyük kavgalara giren Tanrıçalar tanıdık. Diz çöktük kutsallıkları karşısında. Tanrıların dünyamıza hükmetmelerine ve egemenlik tahtlarına hiçbir zaman boyun eğmediklerini anlattılar bize. Komplolarla kuruldukları tahtlardan İştar’ın kızları ve oğulları tarafından bir gün alınacaklarını ve dünyamıza, insanlığa özgürlüğün, eşitliğin, adaletin hakim olması gerektiğini vasiyetleri olarak bıraktılar.
Altın Hilal’in görkemli güzelliğine, bereketli topraklarına yerleştik. Tanrıçalar diyarı olan Zagroslarda egemenliğe karşı bir kavga başlattık. Bu toprakların gerçek sahipleri olarak ve Tanrıça kültürünün çağdaş temsilcileri olarak kavgamızı büyüttük. Önder APO’nun yaşam felsefesiyle yetişen kızlar büyük bir aşkla yaşama sarıldılar. Bedenlerine bombalar sararak zülüm kalelerinde kendilerini patlattılar. Bedenlerini ateşle tutuşturup ateşle arındırmak istediler erkek egemenlikli gericiliğin hüküm sürdüğü dünyayı ve tanrıların çağını…
Ve başardık. Tanrıların maskelerini çektik, maskeler ardına saklanan gerçek ve kirli yüzlerini artık saklayamıyorlar. Özgürlüğe doğru daha büyük umutlar yüklendik. Direnmeye devam edeceğiz. Ta ki GÜNEŞ özgür bir ülkeye doğana dek.
Kaybettiğimiz tüm özgürlük şehitlerimize ve yol arkadaşlarıma atfen ve onlara özgürlük sözüm olsun.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Gerillada her anın duygusu, düşüncesi, ruh hali bir başka ama dağ patikalarında yürümek bir başka anlam ve coşku veriyor insana, hem de saatlerce hiç durmadan yürünen patikalarda…
Hani derler ya “yolculuklar biter, yollar bitmez” diye. Herkesin yaşamında yollar ve yolculuklar çok farklı duygular yaşatır insana. Ayrılıkların, buluşmaların, arayışların yaşandığı anın başlangıcı olur. Belki bir daha görüşemeyeceğin gibi, bir daha da ayrılmayacağın buluşmaları yaşatan anlar. Ya da büyük arayışlara açılan yeni zamanların başlangıcına…
Gerillada “yola çıkacağım denildiğinde” tabiî ki patika gelir akla. Özgürlük sevdalıların düştüğü yollardır patikalar. Özlemlerin, umutların, özgürlük aşkının, hasretin, hakikat arayışının yaşandığı yolculuklar. Omuzlardaki devrim yükü ile çıkılan yolculuklar...
Her anın yürüyüşü bir başka olur. Karda, yağmurda, fırtınada, ay ışığında ve gün batımına doğru alınan yollarda. Esen rüzgarın sesine karışan coşkun derelerin sesleriyle birlikte bin bir çeşit kuş sesleri büyük bir huzur verir insana. Öyle bir atmosferdir ki kendini cennette yürüyor sanırsın. Ve zamanın nasıl geçtiğini anlamasın bile. Hele bir de yanında bir yoldaşın varsa ve onunla da dalmışsan koyu bir gerilla sohbetine o zaman hiç hissetmesin yürüdüğün yolu ve geçen zamanı. Zaman nasıl geçer anlamasın ve bir anda geriye dönüp baktığında dağları aştığını fark edersin o rüya gibi yürüyüşte.
Dağları aşan, derin vadileri geçen nice patika vardır bu sevdalıları gidecekleri yerlere götüren. Aynı damarlardaki kana benzer dağların patikaları. Sürekli birileri bir yerlere hareket eder o dağdan o dağa. Her hareket yürek atışını daha da hızlandırır. Yaşam daha canlı ve daha coşkulu olur bu yollarda ve yolcularında.
Her dağın kendine has patikası vardır. Kimisi derin uçurum kenarında, kimisi de ağaçların ve taşların arasında. Her birinin de kendine has bir rengi ve dili vardır. İyi tanımazsan yürütmekte zorlanırsın. Seni kabul etmez ve sendelersin. Ne zaman düşeceğini bilemezsin hele de o karanlık gecelerde hiç bilemezsin. Yok, eğer tanıyorsan ve tuttuğun yolun dilini anlıyorsan gözün kapalı da olsa o seni istediğin yere götürür. Yeter ki ondan korkma ve kendini ona bırakmasını bil. En amansız derinliklerde ve uçurumlarda bile yol seni alır götürür…
Hele kışın beyaz örtü altında kalan o patikaları hiçbir göz kestiremez. İşte o anda hiç kimsenin bilemediğini gerilla yaşar. Gözlerin göremediğini adeta ayaklar görür. Ve dağların esrarengiz, mekaplı ayakları sahibini alır, o kar altında kalan yollarda götürür.
Bazı derin uçurum kenarlarında geçen ve insan eliyle yapılmış patikaların ne zaman yapıldığını kimse bilemez. Ama bilinen bir gerçek, kendinden gizlediği tarih ile nice yolcusunu taşımış o arşınlanan taşlar. O kadar çok insan yürümüş ki üzerinde yosun tutmaya bile vakti olmamış. Her yolcusuyla birlikte ve ona yoldaşlık etmiş hiç yorulmadan. Onlarla sohbet etmiş, onların yüreklerinde geçenleri dinlemiş…
Bazı patikalar eski yerleşim yerlerinin yanında geçer. Bazen boş bir köy, bazen bir çeşme, bazen de bir han veya bir değirmenin yanında. O zaman anlıyorsun ki senden önce çok insan arşınlamış bu yolları. Dolaştıkça tarih ile karşılaşıyorsun her gördüğün yapıda, harabede, taş yığınlarında veya bakımsız bahçelerde geçmişin izlerini görüyorsun.
Meyve ağacını görmeyen patika yoktur bu dağlarda. Sanki nerede meyve ağacı varsa, yol sahipleri de o güzelim meyvelerin tadına bakmak için yolunu oradan geçirmişler. Her dağın, bölgenin kendine has meyvesi var bu coğrafyada. Hangisini anlatayım bilmem ki. Üzümünden cevizine, elmasından eriğine ve daha da sayamayacağın kadar çok meyve ismi. Kısacası bu yollar yolcularını aç bırakmamış. Konuklarının kadrini bilmiş ve onları en cömert bir şekilde ağırlamış.
Kim bilir ne kervanlar görmüş bu yollar. Her tarihin kendi yolcuları ona ait olmuş. Ne sultanlar ne krallıklar görmüş bilinmez ama bir gerçek var ki bu patikalar tüm savaşlara şahitlik etmişler. Hem de en amansız savaşlara ve savaşların kahramanlarına.
Sınırları yoktur bu dağların tüm işgalcilere inat. Kendi yollarını bulmuşlar zorla ayrılmışların sahipleri. Onlar için geniş yollar gerekmemiş. Kürdistan dağlarında inceden inceye süzülen bir patika bile yetmiş bir birlerini bulmaya. Ve parçalanmış coğrafyalarında dört parçadan gelerek tek yürek olmasını bilmişler.
Her yolculuğun yaşattığı derin duygular vardır insana. Her birinde anılar saklıdır. Her patikanın bulunduğu mekanlar kendisiyle birlikte anıları da gizler o dağ koyuklarında. Ne çatışmalar, ne savaşlar görmüştür Kürt özgürlük savaşında. Ne acılar, sevinçler, zafer çığlıkları işitmiştir. Kimi zaman da ölüm ile yaşam arsındaki çizgi olmuş hiç beklenmeyen bir anda. Yolunu kaybetmişlere iz, rehber olmuş en zor anlarda…
Bugün bu yollar kendine has yolcularını taşımaya devam ediyor. Her günü bir destan gibi olan yolcularını. Dünyanın tüm egemenlerine inat. Bu günü geleceğe taşımak için yollara düşmüş olan isyan yürekli insanları. Hem de dünyanın en güzel duygusunu yaşayan Kürt gerillasını…
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
“Faşizm kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” diyor Ece Temelkuran.
Faşizm’in çok tanımı vardır. Sol ve sosyalistlerin en fazla kullandıkları tanım burjuva diktatörlüğünün geldiği en son, baskıcı, katliamcı rejim. Özcesi burjuvazinin kendi yönetim aygıtını ayakta tutmak için kullandığı en son aşama. Başka bir deyimle faşizm özünde kurumsal, yani bilinçlice geliştirilmiş ve örgütlenmiş bir yapıdır. Buna ister rejim deyin isterse sistem deyin. Niteliğine dönük bir şey değiştirmez.
Faşizmin bu karakterinden dolayı çoğu zaman bu sisteme lakayt kalan bireylerin rolleri unutuluveriliyor. Faşizmi kendi vurdumduymazlıklarından dolayı desteklediklerini hatta faşizm eğilimi taşıyan zihniyetleri teşvik ettiklerini unutuveriyorlar.
Söylemek ve anlatmak istediğimiz durumu en iyi ifade eden Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’dir.
Martin Niemöller:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım;
çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri atıklarında sesimi çıkarmadım;
çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim;
çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde,
sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”
diyerek pişmanlığını yukarıdaki satırlarda dile getirmişti. Bu satırları yazdığı zaman, 1946’da, dünyanın ikinci paylaşım savaşı sona ermişti. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçmeni olan, Yahudi soykırımını destekleyen Niemöller, daha sonra kiliseler arası kavgalarda kendisini geliştirerek bu ırkçı fikirlerin karşıtı bir direnişçi olmuştu. Konuşma yasağına rağmen verdiği vaazlarla Nazilerin tepkisini çekti ve tutuklandı. 1937’de tutuklanarak o da toplama kamplarını gönderildi. Yerini direnişçilerin içerisinde almaya aldı ancak Hitler faşizminin 6 milyon Yahudi’yi katletmesini, ikinci dünya savaşında 50 milyon insanın öldürülmesini, yıllarca onarılmayacak tahribatlara yol açmasına destek sunmuştu. Destek sunmayı salt bilfiil işin içerisinde yer almak olarak almamak gerekir. Muhtemeldir ki Niemöller tek bir insanın kanına girmemiştir. Bir insanı belki de incitmemiştir. Onu savaş sonrasında da kiliseye dönerek bu kez de Almanya'nın silahlanmasına karşı mücadele veren önemli isimlerden olduğunu bildiğimiz için bunu inanarak belirtiyoruz. Lakin Niemöller ve onun gibi yapanlar netice de Hitler faşizminin önünü stabilize eden güçler olduğunu unutmamak gerekir. Sessiz kalarak, ortada durarak, tarafsız pozisyon takınarak, yer yer destekleyerek, korkarak, bireysel kaygıları yaşayarak bunu yapmışlardır. Boşuna “Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı” dememiştir. Ne zaman sıra ona gelmişse bir şeyler yapmaya çalışmıştır ancak iş işten geçmiştir. Hani diyorlar ya “Geçtiği Bor’un pazarı, sür eşeğini git Niğde’ye” diye, o mesele gibi.
Faşizme karşı tavır, tutum zamanında gereklidir. Zamanında takınılmayan tutum, tutum değildir. Hatta takınılmayan tutum en çokta faşizmin yararlandığı ve kendisini güçlendirdiği zemindir. İşte tam da burada Ece Temelkuran’ın: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözü çok anlamlı, anlamlı olduğu kadar da birçok gerçeği ifade eden doğrunun kendisi oluyor.
Türkiye’de eski Ergenekoncu, JİTEM’ci yapının yerine Yeşil Türki Faşizm kendisini inşa ederken çok az sayıda aydın karşı durmuş, bunlarda neredeyse aforoz edilmişlerdir. Ergenekoncu, JİTEM’ci yapıya yani askeri vesayetin son verilmesine karşı verilecek her türlü mücadele elbette anlamlı ve belki de anlamlı olmanın da ötesinde bir değeri vardı, halen de vardır. Lakin dediğimiz gibi yıllardır bas bas bağırarak Ergenekon ve JİTEM gibi yapıların yerine Yeşil Türki renkten bir Ergenekon’un ve JİTEM’in inşa edildiğini söyleye söyleye dillimizde tüy bitti. Her defasında bu tespitlerimize karşı “ama bakın bunlar askeri vesayeti yıkıyorlar, ama bakın bunlar demokrasiyi oturtuyorlar, ama bakın güzel şeyler oluyor, ama ayıp oluyor siz bunların bu faşizan vesayeti yıkmak isteyen yapılara sorun çıkartıyor ve işlerini ağırlaştırıyorsunuz” diye onlarca hakaret, yanlış değerlendirme, yargısız infazlarla karşı karşıya kaldık.
Şimdi gelinen noktada NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM, hem de YEŞİL TÜRKİ FAŞİZM Türkiye’yi bir ahtapot gibi kuşatmıştır. Musallat olmuştur. Musallat olmanın, kuşatmanın da ötesinde kendisini kurumsallaştırdığı için karşısına gıkını çıkartacak kimse kalmamıştır. Gıkını çıkartanı da hesabını fazla zaman almadan dürdüklerini hepimiz birlikte görüyoruz.
Örneğin en son duayen yazar Mehmet Altan’ı Star’da attılar. Attılar mı kendisi mi çıktı belki çok önemi olmayacaktır. Önemli olan öyle bir yere getirtip ya o bireyin teslim olması bir seçenek olarak bırakılmıştır, ya da pılını pırtını toplayıp bu diyardan gitmesidir.
Mehmet Altan:
“Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var.
Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor.
Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” diye yakınıyor. Ama Mehmet Altan unutmamalıdır ki; .”İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum” yaklaşımı, tutumu, zihniyeti NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM’in doğum yapmasına olanak sunmuştur. Şimdi dönüp “vay bunlar 12 Eylül 1980 darbesinin totaliter anlayışını kullanıyor” demenin bir kıymeti harbiyesi yoktur. 12 Eylül 1980 totaliter anlayışını-siz buna faşizm deyin-kullanan bir yapının en kısa zamanda bu faşizan sistemi kendisi içinde kurumsallaştıracağına şaşmayın. Böyle olduktan sonra tabi ki adama ne yazacağını da, ne söyleyeceğini de, ne konuşacağını da öğretmeye kalkarlar.
Yeniden: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözüne dönecek olursak, hakikaten Faşizm, birkaç kötü adamın aniden gelip iyi adamları dövmesi elbette değildir. Faşizm adım adım, milim milim, insanın gözünün içine baka baka, birçok aydının, sanatçının, demokratın, feministin, sivil toplumcunun, solcunun, ilkeli muhafazakârın, duyarlı insanın, bağımsızlıkçı ve onurlu insanın sessiz kalmasının da bir ürünü olduğunu unutmayalım. Belki bu sessiz kalanlar epey geç kalmışlardır, şimdi bu sessiz kalmalar giderilirse, belki eskide yapılması gerekli olan etkiyi yaratamayacaktır. Ama yine de Niemöller gibi, Ece Temelkuran gibi bir yerden başlamakta şarttır.
Erdal Sincer
- Ayrıntılar
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” diye yazıyor bir yoldaşımız. Yeşil Türki Faşistler bu şiara yüklenerek kendileri kamufle edebileceklerini sanıyorlar. “Dünyanın en gelişen ülkesi, demokrasinin kök saldığı ülke, askeri vesayetin son bulduğu ülke, özgürlükler ülkesi, yüz çiçek açsın, yüz düşünce birbiriyle yarışsın sistemi, insan haklarında çağ atlayan ülke” ve böyle ne kadar yalan varsa hepsini peş peşe dizseniz de yine de faşizmin birinciliğine oynadığınızı ve bu uğurda epey de mesafe kat ettiğinizi herkes görüyor. Artık size verilen primler, bonuslar, senetlerin zamanı geçmiştir. Artık sizin tek destekçiniz kalmıştır onlarda emperyalizm tam kökündeki para babalarıdır. ABD’dir, İngiltere’dir birde alttan alta İsrail’dir. Ve biraz da utanaraktan gizliden bu desteği sunan AB ülkeleridir. Artık bu ülkenin aydınlarını, sanatçılarını, yazarçizerlerini, onurlu insanlarını kandıramayacaksınız. Boşuna Mehmet Altan: “Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var. Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor. Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” demiyor.
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” artık tutmayacaktır. İstediğiniz kadar o sahte imam hatip dilinize güvenin, istediğiniz kadar insanların sadece güdülmek için dünyaya geldiklerine inanın, istediğiniz kadar insanların yönlendirilmeye açık yapılar olduğunu düşünün, istediğiniz kadar dünyanın tek numaralı patron olan ABD’nin arkanızda olduğunu düşünün. Artık size bonus yok. Artık size prim yok. Artık size senet yok. Artık size açık çek yok. Yok, çünkü sicillinizin kirliliği her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor.
Örneğin:
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, Hapisteki gazeteci sayısı 105 diye açıkladı. Bu 135 basın emekçisinin 94'ü Kürt medyasından.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin raporu: Türkiye 2011’de 159 mahkûmiyet kararıyla birinci sırada dedi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Basın Özgürlüğü Endeksi: Türkiye’yi 179 ülke içinde 2011’de 148. sıraya gerilemiş olduğunu söyleyerek 10 sıra birden gerilediğini söyledi.
Ve daha önce birkaç kez dile getirildiği gibi dünya da 35 bine yakın insanı terörist olmakla yargılanıyor, bunların 12 binden fazlası Türkiye’de. Dünyanın hiç bir yerinde seçilmiş bu kadar insanı zindanlarda yok. Dünyanın hiç bir yerinde siyasal bir partinin bu kadar üyesi kodeslere tıkanmış değildir.
Evet, artık size inanacak kimse yok. Olmayacaktır da. Veriler ortada. Sayılar ortada. Her birinizin en büyük cambazlığı sayılarla oynamaktır. Ama yukarıda dile getirilen sayılarla oynama cambazlığını yapamazsın. Bunlar başkaları tarafından kaleme alınmış ve resmi kayıtlara geçen belgelerdir.
Saygın bir yazar; “Bu sistem suç üreten bir sistemdir” demişti. Gerçekten de öyle. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Bu sistem sadece ve sadece insanlık karşıtı suç işliyor. Boşuna Erdoğan, “sarı basın kartlı, cebi silahlı” demiyor hatta hızını alamayarak “katiler” demiyor. Bunları yıllar önce Demirel’in sarf ettiğini Hasan Cemal’den okuduğumuz, “gazeteci kılığındaki militanlar” demesinin arkasından nelerin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Yüzlerce gazetecinin katledilişi ve tabii birde 17.000’ üstünde faili meçhul.
Neşel Düzel’in İstanbul Medipol Üniversitesi’nde hukuk dersleri veren Prof. Dr. Yücel Sayman’la yaptığı mülakatta Yücel Sayman: “Siyasi iktidar şimdi ne diyor? “Biz vesayet sisteminin belini kırdık” diyor. Vesayet dediğiniz, asker ve sivil bürokrasinin sadece AK Parti üzerinde kurduğu vesayet değildir ki! O, vesayet sisteminin sadece bir parçasıdır. Asıl vesayet, halkın üzerinde kurulan vesayettir. Bu ülkede halkın üzerindeki vesayet kaldırılmadı!...
Eskiden kimin tehlike ve tehdit olduğu kararını, Milli Güvenlik Kurulu’nda askerler verirdi. Şimdi bu kararı hükümet veriyor ve yargıya nelerin bertaraf edilmesi gerektiğini, nelerin tehdit ve tehlikeler olduğunu o söylüyor.
Mesela KCK davasında Başbakan veya İçişleri Bakanı çıkıyor, “bunlar büyük bir tehlike, bunlar teröristlerdir” diyor.
Siyasi iktidar, yargıya hedef ve tehlikeyi gösteriyor. Yargı da bildiği hukuk sistemini işletiyor ve kendisine gösterilen tehlikeye karşı devleti koruyor. Bu yüzden bizim esas sorunumuz bu despotik sistemledir! Çünkü despotizmde kararı kimin aldığı önemli olmuyor… Görevinin devleti korumak olduğuna inanan o yargıç kültürü, gene insanları tutuklayacak. Hiçbir şey değişmeyecek.”
Prof. Dr. Yücel Sayman görüşlerini dile getirmeye devam ediyor ve ekliyor: “Ceza Mahkemesi yeni bir karar verdi. Birinin evini ararken 19 boş çakmak bulmuşlar. Mahkeme, “19 boş çakmak bulundurmak hayatın doğal akışına aykırıdır” dedi ve bu kişiyi molotofkokteyli yapmak üzere çakmak bulundurmaya ve örgüte soktu. Bir ceza mahkemesi düşünün ki!... Davranışlarınızı da tanımlıyor. Hayatın akışına neyin uygun olup olmadığına mahkeme karar veriyor. İnsanlar o mahkemede mahkûm oldular. Bu karar beni dehşete düşürdü. Benim evimde de 40 boş çakmak var. Hatta beş-on liraya aldığım yüz de saat var. Ayrıca hukukçu olarak bana danıştıkları için evimde KCK dâhil her davayla ilgili dosya da var. Bu yargı kültürü ve zihniyeti, bu tür yorumlarla herkesi mahkûm edebilir. Yargı suç işliyor…
KCK davasıyla ilgili avukatların büroları arandı ve bütün dosyalar götürüldü. Bu suçtur. Bir avukatın bürosunda sadece isnat ettiniz suçla ilgili belge arayabilirsiniz. Avukatın bürosundaki diğer dosyaları alamazsınız. Dosyaları, mahkeme kararıyla bile alamazsınız. Şimdi bu avukatların dosyaları alınan müvekkilleri ne olacak? Bunu yapan mahkeme hakkında soruşturma açılması lazım. Polis de, savcı da suç işledi burada!...” diye de ekliyor.
Yukarıda alıntıladığımız birçok yazarın birleştiği ortak nokta bu sistemin sadece ve sadece suç ürettiğidir. Suç üreten bu sistem, özelde de düşünce özgürlüğünü, demokratik kültürü, insan haklarını, basın özgürlüğünü çiğnemekte sınır tanımıyor. Burada Kürt halkına karşı yapılanları anlatma ihtiyacı bile duymuyoruz. Kendi toplumuna bu kadar faşizanca yakalaşın bir sistemin Kürtlere neler yapacağını siz düşünün.
Ancak görülen o dur ki Akepe bir kaç emperyalist ve işbirlikçi para babası dışında yaslanacağı kimse kalmamıştır. Küçük küçük ama emin adımlarla giderek oluşturulan bu yeni suç sistemine karşı herkesin ama herkesi sesi yükselmeye başlayacaktır.
İlk sözümüz geri dönersek: “bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” stratejiniz çökmüştür. Halklar nezdinde iflas etmiştir.
K. NUDA
- Ayrıntılar
Gerillacılığı anlatmak ancak ona anlam vermek, hislerle bağlı olmayı gerektirir. Gerillacılığın öne çıkan ve çekici yönlerini sorarken, bu soruya birçok anlam, birçok yorum ve yaklaşım ortaya çıkar.
Çünkü Apocu gerilla yeni yaşamın doğuşunun yaşandığı sahadır. Dağlar bu özgürlüğe kucak açan üslenme alanlarıdır. Özgürlük arayışı sürekliliğin ve kesintisizliğin arayışıdır. Bu bir devrimci arayıştır. Çünkü devrimcilik, PKK’lilik her an, her saniye, her gün kendinde yeni başlangıçları yaratma eylemidir. Özgürlük bu ruhun gıdasıdır. Bu özgürlük bilinci ve iradesinin gelişimi dağlarda sağlandığı için, gerillanın dağlarla olan bütünleşmesi, birleşmesi tarihsel- toplumsal derinliklerde kalan katılımsal mirastan gelir.
Doğal toplumun ve özgürlüğün toprak ile özdeşleştiği, bunun da üretim ile yaşamsallaşarak emeğin sergilendiği o zemindir dağlar. Bu doğa ile iç içeliğin, saflığın, sadeliğin, güzelliğin, insan erdeminin gerçeğini ve hakikat arayışını temsil eder. Hakikate ulaşma istemi elbette özgürlük temelinde olur. Özgürlük ise sürekli bir gelişme arayışı içinde olmayı gerektirir. Apocu özgürlük mücadelesi böylesi bir fırsatı tüm halklara sunarak, insanlık tarihinin soylu özgürlük arayışçılığının devamını yaratmıştır. 20. Yüzyıl sonlarında reel sosyalizmin ifadesi ile “komünizm, sosyalizm bitti” denildiği süreçte, “Sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır” diyerek, yüce emek ve özgürlük değerlerine bağlılık ile bunun arayışçılığını Apoizm yapmıştır.
Apocu felsefe gerçeği, insani erdemlere ulaşmanın soyluluk, yücelik ve özgürlük arayışçılığını zihin, vicdan, maneviyat, ahlak sentezine bağlı olarak yeni yaşamın perspektifini vermiştir. Kapitalist modernitenin bitişin eşiğine getirdiği insanlık ve onun değerlerinin, umutlarının kirlendiği, tarih, günümüz ve gelecek imgelerinin bile yok edilmeye çalışılarak her şeyi sanallaştırarak, karmaşalar içinde kaoslar, krizler ve hakikatten kopardığı, tekniğin körleştirildiği ve esaretine alıp “niçin yaşamalıyım, neden ve nasıl yaşamışım” sorgulamasının unutturulan robotlaşmış, medeniyetten koparılmış, toplumsal özgürlük idealleri olmayan, kapitalist modernite ile ahlaki çöküntülerin, yozlaşmaların, çürümelerin reva görüldüğü 21. Yüzyıl insanlık alemi için kurtuluşu müjdeleyen APOİZM’dir. Tarihin ender tanık olduğu; kahramanlıklara Mezopotamya’nın kalbinde, tanrıçaların, tanrıların özgürlük arayışçılığına tanıklık ediyor.
Böyle amaçlar için; insanlık özgürlük ideallerini yerine getirmek için evrenselliği ve enternasyonalizmi içinde barındıran APOCU HAREKET VE PKK ile onun gerillasına, tüm halkların evlatları da ırk, cins, din, sınıf vb. ayrımı yapmadan katılmışlardır. Böylesi büyük ve yüce bir hareketin Önderliğinin eşsiz çabaları ve direnişi ile yarım asırdır devam ettiği tüm dünyaca kabul görmüş, sağır sultanlar bile işitmiştir.
İşte böylesi bir hareketle arayış içinde olmakla özgürlük kazanacak, Önderlik kazanacaktır. Önderliğin, özgürlük gerillası olmak, fedaisi olma en yüce ve en soylu bir görev olsa gerek. Dağlarımızda özgürlük gerillası olmak; görmediğimiz belki de hayallerde bile göremeyeceğimiz cennet misali dağlarımızda doğanın kalbinde yaşamak. Yaşamak ama sürekli özgürlük arayışı içinde, durmadan hep dolu dolu ülkenin bir başından bir başına. Bazen Güney Kürdistan’da, bazen Küzey’de, bazen Güney Batı’da, hatta Akdeniz sahillerinde, Karadeniz sahillerinde tarihi gizem dolu sırlara ulaşmanın istemi. İşte bu hisler özgürlüğün arayışçılığıdır. Özgürce yaşanılabilecek tek mekanın kaldığı dağlarımızda Cudi’den Gabar’a, Herekol’a, Mereto’ya, Çiyaye Spi’ye, Şerefdin’lere, Munzur’lara, Tendürek’e, Şaho’ya, Hewreman’a, Zağros’ların tüm görkemi içinde Çiyaye Spi’ye, Gare’ye, Zap’a, Şekif’e, Kandil’e, Çarçella’ya, Cilo’ya, Amanos’lara, Toros’lara, Engizek’lere, Nurhak’lara, Yaman’lara ve daha ismini yazamadığımız, belki de göremediğimiz nice özgürlük dağlarında nefes nefese yaşamak bambaşka dünyalara gider gibi; hep yeni serüvenlerde, yeni coğrafyalarda tarihle yüzleşmeye, gelecek arayışçılığımızı, kaybedilmiş özgürlük hazinelerini aramaya… Ama yorulmadan, bıkmadan, büyük umut ve heyecanla, kavga ve dövüşle, kanla-gözyaşı ile yoğrulan emeğin, bilinç ve iradeyle keskinleştiği yüce ve soylu insanlığın özgürlük arayışında yer almak.
Doğanın ve insanın uyumunu, bütünselliğini veya Önderlikte üçüncü doğa olarak tanımlanan haliyle bu varoluş hareketinin yaşadığı mekan dağlar ve burada bunu yaşayanlar ise elbette Apocu gerillalar. İşte gerillacılık doğayla içiçeliği, paylaşımı, farklılıkların, çeşitliliklerin iç içe ormanlarıyla, ağaçlarıyla, taşıyla, toprağıyla, suyuyla, böcekleri, hayvanlar aleminin her türlüsünün içiçeliğini yaşatan bir zemin. Doğayla paylaşım içinde doğal dengeyi bozmadan, karşılıklı etkileşim içinde uyum ile yaşamak. Bazen bir ağaçtan meyve toplarken, bazen çeşitli otları toplarken, bazen ihtiyaç temelinde hayvan besinlerinden faydalanırken, yaşamın ve savaşın zorunlulukları ile (etçilliği, sapma olarak Önderlik tarafından değerlendirildiği için) yoklukları nedeniyle paylaşılan, doğa hazinelerinin nimetlerinden gerilla nasibini alır. Doğayı, ağaçları, ormanı, hayvanı vs. koruyan zevk için avcılıklara izin vermeyen, doğa koruyucusu yine gerilladır. İnsan maneviyatının huzur bulduğu, kendisiyle, karşısındakiyle, ötekinin, çevrenin, var olanın veya var olma olgusu içinde tanımlanan veya izafiyet nedeniyle bilinemeyeni arama mekanı ıssız dağlarımızdır. Huzur ve mutluluğu, nirvanaya ulaşmayı, özgürlüğü yaşamak özgürlük dağlarımızda. İnsan maneviyatının, anlam ve his dünyasının alabildiğine genişlediği bir damla zerreciğinden bir böceğe, yaprağın sesinden bir kuş, rüzgar sesine anlam verilen mekan dağlarımız ve gerillacılıktaki gizem dolu özgürlük arayışçılığıdır. Her şey, canlı- cansız var oluşun tümü; yaşama anlam veriş ve hissedişin en çok geliştiği alan dağlar ve burayı mekan etmiş özgürlük militanı, Apocu gerilladır.
Gerillacılık böylesi farklı, doğa harikalarının her tür ağacın tanındığı, bitkilerin, böceklerin, hayvanların, toprağın, taşların, suların sadelik ve saflığın, doğallığın, öze dönüşün, toprakla bütünleşmenin, canlılığın özgürlük amaç ve idealleri, ideolojiyle ve felsefeyle temelde vicdan ve zihniyet devriminin geliştiği dervişler, peygamberler, havariler, tanrı ve tanrıçaların mekanlarıdır. Gerillanın böylesi mekanlarda yeniliğe, gelişmeye, değişim diyalektiğine açık olacağı da aşikardır. Bu mekanlar doğru bağlar kurulursa maneviyatın, duygusal ve analitik zekanın eş değer bütünleştiği (ahlaki ve politik toplum) temellere oturtularak, hakikate ulaşmanın en güzel mekanlarıdır. Yaşadığın yere anlam vererek, değer biçerek, neden ve niçin yaşadığını, nasıl yaşaman gerektiğine verilecek en güzel yaşamın Apocu gerillalıkta olduğu açıktır. Seçkinlerin, yiğitlerin mekanıdır dağlar. Özgürlük idealine baş koyanların güzel yarınlara, özgür geleceğe ulaşacak olanların, Ortadoğu ve Kürdistan gerçeğinde tek yeri dağlardır.
Koşullara göre yaratıcılığın gerillanın temel yaşam ve eylem tarzı olduğu açıktır. Çünkü Apocu militan kendi irade ve yeteneği ile imkansızlıklardan yaratabilen, var olanı en iyi bir şekilde program ve planlamasını yapan ve yaşatandır.
Hem gezen hem okuyan! İşte yeni dönem gerillacılığı ve onun özgürlük arayışçılığı böyle iç içeliği, ülkeyi baştan başa dolaşmak. Her köyü, her dağı tüm halkımızın en ücra yerlerindekinin mezrasından, zozanlara, farklı lehçelerden çeşitli dinsel, mezhepsel, kültürel zenginlikleri görmek yaşamak. Acılarına, sevinçlerine ortak olmak! Özgürlük mücadelesinde verilen nice bedellerin, yoldaşların anılarına bağlılığın gereği olarak onların temsilinin derin bilinci, maneviyatı ile yüzlerce şehit ailesine; köyleri boşaltılan, faili meçhullerde katledilen, zindanda ya da gerillada olanların yakınları, aileleri elindeki avucundakileri her koşulda fedakarca gerillasına, partisine veren kahraman halkımızı bölge bölge dolaşmak, il il dolaşmak, Botan’daki bir çok aşiretten insanların mertliğine, Garzan’daki yurtseverliğin enginliğine, Amed’deki sürekli direngenliği isyanı, Piran’ı, Şex Sait’i, Bingöl’deki acıları gurbet elleri, Dersim’in darağacındaki Seyit Rıza’ların torunlarını, Serhat’ın acılı ama yürekli haykırışını, Güneybatı’nın göçertilen, gurbetçileştirilen, yurtsuzlaştırılan ama buna inat Şehit Sabri ve Şehit Erdallarının, Şehit Ronahi ve Şehit Nucanların, Nurhak ve Engizek özlemlerini anlamak ve hissetmek. Koçgîrî’nin Alîşêr ve Zarife’lerinin ardılları Şehit Rohatın, Şehit Caferlerin asi bakışlı Yamanlar’daki direnişine, Karadeniz’de şehit Hüseyin’in, şehit Munzur’un kahramanlıklarını, Amanoslar’da Şehit Dıjwar’ın görkemli yürüyüşünü, Antalya’da Serik’te Şehit Erdal’ın Toroslar’daki yürüyüşünü hissetmek. Binboğalar’da Şehit Partizanların sevda türkülerini, özgürlük haykırışlarını işitmek, Şehit İbrahim’in Dicleden Fırata, Ceyhan’a uzanan tüm Mezopotamya ve Anadolu’nun gizemli, sırlarla dolu Nemrutta Güneşin batışını görmeden-hissetmeden, Cudi’de Nuhun efsanesini paylaşmadan, Gabar’da Agit’in ve Adılların kutsal abidelerini yaşamadan, Besta’da Kurtay’ımı, Ferhat’ımı, şehit Nuda’yı, Gülbahar’ı anmadan, yaşamadan hissetmek olur mu hiç? Serhat’ta bekliyor Şehit Sidarlar, Şehit Dicle de soruyor yoldaşlarını bu kutsal Tendürek, Ağrı topraklarında nice anlam, nice özgürlük tohumlarını ektiler. Bugün yeşeren özgürlük tohumları fideleşti, çiçeklendi. Ve meyvesini vererek, cennet ülkeme dönüşüyor, zerre zerre, taş taş…
Bu cenneti paylaşmak bir ayrıcalıktır. Gerilla işte böyle bir ayrıcalığı yakalayabilen her yerde ama hiçbir yerde ilkesiyle, her zaman her yerde var olacak ve sonsuz özgürlüklerde süzülecektir.
Sefkan Dersîm
- Ayrıntılar
Kışkırtma kelimesini; “bir kimseyi kötü bir iş yapması için ileri sürme, kışkırtma” olarak tanımlıyor sözlükler. Ancak kendi kendini kışkırtan kişilik için biraz daha açımlamak gerekecektir.
Kişilik kavramını psikoloji dalı: “Kişilik kavramından, bir insanı başkalarından ayıran duyuş, tutum, davranış örüntülerini içeren tüm ruhsal özellikler anlaşılır. Çok çeşitli toplumsal ve kişisel ortamlarda sergilenen, bireyin kendisini ve çevresini algılaması, ilişki kurma biçimi ve düşünceleri ile ilgili süre giden bir örüntüdür” diye açıyor.
Böyle olunca herhalde “kendi kendini kışkırtan kişilik”i, bir bireyin ama sadece o bireyin kötü bir iş yapması için kendisini tahrik etmesi diye tanımlamak gerekecektir.
Daha iyi anlaşılması için biraz daha açalım.
Bu cümleyi yıllar önce bir yoldaşımın ağzından duyduğumda çok anlam vermemiştim. Ancak yapılan tespiti de es geçmek olmazdı. Hatırlıyorum o zaman bu cümleyi kuran yoldaşla epey tartışmıştım. Doğrusu ‘kendi kendini kışkırtan kişilik’ tespitini bu tartışma ardından paylaştığımı ve ona katıldığımı da söylemeliyim.
Bu yoldaşımız bu tespitini sürekli gerili olan, bu gerili durumda adeta haz duyan, rahat olamayan, bırakalım rahat olmayı adeta rahat olmamak için envai türden yol yönteme başvuran, sürekli kavga arayan, egosunu tatmin etmek için bile olsa sürtüşme yaratmak için her türlü fırsatı kollayan, birileriyle çatışmak için neredeyse takla atan, ama her halükarda bir yolunu bulup kendisini gündemde tutan kişiler için kullanıyordu. Özcesi böyle kişilikleri biraz da hastalıklı bulduğunu, ne de olsa bu kişiliklerin bu kişilik bozukluklarından dolayı çokta zarar gördüklerini de eklemeden geçemiyordu. Bu kişilikler kendileriyle barışık olamazlar, bir şey mutlaka onlara batar, onlara rahat dürter ve bunun sonucunda da onlar bulundukları ortamları kendi bu bozuk davranış özellikleriyle rahatsız ederler. Bu tür kişilikleri eğitmenin zor olduğunu, dönüştürmenin ise daha da güç olduğunu belirtiyordu. Çünkü sorun bir bilmeme meselesinin ötesinde ciddi davranış bozuklukları içeren bir durumdu. Bu ise uzun vadeli bir uğraşı gerektiriyordu.
Şimdi bu yukarıda söylenenlerin neredeyse tümünü Türkiye siyasetine uyarlarsak, daha doğrusu Türkiye siyasetçilerine uyarlarsak yukarıda dile getirdiğimiz “kendi kendini kışkırtan kişilik” tespitini en çok herhalde Erdoğan, Kamer Genç, Mehmet Metiner ve Baykal’da görebiliriz. Baykal sahnede çekildiği için fazla ele almayalım. Metiner’e ilişkin sonraları bir şeyler söyleriz. Her ne kadar diğer iki kişilik birbirine zıt özellikler göstermiş gibi yapsalar da özünde her iki kişilik bir birine çok yakın kişiliklerdir. Her iki kişilik daha doğrusu tip kendi kendini kışkırtmadan yerinde durmaları, yaşamaları mümkün olamaz.
Erdoğan’ın sadece bir gün için bile olsa birilerine çatmadığını, hakaret yağdırmadığını, küfür etmediğini, lümpence saldırmadığını düşünün, gerçekten Erdoğan yaşayabilir mi? Tabii aynısını Kamer Genç için de sorabilirsiniz. Her iki tipi yakında tanıyanlar bunun mümkün olamayacağını paylaşacaklardır.
Peki, neden bu kişilikler böyle davranış bozukluklarına sahiptirler dersiniz? Tekrar psikoloji başvurursak: “Kişilik bozukluğu: Her insan çevresiyle sürekli etkileşim halindedir ve çevresine uyum sağlamaya çalışır. Kendi yararına olan, ama çevresine de ters düşmeyen çözümler geliştirir. Kendi dürtüleriyle çevre istemlerini bağdaştırmaya çalışır. Bu amaca genellikle egonun düzenleyici, uzlaştırıcı ve bütünleyici işlevleri ile ulaşır. Kişilik bozukluklarında uyumsuzluk ego ile çevre arasındadır. Kişilik bozukluğu kendini insanlar arası ilişkilerde gösterir. Kısaca kişilik bozukluğu, kişinin kültürüne göre beklenenden önemli ölçüde sapmalar gösteren, süre giden bir iç yaşantı ve davranış örüntüsüdür, yaygındır ve esnekliği yoktur, ergenlik veya genç erişkinlik yıllarında başlar, zamanla kalıcı olur, sıkıntı ve işlevsellikte bozulmaya yol açar” demektedir. Biraz daha açarsak bu duruma psikolojik biliminde Antisosyal Kişilik Bozukluğu da deniliyor, “Başlıca özelliği başkalarının haklarını saymama, başkalarının haklarına saldırma ile giden yaygın bir örüntü olmasıdır” diyerekte bir ekleme yapılıyor. Böyle tiplerin ortak bir noktasının da Narsizm olduğu söyleniyor. Yani kendi kendine aşık olma olayı. Psikoloji bilimi Narsisistik Kişilik Bozukluğunu ise: “Üstünlük duygusu, beğenilme gereksinimi ve empati yapamama temel özellikleridir. Benlik saygıları kolay zedelenebilir” olan bu kişilikler bu durumu dengelemek için sürekli birilerle itiş kakış, kavga, bilek güreşi, diş bileme, hakaret, vuruş, hesaplaşma içerisinde olurlar ya da öyle olmak zorunda olduklarının hissini yaşarlar. Böyle olunca çevresiyle, farklı düşünenlerle, ayrı inançta olanlarla, başka halklarla, ayrı cinsten olanlarla böyle bir tipin ya da tiplerin her daim kavga içerisinde olacağı aşikardır.
Ne var ki böyle bir tip toplumda yaşayabilir, belki bir toplumu ciddi rahatsız da edebilir, lakin böyle bir tip bir siyasal örgütün başında ise, yine bir devletin en tepesinde, siyasal kararların alındığı en kilit merciinde yerini alıyorsa ise o zaman tanrının o ülkenin, devletin ve halkın yardımcısı olmasını dilemekten başka söyleyeceğimiz bir şey yoktur herhalde…
Başka yazılarımızda Türkiye cumhuriyeti devletinin başbakanı ve de Akepe’nin genel başkanı olan zata ilişkin bu yönlü psikolojik analizlerimize devam edeceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar